“De ki: Hak geldi, bâtıl
yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).
Hakîkat lûgatta: “Bir şeyin
aslı ve esâsı. Mâhiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Sâbit ve vâki. Sadâkat,
doğruluk. Kâinat, tabiat ve ulûhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri
ve zâhir olan gerçek” anlamlarındadır.
“Bana göre” ve “sana
göre” sözlerinde hakîkat yoktur. Hakîkat ancak “Kur’ân’a ve Sünnet’e göre” ortaya
çıkar. Allah’ın dediğinden başkası hakîkat değildir. O-hâlde hakîkati idrâk
etmek ve benimsemek için Kur’ân bütünlüğü ve vahyin pratiğe yansıması olan
Sünnet örnekliğini iyi tespit edip benimsemek ve özümsemek gerekir. Zîrâ Kur’ân
salt hakîkati ortaya koyduğu gibi, Sünnet de “hakîkate en uygun yaşama
örnekliği”dir. Demek ki hakîkat, “İslâm’a göre inanmak, bilmek ve yaşamak”
demektir.
Hakîkati duymak ve bilmek
bedel ister. Zîrâ hakîkat ucuz ve önemsiz bir şey değildir. Hattâ hakîkat,
kişinin âhirette ebedî azâp yada ebedî mükâfattan biriyle karşılaşmasına neden
olur. Bedelini ödeyip hakîkati bilenler, benimseyenler ve hakîkate göre
yaşayanlar ebedî mükâfatla ödüllendirileceklerken, hakîkatten kaçanlar ve onu
duymak bile istemeyenler ise ebedî azâba uğrayacaklardır. Çünkü hakîkatin bedelini
ödemeyi göze al(a)mayanlar, Dünyâ’da kendilerine sûnî, sanal ve hayâlî bir
dünyâ kurarak, zihniyetlerini ve yaşamlarını da bunlara göre düzenlerler.
Hakîkati bilmek, görmek ve
hattâ duymak bile istemeyenlere göre bu cennet-vâri Dünyâ’da her-şey tıkır-tıkır
işlemektedir, insanların hepsi melek gibidir, devletler, hükûmetler ve zenginler
sürekli halkı düşünmektedir ve onların yarârı için çalışmaktadır. Bu yüzden
sürekli olarak yalancı kahramanlar, sûnî-sanal melekler ve de çizgi filmlerdeki
gibi yerler vs. insanların gözlerine-gözlerine sokularak insanlar sanki Dünyâ’nın
her yeri böyleymiş gibi düşünürler ve yaşarlar. Yâni hakîkat yokmuş gibi yada
bâtılı, hakîkat zannederek yaşarlar. Lâkin hakîkatin ortaya çıkmak ve sanal-sûnî-hayâl
olanları yâni bâtılı yıkmak gibi bir özelliği vardır. Hakîkatin ortaya çıkışı,
ya hakîkati; okuyarak, dinleyerek, duyarak öğrenmekle ve idrâk etmekle çok
fazla yıkım yaşamadan olur, yada insanlar hakîkatten kaçarken, hakîkat, hayâtın
bir aşamasında ve noktasında insanların karşısına çıkar ve insanlara hakîkatin
ne olduğu, bâtılın ne olduğunu, acıtarak, hırpalayarak ve yıkarak gösterir ve
öğretir. Zîrâ Allah’ın kâinâta, Dünyâ’ya ve insanlar arasındaki sosyâl hayâta
koyduğu “sünnetullah” denen yasalar bunu gerektirir.
Kendilerini melek gibi görüp
hakîkat üzre olduğunu sanarak başkalarını bâtılda, yanlışta ve kötü yolda
görmek, insanların en çok yaptıkları yanlışlardan biridir. Bu kişiler hakîkati
ancak, karşı-karşıya geldiklerinde ve hayat onlara hakîkatin ne olduğunu kafalarına
vura-vura öğretince anlarlar. Buna rağmen yine de hakîkati görmek, benimsemek
ve kabûl etmek istememek, herhâlde ya gereksizce çok fazla iyi niyetli
olmaktan, yada psikolojik bir sorundan kaynaklanır.
İnsanlara hurâfeleri duymak,
hakîkati duymaktan daha kolay geliyor. Bu nedenle de hakîkat yerine hurâfelere
ve bâtıla inanıp ona göre yaşıyorlar. İnsanlar, doğru, gerçek ve hakîkat
olduğuna inanarak, inandıkları ve kabûl ettikleri şeyleri değiştirmek
istemezler. Bu nedenle inanıp kabûl ettikleri şeyler üzerinde eleştiri yapmazlar
ve onları sorgulamazlar. Çünkü yanlış da olsa inanılan ve kabûl edilen
düşünceleri ve davranışları değiştirmek kolay değildir. Çünkü bir kere en
azından kafa-konforunun bozulması gerekir. Hakîkati bilmek, kafayı yeniden
formatlamayı gerektirir. Bunun için de zihnen ve de bedenen zahmete girmek
gerekir ki bu zahmet bâzen ağır da olabilmektedir. Bu nedenle hakîkat için de
olsa bu zahmete girmek istemeyenler, bâtıl da olsa inandıklarını ve kabûl ettikleri
üzerinde kalmaya devâm ederler.
Lâkin burada haksızlık
yapmamak için şunu da belirtmek gerekir; hakîkat olduğunu zannettiklerinden ve
çok iyi niyetli olduklarından dolayı tam olarak göremediği şeye inanan ve kabûl
edenleri eleştirirken biraz dikkatli davranmak şarttır. Çünkü onlar genelde iyi
niyetli insanlardır ve aslında herkesi kendileri gibi zannettikleri için iyi ve
temiz niyetle, aslında sorun içeren şeyleri hoş görüp mevcut hâli kabûl
ederler. Onlara, hakîkat zannettikleri şeyin yanlış olduğu sert bir şekilde
söylendiğinde gerçekten çok üzülürler. Çünkü onlar gerçekten de iyi insanlardır
ve herkesin iyi olmasını istemektedirler. Aslında hakîkati kabûl etmeye de
yatkındırlar, meyillidirler. Bildikleri ve inandıkları gibi dürüst ve temiz
yaşayan bu kişiler, kendileri gibi gördükleri kişilerin ve şeylerin
zannettikleri gibi olmadığını görünce çok sarsılırlar. Bu nedenle onlara hakîkatin
aslında ne olduğunu anlatırken ve gösterirken olumlu ve yapıcı sözlerle
söylemek gerekir. Zîrâ hakîkat bâzen sert ifâdelerle dile getirilse de, sâdece
hakîkat içeren güzel sözler Allah’â yükselir ve hakîkati de ancak güzel sözler
yükseltir.
İnsanlar, câhillikle, yanlışlıkla
yada öyle inanmak istedikleri için hakîkat zannettikleri şeylerin hakîkat
olmadığını, bir-zaman sonra mutlakâ bir yerlerden, birilerinden yada hiç-biri
olmazsa en sonunda mecbûren hayatta karşısına çıkınca, hakîkat olarak bildiği
şeylerin aslında ne kadar da yanlış ve boş olduğunu görürler. Çünkü hak
geldiğinde bâtıl sırıtıverir. Tabi bunu görmek yıkıcı ve acıtıcı olur. Hattâ
kimileri için büyük bir sorun olur. İnsanların psikolojik ilaç kullanmaya
başlamalarının en baştaki nedeni budur. Bâtıl sistem insana hayâli bir dünyâ
kurduruyor ve bu hayâli dünyâya inandırıyor ama gerçek hayat o dünyâyı onların
başlarına yıkınca insanlar yıkılıp çöküveriyorlar ve hemen psikolojik ilaçlara
sarılıyorlar. Zîrâ o-andaki yıkım çok olumsuz etki bırakıyor.
İnsanlar en güvendiği
kişilerin hattâ en yakınlarının bile nasıl da kendine karşı acımasız, bencil ve
hâince davrandığını görünce hem kendisine hakîkati söyleyenlere, hem de hakîkati
gözüne-gözüne sokan hayâta küsmeye başlıyor. O-hâlde hakîkati, güzelce ve
bıkmadan anlatmak ve göstermek önemlidir. Hakîkatin ağırlığı zâten insanın
belini bükerken bir de hakîkati acımasızca ve “lap” diye söylemek karşıdaki
kişinin belini iyice bükmekte, onu yıpratmakta ve yıkabilmektedir. Böyle olunca
da hakîkati anlatmanın ve göstermenin bir faydası olmamaktadır.
Müslümanlar da hakîkati
duymak ve görmek istemedikleri için, Kur’ân bütünlüğü ve Peygamber örnekliği
ile gösterilen kesin ve net mesajı yâni İslâm hakîkatini görmek, duymak ve
bilmek istememekte ve onun yerine, mevcut zamâna, mekâna ve konjonktüre uygun
davranmakta, yâni alışıp yaşaya-geldikleri hayâtı meşrûlaştıracak bir yorum aramaktadırlar.
Fakat bu yoruma ulaşmak için hem Kur’ân’a, hem Peygamber’e, hem de fıtratlarına
ihânet ederek zulmetmektedirler. Hakîkati duymak istememek, insanı sapıklığa ve
pişmanlığa götürür.
Kafa, zihin ve beden
konforunun bozulması yada zedelenmesi olasılığı, insanlar için büyük bir sorun
olarak görüldüğünden dolayı, insanların çoğu, bu konforu -hakîkat uğruna da
olsa- yıkacak sözleri, düşünceleri ve davranışları kabûl etmekte çok zorlanırlar
ve çoğunlukla kabûl etmezler. Böyle olunca da bunun yerine, hakîkat zannettikleri
yada hakîkat olarak görüp kabûl ettikleri şekilde bâtıl ve yanlış üzere gitmeye
devâm ederler. Fakat dediğimiz gibi; hayat onlara en sonunda hakîkat neymiş
batıl neymiş mutlakâ gösterir. Lâkin bunu bu aşamada gösterirken -sünnetullah
gereğince- acıtarak ve yıkarak gösterir. Kafa ve beden konforunu öyle bir bozar
ki, insanların çoğu yine bâtıl bir yol olan psikolojik ilaçlara sığınmak
zorunda kalır.
Hakîkatin ağırlığına
dayanamayanlar ve zâten o ağırlığın altına girmeyi zinhar istemeyenler, bir
yalanlar dünyâsında yaşamaya başlıyorlar ve bu bağlamda hakîkat yerine; bâtınîliğe,
mistisizme, tasavvufa, ırk-merkezli abartılmış ve yalana dönmüş anlatılara,
mitolojiye, masallara, zırvalıklar dünyâsı olan târikat, cemaat ve meşreplere, sayıları
milyonları bulan ve Peygamberimiz’e isnât edilerek “hadis” adı altında
söylenmiş olan uydurma rivâyetlere, sanat zannedilen ama ahlâksızlıktan başka
bir şey olmayan resim, heykel, dans, film, tiyatro, fotoğraf, roman, saçma ve
sapkın şarkılar ve sapkınlık içeren erotik-porno içerikler ile, aslında bir
travma ve hastalık olan ve adına “aşk” denen kandırmacaya, psikolojik ilaçlara,
makyaja, modern-bilim ve teknolojiye yâni sanal, sûnî ve hayâlî olana, hurâfeye
ve koca-koca yalanlara sığınıyorlar, sığınmak zorunda kalıyorlar. Zîrâ hakîkate
sığınmayınca geriye, hurâfeden, yalandan-dolandan ve sapıklıktan başka sığınacak
bir şey kalmıyor.
Hakîkati duymak istemeyince,
hakîkat hurâfe, hurâfe ise hakîkat zannedilmeye başlanır. Hakîkat ile hurâfe
yer değiştirir. İnsanlık târihi işte buna karşı, peygamberlerin ve mü’minlerin
hakîkati apaçık şekilde ortaya koymak ve hakîkati tüm Dünyâ’ya hâkim kılma
çabası ve mücâdelesinin târihidir.
Peki niçin insanlar hakîkat
yerine yalana, hurâfeye, sanala, hayâlî olana ve bâtıla meyleder?. Çünkü
söylediğimiz gibi, bunlara meyletmenin hem bir bedeli yoktur hem de halka karşı
mâsum görünürler ve gösterilirler. Oysa hakîkat nettir, acıtır ve incitir.
Hattâ hakîkat insanlardan gerektiğinde mallarından ve canlarından bile
vazgeçebilecek ağır bedeller ister ve bekler. Zîrâ Dünyâ imtihan dünyâsıdır. O
yüzden hakîkatin peşinden, mert ve samîmi mü’minlerden başka kimse gitmez ve
hattâ insanların büyük çoğunluğu hakîkati duymak bile istemez.
Bâzen de bir-takım insanlar,
hakîkati bilirler ve ondan vazgeçmezler ama onlar da hakîkati ancak bâtıl ile karıştırarak
kabûl edebilirler. Kur’ân bunlara “şirk koşamadan inanmazlar” der: “Onların
pek-çoğu Allah’a ortak koşmaksızın îman etmezler” (Yûsuf 106). Saf îmana
sâhip olmadıkları için, hakîkat karşısında hak ile bâtılı karıştırırlar. Zîrâ
bâtıl karışmamış olan hakîkati kabûl edemezler.
İşte bu nedenle insanlar kafa-konforunu
bozmamak için Dünyâ’yı ve mevcut durumu, kafalarındaki gibi görmek ve yaşamak
istiyorlar. Aynen Cem Karaca’nın şu şiirde söylediği gibi: “İnsanlar gülüyordu
de!, trende, vapurda, otobüste; yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle!”.
Hakîkati bâtıl ile karıştırmadan kabûl edip ona göre
yaşayabilmek için sürekli olarak hakîkat üzere olmak gerekir. Hakîkati hakkıyla
temsil etmeden “işte hakîkat budur” denemez. O-hâlde hakîkati duymaya, bilmeye
ve yaşamaya tâlip olmak ve katlanmak gerekir. Hakîkat adına konuşabilmek için
de hakîkatin bilincine ermek ve hakîkat yolunda olmak gerekir.
Şu da var ki; hakîkatten bahsedenler; yazanlar,
konuşanlar, anlatanlar her zaman hem fitneci hem de kötü kişiler olarak görülürler.
Acıtıcı olduğu için hakîkati söyleyenler de “acı” olarak görülürler. Fakat hakîkati
söylememek de acıtıcıdır ve hakîkati söylememenin de bir bedeli vardır. Zîrâ
hakîkati söylemesi gerekirken söylememek bâtılın acısını iptâl etmiyor. Bâtıl
çoğu insanın canını yakıyor.
Hakîkati duymak bile istemeyenler bâtıla ve cehâlete
göre davranacakları için hem kendilerine hem de hakîkatin peşinde gidenlere
sıkıntı ve yük oluşturuyorlar. O-hâlde hakîkati söylemek şarttır. Bu nedenle
bâtıl yolda gidenleri o şekilde kabûl etmek hakîkat erleri için pek mümkün değildir.
Mü’minler insanları zorlamazlar ve zorlayamazlar ama bâtılın fitnesine de râzı
olmazlar da hakîkati haykırırlar. Böylece “ya ben öleyim mi söylemeyince” sözü
tezâhür eder.
Tabî ki hakîkati yazanlar, konuşanlar, duyuranlar
yâni hakîkati temsil edenler olmalıdır. Fakat hakîkat “sâdece bilmek” değil,
yaşanmak da ister ve ancak yaşandığında tamamlanır ve etki edebilir.
Herkesin “doğru” zannederek inandığı bir bâtıl olabilir
ve ama hakîkat “tek”tir. “Hakîkat teaddüd etmez” denir. Birden fazla hakîkat
yoktur ve hakîkat tektir. Hakîkat ancak, Allah’ın “hakîkat” dediğidir.
Hakk’ın (sâbit ve değişmez olanın) geldiğinde ve
hâkim olduğunda, bâtıl’ın (geçici olanın) zâil olduğunu görebilmek için hakîkat
üzere olmak gerekir. “Değişmeyen tek şey değişimdir” sözü yanlıştır. Değişmeyen
tek şey hakîkattir. Hakîkat değişmez, zîrâ Allah’ın sünnetullahında ve sözünde bir
değişme olmaz.
Bir tarafta hakîkat, diğer
tarafta ise sahte, hayâl, sûnî, sanal ve bâtıl var. Aslında insanlar sanalın,
sûnî olanın, bâtılın ve hayâlî olanın içinde mutlu değildirler ve parmaklarına
çalınan bir parça bal ile idâre etmektedirler. Oysa hakîkat kendini sürekli
gösteriyor, insanın gözünün ucuna-ucuna değiyor, haykırıyor ve insanın kulağı
sürekli olarak hakîkati duyuyor. Lâkin -dediğimiz gibi- hakîkat çok değerli bir
şey olduğundan dolayı bedel isteyen bir şey olduğu için, kişi bâtılın,
hayâli-sûnî-sanal olanın ve sahtenin hâkimiyeti içinde öyle bir kendinden geçmiş
ve haz içindedir ki, hakîkati görmesi, duyması, bilmesi ve kabûl etmesi mümkün
olmuyor. Konforunun bozulmaması için sürekli olarak hakîkatten kaçıyor ve başka
sığınılacak bir yer olmadığı için mecbûren bâtıla sığınıyor. Hak geldiğinde
bâtılın yok olacağını ve defolup gideceğini bilmiyor yada kabûl etmek
istemiyor.
Modern dünyâ ve modern insan
her yönden ağır bir kuşatılmışlık içindedir ve bâtılı hakîkat zannetmektedir.
Hakîkatin ne olduğunu anlatanları duy(a)mamaktadır. Zîrâ bâtılın sesi,
görüntüsü, hazzı ve neşesi içinde kendinden geçmiştir. Hakîkati duymamakta ve
duymak da istememektedir. Tâ ki acı azâbı görene kadar. Çünkü hakîkatin ortaya
çıkmak ve bâtılı yok etmek gibi bir özelliği vardır. Hakîkatin ne olduğunu onu
anlatanlardan duyarak bilenler ve benimseyenler dışındaki insanlar için
hakîkatin ortaya çıkarak yaptığı yıkım hem Dünyâ’da hem de âhirette çok ağır
olur. Zîrâ hakîkati duymak istemeyenler Dünyâ’da rezil oldukları gibi âhirette
de acı azapla karşılaşırlar.
Kafa ve beden konforu uğruna
kâlp ve rûh konforunu bozdukça bozmaktan geri kalmayan modern insan, hakîkate
değil de bâtıla meylederek sûnî, sanal ve sahte olanı övüyor. Fakat şunu kesin
olarak bilmelidir ki:
“Onlar, yalnızca zanna
uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar
sağlamaz” (Necm 28).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder