30 Mayıs 2017 Salı

Zırvalığın Diğer Adı: Tasavvuf



“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver” (Lokman 6-7).

Zırva: “Saçma-sapan boş söz” olarak göçer sözlükte.

“Paralel bir din” olan tasavvufun ortaya çıkış şeklini Ahmet Yaşar Ocak şöyle yapar:

“Târihsel perspektif içinde tasavvufun, bizzat teorik çerçevede İslâm’ın içinden doğan bir mistik vâkıa olmaktan ziyâde; zühd hareketinin, İslâm’ın ilk yüzyılından îtibâren, önce Emevi, sonra Abbâsi İmparatorluğu’nun alabildiğince geniş toprakları üzerinde, yâni Îran ve eski Mezopotamyâ’daki özellikle Budizm, Maniheizm gibi dinlere dayalı Hind-Îran mistik kültürleriyle; Hellenistik dönemin Gnostik ve Neo-plâtonik felsefî etkileriyle ve nihâyet köklü bir Yahudi ve Hristiyan mistik geleneğinin kalıntılarını taşıyan Mısır ve Sûriye mıntıkalarındaki mistik kültürlerle birleşerek yarattığı bir sentezin ürünü olduğu ileri sürülebilir”.

Tasavvuf için her ne kadar yüzlerce anlam ortaya konsa da aslında “yorumlama” demektir. Bu yorumlama, “keyfe keder bir yorumlama”dır. “Yapmaktan” kurtulmak için yapılan yorum. Bu bağlamda ilk tasavvufçu şeytandır. Allah’ın “secde et” emrini yerine getirmeyip de; yorum, mantık ve eleştirme yoluna girmiş ve “ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu topraktan yarattın, bu yüzden secde etmem” demiştir. Ateşin topraktan neden üstün olduğunun delîlini göster(e)miyor tabi. Zâten tasavvufta, yapılan bir yorumun dayanağının gösterilmesi gerekmiyor ki!. Hem nereye dayandıracaklar?. Onlar için vahiy önemli değildir ve “avam” tabakasının hayatlarını düzenlemek için vardır. Kendileri de zaman-zaman “tecelli”ler şeklinde vahiy alıyorlar zâten. Önemli olan, söyledikleri sözün ve yaptıkları yorumun, tasavvufun kendi bünyesine uygun olmasıdır. Bünyeye uygun olduktan sonra ne kadar saçma gibi görünürse-görünsün önemli değildir. Zîrâ söylenen söz, “tecellinin bir sonucu” olduğundan, mutlakâ bir hikmeti vardır. Zâten sözü söyleyen ve yorumu yapanlar da sıradan insanlar değildir ki(!). Merâtiplerini tamamlamış; “efendi” konumuna gelmiş; “tecelli” dedikleri vahiyleri alma başlamış olanlardır yorumları yapanlar. Bu nedenle söyledikleri sözler her ne kadar zırvalık gibi dursa da mutlakâ hikmetli bir sözdür. Biz ise, seyr-i sülûkumuzu tamamlamadığımız için o sözleri anlayamıyoruz(!). Merâtipleri (mertebeleri) aştıkça anlayacağız(!). Bu nedenle de o zamâna kadar susmalıyız ve söylenenlere bir îtirâzımız da olmamalı(!).

İşin tuhafı, bu anlayışı benimseyenlerin içinde yüksek titr (unvan) sâhibi olanlar da vardır ve bu kişiler normâl hayatta en küçük bir mantıksızlığı bile kabûl etmezken ve her türlü mantıksızlığa karşı çıkarlarken, iş tasavvufun zırvalıklarına gelince akıllarını blôke edip durduruyorlar ve bu zırvalıklarını baş-tâcı edebiliyorlar. Bu kişilere iki kere ikinin beş olduğunu zinhar kabûl ettiremezsiniz fakat İbn-i Arâbi’nin Peygamberimizden daha üstün olduğunu kabûl ettirebilirsiniz. Hattâ Vahdet-i Vücut zırvalığı bağlamında, şeytanın “Allah’ın bir görüntüsü” olduğunu ve “şeytana tapmakla Allah’a da tapılmış olacağı” düşüncesini bile kabûl ettirebilirsiniz”. Görüldüğü gibi, tasavvufta zırvanın her türlü te’vili yapılabiliyor ve bu te’vil ne şekilde olursa-olsun kabûl edilebiliyor.

İşte bu anlayış, tasavvufun zırvalıklarla boğulmasına neden oluyor ve en iyi tasavvufçu da, “en iyi zırvalayan kişi” oluyor. Bu zırvalık ne kadar ağırsa, söylenen söz de o oranda değerli oluyor ve onu söyleyen kişinin makâmı da o oranda artıyor. Yâni en üstün tasavvufçu (onların deyimiyle tevhid eri), en ağır küfrü yapan, en iyi şirk koşan, en çok saçmalayan ve en iyi zırvalayan kişidir. İyi bir tasavvufçu olmanız için, size has olan ağır bir “küfür örneği” sergilemeniz gerekir. İşte tasavvuf hep bunu yapar. “Yapma” yerine yorumlama yapmak. Kendileri “yapma”yı düşünmezler ve zâten tasavvufa göre bu şirk olur. Zîrâ “yapan-eden Allah’tır (lâ fâile illallah). Fakat bu yorumların, daha doğrusu zırvalıkların hak-merkezli bir dayanağı da yoktur. O anki psikoloji, yarım-yamalak bilgi, şeytan fısıldamaları vs. kaynaklı anlamsız boş ve saçma-sapan sözler ve yorumlardır yapılanlar. Kabûl edildikten sonra “sorun” olmayan yorumlardır. Vahiy-merkezli değil de, rivâyet ve uydurma-merkezli din anlayışına sâhip olan müslümanlar, bu tarz zırvalıkların en yağlı müşterileridirler. Bu kişiler zırvalıklara aldırmazlar, zîrâ ne denildiğinin farkında değildirler. Zırva da olsa o sözü kimin söylediği önemlidir ve söylenen sözler uçuk-kaçık olursa değerli görülür ve hattâ ne kadar uçuk-kaçık ve saçma-sapan olursa o oranda daha da değerli olur. Toplumda bir; “dîni olan, anlaşılmaz olandır” inanışı vardır. Hem de, Kur’ân’ın defâlarca kez tekrâr ettiği, “anlaşılması için kolaylaştırdık, yok mu öğüt alan” dediği (Kamer Sûresi) âyetlere rağmen.

Tasavvufun zırvalıkları, “hak sözün ifsâd edilerek yorumlanması”dır. Vahiy tahrif edilince zırvalık başlar ve bu zırvalık en kemâline tasavvuf ile ulaşır. O hâlde, “tasavvuf tahrifâtın zirvesidir” denebilir. Tabi Allah’ın sözünü tahrif edip zırvalıkla değiştirmek zulmün de en büyüğüdür. Çünkü şirkin başladığı yer burasıdır. Şirkin başladığı yer, zulmün de başladığı yerdir:

“Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü bir başkasıyla değiştirdiler. Biz de o zâlimlerin yaptıkları bozgunculuğa karşılık, üzerlerine gökten iğrenç bir azap indirdik” (Bakara 59).

Tasavvufta zırvalığı yapanlar, tasavvufun bâtıni-felsefi-mistik tarafında olanlardır. Fakat tasavvuf ekôlüne mensup olanların içinde, tasavvufun “şatahat” denilen saçmalıklarından bâzılarına kesin olarak îtiraz etmemekle birlikte, bu zırvalıklara karşı çıkan bir çizgi de vardır. Bu iki farklı çizgi Mevlânâ-Kirmâni (Evhadüddin Kirmâni) ve sonra Âhi Evran çizgisinde kendini gösterir. Zırvalıklarıyla küfrü kemâle erdirenlerden biri olan Celâleddin Rûmi denilen şahsın sapık tasavvuf anlayışına karşı; Kirmâni’nin ve çizgisinin, İslâm’ın ve halkın yararına kurdukları fütüvvet ve âhilik teşkilatları onların farkını gösterir. Aslında aralarında muazzam bir fark vardır. Celâleddin Rûmi’ye göre Moğollara alan açmak İslâmî bir davranışken; Kirmâni çizgisine göre ise, Moğollara ve tüm zâlimlere ve zulümlere karşı savaşmaktır İslâmî olan. Tabî ki de İslâmî olan, zulme-zâlime karşı çıkmaktır. İşte bahsettiğimiz çizgi adâlet-ahlâk tarafına önem vererek, âhilik ve fütüvvet gibi yapılanmalar kurarak güzel bir teşkilatlanma örneği sergilemişlerdir ki; bu tarz bir yapılanmanın mevcut Dünyâ’da bir örneği yoktur. Burada önemli olan şey, zırvalama yerine “yapma”nın öne çıkmasıdır. “Yapma”yı engelleyen şey, “zırvalama”dır. Tabi artık bahsettiğimiz bu çizgi de kaybolup gitmiş ve sâdece şekle indirgenmiştir. Kapitâlist sistemde böyle bir çizgiye yer verilmesi zinhar mümkün değildir çünkü.

Zırvalık, hakkı göz-ardı etmeden yapılamaz. Çünkü hak ve zırvalık yan-yana duramaz. Zırvalık, hakkın yanında sırıtıverir ve belli oluverir. Bu nedenle de tasavvufun, hakkın üstünü örtüp zırvalığı öne çıkarmaları ve zırvalığı din gibi göstermeleri olmazsa-olmazdır. Fakat bu, Hak katında çok çirkin bir şey olarak görülür ve Allah zırvalayanlarla kıyâmet günü konuşmaz. Zîrâ Allah, -hâşâ- zırvalık etmez:    

“Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi göz-ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azap vardır” (Bakara 174).

Tasavvufun söylediklerinin bir delîli yoktur. Tasavvufçuların zırva sözleri, “bir yerlerinden” uydurdukları saçmalıklardan başka bir şey değildir. Hiç-bir delile dayan(a)maz. Saçmanın dayanacağı bir yer yoktur çünkü. Dayanacağı yer ancak; şeytanın fısıltıları, nefsin zırvalıkları ve bel’amların uydurmalarıdır.

Tasavvuf zırvalığının en çok görüldüğü yerlerden biri de hurûfiliktir. Her harfe kafalarına göre bir değer verirler ve buna göre bir ilim ortaya çıkarırlar. Güyâ bu ilim, “herkesin anlayamayacağı” bir “sır ilmi”dir. Fakat “ebced” denilen bu harfleri değerlendirmek için tek bir sayı değeri tarzı yoktur. Bir-kaç çeşit ebced vardır ki bu fark, herkesin kafasına, çıkarına göre ve uydurmalarını-zırvalıklarını tutturmak için ortaya attığı değerlerdir. Yine; “ayak ilmi”nden bahsederler. Ayağa bakarak başlarlar onu yorumlamaya. Üstelik bu yorumlama güyâ yüce bir ilimdir ve öyle herkes de anlayamaz. Aslında mantıklı bir şey söylenmemektedir. İyi uydurabilen ve ağzı laf yapan yada kalemi kıvrak olan kişilerin zırvalıklarından başka bir şey değildir bunlar. O anda şeytan onlara ne fısıldarsa, onu “Allah’ın tecellisi” zannetmektedirler. Oturup durdukları yerde nasıl ve niye tecelli aldıklarını sorsanız, gururlanmaktan ve kendilerinin “özel” olduklarını dile getirmekten başka söyleyecek sözleri yoktur. Tabi şunu da söyleyelim ki, tüm bunlara samîmi şekilde inanırlar da.  

Bâtınilere göre; dîni emirler, bâtıni ilimleri bilmeyen câhillerin vazîfesidir. Bâtıni ilimleri öğrenenden dîni emirler düşer. İyi de bunu delîli nedir?. Allah’ın emirlerinin duruma ve ilmî seviyeye göre iptâl olduğunu Kur’ân-ı Kerim söylemeli değil midir?. Kur’ân’da böyle bir şey söylenmediği gibi, Peygamber örnekliğinde de böyle bir şey yoktur. O hâlde bu da, olmadık yerlerden uydurulan zırvalıklardan başka bir şey değildir. Bu konudaki Kur’ânî hüküm apaçık ortadadır zâten:

“Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 99).

Yakîn, “ölüm” demektir. Çünkü “kesin bilgi” anlamındaki yakîn bilgisi ancak ölümle birlikte açığa çıkar. Zâten bir-önceki âyette de, secde etmekten bahsedilmektedir ki secde, “ibâdetin dibi” demektir:

“Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol” (Hicr 98).

Hele ki tasavvufçuların-bâtınilerin dillerine pelesenk ettikleri şu; “Kur’ân’ın bir zâhiri ve bir de bâtını vardır” demeleri yok mu… Üstelik zâhirini sıradan halk bilirken, bâtıni mânâsını ancak bir efendinin tedrisinden geçmiş olanlar ve en üst derecede ise sâdece “insan-ı kâmil” dedikleri (ki bu ifâde çok da doğru değildir), kişi bilirmiş. Hâlbuki müteşâbih olanın da, gaybın da bilgisi sâdece Allah’a âittir. İnsanlar ise sâdece, Allah’ın bildirdikleri kadar bilirler ki bunun için de Kur’ân’ı samîmi ve disiplinli bir şekilde okumak yeterlidir. Ayrıca ileri derecede bir uzmanlığa gerek yoktur. Fakat tasavvufçular müteşâbih âyetleri sâdece kendilerinin bildiğini ve üstelik bunu Allah’ın bildirmesiyle (tecelli) bildiklerini iddiâ ederler. Oysa Kur’ân onları çok açık bir şekilde yalanlar:

“Sana Kitabı indiren O’dur. O'ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir. Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran 7).

Kur’ân, Yûnus Sûresi 100. âyette: “O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” derken; tasavvufa göre akıl, gerçeğin perdesiymiş. Akıl ile tasavvufta (onlara göre tevdhid ilminde) yol alınmazmış. Tabî ki de alınmaz. Çünkü tasavvuf zırvalıktan başka bir şey değildir ve akıl bu zırvalığı çok net olarak ânında fark eder ve hemen de îtirâz eder. Tasavvuf akla yapılan isyândır, başkaldırıdır. Akıl ile tasavvufun buluşması mümkün değildir. Bu nedenle de aklınızı kirâya vermeden tasavvufçu olamazsınız. Tasavvufta öyle her-şeyi sorgulayıp duramazsınız zâten. Küfre düşersiniz mâzallah!.

Tasavvuf, “yapma” yerine “söyleme”yi öne çıkaran İslâm-dışı bir dindir. “Yapmamak” için uydurulmuş ve sentezlenmiş sapık bir dindir. Bu nedenle de tasavvufçuların bir-çoğu ibâdetlere karşı da duyarsızdır. Bir keresinde tasavvufçulardan bir kısmı, tam da Cum’a vaktinde bir yere gitmek için yola koyuldular ve birisi efendiye dedi ki; “Efendim Cum’ayı kılıp da mı gitsek?”. Efendinin cevâbı şu oldu: “Yolda giderken kılarız”. Diğeri de hemen yorum yaptı: “Dâim namazda olanlar için Cum’a kılmak olmaz”. Cum’ayı yolda giderken kılanlar, orucu da işret masasında tutuyorlar. Dâim oruçlular ya!. (Buna bizzat şâhit olduğum için yazmakta bir beis görmedim).

Tasavvufun safsatalarından biri de; “âlemlerin rabbi” ile “Allah” ayrımı yapmaları ve ikisini sanki farklı varlıklar gibi göstermeleridir. Hattâ Fâtiha Sûresi’ndeki: “Elhamdulillâhirabbilâlemin” âyetini, “Allah âlemlerin rabbine hamd eder” diye çevirenlere bile şâhit olmuştum.

“Oturdukları yerden” tecelli alarak edindikleri güyâ özel bilgileri onları her türlü dînî yükten kurtarıyormuş. Aslında onları o “yükten” kurtaran nefislerinden ve zırva düşünce ve sözlerinden başkası değildir.

Tasavvufta yanlış bir tevhid düşüncesi vardır. “Tersinden bir tevhid” düşüncesidir bu. İslâm’a göre tevhid; “Allah’ın gökte ilah olduğu gibi yerde de ilah olması” iken; tasavvufa göre tevhid; “yerde ve gökteki her-şeyin Allah olması”dır. “Fâni olan şeylerin de Bâki Olan Allah olduğunu” söylüyorlar ve zırvalamaya devâm ediyorlar. Bu zırvalığın ideolojisi ise, Vahdet-i Vücut sapıklığıdır. Tasavvuf zırvalığının dibi, Muhyiddin İbn-i Arâbi’nin panteizmi İslâmîleştirerek son şeklini verdiği Vahdet-i Vücut düşüncesidir. İbn-i Teymiyye, vahdet-i vücut felsefesini inançların en eklektiği ve tüm hatâların karışımı olarak görmüştür. Şöyle der:

“Vahdet-i Vücud görüşü, Dünyâ’daki tüm şerlerin bir buluşmasıdır. Onların hatâlarının başlangıç noktası, mahlûkâtın varlığına benzemez bir yaratıcı varlığı kabûl etmemelerinde yatar. Onlar görüşlerini biraz filozofların öğretilerinden, biraz sahte sûfî ve kelamcıların yanlış öğretilerinden, bir kısmını da Karmati ve Bâtınilerin görüşlerinden meydana getirmişlerdir. Onların çeşitli mezheplerin kapılarına gitmeleri en karışık dönüşü elde etmek içindir”

Tasavvufta “lâ fâile illallah” (her-şeyi yapan-eden Allah’tır) ve lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut bir şey yoktur) inancı vardır. Böyle olunca da özel anlamda ne bir “peygamber” vardır, ne bir “insan” vardır, ne de Allah vardır. Şunu demeye getirirler: “Sâdece Allah vardır ve her-şey Allah’tır ve bu nedenle de yapan-eden de O’dur. Mahlûkat (yaratılmış) da yoktur. O hâlde zâten sürekli bir “yokluk” vardır ve bir şey yapmaya da gerek yoktur. Yapmamak da yapmaktır. Biz zâten mecbûren Allah’ız ve mecbûren sonsuz ve ebedî varlığız. Bu nedenle de her dâim nîmet içinde olacağız ve bu yüzden kendimizi üzmemiz ve paralamamız da gerekmez. Biz tecellileri çoğaltmalı ve avamın bilmediği sözleri konuşup durmalıyız. İlmin zevkiyle mânâ âlemine gark olmalıyız”.

Tabi, “lâ fâile illallah” (her-şeyi yapan-eden Allah’tır) ve lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka mevcut bir şey yoktur) zırvalıkları kabûl edildiğinde; iyilikle kötülüğün, hak ile bâtılın, ahlâk ile ahlâksızlığın, günah ile sevâbın, cennet ile cehennemin, hak din ile bâtıl dinlerin, küfür ile hakkın, kâfir ile mü’minin, puta tapan ile Allah’a tapanın, Allah için çabalayanla hiç-bir şey yapmayanın, şirk ile tevhidin, şerefli ile şerefsizin ve şeytan ile Allah’ın arasında fark kalmıyor. Zırvalık işi bu noktaya kadar getiriyor. 

Zırvalamayı kemâle erdirip tüm varlığın -hâşâ- Allah olduğunu söyleyip dururlar ve bu bağlamda şu âyetler tasavvufçuların en çok istismâr ettikleri âyetlerdir:

“O (yâni Allah) evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” (Hadîd 3).

“Maşrık ve Mağrib, Allah’ındır. Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır” (Bakara 115).

“O’nun yüzünden başka her-şey yok olucudur” (Kasas 88).

“İşlerin hepsi O’na döner” (Hadîd 5).

“Ben insana onun şah-damarından daha yakınım” (Kâf 16).

“Siz nerede iseniz O sizinle berâberdir” (Hadîd 4).

“Ben sizinle berâber işitir ve görürüm” (Tâ-hâ 46).

“Onları siz öldürmediniz ve lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmamıştın ve lâkin Allah atmıştı” (Enfâl 17).

Her önlerine gelen âyete yalan-yanlış da olsa bolca yorum yapan tasavvufçular, gerçekten yorumlanması gereken bu âyetleri yorumlamıyorlar ve mecazı hakîkate hamlediyorlar. Böylelikle yanlış ve sapık bir yola gidiyorlar ve zırvalığın dibini buluyorlar. Tasavvufçuların zırvalıklarını saymakla bitiremeyiz fakat örnek olması için bir kısmına burada yer vermek istiyoruz. Ettikleri şu sözlere (şatahât) bir bakın:

“Sâlik, kâfir olmadıkça müslüman olamaz, kardeşinin başını kesmedikçe müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe (evlenmedikçe) müslüman olamaz.” (Mektubat, İmam Rabbâni 445. Mektup). (Rabbâni bu mektupta bu sözleri kendisi söylememiştir ama olumlu anlamda tefsir etmiştir. H.G.)

“Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, Anana kâbin kıydır ki Hakk’ı ıyân göresin”. Sâdeleştirip bu-günkü dille söylersek: “Git, kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah’ı açıkça görmüş olursun” (Yûnus Emre).

“Ey akıllı kişi!, iyi düşün. Put, varlık bakımından bâtıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da ulu Tanrı. İyinin yaptığı her-şey iyidir” (Şebusterî).

“Sekiz cennet yaptın sen Âdem için. Adın büyük, bağışla onun suçun. Âdem’i cennetten çıkardın, niçin?. Buğday nene lâzım, harmancı mısın?.
Hafâya çekilip seyrâna durdun. Aklı yetmezlerin aklını urdun. Kıldan ince köprü yaptın da kurdun. Akar suyun mu var, bostancı mısın?.
Yüz bin cehennemin korkmam birinden. Rahmân ismi nâzil değil mi senden?. Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen?. Affet günahımı, yalancı mısın?.
Şânına düşer mi noksan görürsün. Her gönülde oturursun, yürürsün. Bunca canı alıp yine verirsin. Götürüp getiren kervancı mısın?.
Kullanırsın kanatsızca rüzgârı. Kürekle mi yaptın sen bu dağları. Ne yapıp da öldürürsün sağları. Can verub can alırsın sen cancı mısın?”. (Azmi Baba).

“Kıldan köprü yaratmışsın. Gelsin kullar geçsin deyû. Hele biz şöyle duralım. Yiğit isen geç a Tanrı” (Kaygusuz Abdal).

“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû. Gel seni sen tuzağından seç deyû. Ya düşer ya dayanur yahut uçar. Kıl gibi köpriden âdem mi geçer?. Kulların köpri yaparlar hay içün. Hayrı budur kim geçerler seyr içün...” (Yûnus Emre).

“Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür. Otuz iki Hak kelâmı sözüdür. Cümle âlem bil ki Allah özüdür. Âdem ol candır ki güneş yüzüdür” (Seyyid Nesîmî).

“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın. Yapıp da neylersin, bundan sana ne?. Halk ettin insanı saldın cihana. Salıp da neylersin bundan sana ne?.
Bakkal mısın, terâziyi neylersin?. İşin-gücün yoktur gönül eylersin. Kulun günahını tartıp neylersin?. Geçiver suçundan bundan sana ne?.
Katran kazanını döküver gitsin. Mü’min olan kullar dîdâra yetsin. Emreyle yılana tamûyu yutsun. Söndür şu ateşi bundan sana ne?.
Sefil düştüm bu âlemde nâçarım. Kıldan köprü yaratmışsın geçerim. Şol köprüden geçemezsem uçarım. Geçir kullarını bundan sana ne?.
Behlül Dânâ’m eder cennet yarattın. Nice kulları cehenneme attın. Nicesin âteş-i aşk ile yaktın. Yakıp da neylersin bundan sana ne?”.

“Aşk katında küfr ile İslâm birdir. Her kanda mesken eylese âşık emîrdir” (Seyyid Nesîmî).

“Benem Hakk’ın kudret eli. Benem belî aşk bülbülü. Söyleyip her türlü dili. Halka haber veren benem” (Yûnus Emre).

 “Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (s.a.v.)’in bayrağından daha büyüktür!. Benim bayrağım nûrdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar bulunuyor” (Bayezid-i Bistâmi).

“Mûsa peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irâde buyurdu!” (Bayezid-i Bistâmi).

“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef olan kimdir?” (Bayezid-i Bistâmi).

“İnsanlar, Allah’a taptıkları zannında bulundukları vakit Allah’tır ki kendi-kendine tapar” (Bayezid-i Bistâmi).

“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yâni özü ve ta kendisi) olduğuna göre -ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler- öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir” (Abdülkerim el-Ciyli).

“Medreseyle minâre yıkılmadıkça kalenderlik töreni düzene giremez. Îman küfür, küfür de îman olmadıkça Tanrının hiç-bir kulu, hakkiyle müslüman olamaz” (Celâleddin Rûmi).

“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, “inşallah” deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?” (Celâleddin Rûmi).

 “Mevlâna Peygamber değildir ama ‘Kitab’ sâhibidir” (Câmi).

“Allah beni över, ben de O’nu; O bana kulluk eder, ben de O’na. Hak beni yarattı ki kendisini bileyim; ben de O’nu, bilmek ile var kıldım” (Muhyiddin İbn-i Arâbi).

Bayezid-i Bistâmi’ye ruhûnu ulûhiyetin zâtına nasıl yükselttiğini sormuşlar, o da şöyle demiş: “Yılan, derisinden soyulduğu gibi ben de nefsimden soyuldum, sonra zâtıma nazar ettim, bir den ne göreyim, ben, O’yum”.

Bir keresinde müezzin: “Allah-u Ekber” dediğinde Bayezid: “Ben daha büyüğüm” demiş .

Turab el-Nahsebi, bir müridine: “Bayezid’i bir kere görsen, senin için yetmiş kere Cenâb-ı Hakkı görmekten daha faydalı olur" diyerek yanlış bir kıyaslama yapmıştır ki tasavvufta büyük bir kıyaslama hatâsı” vardır ve sürekli yapılır bu hatâ.

Hallac-ı Mansur şöyle der: Dünyâ-zevklerinden yüz çevirip nefsini terbiye ve kâlbini tasfiye eden kişi yavaş-yavaş Allah’a yaklaşır; daha sonra O’nun dostu olur ve en nihâyet de nefsini yok ederek beşerî sıfatlardan sıyrılır; ve Hz. Îsâ’da olduğu gibi, Allah’ın rûhu ona hulûl eder. Bu takdirde o artık, Allah olur ve her-şey artık, O’nun emrine boyun eğer. Yine şöyle der: “Ben sevgiliyim ve sevgilim ben. Biz bir tek gövdeye hulûl etmiş iki rûhuz. Beni görünce O’nu görmüş, O’nu görünce beni görmüş olursun. Hak, benim”.

Muhyiddin ibn-i Arâbi, Allah ile âlemi yâni kâinâtı aynı görür ve kâinâta şu sözlerle “Allah” der:

“Vücûd bakımından âlem, Allah’tan başka değildir. Başka bir deyişle, varlığı ancak âlemin vücûdu ile meydana çıkan, Allah’tır. Âlem, Allah’ın bizzat kendi içinde ayırıp belirttiği sûretler ve şekillerdir ve bunlar vücûdu tamâmıyla tüketmişlerdir. Yâni Allah, yaratık adı ile adlanan ne varsa hepsinin içine sokulmuştur. Böyle olunca, Allah her görenle görür ve her görünende görünür.  Zât, Sıfat’larının; Sıfat’lar da tecellileri ve şuunları (fiilleri) olan âlem’in kendisidir. Böyle olunca âlem’de en şerefli yaratık olan insan da Allah’tan başka olamaz”.

Bu düşünceye göre, “kâinat sürekli olarak yaratılma hâlinde olduğu” için; “Allah kendinden başka bir şey yaratmaz ve sâdece kendini yaratır” diye bir sonuç çıkıyor ortaya.

Yukarıdaki sözler, tasavvufçuların sarhoşken yada psikolojik sorunları zirve yapmış ve paranoyak şizofreni durumu ayyuka çıktığında söylemiş oldukları sözlerdir. Bu sözler bir şuursuzluk hâlinde söylenmiş sözler olduğu için, mecbûren incir çekirdeğini bile doldurmayacak zırva sözler olmuştur. Tasavvuf “uydurma”lardan ibârettir ve müntesipleri bu uydurmalara körü-körüne inanan kişilerdir.

Bu sapık sözleri eden tasavvufun bu meşhurları, bir “egomania” (Egomania=Aşırı bencillik, manyakça kendini beğenmişlik, kendine hayranlık) içine düşmüş ve böyle bir hâlde iken etmişlerdir “şathiye” denilen bu sapıkça zırva sözlerini. Şeyh Rükneddin Alâüddevle Al-Semnâni; “Vahdet-i Vücüd düşüncesinin ancak, bir kendinden geçme (Vecd) ve sarhoşluk (sikr) hâli olduğu”nu ileri sürmüştür.

Tasavvufun asıl kaynağı, kişinin hayâl-gücüdür. Fakat bu hayâl-gücü gerçeğe değil, bâtıla dönüktür. Tasavvuf, “ilmî” olan değil “hissî” olandır. Bu nedenle de bir-çok kez yanılgılara düşerler. Bir keresinde, “İbrâhim” adının “ibrâ”dan (temize çıkarmak) geldiğini söylemişti birisi. Oturup dururken aklına gelmiş herhâlde. Oysa İbrâhim, “ebâ rahîm/ebu rahîm=“Rahîmiyetin-merhâmetin ve toplumun (reham) babası” anlamındadır. Akla ve ilme arkalarını döndüklerinden; ilim yolunda olmayı “düşüklük” olarak gördüklerinden ve aklı ve ilmi hesâba katmadıklarından dolayı, zırvalayarak yanlış sonuçlara ulaşıyorlar. Tasavvufta her zırvalama din hâline gelir. Eğer ettikleri zırvalık haz veriyorsa onu “doğru ve güzel” kabûl ederler. Hâlbuki o zırvalıklar şeytanın vahyettiği pisliklerden başka bir şey değildir. Bu nedenle de düşünsel anlamda ne kadar “pislik” varsa bulabilirsiniz tasavvufta.

Yine tasavvufta reenkarnasyona da sıcak bakılır. Çünkü tasavvufta bir “hulûl” enkarnasyon (incarnation) inancı vardır ve -hâşâ- Allah bâzı kullara hulûl ederek onlarda cisimleşerek görünür ve onlardan işler. Tabi böyle olunca da, enkarnasyona inananlar reenkarnasyona da inanmakta zorlanmazlar. Oysa bunlar sağduyu sâhipleri için zırvalıktan başka bir şey değildir.

Kitap ve onun pratik şekli (örnekliği) olan sünnet apaçık bir şekilde ortada duruyorken, üstelik söyledikleri şeyler akla, mantığa ve sağduyuya da aykırı iken, tâbir-i câizse; 2+2=5 eder diyorlar ve çıkıyorlar ortaya. Bunun sözde doğruluğunu ispatlamak için de zırvalığı kemâle erdiriyorlar.

Zırvalığın zirve yaptığı ve İbn-i Arâbi’nin sistemleştirdiği Vahdet-i Vücut inancı bir şirk ve sapıklıktır. Hattâ şirkin ve sapıklığın kemâlidir. Câvit Sunar, Vahdet-i Vücut için şöyle der:

“Tasavvuf demek Vahdet-i Vücûd yâni, Vücûd Birliği demektir. Vücûd Birliği demek de, her-şey ortaklaşa bir tek Vücûd’a bağlıdır; dolayısıyla, bu bir tek Vücûd da, zorunlu olarak, Bir Tek Yaratıcı olan Allah’ın Vücûd’undan ibârettir, Vücûd’un asıl sâhibi Allah’tır demektir. Şu hâlde, Vücûd Birliği demek, “yalnız Allah vardır, O’ndan başka hiç-bir şey yoktur” demektir. Vahdet-i Vücûd, bütünlüğü ile Allah’ta yok olup Allah ile bâki olmanın sonucudur ve bir felsefedir. Fakat, hemen ekleyelim ki bu felsefe, akla ve mantığa dayanan bir felsefe olmaktan ziyâde, sezgiye ve zevke dayanan bir felsefedir”.

Tasavvuf, spekülatif (kurgusal, vurgun amaçlı) bir felsefedir. Nereye çekersen oraya gider. Ne dersen kabûl görür. En çok da zırvalıklar kabûl görür. Bir dayanağı, değeri ve ölçüsü yoktur. Zırvalama üzerine kuruludur.

Tasavvuf, siyâsi karışıklıkların çok belirgin olduğu ve merkezî bir siyâsi gücün bulunmadığı zamanlarda peydâh olmuş ve palazlanmak için de her zaman bu tür ortamları arayan, yalanlar üzerine kurulu bâtıl ve sapık bir felsefedir. Macit Gökberk.

“Din târihinde mistisizmin, hep sosyâl tedirginliklerle sıkı bir ilgi hâlinde ortaya çıktığı söylenebilir. Nerede sosyâl koşulların bozukluğundan bir tiksinti varsa, orada, özellikle geniş halk tabakalarında, bir “kurtuluşu iç’te arama” eğilimini buluruz” der.

Tasavvufçular, kendi-kendilerine oturup durdukları yerde bir tecelliyle biliveriyorlar (gnostisizm) o sözde sır ilmini. Bilgiye ulaşmak ve ermek bu kadar kolaydır tasavvuf için ve hiç-bir emek istemez. Tertullianus:

“Tanrının insanın içinde doğrudan-doğruya doğmasını, bir ışık olarak parlamasını beklemek, Tanrının sırlarına ulaşmaya kalkışmak, insan aklının bir saygısızlığıdır, bir küstahlığıdır” der.

Tasavvufçular, aldıkları sözde tecellilerle (tecelli dedikleri aslında vahiy) peygambere ihtiyaç duymadığı gibi; o tecellileri de yine güyâ “kendi hakîkatlerinden” aldıkları için Allah’a da gerek duymazlar. Çünkü tasavvufa göre insan -hâşâ- hem peygamber hem de Allah’tır. Bu nedenle istediği gibi hüküm de koyabilir ve sâdece Allah’a âit olan hüküm koyma yetkisini göz-ardı ederek insanın hüküm koymasına îtiraz da etmez.

Tasavvuf subjektif, yâni kişinin sezgilerine dayanan bir felsefedir. Bu felsefenin müntesipleri, tasavvufun meşhûr kişilerinin kuruntularını din-tevhid zannediyorlar. Şöyle bir çelişkileri de vardır; Tasavvufçular zırvaladıkları mekânlarda kendilerini Allah gibi görürlerken; maddî hayatları için çalıştıkları işyerlerinde kulluğu zirveye çıkarırlar. Kesin “insan” tavrı gösterirler. Yâni sözleri gerçek hayatta lafta kalır ve hiç hatıra bile gelmez.

Mısır, Bâbil, Hint, Yunan, Roma mitolojileri ve diğer mitolojiler ne kadar sapık ve saçma ise, tasavvuf denen zırvalık da o derece sapık ve saçmadır ve zâten saçmalıkların kaynağı saydığımız tasavvufun temeli, bu mitolojilerin dinleşmiş şekilleridir.

Tasavvuf İslâm’ın baş düşmanıdır. İslâm’ı yok etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Zîrâ “kürün başı” olan ve tasavvuf zırvalıklarını tasavvufçulara fısıldayan şeytan, insanın baş düşmanıdır ve onun da kendisi gibi küfür içinde boğulup gitmesini arzulamaktadır. Ercüment Özkan:

“Küfür, (yada şeytan H.G.) İslâm’dan intikâmını tasavvuf yoluyla almıştır. Kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi, tasavvuf da şirk anlayışını İslâm postuna bürüyerek halka sunmuştur” der.

Evet; tasavvuf bir zırvalıktır ve zırvalığın sonu gelmez. Tâ ki “son saat”e kadar. “Din günü”nün mâliki olan Allah’ın huzûruna çıkılınca ise, hiç kimsenin zırvalaması söz-konusu bile değildir.   

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2017











Devamını Oku »

Nüzûl Sırasına Göre Kur’ân’da Kıyâmet İle İlgili Âyetler


(Not: Âyetler Ali Bulaç meâlinden alınmıştır. Nüzûl sırası Mustafa İslamoğlu tertibine göre yapılmıştır).

MEKKE DÖNEMİ

3- Müzzemmil

17- Eğer inkâr edecek olursanız, çocukların saçlarını ağartan bir günde kendinizi nasıl koruyacaksınız?.
18- Bu nedenle gök bile yarılıp-çatlamıştır; (artık) O’nun va’di gerçekleştirilip-yerine getirilmiştir.

4- Müddesir

8- Çünkü o boruya (sur’a) üfürüldüğü zaman.

7- Kalem

39- Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak, diye.
42- Ayağın üstünden (örtünün) açılacağı ve onların secdeye çağrılacakları gün, artık güç yetiremezler.      
43- Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’, kendilerini de zillet sarıp-kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye dâvet edilirlerdi.

8- Tekvîr

1- Güneş, köreltildiği zaman,     
2- Yıldızlar, bulanıklaşıp-döküldüğü zaman,        
3- Dağlar, yürütüldüğü zaman,   
4- Gebe develer, kendi başına terkedildiği zaman,          
5- Vahşi-hayvanlar, toplandığı zaman,    
6- Denizler, tutuşturulduğu zaman,
7- Nefisler, birleştiği zaman,      
8- Ve ‘diri-diri toprağa gömülen kızcağıza’ sorulduğu zaman:       
9- ‘Hangi suçtan dolayı öldürüldü?’.       
10- Sâhifeler (amel defterleri) açıldığı zaman,      
11- Gök, sıyrılıp-yüzüldüğü zaman         
12- Cehennem ateşi çılgınca kızıştırıldığı zaman,
13- Cennet de yakınlaştırıldığı zaman,    
14- (Artık her) Nefis, neyi hazırladığını bilip-öğrenmiştir.

11- Fecr

21- Hayır; yer, parça parça yıkılıp darmadağın olduğu,    
22- Rabbin(in buyruğu) geldiği ve melekler dizi dizi durduğu zaman;         
23- O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda?.         
24- Der ki: ‘Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim’.         
25- Artık o gün hiç kimse (Allah’ın) vereceği azab gibi azablandıramaz.

22- Kâria

4- İnsanların, ‘her yana dağılmış’ pervaneler gibi olacakları gün,   
5- Ve dağların ‘etrafa saçılmış’ renkli yünler gibi olacakları (gün), 
6- İşte, kimin tartıları ağır basarsa,         
7- Artık o, hoşnut olunan bir hayat içindedir.       
8- Kimin tartıları hafif kalırsa,     
9- Artık onun da anası (son durağı) ‘hâviye’dir (uçurum).  
10- Onun ne olduğunu (mâhiyetini) sana bildiren nedir?.  
11- O, kızgın bir ateştir.

27- Abese

33- Fakat ‘kulakları patlatırcasına olan o gürleme’ geldiği zaman,
34- Kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar;
35- Annesinden ve babasından, 
36- Eşinden ve çocuklarından,   
37- O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır.    
38- O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır;
39- Güler ve sevinç içindedir.     
40- Ve o gün, öyle yüzler de vardır ki üzerini toz bürümüştür.      
41- Bir karartı sarıp-kaplamıştır. 
42- İşte onlar da, kâfir, fâcir olanlardır.

31- Zilzâl

1- Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, 
2- Yer, ağırlıklarını dışa atıp-çıkardığı,     
3- Ve insan: ‘Buna ne oluyor?’. dediği zaman;    
4- O gün (yer), haberlerini anlatacaktır.  
5- Çünkü Rabbin, ona vahyetmiştir.       
6- O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük fırlayıp-çıkarlar.          
7- Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür.      
8- Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür.

33- Kıyâmet

1- Hayır, kalkış (kıyâmet) gününe and ederim.
6- ‘Kıyâmet günü ne zamanmış’ diye sorar.        
7- Ama göz ‘kamaşıp da kaydığı,’          
8- Ay karardığı, 
9- Güneş ve Ay birleştirildiği zaman;      
10- İnsan o gün: ‘Kaçış nereye?’. der.    
11- Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok.          
12- O gün, ‘sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)’ yalnızca Rabbi’nin katıdır.
13- İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir.
22- O gün yüzler ışıl-ışıl parlar.  
23- Rablerine bakıp-durur.         
24- O gün, öyle yüzler vardır ki kararmış-ekşimiştir.        
25- Kendisine, beli büken işlerin yapılacağını anlamaktadır.

35- Mürselât

7- Şüphesiz, size vaadedilen gerçekleşecektir.
8- Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları) silindiği’ zaman,      
9- Gök yarıldığı zaman  
10- Dağlar, kökünden sökülüp savurulduğu zaman,         
11- Ve resûller de (şâhitlik için) belli bir vakitte getirildiği zaman

36- Kâf

19- O, ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de, (insana) ‘İşte bu, senin yan çizip-kaçmakta olduğun şeydir’ (denildiği zaman da).     
20- Sur’a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği) gündür.           
21- (Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şâhidile gelmiştir.
42- O gün, o çığlığı bir gerçek (hak) olarak işitirler. İşte bu, (dirilip kabirlerden) çıkış günüdür.
44- O gün yer, onlardan çatlayıp-ayrılır da (onlar,) hızla koşarlar. İşte bu, Bize göre oldukça-kolay olan bir haşir (sizi bir-arada toplama)dır.

38- Târık

9- Sırların orta yere çıkarılacağı gün;

39- Yâsin

28- Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik; indirecek de değildik.
51- Sur’a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar hâlinde) süzülüp-giderler.     
52- Demişlerdir ki: ‘Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı?. Bu, Rahmânın va’dettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş’.       
53- O, yalnızca bir tek çığlıktan başkası değildir; artık onların hepsi toplanmış olarak huzûrumuza getirilmişlerdir.
             
40- Furkân

11- Hayır, onlar kıyâmet-saatini yalanladılar; biz kıyâmet saatini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık.           
12- (Ateş,) Onları uzak bir yerden gördüğünde, onun gazablı öfkesini ve uğultusunu işitirler.          
13- Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar.    
14- Bugün bir yok oluşu çağırmayın, bir çok (kere) yok oluşu isteyip-çağırın.
27- O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: ‘Ah keşke, elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım,’       
28- ‘Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim’.   
29- ‘Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur’ân’dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı ‘yapayalnız ve yardımsız’ bırakandır’.
68- Ve onlar, Allah ile berâber başka bir ilah’a tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa ‘ağır bir cezâ ile’ karşılaşır.
69- Kıyâmet günü, azab ona kat-kat arttırılır ve içinde aşağılanmış olarak temelli kalır.
             
41- Rahmân

37- Sonra gök yarılıp yağ gibi erimiş olarak kıpkırmızı bir gül olduğu zaman;
39- İşte o gün, ne insana, ne cinne günahından sorulmaz.

42- Fâtır

14- Eğer onlara duâ ederseniz, duânızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler. Kıyâmet gününde ise, sizin şirk koşmanızı tanımayacaklardır. (Bunu her-şeyden) Haberi olan Allah gibi sana (hiç kimse) haber vermez.

43- Meryem

95- Ve onların hepsi, kıyâmet günü O’na, ‘yapayalnız, tek-başlarına’ geleceklerdir.

44- Tâ-Hâ

15- ‘Şüphesiz, kıyâmet-saati yaklaşarak gelmektedir. Herkesin harcadığı çabanın karşılığını alması için, onun (koşup haberini) neredeyse gizleyeceğim’.
100- Kim bundan yüz çevirirse, şüphesiz kıyâmet günü o, bir günah-yükü yüklenecektir.
101- O (yükün altı)nda ebedî olarak kalıcıdırlar. Bu, kıyâmet günü onlar için ne kötü bir yüktür.
102- Sur’a üfürüleceği gün, biz suçlu-günahkârları o gün, (yüzleri kara, gözleri) gömgök (kaskatı ve kör) olarak’ toplayacağız.           
103- (Dünyâ’da) Yalnızca on (gün) kaldınız’ diye kendi aralarında fısıldaşacaklar.  
104- Onların sözünü ettiklerini biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol bakımından onların daha üst olanları ise: ‘Siz yalnızca bir gün kaldınız’ derler. 
105- Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: ‘Benim Rabbim, onları darmadağın edip savuracak’  
106- ‘Yerlerini bomboş, çırçıplak bırakacaktır’.    
107- ‘Orada ne bir eğrilik göreceksin, ne bir tümsek’.      
108- O gün, kendisinden sapma imkânı olamayan çağırıcıya uyacaklar. Rahmâna karşı sesler kısılmıştır; artık bir hırıltıdan başka bir şey işitemezsin.      
109- O gün, Rahmânın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.
124- ‘Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz’.

45- Hâkka

1- ‘Elbette gerçekleşecek olan’ (kıyâmet).          
2- Nedir o ‘muhakkak gerçekleşecek olan?’.      
3- O gerçekleşecek olanı (kıyâmeti) sana bildiren nedir?.
13- Artık sur’a tek bir üfürülüşle üfürüleceği,       
14- Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça-parça olacağı zaman.
15- İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan kıyâmet) artık vukubulmuştur.         
16- Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, ‘sarkmış-za’fa uğramıştır’.
17- Melek(ler) ise, onun çevresi üzerindedir. O gün, Rabbinin arşını onların da üstünde sekiz (melek) taşır.
18- Siz o gün arzolunursunuz; sizden yana hiç-bir gizli (şey), gizli kalmaz.

46- Meâric

8- Gökyüzünün erimiş mâden gibi olacağı gün;   
9- Dağlar da (etrâfa uçuşmuş) rengârenk yün gibi olacak.
10- (Böyle bir günde) Hiç-bir yakın dost bir yakın dostu sormaz.  
11- Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkâr, o günün azâbına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister;           
12- Kendi eşini ve kardeşini,      
13- Ve onu barındıran aşiretini de;         
14- Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa.         
15- Hayır; (hiç-biri kabûl edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir:        
16- Başın derisini kavurup-soyar.           
17- Yüz çevirip arkasını döneni çağırır-durur.       
18- (Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üstüste) yığmakta olanı.
44- Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’ yüzlerini de bir zillet kaplamış; işte bu, kendilerine vâdedilmekte olan (kıyâmet ve azab) günüdür.

47- Nebe’
           
1- Birbirlerine hangi şeyi sorup duruyorlar?.        
2- O büyük haberi mi?.
17- Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir.
18- Sur’a üfürüleceği gün, artık dalga dalga geleceksiniz.
19- O sırada gök açılmış ve kapı-kapı olmuştur.  
20- Dağlar yürütülmüş, artık bir serab oluvermiştir.
             
48- Nâziât

8- Gökyüzünün erimiş mâden gibi olacağı gün;   
9- Dağlar da (etrâfa uçuşmuş) rengârenk yün gibi olacak.
10- (Böyle bir günde) Hiç-bir yakın dost bir yakın dostu sormaz.  
11- Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkâr, o günün azâbına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister;           
12- Kendi eşini ve kardeşini,      
13- Ve onu barındıran aşiretini de;         
14- Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa.         
15- Hayır; (hiç-biri kabûl edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir:        
16- Başın derisini kavurup-soyar.           
17- Yüz çevirip arkasını döneni çağırır-durur.       
18- (Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üstüste) yığmakta olanı.
44- Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’ yüzlerini de bir zillet kaplamış; işte bu, kendilerine vâdedilmekte olan (kıyâmet ve azab) günüdür.
34- Ancak o, ‘her-şeyi batırıp gömen büyük-felâket’ (kıyâmet) geldiği zaman.       
35- O gün, insan, neye çaba harcadığını düşünüp-anlar.  
36- Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir.
42- ‘O ne zaman demir atacak?’. diye, sana kıyâmet-saatini soruyorlar.  
43- Onunla ilgili bilgi vermekten yana, sende ne var ki…  
44- En sonunda o (ve onunla ilgili bilgi), Rabbine âittir.    
45- Sen, yalnızca ondan ‘içi titreyerek korkanlar’ için bir uyarıcısın.         
46- Onu gördükleri gün, sanki, bir akşam veyâ bir kuşluk-vaktinden başkasını yaşamamış gibidirler.

49- İnfitâr

1- Gök, çatlayıp-yarıldığı zaman,           
2- Yıldızlar, dağılıp-yayıldığı zaman,       
3- Denizler, fışkırtılıp-taşırıldığı zaman,   
4- Ve kabirlerin içi ‘deşilip dışa atıldığı’ zaman;   
5- (Artık her) Nefis önceden takdim ettiklerini ve ertelediklerini bilip-öğrenmiştir.

50- Vâkıa

1- Vâkıa (kesin bir gerçek olan kıyâmet) vukû bulduğu zaman,    
2- Onun vukûuna (gerçekleşmesine artık) yalan diyecek yoktur.  
3- O aşağılatıcı, yücelticidir.      
4- Yer, şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı,  
5- Ve dağlar darmadağın olup ufalandığı,
6- Derken toz-duman hâlinde dağılıp-savrulduğu, 
7- Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman;
             
52- İnşikâk

1- Gök, yarılıp-parçalandığı,       
2- Ve ‘kendi yaratılışına uygun’ Rabbine boyun eğdiği zaman;     
3- Yer, düzlendiği,        
4- İçinde olanları dışa atıp boşaldığı,      
5- Ve ‘kendi yaratılışına uygun” Rabbine boyun eğdiği zaman.

54- Kamer

1- Saat (kıyâmet vakti) yaklaştı ve ay yarıldı.      
2- Onlar bir âyet (mûcize) görseler, sırt çevirirler ve: ‘(Bu,) Süregelen bir büyüdür’ derler.

55- Sâd

78- ‘Ve şüphesiz, din (kıyâmetteki hesap) gününe kadar benim lânetim senin üzerinedir’.

56- A’raf

32- De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?’. De ki: ‘Bunlar, dünyâ-hayâtında îman edenler içindir, kıyâmet günü ise yalnızca onlarındır’. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız.
167- İşte o zaman Rabbin, onlara en kötü azâbı yapacak kimse(leri) kıyâmet gününe kadar üzerlerine mutlakâ göndereceğini bildirdi. Şüphesiz, Rabbin (cezâ ile) sonuçlandırması pek çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayandır, esirgeyendir.
172- Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhidler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’. (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şâhid olduk’ demişlerdi. (Bu,) Kıyâmet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.
187- Saatin (kıyâmetin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir’. Sanki ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Allah’ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler’.           
188- De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç-bir şeye) mâlik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı. Ben, îman eden bir topluluk için, bir uyarıcı ve bir müjde vericiden başkası değilim’.

57- Secde

25- Şüphesiz, senin Rabbin, ihtilâfa düştükleri şeyler konusunda kıyâmet günü aralarında ‘hükmünü verip ayıracaktır’.

59- Tûr

9- O gün gök, sarsılıp çalkalanır.           
10- Ve dağlar (yerlerinden oynatan) bir yürüyüşle yürür.

61-Ğâşiye

1- (Her yanı kuşatacak olan) Kıyâmetin haberi sana geldi mi?.    
2- O gün, öyle yüzler vardır ki, ‘zillet içinde aşağılanmıştır’.         
3- Çalışmış, boşuna yorulmuştur.

62- Kehf

21- Böylece, Allah’ın vâdînin hak olduğunu ve gerçekten kıyâmetin, kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına ve sonraki insanlara) onları buldurmuş olduk. (Onları görenler) Kendi aralarında durumlarını tartışıyorlardı, (bir kısmı) dedi ki: ‘Onların üstüne bir binâ inşâ edin, Rableri onları daha iyi bilir’. Onların işine gâlip gelen (sözleri geçen)ler ise: ‘Üstlerine mutlakâ bir mescid yapmalıyız’ dediler.
36- ‘Kıyâmet-saati’nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım’.
47- Dağları yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün; onları bir arada toplamışız da, içlerinden hiç-birini dışarda bırakmamışızdır.           
48- Onlar senin Rabbine sıra-sıra sunulmuşlardır. Andolsun, siz ilk defâ yarattığımız gibi bize gelmiş oldunuz. Hayır, size bir kavuşma-zamânı tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi?.        
49- (Önlerine) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkârların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: ‘Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp her-şeyi sayıp-döküyor?’. Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
105- İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.

65- İbrâhim

21- Onların tümü-toplanıp (kıyâmette) Allah’ın huzûruna çıktılar da zayıflar (müstaz’aflar) büyüklük taslâyanlara (müstekbirlere) dedi ki: ‘Şüphesiz, biz size tâbi idik; şimdi siz, bizden Allah’ın azâbından herhangi bir şeyi önleyebiliyor musunuz?’. Dediler ki: ‘Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi biz de sizlere doğru yolu gösterirdik. Şimdi yakınsak da, sabretsek de farketmez, bizim için kaçacak bir yer yoktur’.

67- Kasas

41- Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyâmet günü yardım görmezler.
42- Bu dünyâ-hayâtında arkalarına lânet düşürdük; kıyâmet gününde de, ‘kendilerinden nefret edilen ve çirkinleştirilmiş’ olanlardır.
61- Şimdi, kendisine güzel bir vaâdde bulunduğumuz, dolayısıyla ona kavuşan kişi, dünyâ-hayâtının metaı ile metalandırdığımız sonra kıyâmet günü (azâba uğramak için) hazır bulundurulan kişi gibi midir?.
71- De ki: ‘Gördünüz mü söyleyin; Allah, kıyâmet gününe kadar geceyi sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa, Allah’ın dışında size aydınlık verecek ilah kimdir?. Yine de dinlemeyecek misiniz?’.
72- De ki: ‘Gördünüz mü söyleyin, Allah kıyâmet gününe kadar gündüzü sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa Allah’ın dışında size içinde dinleneceğiniz geceyi getirecek ilah kimdir?. Yine de görmeyecek misiniz?.

68- İsrâ

13- Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık, kıyâmet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.
14- ‘Kendi kitabını oku; bugün nefsin hesap sorucu olarak sana yeter’.
58- Hiç-bir ülke (veyâ şehir) olmasın ki, kıyâmet gününden önce biz onu (ya) bir yıkıma uğratacağız veyâ onu şiddetli bir azabla azablandıracağız; bu (muhakkak) o kitapta yazılıdır.
62- Demişti ki: ‘Şu bana karşı yücelttiğine bir bak; andolsun, eğer bana kıyâmet gününe kadar süre tanırsan, onun soyunu -pek az dışında- kuşkusuz kendime bağlı kılacağım.
97- Allah, kimi hidâyete erdirirse, işte o, hidâyet bulmuştur, kimi saptırırsa onlar için O’nun dışında aslâ velîler bulamazsın. Kıyâmet günü, biz onları yüzükoyun körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşrederiz. Onların barınma yerleri cehennemdir; ateşi sükun buldukça, çılgın alevini onlara arttırırız.

69- Yûnus

60- Allah hakkında yalan uydurup iftirâ edenlerin kıyâmet günü zanları nedir?. Şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük ihsân (Fazl) sâhibidir, ancak onların çoğu şükretmezler.
93- Andolsun, biz İsrâiloğullarını, hoşlarına gidecek güzel bir yerde yerleştirdik ve temiz şeylerden kendilerine rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, aralarında anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda kıyâmet günü hüküm verecektir.

70- Hûd

60- Ve bu Dünyâ’da da, kıyâmet gününde de lânete tâbi tutuldular. Haberiniz olsun; gerçekten Ad (halkı), Rablerine (karşı) inkâr ettiler. Haberiniz olsun; Hûd kavmi Ad’a (Allah’ın rahmetinden) uzaklık (verildi).
98- O, kıyâmet günü kavminin önderliğine geçer, böylece onları ateşe götürmüş olur. Sonunda vardıkları yer, ne kötü bir yerdir..
99- Onlar, burda da, kıyâmet gününde de lânete tabi tutuldular. (Bu) Verilen bağış, ne kötü bir bağıştır.
105- (Kıyâmetin) Geleceği günde, O’nun izni olmaksızın, hiç kimse söz söyleyemez. Artık onlardan kimi ‘bedbaht ve mutsuz’, (kimi de) mutlu ve bahtiyardır.

71- Yûsuf

107- Şimdi onlar, kendilerine Allah’ın azâbından kapsamlı bir bürümenin gelmesinden veyâ onların hiç haberleri yokken kıyâmetin onlara apansız gelmesinden kendilerini güvende mi buldular?.

73- En-âm

12- De ki: ‘Göklerde ve yerde olanlar kimindir?’. De ki: ‘Allah’ındır’. O, rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizi kendisinde şüphe olmayan kıyâmet gününde elbette toplayacaktır. Nefislerini hüsrâna uğratanlar, işte onlar inanmayanlardır.
31- Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrâna uğramışlardır. Öyle ki, saat (kıyâmet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: ‘Onda (Dünyâ’da) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize…’ derler. Dikkat edin, o işleyip-yüklendikleri ne kötüdür.
40- De ki: ‘Düşündünüz mü hiç; eğer size Allah’ın azâbı gelirse yada saat (kıyâmet) gelip çatarsa, Allah’tan başkasını mı çağıracaksınız?. Eğer doğru sözlüler iseniz (çağırın bakalım.)’

74- Nahl

25- Kıyâmet gününde kendi günahlarının tümünü ve bilgisizce saptırdıklarının günahlarının bir kısmını yüklenmeleri için. Bak, ne kötü yük yükleniyorlar.
27- Sonra (Allah) kıyâmet günü onları aşağılık kılacak ve diyecek ki: ‘Haklarında (mü’minlere karşı) düşman kesildiğiniz ortaklarım hani nerede?’. Kendilerine ilim verilenler, dediler ki: ‘Bugün, gerçekten aşağılanma ve kötülük kâfirlerin üstünedir’.
77- Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) Saatin(in) emri de yalnızca (süratli) göz açıp-kapama gibidir veyâ daha yakındır. Şüphesiz, Allah her-şeye güç yetirendir.
92- Bir ümmet diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha gelişkindir diye, yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru yaparak, ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi olmayın. Şüphesiz Allah, sizi bununla imtihan etmektedir. Kıyâmet günü hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeyi size muhakkak açıklayacaktır.
124- Cumartesi, ancak onda ihtilâfa düşenlere (farz) kılındı. Şüphesiz Rabbin, onların ihtilaf ettikleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hükmedecektir.

75- Lokmân

34- Kıyâmet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah’ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdârdır.

76- Sebe’

3- İnkâr edenler, dediler ki: ‘Kıyâmet-saati bize gelmez’. De ki: ‘Hayır, gaybı bilen Rabbime andolsun, o muhakkak size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiç-bir şey O’ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnâsız, mutlakâ apaçık bir kitapta (yazılı)dır’.
26- De ki: “Rabbimiz (kıyâmet günü) bizi bir-araya toplayacak, sonra hak ile aramızı ayıracaktır. O, (O, gerçek hükmünü vererek hak ile bâtılın arasını) açandır, (her-şeyi hakkıyla) bilendir”.

77- Zümer

15- ‘Siz, O’nun dışında dilediklerinize ibâdet edin’. De ki: ‘Gerçekten hüsrâna uğrayanlar, kıyâmet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrâna uğratanlardır. Haberiniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir’.
24- Kıyâmet günü o kötü azabtan kendini yüzü ile kim koruyabilecek?. Ve zâlimlere ‘Kazandığınızı tadın’ denmiştir.
31- Sonra şüphesiz sizler, kıyâmet günü Rabbinizin huzûrunda davalaşacaksınız.
47- Eğer yeryüzünde olanların tümü ve bununla birlikte bir katı daha zâlimlerin olmuş olsaydı, kıyâmet günü o kötü azabtan (kurtulmak amacıyla) gerçekten bunları fidye olarak verirlerdi. Oysa, onların hiç hesâba katmadıkları şeyler, Allah’tan kendileri için açığa çıkmıştır.
60- Kıyâmet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Büyüklenenler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok?.
67- Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyâmet günü yer, bütünüyle O’nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir.      
68- Sûr’a üfürüldü; böylece Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetliyorlar.
69- Yer, Rabbi’nin nûruyla parıldadı; (orta yere) kitap kondu; peygamberler ve şâhidler getirildi ve aralarında hak ile hüküm verildi, onlar haksızlığa uğratılmazlar.

78- Mü’min (Ğâfir)

18- Onları, yaklaşmakta olan güne karşı uyar; o zaman yürekler gırtlaklara dayanır, yutkunur dururlar. Zâlimler için ne koruyucu bir dost, ne sözü yerine getirebilir bir şefaatçi vardır.
32- ‘Ve ey kavmim!, doğrusu ben sizin için o feryât (edeceğiniz kıyâmet) gününden korkuyorum’.
46- Ateş; sabah-akşam, ona sunulurlar. Kıyâmet-saatinin kopacağı gün: ‘Firavun çevresini, azâbın en şiddetli olanına sokun’ (denecek).
59- Şüphesiz kıyâmet-saati yaklaşarak gelmektedir; bunda hiç-bir kuşku yok. Ancak insanların çoğu îman etmiyorlar.

79- Enbiyâ

47- Biz ise, kıyâmet gününe âit duyarlı terâziler koyarız da artık, hiç-bir nefis hiç-bir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tânesi bile olsa ona (terâziye) getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz.
49- Onlar, Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyâmet saatinden ‘içleri titremekte olanlardır’.

80- Mü’minûn

16- Sonra gerçekten kıyâmet günü diriltileceksiniz.

81- Fussilet

40- Âyetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, Bize gizli kalmazlar. Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır yoksa kıyâmet günü güvenle gelen mi?. Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O yaptıklarınızı gerçekten görendir.
47- Kıyâmet-saatinin ilmi O’na döndürülür. O’nun ilmi olmaksızın, hiç-bir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiç-bir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Onlara: ‘Benim ortaklarım nerede’ diye sesleneceği gün, dediler ki: ‘Sana arzettik ki, bizden hiç-bir şâhid yok’.
50- Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet taddırsak, mutlakâ: ‘Bu benim (hakkım)dır. Ve ben kıyâmet-saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O’nun katında benim için daha güzel olanı vardır’. der. Ama andolsun biz, o kâfirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azabtan taddıracağız.

82- Şûrâ

17- Ki Allah, hak olmak üzere Kitabı ve mizânı indirdi. Ne bilirsin; belki kıyâmet-saati pek yakındır.           
18- Onda acele edenler, (gerçekte) ona inanmayanlardır. Îman edenler ise, ona karşı bir korku içindedirler ve onun gerçekten hak olduğunu bilirler. Haberiniz olsun; kıyâmet-saati konusunda tartışanlar, gerçekte uzak bir sapıklık içindedirler.
45- Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir hâlde, ona (ateşe) sunulurlarken göz-ucuyla sezdirmeden bakarlar. Îman edenler de: ‘Gerçekten hüsrâna uğrayanlar, kıyâmet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akrabâ (veyâ yandaş)larını da hüsrâna uğratmışlardır’ dediler. Haberiniz olsun; gerçekten zâlimler, kalıcı bir azab içindedirler.

83- Zuhrûf

61- Şüphesiz o, kıyâmet-saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan (kıyâmetten) yana hiç-bir kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru yol budur.
65- Sonra, içlerinden bir-takım fırkalar ihtilâfa düştü. Artık, acı bir günün azâbından vay o zulmetmiş olanlara.        
66- Onlar, hiç şuurunda değilken kendilerine apansız geliverecek olan kıyâmet-saatinden başkasını mı gözlüyorlar?.          
67- Muttakîler hâriç olmak üzere, o gün, dostların kimi kimine düşmandır.
85- Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan (Allah) ne yücedir. Kıyâmet-saatinin ilmi O’nun katındadır ve O’na döndürüleceksiniz.

84- Duhân

40- Şüphesiz o (hakkı bâtıldan, haklıyı haksızdan) ayırma günü, hepsinin (hesâba çekilecekleri) vakitleridir.          
41- O gün, bir dost dosttan herhangi bir şeyle yarar sağlayamaz. Ve onlara yardım edilmez.
             
85- Câsiye

17- Ve onlara bu emirden açık belgeler verdik. Fakat onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki ‘hakka tecâvüz ve azgınlıktan’ dolayı ihtilâfa düştüler. Şüphesiz Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyde kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.
26- De ki: ‘Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor, sonra kendisinde hiç-bir kuşku olmayan kıyâmet günü O sizi bir-araya getirip-toplayacaktır. Ancak insanların çoğu bilmezler’.
27- Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Kıyâmet-saatinin kopacağı gün, (işte) o gün, bâtılda olanlar hüsrâna uğrayacaklardır.
32- ‘Gerçekten Allah’ın vâdi haktır, kıyâmet-saatinde hiç-bir kuşku yoktur’ denildiği zaman, siz: ‘Kıyâmet-saati de neymiş, biz bilmiyoruz; biz yalnızca bir zan (ve tahmin)da bulunup zannediyoruz; biz, kesin bir bilgiyle inanmakta olanlar değiliz’ demiştiniz.

86- Ahkâf

5- Allah’ı bırakıp kıyâmet gününe kadar kendisine icâbet etmeyecek şeylere tapandan daha şaşırıp-sapmış kimdir?. Oysa onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.    
6- İnsanlar haşrolunduğu (bir-araya getirildiği) zaman, (Allah’tan başka taptıkları) onlara düşman kesilirler ve (kendilerine) ibâdet etmelerini tanımazlar.
             
88- Rûm

12- Kıyâmet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkârlar umutsuzca yıkılırlar.
14- Kıyâmet-saatinin kopacağı gün, (mü’minlerle kâfirler birbirlerinden) ayrılırlar.
55- Kıyâmet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkârlar, tek bir saatin dışında (dünyâ-hayâtı) yaşamadıklarına and içerler. İşte onlar böyle çevriliyorlardı.

89- Ankebût

13- Şüphesiz onlar, hem kendi yüklerini, hem kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yüklenecekler ve kıyâmet günü, düzüp uydurduklarına karşı sorguya çekileceklerdir.
25- (İbrâhim) Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah’ı bırakıp dünyâ-hayâtında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindîniz. Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi inkâr edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lânet edeceksiniz. Barınma yeriniz ateştir ve hiç-bir yardımcınız yoktur’.

90- Mutaffifîn

4- Yoksa diriltileceklerini sanmıyor mu?.
5- Büyük bir günde.      
6- İnsanların, âlemlerin Rabbi için kalkacağı günde.


MEDÎNE DÖNEMİ

91- Hacc

1- Ey insanlar, Rabbinizden korkup-sakının, çünkü kıyâmet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir.    
2- Onu gördüğünüz gün, her emzikli emzirdiğini unutup geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir. İnsanları da sarhoş olmuş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.
7- Gerçek şu ki, kıyâmet-saati yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur. Gerçekten Allah kabirlerde olanları diriltecektir.
9- Allah’ın yolundan saptırmak amacıyla ‘gururla salınıp-kasılarak’ (bunu yapar); Dünyâ’da onun için aşağılanma vardır, kıyâmet günü de yakıcı azâbı ona taddıracağız.
17- Gerçekten îman edenler, Yahudiler, yıldıza tapanlar (Sabii) Hristiyanlar, ateşe tapanlar (Mecûsi) ve şirk koşanlar; şüphesiz Allah, kıyâmet günü aralarını ayıracaktır. Doğrusu Allah, her-şeyin üzerinde şâhid olandır.
55- İnkâr edenler ise, kıyâmet-saati onlara apansız gelinceye veyâ kesintiye uğramış (akim, verimsiz) bir günün azâbı onlara yetişinceye kadar ondan (Kur’ân’dan) yana şüphe içinde sür-git kalacaklardır.
69- ‘Allah, kıyâmet günü, kendisinde ihtilâfa düştüğünüz şey hakkında aranızda hükmedecektir’.

92- Muhammed

18- Artık onlar, kıyâmet-saatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar?. İşte onun işâretleri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar?.

94- Bakara

85- Sonra (yine) siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
113- Yahudiler dediler ki: ‘Hristiyanlar bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir’; hristiyanlar da: ‘Yahudiler bir şey üzere değillerdir’ dediler. Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyâmet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir.
174- Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi göz-ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır.
212- İnkâr edenlere dünyâ-hayâtı çekici kılındı (süslendi). Onlar, îman edenlerden kimileriyle alay ederler. Oysa korkup sakınanlar, kıyâmet günü onların üstündedir. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.

98- Âl-i İmran

55- Hani Allah, Îsâ’ya demişti: ‘Ey Îsâ, doğrusu senin hayâtına Ben son vereceğim, seni Kendime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyâmete kadar inkâra sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim’.
77- Allah’ın ahdîni ve yeminlerini az bir değere karşılık satanlar... İşte onlar; onlar için âhirette hiç-bir pay yoktur, kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onları gözetmez ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır.
161- Hiç-bir peygambere, emânete ihânet yaraşmaz. Kim ihânet ederse, kıyâmet günü ihânet ettiğiyle gelir. Sonra her nefis ne kazandıysa, (ona) eksiksiz olarak ödenir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.
180- Allah’ın, bol ihsânından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.

104- Mücâdile

7- Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun?. (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlakâ O’dur; beşin altıncısı da mutlakâ O’dur. Bundan az veyâ çok olsun, her nerede olsalar mutlakâ O, kendileriyle berâberdir. Sonra yaptıklarını kıyâmet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah her-şeyi bilendir.

105- Ahzâb

63- İnsanlar, sana kıyâmet-saatini sorarlar; de ki: ‘Onun bilgisi yalnızca Allah’ın katındadır’. Ne bilirsin; belki kıyâmet-saati pek yakın da olabilir.

106- Nîsâ

87- Allah; O’ndan başka ilah yoktur. Kendisinde hiç-bir şüphe olmayan kıyâmet gününde sizleri muhakkak toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kimdir?.
109- İşte siz böylesiniz; dünyâ-hayâtında onları savundunuz. Peki kıyâmet günü onları Allah’a karşı savunacak kimdir?. Yada onlara vekil olacak kimdir?.
141- Onlar sizi gözetleyip-duruyorlar. Size Allah’tan bir fetih (zafer) gelirse: ‘Sizinle birlikte değil miydik?’ derler. Ama kâfirlere bir pay düşerse: ‘Size üstünlük sağlamadık mı, mü’minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?’ derler. Allah, kıyâmet günü aranızda hükmedecektir. Allah, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez.
159- Andolsun, Kitap ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyâmet günü, o da onların aleyhine şâhid olacaktır.

108- Mâide

14- Ve: ‘Biz hristiyanlarız’ diyenlerden kesin söz (mîsâk) almıştık. Sonunda onlar kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. Böylece biz de, kıyâmete kadar aralarında kin ve düşmanlık saldık. Allah, yapageldikleri şeyi onlara haber verecektir.
36- Gerçek şu ki, inkâr edenler, yeryüzünde olanların tümü ve bununla birlikte bir katı daha onların olsa, bununla da kıyâmet gününün azâbından (kurtulmak için) fidye vermeye kalkışsalar, yine onlardan kabûl edilmez. Onlar için acı bir azab vardır.
64- Yahudiler: ‘Allah’ın eli sıkıdır’ dediler. Onların elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lânetlendiler. Hayır; O’nun iki eli açıktır, nasıl dilerse infâk eder. Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun taşkınlıklarını ve inkârlarını arttıracaktır. Biz de onların arasına kıyâmet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin salıverdik. Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez.

109- Mümtehine

3- Ne yakın akrabâlarınız ne çocuklarınız, kıyâmet günü size bir yarar sağlar. (Allah) Sizin aranızı ayıracaktır. Allah yaptıklarınızı görendir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2017









Devamını Oku »