“İnsanlardan
öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence
konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar
için aşağılatıcı bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki
işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak
sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver” (Lokman 6-7).
Zırva: “Saçma-sapan boş söz” olarak göçer sözlükte.
“Paralel bir din”
olan tasavvufun ortaya çıkış şeklini Ahmet Yaşar Ocak şöyle yapar:
“Târihsel perspektif içinde
tasavvufun, bizzat teorik çerçevede İslâm’ın içinden doğan bir mistik vâkıa
olmaktan ziyâde; zühd hareketinin, İslâm’ın ilk yüzyılından îtibâren, önce
Emevi, sonra Abbâsi İmparatorluğu’nun alabildiğince geniş toprakları üzerinde,
yâni Îran ve eski Mezopotamyâ’daki özellikle Budizm, Maniheizm gibi dinlere
dayalı Hind-Îran mistik kültürleriyle; Hellenistik dönemin Gnostik ve
Neo-plâtonik felsefî etkileriyle ve nihâyet köklü bir Yahudi ve Hristiyan
mistik geleneğinin kalıntılarını taşıyan Mısır ve Sûriye mıntıkalarındaki
mistik kültürlerle birleşerek yarattığı bir sentezin ürünü olduğu ileri
sürülebilir”.
Tasavvuf için her ne kadar yüzlerce anlam ortaya
konsa da aslında “yorumlama” demektir. Bu yorumlama, “keyfe keder bir yorumlama”dır.
“Yapmaktan” kurtulmak için yapılan yorum. Bu bağlamda ilk tasavvufçu şeytandır.
Allah’ın “secde et” emrini yerine getirmeyip de; yorum, mantık ve eleştirme
yoluna girmiş ve “ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu topraktan yarattın, bu
yüzden secde etmem” demiştir. Ateşin topraktan neden üstün olduğunun delîlini
göster(e)miyor tabi. Zâten tasavvufta, yapılan bir yorumun dayanağının
gösterilmesi gerekmiyor ki!. Hem nereye dayandıracaklar?. Onlar için vahiy önemli
değildir ve “avam” tabakasının hayatlarını düzenlemek için vardır. Kendileri de
zaman-zaman “tecelli”ler şeklinde vahiy alıyorlar zâten. Önemli olan,
söyledikleri sözün ve yaptıkları yorumun, tasavvufun kendi bünyesine uygun
olmasıdır. Bünyeye uygun olduktan sonra ne kadar saçma gibi görünürse-görünsün
önemli değildir. Zîrâ söylenen söz, “tecellinin bir sonucu” olduğundan, mutlakâ
bir hikmeti vardır. Zâten sözü söyleyen ve yorumu yapanlar da sıradan insanlar
değildir ki(!). Merâtiplerini tamamlamış; “efendi” konumuna gelmiş; “tecelli”
dedikleri vahiyleri alma başlamış olanlardır yorumları yapanlar. Bu nedenle
söyledikleri sözler her ne kadar zırvalık gibi dursa da mutlakâ hikmetli bir
sözdür. Biz ise, seyr-i sülûkumuzu tamamlamadığımız için o sözleri anlayamıyoruz(!).
Merâtipleri (mertebeleri) aştıkça anlayacağız(!). Bu nedenle de o zamâna kadar
susmalıyız ve söylenenlere bir îtirâzımız da olmamalı(!).
İşin tuhafı, bu anlayışı benimseyenlerin içinde
yüksek titr (unvan) sâhibi olanlar da vardır ve bu kişiler normâl hayatta en
küçük bir mantıksızlığı bile kabûl etmezken ve her türlü mantıksızlığa karşı
çıkarlarken, iş tasavvufun zırvalıklarına gelince akıllarını blôke edip
durduruyorlar ve bu zırvalıklarını baş-tâcı edebiliyorlar. Bu kişilere iki kere
ikinin beş olduğunu zinhar kabûl ettiremezsiniz fakat İbn-i Arâbi’nin
Peygamberimizden daha üstün olduğunu kabûl ettirebilirsiniz. Hattâ Vahdet-i
Vücut zırvalığı bağlamında, şeytanın “Allah’ın bir görüntüsü” olduğunu ve
“şeytana tapmakla Allah’a da tapılmış olacağı” düşüncesini bile kabûl
ettirebilirsiniz”. Görüldüğü gibi, tasavvufta zırvanın her türlü te’vili
yapılabiliyor ve bu te’vil ne şekilde olursa-olsun kabûl edilebiliyor.
İşte bu anlayış, tasavvufun zırvalıklarla boğulmasına
neden oluyor ve en iyi tasavvufçu da, “en iyi zırvalayan kişi” oluyor. Bu
zırvalık ne kadar ağırsa, söylenen söz de o oranda değerli oluyor ve onu
söyleyen kişinin makâmı da o oranda artıyor. Yâni en üstün tasavvufçu (onların
deyimiyle tevhid eri), en ağır küfrü yapan, en iyi şirk koşan, en çok
saçmalayan ve en iyi zırvalayan kişidir. İyi bir tasavvufçu olmanız için, size
has olan ağır bir “küfür örneği” sergilemeniz gerekir. İşte tasavvuf hep bunu
yapar. “Yapma” yerine yorumlama yapmak. Kendileri “yapma”yı düşünmezler ve
zâten tasavvufa göre bu şirk olur. Zîrâ “yapan-eden Allah’tır (lâ fâile
illallah). Fakat bu yorumların, daha doğrusu zırvalıkların hak-merkezli bir
dayanağı da yoktur. O anki psikoloji, yarım-yamalak bilgi, şeytan fısıldamaları
vs. kaynaklı anlamsız boş ve saçma-sapan sözler ve yorumlardır yapılanlar. Kabûl
edildikten sonra “sorun” olmayan yorumlardır. Vahiy-merkezli değil de, rivâyet
ve uydurma-merkezli din anlayışına sâhip olan müslümanlar, bu tarz zırvalıkların
en yağlı müşterileridirler. Bu kişiler zırvalıklara aldırmazlar, zîrâ ne denildiğinin
farkında değildirler. Zırva da olsa o sözü kimin söylediği önemlidir ve
söylenen sözler uçuk-kaçık olursa değerli görülür ve hattâ ne kadar uçuk-kaçık
ve saçma-sapan olursa o oranda daha da değerli olur. Toplumda bir; “dîni olan,
anlaşılmaz olandır” inanışı vardır. Hem de, Kur’ân’ın defâlarca kez tekrâr
ettiği, “anlaşılması için kolaylaştırdık, yok mu öğüt alan” dediği (Kamer Sûresi)
âyetlere rağmen.
Tasavvufun zırvalıkları, “hak sözün ifsâd edilerek
yorumlanması”dır. Vahiy tahrif edilince zırvalık başlar ve bu zırvalık en
kemâline tasavvuf ile ulaşır. O hâlde, “tasavvuf tahrifâtın zirvesidir”
denebilir. Tabi Allah’ın sözünü tahrif edip zırvalıkla değiştirmek zulmün de en
büyüğüdür. Çünkü şirkin başladığı yer burasıdır. Şirkin başladığı yer, zulmün
de başladığı yerdir:
“Ama
zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler. Biz de o
zâlimlerin yaptıkları bozgunculuğa karşılık, üzerlerine gökten iğrenç bir azap
indirdik” (Bakara 59).
Tasavvufta zırvalığı yapanlar, tasavvufun bâtıni-felsefi-mistik
tarafında olanlardır. Fakat tasavvuf ekôlüne mensup olanların içinde,
tasavvufun “şatahat” denilen saçmalıklarından bâzılarına kesin olarak îtiraz
etmemekle birlikte, bu zırvalıklara karşı çıkan bir çizgi de vardır. Bu iki
farklı çizgi Mevlânâ-Kirmâni (Evhadüddin Kirmâni) ve sonra Âhi Evran çizgisinde
kendini gösterir. Zırvalıklarıyla küfrü kemâle erdirenlerden biri olan Celâleddin
Rûmi denilen şahsın sapık tasavvuf anlayışına karşı; Kirmâni’nin ve çizgisinin,
İslâm’ın ve halkın yararına kurdukları fütüvvet ve âhilik teşkilatları onların
farkını gösterir. Aslında aralarında muazzam bir fark vardır. Celâleddin
Rûmi’ye göre Moğollara alan açmak İslâmî bir davranışken; Kirmâni çizgisine
göre ise, Moğollara ve tüm zâlimlere ve zulümlere karşı savaşmaktır İslâmî
olan. Tabî ki de İslâmî olan, zulme-zâlime karşı çıkmaktır. İşte bahsettiğimiz
çizgi adâlet-ahlâk tarafına önem vererek, âhilik ve fütüvvet gibi yapılanmalar
kurarak güzel bir teşkilatlanma örneği sergilemişlerdir ki; bu tarz bir yapılanmanın
mevcut Dünyâ’da bir örneği yoktur. Burada önemli olan şey, zırvalama yerine
“yapma”nın öne çıkmasıdır. “Yapma”yı engelleyen şey, “zırvalama”dır. Tabi artık
bahsettiğimiz bu çizgi de kaybolup gitmiş ve sâdece şekle indirgenmiştir.
Kapitâlist sistemde böyle bir çizgiye yer verilmesi zinhar mümkün değildir
çünkü.
Zırvalık, hakkı göz-ardı etmeden yapılamaz. Çünkü hak
ve zırvalık yan-yana duramaz. Zırvalık, hakkın yanında sırıtıverir ve belli
oluverir. Bu nedenle de tasavvufun, hakkın üstünü örtüp zırvalığı öne
çıkarmaları ve zırvalığı din gibi göstermeleri olmazsa-olmazdır. Fakat bu, Hak
katında çok çirkin bir şey olarak görülür ve Allah zırvalayanlarla kıyâmet günü
konuşmaz. Zîrâ Allah, -hâşâ- zırvalık etmez:
“Allah’ın
indirdiği Kitaptan bir şeyi göz-ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir
şeyi) satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir.
Allah kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir
azap vardır” (Bakara 174).
Tasavvufun söylediklerinin bir delîli yoktur.
Tasavvufçuların zırva sözleri, “bir yerlerinden” uydurdukları saçmalıklardan
başka bir şey değildir. Hiç-bir delile dayan(a)maz. Saçmanın dayanacağı bir yer
yoktur çünkü. Dayanacağı yer ancak; şeytanın fısıltıları, nefsin zırvalıkları
ve bel’amların uydurmalarıdır.
Tasavvuf zırvalığının en çok görüldüğü yerlerden biri
de hurûfiliktir. Her harfe kafalarına göre bir değer verirler ve buna göre bir
ilim ortaya çıkarırlar. Güyâ bu ilim, “herkesin anlayamayacağı” bir “sır
ilmi”dir. Fakat “ebced” denilen bu harfleri değerlendirmek için tek bir sayı
değeri tarzı yoktur. Bir-kaç çeşit ebced vardır ki bu fark, herkesin kafasına,
çıkarına göre ve uydurmalarını-zırvalıklarını tutturmak için ortaya attığı
değerlerdir. Yine; “ayak ilmi”nden bahsederler. Ayağa bakarak başlarlar onu
yorumlamaya. Üstelik bu yorumlama güyâ yüce bir ilimdir ve öyle herkes de
anlayamaz. Aslında mantıklı bir şey söylenmemektedir. İyi uydurabilen ve ağzı
laf yapan yada kalemi kıvrak olan kişilerin zırvalıklarından başka bir şey
değildir bunlar. O anda şeytan onlara ne fısıldarsa, onu “Allah’ın tecellisi”
zannetmektedirler. Oturup durdukları yerde nasıl ve niye tecelli aldıklarını
sorsanız, gururlanmaktan ve kendilerinin “özel” olduklarını dile getirmekten başka
söyleyecek sözleri yoktur. Tabi şunu da söyleyelim ki, tüm bunlara samîmi
şekilde inanırlar da.
Bâtınilere göre; dîni
emirler, bâtıni ilimleri bilmeyen câhillerin vazîfesidir. Bâtıni ilimleri öğrenenden
dîni emirler düşer. İyi de bunu delîli nedir?. Allah’ın emirlerinin duruma ve ilmî
seviyeye göre iptâl olduğunu Kur’ân-ı Kerim söylemeli değil midir?. Kur’ân’da
böyle bir şey söylenmediği gibi, Peygamber örnekliğinde de böyle bir şey
yoktur. O hâlde bu da, olmadık yerlerden uydurulan zırvalıklardan başka bir şey
değildir. Bu konudaki Kur’ânî hüküm apaçık ortadadır zâten:
“Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 99).
Yakîn, “ölüm”
demektir. Çünkü “kesin bilgi” anlamındaki yakîn bilgisi ancak ölümle birlikte
açığa çıkar. Zâten bir-önceki âyette de, secde etmekten bahsedilmektedir ki
secde, “ibâdetin dibi” demektir:
“Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden
ol” (Hicr 98).
Hele ki tasavvufçuların-bâtınilerin
dillerine pelesenk ettikleri şu; “Kur’ân’ın bir zâhiri ve bir de bâtını vardır”
demeleri yok mu… Üstelik zâhirini sıradan halk bilirken, bâtıni mânâsını ancak bir
efendinin tedrisinden geçmiş olanlar ve en üst derecede ise sâdece “insan-ı kâmil”
dedikleri (ki bu ifâde çok da doğru değildir), kişi bilirmiş. Hâlbuki müteşâbih
olanın da, gaybın da bilgisi sâdece Allah’a âittir. İnsanlar ise sâdece, Allah’ın
bildirdikleri kadar bilirler ki bunun için de Kur’ân’ı samîmi ve disiplinli bir
şekilde okumak yeterlidir. Ayrıca ileri derecede bir uzmanlığa gerek yoktur.
Fakat tasavvufçular müteşâbih âyetleri sâdece kendilerinin bildiğini ve üstelik
bunu Allah’ın bildirmesiyle (tecelli) bildiklerini iddiâ ederler. Oysa Kur’ân
onları çok açık bir şekilde yalanlar:
“Sana Kitabı indiren O’dur. O'ndan, Kitabın anası
(temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde
bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan
müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde
derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler.
Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran 7).
Kur’ân, Yûnus Sûresi
100. âyette: “O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” derken;
tasavvufa göre akıl, gerçeğin perdesiymiş. Akıl ile tasavvufta (onlara göre
tevdhid ilminde) yol alınmazmış. Tabî ki de alınmaz. Çünkü tasavvuf zırvalıktan
başka bir şey değildir ve akıl bu zırvalığı çok net olarak ânında fark eder ve
hemen de îtirâz eder. Tasavvuf akla yapılan isyândır, başkaldırıdır. Akıl ile
tasavvufun buluşması mümkün değildir. Bu nedenle de aklınızı kirâya vermeden
tasavvufçu olamazsınız. Tasavvufta öyle her-şeyi sorgulayıp duramazsınız zâten.
Küfre düşersiniz mâzallah!.
Tasavvuf, “yapma”
yerine “söyleme”yi öne çıkaran İslâm-dışı bir dindir. “Yapmamak” için
uydurulmuş ve sentezlenmiş sapık bir dindir. Bu nedenle de tasavvufçuların
bir-çoğu ibâdetlere karşı da duyarsızdır. Bir keresinde tasavvufçulardan bir
kısmı, tam da Cum’a vaktinde bir yere gitmek için yola koyuldular ve birisi
efendiye dedi ki; “Efendim Cum’ayı kılıp da mı gitsek?”. Efendinin cevâbı şu
oldu: “Yolda giderken kılarız”. Diğeri de hemen yorum yaptı: “Dâim namazda
olanlar için Cum’a kılmak olmaz”. Cum’ayı yolda giderken kılanlar, orucu da
işret masasında tutuyorlar. Dâim oruçlular ya!. (Buna bizzat şâhit olduğum için
yazmakta bir beis görmedim).
Tasavvufun safsatalarından biri de; “âlemlerin rabbi”
ile “Allah” ayrımı yapmaları ve ikisini sanki farklı varlıklar gibi
göstermeleridir. Hattâ Fâtiha Sûresi’ndeki: “Elhamdulillâhirabbilâlemin”
âyetini, “Allah âlemlerin rabbine hamd eder” diye çevirenlere bile şâhit
olmuştum.
“Oturdukları yerden”
tecelli alarak edindikleri güyâ özel bilgileri onları her türlü dînî yükten
kurtarıyormuş. Aslında onları o “yükten” kurtaran nefislerinden ve zırva
düşünce ve sözlerinden başkası değildir.
Tasavvufta yanlış bir tevhid düşüncesi vardır. “Tersinden
bir tevhid” düşüncesidir bu. İslâm’a göre tevhid; “Allah’ın gökte ilah olduğu
gibi yerde de ilah olması” iken; tasavvufa göre tevhid; “yerde ve gökteki
her-şeyin Allah olması”dır. “Fâni olan şeylerin de Bâki Olan Allah olduğunu”
söylüyorlar ve zırvalamaya devâm ediyorlar. Bu zırvalığın ideolojisi ise,
Vahdet-i Vücut sapıklığıdır. Tasavvuf zırvalığının dibi, Muhyiddin İbn-i
Arâbi’nin panteizmi İslâmîleştirerek son şeklini verdiği Vahdet-i Vücut
düşüncesidir. İbn-i Teymiyye, vahdet-i vücut felsefesini inançların en
eklektiği ve tüm hatâların karışımı olarak görmüştür. Şöyle der:
“Vahdet-i Vücud görüşü, Dünyâ’daki tüm şerlerin bir buluşmasıdır.
Onların hatâlarının başlangıç noktası, mahlûkâtın varlığına benzemez bir
yaratıcı varlığı kabûl etmemelerinde yatar. Onlar görüşlerini biraz
filozofların öğretilerinden, biraz sahte sûfî ve kelamcıların yanlış
öğretilerinden, bir kısmını da Karmati ve Bâtınilerin görüşlerinden meydana
getirmişlerdir. Onların çeşitli mezheplerin kapılarına gitmeleri en karışık
dönüşü elde etmek içindir”
Tasavvufta “lâ fâile illallah” (her-şeyi yapan-eden
Allah’tır) ve lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut bir şey yoktur)
inancı vardır. Böyle olunca da özel anlamda ne bir “peygamber” vardır, ne bir “insan”
vardır, ne de Allah vardır. Şunu demeye getirirler: “Sâdece Allah vardır ve
her-şey Allah’tır ve bu nedenle de yapan-eden de O’dur. Mahlûkat (yaratılmış) da
yoktur. O hâlde zâten sürekli bir “yokluk” vardır ve bir şey yapmaya da gerek
yoktur. Yapmamak da yapmaktır. Biz zâten mecbûren Allah’ız ve mecbûren sonsuz
ve ebedî varlığız. Bu nedenle de her dâim nîmet içinde olacağız ve bu yüzden
kendimizi üzmemiz ve paralamamız da gerekmez. Biz tecellileri çoğaltmalı ve
avamın bilmediği sözleri konuşup durmalıyız. İlmin zevkiyle mânâ âlemine gark
olmalıyız”.
Tabi, “lâ fâile illallah” (her-şeyi yapan-eden
Allah’tır) ve lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut bir şey yoktur)
zırvalıkları kabûl edildiğinde; iyilikle kötülüğün, hak ile bâtılın, ahlâk ile
ahlâksızlığın, günah ile sevâbın, cennet ile cehennemin, hak din ile bâtıl
dinlerin, küfür ile hakkın, kâfir ile mü’minin, puta tapan ile Allah’a tapanın,
Allah için çabalayanla hiç-bir şey yapmayanın, şirk ile tevhidin, şerefli ile
şerefsizin ve şeytan ile Allah’ın arasında fark kalmıyor. Zırvalık işi bu
noktaya kadar getiriyor.
Zırvalamayı kemâle
erdirip tüm varlığın -hâşâ- Allah olduğunu söyleyip dururlar ve bu bağlamda şu
âyetler tasavvufçuların en çok istismâr ettikleri âyetlerdir:
“O (yâni Allah) evveldir, âhirdir, zâhirdir,
bâtındır” (Hadîd 3).
“Maşrık ve Mağrib, Allah’ındır. Yüzünüzü ne tarafa
çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır”
(Bakara 115).
“O’nun yüzünden başka her-şey yok olucudur” (Kasas 88).
“İşlerin hepsi O’na döner” (Hadîd 5).
“Ben insana onun şah-damarından daha yakınım” (Kâf 16).
“Siz nerede iseniz O sizinle berâberdir” (Hadîd 4).
“Ben sizinle berâber işitir ve görürüm” (Tâ-hâ 46).
“Onları siz öldürmediniz ve lâkin Allah öldürdü.
Attığın zaman sen atmamıştın ve lâkin Allah atmıştı” (Enfâl 17).
Her önlerine gelen
âyete yalan-yanlış da olsa bolca yorum yapan tasavvufçular, gerçekten
yorumlanması gereken bu âyetleri yorumlamıyorlar ve mecazı hakîkate
hamlediyorlar. Böylelikle yanlış ve sapık bir yola gidiyorlar ve zırvalığın
dibini buluyorlar. Tasavvufçuların zırvalıklarını saymakla bitiremeyiz fakat
örnek olması için bir kısmına burada yer vermek istiyoruz. Ettikleri şu sözlere
(şatahât) bir bakın:
“Sâlik, kâfir olmadıkça müslüman olamaz, kardeşinin
başını kesmedikçe müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe (evlenmedikçe)
müslüman olamaz.” (Mektubat, İmam
Rabbâni 445. Mektup). (Rabbâni bu
mektupta bu sözleri kendisi söylememiştir ama olumlu anlamda tefsir etmiştir. H.G.)
“Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, Anana kâbin
kıydır ki Hakk’ı ıyân göresin”. Sâdeleştirip bu-günkü dille söylersek: “Git,
kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah’ı açıkça
görmüş olursun” (Yûnus Emre).
“Ey akıllı kişi!, iyi düşün. Put, varlık bakımından
bâtıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da ulu Tanrı. İyinin yaptığı her-şey
iyidir” (Şebusterî).
“Sekiz cennet yaptın sen Âdem için. Adın büyük,
bağışla onun suçun. Âdem’i cennetten çıkardın, niçin?. Buğday nene lâzım,
harmancı mısın?.
Hafâya çekilip seyrâna durdun. Aklı yetmezlerin
aklını urdun. Kıldan ince köprü yaptın da kurdun. Akar suyun mu var, bostancı
mısın?.
Yüz bin cehennemin korkmam birinden. Rahmân ismi
nâzil değil mi senden?. Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen?. Affet günahımı,
yalancı mısın?.
Şânına düşer mi noksan görürsün. Her gönülde
oturursun, yürürsün. Bunca canı alıp yine verirsin. Götürüp getiren kervancı
mısın?.
Kullanırsın kanatsızca rüzgârı. Kürekle mi yaptın sen
bu dağları. Ne yapıp da öldürürsün sağları. Can verub can alırsın sen cancı
mısın?”. (Azmi Baba).
“Kıldan köprü yaratmışsın. Gelsin kullar geçsin deyû.
Hele biz şöyle duralım. Yiğit isen geç a Tanrı” (Kaygusuz Abdal).
“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû. Gel seni sen
tuzağından seç deyû. Ya düşer ya dayanur yahut uçar. Kıl gibi köpriden âdem mi
geçer?. Kulların köpri yaparlar hay
içün. Hayrı budur kim geçerler seyr içün...” (Yûnus Emre).
“Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür. Otuz iki Hak kelâmı
sözüdür. Cümle âlem bil ki Allah özüdür. Âdem ol candır ki güneş yüzüdür”
(Seyyid Nesîmî).
“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın. Yapıp da neylersin,
bundan sana ne?. Halk ettin insanı saldın cihana. Salıp da neylersin bundan
sana ne?.
Bakkal mısın, terâziyi neylersin?. İşin-gücün
yoktur gönül eylersin. Kulun günahını tartıp neylersin?. Geçiver suçundan
bundan sana ne?.
Katran kazanını döküver gitsin. Mü’min olan kullar
dîdâra yetsin. Emreyle yılana tamûyu yutsun. Söndür şu ateşi bundan sana ne?.
Sefil düştüm bu âlemde nâçarım. Kıldan köprü
yaratmışsın geçerim. Şol köprüden geçemezsem uçarım. Geçir kullarını bundan
sana ne?.
Behlül Dânâ’m eder cennet yarattın. Nice kulları
cehenneme attın. Nicesin âteş-i aşk ile yaktın. Yakıp da neylersin bundan sana
ne?”.
“Aşk katında küfr ile İslâm birdir. Her kanda mesken eylese âşık emîrdir” (Seyyid
Nesîmî).
“Benem Hakk’ın kudret eli. Benem belî aşk bülbülü.
Söyleyip her türlü dili. Halka haber veren benem” (Yûnus Emre).
“Allah’a
andolsun ki benim bayrağım Muhammed (s.a.v.)’in bayrağından daha büyüktür!.
Benim bayrağım nûrdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden
olanlar bulunuyor” (Bayezid-i Bistâmi).
“Mûsa peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı
görmeyi değil, Allah beni görmeyi irâde buyurdu!” (Bayezid-i Bistâmi).
“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef
olan kimdir?” (Bayezid-i Bistâmi).
“İnsanlar, Allah’a taptıkları zannında bulundukları
vakit Allah’tır ki kendi-kendine tapar” (Bayezid-i Bistâmi).
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir.
Çünkü, Cenâb-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yâni özü ve ta kendisi) olduğuna
göre -ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler- öyleyse Cenâb-ı Hak onların
da gerçeğidir” (Abdülkerim el-Ciyli).
“Medreseyle minâre yıkılmadıkça kalenderlik töreni
düzene giremez. Îman küfür, küfür de îman olmadıkça Tanrının hiç-bir kulu,
hakkiyle müslüman olamaz” (Celâleddin Rûmi).
“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed
Hâdim, “inşallah” deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?” (Celâleddin
Rûmi).
“Mevlâna Peygamber değildir ama ‘Kitab’
sâhibidir” (Câmi).
“Allah beni över, ben
de O’nu; O bana kulluk eder, ben de O’na. Hak beni yarattı ki kendisini
bileyim; ben de O’nu, bilmek ile var kıldım” (Muhyiddin İbn-i Arâbi).
Bayezid-i Bistâmi’ye
ruhûnu ulûhiyetin zâtına nasıl yükselttiğini sormuşlar, o da şöyle demiş:
“Yılan, derisinden soyulduğu gibi ben de nefsimden soyuldum, sonra zâtıma nazar
ettim, bir den ne göreyim, ben, O’yum”.
Bir keresinde
müezzin: “Allah-u Ekber” dediğinde Bayezid: “Ben daha büyüğüm” demiş .
Turab el-Nahsebi, bir
müridine: “Bayezid’i bir kere görsen, senin için yetmiş kere Cenâb-ı Hakkı
görmekten daha faydalı olur" diyerek yanlış bir kıyaslama yapmıştır ki
tasavvufta büyük bir kıyaslama hatâsı” vardır ve sürekli yapılır bu hatâ.
Hallac-ı Mansur şöyle
der: Dünyâ-zevklerinden yüz çevirip nefsini terbiye ve kâlbini tasfiye eden
kişi yavaş-yavaş Allah’a yaklaşır; daha sonra O’nun dostu olur ve en nihâyet de
nefsini yok ederek beşerî sıfatlardan sıyrılır; ve Hz. Îsâ’da olduğu gibi,
Allah’ın rûhu ona hulûl eder. Bu takdirde o artık, Allah olur ve her-şey artık,
O’nun emrine boyun eğer. Yine şöyle der: “Ben sevgiliyim ve sevgilim ben. Biz
bir tek gövdeye hulûl etmiş iki rûhuz. Beni görünce O’nu görmüş, O’nu görünce
beni görmüş olursun. Hak, benim”.
Muhyiddin ibn-i
Arâbi, Allah ile âlemi yâni kâinâtı aynı görür ve kâinâta şu sözlerle “Allah”
der:
“Vücûd bakımından âlem, Allah’tan
başka değildir. Başka bir deyişle, varlığı ancak âlemin vücûdu ile meydana
çıkan, Allah’tır. Âlem, Allah’ın bizzat kendi içinde ayırıp belirttiği sûretler
ve şekillerdir ve bunlar vücûdu tamâmıyla tüketmişlerdir. Yâni Allah, yaratık
adı ile adlanan ne varsa hepsinin içine sokulmuştur. Böyle olunca, Allah her
görenle görür ve her görünende görünür.
Zât, Sıfat’larının; Sıfat’lar da tecellileri ve şuunları (fiilleri) olan
âlem’in kendisidir. Böyle olunca âlem’de en şerefli yaratık olan insan da Allah’tan
başka olamaz”.
Bu düşünceye göre,
“kâinat sürekli olarak yaratılma hâlinde olduğu” için; “Allah kendinden başka
bir şey yaratmaz ve sâdece kendini yaratır” diye bir sonuç çıkıyor ortaya.
Yukarıdaki sözler,
tasavvufçuların sarhoşken yada psikolojik sorunları zirve yapmış ve paranoyak
şizofreni durumu ayyuka çıktığında söylemiş oldukları sözlerdir. Bu sözler bir
şuursuzluk hâlinde söylenmiş sözler olduğu için, mecbûren incir çekirdeğini
bile doldurmayacak zırva sözler olmuştur. Tasavvuf “uydurma”lardan ibârettir ve
müntesipleri bu uydurmalara körü-körüne inanan kişilerdir.
Bu sapık sözleri eden tasavvufun bu meşhurları, bir “egomania” (Egomania=Aşırı bencillik, manyakça kendini beğenmişlik,
kendine hayranlık) içine düşmüş ve böyle bir hâlde iken etmişlerdir “şathiye”
denilen bu sapıkça zırva sözlerini. Şeyh
Rükneddin Alâüddevle Al-Semnâni; “Vahdet-i Vücüd düşüncesinin ancak, bir kendinden
geçme (Vecd) ve sarhoşluk (sikr) hâli olduğu”nu ileri sürmüştür.
Tasavvufun asıl kaynağı, kişinin hayâl-gücüdür. Fakat
bu hayâl-gücü gerçeğe değil, bâtıla dönüktür. Tasavvuf, “ilmî” olan değil “hissî”
olandır. Bu nedenle de bir-çok kez yanılgılara düşerler. Bir keresinde, “İbrâhim”
adının “ibrâ”dan (temize çıkarmak) geldiğini söylemişti birisi. Oturup dururken
aklına gelmiş herhâlde. Oysa İbrâhim, “ebâ rahîm/ebu rahîm=“Rahîmiyetin-merhâmetin
ve toplumun (reham) babası” anlamındadır. Akla ve ilme arkalarını
döndüklerinden; ilim yolunda olmayı “düşüklük” olarak gördüklerinden ve aklı ve
ilmi hesâba katmadıklarından dolayı, zırvalayarak yanlış sonuçlara ulaşıyorlar.
Tasavvufta her zırvalama din hâline gelir. Eğer ettikleri zırvalık haz
veriyorsa onu “doğru ve güzel” kabûl ederler. Hâlbuki o zırvalıklar şeytanın
vahyettiği pisliklerden başka bir şey değildir. Bu nedenle de düşünsel anlamda
ne kadar “pislik” varsa bulabilirsiniz tasavvufta.
Yine tasavvufta reenkarnasyona da sıcak bakılır.
Çünkü tasavvufta bir “hulûl” enkarnasyon (incarnation) inancı vardır ve -hâşâ-
Allah bâzı kullara hulûl ederek onlarda cisimleşerek görünür ve onlardan işler.
Tabi böyle olunca da, enkarnasyona inananlar reenkarnasyona da inanmakta zorlanmazlar.
Oysa bunlar sağduyu sâhipleri için zırvalıktan başka bir şey değildir.
Kitap ve onun pratik şekli (örnekliği) olan sünnet
apaçık bir şekilde ortada duruyorken, üstelik söyledikleri şeyler akla, mantığa
ve sağduyuya da aykırı iken, tâbir-i câizse; 2+2=5 eder diyorlar ve çıkıyorlar
ortaya. Bunun sözde doğruluğunu ispatlamak için de zırvalığı kemâle
erdiriyorlar.
Zırvalığın zirve
yaptığı ve İbn-i Arâbi’nin sistemleştirdiği Vahdet-i Vücut inancı bir şirk ve
sapıklıktır. Hattâ şirkin ve sapıklığın kemâlidir. Câvit Sunar, Vahdet-i Vücut
için şöyle der:
“Tasavvuf demek Vahdet-i Vücûd yâni,
Vücûd Birliği demektir. Vücûd Birliği demek de, her-şey ortaklaşa bir tek Vücûd’a
bağlıdır; dolayısıyla, bu bir tek Vücûd da, zorunlu olarak, Bir Tek Yaratıcı
olan Allah’ın Vücûd’undan ibârettir, Vücûd’un asıl sâhibi Allah’tır demektir.
Şu hâlde, Vücûd Birliği demek, “yalnız Allah vardır, O’ndan başka hiç-bir şey
yoktur” demektir. Vahdet-i Vücûd, bütünlüğü ile Allah’ta yok olup Allah ile
bâki olmanın sonucudur ve bir felsefedir. Fakat, hemen ekleyelim ki bu felsefe,
akla ve mantığa dayanan bir felsefe olmaktan ziyâde, sezgiye ve zevke dayanan
bir felsefedir”.
Tasavvuf, spekülatif (kurgusal, vurgun amaçlı) bir
felsefedir. Nereye çekersen oraya gider. Ne dersen kabûl görür. En çok da
zırvalıklar kabûl görür. Bir dayanağı, değeri ve ölçüsü yoktur. Zırvalama üzerine
kuruludur.
Tasavvuf, siyâsi karışıklıkların çok belirgin olduğu ve
merkezî bir siyâsi gücün bulunmadığı zamanlarda peydâh olmuş ve palazlanmak
için de her zaman bu tür ortamları arayan, yalanlar üzerine kurulu bâtıl ve
sapık bir felsefedir. Macit Gökberk.
“Din târihinde mistisizmin, hep
sosyâl tedirginliklerle sıkı bir ilgi hâlinde ortaya çıktığı söylenebilir.
Nerede sosyâl koşulların bozukluğundan bir tiksinti varsa, orada, özellikle
geniş halk tabakalarında, bir “kurtuluşu iç’te arama” eğilimini buluruz” der.
Tasavvufçular,
kendi-kendilerine oturup durdukları yerde bir tecelliyle biliveriyorlar (gnostisizm)
o sözde sır ilmini. Bilgiye ulaşmak ve ermek bu kadar kolaydır tasavvuf için ve
hiç-bir emek istemez. Tertullianus:
“Tanrının insanın içinde
doğrudan-doğruya doğmasını, bir ışık olarak parlamasını beklemek, Tanrının
sırlarına ulaşmaya kalkışmak, insan aklının bir saygısızlığıdır, bir
küstahlığıdır” der.
Tasavvufçular, aldıkları sözde tecellilerle
(tecelli dedikleri aslında vahiy) peygambere ihtiyaç duymadığı gibi; o
tecellileri de yine güyâ “kendi hakîkatlerinden” aldıkları için Allah’a da
gerek duymazlar. Çünkü tasavvufa göre insan -hâşâ- hem peygamber hem de Allah’tır.
Bu nedenle istediği gibi hüküm de koyabilir ve sâdece Allah’a âit olan hüküm
koyma yetkisini göz-ardı ederek insanın hüküm koymasına îtiraz da etmez.
Tasavvuf subjektif, yâni
kişinin sezgilerine dayanan bir felsefedir. Bu felsefenin müntesipleri, tasavvufun
meşhûr kişilerinin kuruntularını din-tevhid zannediyorlar. Şöyle bir çelişkileri de vardır; Tasavvufçular
zırvaladıkları mekânlarda kendilerini Allah gibi görürlerken; maddî hayatları
için çalıştıkları işyerlerinde kulluğu zirveye çıkarırlar. Kesin “insan”
tavrı gösterirler. Yâni sözleri gerçek hayatta lafta kalır ve hiç hatıra bile
gelmez.
Mısır, Bâbil, Hint, Yunan, Roma mitolojileri ve diğer
mitolojiler ne kadar sapık ve saçma ise, tasavvuf denen zırvalık da o derece
sapık ve saçmadır ve zâten saçmalıkların kaynağı saydığımız tasavvufun temeli, bu
mitolojilerin dinleşmiş şekilleridir.
Tasavvuf İslâm’ın baş düşmanıdır. İslâm’ı yok
etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Zîrâ “kürün başı” olan ve tasavvuf
zırvalıklarını tasavvufçulara fısıldayan şeytan, insanın baş düşmanıdır ve onun
da kendisi gibi küfür içinde boğulup gitmesini arzulamaktadır. Ercüment Özkan:
“Küfür, (yada şeytan H.G.) İslâm’dan
intikâmını tasavvuf yoluyla almıştır. Kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi,
tasavvuf da şirk anlayışını İslâm postuna bürüyerek halka sunmuştur” der.
Evet; tasavvuf bir zırvalıktır ve
zırvalığın sonu gelmez. Tâ ki “son saat”e kadar. “Din günü”nün mâliki olan
Allah’ın huzûruna çıkılınca ise, hiç kimsenin zırvalaması söz-konusu bile
değildir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Mart 2017