3 Şubat 2015 Salı

10.000 Teorisi ve Big-Bang'in Çöküşü



Önsöz

İnsanlar psikolojik olarak târihe meraklıdır. Olayın ne zaman olduğunu öğrenme dürtüleri vardır. Bu yüzden de her alanda bunu araştırırlar. En merâk edilen ise, bakıldığında muazzam bir büyüklüğe sâhip olduğu kolayca görülebilen uzayın yaşıdır. Aslında insanlar ilk başta doğal bakışın vermiş olduğu sonuçla kâinâtın yaşının çok da büyük olmadığını kestirmişler, dînin verilerini de hesâba katarak bu yaşı belirlemişler ve evrene en fazla 7-8 bin yıllık bir yaş biçmişlerdir. Gök-bilim araştırmalarında “nasıl” sorularına/araştırmalarına zamanla “ne zaman” sorusu de sorulmaya başlamış, fakat bu soru, “aydınlanma” ile başlayan seküler bir ideolojik ön-kâbul ile sorulduğu için daha en başta “ne zaman” sorusuna “uzak, hem de çok uzak” bir geçmiş cevâbı vermek nefse hoş görünmüştür. Çünkü uzaya seküler/din-dışı bir bakış-açısıyla bakıldığı için nefsin uzaklaştırma psikolojisi bunu kabûl etmeye meyyal olmuştur. Zâten Şeytan’ın görevi de “uzaklaştırmak”tır. Ayrıca yine seküler düşüncenin kabûl ederek desteklediği Evrim Teorisi de uzun zamanlara ihtiyaç duyduğundan, evrenin yaşının çok-çok uzak bir geçmişte başladığını düşünmek ve kabûl etmek câzip hâle gelmiştir. Artık araştırmalar hep eski bir târihi kanıtlayacak argümanlar aramak şeklinde seyretmiştir. Hattâ bu zorlanmıştır. Ayrıca insanların büyük kesiminin çok kötü şartlarda bulunmasından doğan îtirazları, bilimin ama özellikle de gök-bilimin verileri (yalanları demek çok daha doğru olur) kullanılarak hem görsel/işitsel hem de psikolojik etkenlerle savuşturulmaya çalışılmıştır ve bu sorun insanların “boşluk”a düşürülmesiyle ber-taraf edilmiştir. Çünkü evrenin yaşı büyüdükçe boşluk da arttığından dolayı “önce” ve “sonra”dan umut kesilmiş, bencillik ve bireysellik öne çıkarılarak herkesi kendi derdine düşürmenin sosyal planları da uygulanmıştır. Bu, hâlen devam ede-gelen bir taktiktir. Binâenaleyh, bu teori sâdece fiziği ilgilendiren bir teori değil, sosyal yansımaları da olan bir teoridir.  

Bu teorinin evren için yaklaşık 15 milyar yıllık bir yaş belirlemesi hem seküler ideolojilerin hoşuna gittiğinden, hem de insanların anlamadığından ve sâdece manşetleriyle ilgilendiklerinden ve sosyal sonuçlarının olası kötü durumlarını ön-göremeyeceğinden dolayı bir îtirazla karşılaşmamıştır. Dindar olanlar tarafından da, materyâlistlere karşı “yaratılış” tezini öne çıkardığını düşündüklerinden dolayı desteklenmiştir. Ateist bilim-adamlarının îtirazları ise cılız kalmıştır. 

Evet; “bu teori ideolojik bir teoridir” diyoruz. “Zamânın” teorisidir. Öyle bir kurgulanmıştır ki her kesime ve ideolojiye/düşünceye/inanışa hîtap edebilecek şekildedir. Zâten sâdece fikrî bir teori olduğu için ve kesin olarak kanıtlanmayacağı için istenildiği gibi bilimsel ve sosyâl şekillendirilmesi devâm eden bir teoridir. Sürekli poh-pohlanan bir teoridir. Öyle ki insanlar artık şüphelenemeyecek duruma getirilmiştir. Îtiraz etmeye utanılacak hâle gelmiştir. Anlamayanlar bile ateşli bir şekilde savunuyorlar. Öne çıkarılmayan îtirazlar vardır sâdece. İşte biz de kendimizce baktık, ölçtük-biçtik ve bu önermenin koca bir yalan olduğunu anladık ve gördük. Îtiraz etmek ve bizce doğrusunu göstermek üzere bu kitabı hazırladık. İddia ettiğimiz şeyin mutlak/kesin doğru olduğunu söylemiyoruz. Fakat yeni ve doğru ufuklar açacağından emîniz. En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş


Big-Bang Teorisi (Büyük Patlama Teorisi) Nedir?  

Mehmet Yılmaz “teori”nin târifini şöyle yapar;

“Teori kelimesinin etimolojisi eski Yunaca theoria=θεωρία (seyretmek, seyirci, gösteri) kelimesine uzanır. Teori, bilimsel-gerçek demek değildir. Bilim-adamı seyrettiği olaylar arasında bir bağ olduğunu düşünürse bir teori oluşturur. Teorisine destek bulabilirse popüler olur. Ama herkesin onu desteklemesinin bilimsel bir değeri yoktur.

1920’lerde birbirlerinden bağımsız olarak, Rus matematikçi Alexander Friedman ve Belçikalı astronom Georges LeMaître, matematik denklemlerden hareketle genişleyen bir evreni ön-gören çözümler formüle ettiler. (Big-Bang Teorisi biraz da, râhip olan Georges LeMaitre’nin “yaratılışı ispât etmek istemesi nedeniyle” zorlanarak ortaya atılmıştır). 1929’da Amerikalı astronom Edwin Hubble, uzak galaksilerden gelen ışık spektrumunun sistemli bir şekilde kırmızı ucuna kaydığını gösterdi. Bu kırmızıya kayma, ışık kaynaklarının görüş alanında uzaklaştığını gösteren bir Doppler etkisi olarak değerlendirildi. Evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan teori, 1949 yılında da Big-Bang adını aldı. (Big-Bang terimi ilk kez İngiliz fizikçi Fred Hoyle tarafından 1949’da, “Eşyanın Tabiatı” adlı bir radyo (BBC) programındaki konuşması sırasında kullanılmıştır). 1920’lerde Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaître tarafından ortaya atılan, evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayan bu teori, (sözde) çeşitli kanıtlarla desteklendiğinden bilim-insanları arasında, özellikle fizikçiler arasında geniş ölçüde kabûl görmüştür.

1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim-dünyasında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik-kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Yâni yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.

Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sâdece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. (Bunu nasıl anladıysa..). Her-şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her-an "genişlemekte" olduğuydu. Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu.

Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sâhip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sâhip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük patlamaya İngilizce karşılığı olan "Big-Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı.


   



















































(Not: Bu resimler %%99.99.99 hayâli ve kurgusal zihnin eseridir).

10.000 Teorisi Nedir?

10.000 Teorisi, evrenin kompleks/tamamlanmış bir şekilde, oluşmasının aşama-aşama değil, bir-anda yaklaşık 10.000 yıl önce “yaratıldığı”nı iddia eden bir teoridir. Bu teoriye göre yaklaşık 10.000 yıl önce tüm kâinât orijinâl şekliyle (ki bu şekil yaklaşık şimdiki uzay görünümüne benzer) bir mûcize olarak, yâni yaratılış ânı açıklanamayacak bir şekilde  “bir-anda” yaratılmıştır. Kur’ân buna “ilk-yaratılma” der:  “Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder” (Rum 11). “Niçin 10.000” sorusunun cevâbı zâten kitabın konusudur ve aşağıda ayrıntıları ile anlatılmıştır.

İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİK

Atom-altı parçacıklardan başlayıp molekül düzeyine; oradan, proteinin çok karmaşık yapısından eşsiz bir fabrika olan hücreye; daha sonra gerek bitki ve hayvan ve gerekse mükemmel bir varlık olan insana kadar canlılık sürecinde mükemmel bir komplekslik göze çarpar. Hem de bu komplekslik indirgenemez bir kompleksliktir. Öyle ki; bu yapılarda oluşacak mikro-boyutta bir eksiklik bile o yapının daha başlamadan bitmesine neden olur.

İndirgenemez komplekslik nedir? Michael Behe, “indirgenemez kompleks” (irreducible complex) sistemi şöyle târif eder:

“Temel bir işleve katkıda bulunan, hayli uyumlu, etkileşim içinde olan parçalardan oluşmuş ve her-hangi bir parçanın çıkarılması durumunda sistemin işlevinin fiilen sona erdiği bir sistemdir. Daha genel bir ifâdeyle “indirgenemez kompleks” bir sistem, birbirleriyle etkileşim içinde olan ve her-hangi birinin çıkarılması durumunda sistemin artık çalışmayacağı öğelerden oluşan sistemdir”.

“Canlı” dediğimiz organizma, değişik işlevli organlarıyla koordine edilmiş bir bütündür. Bir parçasında oluşan bir aksaklık organizmanın tümünün işleyişini etkiler. Bilim-felsefecisi Caner Taslaman;

“Canlıların var olması için gerekli olan şartlar sıradan şartlar değildir. Ancak çok-çok kritik değerlerin seçilmesi sonucunda bütün canlıların ve biz insanların varlığı mümkün olmuştur. Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton ve elektronun kütleleri mevcut şekilde olmalıdır. Eğer protonun kütlesinin elektronun kütlesine oranı 1836/1 oranında olmasaydı, canlılığı mümkün kılan uzun moleküller oluşamazdı. Evrende mevcut olan bu hassas ayarların “hepsinin birden” gerçekleşmesiyle ancak canlılığın mümkün olduğuna dikkat edilmelidir. Bütün olasılıkların çarpımının, amacın gerçekleşmesinin olasılığını verdiğini unutmamalıyız. Canlılığın varlığının, bir-kaç olasılıktan birine bağlı gerçekleşmesi sıradan bir olasılık değildir” der.

Bilindiği gibi canlı organlardan biri olan gözün bütün parçalarının aynı-anda şekillenmesi gerekir. Zâten diğer bütün organların da aynı-anda şekillenmesi gerekir. Aslında doğada her şey böyledir. Kâinât da süper-kompleks bir yapıya sâhip olduğu için, bütün materyâllerinin aynı-anda şekillenmeleri gerekir. Aynen “göz”de olduğu gibi. Yâni, böylesi bir özellik ancak mükemmel olunca işe yarar ki bu da bu özelliğin indirgenemez kompleks yapısını gösterir

Canlılığın indirgenemez kompleks yapıları, bu yapıların yavaş-yavaş evrimleşmesine ve doğal seleksiyon ile bir süreçte bir mekanizma olarak işlemesine izin vermez. Çünkü bu yapılar daha basit parçalara bölündüklerinde işlevlerini yerine getiremezler ve yaşanmasını mümkün kılacakları canlıyı var edemezler.

Canlılıkta gözlemlenen şey, hepsinin mükemmel işleyişe sâhip olmalarıdır. Bu mükemmel işleyişin oluşabilmesi için de bir-anda yaratılmış olmaları gerekir, Spontan(e) (âniden oluşan, birden-bire) bir şekilde oluşması şarttır. Aksi takdirde söylediğimiz gibi; bu yapılara kavuşamadan yok olacaklardır. Demek ki Allah bütün canlılığı bir-anda mükemmel olarak yaratmıştır. Doğrudan, hiçbir araç ve aracı kullanmadan yaratmıştır. Öyleyse “canlılık nasıl başlamıştır” sorusuna verilecek cevap: “Topluca, âniden ve bir-anda yaratılmış” cevâbı olacaktır.

Şimdi de Dünyâ-dışı bir ortam için aynı mantığı kuralım.. Bilindiği gibi Güneş sistemi; bir yıldız, dokuz gezegen, (gerçi kaç tâne olduğuna bir türlü karar veremediler ya)! bu gezegenlerin uyduları, gök-cisimleri gibi materyâllerden oluşur. Bu sistemi detaylı olarak incelediğimizde; bütün gezegen, uydu ve gök-cisimlerinin; bulunduğu yerler, sâhip oldukları hızlar, yoğunlukları, büyüklükleri, Güneş’e olan uzaklıkları, jeolojik yapıları, kendi ve Güneş etrafında dönüş yönleri ve hızlarının, özel olarak ve tam da olması gerektiği gibi olduğunu görürüz. Bu durumlarındaki en ufak bir değişiklik ve eksiklik bu sistemin kaosa sürüklenmesine neden olacaktır. Meselâ; Dünyâ, Güneş’e biraz daha yakın yada uzak olsa, Dünyâ’nın bütün dengesi ve yapısı bozulur ve içinde yaşanamaz bir hâle gelirdi. (çekim ve anti-çekim’den dolayı) Diğer gezegen ve uydularda olacak ufak bir değişiklik bile Dünyâ’nın düzenine zarar verirdi. Çok küçük bir işlem hatâsı tam tersi bir sonuç verebilirdi. Yâni bu sistem de tam olması gerektiği gibi şekillenmiştir.

Görüldüğü gibi; canlılıktaki kompleksliğin aynısı kâinât için de geçerlidir. (Aslında evrenin yaratılması ise insanın yaratılmasından daha büyüktür. Yâni evren insandan daha komplekstir). Kâinâtın oluşmasının olasılığı ve mükemmelliği tıpkı proteinin oluşmasındaki hassasiyet gibidir. İşte tüm bu yapıların bu yüzden aşama-aşama olması imkânsızdır. Değişimlerin küçük ve yavaş-yavaş olmasıyla, büyük ve hızlı bir şekilde olması fark etmez. İkisinde de aynı sonuçla karşılaşılır. Bir-anda yaratılmaları şarttır. 

Kâinâtın/bütünün parçalarıyla arasında sımsıkı bir bağ vardır. Kâinâtı bu bağ anlamlı kılar. Bu durumda mevcut yapılar aşama-aşama, ilkellikten mükemmelliğe doğru gelişmiş olamaz. Çünkü mükemmelliğe ulaşamamış bir yapı eksik kalacaktır, eksik kalacağı için de şekillenemeyecektir. Bu mükemmel sistem aşama-aşama çalışamaz, çünkü ara-aşamaların hiçbiri bir işe yaramaz. Bu, kâinâttaki bütün varlık için geçerli olan bir kuraldır.

İlkellikten mükemmelliğe doğru bir gidiş olduğu düşünüldüğünde, insanın da ilkelken mükemmelliğe doğru gittiği sonucu doğar ki evrim teorisi bunu savunur. Oysa insan Âdem-Havva’dan bêri ilkel insan değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel olmamıştır. (belki modern zamanlarda bir ilkellikten bahsedilebilir) Batı-anlayışı, insanın ilkelden mükemmele doğru gittiğini düşündüğünden, evrenin de ilkellikten modernliğe doğru gittiğini varsaymış ve teorisini/teorilerini bu anlayışla geliştirmiştir. İşte Big-Bang denen zırvalığın felsefesini de bu anlayış oluşturur.

Materyâlist bilim, evreni ve insan hayâtını anlamsız gösterme telâşındadır. Bu yüzden evrene parçacı bir yaklaşımla yaklaşırlar. Çünkü tamamlanamamış parça hâldeki bir yapı eksik olduğundan dolayı aynı-zamanda anlamsızdır da. İşte teorimize göre bu anlamsız durum kâinâtta hiç-bir zaman yaşanmamıştır. Bu varlığa (kâinâta) anlam verilmediği bir “an” olmamıştır. 

Evrenin Düzeni

“Bak şu göğe nasıl yükseltilmiş ve hassas bir denge konmuş” (Rahman 7).

Evrende muazzam bir düzen vardır ve bu düzenin kaynağı Yaratı’cıdır. Bu süper-kompleks düzeni bâzı alıntılar yaparak gösterelim..

Kâinâtta bilinçli bir tasarım/düzen vardır. Caner Taslaman bu tasarım/düzenden şöyle bahseder:

“Evreni meydana getiren patlama biraz daha şiddetli olsaydı, evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün madde hemen kapanacaktı. Her iki durumda da ne galaksiler, ne yıldızlar, ne Dünyâ’mız, ne de canlılar oluşurdu. Patlamanın galaksileri, yıldızları, Dünyâ’mızı ve canlıları oluşturacak şekilde olmasının olasılığı, havaya atılan bir kurşun kalemin sivri ucu üstünde durması kadar bile değildir.

Evrenin başlangıçtaki homojen yapısı da galaksilerin oluşmasının bir şartıdır. Başlangıç homojenliğindeki ufak bir azalma galaksilerin oluşmasına izin vermeyecek ve tüm maddenin kara-deliklere dönüşmesi sonucunu doğuracaktı. O zaman da biz var olamayacaktık.

Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu ise evrendeki başlangıç ânında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını taşır. Bu olasılığın gerçekleşmesi imkânsızdır. Roger Penrose düşük entropili bu başlangıcın gerçekleşme ihtimâlini 1010123’te 1 olarak hesaplamıştır.

Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratılmış olmaları da gerekmektedir. Bu da canlılığın bir şartıdır.

Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kütleleri de mevcut şekilde olmalıdır. Bu parçacıkların mevcut kütleleri farklı olsaydı yaşam için gerekli atomlar oluşamayacaktı.

Protonlar ve elektronlar çok farklı kütlelerine karşın elektrik yükleriyle birbirlerini dengelerler. Eğer bu denge sağlanmasaydı da canlılık için gerekli atomlar oluşamayacaktı. Elektronun elektrik yükü biraz farklı olsaydı yıldızlar oluşamazdı.

Eğer evrendeki nötrino miktârı daha az olsaydı galaksiler oluşamayacaktı. Eğer nötrino miktârı daha fazla olsaydı galaksiler çok yoğun olacaktı. Her iki durum da canlılığın oluşmasını engellerdi.

Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve nötronları bir-arada tutar. Bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, hidrojen dışında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı.

Zayıf nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsaydı, çok fazla hidrojen helyuma dönüşürdü. Eğer bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, yıldızlardaki ağır elementlerin oluşumu olumsuz etkilenecekti ve canlılık oluşamayacaktı.

Elektromanyetik kuvvet daha şiddetli olsaydı kimyâsal bağların oluşumunda sorun çıkardı. Eğer daha zayıf olsaydı kimyâsal bağların oluşumu sorunlu olurdu ve canlılık için mutlak gerekli olan karbon ve oksijen atomları yetersiz kalırdı.

Çekim gücü daha kuvvetli olsaydı, tüm yıldızlar bu kuvvetin gücüne direnemeden kara-deliklere dönüşürdü. Eğer daha zayıf olsaydı, ağır elementleri oluşturacak yıldızlar oluşamayacaktı. Her iki durumda da canlılık oluşamazdı.

Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yer-çekimi kuvveti belli kritik değerler gözetilerek yaratılmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre uygun oranlarda da yaratılmaları gerekmektedir. Bu hem galaksilerin ve yıldızların, hem de tüm canlıların var olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir.

Canlılığın oluşabilmesi için yıldızlar-arası mesâfe belli bir büyüklükte olmalıdır. Eğer yıldızlar birbirlerine daha yakın olsaydı çekim-gücünün fazlalığı gezegenlerin yörüngelerini bozacaktı. Eğer yıldızlar birbirlerine daha uzak olsaydı süpernovalar tarafından evrene saçılan ağır atomlar çok geniş bir alana yayılacaktı ve yaşam için gerekli atomlar yeterli düzeyde olamayacaktı.

Hayat için gerekli atomlardan en önemli ikisi karbon ve oksijendir. Bu atomlardan karbonun oksijen atomunun enerji seviyesine olan oranı daha yüksek olsaydı canlılık için gerekli oksijen yetersiz olurdu. Eğer mevcut oran daha düşük olsaydı canlılık için gerekli karbon yetersiz olurdu.

Süpernova patlamalarının uzaklığı, yakınlığı ve sıklık derecesi de canlılık için çok önemlidir. Örneğin bu patlamalar çok yakın olsaydı oluşacak radyasyon canlılığı yok edebilirdi. Eğer bu patlamalar çok uzak olsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar yeterli seviyede olmayacaktı.

Dünyâ’mızda canlılığın oluşabilmesi için galaksimizin belli oranda maddeye sâhip olması gerekmektedir. Eğer madde oranı fazla olsaydı Güneş’in yörüngesi değişirdi. Eğer daha az madde olsaydı, Güneş’imiz gibi yeterli zaman yaşayacak bir yıldızın var olması mümkün olmayacaktı. Ayrıca galaksimizin büyüklüğü, şekli ve başka galaksilere uzaklığı da canlılığın oluşması için çok önemlidir.  

Jüpiter gezegeninin büyüklüğü ve mesâfesi de Dünyâ’mızdaki canlılığı mümkün kılan koşullardan biridir. Eğer Jüpiter şu-andaki yerinde ve büyüklüğünde olmasaydı, Dünyâ’mız meteor yağmurlarına karşı bu kadar güvenli olmazdı. Ayrıca mevcut yörüngemiz de değişirdi. Bu iki durum da canlılık için ayarlanmış çok özel koşulları bozardı.

Dünyâ’mız, Güneş’e daha uzak olsaydı, yaşama olanak tanımayan bir soğuk ve buzullarla karşı-karşıya kalırdık. Eğer Güneş’e daha yakın olsaydık yer-yüzündeki su buharlaşır ve yaşam mümkün olmazdı.

Dünyâ’mızın çekimi daha fazla olsaydı, amonyak ve metan oranının artması gibi durumlar yer-yüzünün canlılığa elverişli bir ortam olmasını engellerdi. Eğer Dünyâ’mızın çekimi daha az olsaydı atmosfer çok su kaybeder ve canlılık için elverişli ortam kalmazdı.

Dünyâ’mızın çevresindeki manyetik alan da çok özel olarak ayarlanmıştır. Eğer bu manyetik alan daha güçlü olsaydı, Güneş’ten gelen canlılık için yararlı ışınları da engelleyebilirdi. Eğer bu manyetik alan daha zayıf olsaydı, Güneş’ten gelen zararlı ışınlar yaşamın oluşmasına olanak tanımazdı.

Yer-yüzünden yansıtılan ışık ile yer-yüzüne çarpan ışık da belli bir oranda olmalıdır. Eğer bu oran daha büyük olsaydı yer-yüzü buzullarla kaplanırdı. Eğer bu oran daha küçük olsaydı sera etkisiyle aşırı ısınan yer-yüzü yaşama elverişli olmazdı.

Yaşam için yer-kabuğunun kalınlığı da önemlidir. Yer-kabuğu daha kalın olsaydı, atmosferden yer-kabuğuna oksijen transferiyle oksijen dengesi bozulurdu. Yer-kabuğu daha ince olsaydı yer-kabuğunun her yerinden sürekli volkanlar fışkırırdı. Bu ise hem iklimi değiştirir, hem de canlılığı yok ederdi.

Atmosferdeki oksijen miktârı da yaşam için kritik bir değerde yaratılmıştır. Bu değer eğer yüksek olsaydı, yer-yüzünde sürekli yangınlar çıkardı. Bu değer eğer alçak olsaydı solunum yapmak imkânsız olurdu.

Atmosferdeki karbondioksit oranı da yaşamı mümkün kılacak bir değerde yaratılmıştır. Karbondioksit daha fazla olsaydı sera etkisi oluşacaktı. Eğer daha az olsaydı bitkilerin fotosentez yapması mümkün olmayacaktı.

Dünyâ’mızdaki ozon miktârı da çok kritik bir değerde yaratılmıştır. Eğer bu değer daha yüksek olsaydı yüzey sıcaklığı çok düşerdi. Eğer bu değer daha düşük olsaydı hem yüzey sıcaklığı çok yükselirdi, hem de yaşamı yok edecek şekilde ultraviyole artardı.

Yaşam için atmosfer basıncının da belli bir değerde olması gerekmektedir. Eğer atmosfer basıncı daha düşük olsaydı, buharlaşan su-miktârı artacak ve bu sera etkisi oluşturacaktı, atmosferdeki su-buharı azalacak ve Dünyâ çölleşecekti.

Atmosferdeki havanın solunabilmesi için havanın belli bir basınçta, akışkanlıkta ve yoğunlukta olması lâzımdır. Atmosferin yoğunluğunda ve akışkanlığındaki ufak bir değişiklik nefes almamızın imkânsız olmasına sebep olabilirdi.

Canlılık için olmazsa-olmaz şart olan karbon atomunun, yıldızların içindeki oluşumu çok kritik değerler altında meydana gelmektedir. Bunun için iki helyum atomu birleşip 0.000000000000001 sâniye gibi kısa bir süre berilyum atomuna dönüşürler ve üçüncü bir helyumun eklenmesiyle karbon atomu oluşur. Bahsedilen atomların enerji seviyelerindeki ufak bir farklılık karbon atomunun ve canlılığın ortaya çıkışını imkânsızlaştırırdı.

Tüm canlılar karbon atomunun diğer elementlerle bileşikler yapması sâyesinde var olmuşlardır. Karbon, yaşam için gerekli olan bileşikleri ancak dar bir sıcaklık aralığında gerçekleştirebilir. Bu sıcaklık aralığı ise Dünyâ’nın sıcaklığıyla tam uyumludur. Oysa evrende yıldızların içindeki milyarlarca derece sıcaktan mutlak sıfır olan -273 dereceye kadar geniş bir aralık mevcuttur.

Karbon atomunun oluşturduğu kovalent bağlar gibi zayıf bağlar da ancak belli bir sıcaklık aralığında gerçekleşebilirler. Bu sıcaklık aralığı ise Dünyâ’da var olan sıcaklık aralığı ile tam uyumludur. Zayıf bağlar gerçekleşmese hiçbir canlı var olamazdı.

Yaşam için bütün şartları yerine getiren Dünyâ’mızın, yaratılma zamanı da yaşama tam uygun olarak seçilmiştir. Dünyâ eğer daha önce yaratılsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar (karbon, oksijen gibi) yeterli miktârda bulunmayacaktı. Eğer Dünyâ’mızın yaratılışı daha sonraya kalsaydı, Güneş sistemimizi oluşturacak yoğunlukta ham-madde kalmamış olacaktı.

Canlılığın mümkün olabilmesinin şartlarından biri de suyun belirli bir yüzey gerilimine sâhip olmasıdır. Bitkilerin suyu topraktan emmeleri ve en üst noktalarına kadar iletebilmeleri bu gerilimin tasarlanmış olması sâyesindedir. Bu gerilim daha farklı olsaydı ne bitkilerden, ne de diğer canlılardan söz edebilirdik.

Suyun reaksiyon kâbiliyeti de canlılığın diğer şartlarından biridir. Su ne bâzı asitler gibi parçalayıcı özellikler gösterir, ne de argon gibi hiçbir reaksiyona girmeden durur. Suyun akışkanlık değeri, suyun katı hâlinin sıvı hâlinden daha hafif olması da yer-yüzündeki canlılığa büyük katkıda bulunur”.

Caner Taslaman ilâve olarak:

“Bunlardan bir tânesi­ni bile değiştirmemiz canlılığı imkânsız kılacaktır. Evreni meydana getiren başlangıçta­ki “patlamanın” şiddetindeki hassas ayarı ele alalım. Evrenin genişleme hızını bu başlangıç belirlemektedir; bu genişleme hızındaki ufak bir değişiklik, sâdece canlıların oluşamaması değil, aynı-zamanda galaksilerin ve yıldızların da oluşama­ması anlamına gelmektedir. Bu genişleme hızındaki kritik ayar 1060ta 1’dir; yâni, 1060’ta 1’lik bir değişiklik bile galaksilerin ve canlılığın oluşamaması anlamına gelmektedir. 1060, Dünyâ’mızdaki tüm atomların toplamından da büyük bir sa­yıdır: “Trilyon x trilyon x trilyon x trilyon x trilyon”a eşittir. Eğer Dünyâ’nın her-hangi bir kum-tanesinin içinde var olan milyonlarca atomun içine bir atom saklasanız ve Dünyâ’daki atomlardan rastgele bir atom çeken kişinin, bu tek atomu bir kerede bulmasını bekleseniz; bunun olasılığı bile 1060’ta 1’den büyüktür. Evrenin başlangıcındaki entropinin hassas ayarı, evrenin muhtemel sonunun entropisinden yola çıkılarak hesaplanır. Aslında evrenin başlangıcı, pekâlâ aynı hacimdeki bu sonun entropisine sâhip olabilirdi; böylesi bir durumda ne galaksi­miz, ne Dünyâ’mız, ne de bu kitabı yazan ve okuyanlar var ola­bilirdi. Evrenin başlangıç entropisindeki hassas ayarı hesap­layan Penrose, sonucu şöyle değerlendirmektedir. “Yaradanın ne kadar isâbetle hedefini belirlediği görülüyor, yâni doğruluk oranı şöyledir: 1010123te 1.” Ortaya çıkan bu sayının iki-üs­lü yazılma sebebi, bu sayıyı üssüz olarak yazmaya (1’in arka­sına sıfırlar koyarak), evrendeki tüm ham-maddenin bile ye­tersiz kalacak olmasıdır. Bu sayıyı üssüz olarak yazmak için evrendeki proton-nötron gibi tüm parçacıkların (1080 kadar) ve tüm ışık taneciklerinin (1088 kadar) her birinin üstüne kat­rilyon (1015) tane sıfır yazsaydık bile; ancak 10104 tane sıfır ya­zabilirdik. Oysa 10123 tane sıfır yazabilmek için bu evrenimiz gibi on milyon (107) kere trilyon (1012) daha fazla evrene sâhip olmamız ve o evrenlerin proton, nötron ve ışık parçacıkları­nı (fotonlarını), katrilyonlarca sıfır yazılabilen defterler olarak kullanmamız gerekirdi ki ancak evrenin başlangıç entropisi­nin hassas ayarını ifâde eden, bahsedilen sayıyı üssüz olarak yazmayı başarabilelim. Bahsedilen yasa­ların ve bu yasalardaki hassas ayarların “hepsi birden” olmadan, canlılığın ve bizim var olmamız mümkün değildir” der. Yâni, canlılığın varlığı, bahsedilen bu çok kritik oluşumların “hepsi­nin birden” gerçekleşmesine bağlıdır” der.

Brandon Carter:

“Dünyâ’da yaşamın ve daha sonra bilinç, entelektüalite ve zekânın ortaya çıkabilmesi için, bâzı fiziksel değerlerin son-derece dar-sınırlar içinde kalması gerekmektedir. Bu değerlerden en ufak bir sapma evrenin şimdiki fiziksel varlığı ile bağdaşmayan çok farklı bir evrenin ortaya çıkması demektir” der.
                                                                                
İncelediğimiz örnekler, evrenin ve Dünyâ’mızın içindeki oluşumların, yaşamı mümkün kılacak şekilde düzenlendiğini göstermektedir. Tüm bu düzenlemelerin tesadüfen, bilinçsizce, rastgele oluştuğunu söylemek mantıklı değildir. Sağ-duyuya da aykırıdır. Evrenin bilinçli bir şekilde düzenlendiğini inkâr etmenin kökeni mantıksal değil, daha ziyâde psikolojiktir. Astronomi, fizik, kimyâ gibi bilimlerin verileri; evrenin çok kritik değerler gözetilerek, yaşama tam uygun olarak hazırlandığını ortaya koymaktadır. Eğer biyoloji alanına geçilirse bu deliller çok daha artmakta, her canlıdan, evrenin bilinçli olarak düzenlendiğine dâir kanıtlar sağlanmaktadır.

Caner Taslaman, “Allah’tan Evrene” adlı kitabında amino asitlerin ve proteinin nasıl da hassas ayarlarda var olduğunu da şöyle açıklar:

“Bir proteindeki amino asitlerin sırf sol-elli olmasının olasılığı şöyle hesaplanır:

Bir amino asidin sol-elli olma olasılığı: 1/2
İki amino asidin sol-elli olma olasılığı: 1/2 x 1/2
Üç amino asidin sol-elli olma olasılığı: 1/2 x 1/2 x 1/2
400 amino asidin sol-elli olma olasılığı: 1/2400

1/2400 ise yaklaşık olarak 1/10120’ye eşittir. Bu olasılığın ma­tematiksel olarak imkânsız denebilecek kadar düşük olduğu­nu şöyle düşünerek anlayabiliriz: Bütün evrende 1080 adet olan proton ve nötronu, bütün evrendeki fotonlarla ve elektronlar­la toplarsak 1090’dan küçük bir sayı elde ederiz. Evrenin ortala­ma yaşı olan 15 milyar yıl x 365 gün x 24 saat x 60 dakika x 60 sâniye = 473. 040. 000. 000. 000. 000 sâniye; evrenin başından şu-âna kadar geçen zamânı ifâde eder. Bu sayıya yuvarlak olarak 1018 sâniye diyebiliriz. Bu iki sayıyı çarparsak 1090 x 1018 = 10108 eder. Bu sayı, evrendeki her bir proton, nötron, elektron ve fo­ton; evrenin her sâniyesi bir deneme yapmış olsalar, oluşacak toplam deneme sayısıdır.

Matematiğin karşımıza çıkardığı bu tablodaki olağan-üstülü­ğü görebiliyor musunuz? Sâdece ve sâdece 400 amino asitli bir proteinin sırf sol-elli amino asitlerden kurulu olması gibi basit bir aşamanın oluşma olasılığı 10120de 1’dir. Bunun anlamı şu­dur: Uçsuz-bucaksız dediğimiz bütün evrenin elektron, proton, nötron ve fotonlarının her biri canlılardaki 20 amino asitten bi­rine dönüşselerdi ve evrenin oluşumundan îtibaren her sâniye­de bir deneme yapsalardı bile; tek bir 400 amino asitli proteinin amino asitlerini, sol-elli olarak oluşturmaya bile imkân bula­mazlardı.

Biyolog Steven Rose, basit bir proteini amino asit dizilim­leri açısından ele almakta ve bu proteinin amino asit uzun­luğunda 10300 olası form olabileceğini, bu olası formlar ger­çekten var olsalardı ağırlıklarının 10280 gram olacağını; oysa evrendeki tüm maddenin tahmînî ağırlığının 1055 gram oldu­ğunu söyler. Bu da belirli bir proteinin formunun tesâdüfen elde edilmesinin ne kadar imkânsız olduğunu değişik bir yak­laşımla göstermektedir.

Proteinlerin amino asitlerinin doğru sırada olması prote­in açısından hayâti öneme sâhiptir. Amino asitlerin bir kısmı suya karşı daha hassastır, bir kısmında ise bu hassasiyet yok­tur. Proteinlerin oluşumunda suya karşı hassas amino asitle­rin içte, bu hassasiyeti olmayanların dışta olması gibi eğilimler vardır. Fakat bir amino asidin belli bir yerde olmasını zorunlu kılan fiziki-biyolojik bir yasa mevcut değildir. Böyle bir yasa olsaydı, bu yasa yan-yana bırakılan amino asitlerin hep aynı bileşikleri yapmasına sebep olurdu; zâten böyle bir durumda çok çeşitli proteinlerin varlığı gözlemlenemezdi.

Uzayın yaratıldığı ilk-andan îtibaren, uzaydaki bütün madde, tek bir proteini tesâdüfen ortaya çıkarmaya çalışsaydı bile, bu yine de mümkün olamazdı.

Protein tam ola­rak oluşmadan işe yaramaz ve avantaj sağlayamaz. Tüm proteinlerin aynı zamanda ve aynı nok­tada buluşması zorunludur. Aksi halde oluşamaz.

Tüm detaylar eksiksiz bir yapıda olmalıdır. Yavaş-yavaş olmaz. Tek bir ayrıntının bile eksik olması sistemi bozacak ve o yapı oluşamayacak ve dağılıp gidecektir”.

New York Üniversitesi'nden kimyâ profesörü ve DNA uzmanı olan Robert Shapiro, sâdece basit bir bakteri hücresinde bulunan 2.000 çeşit proteinin (insan hücresinde ise yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır) rastlantısal olarak ortaya çıkma ihtimâlini hesaplamıştır. Elde ettiği rakam, 1040.000de bir ihtimâldir. "1" rakamının yanına 40 bin tane sıfır konulduğunda elde edilen bu akıl-almaz sayı, proteinlerin hiçbir şekilde tesadüfen oluşamayacağının çok açık bir delilidir. (Matematikte 1050'de 1'den daha küçük olasılıklar, "sıfır ihtimâl" sayılır. )

Proteinin nasıl kompleks bir yapıya sâhip olduğunu gördük. Proteinin  diziliminde oluşacak en ufak bir aksaklıkta, protein ya şekillenemez ya da biçimsiz bir şekil ortaya çıkar. Kâinâtın yapısıysa, proteinden çok daha komplekstir. Dizilimde oluşacak en ufak bir aksaklık, kâinâtın böyle mükemmel bir düzene girmesine izin vermez. Big-Bang Teorisi’nde ise bir aşama sürecinden bahsedilir. Aşamanın olduğu yerde ise komplekslik yok demektir, kompleksliğin olmadığı yerde de, ya biçimsizlik ya da oluşamama (yokluk) olur.

Brandon Carter tarafından ortaya atılan Antropik İlke terimine göre, Dünyâda yaşamın olabilmesi için bâzı fiziksel değerlerin son derece dar sınırlar içinde kalması gerekmektedir. Yapılan hesaplar bu değerlerin şimdikinden çok az farklı olması durumunda bile, Dünyâ’da canlıların ortaya çıkmasının mümkün olamayacağını göstermektedir. Görünüşe göre canlılar varlıklarını son derece hassas bir dengeye sâhip ve ince bir şekilde ayarlanmış olan bu fiziksel değerlere borçludur. Evren sanki onların ve insan bilincinin ortaya çıkmasını sağlamak için bu şekilde tasarımlanmıştır. Bu fiziksel değerler o kadar dar sınırlar içinde tutulmuşlardır ki, en ufak bir sapma yaşamla asla bağdaşmayacaktır.

Melih Cevdet Anday da, Düzenli Dünyâ şiiriyle bu düzenden bahseder:

Bayılırım şu düzenli Dünyâ’ya
Kışı, yazı, baharı, güzü, gecesi gündüzü sırayla
Ağaçların kökü içerde
Dalların başı yukarda
İnsanların aklı başında
Beş parmak yerli-yerinde
Baş, işâret, orta, yüzük ve serçe
Diyelim ki kalksa da serçe, orta parmağa doğru yürüse
Ne haddine
Yahut akasyanın biri başını toprağa daldırdığı gibi bir gezintiye çıksa
Merhaba kestâne, merhaba çam
Esselâmunaleyküm ve aleykümselam
Kimsin nesin nerelisin derken
Laf açılır mı bizim akasyanın kökünden
Bir uğultudur başlar rüzgarda
Kökü dışarıda, kökü dışarıda
Bayılırım şu düzenli Dünyâ’ya
Kışı, yazı, baharı, güzü, gecesi, gündüzü sırayla
Ağaçların kökü içerde
Dalların başı yukarda
İnsanların aklı başında
Altta ölüler
Üstte diriler
Gel keyfim gel.
 
Aslında Tasarım Delîli de açıklamada yetersiz kalır. “Bu etki nasıl yapılmıştır” sorusu cevaplanamaz çünkü. Aslında; “evrimcilerin dediğinin aynısı olmuş, fakat süreci bir “Bilinç” kontrôl etmiş” dediğinizde bu açıklama kesinlikle bilimsel olmaz. Yaratılmanın “bilinçli” yada “bilinçsiz” olduğunu söylemek arasında bilimsel olarak fark yoktur. İkisi de “inanç” işidir. Bir-anda olmadığında “rastgele” yada “şans” kelimeleri anlam kazanmaya başlar. “Allah’ın müdâhalesi” süreci değiştirmediğine göre, sürecin “şans” ile meydana geldiğini söyleyenlerin söyledikleri şeyler doğrudur. Yâni; “tamam, sizin söylediğinizin aynısı, fakat rastgele değil, müdâhale ile” denmesi inanmayacak biri için bir anlam ifâde etmez. İnanmak ise, -bu süreçleri tâkip edip de inanmayanlar olduğuna göre- bu süreçlerin konusu değildir. Big-Bang Teorisi’ni kabul edenlerin tamâmı evliyâ değildir nede olsa. Bu süreçler sâdece “inanmış” olanların îmanını pekiştirir. Meta-fizik ve dîni bir açıklama için ise tatmin edici değildir. Allah’ı maddîleştirir. Çünkü “maddeye sâdece maddî bir etki yapılabilir ve maddî etki de yine maddî olan biri tarafından yapılabilir” gibi bir sonuç çıkabilir. (Hâşa) sanki Allah burada insana hizmet eden bir varlık gibi gösterilerek nesneleştirilirken, insan ise özneleştirilir. “İnsan-merkezli bir ontoloji inancı açığa çıkar. İnsan-merkezli açıklamalar her-zaman yetersiz olur. Allah-merkezli açıklamalardan mahrum olunduğunda ortaya konan hemen her şey yakın-uzak vâdede insanlara, canlılara ve hattâ tüm kâinâta zarar verir. Zâten Şeytan’ın Big-Bang ve Tasarım Delîline sesini çıkarmaması bu yüzdendir. Kâinâtta bir “tasarım” vardır. Fakat bu tasarım bir sürece tâbi değildir. Allah’ın tasarlaması ve yaratması aynı-anda olur.

Allah’ın yaratması için “neden”e mi ihtiyacı var? Eğer öyle olsaydı Allah nedene bağımlı olurdu. Nedensel ilkeyi doğru bir şekilde ispatlayamamak, bir nedenin olmadığı anlamına gelir.

Bu tasarım faktörlerinden/inceliklerinden bahseden Caner Taslaman da:

“Evreni ve canlıları incelememiz sonucunda bunların bilinçle, kudretle ve yüksek bir ilimle tasarımlandıklarını rahatlıkla anlayabiliriz; fakat Tanrı’nın bu tasarımları ‘nasıl’ oluşturduğu konusunda aynı rahatlıkla konuşamayız”  der.

Tüm bu söylenenler aslında, kâinâtın bir süreçten geçmediğinin; Allah tarafından bir mûcize olarak bir-anda yaratıldığının delîlidir. Meydana gelme ihtimâli “sıfır” olan şeylerin açıklaması başka nasıl yapılacak ki? Demek ki bir süreçle oluşma ihtimâli yok. Çünkü olağan-üstü durumlar var. Olağan-üstü durumlar kelimenin kendisinin de söylediği gibi “olağan” değildir, “olağan”ın üstündedir. O hâlde “bir süreçte yaratılma” değil; “bir-anda yaratılma” vardır.

Bilim-adamları bu tasarımların Big-Bang sürecinde yaşandığını söylerken, biz; olduğu gibi, bir süreç olmadan bir-anda tasarlanıp yaratıldığını söylüyoruz.

Sistemi oluşturan parçalar o kadar komplekstir ki, o parçaların tamamı aynı-zamanda, aynı-mekanda bir-anda buluşmaları gerekir. Aksi-halde oluşamazlar. Big-Bang sürecine göre bu buluşma imkânsızdır. Çünkü parçaların çoğu oluşmamıştır.

Dünyânın ve gezegenlerin bu özel yapıları, durumları ve yerleri aşama-aşama, ilkelden kompleksliğe doğru gelişerek oluştuğu düşünüldüğünde, yerlerinde ve yapılarında ister-istemez değişme olacağını görecektik. Bu değişmeyse, Dünyâ’nın ve gezegenlerin Güneş’e olan yakınlıklarından yada uzaklıklarından dolayı, ya Güneş’e düşmelerine, yada yörüngelerinden merkez-kaç kuvveti nedeniyle kopup uzay boşluğuna kaçmalarına neden olacaktı. Bu, aşamalı yaratılışta kaçınılmaz sondur. Aynen yukarıda bahsettiğimiz canlı yapılardaki eksikliklerin yol açacağı ârızalara yol açardı, yâni Güneş-sistemimiz daha başlamadan yok olurdu. Aşamalı bir yaratılışta bir-sürü aksaklıklar çıkacak, sorular yanıtsız kalacak ve bilim büyük açmazlara girecektir.

Kâinât bir organizma gibidir. Bölünmez bir bütündür sanki. O yüzden de “bütün” olarak yaratılmalıdır. Yoksa işlevini yerine getiremez. Kâinât bütün hâlinde hareket etmeye mecburdur. Modern akıllar bütünlüğü sevmedikleri için buna karşıdır.

Eksik yapı, bir nevi hatâlı yapıdır. Allah ise hatâlı iş yapmaz. Müzikte olduğu gibi, en ufak bir akort bozukluğu müziği müzik olmaktan çıkarır. Kâinât materyâlleri ancak, materyâller oluşumları eksiksiz bir şekildeyken hareketlerini gerçekleştirebilirler.

Evren kaos değil kozmos, yâni her şeyiyle uyumlu ve düzenli bir durum olduğu için estetik bir durumdadır. Bir şeyin anlam ifâde etmesi için; güç-kudret-estetik ifâde etmesi için o yapının tamamlanmış olması gerekir. Yoksa anlamsız yapılar güç/kudretten yoksun oldukları gibi, estetikten de yoksun olurlar. Bu durum tevhide aykırıdır. El Bedî, “her-şeyi en iyi ve estetik bir şekilde yapan anlamındadır. Allah, estetik olmayan bir yaratma yapmaz/yapmamıştır.

Kâinâtın bu mükemmel düzeni, kâinâtın adâletidir. Nasıl ki toplumda meydana gelen en ufak bir adâletsizlik (rüşvet, vergi kaçırma vs.) düzenin bozulmasına yol açıyorsa, kâinât materyâllerinin düzeninde meydana gelecek olan en ufak bir düzensizlik yâni adâletsizlik de “kaos”un doğmasına yol açacaktır. Hâlbuki evrende hiçbir zaman kaotik bir ortam olmamıştır. Çünkü Allah’ın yaratmasında kaoslara yer yoktur.

Kâinâttaki parçacıklar, gezegenler, yıldızlar, galaksiler süper-kümeler vs. gidecekleri ve duracakları müthiş özel noktayı hangi bilinçle/akılla becerebilmişlerdir? Geldikleri yere gelince “tamam artık duralım” mı demişlerdir? Hayır; Allah onları şu-anda zâten bulundukları yere ve konuma yerleştirmiştir. Bunu nasıl mı yapmıştır? Allah olmayan bilemez. Kendilerini (hâşa) Allah zannedenlerse hiç bilemez.  

Gök-cisimlerinin uzaydaki dağılımı ve aralarındaki devasa boşluklar Dünyâ’da canlı hayâtının var olabilmesi için zorunludur. Gök-cisimleri arasındaki mesâfeler, Dünyâ’daki yaşamı destekleyecek biçimde pek çok evrensel güçle uyumlu bir hesap içinde düzenlenmiştir. Michael Denton, Nature’s Destiny (Doğanın Kaderi) isimli kitabında süpernovalar ve yıldızlar arasındaki mesâfeyi ve dengeleri şöyle açıklamaktadır:

Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesâfeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesâfe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hâle gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hâle gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekân olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu-an zâten var olan uzaklıktır.

Evrendeki yörüngeler sâdece bâzı gök-cisimlerine âit değildir. Güneş sistemimiz, hattâ diğer galaksiler, başka merkezler etrafında büyük bir hareketlilik gösterirler. Dünyâ ve onunla birlikte Güneş Sistemi her yıl, bir önceki yerinden 500 milyon km. uzakta bulunur. Gök-cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi alt-üst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Örneğin Dünyâ yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 mm’lik bir sapmanın yol açabilecekleri, bir kaynakta şöyle târif edilmektedir...

Dünyâ, Güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2,8 mm ayrılır. Dünyâ’nın çizdiği bu yörünge kıl-payı şaşmaz; çünkü yörüngeden 3 mm’lik bir sapma bile büyük felâketler doğururdu: Sapma 2,8 yerine 2,5 mm olsaydı, yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık; sapma 3,1 mm olsaydı, hepimiz kavrularak ölürdük.

Evrendeki söz-konusu iş-bölümünde meydana gelebilecek tek bir aksaklık bile son derece ciddî sonuçlara hattâ kâinâtın ölümüne bile sebep olabilir. (O hâlde bütün bunların  aşama-aşama oluşması mümkün olabilir mi?) Elbette ki böyle bir şey mümkün değildir.

Eğer bir mekanizma, kendi-kendine oluşamayacak kadar kompleksse ve aynı-zamanda çalışabilmesi için bütün parçalarının eksiksiz olarak bir-arada olması gerekiyorsa, bu durum söz-konusu teorisyen için savunduğu teoriyi ortadan kaldırmaya yetecek kadar büyük bir delildir.

Şöyle bir iddiam var...

Bu mükemmel kâinat döngüsü çok hassas oranlarda-kriterlerde düzenini korur. Öyle ki; evrendeki galaktik düzen, Samanyolu Galaksisi’nin dengesine bağlıdır. Samanyolu Galaksisi’nde oluşacak en ufak bir yalpalanma, galaktik kümelerin ve en sonunda evrenin kendisinin bozulmasına yol açacaktır. Samanyolu Galaksisi de bu düzenini Güneş sistemine borçludur. Güneş sisteminde meydana gelecek ufak bir yalpalanmada Samanyolu Galaksisi’nin düzeni de bozulacaktır. Güneş sistemimiz ise düzenini Dünyâ’nın varlığına borçludur. Dünyâ’nın yörüngesinde ya da yapısında meydana gelecek olan olası bir düzensizlikte Güneş sistemi olumsuz şekilde etkilenecektir. Dünyâ’nın düzenini korumasına gelince; bu da insanın varlığı sâyesinde olur. İnsanın tasavvurunda ve dolayısıyla eyleminde meydana gelecek bir bozulmada, kısa ya da uzun vâdede insan yıkıma uğrayacaktır. İnsan yıkıma uğrayınca da Dünyâ yıkıma uğrayacaktır. Bunun sonucunda ise Güneş sistemi bozulmaya başlayacaktır. Ve en nihâyetinde insan da mevcut düzenini mânevi yapısını oluşturan fıtrata borçludur. Vahyi göz-ardı ederek fıtratına aykırı bir yaşamı seçtiğinde çok da uzun olmayan süreler içinde insan ve insanlık fesada uğrayacaktır. Bu fesat da yıkımı getirecektir. Çünkü insan aslında bütün enerjisini ve dengesini mâneviyatından alır. Bu silsile; Dünyâ insandan, Güneş sistemi Dünyâ’dan vs. diye gider.

Şimdi; kırılmayla başlayan ve en sonunda kaosla sonuçlanan bozulma serüvenini kısaca anlatacak olursak:

Vahiy göz-ardı edilerek yaşandığında ilk önce insan, insanın bozulmasından Dünyâ, Dünyâ’nın bozulmasından Güneş sistemi, Güneş sisteminin bozulmasından Samanyolu Galaksisi, Samanyolu Galaksisi’nin bozulmasından Samanyolu Galaksisi’nin de içinde bulunduğu galaktik küme, bu galaktik kümenin bozulmasından diğer süper-kümeler ve en nihâyetinde de kâinat yıkıma uğrayacaktır.

Budha:

“Cehâlet ve günahlar artınca, yalnızca insan hayâtı kısalmaz, evren de bozulmaya yüz tutar” der.

Türklerin eski dinleri olan Tengricilikte; Tengriciler, doğaya çok önem verirler. Doğada bir dengenin olduğuna, bu dengenin değiştirilmesi durumunda insanların ve diğer canlıların zarar göreceklerine inanılır.

Kâinat ve insan mükemmel bir uyum içerisindedir. Bu unsurlardan birinin eksikliğinde bu uyum bozulur. Bu yüzden birinin öbüründen daha önce yada daha sonra yaratılmış olması, uyum bozulacağından dolayı kaosun çıkmasıyla sonuçlanır. Tabî ki bu uyumun Allah’ın dilediği zamana kadar korunması en temelde Kur’ân=Vahiy ile olur.

Kur’ân-ı Kerim’in mûsikisinde müthiş bir uyum vardır. Bu uyum, harflerin mükemmel dizilişinden kaynaklanır.

Henning de, Kur’ân'ın ibâreleri, lafızları ve harflerinin mûsikisi konusundaki araştırmasıyla, bu ses ve âhenk bütününün, titiz bir şekilde hesaplanmış bir senfoni oluşturduğunu ve bunun da onda ifâde edilen anlamla uyum içerisinde olduğunu ortaya koymuştur.

“Bu senfoninin notaları arasındaki ilişki ve notaların yeri o kadar düzenli ve hassastır ki, yapılacak en küçük bir değişiklik ondaki âhengi ve ritmi açıkça hissedilir tarzda bozacaktır” der.

Bu aynen; kâinatın düzeninde oluşacak olan en ufak bir düzensizliğin onu kaosa doğru sürükleyeceği gibi bir durumdur. Zâten kâinatın içinde bulunan tüm komplekslikler bu kompleksliğini kâinatın kompleksliğinden alırlar.

“O Allah ki yaratandır, kusursuzca var edendir, şekil verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu yüceltmektedir. O Üstündür, Bilgedir” (Haşr 24).

Mükemmel hâlden bir önceki hâlde evren materyâli muazzam konumunda ve durumunda olamayacağı için, evren materyâlinin bir önceki hâlinde ve yerinde mecbûren bir kusurun olması gerekecektir. İşte bu durum Allah’ın “kusursuzca var etmesi”ne aykırıdır. Bir yıldızın/gezegenin bir önceki hâli-durumu-yeri mükemmel hâl-durum-yer olmadığı için kusurludur çünkü. O kusurlu hâl-durum-yeri de mecbûren Allah yaratacağı için, (hâşa) Allah’ın kusurlu iş yaptığı ortaya çıkar ki böyle bir şey düşünülemez.

Big-Bang sürecine Allah’ın sürekli müdâhale ederek gelişmeleri yada aksilikleri denetlediğini ve düzelttiğini söylerler. Fakat bu, sağduyuya aykırıdır. Allah “ilk-yaratma”da bilinçsiz eşyaya iç-dinamiklerini verir ve onlar da işlerini tam bir titizlikle yaparlar. “İlk-yaratma”nın mekaniksel bir açıklaması yapılamaz. Allah “ilk-yaratma”yı çok hassas bir ayarla yapmıştır. Allah’ın sürekli müdâhale etmesi bilinçli varlıklar için geçerlidir. Aksi hâlde taşa-toprağa da yazılı vahiy indirmesi gerekirdi. Fakat onlara sâdece potansiyel olarak iç-dinamiklerini bildirmiştir. O yüzden de bozulmaları/kaymaları mümkün değildir. Fakat bir irâdeye sâhip olan insana sürekli uyarılarda ve müdâhalelerde bulunur.

Allah’ın yaratmasında aşamalar yoktur fakat boyutlar vardır. İlk-yaratma mûcize; ikinci yaratma görüp-bildiğimiz yaratmalar; sonraki yaratma ise âhirette vukû bulacak olan yaratmadır.

Kâinat süper-kompleks bir yapıdır. Kompleks olan bir-anda olur. Kompleks bir yapı, ancak bütün parçaları aynı-anda ve eksiksiz olarak ortaya çıktığında işlev görebilir, yoksa hiçbir işe yaramaz, zaman içinde dağılır, parçalanır ve yok olur. Bu nedenle diğer oluşumlar için öyle uzun zamanlar bekleyemez.

Süper-kompleks bir yapı basit ifâdelerle anlatılamaz. Bir şeyler söylense bile en doğru ifâde bir hayret ifâdesi olur.

BİLİM NEDİR

Bilim nedir? Bir kaynakta bilim hakkında şöyle bir yorum yapılır:

“Bizim bilgimiz, duyu organlarımızla aldığımız duyumlara bağlıdır. Duyumların ötesindeki şeyi bilmiyoruz. Meselâ, elektriğin ne olduğunu bilmiyoruz; sâdece onun ısı, ses, renk, titreşim v.s. hâlindeki izlenimlerini algılıyoruz. O hâlde bilgi-limitimizi aşan şeyler vardır. Bunlar hakkında hipotezler kurar ve oradan çıkarımlar yaparız. İşte, bilim budur.”

“Bilim sâdece olgulardan hareket etmeli; onun arkasındaki nedenlerle uğraşmamalıdır, mantık ve matematiğe uymayan, deneyle sınanamayan her şey saçmadır” derler.

Neden böyle derler? Çünkü maddenin arkasını incelemenin bâzı “bedel”leri vardır. Bu “bedeller” ödenmeden zâten bu âlem hakkında tutarlı kestirimlerde bulunulamaz.

Bilim bilgi verir ama bilinç vermez.

İki tür bilim vardır, takvâya götüren bilim, fıtratı bozarak Allah’ı inkâr eden bilim. Allah’ı inkâr eden bir sistemden ya da topluluktan, insanları inkâr etmemesi/göz-ardı etmemesi beklenemez.

Bu kâinâtta hiç-bir şeyin kökeni ve târihi mutlak-doğru olarak bilinemez. O yüzden sâdece olgular üzerinde araştırmalar yapılmalıdır. Bilim sâdece olgular üzerinde çalışmalıdır. Biyoloji tüm canlılar üzerinde; zooloji hayvanlar üzerinde; jeoloji yer-küre üzerinde; ekoloji çevre ile ilgili vs. Ancak o zaman başta insan olmak üzere tüm varlığa bir yararı olur. Evrim Teorisi canlı kökenine inmekle dolaylı/dolaysız yönden sosyâl düşmanlıklar ortaya çıkardığı gibi; Big-Bang Teorisi de kâinâtın kökeniyle ilgili araştırma yapmakla dolaylı/dolaysız yönden çeşitli ayrışmalara ve düşmanlıklara neden olmaktadır. Köken ile igili yapılan araştırmaların hiç bir yararı olmamıştır ve de yoktur. Köken ve târih araştırmaları ancak insanlar/canlılar arasında bâriz farklar ortaya koyarak düşmanlıkları körükler. Zâten din ile bilimin çatışması bu noktada ortaya çıkar. Caner Taslaman:

“Canlıların kendi aralarında ve çevreleriyle sâbit ve istikrarlı ilişkileri ‘canlıların târihi’ne ilişkin bilgilerden çok daha değerlidir. Canlıların târihi’nin yaratıcısı olduğu iddia edilen tesâdüfi mutasyonlar, analiz edilemeyen yapıları ile bilimin araştırma alanına giremezler; fakat türler, hem bedenleri hem üremeleri hem davranışları hem de moleküler yapıları gibi gözlenebilen ve sabit özellikleriyle (gözlemlenemeyen târihsel hikâyeleriyle değil) biyoloji açısından gerçekten değerli olan bilgileri sunarlar. Evrim Teorisi mutlak bir gerçek olarak kabûl edilmeyince; ne kuşların uçuşu, ne balıkların yüzgeçlerinin vazîfesi, ne ipek-böceğinin ipek üretmesi, ne memelilerin üremesi üzerine bilgilerimiz yok olur: Canlıların sınıflandırılması da mümkündür; doktorların ve veterinerlerin faaliyetleri de aksamaz. Sâdece ‘doğa târihi’ üzerine bilimsel cehâletimizi kabûl ederek, bu konudaki araştırmaların daha devâm etmesi gerektiği sonucuna varırız. Mevcut veriler, ‘doğa târihi’ konusunda nihâi yargıya varmayı mümkün kılmamaktadır. Kökene dâir bilimsel teorilerin kendilerine has zorlukları vardır. Bilimsel açıdan en dürüst yaklaşım, canlıların kökenine ve târihine dâir bilgilerimizin yetersizliğini kabûl etmektir”  der. Bu durum cansızlar için de geçerlidir.

Bilgi konusunda bir dergiden alıntı yapalım:

Allah’a doğrudan yada dolaylı olarak atıfta bulunmayan bilgi faydasız bir bilgidir. İçerisine “anlam” konulmayan, aşkın değerlerden koparılan bir bilgi tehlikeli ve ölümcül bir silâha dönüşebilir. (Atom bombası gibi) Eğitimde insanlığa sunulan bütün bilgilerin içerisine o bilginin ahlâkı da konulmalıdır. Sâdece deney ve gözleme dayanan bir bakış-açısı bilgi elde etmede yetersizdir.

Bilim ve teknoloji hiç-bir insanî soruna cevap verememiş ve insanî sorunu çözememiştir.

Atasoy Müftüoğlu:

“Modern-bilim akımları deneyle doğrulanması mümkün olmayan olguları kabûl etmemek eğilimindedir. Modern-bilimin başarıları! dînî-akıl karşısında deneyci aklı büyük bir gurûra sevk-etmiştir. Bu gurur haksız bir gururdur. Çünkü tamâmen akla dayalı politikalarla insanî hiç-bir sorun çözümlenemez. Tamâmen akla dayalı inanç ve düşünce sistemleri gerçekleştirilemez. Çünkü gerek insan gerekse sosyal hayâtın aklın ve bilimin ilgi-alanı dışında kalan pek-çok özelliği bulunmaktadır.

Deneysel aklı bilginin kaynağı sayan sistematik bilgi-disiplinleri, madde-ötesi gerçeklikler ve sorunlar etrâfında ancak varsayımlara dayalı yaklaşımlar geliştirebilmektedir. Bütün bilgi-kaynakları tüm iddialarına rağmen gerçeğin ancak bir bölümünü açılayabilmektedir. Bu da gösteriyor ki var-sayımlara dayalı bilgi-sistemleriyle nihâi gerçekliğe ulaşılamamaktadır. Akıl aracılığıyla, duyular aracılığıyla, felsefe aracılığıyla ancak sorunlu ve sınırlı bilgiler edinilebilmektedir. Sınırlı olan bilginin araçlarıyla sınırsız olan gerçeklikler kavranılamaz” der.

Modern bilim, teknolojinin kölesi durumuna gelmiş bilimdir. Öyle ki artık teknolojiye yaptığı kölelik nedeniyle yeni şeyler de söyleyemiyor.

Peygamberimiz kişide ahlâka dönüşmeyen bilgiyi faydasız ve boş bir bilgi olarak değerlendirmiş ve bundan Allah’a sığınmıştır.

Hz. Ali:

“Seni ıslah etmeyen bilgi sapıklıktır” der.

“İlim” Müslümanların elindeyken; takvâ, barış ve adâlet kokuyordu Dünyâ; ne zaman ki bâtıl batı’nın eline geçti: fücur, savaş ve zulüm başladı. Çünkü ellerindeki bilgi “şuur”suz bilgiydi. Ali Şeriati:

“Kapitâlist bir sistemde bilgi, tam karşıt bir düzendeki bilginin aynısıdır. Nazi fizikçilerin tabiat hakkında sâhip oldukları bilgi, Nazi kurbanı olan fizikçilerin bilgisiyle aynıdır. Halîfe'ye bağlı bir âlimin din hakkında sâhip olduğu bilgi ile, halîfe'nin zincire vurduğu âlimin din hakkındaki bilgisi aynıdır. Birini cellât, diğerini şehîd; birini özgürlükçü, diğerini zorba; birini temiz, diğerini pis yapan, "bilgi" değil, "şuur" dur. "Hangi ilim?" sorusunun bir anlamı yoktur. Zîra ilim birdir. "Nasıl bir bilgi?" sorusu yersizdir. Zîra bilginin birden fazla türü yoktur. Fakat "hangi şuur?" sorusu cevaplanması gereken bir soru. Hacc gerekli cevâbı vermektedir. "Haram şuuru". Harîm'de iffet, takvâ, hürmet ve tahâret gibi şeyler koruma altına alınmıştır. Şuurun bizzat kendisi aydınlıktır, gönül fânusunda, düşünce yağına parlak bir ışık saçar. Hikmet, peygamberlerin getirdiği, insanlara bahşettikleri "bilinç" budur, ne felsefe ne de ilim değil. İslâm’ın sözünü ettiği "ilim", bilgi, bu ilimdir, aydının ve bilinçlinin beslendiği, ortaya koyduğu ilimdir bu ilim. Bu ilim, olay, olgu ve kurallar hakkında zihinsel, sübjektif tasvir değildir, aydınlıktır, nurdur. Dışta değil, içte bir nur. Ümmî Peygamberin de ifâdesiyle nûr olan ilim, Allah'ın dilediği kimsenin kâlbine attığı nûr olan ilim budur: "Yol ilmi", "hidâyet ilmi.

Arafat ilmini herkes öğrenebilir. Meş'ar ilmi, Allah'ın, dilediğinin gönlüne ilhâm ettiği ışıktır, nûrdur. Allah kimi diler? kendi nefisleri yolunda değil, Allah yolunda çalışıp didinen, mücâdele eden kimseyi. "Bizim için cihad edenlere gelince, kuşkusuz biz onlara yollarımızı gösteririz" (Ankebût, 69). "Yol ve hidâyet ilmi", bir "ümmî"yi, bir "bedevi"yi, toplumun önderi ve yol kılavuzu-meşâlecisi yapan kurtuluş bilinci, kurtuluş nûru, özel şuur budur. Bu ilim okuma-yazma bilmeye ihtiyaç göstermez. Defter, kitap ve sınıfla bir işi yoktur bu ilmin. Havzada ve üniversitede bu bilgiyi öğretmezler. Bu bilginin öğretim yeri cihad sahnesidir. Onun öğrencileri, toplumun mücâhidleri, Allah yolunun erleridir. Bu ilmin, ışığa, lambaya, lambanın isine, dumanına ihtiyâcı yoktur. Kendisi bizzat aydınlığın ta kendisidir, nûrun ta kendisidir” der.

Bilgi Allah’ın verdiğidir. “Prometheus”un aşırdığı değil.

Bilgiyi sâdece kavramak yetmez, bilginin amacını da kavramak gerekir. Bilginin amacını kavrayamayanlar yanlış yargılara varırlar. Bilginin amacını kavramak için önce “besmele” çekmek gerekir. Okumayı besmele ile başlatmak gerekir. Besmele ile başlamak, Allah ile başlamak demektir. Aksi hâlde işe Şeytan karışır. O yüzden besmelesiz bilim yanlış yargılara varmaya mecburdur.

Bilim-düşmanlığı yapmıyoruz. Bilim de bir hakikâttir. Çünkü bilimin “nötr” olanları da vardır ve bunların kabûl edilmesi çok doğaldır. Bilim tek-başına hareket ederse hakîkat olmaktan çıkıp yanlış yargılara varır diyoruz. Çünkü bütünlükten koparak hareket etmiş olur. Bütün, madde ve mânâ bütünlüğüdür. Mânâ ile yâni Allah ile berâber yürümesi lâzım ki doğruya ulaşsın ve insanlığa faydalar getirsin. Bilim-adamlarının yaptıkları aslında bölücülüktür ve bölücülük şirktir, şirk ise hüsranla biter.

Bilim ile bilimcilik, yâni “her şeyi ancak bilimin çözebileceği ve açıklayabileceği” iddiası farklıdır. Kapitâlizm, “bilim”i “bilimcilik”e dönüştürmüştür. “Bilimlilik”e evet; ama “bilimcilik”e hayır! diyoruz. Bilim doğayı araştırmamıza/anlamamıza yarayabilir, fakat bilimciliğin derdi başkadır: İnsanları teknoloji kölesi hâline getirmek.

Sir William Osler, Oxford Tıp Fakültesi öğrencilerine mêzun olduklarında yaptığı konuşmada diyor ki:

“Beyler, size şunu söylemek isterim ki, öğrendiğiniz şeylerin yarısı yanlış ve o yarının hangisi olduğunu bilmiyoruz”.

Bâzılarının inzâl olmuş Kur’ân’a istediğini söyletmeye çalışması gibi, kevni âyetler olan kâinâta bakan bilim-adamları da ona istediklerini ya da masa-başında ön-gördüklerini söyletmeye çalışıyorlar. Kur’ân nasıl kendine yabancı öğeleri kabûl etmeyip dışlıyorsa, kâinât da aynı şekilde uzak-yakın bir zaman sonra ön-görülerinin çoğunu çökertiyor.

Formül şu: Eğer bir ilim/bilim, Allah’ı hatırlatmıyorsa, aksine O’nu unutmasına yol açıyorsa; o ilim  yakın/uzak vadede büyük yıkımlara yol açacak, en azından yanında bir zarar getirecektir.

Bir bilgi Allah’a yaklaştırdığı oranda doğrudur. Bilim-adamları ise teorilerini yanlışlanamaz, hattâ eleştirilemez bir tahta oturtmak ve göstermek istiyorlar.

Fatih Topaloğlu:

“Bilim bu-gün teknoloji aracılığıyla günlük yaşantımızı öyle radikâl bir şekilde değiştirmiştir ki, ona yönelik eleştirel her bakış ilerlemeye ve teknolojik gelişmelere karşıtlıkla suçlanmaktadır” der.

Allah, müslümanları bilime vahiy aracılığıyla pek-çok yerde yönlendirmiştir. Ayrıca şunu da söylemek isteriz ki; İslâmiyet, bilimi dinden ayrı bir şey değil, onu dînin bir parçası ve bir uzantısı olarak görmüştür.

Hz. Muhammed (s.a.v)'e kadar olan zaman-süreci içerisinde çoğun­lukla insanlık, gök olayları karşısında yanılgıya düşmüş ve onları kehânet ve falcılıkla yorumlama yoluna gitmiş ve hattâ yıldızlara tapınmaya kadar işi ileri götürenler olmuştur. Tek-Allah inancı ile bağdaşmayan ve tabiat olaylarını gerçekçi bir yaklaşımla ele almayan bu eski inanç ve zihniyetlerle İslâm şiddetli bir mücâdele içine girmiştir.

Doğa bilimleri sâdece gözlenen düzeni târif eden “genellemeleri” bize söyler. Bu genellemelerin mutlak doğru olması gerekmez.

Bilimsel teoriler, zihinlerimizin evrene yüklediği ve ontolojik gerçeklikle ilişkisi önemli olmayan îcatlardır.

Bilim “nasıl” ile ilgilenir ama “niçin” ile ilgilenmez. İlgilendiği “nasıl”ın da tüm ve tutarlı cevaplarını bulabilmiş de değildir. Çünkü bütüncül bakıştan mahrum etmiş kendini. “Nasıl”ın bir-çok sorusunun cevâbı “niçin”in içinde saklıdır. Bir şeyin en doğru açıklaması “nasıl” ile değil, “niçin” ile olur.

Eskiden felsefe denilen şeye şimdilerde bilim deniliyor. Bu yüzden bilimlerin verilerine olabildiğince temkinli yaklaşmak gerekir.

“Zâten bilim de mutlak/kesin bilgiden bahsetmez ki deniyor”. O zaman neden “herkesin kabûl ettiği teori” deniyor. O zaman bu teoriyi neden kabûl edelim. Kabûl etmeyenler neden yobaz görülüyor?.

Sartre:

“Nesne dünyâsı olasılık dünyâsıdır, ister bilimsel, ister felsefî  olsun, her kuram olasıdır” der.

Oscar Wilde:

“Herkes benim düşünceme katılırsa, yanılmış olmaktan korkarım” der.

Mutlak”a inanmayan bilim, doğal olarak mutlak sonuçlar da veremeyecktir. Nesneler dünyâsı bilimin dünsı olduğuna göre mutlak bir doğruluğu tanımaz, olsa-olsa görece bir doğruluğu (izâfet) tanır.

Fâtih Topaloğlu “modern bilim”e şu eleştirileri yapar:

“Bilim, bilginin ölçüsü müdür? Bilmenin yegâne yolu bilim yöntemlerini geçerli saymaktan mı geçmektedir? Bilim adı altında geçen bütün faaliyetler aynı şeyi mi ifâde etmektedir? Bilimin ortaya koyduğu iddialar ve kullandığı teknik ve yöntemler eleştiriye açık mıdır?

Gerçekten de bilimin maddenin hareketlerini, onu yöneten yasaları bulgulayan ve bunları kuramsal olarak önceden kestirebilen bir “bilme yöntemi” olarak târif ettiğimizde, onun bu konuda bir ölçüt olarak ortaya konabileceğini kabûl etmiş oluruz. Ancak, belirtmek gerekir ki bunun ne ölçüde başarılı bir faaliyet olacağı yine de su götürmez bir hakîkat olarak ortaya konamayacaktır. Doğrusu bilime karşı duyulan güvenin aşırı bir şekilde abartılması ve onun dinsel bir kılığa sokulması; şaşmaz, kesin yasalar ortaya koyduğu düşüncesi ile sonuçlanmıştır. Bu düşünceyi savunan bilim felsefecileri, Feyerabend’in tâbiriyle “kendilerinden önceki Roma Kilisesi’nin savunucuları” gibi davranmaktadırlar. “Bir zamanlar din bilimsel retoriğin cephâneliğindeki belli tartışma ve iknâ yöntemleri kendilerine şimdi bilimde yeni bir mekân bulmuştur.” Böylece bilimin üstünlüğünün onun doğasından geldiği varsayımı, bilimin de ötesine geçerek herkes için bir îman nesnesi hâline gelmiştir.

Kendinde bu denli bir güç vehmeden bilimsel önermelerin eski tâbirle yakîn ifâde ettiği iddia edilmiştir. Böylece doğa yasalarıyla bilim yasalarının, bir eşitliğin iki tarafında yer alacak şekilde özdeşleştirilmesi, bilim yasalarının, taşıdığı kesinliğe kayıtsız-şartsız inanılması sonucunu ortaya çıkarmıştır. M. Şekip Tunç bu konuda: “Bu-günkü ilmimiz kâinatın mutlak bir aklîlik içinde olduğunu kabûl etmek için bize hak verdirecek gibi değildir. Zâten ilim hiç-bir hadiseyi ebedi ve mutlak olarak açıklayamıyor. Bu sebepler zincirindeki boşlukları tamamlasak bile mutlak bir ilk sebebe varacak değiliz. Çünkü ilmimiz dâima izâfi ve şartlı olarak kalacaktır” demektedir. Peki, bu-günkü bilim-anlayışının mümkün tek doğru bilgi yolu olduğu iddiası doğru mudur? Wallace Russell, bilim-adamlarının ortaya attığı her yeni hipotezi kabûl etme konusunda kafamızın oldukça karmaşık olduğunu söyleyerek, “prensip olarak biz biliyoruz ki hiç-bir bilimsel kanun mutlak bir güven garanti edemez. Bilim tarafından ortaya konulan Dünyâ’nın bilgisi her zaman açık ve revizyon konusudur” der. Poincare de bilimsel teorilerin târihsel bir gelişim gösterdiğini ve bu yüzden belli bir müddet için “doğru” kabûl edildiklerini söyler.

Bu durum Guenon’un tâbiriyle “bilimin salt değişim-dünyâsına kapanması” anlamına gelmektedir. Böylece sağlam ve kararlı bir dayanak noktası bulamayan bilim, ihtimâllere, tahminlere ya da salt farazî kurgulara indirgenmiş olmaktadır. Demek ki, bilimsel teorilere mutlak doğrular gözüyle değil, îtibâri gerçeklikler olarak bakılmalıdır. Hâlbuki bilim insanın doğru bilgiye ulaşmasını mümkün kılan yollardan sâdece birisidir ve insanlar çok değişik bilme biçimlerine, vâr olanla bağlantı kurarak faaliyette bulunma yollarına sâhiptir.

Belirtmek gerekir ki, bilimsel teorilerin değişme ve gelişme potansiyeline sâhip olması, her ne kadar bilimin mutlaklık iddialarını geçersiz kılsa da, onları güçlendiren bir durumdur. Bilimdeki gelişmelerin bir enkaz yığını hâline gelen kalıntılarından, bilimin iflâsı sonucuna varmak oldukça yanlıştır. Poincare’nin de isâbetle belirttiği gibi bu oldukça üstün-körü bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım bilim teorilerinin amaç ve rolünü kavramaktan uzaktır. Zîrâ bu enkazın yeni bulgu ve belgelerin temelini oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu anlamda bilimsel bilginin elde edilen yeni bilgi ve deneyimlerle daha fazla pekiştirileceği gibi değişme hattâ sarsılma olanağı da vardır. Bu durum onun mutlak anlamda kesin bilgiye ulaşma iddiasını ortadan kaldırmış ve onu “bilme”nin emin olmak demek olduğu geleneksel anlamdaki bilgiden ayırmıştır.

Bilim, belli sınırlar içindeki denemelerini tüm uzay için aynı olarak kabûl eder ki, bu, bilimsel değildir. Ne var ki tüme-varım, sınırlı bir uzay ve zaman-dilimi içindeki olguların gözlenmesinde sınırsız kapsamda sonuçlara ulaşma yönteminden başka bir şey değildir. Buna göre, tümel önermeler aslâ tamâmen doğrulanamazlar; olsa-olsa büyük bir kabûl edilebilirlik oranı içinde, daha sonraki gözlemlerle git-gide daha çok doğrulanabilirler. Öyle görünüyor ki genel ifâdeler için ancak çeşitli “doğrulama dereceleri”nden söz edilmektedir.

Kanaatimizce bilimsel bilgiye bu denli bir önem atfetmek, onu taşıyamayacağı bir sorumluluk altında bırakmak demektir. Bilimin gözlemsel olguları açıklamadaki başarısına karşın gerçeğe ulaşmada tek-başına yeterli olamayacağını, zîrâ evrenin anlam ve düzeni, canlıların sergiledikleri ereksel davranış biçimleri gibi konuların bir şekilde açıklama-dışı kalacağı açıktır. Bu konularla uğraşmayı metafiziğe eğilimli olmakla suçlamak da probleme çözüm getirmemektedir. Epistemolojisinde bilginin tek güvenilir yolunun bilimsel yöntem olduğunu ifâde eden ve “bilimcilik” diye nitelendirilen bu yaklaşım-tarzı, aslında Barbour’un da belirttiği gibi, bilime kendisinde olmayan bâzı idelere ulaşma işlevi yüklemekten başka bir şey değildir. Bunun anlamı ise sâdece belirli bir alanda geçerli olanı bütün beşerî bilgi alanlarına, hiç-bir ayırım gözetmeksizin yaymaya çalışmak demektir.

E. Boutroux, kânunların zihnin özel bir hâlinden çıkmadığını ve bunların matematik hakîkatlerin analitik bir devâmı olmadığını, aynı şekilde a priori sentetik hükümlere de dayanmadığını belirttikten sonra pozitivistlerin tüme-varımcı yaklaşımlarıyla ilgili şunu söyler: “Eskiler, tecrübeden evrensel kânunları ve zorunluluğu değil, sâdece genel ve muhtemel olanı çıkarmaya çalışıyorlardı. Hâlbuki yeniler için tüme-varım sihirli bir kelime olup, onunla tikelden tümeli, zorunsuzdan zorunluyu çıkarıyorlar. Ne var ki modern tüme-varımcılar, ne kadar metodik olursa-olsun, tecrübenin gösterdiği gözlemden öte bir bilgiye ulaştıramaz”. Dolayısıyla üzerine bilimsel yasa ve teorilerin inşâ edileceği tam anlamıyla güvenilir bir temel teşkil etmezler.

Wallace Russel’a göre, bilimsel kânunlar bize mutlak bir güven garanti edemez. Bundan dolayı da her zaman değişimlere açık olmak zorundadır. Aslında bilimin yumuşak-karnı gibi görünen bu durum, aynı-zamanda onun en güçlü yönüdür de. Zîrâ bilimin revize edilebilirliği, doğruluğu konusundaki kanaatlerimizi sağlamlaştırır. Feyerabend ise gelinen noktadan bir adım daha ileriye giderek “bilim için ne denli gerekli ya da temel olursa-olsun, her-hangi bir kural verildiğinde öyle durumlar oluşabilir ki, orada kuralı göz önüne almamak bir-yana, zıddını bile uygulamak mümkün olabilir” der. Ona göre, bilimin değişmez, genel-geçer kurallarla işlemesi gerektiği düşüncesi, hem gerçekçi değil hem de zararlıdır. Bu konuda Feyerabend’in önerdiği yöntem şudur: “Biz bilimsel etkinliklerimiz sırasında önce bir tahminde bulunuruz. Tahminlerimiz doğruysa ondan çıkarılacak sonuçların neler olabileceğini hesaplarız. Daha sonraysa deney ve deneyimlerimiz yardımıyla, bu sonuçların doğrulanıp doğrulanmadığını araştırırız. İşte bu yöntem bilimin anahtarıdır.”

Katı doğrulamacı bilim anlayışının temel kriter olarak öne sürdüğü “anlamlı” olma ifâdesinin bizzat kendisinin bilimin kendine uygulanması açısından bâzı problemlerin oluştuğunu belirtmemiz gerekir. Aslında “doğrulama” ile “anlamlı olma” arasında bir özdeşlik kurulduğunda, özellikle bilimde genel yasalar olarak kabûl edilen ifâdeler konusunda bir-takım güçlükler ortaya çıkmaktadır. Öncelikle bilimin kendi sahasındaki faaliyetleri yaparken dâhi belli noktaları a-priori dayanak noktası olarak belirlediğini kabûl etmek gerekir. Buna göre bilim ilk olarak, bizden bağımsız olarak var olan fiziksel bir Dünyâ’nın bulunduğunu, bu maddî âlem hakkında bilgi elde etmenin mümkün olduğunu ve son olarak da bu maddî âlemin anlaşılabilir olduğunu kabûl etmektedir. Bu bağlamda bilimin işlevi, doğal süreçleri betimlemekle sınırlanmalı ve bilim, her türlü açıklama girişiminden kaçınmalıdır. Nitekim Newton, kurduğu bilimsel sistemin, tabiatın kendisini değil, sâdece fiziksel hadiselerin bir tasvirini verdiğini, nesnelerin gerçek mâhiyetinin bizce bilinmediğini söylemektedir.

Bu noktada modern bilimin önermelerini belirlerken dayandığı “ölçüt” problemi ortaya çıkmaktadır. Max Planck’ın, “Ne ki reâldir, ölçülebilir. Bu şu anlama gelir: Bilimde neyin têminat altına alınmış bilgi sayılabileceği  hakkındaki karar, doğanın nesnelliğinde verilen ölçülebilirliğin eline bırakır ve bu ölçülebilirliğe uygun olarak, ölçme usûlünde aslî olan imkânlara dayanır”. Bu inceleme yöntemlerinin kabûlü ise, salt duyusal âlemle sınırlı kalmak ve maddî şeylerle ilgili olmayan her bilimi inkâr etmek anlamına gelmektedir.

Bilimin tabiat hususunda genel-geçer bir hakîkat olarak iddia ettiği şey, bu konudaki tek açıklama değil, mümkün açıklamalardan birisidir.

Özetle burada bilimle ilgili olarak eleştiri konusu olan şey, bilimin âlem hakkında kendi metodolojisi içerisinde bir yargıda bulunması ve gelecekle ilgili ön-yargıda bulunması değildir. Tabii ki onun fiziksel gerçeklikle olan epistemolojik ilişkisini, metodolojisine ilişkin kendi felsefî öncüllerinin sınırları tarafından belirlenen çerçevede kaldığı sürece kurması meşrûdur. Fakat bu çabanın bizzat kendisi, mevcut fikrî iklimde bilime yer açmayı ve modern bilimin tüm bilgiyi tekelinde tutmak isteyen “bilimci” tavrını tenkit etmeyi gerektirmektedir. Doğrusu Mantıkçı Pozitivizm’in en büyük çıkmazı, dar bir anlamda kognitif bir tecrübe anlayışını kabûl etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durum aklı sâdece maddenin epifenomeni olarak gören fiziksel indirgemecilik olarak ortaya çıkmıştır ki, Prigogine’nin de önemle belirttiği gibi “bilimi sembolik aritmetik hesaplamalara indirgeyen pozitivist görüş kabûl edilirse, bilim îtibârını önemli ölçüde yitirecektir”.

Kartezyen felsefesinin ve ondan türeyen dünyâ-görüşünün temelinde yer alan bilimsel bilginin kesinliğine olan inanç, onlarca yıldır bir devrim olarak sunulmaktaydı. Oysa 20. yüzyıl fiziği bize bilimde hiç-bir mutlak doğrunun olmadığını, bütün kavram ve kuramlarımızın sınırlı ve tahmini olduğunu göstermektedir.

Touraine’nin de ifâde ettiği gibi, “modernist ideolojiden arda kalan, bir eleştiri, bir yıkım ve bir büyü bozumudur. Bir de yeni bir Dünyâ’nın oluşturulmasından çok, aklın yolunda birikmiş engelleri aşma istenci”. Kanaatimizce modern bilimin sağladığı başarıların bir anlam ifâde etmesi ise, “aşkın olan”ın yeniden kazanılması ve böylece beşerî bütünlüğün yeniden oluşturulmasına bağlıdır.

Modern bilim-anlayışı, insanın bilgiye ulaşma çabasını duyusal yetilerle sınırlandırarak, din başta olmak üzere onun mânevi yönüne hitâp eden alanları tasfiye edebileceği iddiasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu iddia, din ile bilim arasında bir-birini yok sayan bir gerilim oluşmasına neden olmuştur. Modern bilimin en temel iddiası olan mutlak gerçekliğe tek-başına sâhip olma düşüncesi ve buna ulaşmak için kullandığı “doğrulama” yöntemi oldukça eleştiriye açıktır. Aslında bu-gün gelinen noktada doğrulama kavramının tam olarak tanımlanamadığını ve tam bir doğrulamadan bahsedilemeyeceğini söyleyebiliriz. Şüphesiz bu durum bilimin değerini ve güvenilirliğini ortadan kaldırmamakta, bilakis artırmaktadır. Yeter ki bilim, kendi alanını teoloji ve felsefenin ilgi sahasını kapsayacak bir şekilde genişletmesin ve âlemi anlamaya yönelik kendi dışındaki görüşleri dışlayarak toptancı bir tavır ortaya koymasın.

Algının meydana gelebilmesi için, süjenin algılamış olduğu objeye âit bir kavrayışa sâhip olması gerekmektedir. Yâni, algılamış olduğumuz şeye dâir bir kavrama veya bir fikre sâhip olmaksızın o objeyi algılamış olmak âdetâ imkânsızdır

Mackie’ye göre: “tabiat kânunları Dünyâ’yı, -tabii ki insanı da içerecek şekilde- kendi hâline bırakıldığında ve dışarıdan müdâhale edilmediğinde nasıl çalıştığını açıklar. Bir mûcize ise Dünyâ kendi hâline bırakılmadığında ve tabii düzenden farklı olan bir şey ona dâhil olduğunda meydana gelir”.

Ali Şeriati:

“İlmin sâdece dîne muhâlif olmakla kalmayıp, aynı-zamanda felsefe ve ahlâka da aykırı olması ve aykırı olmaya devâm etmesi tesâdüfi bir şey değildir. Aslında ilmin yönü ve durumu da değişiyor. İlmin her zamanki endişe ve kaygısı eşyânın özünü ve zâtını araştırmaktı, insanın gerçeğini, hayâtı ve hedefi tanımaktı. Daha sonraki hedefi hakîkati araştırmaktı. İlim bu hedefinden saptı. “Benim sâdece işâretler, eşyânın zâhiri özellikleri, işâretler arasındaki ilişkiler ve maddî tabiat kânunlarını keşfetmekle işim var” dedi. O da hakîkati bulmak için değil, bunları kudret ve menfaat kazanma yolunda istihdam etmek için.

Bu sesin, ilmin taklit ettiği burjuvazinin sesi olduğunu görüyoruz. Bu ilim, hiç-bir sırrı ve gizliliği keşfetmeye, hiç-bir meçhule ve tabiat-ötesine muhtaç değildir. Ölümden sonrayı düşünmüyor. Aslında ölümden sonra diye bir sınırlama da yoktur. Her-şey budur, bundan başka bir şey yoktur. İçinde bulunduğumuz, ömür adını taşıyandan başka bir şey yoktur. İnsan hayâtı, refaha ulaşmak ve bunun yolu olan tüketimi têmin etmekten başka bir şey değildir. Bunun vâsıtası ise ilimdir. Ama hep zengin ve burjuva sınıfının faydasına” der.

Bereşt şöyle diyor:

“Bu-günkü insan ilimden bıkmıştır. Zîrâ faşizmi meydana getiren ilim idi’’ ve bunu insanlığa zoraki yükledi. Dünyâ’da ilk defâ insanlığın üçte ikisinin aç olması düzeyinde açlığı ilim meydana getirdi.

Sınıfsal sömürü ve artık değerin yağmasını bu dereceye çıkaran ilimdir. Sömürüyü ilkel, basit ve açık şeklinden alıp bu kadar güçlü, derin, köklü ve şiddetli yapan ilimdir. Dünyâ-milletlerinin kültürel sömürüsünü ortaya çıkaran ilimdir. Üçüncü-dünyâ’yı çirkinleşmiş kurt-zede kuzular yapan ilimdir...

Bilimsel metodolojiyi kimse sorgulamıyor. Sınırlı yapısıyla yanlış/eksik bir metodolojiye sâhiptir bilim.

Alexis Carrel’in dediği gibi, “İnsan dış-dünyâ içinde boğulup, bu alanda elde ettiği başarı ve ilerlemeleri ölçüsünde kendinden uzaklaşmakta ve kendi gerçeğini unutmaktadır”.
Bu boşluk öyle bir felâkete varmaktadır ki, insan bilim-dünyâ’sında elde ettiği şaşırtıcı başarılara rağmen, yine de hayâtının anlamını ve varlığının önemini tam ve doğru bir şekilde kavrayabilmiş değildir. Dewey’e göre, bu-günkü insan, kendini yönetme açısından dünkü insandan daha zayıf ve bilgisizdir.
Ali Şeriati:

“Evet, bu bilinmeyeni, yâni insanlığı bilmek, bir başka şeyi bilmekten çok daha gerekli bir ihtiyaçtır. Hayâti bir bilgidir bu. Eğer, insanı gerçek hürriyetine kavuşturmak ve ona mutluluk duygusu kazandırmak için yapılan bütün çağdaş bilimsel, sosyâl ve ideolojik girişimlerin başarısızlığa uğramasının nedeni, bütün bu girişim ve az-buçuk başarıların konusu -yâni insan- şu veya bu şekilde bilinemediğinden veya unutulduğundandır desek, hiç de abartma yapmış olmayız.

Bizim önde gelen bâzı mühendis ve mîmarlarımız, son derece gelişmiş teknik imkânlara dayanarak en iyi ve en çok kullanışlı evler yaptıklarını söylerler de, bu evde nasıl bir âile oturacaktır, nasıl bir özelliği vardır, tavır ve amacı nedir, temel ihtiyaçları nelerdir hiç düşünmezler... Bu durumda en güzel evi yapmışsın, ne çıkar?!

Büyük teknolojik imkânlar ve psikoloji alanındaki en son bilimsel bulgular sonucu, günümüz eğitim sisteminde şaşırtıcı ilerlemeler kaydedilmiştir. Ama, bütün bunlara rağmen yine de, bırakın (yeni bir nesli bilimsel ve teknik öğrenim ve zihnî gelişim peşinde koşturmaktan başka) parlak başarılar elde etmeği, pek-çok bakımdan, öyle ki dünün öğretim sistem ve kurallarıyla karşılaştırdığımızda bile, sonuç koskocaman bir sıfır olarak karşımıza çıkmaktadır.

Böyledir işte modern insan; belki bir insana atalarının bâzısından daha iyi şekil verebilir de, neye şekil verdiğini onlar kadar bilmez. Yaşadığı hayat mı? istediği biçimde yaşayabilir de, ama “niçinini” bilmediğinden “nasıl” yaşadığını da bilmez. Bunlar, kapitalist toplumlarda kimsenin cevap veremediği, komünist toplumlarda ise cevap vermeye cesâret bile edemediği temel sorulardır.

“Ekonomizm”, Francis Bacon’un deyimiyle, “bilimin gerçeği aramayı bırakıp, kuvveti aramaya yöneldiği”, endüstrileşmiş Batı kapitâlist toplumunun temel yaşama felsefesidir.

Bilim, dîne kölelikten kurtuluyor, ama kuvvetlinin emrinde ve kuvvete köle oldu. Mesih’i öldürüp, Sezar’ın bir başka uşağı hâline gelen kıt görüşlü ve katı bir bilime dönüştü. Tabiata egemen olmak ve işe kölelikten kurtulması için insanlığın âleti olması gereken makine, kendisi insanı köleleştiren bir mekanizma hâlini aldı” der.

FizikTEN MatematiĞE

Mahcub Taha:

“Kuantum mekaniğinin temel prensipleri, bir kimsenin sistemin durumunu belirlemesi için ya konum değişkenini ya da hız değişkenini kullanmasını, ikisini birden kullanmamasını gerektirmektedir. İki değişkenin bir-arada olması, tıpkı konum ve hız gibi, sistemin ölçülememesine ve ölçümlerin uyumsuz olmasına neden olur” der. 

“İndirgenemez komplekslik”te olmayan hiçbir şey yoktur kâinâtta. Hiçbir şey için belli bir sınırdan -ki bu atom sınırıdır- aşağısı için tahminlerin ötesinde konuşulamaz. Çünkü daha atomun temel parçacığı olan elektron bile belirsizlik ilkesi nedeniyle gözlemlenemez. Bu yüzden de gerçek ve mutlak-doğru bir tespit yapılamaz. “Mary’nin Odası” deneyinde olduğu gibi, gözlemlenemeyen tüm varlık için kesin-bilgiye ulaşılamaz. Bilim-teknoloji ne kadar gelişirse-gelişsin fark etmez. Zâten araştırma derinleştikçe araştırılan şey anlamsızlaşır. Artık incelediğiniz şey “o” değildir. Varsayımları inceliyorsunuzdur ve bulduğunuz ya da daha doğrusu “kabûl ettiğiniz” matematiksel sonuçlara “teori” diyorsunuzdur.

Mehmet Keçeci:

“Biz fizikçiler, evreni sürekli matematik formüllerle açıklamaya çalışan kişileriz” der.

Allah kâinâtı birilerini dediği gibi matematik ile kurmamıştır. Araca-örneğe ihtiyâcı yoktur çünkü. Örneksiz yaratmıştır. Evreni ruhsuz matematiğe göre kursaydı, kâinatta da ruhsuz olurdu. Gökyüzüne bakınca da hiç-bir heyecan duymazdık rûhumuza hitâp etmeyeceği için. İnsanlar sâdece, bu mûcize düzeni, kurdukları matematik ile idrâk ediyorlar ve görüyorlar. Ne var ki bâzen de yanlış çıkarımlar (Big-Bang) yapıyorlar, yanlış sonuçlara varıyorlar. Çünkü matematik denilen şey, insanların kurduğu bir sayısal sistemdir. Sonuçlar, evreni kendi ürettikleri matematiğe göre gözlemledikleri ve uyarladıkları için matematiğe uygun çıkıyor. Sosyolojiye uyarlasalardı sosyolojiye uygun çıkardı. (Bu daha iyi olurdu). İşte biz de diyoruz ki: Kâinâtı en iyisi dîne/Kur’ân’a uyarlamaktır. Çünkü kâinat dîne-fıtrata uyarlı yaratılmıştır.

  Hâki Demir:

“Matematik “aklî ilimler”dendir ve özü îtibâriyle “fikir”dir. Fizik ise pozitif bilimlerdendir ve özü îtibâriyle ilimdir. Bir mesele, ancak matematikle îzah edilebiliyorsa fikirden bahsediyoruz, fizik ile îzah edilebiliyorsa, bilimde bu durum, farklı bir matematik sistemin kurulmasının mümkün olduğunu fakat farklı bir fizik-biliminin kurulmasının mümkün olmadığını gösterir. Çünkü fizik-bilimi, az veya çok, varlığa bağlıdır ve varlığı tâkip eder. Kozmosun her-hangi bir koordinatında yer-çekimi kanununun aksinin de mümkün olduğu ispatlansa bile, yer-çekimi kânunu varlığını devam ettirir, zîra kâinâtın bir-çok noktasında bu kânun test edilebilir. Matematik evren ise tasavvurdan ibârettir ve farklı tasavvurlar mümkündür.

Fizik-bilimi, yirminci asır boyunca matematiği kullanma yoğunluğunu artırmıştır. Yirminci asrın sonlarına doğru matematiğin kullanılma yoğunluğu, teorilerin oluşturulmasında yarı-nispetine ulaşmış ve geçmeye başlamıştır. Bunun temel sebebi, fizik-biliminin, fizik evrendeki ilerlemesini, mevcut fizik kâideleriyle yürütemeyecek noktaya varmış olmasıdır. Gerçekten de fizik-bilimi, pozitif bilim kavrayışıyla ulaşabileceği ufka yaklaşmıştır. Ufkun müntehâsına varmamıştır ama yaklaşmıştır. Yer-yer fizik evren ile meta-fizik evren arasındaki sınır zorlanmaya başlanmıştır. Meta-fizik evren sınırına yaklaştıkça, fizik-biliminin verileri, kâideleri, nazariyeleri têsirini kaybetmeye, ilerlemeye yardımcı olmak yerine mâni olmaya, attığı her adımda kendi-kendisiyle çelişmeye ve çatışmaya başlar. Her şeye rağmen ilerleme çabasının netîce vermesi, ancak matematik ile mümkün hâle gelir. Bir müddettir böyle devam ediyor ve her gelişmeyle birlikte matematik yoğunluk artıyor” der.

Matematiksel sonuçlarla ilgili olarak bir yayında şöyle denir:

“Atom dâhil, atoma kadar “fizik âleme” insan bilgisi büyük ölçüde ulaşabilmiş. Ve bu âleme hükmedebiliyor. Laboratuarda inceleyebiliyor. Şekil verebiliyor. Sebep ve sonuçlarını bilimsel kurallara bağlayabiliyor. Ama meta-fizik âleme ise insan henüz ilk-adımı atmış durumda. İşte bu âleme insan bilgisi ve beyni hükmedemiyor. Bu âlemin olguları ve sonuçları büyük ölçüde “belirsizlik” sınırları içinde. Bir sistematiği yok. Örnek olarak insan düşüncesini oluşturan enerji parçacıkları olan fotonlar aynı-anda binlerce kilometre ötede ve yine aynı-anda her yerde etkili olabiliyor”.

Bülent Akyürek:

“Îman, matematik hesaplarından önceki duraktır” der.

Big-Bang sürecinin her aşaması amaçsızlıkla sonuçlanıyor. Teleolojik bir neden yok. Big-Bang süreci teleolojik değil, teleonomik bir süreçtir. “O aşamada neden öyle oldu?” sorusuna: “e öylesi daha uygundu da o yüzden” diye cevap verirler. Her aşamada sonuca bilimsel bir kılıf bulurlar böylece. Tabi bunlar yine masa-başında “matematik” önermeler ve sonuçlardır. Yoksa, o olduğu varsayılan süreç hiçbir zaman gözlenemez. Çünkü deney-dışıdır. Karanlık madde mecbûren matematiğin bir sonucudur.

Atom gerçekten de matematik olarak bölünebilir fakat fizîki olarak bölünemez. Bölünse bile bir-şey görülemez, bilinemez, açıklanamaz.

Doğadaki tüm kuvvetler matematiksel isimlendirmelerdir. Gördükleri bir şey yoktur, çünkü kuvvetler maddî değildir.

Bir makâlede şöyle denir:

“Bilimde, özellikle de mikro-fizikte nötrino, kuark vb. parçacıklar “varlık” diye tanımlanmaktadır. Ancak bu parçacıkların varlığı günlük yaşamda algıladığımız (söz-gelimi toprak, petrol, masa gibi) nesnelerin varlığından farklıdır. Mikro-fizik dalında çalışan bilim-insanları bu parçacıkların varlığını kanıtlayamasalar da araştırmalarını sürdürebilmek için kuramsal (matematiksel) olarak kabûl etmektedirler.

“Atom-altı denen şey madde değildir, belki meleklerdir.

Bilim-adamları, Big-Bang Teorisi’nin matematikle bire-bir uyuştuğunu söylüyorlar ama, bu teori mi matematiğe uyuyor, yoksa, matematiği mi bu teoriye uyduruyorlar diye düşününce bâzı şüpheler ortaya çıkıyor. Aşağıdaki paragrafları okuyunca bu şüphelerin yersiz olmadığı daha iyi anlaşılıyor:

Gerçekte var olmayan şeylerin matematikte doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün olduğunu ünlü matematikçi Sir Herbert Dingle şöyle açıklar...

“Matematiğin lîsânı içinde biz doğrular kadar yalanlar da söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde bunların birini diğerinden ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle yada matematik dışında kalan bir akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun fiziksel karşılığı arasındaki muhtemel ilişkiyi inceleyerek. Kısaca, matematikte soyut/teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez”.

Ünlü matematikçi Freemann J. Dyson:

“Henüz insan aklı fiziksel evreni, matematiksel evreni ya da bunlar arasındaki ilişkileri tam olarak anlamanın yakınında bile değildir”.

Enis Doko:

“Matematik ilk bakışta anlaşmazlıklara yer olmayan bir disiplin gibi gözükse de, aslında matematikte bir-çok çözülmesi çok zor ikilem mevcuttur” der.

Matematik kişinin özgün bir yorum yapmasına izin vermiyor. “Zâten yapılmış olan” yorumları tekrâr ederek ve işleme tâbi tutarak kabûl edilmesini ön-görüyor. Bu yüzden matematik totaliter ve dayatmacı bir yöntemdir. Netîcede matematik, atom-altı denilen parçacıklar üzerinde açıklamalar yapıyor ve bu soyut varlıklar üzerinde de çalışıyor. “Gerçek olmayan” varlıklar üzerinde çalışıyor. Bu yüzden de matematiğin net gerçeklik için olduğunu söyleyemeyiz.

Ziyaüddin Serdar:

“Tabiatın yasaları gözlere silinmez mürekkeple yazılmış matematik formülleri değildir” der.

Roomen:

“Matematiksel ilkelerin matematiksel kanıtı sunulamaz” der.

Bekir Gür, Descartes’in Matematik Felsefesi” adlı yazısında:

Descartes, en basit geometrik kanıtlarda bile hatâ yapan insanlarla karşılaştığını, bunun üzerine kendisinin de başkaları gibi yanlışlık yapma ihtimâlinin bulunduğunu ve dolayısıyla eskiden kesin diye kabûl ettiği kanıt ve argümanların tümünü şimdi yanlış/geçersiz diye reddettiğini belirtir. Descartes, matematiksel önermelerle ilgili daha önceki görüşünü reddeder.

Bu-gün biliyoruz ki, Öklit’in paralel postulatının olumsuzu ile başka türlü matematiksel sonuçlara varabiliriz. Bu-günkü anlayışa göre, aksiyomlar mutlak doğru değil de doğru olarak kabûl edilen önermelerdir, dolayısıyla aksiyomlardan türeyen teoremlerin mutlak doğruluk gibi bir iddiası yoktur; kabûle dayalı olduğundan teoremler koşullu bir doğruluk değerine sâhiptirler. Özetle, matematiksel doğrular, Descartes’ın sandığının aksine, ontolojik veya mutlak bir özelliğe sâhip değil, koşullu doğruluk değerine sâhiptir.

Moderniteyi nitelendiren en önemli husus belki de, radikâl bir kopuş tezi ve bütün yeniliklerin kendisiyle başladığı sanısıdır. Latince bir ifâde vardır: Veritas filia temporis”. “Hakîkat zamânın çocuğudur” der.

Rakamlar yalan söylemez ama rakamlara yalan söylettirilebilir.

“Batı”nın insanlık, ahlâk, tevâzu gibi insana has değerler içeren bir cümlelik bile söyleyecek sözü olmadığı için sürekli bilim ile uğraşmakta, ilâhlaştırdığı matematiği öne çıkarmaktadır. Çünkü matematikte meta-fizik, duygusal, insancıl şeyler yoktur. Ruhsuzdur matematik.

Kâinâtın bu görünümde olması aslında “matematik olarak” imkânsızdır. Matematik, kendi uydurduğu formülleri kullanarak evrene bir hayat-öyküsü yazıyor. Matematik çok ruhsuz bir sistemdir. Çok fazla teoriktir. Fakat pratikte sonuç çoğu-kez matematiğin verdiği sonuçlarla uyuşmaz. (Bilim-adamları sâdece uyanları gündeme getirirler). Her-yanı “Ruh” içeren kâinât, bu ruhsuz matematikle ispatlanamaz. Meselâ matematiğe göre; 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 rakamlarıyla; 8, 12, 15, 24, 28, 36, 45 rakamları arasında, 1’den 50’ye kadar rakamların bulunduğu bir torbadan çekiliş yapıldığında, iki gruptaki rakamların çıkma olasılığı da aynıdır. İki grup da yedi rakamdan oluştuğu için, çıkma olasılıklarının aynı olduğu söylenir. Bu söyledikleri bir yanılsamadır. Çünkü ilk gruptaki rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki farklı özelliği vardır. İlk gruptaki rakamlar çok fazla komplekstir. Hem ilk rakam olan 1’den başlayarak sıralı şekilde 7 rakamına kadar sıralanmışlardır; hem de bu rakamlar düzenli bir sıra oluşturur. İkinci gruptaki rakamlar belli bir denemeden sonra çıkabilir, fakat ilk gruptaki rakamların olduğu şekliyle çıkması, sonsuza kadar deneme yapılsa bile imkânsızdır. İkinci gruptaki rakamlar basittir ve çok fazla bir özelliği yoktur; ilk gruptaki rakamlar ise süper-kompleks özelliktedir. İşte kâinât da ilk gruptaki rakamlar gibi süper-kompleks bir yapıdır. Bu yüzden de doğru hesap yapılamaz kâinât hakkında. İşte bu yüzden matematik çok-basit hesaplar yaparak evreni açıklamaya çalışmakla yanlış yapıyor. Çünkü kâinât süper-kompleks bir yapıdır.

Matematiğin her zaman doğru olduğu ne mâlûm? Matematik de pek-âlâ kurgulanabilir. Birinin bir matematik formülü bulması ve onunla evrenin yaşını hesaplamasının doğru olduğunun delîli nedir? Formülün doğru olduğunun delîli nedir? Evrende/Dünyâ’da karşılığı var mı? Bir fikrin/formülün sâdece var olması onun kesin doğru olduğunu göstermez. İşte bu sorun yüzünden hep “olasılıklardan” bahsediliyor. Hep “%”lerden bahsediliyor. Aslında ortada kesin bir şey yok..

Caner Taslaman bu konuda şöyle der:

“Matematik olan-bitenin (evrendeki gerçeğin) matematiği olduğu müddetçe hiç-bir paradoksu olamaz”. Eğer matematiğin ontolojik statüsünde (matematiksel kavramların kurgusal mı, gerçek mi olduğunda) hatâ yapılmazsa, paradokslar oluşmayacaktır. Nitekim bilimlerin ilerlemesinde matematiğin doğru uygulamalarının tartışılmaz bir yeri vardır. Kurgusal olarak tasarlanıp evrendeki gerçekliğe uymayan matematiğin ise bu ilerlemede hiç-bir katkısı olmamıştır. Bu matematik ancak bir oyalanma, bir fikir jimnastiği ve bir paradoks üretme kaynağı olmuştur”.

Teori mi önemlidir pratik mi? Pratiğin çok daha önemli olduğunu tartışmaya bile gerek yoktur. Fakat bu teori pratiği kendine âdeta kul etmek ister gibidir. Teori ne dediyse, pratik de onu ortaya çıkarmak için elinden gelen her şeyi yaparak, doğru-yanlış olduğuna bakmadan her şeyi söyleyerek pratiği teorinin kulu hâline getiriyor.

Hâki Demir:

“Yarım asırdan fazla bir zamandan beri fizik-bilimi, sürekli patinaj yapıyor. Genişliğine doğru “saha taraması” yaptığını söylemek mümkün ama ileriye doğru hareket etmekte fevkalâde zorlanıyor. Matematikten aldığı destekle bir müddet devam ettiği zannına sâhip oldu, ne var ki bünyesindeki matematik yoğunluk arttıkça kendi tabiatını kaybetmeye başladı. Patinaj yapmaya başlayan bir bilim-dalı (hattâ varlıklar bile) ya kendini inkâr etmeye başlar, ya değişmeye ve başkalaşmaya başlar ya da manevra yaparak istikâmetini değiştirir. Fizik-bilimi patinaj yapmaya başladığından beri, matematikle yaptığı flörtü bitirip evlenmeye doğru yol almaya başladı. Şimdi fizik bilimi ile ilgili temel soru şu; fizik intihar ederek alanını matematiğe mi bırakıyor, yoksa matematikle evlenerek yeni bir fizik-bilimine hâmile mi kalıyor? Veya soru şöyle sorulabilir; kendini, matematikle terkip ederek (sentezleyerek) yeniliyor mu yoksa matematiğe yeniliyor mu?

Matematikle olan münâsebetinin yoğunluğu her geçen gün artan fizik-bilimi, artık matematiğe karşı istiklâlini kaybetti. Sürekli matematik lehine gelişen münâsebetleri, yakın gelecekte tüm fizik-teorilerin omurgasının matematik tarafından inşâ edileceğini gösteriyor. “Geçiş alanı”, matematik lehine gelişmeleri şart kılıyor, bu alandan çıkmadığı sürece (ki çıkma imkânı da yok, sebebi de) matematik karşısında sürekli mevzî kaybedecek.

Matematik fikirdir, fizik ise bilim… Fizik, kendi alanını matematiğe (hangi sebeple olursa-olsun) terk etmeye devam ettiği müddetçe, ontoloji, eskiden olduğu gibi tekrar fikir (batıdaki adıyla felsefe) konusu olmaya başlayacak. Mâlûm, pozitif bilimler, sosyal bilimler ve rasyonel bilimler, batıda felsefeden doğmadır. Bilim-dalları felsefeden doğdu, ayrıldı, bağımsızlaştı, gelişti. Bu süreç sonunda felsefeye alan kalmadı (kendileri böyle düşündü) ve batı yirminci asrın başlarından îtibaren derin bir felsefî krize girdi. Pozitif ve rasyonel bilimlerdeki baş-döndürücü gelişmeler, felsefeyi tıkadı, kısırlaştırdı ve yok etti. Şimdi zamânın dâiresi tamamlandı, felsefenin çocukları olan bilim-dalları tekrar felsefeye dönmek zorunda kaldı. Fakat burada bir problem var. Pozitif ve rasyonel bilimler felsefeden doğdu (doğabilirdi) lâkin bu bilimlerden felsefe doğmaz. Çocuk babasını doğuramaz. Batı aslında yirminci asrın başlarında (özellikle Bergson’un ölümü ile) felsefeyi imhâ (aslında ihmâl fakat ihmâl yoluyla imhâ) etmekle intihar etmişti. Zaman dâiresini tamamladı ve felsefeye tekrar döndü ama felsefe yerinde yok.

Pozitif bilim olan fizik, matematik teoriler ile mesâfe almaya çalışıyor. Yâni fikir önden gidiyor, bilim arkasından geliyor. Fikir, iddiayı dillendiriyor, bilim onu test ediyor. Fikir, nazariyesini sunuyor, bilim onu “gerçekleştiriyor”. Pozitif bilimin ontolojik ufku, İslâm irfânının ontolojik ufkunun yanında çok güdük kalır. Eksik olan, İslâm irfan müktesebâtını idrâk edecek derin anlayış-sâhibi fikir-adamları ile fikri gerçekleştirecek, gerçek kılacak ilim adamları ve teknolojidir” der.

Kâinât sâdece matematiğin/Big-Bang’in târif ettiği/edebildiği kadar mıdır? Caner Taslaman:

“Bana göre doğa yasalarındaki hassas ayarlar, matematiksel betimlemenin avantajına sâhip olsalar da, doğa yasalarının varlığı daha da önemli bir boyuta işâret etmektedir. Kurgusal olup, gerçeklikte karşılığı olmayan matematiğin, fizik ile bir alâkası yoktur” der.

Kartezyen Felsefe’ye göre şekillenmiş modern-bilimde tek kesin bilgi, matematik ve fizikten çıkarılan ilke ve kavramlardan oluşur.

Bu-günkü matematik ruhsuzdur. O yüzden matematiğe kilitlenmiş insanlar evrendeki her-şeye ruhsuz bir gözle bakıyor ve ruhsuz yorumlar yapıyorlar. Çünkü matematik bakış-açısı her şeye matematiksel bir gözle baktığı ve yorumladığı için varlığa bir ruh yüklemiyor. Bu yüzden her şeyi standartlaştırıyor. Matematikten anladıkları hâlde matematiğin felsefesi olan meta-matiği anlamıyorlar. Bu, her şeyin standartlaşmasına yol açıyor ve bu da anlamdan yoksun bir dünyâ-algısı meydana çıkarıyor.

Atasoy Müftüoğlu:

“Hakîkati, matematiksel bir yaklaşımın/algının sınırları içerisine sıkıştıran bir Dünyâ’da insanî/ahlâkî bir gelecek olamaz” der.

Meselâ ruhsuz matematik; 1 ile 50 sayıları arasındaki, “1,2,3,4,5,6,” rakamlarıyla, “8,14,21,28,34,41” rakamlarını 1 ile 50 sayıları arasındaki “farksız rakam-grupları” olarak gösteriyor. Hâlbuki ilk gruptaki rakamlarla diğer gruptaki rakamlar çok farklıdır. İkinci gruptaki rakamlar 1 ile 50 sayıları arasındaki sıradan rakamlardır ve bu ikinci gruptaki rakamların 1’den 50’ye kadar sayıların olduğu kapalı bir torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde 8,14,21,28,34,41 rakamlarının çıkması olasıdır. Belli bir olasılık sonunda mutlaka çıkar. Fakat ilk gruptaki rakamların ikinci gruptaki rakamlara göre iki farklı özelliği vardır. İlki; bu rakamların arada boşluk olmayacak şekilde arka-arkaya gelmesiyken; ikincisi; bu rakamların ilk sayı olan 1’den başlayarak arka-arkaya gelmesidir. İşte bu yüzden ilk gruptaki bu rakamların kapalı bir torbadan 6 rakam çekmek kaydıyla teker-teker çekilmesi hâlinde çıkması imkânsızdır. Bu rakamlar sonsuz zamanlar ve sonsuz denemeler olsa bile 1,2,3,4,5,6 şeklinde sıralı olarak çıkmaz. Ama ruhsuz/klâsik matematik, iki gruptaki rakamların da çıkma olasılığını aynı görür. Çünkü ilk gruptaki rakamların düzenini/farklılığını/özelliğini/kompleksliğini/mükemmelliğini vs. göremez ve anlayamaz. Bunu anlayacak bakış-açıları/felsefesi olmadığı/oluşmadığı için bunu fark edemez.

İşte kâinât da aynen böyledir. 1,2,3,4,5,6 rakamlarının durumu gibidir. Bu nedenle mevcut duruma aşama-aşama gelmesi imkânsızdır. Sonsuza kadar zaman olsa da kâinât bu mükemmel hâle/duruma gelemez. Ancak ve ancak bir-anda yaratılırsa bu duruma gelir/gelmiştir. 

Caner Taslaman “Big-Bang ve Tanrı” adlı kitabında Cavalleri’den bir alıntı yapar:

“Cavalleri’nin dediği gibi: “Gözlemlere dayanan her değer gerçek bir sayı ile ifâde edilmelidir, yoksa o hayâli bilimin veya bilim-kurgunun konusudur.”

 Tabî ki de biz küçük-çaplı kâinâtta yâni Dünyâ’da ve belki Güneş sistemi içerisinde matematiği kullanabiliriz ve de kullanmalıyız. Fakat matematik kâinât ölçeğinde tam mânâsıyla işleyemez. O yüzden Cavalleri, böyle söylemekle rakamları/sayıları gerçeğin üstüne çıkartmış oldu. Gerçekler nesne, sayılar özne oldu. Bu büyük bir sorun. Matematiğin ilâhlaştırılmasını şimdilerde laik-seküler-kapitâlist dünyâ, insanları sömürmek için kullanıyor.

Matematik, matematik, matematik… Big-Bang matematiksel bir masaldır. “Şöyle şöyleyse şöyle olması lazım” derler. Yâni “yengemin … olursa amcam olur” der gibi. Hz. Ali ne kadar da haklı: “İlim bir noktaydı, câhiller onu çoğalttı”.

Bu evrendeki her şey ille de hesaplanabilir olmak zorunda mıdır? Penrose, matematikteki “polyonimo kümeleri”ni örnek vererek, genelde zannedildiği gibi determinist olan her sistemin hesaplanabilir olmak zorunda olmadığını, bu kümelerde olduğu gibi determinist bir yapının hesaplanamaz nitelikli olabileceğini belirtir.

Roger Penrose; Matematiksel anlayışın kendisinin bile matematiksel olarak ifâde edilmesine olanak olmadığını söylemektedir. Ona göre “anlayış” hesaplamadan farklı bir şeydir. Penrose, matematiksel anlayışın hesaplamaya dayanmadığını; olup-bitenlerin “farkına varmaya” bağlı olduğunu söyler.

Ockhamlı William’ın geliştirdiği ve “Ockhamlı’nın usturası” (Ockham’s razor) diye anılan tutumluluk ilkesi; her-hangi bir şeyi açıklamak üzere öne-sürülen birden fazla açıklama söz-konusu olduğunda, bunlar arasında, açıklanmak durumunda olanı en az sayıda açıklayıcı ilke ve kabûlle açıklayan ve olabildiğince çok şeyi açıklamayı başaranın seçilmesini söyler. Buna göre, en basit açıklama, gerçekliği olduğu şekliyle târif eden en muhtemel açıklama olma durumundadır.

Caner Taslaman:

“Evrende her-hangi bir gerçekliği daha iyi anlamamıza yaramayan matematiksel modeller Ockhamlı’nın usturasıyla kesilmelidir. Çünkü matematiksel bir model, ancak evrendeki gerçeklikleri anlamamıza katkısı olduğu ölçüde değerli olabilir. Yoksa salt zihinsel bir kurgunun ötesine geçemez” der.

BİLİMİN VE Bilim-adamlarının DAR Görüşleri

İnsanlar, bilim-adamlarının son derece bilimsel metotlarla çalışan, sâdece deney ve gözlemlere dayanan kimseler olduklarını zannederler. Bu nedenle bilimle ilgili olarak her dediklerine hiçbir araştırma yapma gereği duymadan inanırlar ve büyük bir yanılgı içine düşerler. Oysa teorilerin çoğu, masa-başında üretilmiş zihinsel teorilerdir. Zihnin ürünleri her zaman gerçekleri göstermez. Ve çoğunlukla evdeki hesap çarşıya uymaz. Çünkü insanın yapacağı her târif bir tahriftir.

Korintoslulara Mektup’ta “bilme” ile ilgili şöyle denir:

"Hepimizin bilgisi var" diyorsunuz, bunu biliyoruz. Bilgi insanı böbürlendirir, sevgiyse geliştirir. Bir-şey bildiğini sanan, henüz bilmesi gerektiği gibi bilmiyordur” (1.Ko.8: 1-2).

Masa-başında otururlarken akıllarına bir fikir geliyor ve bunu “teori” diye ortaya atıyorlar. Teori adı altında bir kampanya başlatıyorlar aslında. Sonra da bunu ispatlamak için kanıt aramaya koyuluyorlar. Yalan-yanlış ne bulurlarsa artık.. Zâten yeni devrimsel anlamda düşünceler de üretilemiyor. Evren hakkında söylenenler artık inovasyondan ibâret.

Bilim-adamları şunu demek istiyorlar sanki: “Bilmek istemediğimiz şeyler var-olmazlar. Bilmek istediklerimiz ise var-olurlar”.

İnsanlar bilim-adamlarını gözlerinde çok büyütüyorlar. Çünkü onları çok da tanımıyorlar. Ne derece yobaz olduklarının farkında değiller. Saadettin Merdin:

Orta çağda ortalık cadılardan geçilmiyordu. Cadı olmasından şüphelenilen binlerce zavallı yaşlı kadın yakılarak öldürülmüştü. Hattâ modern-bilimin metodolojisini şekillendiren F. Bacon, bu cadı mahkemelerinde senelerce yargıçlık yapmıştır. Kimse gerçekten cadı var mı? diye meseleyi sorgulayamıyordu. Günümüzdeki durum da orta çağdan farklı değildir. Nedense insanlar bir-takım moda akımların rüzgârında yelken şişirince, sorgulama yeteneklerini büyük ölçüde kaybediyorlar” der.

Caner Taslaman:

Biyolojide, özellikle 1953′de DNA’nın bulunmasından ve hücre içindeki yapıların keşfedilmesinden sonra hücre seviyesindeki çalışmaların çok geliştiğini düşünecek olursak, burada, geçmişten bu-güne kadar yapılan çalışmaların tamâmından fazla bir gelişmenin son 60 senede gerçekleştiğini ifâde edebiliriz. Mikroskop teknolojisinin gelişmesiyle berâber biyoloji çok hızlı ilerledi. Ama fizikte 20. Yüzyılın ikinci yarısında, ilk yarısında olduğu gibi, devrim sayılabilecek bir görüş yok. Kaos teoremi olduğu söyleniyor ama o da kuantum veya izâfiyet gibi evrenle ilgili önemli bir yasa sunmamıştır” der.

Bilim-adamlarının masa-başında otururken yapmayı en çok sevdikleri şey, varlığa “yaş” tâyin etmektir. Kâinâta da oturdukları yerden bir yaş tâyin edip: “13.7 milyar yıl” deyivermişlerdir. Hâlbuki evrende o kadar yaşlı bir varlık yoktur. Rakam büyüktür, çünkü akılları hep “çok”tadır. Bunun nedeni, “Gerçek Büyük”ten koptukları için kendilerine başka-başka “büyük”ler aramalarıdır. Bu yüzden rakamları/sayıları ilâhlaştırırlar. Kendileriyse o sayıların karşısında küçülürler. Bu küçüklük en çok da beyinlerine yansır ve küçüğü büyük, “Büyük”ü de küçük görürler. Küçük beyinler, büyük değerleri küçük anlarken, küçük değerleri ve sayıları da büyük anlarlar.

Bilim-adamlarının akılları temiz değildir, zehirlenmiştir bu ideolojiler ve düşünceler yüzünden.

“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaât (ibâdet) eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umut eden (gibi) midir? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).

Seyyid Kutub bu âyetin yorumunda:

“İşte geç saatlerinde secde ederek, ayakta durarak âhiretten korkan ve Rabb’inin rahmetini uman kimselerdir, gerçek anlamda Allah’ın âyetinde bilgisini övdükleri. Âyetin işâret ettiği ilim de bu ilimdir. Yâni Allah’a, takvâya hidâyet eden/yönlendiren ilim... Fıtratı bozan ve insana Allah’ı inkar ettiren bilgi değil. “İmâni temel ile fizik, kimya, biyoloji, astronomi, vb. deneysel bilimler arasında doğrudan bağlantı vardır. Çünkü bu tür bilimler, bozulmaya uğramış benliklerin istekleri ile insanları Allah’tan uzaklaştırma amacıyla kullanılmadıkları sürece, eninde-sonunda kişiyi Allah’a ulaştırır” der.

Bilim ve bilim-adamları almış başını gidiyor ama bu gidiş tekin bir gidiş değil. O yüzden bilime ve bilim-adamlarına yükses sesle bir “çüşş” demek lazım.

Bilim bâzılarını tutsak ederken aslında kendisi de tutsaktır.

Bir de Batı’nın bilim anlayışında “yanlışlanabilme” diye bir saçmalık vardır. “Yanlışlanabilir” diyorlar. Neden yanlışlanacak ki? Bu, Batı’nın bir oyunudur. Batı'nın çifte-ahlâkı ve politik temel tutumunun bir sonucudur. Yanlışlanabilir olacak ki; böylelikle hatâ ettiklerini anladıkları zaman “ne de olsa yanlışlanabilir olandı” diyerek rezil olmaktan kolayca sıyrılabilsinler ya da istedikleri zaman yine kendi çıkarlarına uygun yeni bir teoriye/düşünceye geçebilsinler. Bir şey doğru ise tam-doğrudur. “Az-doğru” olamaz. Herkese göre farklı bir doğru yoktur. Doğru tektir ve ondan başkası ya eksiktir ya da yanlış.

Bu teorinin (Big-Bang) kesin olarak doğru olup-olmadığını nasıl anlayacağız? Bekleyeceğiz ve göreceğiz. Ama ne zamana kadar? Hizb-üş Şeytanın, işlerine gelen yeni bir teori ortaya atacağı zamâna kadar.  

Ali Bulaç:

“Bize işâret edilen Dosdoğru Yol'a (Sırat-ı Müstakim) sırtımızı çevirip her bir defâsında sonu hüsranla, büyük acı ve yıkımlarla bitecek el-yordamı deneme-yanılma yöntemiyle Gerçekliğin Bilgisi'ni aramak, akıllı varlıklar olarak bizim özgün ve ayırıcı özelliğimiz olamaz” der.

Big-Bang teorisyenleri bu teoriyi sanki mutlak-doğruymuş gibi anlatırlar. Çıkmazlarından hiç söz etmezler. Oysa ki Karl Popper: "Bilim yanlışlanabilir olandır" der. Kant ve izleyicileri için ise, insan bilgisi olgusal-dünyâyla sınırlıdır; olayların gerisindeki “gerçeklik” hiç-bir zaman bilinemez.

Aslında batı aklı da bâzen izâfiliği öne çıkararak mutlak bir doğrunun olmadığını direkt-ya da dolaylı yollardan söylüyor.

Abdurrahman Arslan:

“21. yüzyılın hâkim kültürünün özelliği, her şeyin içini boşaltmaktır. Her şeyi anlamsızlaştırıyor, yerine göreceliliği koyuyor. Bize, “hakîkati aramayın, hakîkat yoktur” diyor. “Hiç-bir şey mutlak olarak doğru değildir. Doğru olan şey biraz sonra yanlış olabilir. Onu o-anda doğru olarak kabûl edin” diyor. Böyle bir kültürle karşı-karşıyayız” der.

Görecelilik demek, taraflılık demektir. Bu tarafın ne taraf olacağını konjonktür belirler.

Bilim tarihi yazımı, bilimin bir kurum olarak toplumsal örgütlenmedeki yeri ve kullanılış biçimlerinden bağımsız değildir. Bu nedenle de, bilimin tarihi, bu konumlardan yazılır.

Kuhn için “gerçekte bilimlerin hepsinin yapıca bir olmadığı” düşünülecek olursa, bilim etkinliğinin doğası gereği “bilimin birliğinden” ve dolayısıyla “genel ve  bütünsel bir bilim târihinden” söz edilemez. Yapılabilecek olan, farklı paradigmalardan oluşan bir alanı ya da farklı paradigmatik dönemlerden oluşan bir süreci farklı dillerin bir-aradalığı gibi görmektir.

Evreni açıklamak, onun sebebini açıklamakla olur. Evren, nedensellikle açıklanamaz. Çünkü her ilk nedenin de bir nedeni olmalıdır. Kendisi açıklanamayan bir ilk neden ise evreni açıklayamaz. Evreni açıklayabilecek olan, bir “ilk neden” değil, “ilk sebep”tir, bir amaçsal sebep. Çünkü ancak odur ki kendi amacıyla kendisini açıklar. Sebebin bizzat kendisi bize sebebini açıklar. Çünkü “neden” sonucunu içermez ama “sebep” amacını içerir.

Nedensellikle olmaz. Nedensellik bilmenin tek şartı değildir. A.Cressy Morrison:

“Gözümüzün önünde bir saatin başka saatler meydana getirdiğine tanık olsak, bu insanın ya da diğer canlıların üremesinden daha hârika bir olay mıdır? Ama insanların çoğu daha ilkokuldan merak duygularını yitirerek mêzun olurlar. Şu şunun sebebidir, o da onun. Ne kadar basit değil mi?” der.

Bilim sürekli olarak gelişir, ortaya yeni bulgular koyar ve bunlardan yeni sonuçlar çıkarır. Bu nedenle, bir zaman kesin ve tartışılmaz bir bilimsel gerçek sanılan bir teorinin, bir süre sonra bilimsel bulgularla çatıştığı ve aslında sâdece hayâli bir iddia olduğu ortaya çıkabilir. İşte Big-Bang Teorisi bu süreci yaşayan bir teoridir. 20. yüzyılda bilim-dünyâsının büyük çoğunluğu tarafından kesin ve tartışılmaz bir gerçek sanılıyor. Ancak daha sonra bilimin/felsefenin/fikrin ilerlemesi ile ortaya çıkacak olan bulgular/düşünceler, teorinin iddialarının hiç-bir geçerliliği olmadığını ortaya çıkaracaktır.

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki:

“Bâzı ilimler cehâlet ile aynı derecededir”.

“Bilim, kânunları bulmayla ilgilenir, kânunların neden var olduğuyla değil” denir. Fakat kânunlar Big-Bang’e göre bir süreç içinde oluştuğuna göre, kânunların olmasının ve içeriğinin de bir açıklaması olması gerekir. Hâlbuki gravitasyon kuvvetini, bırakın açıklamayı, onun nasıl anlaşılabileceği bile ön-görülemiyor.

Allah, hiç-bir mekânik/maddî süreçleri tâkip etmeden her-şeyi yâni “tüm sonuçları” bir-anda yaratmıştır.

Descartes, Tanrı’nın ancak mükemmel yaratılışı gerçekleştireceğini söylemiştir; o, ‘mükemmellik’ kavramına ters düşecek her türlü evrim fikrine karşıdır. Bu yüzden onun mekânik-evren tasarımında hiç-bir evrim fikrine geçit yoktur.

İki hidrojen ve bir oksijen atomu birleşince suyu oluştururlar, böylece suyun açıklaması bir ölçüde yapılır; ama suyun sâhip olduğu kimyâsal özelliklerin tümünün açıklamasını artık hidrojen ve oksijenle yapamayız.

“Planck zamânı, Big-Bang’den sonraki 10-43 sâniyedir. Bu zaman-diliminde sıcaklık 1032 Kelvin gibi müthiş bir değere ulaşmaktadır. Bu sıcaklık yüzünden, kütle çekim kuvveti, nükleer kuvvet ve elektromanyetik kuvvetlerin hepsi birleşmekte ve bu zamandan öncesi bilimsel olarak tanımsız olmakta, fizik-kuralları durmaktadır” denir. (Planck Aralığı olan 10-33 cm.’nin altındaki ortamda tüm hesaplar alt-üst olur ve çalışmaz. Yasalar geçerliliğini yitirir). Fakat yaşanan süreçte soğumayla berâber kuvvetler de oluşmaya başlayarak açığa çıkıyor. Bu durumda “her şeyi açıklayabilen” Big-Bang Teorisi neden kuvvetleri tam olarak açıklayamıyor ve özellikle de gravitasyonun ne olduğunu bilemiyor? Bu kânunların hepsi maddenin ta kendisi değil midir? Açıklanamayan bir şey olmaması gerekir. Hawking, “Ceviz Kabuğundaki Evren” kitabında,

“Eğer bilim kânunları evrenin başlangıcında askıdaysa, başka zamanlarda da yanlış olamazlar mı?” diye sorar.

Demek ki bu teori her şeyi açıklayamıyor. Aristo’ya göre, felsefe Dünyâ hakkındaki merak duygusuyla başlar ve bir kimsenin sorabileceği en derin soru, evrenin kökeniyle ilgilidir.

Planck-zamânı denilen “başlangıç”ın ilk 10-43 sâniyesi ile başlıyor bu süreç. Gerisi için ise “yokluk” deniyor. İyi de kardeşim, patlayan/açılan ve sonuçta madde olan bir şey var. O nedir ki? O aşamada fiziksel yasalar işlemiyorsa süreci devâm ettiren yasalar nedir? Her-şey potansiyel olarak “o şey”de olduğuna göre, yasalar da “o şey”de potansiyel olarak olmalıdır. Demek ki “ilk olan” şey de anlamanın konusu bilime göre. İyi ama ne patladı/açıldı/saçıldı/yarıldı/ayrıldı? Patlayan bir şey varsa açıklanabilmelidir. Ona “yokluk”/”tekillik” demek bir açıklama değildir. Bilime bak hele; açıklayamadığı/isim koyamadığı şeye “yokluk” diyor. Açıklayamadığı/isim koyamadığı şeyi yok sayıyor. O “patlayan”ın ismi nedir?. Ne patladı birâder? Yoksa çelik-çömlek mi patladı? J TOE’yi beklemekten başka çâre yok anlaşılan. “Zaman”la o da olur mu acaba..

Bilim-adamlarının kâinâtı araştırmaları bilimsel değildir. Çünkü bilim ancak, sınırları belli olan şey üzerinde çalışabilir. Yâni bilim-adamları, sınırlarını görebildikleri şeyleri inceleyebilirler. Sınırlarını bilmedikleri ve göremedikleri şey üzerinde söyleyecekleri her şey ya yorumdur, ya “zannetme”dir, yada “atıp-tutma”dır. Evet; bilim sâdece kompleks olmayan yapılar üzerinde çalışabilir. Kompleks yapıların açıklamasında başarı sağlayamaz. Kâinât ancak.. meta-fizik ile anlaşılabilir. O hâlde evreni araştıracak/inceleyecek olanlar sâdece, gökteki bu süper-düzeni tanımak ve benzerini Dünyâ’da da kurmak için araştırmalı ve incelemelidirler. Aksi hâlde bâzı merakları gidermekten başka boş bir iş olacaktır.

Caner Taslaman:

“Bilimin evreni târif ettiğine fakat açıklamadığına özellikle dikkat edilmelidir. Evrende yasaların nasıl vâr olduğunun açıklamasını bulmak istediğimizde, deneysel ve gözlemsel bilimin sınırlarından çıkıp felsefî değerlendirmelerin alanına girmemiz gerekmektedir” der.

Ali Şeriati:

“Mutlak gerçeğin temeli ve özü, bizim kavrayışımızın ötesindedir. Deneyimlerimizle, akıl yürütmelerimizle, sezgilerimizle edinebileceğimiz bilgiler, görünüşlerden ibârettir. Bilim, vârlığın işâretleriyle uğraşan bir alan olarak konumlanabilir ancak” der.

Comte’a göre bilim, felsefeden vazgeçebilir, çünkü bilim başlı-başına bir felsefedir.

Bilim düşünceyi kısar ve kısırlaştırır. Geniş düşünmeyi önler. Comte’cu bilim-anlayışı da genel bilim-anlayışından farklıdır. Görgücü (ampirist) ve olgucu (fenomenalist) bir temele dayanan bu bilim-anlayışına göre bilim ne maddeyi, ne rûhu açıklayamaz ve inceleyemez, sâdece betimleyebilir (tasvir eder); çünkü bunlar kendinde şey (numen)dirler; bilinemezler. Bu açılardan olguculuğun bir boyutu bilinemezciliktir. Bilim sâdece ilineksel (özle ilgili olmayan) olanla uğraşacaktır, bu da olgular (numen)dır. Bilim bu olguları  gözlemleyerek aralarındaki bağlantıları, yasaları kavramaya çalışan bir deney ve gözlem alanıdır.

Hâki Demir:

“Bilim, hüküm vermemeli, sâdece imkân alanını tarayarak ulaştığı netîceleri daha ilerideki safhaları da dikkate alarak nihâi hüküm mâhiyetine büründürmeden beyân etmelidir. Husûsiyetle bir hâdisenin imkânsız olduğunu söylemek mevkiinde değildir bilim. Bilim imkânsızları bilmez, sâdece mümkün olanları bilir. Mümkün olanlar ise ulaşabildiği gerçekliklerdir. Ulaştığı gerçekliklerle ulaşamadığı gerçeklikleri reddetme tavrı bilimin temeline aykırıdır. Fakat bilimin bu-gün geldiği ve işgâl ettiği mevkii, hükümler üreten ve bulduğunun dışında bir alanın olmadığını iddia eden mâhiyettedir. Bilim-adamları imkânlardan bahsetmek yerine imkânsızlıklardan bahsetmeye ve bunu da şiddetle ve tek salâhiyetli tavrıyla yapmaktadırlar” der.

Kâinâtın nasıl yaratıldığını araştırmak, “Bedîhiyat”ı (delil ve ispâtına lüzum olmayan açık şeyler) araştırmak gibidir. Oysa “bedîhiyatı araştırmak îcap etmez. Bunlar hazır/açık hâldedirler. Hazır/açık olan şey aranırsa kaybolur ve gizlenir” denilmiştir.

Bilim için “deney olmadan bilim olmaz” diyorlar, fakat söylediklerinin %90’ı deney-sonrası söylenmiş sözler değildir. Hattâ söyledikleri şeylerin çoğu zâten deneye vurulamaz. Atom-altı parçacıklar için ve kozmik ölçüde büyüklükler için deney-meney olmaz/olamaz. “Mikro”nun ve “makro”nun deneyi olmaz/olamaz. Bunlar bilimin konusu değildirler. Bilim sâdece, zâten gözlemleye-durduğumuz şeyler hakkında bir deney ve açıklama yapabilir.

Kâinâtın nasıl yaratıldığı ancak fideist/inancılık bir düşünce ile tatmin edici bir duruma kavuşur. Çünkü temel gerçekliklerin hiç-biri akılla kavranamaz. 

Zâten bugün, hem fizikte, hem ruh-bilimde, hem toplum-bilim konularında Husserl öğretisi adıyla egemenlik sağlayan fenomonoloji, bilimlerin temelini şu esasa oturtmuştur; Fizik-bilimi, maddenin özünü aramamalı -ki maddenin özü aranılacak bir şey değildir-, sâdece maddeleri -ki görünümler ve fenomenler; yâni kendi-kendine var olan bir gerçeğin çeşitli zâhiri yüzleridirler- incelemeye tabi tutulmalıdır. Fizik, bu demektir.

Gök-bilim ile uğraşan bilim-adamlarına! bir soru sorsanız doğru-dürüst açıklayamaz/anlatamazlar bile, kekeleyip dururlar. Saatlerce konuşurlar ama aslında bir şey anlatmazlar. Ey bilim-adamları; gayretinizi/deneylerinizi, sınırlarını gördüğünüz şeylere yöneltin. Bırakın kâinâtı bu şekilde îzah etme/edememe çabasını da, bir resim yapın, bir şiir yazın ya da bir türkü/şarkı söyleyin.. daha açıklayıcı olacağı kesin. Çünkü kâinât salt maddî bir yapı değildir. Ruh göz-ardı edilerek madde anlamlandırılamaz. Şiir için:Şiir sanatı, kozmik muammayı içinde taşıyan hayâtımızın kendi-kendine sormakta olduğu o müthiş sırdan vâsıtasız haberdar olma olarak kendini göstermektedir” denir.

Astronomi ile uğraşan bilim-adamlarının uzay için yaptığı tahminler, meteoroloji mühendislerinin havanın nasıl olacağını tahmin edişlerinin ötesine geçmez. Bilirsiniz; hava tahminleri bizi çoğu-kez yanıltır, söyledikleri gibi olmaz. Ya yağmura yakalanır ve üşütüp hasta oluruz, ya da gereksiz yere elimizde bir ceket ya da şemsiye gezdirmiş oluruz. Bilimdeki her açıklama aslında bir tahmindir. Bilim-adamları tahminlerine teori diyor. “Teori ne demektir?” derseniz, “tahmin demektir” derim.

Bilindiği gibi evrenin yaşı olarak açıklanan 13.7 milyar yıl, net rakam olarak belirlenmeden önce 15 milyar yıl olarak tahmin ediliyordu. (bu sayılar her zaman değişikliğe uğramaya mahkumdur) 15 milyar yıla nasıl ulaştıkları ise; patlamanın ilk-ânında patlama hızının kritik oranıyla orantılıdır. Patlamanın hızı belli bir noktadan düşükse 20, yüksekse 10  milyar yıl yaşında olması gerekiyordu evrenin. Hangisini seçeceğine karar veremeyen gök-bilimciler, iki rakamın ortalamasını alarak evrenin 15 milyar yıl yaşında olduğunu söylediler (daha doğrusu kabûl ettiler) ilk başlarda. Bir bilimsel yayında bu şöyle ifâde edilir:

“Huuble sabiti 15-30 km/sâniyedir. Bu sabit 15 alınırsa evrenin yaşı 10 milyar yılı, 30 alınırsa 20 milyar  yılı gösterir, bunun ortalaması alındığı için evrenin yaşını 15 milyar yıl olarak alırlar”.

Yâni; genişleme, milyon ışık-yılına göre sâniyede 15 km. ise evren 10 milyar yaşında, genişleme milyon ışık-yılına göre sâniyede 30 km. ise, evren 20 milyar yaşındadır. Hubble Sabiti’nin tam anlamıyla hesaplanmasında zorluklar vardır, bu da evrenin yaşının tartışmalı olmasına yol açmaktadır. Burada Einstein’a katılmak gerekir; “Tanrı zar atmaz”

Stephen Hawking:

“Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big-Bang'ten sonraki birinci sâniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi” der. Bu rakam imkânsızlığın göstergesidir.

Bilim neden her-şeyi parçalara ayırmaya çok düşkün? Bir-şey, “bütün hâlinde” mi daha iyi kavranır, yoksa parçalara ayrıldığında mı? Gothe; kavramak istediğimiz varlıkları parçalara ayırmadan ve canlı hâlde, organik yapıları içinde ele almamız gerektiğini söyler.

Bilim, olguları basite indirgemeden ele alamaz. Meselâ suya 2 hidrojen, 1 oksijen der. Ama bu elementleri birleştirince su oluşmaz. Zâten su, nitelik olarak bu iki elementin çok-çok üstündedir. Bu yüzden bilimi, olguları değersizleştirmekle suçlayabiliriz.

Hegel:

“Oksijenin belli oranlarda birleşmeleri yeni bir cismi, yâni suyu ortaya çıkarır. Bu yeni cismin nitelikleri oksijenle hidrojenin özellikleri bir-araya getirilerek oluşturulamaz. Yâni   bu yeni maddenin niteliklerini oksijen ve hidrojenin niteliklerinden çıkarsayamayız. Burada söz-konusu olan niteliksel bir değişmedir” der.

Kâinâtı anlamak için “parçacı bakış”tan ziyâde, “bütünsel bakış”la bakmak gerekir. “Bütün”e bakıldığında ancak onun ne olduğu görülebilir. Post-modernizm birci ve bütüncü bakışları üst-anlatılar olarak görür ve devrinin bittiğini iddia eder. Onlara göre olup-bitenleri bütüncül bir şekilde açıklamak totalitarizm ifâde eder. Ama kendileri sosyal olarak Dünyâ’ya bütüncül olarak bakarlar ve küresellikten bahsetmekten kaçınmazlar.

Hegel’in “bütünsellik ilkesi” her-hangi bir şeyin tek-başına ve içinde bulunduğu bütünden ayrı olarak ele alındığı zaman kavranamayacağını ileri sürer.

Paley; yerde bulduğu bir saatin nasıl orada olduğunu düşündüğü zaman; ayağına rast-gelen bir taş için düşündüğünden daha farklı sonuçlara varacağını söyler. Saatin değişik parçaları bir amaç için konmuştur, bu parçalar düzenli bir hareketi gerçekleştirerek zamânı göstermektedirler. Bu parçalar değişik bir şekilde bir-araya gelseler, ne saatin içindeki hareket gerçekleşir ne de saat bir işe yarar. Paley’in analojisini güçlü kılan unsur, saatin kökenini bilmeye gerek duymadan, sırf saatin yapısından sonuca gidebilmesidir.

Bilim mecbûren “şey”leri diyalektik bir önermeyle açıklamaya çalışır. İşte “karşıt”ın “sınırlı” olması yüzünden bilim de sınırlı sonuçlar üretir. Sınırın olduğu yerde ise “mutlak“tan bahsedilemez.

Bilim Felsefecisi Caner Taslaman indirgemecilik hakkında şöyle der:

“İndirgemeci anlayışta, bütünün, parçaların özelliklerinin toplamından ibâret olduğu savunulmuştur. Bu anlayış, bütün hakkında bilginin, parçacıklara hükmeden yasalardan çıkarsanabileceğini dile getirir. Parçacıkların bir-araya gelişi ve ayrılışı ile ilgili tam olarak bilgi edinilirse; bütün hakkındaki bilginin tümünün de elde edileceği indirgemeci yaklaşımla savunulur. İndirgemecilik, tamamen başarılı olmadığı alanlarda bile 'hakim paradigma' olmuş, pratikte başarılı olmadığında bile, prensipte başarılı olduğuna derin bir inanç beslenmiştir. Burada ilginç olan, maddenin kendisine indirgenmesiyle fenomenlerin açıklanabileceği zannedilen atomun, kendi parçacıklarının toplamı ile açıklanmasının mümkün olmadığının anlaşılmasıdır. Kâinât, parçaların toplamı değildir. Kuantum teorisinde atomlar, bir-çok kişinin kafasındaki Güneş-sistemine benzeyen atom modelinde -Rutherford'un modeli- olduğu gibi protonların, nötronların ve elektronların toplamı olarak düşünülmemelidir. Schrödinger denklemindeki dalga fonksiyonunda, elektronların müstakil varlığının bir önemi yoktur; elektronlar dâhil oldukları atomun sistemi içinde bir öneme sâhiptirler: Atomu betimleyen yasalar, elektron, proton ve nötronları betimleyen yasalardan çıkarsanamaz. Pauli Dışarlama İlkesi (Pauli Exclusion Principle) de bir atomun yasalarının, bu atomun bir parçası olan elektrona dâir yasalardan çıkarsanamayacağını göstermektedir.

Aspect ve arkadaşları; bütünün, parçaların toplamından fazla bir şey olduğunu, bütünü parçalara indirgeyip anlayamayacağımızı, parçaların birbirlerinden ayrıldıklarında, uzak mesâfelerde bile bütünsel özellikler gösterebildiklerini deneyleriyle doğrulamışlardır”.

Bilimin keşfettiği şeyler doğada zâten olan şeylerdir. Bilim-adamlarının yaptığı şeyler sâdece bu keşfettikleri şeylere isim ve anlam vermekten ibârettir.

Caner Taslaman:

“Kozmolojik delile göre, bu evrenin bir açıklamaya ihtiyâcı vardır ve evren, kendi açıklamasını kendi içinde barındırmaz; evrenin açıklaması ancak, zorunlu bir Varlık ile yapılabilir ki, bu varlığa Tanrı denmektedir” der.

Bir kısır döngü var.. Bilim-adamlarının ortaya attığı formüller her zaman eksiktir. İşte bu eksiklikleri kapatmak için yeni formüllere ve felsefelere ihtiyaç duyulmuştur.

Doğa yasalarının daha ne olduğu bile bilinip açıklanamazken, bu yasaların mutlak-kesin ve değişmez yasalar olduğu da ayrı bir sorundur.

Bilim-adamlarının sıkıştıkları yerde yardımlarına kara-madde, karanlık-enerji, anti.. vs. gibi sihirli kelimeler yetişiyor.

Bilim-adamlarının kâinâtı târif etmesi, körlerin fili târif etmesine benzer.

İnsanların her-birinin tek-başına görüşü gerçeğin ancak bir bölümünü yansıtabilir. Bu hususta Eflatun (Platon) şöyle der:

“İnsanlar, her yönüyle gerçeği idrâk edemedikleri gibi, ondan tamâmen uzak da olmazlar. Her insan gerçeğin sâdece bir yönünü idrâk edebilir. Şu misal bunun örneği­dir: Bir-kaç kör, filin yanına varırlar, her-biri onun bir organını tu­tar, eliyle kontrôl eder ve onun ne olduğunu kendine göre hayâl eder. Onun ayağını yakalayan, filin ağaç gövdesine benzeyen uzun ve yu­varlak bir yaratık olduğunu anlatır. Sırtına ulaşan, onun yüksek te­pelere benzeyen bir yaratık olduğunu söyler. Kulağını tutan ise, onun, düz, ince, katlanan ve açılan bir yaratık olduğunu söyler.

Gö­rüldüğü gibi bunlardan her-biri gerçeğin sâdece bir-kısmını idrak edebilmiş, diğer arkadaşlarını yalanlamış, Fil'in yaratılışını anlat­ma hususunda hatâ ettiklerini ve cehâlete düştüklerini iddia etmiş­lerdir. Görüyorsunuz bunlar gözleri kapalıyken doğru söylediklerini zannetmişler, sonra gözleri açılınca nasıl hatâ ettiklerini görmüşlerdir. Zâten ihtilaflar çoğu-zaman meselenin kapalı veya zor oluşundan değil, ihtilaf eden taraflardan her-birinin diğerinin görü­şünü bilmeyişinden doğar. Bu sebeple Sokrat şöyle der: “Münâkaşa konusu olan şey bilindiği takdirde her münâkaşa biter.”

Gözleri kapalıyken Fil hakkında atıp-tutan kişilerin, gözleri açılınca nasıl da hatâ ettiklerini gördük. İşte bunun gibi; bilim-adamları da “dev bir fil” olan evren hakkında kâlp-gözlerinin kapalı oluşundan, dolayısıyla idrâk yeteneklerini kaybettiklerinden dolayı ha-bire atıp-tutuyorlar. Kur’ân’ın nûruyla aydınlanıp bakmadan da gerçeği hiç-bir zaman göremeyecekler.

"Onların bilgilerinin erişebileceği sınır budur" (Necm 30). Seyyid Kutub bu âyeti yorumlarken..

Erişebildikleri bu bilgi sınırı aslında basittir, istediği kadar büyük ve önemli görünsün; yetersizdir, istediği kadar geniş kapsamlı görünsün; yanıltıcı ve sapıktır, istediği kadar doğru ve erdirici görünsün. Kâlbi ile, duyguları ile, aklı ile şu yer-yüzünün sınırlarına takılıp kalan insan hiç-bir önemli gerçeği öğrenemez. Oysa üstün-körü bir gözlem bile bu Dünyâ’nın dışında görkemli bir varlık alemi olduğunu ortaya koyar…

Çünkü bir bilginin gerçek bilgi olabilmesi için, şu varlık bütünü ile yaratıcısı arasındaki bağıntının özünü ve insan davranışı ile bu davranışa verilecek karşılık arasındaki bağıntının mâhiyetini kavraması gerekir. Bu bağıntıları kavramayan bilgi kabukta kalır, insan hayâtını yapıcı yönde etkileyemez, onu geliştirip yüceltemez. Her bilginin değeri, insan psikolojisi ve insanlar-arası ilişkilerin düzeyi üzerinde meydana getirdiği yapıcı etki ile ölçülür. Bu alanlarda yapıcı etkisi görülmeyen bilgi, teknolojik araçlar açısından gelişme, fakat insanlar açısından gerileme anlamına gelir. Teknolojik araçlarda insanın zararına gelişme sağlayan bilgiden daha kötü, daha zararlı bir şey olabilir mi? diyor.

Standart Modeli standartlaştırmaya çalışıyorlar.. Cern’de bulunmaya çalışılan şey, önerdikleri Standart Model için elzemdir. Modelin buna kesin ihtiyâcı var. İlle de zorlayarak orada bir şey (Higgs Bozonu) bulmaları gerekir ki önerdikleri şey gerçek olsun. İyi de neden ilk önce bulup sonra öneri sunmuyorlar?. Yâni neden “neden-sonuç” kuralına göre hareket etmiyorlar? “Sonuçlar” zâten ortada/evrende duruyor. Bilimin görevi, bu sonuçların nedenlerini bulmaktır. Bunu yapmamalarının nedeni sosyolojik/ideolojik/ekonomiktir.

On dokuzuncu yy.ın sonlarına doğru, modern bilim ve pozitivizmin temel var-sayımlarına karşı ‘laboratuarlarda’ başlayan bir eleştiri süreci söz-konusudur. Modern-bilimin nedensellik ve kesinlik ilkesi tarafından oluşturulan genel çerçevesi yine doğa bilimlerindeki bir dizi gelişme sonucunda sorgulanmaya başlamıştır. Özellikle ‘kuantum teorisindeki gelişmeler’, atom-altı parçacıklara gidildikçe kesinlik ve nedenselliğin arttığını kabûl eden modern-bilimin varsayımlarını değiştirmiştir. Kuantum teorisine göre, maddenin daha küçük birimlerine gidildikçe kesinlik ve nedensellik artmamakta, azalmaktadır. Kuantum teorisi ile koşut olarak gelişen diğer teorilerden biri de Heisenberg’in ‘belirsizlik teorisi’dir. Belirsizlik teorisinde kuantum teorisince modern-bilime yöneltilen eleştiriler sürdürülmektedir. Bu teoride de modern-bilim tarafından yüzyıllarca bir doğa-yasası olarak kabûl edilmiş olan nedensellik ilkesinin sorgulanması söz-konusudur. Bunu izleyen bir diğer gelişme, Boutroux’un ‘zorunsuzluk doktrini’dir. Burada da temel olarak modern-bilimin atom-altı parçacıklara gidildikçe nedensellik, kesinlik ve zorunluluğun arttığı yönündeki varsayımları sorgulanmaktadır.

Saadettin Merdin:

“Heisenberg kesin matematik formlarda fiziğin yetersizliğini, sınırlarını "belirsizlik ilkesi" ile çok güzel gösterdi. Kuantum fiziğinde bir olayı kesinlikle önceden tahmin edemeyiz; olma eğilimlerinden, bulunma olasılıklarından bahsedebiliriz. Bu da determinizmin çökmesi demektir. Hilbert önce küçük "Hilbert uzayını" ispatladı. Sonra bunun tersi olan "negatif delta Hilbert uzayını" kanıtladı. Burada zaman tersine akıyor, önce sonuç, sonra neden geliyordu. Böylece determinist nedensellik ilkesi de yıkıldı.

Karl Popper tarafından son yıllarda gündeme getirilen, mantıksal pozitivistlerin doğrulanabilirlik ilkesine karşı yanlışlanabilirlik ilkesi, David Hume'den beri gelen tüme-varıma karşı çıktı. Popper'in tezi çok basit bir mantığa dayanır. Bir önermeyi doğrulayamayız. Çünkü bunun için sonsuz sayıda deney yapmamız gerekir. Sonsuz deney yapamayacağımıza göre tüme-varım saçmadır. “Bütün canlılar tek-başlıdır veya tüm kuğular beyazdır” önermesi bize, hiç-bir zaman bunun tersiyle karşılaşmayacağımız garantisini vermez. Bu her-şeye septik bakmak olarak algılanmamalı, “şimdiki doğru kabûllenmeler” olmalıdır. “Asıl olanlar” çıktığında vazgeçip aslı kabûl edilmelidir.

“Bilim acaba objektif olabilir mi?.. Hayır. Zîrâ bilim ile değer (bilim-adamının şahsî değer yargıları) arasında ciddî bir ilişki vardır. Paradigmalarımız bir ölçüde deney ve gözlemlerimizi etkiler.

Bilim başlangıçta mânevi temellere, kültürel unsurlara bağlı olarak “bilim için bilim” diyebileceğimiz scientism anlayışına yönelmiştir.

Auguste Comte tarafından temelleri atılan pozitivizm akımı, günümüze kadar gelmiş, bu-gün “Viyana çevresi” olarak bilinen mantıkçı pozitivizm ile devâm etmektedir. Bu ekol, deney ve bilim-sebep-sonuç dışında hiç-bir şey tanımaz.

Antik dönemden bêri vârolan, özellikle Aristo mantığındaki sebep-sonuç arasındaki bağın zorunlu olmasına ilk îtirâz edenlerden biri de İ. Gazali’dir. İ. Gazâli neden-sonuç ilişkisini inkâr etmemiş, sâdece bu bağın zarûriyetini kaldırmıştır. Ona göre hâdise sâdece alışkanlık, iktiran, peş-peşe gelme hadisesidir. Güneşin doğmasıyla ışık arasındaki nedensellik ilişkisi zorunlu değil, alışılmış ilişkiler olduğunu (Güneş’ten hemen sonra ışığın gelmesi gibi) söylemiş, esas müsebbinin Allah olduğuna işâret etmiştir” der.

Kuantum fiziğinde klâsik-fiziğin ölçüleri geçmez. Kuantum fiziğine göre kâinâttaki parçaların toplamı kâinâttan büyük çıkar. Yâni kuantum teorisine göre Big-Bang Teorisi’nin tüm hesaplamaları yanlış çıkacağından dolayı teori de yanlıştır.

Kuantum mekâniğinde sebep-sonuç kuralı değil, sonuç-sebep kuralı işler. Yâni determinist bir yapı değil, indeterminist bir yapı hâkimdir kâinâta. Zâten sebep diye bir şey yoktur. O, Gazzali’nin dediği gibi; “tekrarlara/gözlemlerimize olan inancımız ya da beklentimizdir”. Allahu-alem bu evrende de sonuç-sebep kuralı işler. Biz olayları yavaş bir şekilde seyrettiğimiz için, dolayısıyla sonuç-sebep kuralını göremediğimiz için, olaylarda sebep-sonuç kuralının işlediğini zannediyoruz. Hız arttıkça, sebep-sonuç kuralı, sonuç-sebep kuralına dönmeye başlar. Eğer evren bir “sonuç”sa ve kuantum mekâniğine göre sonuç-sebep kuralı işliyorsa, evrenin görünür tarafı sebebinden önce oluşmuş demektir. Yâni sonuç-sebep kuralına göre kâinâtın “zamanla oluşması” düşünülemez. Çünkü kuantum mekâniğine göre parçacıklar sebep-sonuç zinciri olmaksızın birbirine bağlanırlar. Belki de Allah, insanın, meydanda olan evrenin, yâni “sonuç”un “sebep”lerini araştırarak sıfatlarını/isimlerini öğrenmesini ve görmesini istiyor.

Tabi bu söylenenler bizim algımıza göredir. Yoksa Allah sebebi de sonucu da birlikte bir-anda yaratır.

İsmâil Râci Farûki:

“Bilim, “sekülerleşmiş” tabiatın ötesinde tabiatın belli kalıplara -yani düzenli bir sisteme- göre işlediğini var-saymak zorundadır. Bu gereklilik bilimin temelini teşkil eder. O olmadan; yâni tabiî hareketin keyfî, intizamsız ve tesâdüfî olması ihtimâli hâlinde; bilim hiç-bir şekilde mümkün değildir. Bilim iddiasını, sebebin mevcut olduğu her durumda sonucun ortaya çıkacağı ve bilim-adamının bulduğunun da gerçek tabiat kânunu olduğu varsayımına dayandırır. Bu aynı sebepleri aynı sonuçların tâkip edeceği anlamına gelir. Bu varsayımın bağlayıcılığı nereden gelir? Batılı bâzı bilim-adamları, özellikle 19. yüzyılda yaşayanlar, tabiatın kalıplaşmış dokusunun tabiatın kendisinden, yâni deneysel gözlemden çıkartılabileceğini iddia etmişlerdir. Dahası bilimin gereksinim duyduğu ve bilim-adamı tarafından “nedenler” ile “nedenler” in sonuçları arasında bulunduğu varsayılan, işte bu türden nedensel bir bağlantı ve zorunlu ya da yanılmaz bir tahmin edilebilirliktir. 20. yüzyıl bilim-felsefecileri bu ön-yargının bilim-adamları tarafından üretildiğini göstermişlerdir. Sonuç olarak, tabiatın nizâmına olan “îman”ları, Einstein’ın izâfiyet teorisi ve Heisenberg’in belirsizlik ilkesiyle yıkıldığında, bilim-adamları daha mütevâzi olmaya başlamışlar ve pek-çoğu dine, Allah’a dönmüşlerdir” der.

Bilim-adamlarının sözleri birbirleriyle çelişki arz eder ve tutarsızdır. Kur’ân bu tür çelişkiler içindeki insanlara şöyle der:

“Siz, gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz” (Zâriyat 8).

Bir Müslüman olarak nasıl olur da, müslüman olmayan yabancıların geliştirmiş oldukları bir teoriyi %100 doğru kabûl edip, hiç-bir süzgeçten geçirmeden öpüp alnımıza koyabiliyoruz?

Evdeki hesâbı çarşıya uydurmaya çalışanlar bunu başaramamıştır. Hiç-bir zaman kâğıt üzerinde hesaplandığı gibi olmaz. Hesaplar tutmaz çünkü.

Tabî ki bilimin her alanında septik-şüpheci değiliz. Atom-altı ve yakın-gök ile ilgili bilimsel veriler %90 doğrudur ve yararlı sonuçlar verir.

“Bize düşen şu âyetteki emirdir: O hâlde, bırak onları, kendilerine vaâd edilen (hesap) günü ile karşılaşıncaya kadar boş konuşmalarla oyalansınlar ve (kelimelerle) oynayıp dursunlar” (Meâric 42).

bilimDE “MUTLAK”ÇI anlayış

Bilim-adamlarının bilim konusunda metotları nedir? Dünyâda başka bir bilim-anlayışı yok mu ve olamaz mı? Bâzı durumların keşfinde doğru bir metoda sâhip olabilmek, felsefeden, bilimden veya diğer yeteneklerden daha önemlidir.

Bilim-adamlarının evreni açıklamak için söylediği şeyler, kâinâtın mutlak-açıklamaları değildirler. Yeterli bir açıklamayı ancak “Mutlak Olan” yapabilir. Çünkü bir şeyi mutlak-anlamda açıklamak istiyorsak, o şeyi mutlak bir şekilde kapsamamız gerekir. Bu mükemmel kâinâtı anlamaya/anlatmaya Big-Bang’in gücü yetmez.

Kâinât da bir kitaptır. Fakat bu kitapta mutlak-anlamda anlaşılamayacak/gözlemlenemeyecek yerler vardır. Tıpkı Kur’ân kitabında anlayamayacağız “mukattâ” harflerinin olması gibi. Allah zımnen der ki: “Siz Allah değilsiniz ki her şeyi bileceksiniz.. Size bunu göstermek istiyorum”.

Kâinâtın bir açıklaması vardır ve bu açıklama evren-dışı bir söylem ile yapılmak zorundadır. Çünkü evren, kendi mutlak açıklamasını kendi içinde barındırmaz. Kâinâtın içindeki materyâlleri açıklamak, kâinâtı açıklamak demek değildir. Kâinât bir kitaptır ve bir yazarı vardır: Allah. Kâinâtı yazarından bağımsız anlamaya çalışmak da neyin nesi?

Bilim Teknik dergisi Ağustos 1993 sayısında şu cümleleri kullanmıştı:

“Daha fazla şey öğrendikçe, her şeyden daha az emin oluyoruz”. Bu cümle, haftalık bilim dergisi Science'nin AIDS üzerinde çalışan Dünyâ’nın en tanınmış 150 araştırmacısı arasında yaptığı bir anketin ortak cevabını oluşturuyor. Gerçekten de, artık kimse yıllardır savunulan tezler hakkında kesin yargılara varamıyor. Daha düne kadar doğruluğu tartışma götürmeyen kimi görüşler temelden yanlış olduğu anlaşılarak bir kenara bırakılıyor.

“Göklerin ve yerin gizemleri Allah'a âittir. (Göklerin ve yerin yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veya daha kısadır. Allah her şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

Ayrıca.. gerek Evrim Teorisi, gerekse Big-Bang Teorisi edepsel olarak da sakınca teşkil eder. Zayıf ve sınırlı kapasitede yaratılmış olan insan, sınırsız ve sonsuz olan Allah’ın yaratmasını, O’nun bildirdiğinden başka nasıl bilebilir ve anlayabilir? Bir balık denizi/okyanusu ne kadar anlayabilir/anlamlandırabilirse, insanlar da kâinâtı o kadar (yada biraz daha fazla) anlayabilir/anlamlandırabilir. Bu konuda yapılan her yorum yanlışlarla  dolu olacaktır. O yüzden insan edebe riâyet edip, Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmelidir. Allah’ın bildirdiği şey ise; her şeyi altı günde bir mûcize olarak bir-anda yaratmış olmasıdır. Kâinâtı ve insanı bu düşünceden yola çıkarak açıklamayı seçmeliyiz. Çünkü kâinâtın nasıl yaratıldığı konusu, gayba ilişkin bir konudur, bu yüzden mutlak olarak açıklanamaz. Big-Bang teorisi, “doğanın içinde kalma”, “her şeyi doğayla açıklama” mücâdelesidir. En-azından ilk-başta bu nedenle ortaya atılmıştır. Doğanın yasaları içinde kalarak kâinâtı açıklayamayız. Burada yapılması gereken tek şey, vahyin bildirdiği ve ifâde ettikleri kadarıyla yetinmektir.

Hakkâl-yakîni ancak Allah bilebilir. Aynel-yakin bilmeler ise her şeye uygulanamaz. En-nihâyetinde insanın bilebileceği/bilebildiği bu yüzden sınırlı olmak zorundadır. Bilinenlerin neredeyse tamâmına yakını “ilmel-yakin bir bilme”dir. İlmel-yakin bilmeler mutlak anlamda tatmin etmezler. Her-zaman bir “acaba” bırakırlar zihinlerde. Dünyâ’nın döndüğünü bile henüz tam anlamıyla aynel-yakin bir biçimde, yâni gözlerimizle tâkip ederek göremedik. (Böyle bir imkânın olup-olmadığı da mâlûm). Bu dönüşü ilmel-yakin olarak biliyoruz ve kabûl ediyoruz. Evet; ilmel-yakin bilmeler, sınırlı bilmelerdir. O hâlde biz hiçbir zaman yakîne ulaşamayız. Tâ ki.. ölünceye kadar.

Caner Taslaman:

“İnsani sınırlılıklarımız ‘kendi içinde evren’i tam olarak anlamamıza olanak vermemiştir” der.

Ksenophanes:

“İnsan doğruya değil, sâdece doğruyu andırana ulaşabilir. Tanrılardan hakîkati ve de yer-yüzündeki her şeyi öğrenen olmadı asla ve olmayacaktır da. Çünkü insan bir kez doğruyu tam tuttursa bile yine de öyle olduğunu bilmeyecektir” der.

“Kritikçi realist” doğa yasaları, “kendi içinde evren”i kısmen temsil ederler; doğa yasaları gerçeğe bir yakınlaşmadır ama tam olarak gerçeğin resmini vermezler. Bilimsel teorilerimiz ‘kendi içinde evren’ hakkında bilgiler sunarlar ama bu sunum eksiktir.

KÜSTAHLIK

“Çakan şimşekler neredeyse gözlerini alıverir; ışık verince hareket ederler, karanlık üzerlerine çökünce oldukları yerde çakılıp kalırlar. Şâyet Allah dileseydi, onların işitme ve görme (kâbiliyet)lerini ellerinden alabilirdi: Çünkü Allah her şeye kâdirdir” (Bakara 20).

Muhammed Esed:

“Bu âyetin bâriz anlamı şudur: “Ama O, bunu dilemez”. Yâni Allah, “hidâyete karşılık sapıklığı satın alanlar”ın günün birinde hakîkati anlayıp yollarını düzeltebilecekleri ihtimâlini dışlamaz. “İşitme ve görme (kâbiliyet)leri” ifâdesi, insanın fıtrî olarak iyi ile kötüyü ayırt etme yeteneğini ve dolayısıyla, ahlâkî sorumluluğunu ifâde eden bir mecazdır. Bana göre, “ateş yakan kişiler” kıssasında, bâzı insanların, hayâtın ve inancın ölçüye ve tahmine gelmeyen yanlarını açıklamanın ve aydınlatmanın bir aracı olarak yalnızca “bilimsel yaklaşım” adı verilen şeye güvenmelerine ve sonuçta, insan aklının kavrayış-alanı dışında her-hangi bir şeyin bulunabileceğini küstahça reddetmelerine bir atıf vardır. Bu kibirli küstahlık, Kur’ân'ın tanımladığı gibi, sâhiplerini -ve hâkim oldukları toplumları- kaçınılmaz olarak “neredeyse gözlerini alıveren” hayâl-kırıklığı yıldırımlarına mâruz bırakır, yâni, ahlâkî kavrayışlarını daha da zayıflatır ve “ölümün dehşeti”ni derinleştirir” der.

Kimse bu-günkü bilimsel buluşların ebediyen süreceğini zannetmesin. Çünkü; “her bilimsel buluş, eninde-sonunda bilimsel bir devrimle ortadan kaldırılır”.  

Franz Kafka:

“Kâinat anlamadığımız işâretlerle doludur” der.

Kâinâtta muhkem âyetler de vardır, müteşâbih âyetler de. Muhkem âyetler zâten bellidir, açıktır. Müteşâbih âyetlerin en doğru yorumunu ise sâdece Allah bilir.

Bilimsel tartışmaların %90’ı, agnostizm/bilinemezcilik ile noktalanır.

Hume, tekil-gözlemlerin sayılarının ne denli çok olursa-olsun, mantıkça genel bir önermeye varamayacağını söyler. ‘A’ olayı ile berâber ‘B’ olayını gözlersek, bu gözlemimiz binlerce defa da tekrarlansa, mantıkça bu olayların hep birbirini tâkip edeceğini söyleyemeyiz. Hume’a göre bu birliktelik beklentimiz mantıksal değil, psikolojiktir.

Bilim-adamları kendi bildikleri yasaları evrenin genel yasaları zannediyorlar. Ey “bilim-adamları”! evrenin kânunları sizin bildiklerinizle sınırlı değildir.

Bilim-adamlarında bütün kâinâtı tasarruflarında bulundurdukları vehmi vardır. Bu vehim yüzünden sanki kâinât hakkında her şeyi çözmüş edâsıyla gezerler/konuşurlar. Sanki bütün kâinâtı “alt” etmişlerdir. Bu vehim öyle bir hâle gelir ki neredeyse kâinâtı kendilerinin yarattıklarını söyleyecekler. Ey bilim-adamları! kendinize gelin!; kâinâtı/tabiatı “alt” edemezsiniz. Siz daha bir sivrisineği “alt” edemiyorsunuz. Kâinâtı/tabiatı “alt” ettiğinizi zannetmekle “halt” ediyorsunuz. Kâinâtın sâhibi siz değilsiniz. Kurtarın kendinizi bu kâinâtı/Dünyâ’yı “alt” ettim vehminden. Çünkü bu vehim yüzünden Dünyâ’yı alt-üst ediyorsunuz.

Caner Taslaman:

“Varlığın sırrını bilmeyenlerin evrenin sırlarını bildiği iddiası nasıl bir komedidir” der.

Kâinâtın sırrını çözdüğünü zannedenler! Bir-kaç galaksi, yıldız, gezegen, bulutsu vs. gözlemlemekle kâinâtın genel yapısını nasıl anladınız? Parçalara bakarak bütün ne kadar anlaşılabilir? Parçaların genel yapılarını ne kadar anladınız da bütün hakkında hüküm veriyorsunuz? Daha düne kadar gezegen dediğinizi şimdilerde gezegenlikten de çıkardınız. Demek ki, “daha önce zannettiğiniz” gibi değilmiş. Neden, “şimdi zannettiğiniz” gibi olsun? Hiç-bir şey parçadan görüldüğü gibi değildir. Parçadan görülenle bütünden görülen farklıdır. Parçalayarak nereye kadar varacaksınız? Aslında yaptığınız şey parçayı parçalamaktır. Çünkü kâinât da bir parçadır, bütün değil. Öyleyse yapılması gereken şey Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi; “parçadan gören, “Bütünü Gören”e teslim olmalıdır”.

Caner Taslaman da:

“Bütün, kendini oluşturan parçalardan daha fazla bir şeydir ve kendini oluşturan parçalarla açıklanamaz” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Modern ideolojik dogmatizm, vahyi yok saymakta ve bilimin modern-insanın âmentüsü olduğunu savunmaktadır. Bilimi dinin yerine ikâme etme niyetinin ardında Allah’ın hükümranlığı yerine insanlığın hükümranlığı düşüncesi yatmaktadır. İşlevi yalnızca gözlemlenebilir olgularla sınırlı olan bilim, modern-insanın en büyük mukaddesi hâline getirilmiştir. Hâlbuki hiç-bir bilimsel disiplinin “mutlak”ı ifâde edemediği bilinmektedir. Modern-bilim ilâhi vahye bir karşı-koyma olarak tezâhür etmektedir. Allah’ın yarattığı hiç-bir varlık kendisini Allah’tan soyutlayarak bir hayâtiyet ortaya koyamaz. Vahye dayalı bilimsel etkinlikler ancak İslâm’ın ön-gördüğü çizgi üzerinde ortaya çıkacaktır. 

Atasoy Müftüoğlu: “Bütün değer ve ahlâk-sistemlerinden bağımsız bir bilim ve teknoloji anlayışı/zihniyeti insan ve toplum hayâtına egemen olunca, bir dünyâ-görüşü hâlini alınca; insan-hayâtı da, toplum-hayâtı da, dünyâ-görüşleri de her tür anlam ve erdem-sisteminden bağımsız hâle geliyor. Teknolojik akılcılık, bilimsel-teknik uzmanlaşmayı mutlaklaştıran teknokrasi, teknolojik ön-yargılar, insanlığa mekânik kitle-katliamları çağını yaşattığı gibi, insânî varoluşun ve değerler dünyâsının parçalanmasını/yıkılışını da yaşattı. Teknolojik başarılar insanlıktan çıkmak pahasına gerçekleştirildi. Modern-seküler iktidarlar; mitolojileri, bilimi, sanatı, felsefeyi araçsallaştırarak bir ideolojiye dönüştürüyor. Bilim ve teknoloji daha çok kapitâlist çıkarlar adına kullanılıyor; bilim, sanâyileşme ve askeri-teknoloji üzerinde yoğunlaşıyor. Din'den bağımsız akıl, tek-bilgi biçimi olarak bilimsel bilgiye yaslandı. Bu durum, insanî anlam ve değerlerin, insanî durumların ve yönelişlerin, bilimsel bilginin ilgi-alanı dışına çıkarılması demekti. Sınırları teknik akılcılık tarafından belirlenen bilim-anlayışı, insanî değerlere îtibâr etmedi. Bütün mutlaklara karşı savaşan modern-bilim, sonunda kendi-kendisini mutlaklaştırarak içerisinden çıkamayacağı derin bir çelişkiye düştü. Kibirli bir bilim-zihniyeti insanî varoluşun ahlâkî/mânevî boyutlarına yabancı kaldı” der.

Allah Big-Bang sürecinin her ânına müdâhil ise, o hâlde yaratmayı bir zorunluluk ile yapmış demektir. Çünkü parçacıkların hareketleri ve başka parçacıklara ve yapılara dönüşmeleri zorunludur.

Dücâne Cündioğlu:

“Bir bilimsel yorum, ne zaman kibirle hâlelenir? Hiç kuşkusuz ki hesâba çekilemez bir yetkinlik iddiasında bulunduğu zaman. Ve/veya varlık karşısındaki tevazûunu kaybettiği zaman” der.

Kur’ân, insanların bilmediği ve kesinlikle de bilemeyecekleri şeylerin ardına düşmelerini yasaklar ve onları bundan dolayı sorumlu tutar:

“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlp, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ 36 ).

Kâinât Allah’ın fiilidir. Bu fiili fiilin sâhibinden bağımsız açıklamaya kalkmak saçmalıktır.

Kur’ân, güzel iş yaptıklarını zannedenlerin yaptığı işlerin ne kadar boş olduğunu şöyle açıklar:

“De ki: 'Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. “Onların, Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

Seyyid Kutub da tefsirinde bu konuyla ilgili şunları yazmıştır: 

“Yaratılışın varlığı hiç kimsenin inkâr edemeyeceği gözler-önündeki bir gerçektir. Allah'ın varlığı ve birliği ile ilgi kurmadan bu meseleyi açıklamak mümkün değildir. Allah'ın varlığı ile ilintilidir. Çünkü bu evrenin varlığı, O'nun varlığını kabûl etmeyi zorunlu kılmaktadır. Her şeyin amaçlı ve planlı bir biçimde gerçekleştiği bu evrenin varlığını, Allah'ın varlığını ve birliğini kabûl etmeye yanaşmadan îzah etmeye çalışan bütün çabalar mantıksal açıdan iflâs etmiştir. Zîra sanatının eserleri onun birliğini kabûl etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu eserlerin üzerinde planlama birliğinin, idâre birliğinin izleri apaçık görünmektedir. Aralarında sınırsız bir âhenk vardır. Bu da değişmez yasayı belirleyen bir irâdeyi kabûl etmemizi zorunlu kılmaktadır.

Atomun parçalanması ve kullanılmaya başlanması ile insanlık bilim alanında yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Fakat insanlık bugüne kadar Allah'ı hatırlamayan, O'ndan korkmayan, O'na şükretmeyen bilimlerden ve O'na yönelmeyen uzmanların araştırmalarından ne gibi bir yarar sağlamıştır? Bu bilim "Hiroşima" ve "Nagazaki"ye atılan atom bombalarının yol açtığı barbarca katliamlardan, doğunun ve batının tüylerini ürperten korku ve huzursuzluktan, her iki tarafı da yerle bir etme, yakıp-yıkma ve haritadan silme gibi tehditlerle sindirmekten başka ne fayda vermiştir?

Mehmet Bahadır: “İnsanlığa faydadan çok zarar getirmiş, îmandan çok inkâr hesâbına kullanılmış olan günümüz bilim anlayışı, vicdânını ve insanlığını askıya almış robot insanların elinde kaldığı ve Allah adına okunmadığı müddetçe insanlığın, kendi eliyle yontup sonra da taptığı gibi, bu modern puttan daha çok çekeceği var demektir”.

Gök-bilim araştırıcısı bir bilim-adamının; kâinâta baktıkça, onun hakkında bilgisi ve vukûfiyeti arttıkça îmanı da artmıyorsa, o bilim-adamı kâinâtı ya yanlış anlamıştır, yada eksik. Yanlış yada eksik anladığı için söyledikleri de yanlış yada eksik olacaktır. Bir şey yanlış veya eksikse doğal olarak doğru olmayacaktır. Eğer bakışına, bilgisine îman/inanç da katsaydı, karşılığında ilham ve yeni bilgiler alacaktı. Bu bilgiler “îmanlı bilgi”=”doğru bilgi” olacaktı ve dahası minnettarlığı da artacaktı. Bunlardan dolayı “Allah’sız” hiç-bir söz edemeyecekti. En azından konuşmasının sonuna; “Allahu-alem” sözünü ekleyecekti. “Îmanlı bakış” sâyesinde kendinde daha fazla kuvvet ve bilgi bulacaktı. Çünkü îman insana hürriyet kazandırır. Özgür olan insan ise nitelik ve nicelik olarak daha iyi üretim yapar. Üstad Mevdûdi’nin dediği gibi:

“Bir Müslüman (ki özgürdür) her bilgi şûbesini doğru görüşle tetkik eder; doğru hedefler için mücâdele eder ve doğru netîcelere varır”.

Modern-bilim tüm sınırları ortadan kaldırmak istiyor. Kaldıramadıklarını da kaldırabiliyormuş gibi gösteriyor. Hâlbuki kâinâtta mecbûri sınırlar vardır ve bu sınırlar aşılamaz. Aşmaya çalışanı “şihap”lar yakar. Yerin belli bir derinliğine inmek nasıl mümkün değilse, belli bir yüksekliğe çıkmak da mümkün değildir. Yanarsınız.

Unutulmamalıdır ki, Big-Bang Teorisi pozitivist sistemle, yâni sebep sonuç mekânizmasıyla işler. Bu ise kadere ve kaderin sâhibine bir karşı duruştur. Çünkü Allah için her-hangi bir sebep gerekmez. Dahası Allah her-hangi bir sebeple kayıtlanamaz.

Bu teori insanları “akılcı tapıcılık”a  yönlendiriyor. Tabi sonuçta da “içi-boş inanç”lara  sâhip insan-tipi çıkıyor ortaya.

Big-Bang Teorisi’ni savunan bilim-adamları kâinâtı ve kâinâtın yaratılışını anlatırken çok basit bir şeyden bahsediyormuş gibi ifâdeler kullanırlar. Hâlbuki kâinât mükemmel bir düzene sâhiptir. Kâinâtı seyreden "kendinde insan" büyük bir şaşkınlığa ve hayranlığa kapılır. Bu şaşkınlığı Kur’ân-ı Kerim şöyle ifâde eder:

“Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar” (Saffat 12).

Bilim, insanı “kendinde hâl”den uzaklaştırıyor. Ali Şeriati:

“Tabiat âleminin gerçeklerini bilmek ve onun sırlarından haberdâr olmak bizde öylesine yansır ki, kendimize ve toplumumuza karşı olan bilincimizi yalancı bir şekilde doyurur. Âlim kendini ve toplumunu, zamânını bildiğini sanır. Oysa ki o yalnızca “âlim”dir. Bilim bilim içindir demek, soyut bir şekilde, insâni ve toplumsal öz-bilincin bozulmasının bir etkenidir. Zamânımızın büyük üstadı ve Sartre'ın hocası Heideger'in dediği gibi: “Bilim, insanın o anlarda kendinden geçtiği zamanların birikiminin meyvesidir”! Yâni araştırma, bilim ve teknik, uygarlık, onların kurban edilmesiyle değerlenir! Bir incelemeyle meşgul olduğumuz ya da bir buluş veya keşfe daldığımız zaman, o durumda öz-bilincimiz yoktur, bir şey hissetmeyiz. O iş için bir araç konumundayız. Tekniği, bilimi, uygarlığı var eden bu hâllerin toplamıdır. Bütün bunların gerçekleşmesi kendinden geçme ânındadır. Hepsi insanın gerçek “kendi”nden uzaklaşması durumunda olmaktadır. Hepsi, insanın kendini düşünmekten uzaklaşması ve başka bir şeye dalması hâlinde, bir şeyin başka bir işe âlet olarak yaraması hâlinde gerçekleşmektedir. Teknik ve uygarlık böyle anlarda var olmuştur. Bu yüzden bilim bireysel ve toplumsal öz-bilince darbe vurmaktadır” der.

Bilim-adamlarının bir rüyası var; TOE. Bu rüyayı gerçekleştirebilirlerse hâşa Allah gibi her-şeyi bilebilecekler. Big-Bang’in sonrasını en iyi şekilde bildikten başka Big-Bang öncesini de en iyi şekilde bilebilecekler. Ama gel-gelelim hayâl ettikleri bu rüyâyı nasıl göreceklerini bilmiyorlar. Bu rüyâyı görmek için nasıl bir “istihâre”ye yatacakları hakkında bile bir fikirleri yok. Tek yaptıkları TOE hayâli. “Daha önceki”ni bulmadan, “daha sonraki”nin hayâli. Daha doğrusu ütopya. Çünkü bu hayâli gerçekleştirmek için tüm kâinâtın enerjisi bile yetmez.

Bilim bir gün her-şeyi açıklayabileceğini zannediyor ama, bilimin son 80-100 yıldır bilmedikleri/bilemedikleri bildiklerinden çok-çok daha fazla hâle geldi ve bilemedikleri ve bilemeyecekleri şeyler araştırmalar yapıldıkça artıyor.

Bilim-adamları kendi şahsî eğilim ve duygularına ilim ve kültür adını veriyorlar? Hakîkatten sâdece küçük bir parçayı keşfetmekle “bütün” hakkında her-şeyi çözdüm zannediyorlar. “Bütün” hakkında ahkam kesiyorlar. Hâlbuki “bütün” hakkında konuşmak ancak Allah’a mahsustur.

Söyledikleri şeyler “mağara”larının içinde yapılan konuşmalardır. Zanları bu yüzden devam edip gidiyor. Oysa “mağara”nın dışından her şey daha farklı görünür/görünüyor.

Kuantum mekâniği; “evrende “kesin” hiç-bir şey yoktur” der.

Bilim-adamlarının 19. yy.’da başlamış olan “her şeyi bildiğini sanma kibri” -ki hastalık derecesine gelmiştir- onları bir çok yanlış yapmaya götürmüştür. Çünkü kibir insana yanlış yaptırır.

Caner Taslaman:

“Allah’ın her hikmeti bilinir olsaydı tevekkül ne olurdu?” der.

Mesiri:

“Batı, paradigmasını, paradigmalardan bir paradigma olarak değil, gerçeği keşfedecek yöntem ve evrensel bilgiye giden yol olarak sunmuştur” der.

Big-Bang Teorisi kendi târihini hükmü altında tuttuğunu zannedenlerin, kendi târihlerini donduranların teorisidir. Modern kafayla düşünenler, kendi çağlarını târihin sonu zannederler. Zâten biraz mal-mülk tutmuş olanlar hep böyle demişlerdir insanlık târihinde. Bilim-adamları da mevcut çağı târihin sonu zannederler ve bilimi de ulaşılmış en zirve yerde görürler. Böylece neredeyse evreni kuşatmış olarak görürler kendilerini. Bahsettikleri bilimsel teoriler de bu durumda son noktadadırlar. Hâlbuki her “târihin sonu” zannedilen zamanlar ve bu zamanlarda yapılanlar bir zaman sonra, insanlar o zamanlarla o bilgilerle dalga geçecek kadar zırva hâline gelecektir.

"Onlar Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaradılışını mı gördüler? Onların bu şâhitlikleri yazılacak ve sorguya çekilecekler" (Zuhruf 19).

Mekke müşrikleri melekleri “dişi” sayarlardı. Hâlbuki meleklerin yaratılışlarını görmemişlerdi. Meleklerin yaratılışlarını görmedikleri hâlde onların “dişi” olduklarını iddia ediyorlardı. İşte aynı şekilde bâzı “bilim-adamları” da kâinâtın yaratılışını görmedikleri hâlde onun 13.7 milyar yıl önce vs., vs. aşamalarından geçerek yaratıldıklarını iddia ediyorlar. Bakın Seyyid Kutub bu konuda ne diyor…

Biz, varlıklar âlemine hükmeden yasanın bir yönünü keşfettiğimiz zaman sâdece varlık bütününün bâzı görünümlerini ve bâzı etkilerini kavrayabiliriz. Çünkü varlıklar alemini bütünüyle kavramamızı önleyen, bizzat bedensel yapımızdan, duyu organlarımızdan ve bunların neden olduğu alışkanlıklarımızdan kaynaklanan engeller vardır.

Big-Bang Teorisi, termodinamiğin 2. kanunu olan entropi kanunuyla da çelişir. Entropi kanununa göre her şey zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre her şey düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir.

En baba doğa kânunu (aslında Allah’ın kânunudur) olan Termodinamiğin ikinci yasası Entropi Kânununa göre, her-şey zamanla bozulmaya doğru gider. Fakat Big-Bang Teorisi’ne göre düzelmeye doğru gitmiştir. Her şey mevcut ideâl durumundan bir-önceki durumunda eksik bir yapıdadır. Yâni en ideâl hâlinde değildir. Zâten en ideâl hâlinde olsa oluşum devâm etmez. En ideâl olan hâline göre daha kötü, eksik, çirkin vs. hâlinde olan bir yapı, zamanla nasıl oluyor da iyi, güzel ve ideâl hâle gelebiliyor?. Entropiye göre zamanla bozulmaya doğru gitmesi gerekiyor ya!.  Ama teoriye göre zamanla düzelmeye doğru gitmiş. İşte bu, iki bilimsel olgunun çelişmesidir. Allah zâten başlangıçta en güzel şekilde yaratmıştır kâinâtı. İşte bu yaratma aşama-aşama değil, bir-anda olan bir yaratılmadır. Allah, koyduğu-yarattığı hiç-bir yasa ile kayıtlanamaz. Fakat Allah, yaratmayı yasalarından bağımsız yapmaz/yapmıyor. Aşama-aşama yaratılışta kötüden iyiye doğru bir gidişat entropi yasasına göre mümkün değildir. Tam tersine; bu yasaya göre iyiden kötüye doğru bir gidişat vardır. Bu nedenle de eksik yapılar zamanla en ideâl hâle dönüşemezler. İdeâl olmayan bir yapı, -hele ki milyarlarca yıldan sonra- düzelip, ideâl hâle gelemez. Entropi yasasına aykırıdır bu durum ve entropi yasasına aykırı olan bir teori çökmeye mahkûmdur. Çünkü hiç-bir teori entropi yasasıyla çelişemez. Entropi kânununa göre her-şey doğal hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Big-Bang Teorisi’ne göre her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Bu, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir.

Entropi yasası evrende (insanlar tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da söyler. Çünkü târif yapılırken bile entropi tarafından tahrif devâm eder. Arthur Eddington:

“Evren/Dünyâ hakkındaki bir teori, Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle uyumsuz olsa bile doğru olma şansı bulunabilir; ama entropi yasası ile çelişiyorsa hiç-bir şansı yoktur” der. 

Caner Taslaman:

“Bir teori belki diğer tüm teorilerle hattâ yasalarla bile çelişebilir ama termodinamiğin ikinci yasasıyla (entropi) asla çelişemez. Entropi ile çelişen hiç-bir teori kabûl edilemez” der.

Big-Bang Teorisini ciddiye alıp da tartışmaya bile gerek yok. Her-şey o kadar mükemmel ve bâriz ki; her-şey bir aşamanın olmadığını haykırıyor. Öyle ki; bu haykırışın sesi kâinâtın her noktasında yankılanıyor.

Entropi yasası evrende (insanlar tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da söyler. Çünkü târif yapılırken bile entropi tarafından tahrif devam eder. Evrendeki gerçek tahrifin ne durumda olduğunu zâten bilemeyiz. Çünkü hiçbir zaman evrenin “şimdi”sine bakamayız.

BİLİMsel ZIRVALıklar

Şöyle derler: Yer-yüzü … milyon yıl önce ateş koruymuş da sonra üzerine uzun yıllar yağmur yağmışmış. Peki bu yağmur nasıl oluşmuş da yağmış? Nerden yağmur toplanmış oraya buharlaşma olacak durum yokken.

Çağdaş bilginlerden biri bu konuda diyor ki;

"Eğer, yer-küresinin Güneş’ten ayrıldığı sıradaki sıcaklığı on iki bin derece civârında idi. Veya yer-yüzünün sıcaklık derecesi bu kadardı” şeklindeki görüş doğru ise, bu demektir ki orada tüm elementler özgür ve bağımsızdır. Bu nedenle önemli kimyâsal her-hangi bir oluşumun meydana gelmesi mümkün değildi.

Ama sonuçta yer-yüzünde “su” vardı. Bunun bir açıklaması olmalıdır. Anlatmaya devam ediyor:

Yer-küresi yada onu oluşturan parçalar yavaş-yavaş soğumaya başlayınca oluşumlar meydana geldi ve tanıdığımız gibi Dünyâ’nın hücresi oluştu. Darlık oksijen ve hidrojenin birleşebilmesi için sıcaklık derecesinin dört bin dereceye düşmesi gerekiyordu. Bu noktaya gelindiğinde elementler birleştiler. Şimdi bildiğimiz su meydana geldi. Ve yer-kürenin semasını kuşattı. Bu sıradan olay gerçekten korkunç büyüklükte meydana gelmiş olmalıdır. Bütün okyanuslar gökte bulunuyordu. Birbiriyle birleşmeyen elementlerin tamâmı havada gaz hâlinde bulunuyorlardı. Atmosferin dış-yüzeyinde oluştuktan sonra yere doğru inmeye başladı. Fakat ona ulaşması henüz mümkün değildi. Zîra sıcaklık derecesi binlerce mil uzaklıktaki mesâfeye oranla yere yaklaştıkça artıyordu. Doğal olarak suyun yer-yüzüne ulaştığı tufan zamânı geldi. Ulaşıp buhar şeklinde tekrar yükseliyordu. Okyanusların havada olduğu sıralarda soğumanın ilerlemesi ile meydana gelen taşmalar gerçekten her türlü tahminin üstünde beklenenin çok ilerisinde meydana gelmiştir. Ve bu coşku patlamalarla birlikte devam edip gitmiştir…

Dikkat eder misiniz! Bu anlatılanlar nasıl bilinebilir? El-cevap: “masal” ile. Ama bu işler masallarla olmaz.

Dünyâ’mızdaki bu kadar bol olan suyun nerden geldiği ya da nasıl oluştuğu sorusuna (manyakça verilen cevaplar hâriç) bir cevap verilemiyor. Çünkü bir-anda yaratılan şey için doğru-düzgün bir cevap verilemez. Onu cevâbı “Allah yaratmış” sözüdür.

“Ne yâni! Bunca bilim-adamının uğraşları boşuna mı? Boşuna mı uğraşıyorlar?” diyorsanız… İslâm’ın içinde değilseniz, otomatikman küfür yada cehâlet içindesiniz demektir. Bu küfür ya da cehâlet içinde olan kişi “yanlış yoldan” başladığı için, tâkip edeceği yol hep yanlış olacaktır. Ulaşacağı yer ve varacağı hedef de yanlış olacaktır. Bu yanlış yolda atılacak her adım da yanlış olacaktır. Laik-seküler ön-yargı ve laik-seküler ön-bilgiyle yola çıkanlar, mâneviyatı hiçe-saydıkları için gerçek bilgiye ulaşamazlar. Çünkü kâinâtın mutlak ve gerçek bilgisine ancak, maddî ve mânevi ilmi birleştirdiğiniz zaman ulaşabilirsiniz. Mâneviyata gözlerinizi yumduğunuzda “bâzı şeyleri” göremeyeceğinizden dolayı, gittiğiniz yoldan sapmanız ve yanlış yargılara varmanız kaçınılmaz olacaktır.

Muhammed İkbâl:

“Bu-gün, insanlık, evrenin mânevî bir yorumuna her şeyden daha çok muhtaçtır” der.

Dîni hesâba katmadan varacakları yargıların hepsi de yanlış olmaya mahkûmdur. Çünkü onlar tabiatın sâdece görünür yüzüne bakarak sonuçlara varıyorlar. Hâlbuki tabiatın bir görünür yüzü, bir de görünmeyen yüzü vardır ki bunlar birbirlerini etkilerler.

“Onlar, Dünyâ hayâtından (yalnızca) dışta olanı (zâhiri) bilirler. Âhiretten/görünmeyen yüzünden ise gâfil olanlardır” (Rum 7).

Seyyid Kutub:

“Allah’ın zikrinden gafletle sâdece dünyâ-hayâtı için çalışanlar -çağımızın bilim-adamları gibi- zâhirden/dış-görünüşten başka bir şey bilmezler. Gönül-rahatlığı ile alınabilecek bilgi türü bu değildir” der.

Bilim-adamları kâinâtı ele alırken, onu aşkın bir hakîkatin yaratması olarak değil, tabiatın bir ürünü olarak görürler. Bu durum onların kâinâtı yanlış anlamasına neden olur. Bu konuda Mehmed Alagaş şöyle diyor:

“Tabiat-perest denilen bu kimseler bir yaratık olan tabiatı yaratıcı yerine koymaktalar ve kâinâtın yaratılışını tabiata nisbet etmektedirler. Bunlara göre kâinât kendi içinde ve kendiliğinden varolmuştur.

Kendilerine bilim-adamı denilen bu kimseleri sapıklı­ğa götüren önemli bir neden, belki bir-çoklarımıza tuhaf gelecektir ama, kâinâtın birbirini tamamlayan, birbiriyle bü­tünleşen muhteşem ahengidir. Yaratılmış olan kâinâttaki bu muazzamlığı görüp, huşû içinde Yaratıcıya yönelecek­leri yerde; akıllarını zorlayan bu muazzamlığa takılıp kal­mışlar ve gördükleri muhteşem âhengi, gördükleri tabiata nispet etmişlerdir.

Tabî ki sonuç olarak yanlış, gözlem olarak ise eksik bir yaklaşımdır bu!.

Oysa gözlemledikleri gerçekleri biraz daha derinlemesine inceleseler, bu gerçeklerin üzerinde olan, bu ger­çekleri yaratan ve bu gerçeklere vaziyet eden ilâhi gerçeği anlamaları zor olmayacaktır.

Kısacık akılları ile Yaratıcının irâdesini, yaratılmış olan tabiata nispet edenler, tabiatı Allah'a eş koşan tabiat-perestlerdir.

İnsanlardaki yanlış kanaatları değiştirmek gerçekten çok zordur. Hele bunlar göklerle ilgiliyse o zaman iş daha da zorlaşır ve gökler hakkında doğruları söylemek “yürek ister” hâle gelir.

Bilimsel mitoloji”; Bu terim ilk defa bilim-felsefecisi Stephen Toulmin’in 1950’lerde neşredilmiş uzun bir makâlesinde yayınlanmıştır. Bir başka gözlemci Alasdair McIntyre ile birlikte yazdıkları kitapta Toulmin, Darwinizmin efsanelerinden giriyor, Türkiye’de de bir vakitler pek rağbet gören Freud Hoyle’un “Sürekli Genişleyen Âlem” nazariyesindeki akıl-almaz rakam oyunlarına kadar bir yığın mitolojik örneği zikrediyor ve bilimin modern çağda ne büyük bir mitoloji fabrikası hâline dönüştüğünü gösteriyordu:

“Bilimsel mitoloji, ne yazık ki okul kitaplarını pek sever. Halkın kafası bilim imajına teşnedir, bilimin kendisini ise kimse umursamaz. Herkes sonuçlarla ve mitolojik başlangıçlarla ilgilidir. Newton’un, kafasına düşen elma sâyesinde yer-çekimi kânununu keşfettiği yollu efsâne bunlardan biridir. Böyle bir olay vâki olmamıştır. Ancak bir kere yakıştırılınca, uzun saçlarla örtülü kafasını ovuşturmakla meşgûl Newton karikatürü, modern bilimin alâmet-i fârikalarından birisi hâline gelmiştir. İstediğiniz kadar efsâne-savarlar kurun, bu imaj sürüp gider muhayyilelerde.

Zâten efsânenin gerçekle bağlantısı da böyle bir şeydir. Gerçeklik ile şöyle veya böyle bir alâkası vardır efsânelerin. Fakat onu, gerçeklik düzeyinden kopartarak çok daha geniş bir yorum düzeyine, attâ masal düzeyine kadar sıçratmak mitoloji için garip bir şey değildir. Çünkü mitolojinin mantığı bunu gerektirir. O, gerçekliği tasvir etmek niyetinde değildir. Gerçekliğin yerine geçmek, onun yerini almak, işgâl etmek niyetinde de değildir aslında. Gerçeklik imajını avlamak ve ayartmak peşindedir o. Gerçeğin “bu” olduğunu değil, gerçekliğin “böyle görülmesi gerektiğini” söylemektedir bize. Ama bir-yandan da gerçekliğin başını okşamakta ve ona bir sus-payı vermeyi de ihmâl etmemektedir…

15 milyar yıllık sürece göre bilim olmaz. 15 milyar yıllık sürecin bilimi olmaz. O sürecin hangi zamânına göre bilim yapacaksınız?. Hangi zamânında ne gibi şartlar olduğunu bilemezsiniz. Geçmiş test edilemez. Adı üstünde.. geçmiştir. Ey bilim-adamları!; evren için “geçmişin târihi”ni yazamazsınız; ancak “geçmişin romanı”nı yazabilirsiniz.

Gerçek basittir. Bu uydurma teori ise anlatıla-anlatıla bitirilemiyor. Kesin sonuca ulaşılamıyor. Hak olan bir gerçek ise kısa bir şekilde hem de kemâl düzeyde anlatılabilir. Bununla ilgili bir yorumu Mehmed Alagaş’tan dinleyelim:

“Her-hangi bir görüş, kendisini ifâde edebilmek için ne kadar uzun anlatımlara ihtiyaç duyuyorsa, o görüşe o kadar ihtiyatlı yaklaşmamız gerekir. Çünkü hak ve hak görüşler, herkesin anlayabileceği çok kısa cümle ve anlatımlarla bile kendisini ifâde edebilirken; insanları haktan döndürmeyi amaçlayan bâtıl görüşlerin, insan­ların farkedemeyecekleri kadar geniş virajlar alabilme­leri için çok uzun anlatımlara, çok geniş te’vil ve yo­rumlara ihtiyaçları vardır.”

Modern insanın en büyük hatâsı, duyduğu bütün haberleri doğru zannetmesidir. Bu, iletişim organlarına olan güvenindendir. Oysa Kur’ân bize duyduğumuz bir haberi ve bilgiyi iyice araştırmamızı telkin eder:

“Ey îman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehâlet sonucu bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz” (Hucurât 6).

Sümerli düşünürler de konular üzerindeki düşüncelerinin tartışmasız doğru olduğuna ve evrenin nasıl yaratılıp işlediğini kesin olarak bildiklerine inanıyorlardı. Şimdiki bilim-adamları da aynı iddiadalar. Neden şimdi onların dediklerinin mutlak-doğru olduğunu kabûl edelim?

Delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramıyor işte.

BİLİMSEL SAHTEKÂRLIK

Big-Bang’cilerin bahsettikleri şeylerin çoğu gülünç şeylerdir. Bu komediyi şu şekilde anlatabiliriz:

Mâlûm olduğu üzere Evrim Teorisinde de böyle komedilere sıkça rastlarız. Meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit olduğunu bilmedikleri bir “diş” bulurlar. Bu dişi incelerken çeşitli hayâller kurarlar. En yakın dostları olan Şeytan da onları vesveseleriyle destekler ve böylece masal başlar… İlk önce bu dişin ...yıl önce yaşamış olan ...atamıza âit olduğunu düşünürler, sonra bu diş üzerinden sözde sâhibinin bir resmini çizerler, hem de yumuşak dokularıyla berâber. (yumuşak dokuların şekli/hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde olabilir). Diş’in sâhibi atamız! belirlendikten sonra sıra gelir atamızın karısına, sonra oğluna, tabi bir de kızına. Artık âile tablosu ortaya çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten yola çıkarak mutlu bir âile tablosu çizilmiştir. Bunu, tablonun reklamını yapıp cicili-bicili sözlerle câhillere anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun gibi masallarla doludur. Kısaca; “arzularının salıncağında sallanıp dururlar”.

Evrim Teorisi adına yapılan çok önemli sahtekârlıklardan biri “Piltdown adamı” (Eoanthropus Dawsoni) ile ilgilidir. 1912 yılında Londra Tabiat Târihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson, bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş âletler bulduklarını açıkladılar. İngiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, insan evriminde büyük bir boşluğu doldurduğu ve 500.000 yıl önceki bir canlıya âit olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot ile çene kemiğinin toprakta ancak bir-kaç yıl kaldığı, kafatasının ise bir-kaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Bu bilgiler elde edildikten sonra yapılan detaylı araştırmalarda, kemiklerin, eski görüntüsü verilebilmesi için boyayıcı maddeler ile işleme tâbi tutuldukları saptandı. Ayrıca dişler çene kemiğine yerleştirilmek için zımparalanmıştı. Maymun çenesi ile insan kafatası bir-araya getirilerek sahtekârlık yapıldığı detaylı araştırmalar ile doğrulandı. Bu örnek 40 yıl boyunca, bir sahtekârlık ürününün bilim-insanlarını ne kadar kolay yanılttığının bir delîlidir. Sahtekârlık yapılmasından daha önemli olan, mevcut paradigmaya uyum sağladığı, hattâ destek verdiği için, sahte bir delilin, 40 yıl boyunca bir-çok bilim-insanını ciddî şekilde yanıltıyor olabilmesidir. Paradigmaya uygun olan delil ciddî analizlere tabi tutulmamış, elde ciddi veri olmadan Piltdown adamının yaşı 500.000 yıl olarak belirlenmiştir. Oysa Evrim Teorisi’nin görüşlerine çok aykırı sahte bir fosil îmâl edilseydi, “hâkim paradigma” olan görüşe aykırı bu fosildeki sahtekârlığın hemen tespit edileceğini, Kuhn’un yaklaşımından esinlenerek tahmin etmek mümkündür. Piltdown adamı 40 yıl boyunca Evrim Teorisi’nin en önemli delillerinden biri sayılmasına karşın, bu sahtekârlık ortaya çıkınca, sonradan yazılan ders kitaplarından çıkartılmıştır.

İşte bunun gibi Big-Bang Teorisi de, aslında olmayan bir patlamanın, olmayan “iz”inden yola çıkarak yukarıdaki hikâyeye benzer bir masal anlatmıştır. Bunun reklamını da en iyi bir şekilde yapmıştır. İnsanlar da zannediyorlar ki… “vay bee!; bilim-adamları kâinâtın başlangıç anını hesaplayıp buldular”. Hayır, asla! kendileri de çok iyi biliyorlar ki buna güçleri yetmez. Bu “gayb” ın konusudur. Gayb’ı ise yalnız ALLAH bilir.

Bilim-adamları kendilerine ilâh arıyorlar. Aynen, hemen yukarıda anlattığımız “diş” te olduğu gibi. Gözlemledikleri noktacıkları “bilgisayarın yardımıyla” resmedip onu olağan-üstü olarak kabûl edip kamu-oyuna lanse ediyorlar. George Smoot, sözde kozmik fon ışınımı görüntüsü için “Bu, Tanrı’ya bakmak gibi bir şey” der. Zâten hep böyle olur; kendi ürettiğini hemen ilahlaştırmak.

Aslında evrenin bizzat kendisi Tanrıları olmuştur çoğu bilim-adamının. Mesela Einstein, 1954 yılındaki bir mektubunda inandığı şeyin bizzat evren olduğunu şu ifâdelerle söyler:

“Dînî kabûllerim hakkında okuduklarınız elbette bir yalandan ibâret, sistematik olarak tekrar ettirilen bir yalan bu. Kişisel bir tanrıya inanmıyorum ve bunu asla saklamadım, hattâ açıkça dile getirdim. İçimde dînî olarak adlandırılabilecek bir şey varsa bu, bilimin açıklayabildiği hâliyle evrenin yapısına karşı duyduğum sınırsız hayranlıktır”. “Kişisel” bir Tanrı’nın varlığına inanmadığını söyleyen Stephan Hawking, “eğer isterseniz bilimin yasalarına Tanrı diyebilirsiniz” der.

Bâzı bilim-adamları çoğunlukla ispatlayamadıkları, duvara tosladıkları yerlerde bilimsel sahtekârlıklara başvururlar. Meselâ Samanyolu Galaksisi’nin resmini çekmişlerdir. Bilindiği gibi bir resmi çekmek için o şeyin dışında olmak gerekir. Samanyolu’nun bırakın dışına çıkmayı, onun dışına nasıl çıkılacağı hakkında fikirleri bile yoktur. O yüzden gördüğünüz o resimler sahtedir.

Daha Dünyâ’nın hatâsız doğru bir haritası bile çıkarılamazken, kâinâtın haritasının çıkarıldığını iddia etmek, gülmenin “farklı yerlerle” yapılmasını gerektirir.

Sevan Nişanyan, bilimsel ahlâksızlık hakkında târihsel örnekler de vererek şöyle der:

“Bilimsel yöntemin (ve belirtelim ki, bilimsel ahlâkın) önemli bir özelliği de, "bilimsel" diye ileri sürülen tezleri, mevcut olan tüm karşıt görüşler ve karşıt gözüken olgularla sınama çabasıdır. Bir-takım yarım-yamalak ip-uçları üzerine tezler inşâ edilebilir; hattâ gerçekten yaratıcı bilim-adamlarının hareket noktası çoğu-zaman böyle yarım-yamalak ip-uçlarıdır. Ancak kendi inşâ ettiği tezleri, usanmadan, çekinmeden, aman vermeden, karşıt kanıtlarla çürütmeye çalışmak; çürüyen kısımları varsa onları budamak; ana-gövde çürüyorsa, onu da kesip atma cesâretini göstermek, bir bilim-adamını şarlatandan, propagandacıdan ve hâkim siyâsetin dal-kavuğundan ayıran başlıca farktır. Yanlış olduğu bilinen şeyleri, yanlışlığını bile-bile, dînî, siyâsi, millî vb. kaygılarla doğru olarak göstermek ve bilimsel mahfillerde savunmak ise, bilimsellik-bilim-dışılık tartışmasının ötesinde, doğrudan-doğruya "yalancılık" diye adlandırılan ahlâki kategoriye girer.

Örneğin, kimliği bilinmeyen bir-takım târih-öncesi kavimler hakkında, çeşitli ip-uçlarına dayanarak bir-takım varsayımlar ileri sürülebilir. Hattâ bu varsayımlar, bilim-adamları arasında ilginç kamplaşma ve inatlaşmalara neden olabilirler. Ancak bilim-dışı (örneğin: millî veya siyâsi) nedenlerle, bu varsayımlardan biri kanıtlanmış bir gerçek diye öne sürülür ve varsayımı kabûl etmeyenler aşağılanır ve susturulursa, karşımızda ciddi bir ahlâk sorunu var demektir. İpuçlarının zayıflığı oranında, ahlak sorununun ciddiyeti de artacaktır. Hattâ, örneğin, Osk dilinde “turutum” kelimesinin "dört" anlamına geldiğine dâir bir olasılık kesin bilgi olarak sunulup, bu da Osk'ların Türklüğüne kesin kanıt olarak gösterilirse, ahlâk sorununun da ötesinde bâzı ihtimâller gündeme gelebilecektir.

Siyâsi otoritenin emir ve direktifleriyle, ya da en azından siyâsi otoritenin gözüne girmek gayretiyle, "bilim-adamı" kimliğine sâhip kişilerin, yanlış olduğu bilinen şeyleri kamuoyu önünde savunmak zorunda kalmaları ise, kişisel ahlâksızlığın ötesinde, toplum yaşamında eşine ender rastlanan bir mânevi felâketin ifâdesidir. Roma imparatoru Caligula'nın Olimpos tanrılarından biri olduğunu gösteren felsefî çalışmalar (MS 1.ci yüzyıl), Fransa krallarının el değdirerek scrofula hastalığını tedâvi edebildiklerine ilişkin tıbbî kanıtlar (17.ci yüzyıl), Nazi Almanya'sında ırk konusu üzerinde yapılan araştırmalar ve Stalin döneminde Lenin'in beyni üzerinde yürütülen biyolojik incelemeler (20.ci yüzyıl) bu sınıfa girerler.

Bilimsel ahlâkın böyle bir darbe yediği toplumda, bilimsel düşünce bir daha uzun süre yeşeremez. Siyâsi otoritenin emrine uyarak veya gözüne girerek bilimsel kariyer yapılabildiği, karşı çıkanın ise horlanıp eziyet çektiği bir toplumda, bilimin zahmetli yoluna katlanacak kimse kolay-kolay çıkmaz. "Kötü paranın iyi parayı kovması" gibi, kötü bilim, iyi bilimi kovar: emirlere boyun eğerek yükselmenin mümkün olduğu yerde doğruda ısrar edenler sâdece reddedilmek ve unutulmakla kalmazlar; başkalarının ayıbını teşhir ettikleri için, ayrıca hırpalanırlar.

Kamuoyu önünde yalan söylemeyi kabûl eden bilim-adamı, her şeyden önce kendi vicdânı önünde bitmiş bir insandır. Kariyerine yönelik tehdit ortadan kalktıktan sonra bile doğru yola dönmesi güçtür; çünkü dönmek, geçmişteki aczini ve iki-yüzlülüğünü îtiraf etmek anlamına gelir. Kendisi yükselirken, doğru söylediği için akademik mahfillerden kovulan insanlara karşı suçludur ve bu suçluluk duygusu, saldırganlık şeklinde dışa vurulmaya devâm edecektir. Kendisi yalan söylerken onu onaylayan, destekleyen, alkışlayan meslektaşlarıyla aralarında suç-ortaklığının korkunç bağı vardır: birisi döndüğü gün, hepsinin foyası ortaya çıkmak zorundadır. Dolayısıyla hiç-birinin dönmesine izin verilmemeli, dönmeye yeltenenlere karşı en korkunç şiddet yöntemleri, en acımasız karalama teknikleri kullanılmalıdır.

Aslında bilimsel önermeler, bir-çok önermelerden sâdece bir-kaçıdır. Aralarından, ürettikleri formüllere uygun olanı alıyorlar. Formüllerin doğru olup-olmadığını kimse sorgulamıyor tabi.

Mesela Higgs bozunu.. Aslında görülmedi ve zâten görülemez de. Kütlesi olmayan bir bozon maddeye nasıl kütle verecek ki? “Kabûl edecek bir şey” arıyorlar. Bunun için de senaryo lâzım tabi. Bu kadar gürültünün nedeni bu.

Bir yazıda:

“Higgs'i nasıl gördüler? sorusuna: “Görmediler. Çünkü Higgs görülemez. Bir parçacıkla etkileşime girdiği-anda yok oluyor Higgs. CERN'deki bilim-insanları, onu yok olduktan sonra ortaya çıkan etkilerden hareketle saptayabiliyorlar ancak” diye cevap veriliyor.

Hâki Demir:

“Higgs bozonunun kendisinin kütlesi olmamasına rağmen, “varlığa” kütle kazandırdığını iddia etmek fizik bir teori değildir. Kendinde olmayanı başkasında meydana getirdiğini düşünmek, mevcut fizik verileriyle îzah edilemez. Higgs bozonu ile ilgili teori, özünde, kütlesi olmayan bir parçacığın, maddeye kütle mayaladığını kabûl etmektir. Denklem (teori), özünde böyle bir şeydir. Bu, matematik bir teoridir, dolayısıyla tasavvur ile ilgilidir, biraz zorlandığında ise meta-fizik bir teoridir. Kütlesi olmayan bir parçacığın, maddeye kütle kazandırması hâdisesi meta-fizik kavrayıştan başka neyle îzah edilebilir?

Higgs bozonunu bulduklarını mı zannediyorsunuz? Hayır… Bulamadılar. Gerçekten bu parçacığı buldularsa bile hâlâ onu bulup-bulmadıklarını bilmiyorlar. Elde edilen veriler, yeni bir parçacığın bulunduğuna dâir işâretler, alâmetler, izler taşıyor olabilir. Higgs bozonunu aradıkları için tüm dikkatleri ona yoğunlaşmış durumdadır ve higgs bozonunun muhayyel (tasavvuri) alâmetlerine benzettikleri bir parçacığın peşindeler. Ulaştıkları nokta (fizik-biliminin ulaştığı nokta), iki farklı şeyin (parçacığın) arasındaki benzer ve benzemez özelliklerini birbirinden ayırmanın fevkalâde zor olduğu bir aşamadır. Her-şeyin birbirine benzediği, aralarındaki farklılıkların asgarî seviyede ve anlaşılmasının fevkalâde zor olduğu bir aşamadan bahsediyoruz. Bunları söylerken, ukalâ bir tavırla, yapılan işin kıymetini azaltmak, inkâr etmek, reddetmek gibi anlamsız bir işle meşgûl değiliz. Söylemeye çalıştığımız şey, matematik (tasavvurî) olarak kurdukları denkleme âşina oldukları için, ulaştıkları safha îtibariyle her şeyin birbirine benzediği yerde, arzu ettiklerini görmeye meyledebilecekleridir. “Bir parçacık bulduk” diyorlarsa, bulmuşlardır. Fakat bulduklarının ne olduğunu anlamaları ve anlamamız için zamâna ihtiyâcımız olduğu açık. Elde edilen verileri (yine büyük ihtimalle matematik denklemlerle) değerlendirecekler ve bir netîceye (aslında bir kanaate) varacaklar. Ondan sonra konuyu daha rahat ve kolay tartışacağız” der.

Ockham’lının usturası, gereksiz spekülasyonları önlemeye, onlara değer vermemeye yarayan bir ilkedir. En basit açıklama, gerçekliği olduğu şekliyle târif eden en muhtemel açıklama olma durumundadır. Ockham’lı William’ın Usturası basitliğin erdeminden bahseder.

Hz. İbrâhim gibi zamânın astronomi bilimini sorgulamalı, üzerinde düşünerek “bâtıl olan”ları görmeliyiz ve demeliyiz ki: “Ben bâtıl olanları sevmem”. Fıtrat/İslâm-merkezli bu araştırma düşünme sürecinden sonra göreceğiz ki Big-Bang Teorisi de ilahlaştırılmış bir bâtıldır, modern bir hurâfedir.

TEKNOLOJİK YOZLUK

Ali Araf Arat, teknolojinin âileden başlayarak toplumu nasıl kişiliksiz bir hâle soktuğunu şu şekilde açıklar:

“Bugün modern/seküler kurgu toplumsal yaşamı kontrôl etme ve insan ihtiyaçlarını küresel pazarın belirlediği tüketim mantığı üzerine kurgulamıştır. Teknoloji ve kitle-iletişim araçlarında meydana gelen baş-döndürücü gelişmelere paralel olarak kitlelere yön vermek çok daha kolay olmaktadır. Başta medya olmak üzere bu alana yön veren ve küresel bağlantıları da olan şirketler yer-yüzünde ilâhlık taslayanların çıkarlarına hizmet eden bir yoğunlukla işliyor. Küreselleşme olgusunun âile yapısını iletişim araçları üzerinden kontrôl etmek istemesi yalnızca kendisine itaât ettirme çabasıdır.

Yeni nesil denilen ve akıllı! olarak reklâmı yapılan teknoloji, küresel pazar düzeni kurallarına itaât eden yeni nesil insanı erken dönemde itaât altına alma mantığı ile üretilmektedir. Burada hedeflenen asıl amaç işleyen küresel-pazar kurallarına itaât eden uyumlu yeni nesil insanları üretmektir. Android işletim sistemi adı verilen, daha çok zihinsel süreçleri kontrôl etmek için tasarlanan yeni nesil ürünler, âile kavramını devre-dışı bırakmak için tasarlanmıştır. Dışarıdan müdâhale etmek yerine içeriyi kontrôl etmek için tasarlanan ve geliştirilen zihinsel manipülasyon araçları amacına uygun işlemektedir. Yeni yetişen insan nesilleri hiç de mâsum olmayan ileri teknolojinin araçlarıyla, farkına varamayacakları yozlaşmış bozuk bir düzenin içinde, zihinsel sapmalara maruz bırakılarak, yozlaşmış bir yaşam sürmeye devam ediyorlar.

21.yy.’da yer-yüzünde Rabblık iddiasındaki seküler teknoloji İslâm’i değerlere uygun inşâ edilmiş âile kavramına tahammül edememektedir. İlâhlığını sekülerizm olarak dayatan modern Dünyâ’nın müstekbirleri, İslâm’ın bir değer olarak topluma işlendiği âile kavramını ruhsuzlaştırıyor, îtibarsızlaştırıyor, müstağnileştirerek yeni doğan nesilleri seküler tanrılarına kurban ediyorlar.

Müslümanlar yaşadıkları toplumda Rab kavramına uygun bir âile modeli geliştirmekte sıkıntı yaşıyorlar. Bu alanın daha çok modern teknolojik araçların kontrôlüne terk edilmiş olduğu görülüyor. İnsan yaratılmışların en şereflisidir. İnsanı şerefli kılan, kendi irâdesi ile Rabbine kulluk edebilen bir varlık olmasıdır. İnsanı Rabbinin terbiyesine uygun bir siyâsetle yönetmek insanı şerefli kılar. Müslümanlar tüm enerjilerini kontrôl edildikleri modern teknolojinin araçlarına karşı direnmek için harcamalıdır. Âileleriyle birlikte daha çok vakit geçirmeli, zamânı âileleriyle birlikte Rabbin terbiyesine uygun olarak işlemelidirler” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Çağdaş-dünyâ teknik gelişmelerle öne çıkmasına rağmen içi boşalmış değerler dayatmaktadır. Bu teknik gelişmeler korkunç sonuçlar doğurmuştur. Çağdaş-toplum tüketim toplumundan ibârettir. Sahtekârlıklarla doludur. İnsan özüne yabancılaşır, bencilleşir. Çağdaş-insan hesapçıdır. Çağdaş-dünyâ kötülüklerin güvence altına alındığı ruhsuz bir dünyâdır. Sürekli olarak kölelik üretir ve bu aykırılıkları bilimsellik kılıfıyla örter. Modern-dünyâ arzu ve korkulara dayanır. Modernizm kendisini kültür üzerinden egemen kılar ve temel araçları medya ve reklamlardır. Kitle-iletişim araçları birer fitne aygıtı olarak evlerimizin içerisine kadar girmektedir” der.

İnsanlar bilim-perest bir hâle getirildi. Bu, teknoloji hayranlığı sâyesinde yapıldı. “Henüz bilmiyoruz, ama bilim bize öğretecek” sihirli sözcüklerine ne kadar da inanıyorlar.

“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki olanları akledecek kâlbleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kâlpler kör olur” (Hacc 46).

İki çeşit akletme merkezi vardır. Zihin/beyin ve kâlp. Beyin göreceli ve hatâlı şeyleri bilen merkezdir. Kâlp ise gerçek bilgiyi bilir. Kâlpte kolay-kolay yanılmalar olmaz. Batı, kâlbi hesâba katmadan salt beyin-zihin ile çalıştığından, hatâ yapması çok olasıdır. Hattâ beyin, doğruya yakın olan bilgiye bile yüzlerce hatâdan sonra varır. Fakat kâlbiyle bakan kişi o şeydeki doğruyu daha bakar-bakmaz görür ve idrâk eder. Hele bu bakış kâlp akıl/zihin-beyin ve göz ile yapıldığında, kesin bir sonuç açığa çıkar. Yeter ki kâlp hastalığa yakalanmamış olsun. Kâlp ile bakan bir-nevi Allah ile bakar:

“Ve Biz, ona şah-damarından daha yakınız” (Kâf 16) Şah-damarı kâlbe açılır.

Aslında insanların bilim ile direkt bir ilişkisi yok. Daha çok bilimin ürünleri olan teknoloji ile yoğun bir ilişki içindeler. Teknolojiye sâhip olmayı “bilimsel olmak” zannediyorlar. Bilimin görünen yüzü olan teknoloji ilâhlaştırılmaya çok müsâit ve bilimin en sâdık poh-pohlayıcısıdır. Tabî ki yararlarının yanında zararları da birlikte getiriyor..

Ivan Illich:

Deneyimli bir tüketici için büyüsel teknolojilere safça bir güven duymaktan başka bir yol yoktur” der.

Neil Postman, toplumsal ilişkiler ve çocuk tasarımı gibi kültürün bütünü üzerinde büyük değişikliğe yol-açan teknolojinin giderek tanrısal bir statüye kavuştuğunu ve bu nedenle de sorgulanmadığını düşünmektedir. Ona göre, teknolojik gelişmelerin sonuçlarının olumlu ya da olumsuz olması toplum tarafından irdelenmemektedir; çünkü insanın anlama ve duyumsama yetenekleri teknolojinin egemenliği altına girmiştir. Teknolojiye olan bu “körü-körüne inanç” bir teknoloji çokluğu ve egemenliği yaratmaktadır. Üzerinde fazla durmamakla birlikte Postman, teknolojik egemenliğin toplumsal temellerinin kapitâlist dizgenin içinde olduğunu düşünmektedir.

Mekânikleşme aracılığıyla “homo economicus”, en fazla kârı amaçlamaktadır. Bu nedenle insanlar “tanrının çocukları” ya da “yurttaş” olarak değil de “pazar faktörleri” ve “tüketici” olarak görülmektedir. Psişik ve toplumsal yönelimler olmadığı için dolaysız deneyimler anlamsız kalmaktadır. Anımsama olmadığı gibi anlamlı gelecek tasarımları da yoktur. Mitlerin üretimini güvenceye alan devlet de eski gücünü yitirmekte ve etik temeller yıkılmaktadır. Geçmişte güçlü olan âile ve okul gibi kurumlar artık işlevselliğini yitirmiştir. “Günah” ya da “kötü” gibi kavramlar ise ortadan kalkmaktadır. Bu dizgede giderek hızlanan teknolojik gelişmeler, insanları köleleştirmektedir. Köleleşme, insanların teknolojinin doğanın bir parçası olduğuna inandıkları andan îtibâren daha hızlı gerçekleşecektir. Postman, teknolojik gelişmelerin sonucunu kültürü yozlaştırıcı ve insan düşmanı olarak değerlendirmektedir.

Bilim, hükümet kadar müstebit olmamakla birlikte, köleliğin sürdürülmesine olan katkılarıyla önemli bir işleve sâhiptir. Bu işlevin niteliği ideolojiktir.

Bilim, eşitsizliğin meydana çıkmasına olan katkılarının yanında, eşitsizliğin meşrûlaştırılması ya da üzerinin örtülmesinde de etkili olmaktadır. Yâni, insanlar arasındaki eşitsizliği hem kurmakta hem de onu sürekli kılacak ve meşrulaştıracak araç olarak işlev görmektedir.

Târihsel gelişim süreci içinde çocukluğun ortaya çıkışı ve kayboluşuna ilişkin önemli saptamalarda bulunan ve bunu iletişim teknolojisinin gelişimiyle ilişkilendiren Postman, teknolojik gelişmelerin kendisine ve toplumsal ilişkilere çökertici sonuçlarla etki ettiğini söylemektedir.

BİLİMSEL Yanılsamalar

Big-Bang Teorisi’nin delîli olarak gösterilen Kozmik Fon Işıması sâdece bir yanılsamadır. Kozmik Fon Işıması zannedilen şey aslında, kâinâttaki bütün materyâllerin radyasyon yaymasından başka bir şey değildir. Evren materyâlleri tarafından yayılan bu radyasyonu, Big-Bang’in delîli olduğunu zannettikleri Kozmik Fon Işıması’nın yaydığı radyasyon zannediyorlar. Oysa “Kozmik Fon Işıması” diye bir ışıma yoktur. O şey başka bir şeydir. Nedeni başkadır.

Caner Taslaman kozmik fon ışımasını anlatırken:

“Eğer 13,7 milyar yıl önce bir patlama olduysa, günümüze kalan bir ışımasının olması gerekir. Olay önce teorik olarak gösterilmiştir. 1960’lı yıllardan sonra radyo ve televizyon işleri artınca radyo dalgaları ile ilgilenme artmıştır ve bir anten kurma işi sırasında tesâdüfen parazit olarak büyük patlama ışıması bulunmuştur. Başlangıçta işlerin yoluna girdiği sanılmışsa da daha sonra bir sorun çıkmıştır. Evrende bilindiği gibi galaksiler vardır. Galaksilerden bu ışımayı kendilerine isâbet eden yerlerde emmeleri beklenir. Ama böyle olmamaktadır. Işıma, galaksiler dâhil her yerden gelmektedir. Öyle ise patlamanın kaynağı bize göre galaksilerden daha yakında bir yerde olmalıdır. Bu sonuç Büyük Patlama Teorisini geçersiz kılar.  Belki de gerçek tümüyle farklıdır. Işığın bir ortam içinde yayıldığını düşünürsek, uzayda da bir ortamın olduğunu ve bu ortamın yalnız ışığı değil, gözle göremediğimiz radyo dalgalarını da engellediğini ciddi olarak düşünmek durumunda kalırız.  Diğeri, uzay kütleler nedeniyle sürekli bükülüyor. Bir kozmik ışın bize düzgün doğrusal bir çizgi şeklinde ulaşamıyor. Buna karşılık galaksi ışınları da bize düzgün doğrusal bir şekilde ulaşamıyor. Bize gelene kadar ışınların ne gibi yollardan geçtiğini hiç-bir zaman bilemeyiz. Belki yolda öyle şeyler oluyor ki ışımada hiç-bir boşluk kalmıyor. Doppler etkisini kabûl etmenin bir sonucu daha var. Büyük patlama teorisine göre ve Doppler etkisine bakarak evrenin sınırlarına doğru galaksilerin bizden ışık-hızına yakın bir hızda uzaklaştığını biliyoruz. Ama daha uzaklaşınca galaksilerin ışık-hızını geçmeleri gerekir ki bu mümkün değildir. Öyle ise böyle bir etkinin olmaması gerekir” der.

Michael Rivero:

“Big-Bang'i kanıtlamak için ilk-patlamanın günümüzdeki yankısı anlamında yorumlanabilecek Kozmik Arka-plân Radyasyonunu araştırmaya yönelik bir çaba ortaya çıktı ve gerçekten de bir sinyâl bulundu. Aynen Aristo ve Hubble gibi, Kozmik Arka-plân Radyasyonu fikrinin öncüleri de sinyâlin kendi düşündükleri anlama geldiğini, başka alternatif açıklaması olamayacağını farzettiler. Bu radyasyonun bulunması Big-Bang Teorisinin büyük kanıtı olarak îlan edildi ve teoriye yatırımda bulunmuş olan kurumlar kutlandı.

Fakat sonra ortaya çıktı ki, Epicycle Teorisinin gezegenlerin hareketini doğru şekilde açıklayamaması gibi, Big-Bang Teorisi de uzayla ilgili yapılan ölçümleri iyi açıklayamıyordu.

Birinci sorun olarak "ufuk problemi" vardı. Şu-anda evren 28 milyar ışık-yılına yayılmaktadır ve 14 milyar yaşında olduğu düşünülmektedir. (Tabî ki, eğer biz gerçekten de evrenin merkezinde değilsek, evren en az bir yönde daha uzağa yöneliyor olmalıdır). Hiç-birşey ışık-hızından hızlı hareket edemeyeceğine göre, ısı-radyasyonunun iki ufuk arasında Big-Bang tarafından yaratılmış olması gereken soğuk ve sıcak bölgeleri dengeleyecek ve şu-anda gözlediğimiz dengeli durumu oluşturacak şekilde hareket etmiş olması mümkün değildi” der.

Yanılsamalarla dolu olan bilim-anlayışlarından biri olan E=mc2 de yanlış bir önermedir/yanılsamadır. Madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşmez/dönüşemez. Büyük bir yanılsama var burada. Madde ve enerji zâten ayrı-ayrı olarak bir-anda birlikte yaratılmışlardır ve Allah’ın bildiği bir zamanda da bir-anda yok olacaklardır. Suyu ısıtınca ortaya çıkan buhar, suyun enerjiye dönmesi değil, suyun içinde mündemiç hâlde bulunan enerjinin, ısı verilerek ayrılmasıyla açığa çıkmasıdır. Diğer şeylerin ısıtılmasıyla olan da aynısıdır. Enerji maddenin içinde yaratılmıştır ama ayrı bir varlık olarak. Atomun içindeki proton-nötron gibi. İkisi bir-birinin dönüşümü değildir. Proton-nötron ikilisi orijinâl atom parçacıklarıdır. Madde ile enerji de böyledir. İlk başta o şekilde yaratılmışlardır. Hiç-bir şey başka bir şeye dönüşemez. Madde enerjiye dönmez/dönüşmez, içinde enerjiyi taşır sâdece. Bir etki sonucunda da madde ve enerji ayrılır ve açığa çıkar. Vel hâsıl kelâm; “simyâ” ilmi boş bir ilimdir. Umut ve hayâlin sentezinden oluşmuş boş bir özlemdir ve bu konudaki fiyaskoyla netîcelenen sonuçsuz çalışmalar, bir şeyin başka bir şeye dönüşemeyeceğinin delîlidir.

Yine Big-Bang’e delil olarak sunulan kâinâtın genişleme teorisine gelince...

Evrenin genişlediği teorisi de aslında bir yanılsamadır. Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş sistemi, galaksiler, süper kümeler ve en sonunda kâinâtın kendisi de bir döngü hâlindedir. Varlık varlığını sürdürmek için hareket etmek ve hareketini de dönerek yapmak zorundadır çünkü. Evrende meydana gelen tüm değişikliklerin nedeni “kozmik-döngü”dür. “Dönüp duran göğe andolsun” (Târık 11).

İşte bu galaksilerin döngüsü genelde eliptik bir döngüdür. Bu döngü sırasında Meselâ x galaksisi elipsin en ucuna doğru giderken, Samanyolu Galaksisi ise ters uca doğru yol alır ve biz x galaksisini gözlemlerken onun Samanyolu Galaksisi’nden uzaklaştığını görürüz. Gözlemlerimizin bâzılarında yıldızların ve galaksilerin uzaklaştığını gördüğümüz için (çünkü biz tam tersi bir konumda bulunabiliriz) kâinâtın genişlediğini düşünürüz. Hâlbuki belli bir zaman beklesek, bizden uzaklaştığını zannettiğimiz galaksilerin bir süre sonra bize yaklaştıklarını gözlemlemeye başlayacaktık. Evrende belli bir noktadan sonra kırmızıya kaymaların gözlenmemesi, oradaki döngülerin yönünün değişmesi sebebiyledir. Artık yakınlaşma başlamıştır. Artık kırmızılıklar mâvileşmeye başlayacaktır. Gerçi yörünge elips değil de tam bir dâire biçiminde de olsa, galaksilerin dönüş hızlarındaki farklardan dolayı sonuç değişmez. Bu, bütün kâinât materyâlleri için geçerlidir. Meselâ Halley kuyruklu yıldızı Güneş’in etrafında bir elips çizer. Büyük bir elips (parabôl). 76 yılda bir dönüşünü tamamlar. Bu döngü küçük-çaplı bir döngüdür. Tabi bizden uzaklaşan galaksiler olduğu gibi, bize yaklaşan galaksiler de vardır (Andromeda galaksisi gibi) bu döngü yüzünden. Hattâ Andromeda ile Samanyolu Galaksisi’nin 4 milyar yıl içinde çarpışacakları ön-görülür. (Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir). Zâten sâdece “E-tipi” galaksi denen eliptik galaksilerin genişlemeye uydukları, “S tipi” denen spiral galaksilerin ise “genişleme teorisine” aykırı hareket ettikleri de konuşulur. Andromeda Galaksisi işte bu “S tipi” galaksilerdendir. Bakın! “uzaklaşmakta olan yıldızlar kırmızıya kayar” diyorlar. Tamam bu doğru ama, yaklaşmakta olan yıldızların da mâviye kaydığını söylüyorlar. Dikkat edin! “yaklaşmakta olan yıldızlar”dan bahsediliyor. İşte bu durum evrenin genişleme teorisine aykırıdır. Eğer evren balon gibi genişliyorsa, bize yaklaşan hiç-bir şey olamaz. Uniform olarak genişleyen evrende hiç-bir zaman mâviye kayma olmaz. Ayrıca nede-olsa biz yıldızların ve galaksilerin belli bir zaman önceki hâlini gözlemleyebiliyoruz. Gözlemlediğimiz konuma göre de ölçüm yapıyoruz. Hâlbuki gözlemlediğimiz nesne orada değil. Nerede olduğu ise tam olarak bilinemez, dolayısıyla doğru ölçüm yapılamaz. Binaenaleyh, Big-Bang Teorisi’ne delil gibi gösterilen kâinâtın genişleme teorisi aslında bir yanılsamadır.

Michael Rivero:

“Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir. Fakat öyle değildirler. Evrende gözlenen kızıla kayma, belli aralıklara ayrılmış olarak kuantize biçimdedir. Bu durum, kızıla kaymayı rölatif hıza dayalı olarak açıklayan teori ile uyumlu değildir. Bu kızıla kaymadan başka bir etki sorumlu olmalıdır. Bunun anlamı, kızıla kaymaya dayalı olarak evrenin genişlediği fikrinin geçersizliğidir. Başka bir etki bu sonuçları doğuruyor olmalıdır ki bu etki her neyse hızdan bağımsız olarak kuantize bir şekilde kızıla kayma oluşturmaktadır. Ayrıca evrende mevcut teorinin gerektirdiği miktarda madde bulunmuyor ve kızıla kayma hızının artmasına sebep olan bir karanlık enerji var” der.




 Şekil A

Şekil A’da görüldüğü gibi; A galaksisi ile B galaksisi arasında kırmızı eksende 3 ışık-yılı uzaklık var ve galaksiler ok istikâmetinde yol alıyorlar. Aynı galaksiler mâvi eksene yöneldiklerinde (ikisini de aynı hızda yol alan galaksiler olarak düşündüğümüzde) kademeli olarak 5 ışık-yılı uzaklığa kadar uzaklaşacaklardır. Burada aslında gerçek bir uzaklaşma yok. Döngüden kaynaklanan ve belli bir süreliğine olan geçici bir uzaklaşma var. Döngü tekrar ilk başa yöneldiğinde yine uzaklık kademeli olarak 3 ışık-yılına inecektir. Bu durum bâzı yıldızlarda da gözlenebilir. Meselâ bizden 4.2 ışık-yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centauri yıldızı bize 21.7 km/s hızla yaklaşmaktadır, fakat 3.11 ışık-yılı yaklaştıktan sonra tekrar uzaklaşmaya başlayacaktır.

Hubble sâbitinin sonucuna baktığımızda “evrende belirli bölgelerin birbirinden uzaklaşmaları ışık-hızını dâhi aşmıştır” denir. Balon gibi genişleyen evren düşünüldüğünde; bizden çok uzaktaki ışık-hızında uzaklaşan galaksiler/kuasarların ışığı bize hiç-bir zaman ulaşamaz. Fakat ışık-hızında uzaklaşan galaksilerden bahsediliyor. Işıkları bize ulaştığına göre, bu durum evrenin genişlemediğinin kanıtıdır. Çünkü ışık-hızında olan bir genişleme teorisine göre ışıkları bize hiç-bir zaman ulaşmamalı.

Evrendeki dinamizm, evrenin genişlemesinden değil, evrendeki bu “kozmik döngü” sebebiyledir. Döngü, osilasyonik bir şekilde ileri-geri olur. Geriye dönmesi aslında aynı yönde ilerlemesinin bir sonucudur. Aynen insanın yaşlandığında bir-nevi çocukluğa dönmesine benzer.

Evrenin çekim-gücüne rağmen neden çökmediği genişleme teorisinin bir sonucu değil; kozmik döngüdür.

Zâten bu genişleme teorisi, daha ilk başta sorulacak olan soruya cevap vermekten âcizdir; “neyin içinde genişliyor”? (Çünkü sâdece uzaydaki materyâllerin mesâfeleri açılmıyor, uzayın kendisi genişliyor teoriye göre). Bu soruya net bir cevap verilemez. Çünkü insanda bu soruya cevap verecek kapasite yok. (Genişleme dışarıdan gözlemlenemediği için). Seyyid Kutub’un dediği gibi;

“İnsanın, varlık hakkında mutlak bir düşünce oluşturmak ve hayat için değişmez temeller belirlemek gibi bir yetkisi ve yeteneği söz-konusu değildir. Hiç-bir insanın, hayâtı derinliğine kavraması mümkün olmadığı gibi, oluşumunu da kavraması mümkün değildir. Burası, Allah tarafından kendisine verilen inancın alanına girmektedir.

Işık sürekli düz mü gidiyor, yoksa bir döngü hâlinde mi? Sürekli düz gittiğini varsaydıkları için, kâinâtı genişliyor zannediyorlar. Hâlbuki kâinâtta düz hareket olmaz. Bir makâlede:

Düz bir hareket kâbil olmadığı gibi anlamlı da değildir. Düz hareketin olgunlaşma ve kendini tamamlama imkânı yoktur” denir.

Bu-arada maddenin genişlediği yer (mekân) nedir, o da ayrı bir sır. Patlama veya açılma bir mekânda olduğuna göre, o mekânı da hesâba katmak gerekir. Ama o zaman belki tüm hesaplar alt-üst olabilir.

Bilim-adamları daha kâinâtın nerede olduğuna bile bir cevap vermekten âcizdirler. Allah’ı hesâba katmadan bu soruya, mantıklısını bırakın, mantıksız bir cevap bile verilemez. Belki de “ilk başta ne vardı?” sorusunun sorulmaması ve bu konuya merak salınmaması için uyduruldu bu “büyük patlama teorisi”. “İlk başta ne vardı?” sorusu bütün büyüyü bozuyor çünkü. “Peki patlayan şeyden önce ne vardı?” olası sorusu… “Son soru”yu sormuyorlar ve sordurmuyorlar. İşe tersten başlıyorlar. Bakın Mehmed Alagaş bu konuyla ilgili ne diyor:

“Yaratılmış ve yaratılacak her şey, sığabileceği bir yere, içinde varolabileceği bir mekâna muhtaçtır. Mekân da bir varlıktır ve her mekân, içinde yer alabileceği ken­dinden daha büyük bir mekâna muhtaçtır. Ancak biliyoruz ki yaratılmış hiç-bir varlıkta sonsuzluk olmadığı gibi, mekânda da sonsuzluk yoktur. Bu gerçeği anladığımız zaman, akıl sâhibi insanlar olarak “bütün mekânları içine alan en-üst mekân neyin içindedir?” sorusuna cevap ara­maya başlıyoruz.”

Günümüzdeki bilimsel anla­yış bu sorunun cevabını vermek bir-yana, bu soruyu sorma seviyesine dâhi çıkabilmiş değildir. Uzayın genişledi­ğinden söz-ederler, fakat bu genişlemenin neyin içinde gerçekleştiğini, bütün mekânlârı içine alan en-üst mekânın ötesinde ne olduğunu, ne olabileceğini hiç düşünmezler, düşünmek istemezler!, çünkü onların korktukları bir men­zil, onların korktukları bir sorudur bu!.

Neden korkuyorlar?

Çünkü bu soruya, Allah'ı dikkate almadan verebile­cekleri hiç-bir beşerî cevap yoktur. Allah’ı dikkate almadan verecekleri her cevap, mekâna muhtaç bir cevap olacağı için yeni bir soruya kapı açacaktır.

Dünyâ uzayın içinde dediğimiz zaman, uzay neyin içinde sorusuyla karşılaşıyoruz. Oysa bu konu­daki son soruya verilecek son cevap, yeni bir soruya kapı açmayacak bir cevap olmalıdır.

O hâlde bilimin kaçtığı, sormaktan korktuğu son soru; “bütün mekânları içine alan en-üst, en son mekân neyin içinde”? sorusudur.

Kur’ân; Dünyâ’nın ve tüm yıldızların birinci kat göğün içinde olduğunu, birinci kat göğün yedi kat gökler içinde olduğunu beyân ettikten sonra bütün bunların üzerinde büyük arşın bulunduğunu belirtiyor.

Peki büyük arş neyin içinde?

İşte son soru bu!

Ve Rabbimiz bu son soruya verdiği son cevapta “Ben büyük arşın Rabbiyim. Bu arşı istivâ ettim, kuşattım. Ve Ben, mekândan münezzehim, mekâna muhtaç deği­lim” buyuruyor. İşte mekânla ilgili son sorunun son cevabı bu. Çünkü bu açık cevaptan sonra “Peki Allah neyin içinde?” gibi saçma bir yaklaşımla yeni bir soru sormuyor, soramıyoruz. Zâten düşünen her akıl sâhibi insan, tüm mekânları içine alan en-üst mekânın, mekândan münezzeh bir kudretle kuşatılmış olmasının bir şart, bir zorunluluk olduğu sonucuna varacaktır. Ve yaratıl­mış hiç-bir maddede “Ben mekâna muhtaç değilim” iddiası yok iken, Allah (c.c.) “mekândan münezzeh olan Ben’im, her-şeyi Ben yarattım ve Ben kuşattım” buyuruyor. İşte biz­ler de bu ilâhi buyruğa hem aklımızla, hem de kâlbimizle îman ediyoruz”.

Big-Bang teorisi için de için şöyle der:

“Büyük patlama teorisi? Ne teorisi, neyin patlaması? Patlayan şey ne ve bu şey nasıl var-oldu? Çünkü biz burada ilk yaratılışı, ilk varoluşu sorguluyoruz. Onlar ise Allah'ın yarattığı varı zâten var kabûl ederek, bu varın üzerine ucuz teoriler üretiyorlar!. Karanlığa taş atan çocuklar gibi “milyarlarca yıl önce D'nin evrimiyle E, E'nin evrimiyle F meydana geldi” diyorlar. Oysa biz milyarlarca yıl önceyi değil “ilk”i soruyo­ruz, kendinden önce hiç-bir şey olmayan A'nın nasıl varol­duğunu soruyoruz. Fakat bu insanlar mekân konusunda son soruyu sormaktan korktukları gibi, yaratılış konusun­daki bu ilk soruyu sormaktan da korkuyorlar. Çünkü bu soru da, Allah'ı dikkate almadan cevaplandırabilecekleri bir soru değil. Allah'a inanmamak için Allah'ın dışında bir yaratıcı unsur arayan insanlar, binlerce yıldır bunu başara­madı ve başaramayacaklar.

Çünkü bunu başarabilmeleri için şu iki şeyden biri­sini bulmaları gerekiyor. Ya kendiliğinden var-olabilecek bir madde, ya da Allah'ın dışında bu maddeyi yoktan var-edebilecek yaratıcı bir güç! Kendi olmadan, kendiliğinden var-olabilecek bir maddeyi bulamayacakları âşikârdır. Bu maddeyi yoktan var-edebilecek Yaratıcı bir güç aradıkla­rında ise karşılarına Allah'tan başka bir ilâh, Allah'dan başka bir Yaratıcı çıkmayacaktır”.

Modern meâlciler, Zâriyat süresi 47. âyeti yorumlarken, âyette geçen “mûsiun” kelimesini, “genişlettik” anlamında kullanma gayreti içindedirler. Oysa bu kelime “güç ve kudret sâhibi” mânâsına da gelir. Bilim! karşısında komplekse kapılmanın gereği yok.

Bakınız Mevdûdi, ilgili âyet hakkında kelimenin iki anlama da gelebileceğini nasıl açıklıyor...

“Mûsiun” Mûsi; “güç ve kudret sâhibi” demek olduğu gibi, “genişleten” demek de olur. İlkine göre bu ilâhi buyruğun mânâsı şöyle olur: Bu gök-yüzünü, birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim gücümüzün üstünde bir-şey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da bizim sizi tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?

İkincisine göre de mânâ şu demektir: Bu büyük kâinâtı biz sâdece bir kere yaratıp bırakmadık, aksine o kâinâtta sürekli genişletme yapıyoruz. Ve her-an o kâinât içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl âciz sanabilirsiniz?”.

Bakara 236. âyette “alâ el mûsi” kelimesi geçer ve “kudreti olmak” anlamındadır. Bu durumda âyet: “Göğü biz kurduk. Buna kudretimiz/gücümüz (mûsiun) yeter” anlamına gelir.

Big-Bang Teorisi’nin adının geçmediği zamanlarda Fahruddin Er- Razi “mûsiun” kelimesini şöyle tefsir etmiştir...

“Mûsiun” kelimesinin âyet-i kerîmedeki ifâdesi hakkında şu îzahlar yapılabilir:

a) Bu ifâde, "genişlik" maddesindendir. Yâni, "Biz o semâyı, yer ve yeri kuşatan su ve havayı, semâya ve onun genişliğine nispetle, tıpkı çöldeki bir halka misâli olacak bir biçimde genişlettik" demektir. Böylesine geniş bir alanı kaplayan bir binâ ise şaşırtıcıdır. Çünkü, böylesine geniş bir kubbeyi hiç-bir usta yapamaz. Zîra onlar, sâyesinde, bu yuvarlaklığın sağlanabileceği ve birbirlerine bitişinceye değin cüzlerinin birbiriyle temasa geçebileceği bir âleti bulundurmaya muhtaçtırlar.

b) Bu ifâde, "Kâdir olucularız.." anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah hiç-bir nefse gücünün yettiğinden başkasını yüklemez" (Bakara, 286) âyetindeki kelimesi de bu mânâda olup, yâni, "ancak o nefsin gücünün yetebileceği şeyi..." demektir. Bu hususta bu iki ifâde arasındaki münâsebet gâyet açıktır. Şöyle de denebilir: Bu durumda bu, şu gâyeye, yâni (son esâsa) bir işâret olup, son îtikâdî esas da, haşirdir. Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, "Biz, semâyı yaptık ve bizler, semâ gibilerini yaratmaya da kâdiriz.. (Yâni, insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye de kâdiriz..) demiştir ki, bu tıpkı "Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir?" (Yâsin, 81) âyeti gibi olmuş olur.

c) Bu ifâde, "Biz, mahlûkatın rızkını genişleticileriz" mânâsındadır.

"Mûsiun" keli­mesine, İbn Abbas ve Hasan el-Basrî gibi önemli kişiler "güç yetiren ve kâdir", bir başka görüşlerinde de "bol rızık veren" anlamını vermişlerdir. Kur’ân'ın garip kelimeleri üzerine eser yazan İbn Kuteybe (276 h/889 m) ve ondan sonra Zemahşerî (467-537 h/1074-1143 m) de bunu “Allah'ın güç-sâhibi olması” şeklinde açıklamışlardır. Doğrusu da “güç yetiren” anlamıdır. Zâten bağlam da bunu destekler.

Elmalı’lı Hamdi Yazır, Zâriyat 47. âyeti:

“Biz göğü kudretimizle binâ ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sâhibiyiz” şeklinde çevirmiş ve sonra da şu tefsiri yapmıştır: 

“Bir de semâya bakın, biz onu kuvvetle binâ ettik” “İzmar alâ şaritati't-tefsir”dir. Yâni semânın âmili olan “fiil” gizlenmiş de zamîrine taâllûk ettirilerek diye tefsir edilmiştir. Eserden, bunu yapan müessirin çıkarılmasını ifâde eden bir üslûbda, lafız mânânın muhtevasına terkibi ile de uyum sağlamıştır.

EYD, “yed” kelimesinin çoğulu olabilirse de burada “Davud'u, o kuvvet sâhibi zâtı hatırla” (Sâd, 38/17) âyetinde olduğu gibi têyidin aslı olan “kuvvet” mânâsına olması daha ağır basar. Bu beyan “Allah’a kaçın!” ifâdesi ile “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 51/56) âyetinin muhtevâsına ve mânâsına önceden yapılmış bir hazırlıktır. Nitekim “Şüphesiz rızık veren güç ve kuvvet sâhibi olan ancak Allah'tır” (Zâriyât, 51/58) âyeti ile têyid olunacaktır. Ve hiç şüphesiz biz çok genişliğe mâlikiz. Bunun iki mânâsı vardır: Birisi, kudret genişliğini ifâde eder. Kudret ve kuvvetimiz öyle geniştir ki semâyı binâ ile tükenmedikten başka, onu daha çok genişletebilir. Bu mânâ hem, “Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne de orada bize bir usanç gelecektir” (Fâtır, 35/35), hem de “O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır” (Bakara 255) âyetlerinin mânâlarını andırır. Birisi de “zenginliği, nimet ve nimet vermede genişliği ifâde eder, biz darlıkları genişletiriz. Yalvaran darda kalmışlara icâbet eden, sıkıntıları açan, ihtiyaçları gideren, fakirleri zenginleştiren, nîmet vereniz” demek olur”.

Görüldüğü gibi bu âyete, “evrenin genişleme teorisi” yanılgısına paralel bir tefsir yapmak şart değil. Elmalı’lı örneğinde de görüldüğü gibi farklı bir yorum da yapılabiliyor ve zâten âyetin kastettiği mânâ da Elmalı’lının dediği gibidir. Elmalı’lı Hamdi Yazır bu âyeti tefsir ederken, “genişleme teorisi” tüm Dünyâ’da biliniyordu.

Mûsiun kelimesinin geçtiği âyetin tefsiri “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri sadedinde Hadid 4. âyettir:Gökleri ve yeri altı-günde yaratan, sonra arşa istivâ eden O'dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle berâberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir” (Hadid 4).

“Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz-dağlar ve ırmaklar kılandır. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır; geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler (deliller) vardır” (Ra’d 3). Mustafa Öztürk bu âyeti yorumlarken:

“Bu âyetteki mede’l arz ifâdesine istinâden bâzı büyük müfessirler yer-yüzünün yuvarlak değil düz olduğunu ileri sürmüşleridir. (Bakz. İbn Atiyye, El Muharrerü’l Veciz, III. 293. Kurtubi, El Camii IX. 184.) İşte bu tür yorumlar bilimsel(ci) tefsir anlayışına ibretlik örnekler olarak arz edilebilir ve bu anlayışın “kaş yapayım derken göz çıkardığı” söylenebilir. Ne tuhaftır ki geçmişte bir-çok büyük müfessir, Kur’ân’dan hareketle Dünyâ’nın hem sâbit hem düz olduğunu söylerken; bu-gün yine Kur’ân’dan hareketle tam tersi şeyler söylenmekte ve bu da Kur’ân’ın bilimsel mûcizesi olarak takdim edilmektedir. Ama gerçek şu ki Kur’ân Dünyâ’nın düz ve yuvarlak olduğu hakkında konuşmamasına rağmen, insanlar onu bu konuda konuşturmakta, fakat geçmişte ak dediğine bu-gün kara dercesine konuşturmaktadır” der.  

Post-modern pozitivist paradigma içinden tefsirlerdir bunlar. İşte bu nedenle bu tefsirler ileride yüz-karası olarak îlan edilecektir. Paradigma-dışı tezler öne sürmek bu nedenle bu zamanda mü’minin şiârı-alâmeti olmalıdır. Kur’ân’ı modern kavramların/batılı kavramların etkisiyle tefsir ettikleri için bu sonuca varıyorlar. Metni bu şekilde çevirme gayretlerinin arkasında modern-bilimin ve kavramların etkileri vardır. Bu tarz çeviriler “bir döneme âit meâller” olarak kalmaya mahkûmdur.

Evrendeki uzaklıkları nasıl ölçüyorlar? El-cevap: Tahminle. Zan ile.

Meselâ bir yazıda, bulunan en uzak galaksi için şunlar yazıyor:

“Dünyâ’ya 30 milyar ışık-yılı uzakta olan galaksinin, Büyük Patlama'yı izleyen döneme ışık tutması bekleniyor. Evren'in kıyısından ışığın bize ulaşması uzun zaman aldığı için, biz bu galaksiyi 13,1 milyar yıl önceki hâliyle görüyoruz. Fakat evren genişlediği için Dünyâ’ya uzaklığı 30 milyar ışık-yılı olarak hesaplanıyor. Araştırmayı yürüten ABD Texas Üniversitesi'nden Steven Finkelstein, “bu tespit ettiğimiz en uzak galaksi ve onu Büyük Patlama'dan 700 milyon yıl sonraki hâliyle görüyoruz" dedi. Uzak galaksiye z8_GND_5296 adı verildi.

Gök-bilimciler, galaksinin rengini inceleyerek Dünyâ’dan ne kadar uzakta olduğunu belirledi. Böylece bu galaksinin bu-güne kadar tespit edilmiş en uzak galaksi olduğuna karar verildi. Yeni galaksinin, Dünyâ'nın da içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi’nin yüzde 1-2'si kadar bir kütleye sâhip olduğu ve ağır metâller bakımından zengin olduğu düşünülüyor. Bu galaksinin ilginç bir özelliği de gaz ve toz bulutlarını Samanyolu'ndan yüzlerce kat daha hızlı döndürerek hızla yeni yıldızlar oluşturması.

Açık Öğretim Üniversitesi'nden Dr. Stephan Serjeant ise, aşırı kızıl değişimler içeren galaksiler peşinde koşmanın heyecan verici olduğunu, fakat zorlukları da bulunduğunu, bir-çok uzak-galaksi iddiasının sonradan daha yakındaki yabancı yıldızlar olduğunun anlaşıldığını vurguladı”.

Oysa bir de derler ki:

“Evrende uzaklığı görüntülenebilen en uzak yapı olan kuasar ise, Dünyâ’dan 13.7 milyar ışık-yılı uzakta bulunur. Bu uzaklıktan daha uzaktaki hiç-bir şey henüz görülememiştir”.

Bu tarz manşet laflara aldanmayın. Bunlar boş gürültüden başka bir şey değildir. İnsanları oyalamak için uydurula-gelen oyalama taktikleridirler. Aslında yaptıkları ölçümler %99 yanlış ölçümlerdir. Sâdece Güneş Sistemi içindeki uzaklık ölçümleri yaklaşık sonuçlar verebilir. Uzak yıldızlar ve galaksiler için yaptıkları ölçümler ve bu ölçümler için kullandıkları yöntemler son derece basit ve mantıklı olmayan yöntemlerdir. Aslen belli bir uzaklıktan daha ilerideki uzaklıkların ölçülmesi imkânsızdır.

Peki gök-bilimciler uzak yıldız ve galaksileri ölçmek için hangi yöntemleri kullanıyorlar? Bu, bilimsel bir yazıda şöyle aktarılır:

“Bilinen iki yöntemi ana-hatlarıyla aktarmak gerekirse; birincisi üçgenleştirme (parallax), diğeri parlaklık ölçümü. İlkinde, Dünyâ’nın, en yakın yıldız referansımız olan Güneş çevresindeki dönüşü sırasında çizdiği yörüngenin kabaca dâiresel bir çapa sâhip olduğu kabûl edilerek bu çapın iki ucundayken yapılan yıldız gözleminden elde edilen açılar sanal üçgenin taban-açıları yerine konur ve trigonometrik çözümlemeyle 'yaklaşık' uzaklık bulunur. İlk yöntem belli bir uzaklıktan ötedeki yıldızlar için hassâsiyetini yitireceğinden, “parlaklık ölçümü” adı verilen ve ilk yöntemde uzaklıklarını bulduğumuz "binlerce" yıldızın parlaklıkları esas alınarak öte-yıldızların renk tayfındaki parlaklık dereceleriyle (kadir) karşılaştırmaya dayanan bir teknik kullanılır.

Olayı basitçe anlatırsak; yıldızın renginden yola çıkarak hangi sınıfta bir yıldız olduğu ve bu sâyede yaklaşık kütlesi hesaplanır. Bu özellikte bir yıldızın parlaklığının hangi mesâfede ne kadar olacağı hesaplanabilir. Bu durumda Dünyâ’ya ulaşan parlaklık belli olduğundan mesâfe ortaya çıkar. Türkçede “salt-parlaklık” denilen, orijinâli "absolute magnitude" olan ve bir yıldızın 10 parsec mesâfeye getirildiğinde hangi parlaklıkta olacağını gösteren değer (M) ve şu-anki parlaklığı (m) ile ilişkilendirilmiş formüller var. Bunlar yardımı ile uzaklık kolayca hesaplanıyor. Tabi soruyu daha da içinden çıkılmaz yapabilecek bir konu daha var. Yıldızların uzaklığı bu şekilde hesaplanıyorsa, galaksilerin uzaklığı nasıl hesaplanıyor? Burada da Hubble yasasından faydalanılıyor. Galaksilerin ortalama bir parlaklığı var, evren sürekli genişlediğinden bizim galaksimiz ve ölçmek istediğimiz galaksi birbirlerine göre belli bir hızla hareket etmelidir. Bu da gözlenen galaksinin ışığında "kırmızıya kayma" (red shift) denilen bir etki ortaya çıkarır. Kırmızıya kaymanın oranı evren genişleme sâbiti ile ilişkilendirilip, oran bu ise bizimle bu galaksi arasında bu kadar uzaklık olmalı gibi sonuçlara varılır. Bu hesaplar uçuk ve hatâya açık görünse dâhi şu-an daha güvenilir bir yöntemimiz de yok..

Yakın çevremizdeki yıldızların uzaklıkları ‘’Paralaks’’ adı verilen bir yöntemle bulunabiliyor. Bu yöntem keşfedilmeden önce kimse yıldızların ne kadar uzakta olduğunu bilmiyordu. Dünyâ’nın yörüngesi üzerinde birbirine en uzak iki noktadan (6 ayda bir) yapılan gözlemlerde, yakındaki yıldızlar uzak yıldızlardan oluşan fonun önünde yer değiştiriyor gibi görünürler. Bu yer değiştirme yıldızların bize uzaklığıyla ters orantılıdır..Yıldızın uzaklığı trigonometri hesaplamaları kullanılarak bulunabilir. Paralaks yöntemiyle sâdece 3.000 ışık yılı uzaklığa kadar olan yakın yıldızların uzaklıkları bulunabiliyor.

Kırmızıya kayma yönteminin düşük duyarlılığı, paralaks yönteminin de çok sınırlı bir uzaklığa kadar sonuç vermesi, bu yöntemleri kullanarak evrenin genişleme hızını, dolayısıyla da yaşını duyarlı biçimde bulmamıza yetmiyor. Bu konuda gök-bilimcilerin önemli bir silahı daha var: Sefeid değişken yıldızları. Sefeid’lerin çok önemli bir özelliği, ışıma güçlerinin “zonklama” periyotlarıyla ilişkili olmasıdır. Işıma güçleri arttıkça, periyotları da uzar. Periyodu ölçülebilen bir Sefeid yıldızının parlaklığı hesaplanabilir. Parlaklığı bilinen bir yıldızdan bize ulaşan ışıma miktârına bakılarak ne kadar uzakta olduğu bulunabilir.

Gök-bilimci Edwin Hubble, bu ilişkiyi gök-cisimlerinin uzaklıklarını hesaplamada kullanmaya başladı. Hubble, öncelikle Andromeda gök-adasının içindeki Sefeidleri gözledi ve gök-adanın uzaklığını yaklaşık olarak 1 milyon ışık-yılı olarak hesapladı. O sırada Sefeidlerin özellikleri çok iyi bilinmediğinden bu hesap hatâlıydı. Ancak yine de o zamanlar sanıldığı gibi, Andromeda’nın Samanyolu’nun içinde bir gökcismi olmadığı anlaşıldı”…

Evet; yukarıdaki yazılar bilimsel gibi görünse de aslında bilim ile alâkası yok. Dikkat edilirse tahminden/zandan başka bir şeyden bahsedilmiyor. Yapacakları başka bir şey de yok zâten. Şimdi:

1-Parallax (üçgenleştirme) yöntemi ile sâdece yakın yıldızların, o da “yaklaşık” uzaklıkları hesaplanabilir. (Aslında çok da yaklaşık değildir).

2-Parlaklık ölçümü (kadir) ile yapılacak ölçümlerde ise yanlış ölçüm kaçınılmazdır. Çünkü evrende her cisim bir diğerinden etkilenir. Bu etkilenmede en çok itim-çekimden dolayı ışıkları/parlaklıkları etkilenir. O yüzden bize, doğru ve gerçek parlaklıkları ulaşamaz.

3-Sefeid yıldızları ise, bu yıldızlar, evrendeki her cisim gibi bir değişkenliğe sâhiptir. Her-zaman aynı durumda/parlaklıkta/hızda vs. kalmazlar. Bu yüzden de her-zaman aynı sonuçları vermezler. Hem de ışığın da çekimden etkilenmesi söz-konusu olduğundan, bu ışık/parlaklık/kadir bize net olarak ulaşamaz.

4-Kâinâtta her şey sürekli devinim hâlinde olduğundan dolayı; sürekli yer değiştirdiğinden, birbirlerinin çekimlerinden etkilendiğinden, zamâna ve entropiye karşı mecbûren dayanıksız olduklarından dolayı her zaman farklı sonuçlar vermek zorundalar.

5-Kâinâtta hiç-bir şey biraz-önceki durduğu yerde değil. Hattâ uzaklık arttıkça, bulunduğu zannedilen yerdeki görüntüsü sâdece hayâli bir görüntü olur. Belki de çoktan sönüp gitmiştir. Yâni aslında olmayan bir şeyin ölçümü yapılıyor olabilir. Olmayan bir şeyin ölçümünün kesin, hattâ yaklaşık bir sonuç bile vermeyeceği tartışılmaz.

Binaenaleyh kâinâtta hiç-bir şeyin (Güneş’imizin bile) uzaklığı, dolayısıyla yaşı doğru olarak hesaplanamaz. Yapılacak tüm ölçümler, varılacak tüm sonuçlar kesinlikle doğru sonuçlar olamaz. Fakat bu bilgiler yanlış da olsa, farklı alanlarda bize ufuklar açabilir, yâni beyin jimnastiği ile geniş düşünmeyi öğretebilir ancak. Sâdece böyle bir değerleri ve kıymetleri olabilir. Yoksa bilimsel olarak yanlış sonuçlar verdiği için bilimsel bir kıymetleri yoktur.

Kâinâttaki hiç-bir şey Big-Bang Teorisi’nin delili değildir. Big-Bang Teorisi’ne delil gibi sunulan önermeler sâdece kendi durumlarını ispât ederler. Meselâ yıldızlar/galaksiler sâdece kendi varlıklarını ispât ederler. Kozmik Fon Işınımı sâdece kendi varlığını ispât eder, evreni değil.

Bir başka yanılsama da şudur:

“Uzaktaki yıldızlara, galaksilere, kuasarlara ve süper-kümelere bakarken aslında onların yâni evrenin geçmişine bakıyoruz, en son göreceğimiz yer Big-Bang’in ilk ânıdır” diyorlar ve bu düşünceyi Big-Bang’e delil olarak sunuyorlar. Genişlemenin bir merkezi mi var ki? Evrenin neresinde olursak-olalım hep geçmiş görünür. Hâlbuki bizim “geçmiş”ini gördüğümüz yıldızların/galaksilerin bulunduğu yerden kendi durduğumuz yere yâni Samanyolu Galaksisi’ne baksak, burayı “gelecek” olarak görmeyiz. Yine “geçmiş” olarak görürüz yada zannederiz. Kâinâtın hiç-bir yerinde toplu olarak çok yaşlı ve çok genç galaksiler yoktur. Bu sebeple Meselâ 10 milyar ışık-yılı uzaklıkta gördüğümüz yer oranın 10 milyar yıl önceki hâli değildir, çünkü oraya göre biz de 10 milyar ışık-yılı uzaktayız ve geçmişteyiz. Orası sâdece, bize 10 milyar ışık-yılı uzaklıkta bir yerdir. Bu işin sonu yoktur, çünkü bu sâdece bir yanılsamadır. Bu yüzden kâinâtın hiç-bir yerinden kâinâtın en “geçmiş”i görülmez. Her yer “geçmiş”tir yada her yer “gelecek” tir. Biz en iyisi her yer “şu-andır” diyelim. Allah yaratmanın her türünü bilir ve istediği gibi yaratır.

Big-Bang Teorisi’nin sözde delilleri, teorinin zorlamasıyla ortaya çıkmış önermelerdir.

Müneccimler yıldızlardan bilgi alırlar ve hayatlarını buna göre düzenlerler. Modern müneccimler olan gök-bilimciler de yıldızlara/gök-adalara bakarak bilgiler alırlar ve bu bilgileri kesin bilgiler olarak halka sunarlar. Yıldız/gök-bilimciler yâni modern müneccimler, sürekli gökten/yıldızlardan bilgiler aldıklarını söylerler ama bu bilgiler kesin bilgiler olamaz, çünkü kesin bilgi onlara kapalıdır. Kapalı olmasının nedeni, sürekli bir döngünün olması, hâlden-hâle geçişin olmasıdır. Kesin bir yerde durmadıkları ve kesin hızlarda olmadıkları için kesin bilgi de alamazlar. Hâlbuki vahiy kesin bilgi kaynağıdır.

Bilim-adamları yâni çağdaş Firavun’ların çağdaş büyücüleri, sahte bilimleriyle/yılanlarıyla halkı efsunluyor/büyülüyor ve bu şekilde kandırıyorlar.

Kemâle doğru bir gidiş yok, kemâl içinde bir gidiş vardır. Kâinâtın kendisinin bir hedefi yoktur. Hedef, şuurlu olan insana hastır. Evren sürekli döner ve bu döngülerde değişimler olur. Fakat bu değişimler niteliksel değil, niceliksel değişimlerdir. Maddî anlamda değil, mânevi anlamda niteliksel değişimler olur. Kâinât, tamlığın kendi içindeki devinimi olarak boyuna inkişâf eder. Bu oluşması gereken bir gâyenin tâkibi değil, tamlığın kendi içindeki açılımıdır.

Zorunlu olan şey Herbert Spencer’in dediği gibi “ilerleme” değil, “döngü”dür. Zorunlu bir döngü vardır ve bu zorunlu döngü aslında nimettir. Evrim yok, tekâmül yok, aşama yoktur. Bunlar sâdece yanılsamalardır. Sâdece döngü vardır. Döngüye bağlı olan değişimler vardır. Bu yüzden de evrende yeni hiç-bir şey yoktur. İyiye doğru bir gidiş ve ilerleme de yoktur. Termodinamiğin ikinci yasasına göre tüm kâinâtta zâten böyle bir süreç vardır. Kâinât eksiksiz bir şekilde yaratılmış ve yaşlanmaya/ölüme/bozulmaya doğru gidiyor. İnsan da böyle; zamanla yaşlanmaya/bozulmaya doğru gidiyor. Sosyolojik alanda da böyledir. Sâdece bir döngü vardır. Bu döngü spiral bir döngü değil, simetrik bir döngüdür. Simetrik ama aynı yerden geçen çizgilerle olmaz bu. Mutlak anlamda aynı yerden geçen çizgilerle tekrar eden bir döngü değildir. Mutlak anlamda aynı dönüş değildir.

Anlamsız bir döngü değildir bu. Her turda yeni anlamlar açığa çıkar. Maddî olarak simetrik tekrarlar vardır. Fakat her döngüde mânevi farklılıklar açığa çıkar.

İlerleme, sandığımız gibi yükselme, gelişme değildir. İlerleme; çemberin etrafında ilerlemedir. Özel anlamda ilerleme, modern bir düşüncedir, yanlış bir düşüncedir. Yanılsamadır.

Yine genişleme teorisine göre evrenin en sonunda mutlak bir soğukluğa ulaşacak olması düşünülür. Fakat mutlak soğukluk olan -273,15 dereceye yıldızlar vâr olduğu sürece ulaşılamayacaktır. (Bir-gün gelip yıldızları oluşturan gaz-stokları azalıp biterse o zaman başka).

Deneyle ispatlanmamış bir şey bilim olamaz. Yâni bir şeyin bilim olabilmesi için deneyle ispatlanmış olması gerekir. Aksi hâlde o, bir düşünce, bir felsefe yada bir fikir olmaktan öteye geçemez. Peki Big-Bang deneyle nasıl ispatlanır? İspatlanamaz! Çünkü bu deney için, şu-anda aldığınız nefes de dâhil kâinâtın bütün materyâllerini kullanmak gerekir. Tabî ki bu imkânsızdır.

“Deney ile ispatlanmış” diyorlar. Sınırı belli olmayanın deneyi yapılamaz. Deneyin de bir sınırı olduğundan dolayı evrensel bir deney yapılamaz. Ayrıca; bir deneyin ne sonuç vereceği bilinemez. Hep aynı sonucu veren deneylerin, tekrar aynı sonucu vereceği de kesin değildir. Deneyde zorunluluk da yoktur. Bir olay hep aynı şekilde davranmayabilir. Deney sonucu olguları biliriz de zorunluluklarını bilemeyiz. İşte evrensel ve zorunlu olmayan deney, bu nedenle gerçek değil, bir yanılsamadır. Bir olaya defalarca şâhit olunca, olay başlangıcında eski görüntü çağrışım yapar. Bu bize evrensellik ve zorunluluk imajı verir.

Yusuf Kaplan:

“Unutmayalım, imaj, gerçekten daha gerçektir ve gerçekten daha tehlikelidir. Yalanı bir şekilde düzeltebilirsiniz ama oluşturulan imajı asla düzeltemezsiniz” der.

Aklın temel kurallarından birisi, doğruluğu kesin olarak ispatlanmamış bir iddiaya güvenmemektir. Akıl ve mantık sâhibi hiçbir insan, doğruluğu şüpheli olan bir bilgiye kesin olarak güvenip hayâtını ona dayandırmaz. Örneğin hiç kimse, ciddî bir hastalığa yakalandığında, eline geçirdiği ilk ilacı, ne olduğunu bilmeden "belki işe yarar" diye yutmaz. Tüm eylemler kesin doğrulara dayanmalıdır. Oysa bilim-adamlarının yaptıkları tek şey, kendi “gerçeklerini” bize sunmak ve “böyle inanacaksın” demektir. M. İslamoğlu:

“Allah yalın gerçeği söyler. Birileri “öyle” dediği için o şey “öyle” olmaz” der.

“Onlar Dünyâ hayâtının görülen kısmını bilirler…” (Rum 7).

Çünkü onlar sâdece bu Dünyâ’nın iç-yüzünü tanırlar. M. İslamoğlu’nun da dediği gibi; “Hayâtın iç-yüzünü görmek için, insanların kendi iç-gözlerini açmaları gerekir.”  İç-gözünü açamayanlar tabî ki de “gerçek göz”le bakmadıkları için net göremezler. Bulanık görürler. Gördükleri bulanıklığa yorum yaparlar sâdece.

Bilim-adamlarının bir konuyu nasıl yorumladıkları da önemlidir. Aynı konuyu farklı yorumlayarak farklı sonuçlara varan bilim-adamları vardır. Bu nedenle modern-bilim, “yorum bilimi” olmaktan kurtulamaz.

Evren hakkında bilinenler, bilinemeyenlere göre binde bir bile değildir.

İnsanlar, bilim-adamlarının verdikleri bilgilerin ve  buluşların mutlak-doğru olduğunu zannediyorlar. Oysa bakın bir bilimsel yazıda bütün dünyâca doğruluğu istisnasız olarak kabûl edilen ünlü teorilerin doğruluk payları hangi oranlarda:

Kuantum alan kuramı, 1011’de bir ölçüsünde doğru olan ve şimdiye kadar yapılmış olan en duyarlı fiziksel kuram olduğu söylenir. Genel rölativite ise 1014’de bir doğruluğa sâhiptir.

Caner Taslaman:

“Fizikçiler veya biyologların, her ifâdeleri biyolojiyle ilgili değildir, fizikçiler veya biyologlar, kimi-zaman evren veya canlılar üzerine konuşurken felsefe veya teoloji gibi alanlara geçmekte, fakat kişileri söylediklerinden ziyâde akademik kimlikleriyle değerlendirenler, bir-çok zaman, bu geçişi anlayamamakta ve bu söylenenleri bilimin deneysel ve gözlemsel verileriyle karıştırmaktadırlar” der.

Evrene bu kadar uzun bir ömür/yaş vererek ve kâinâtı ölümsüz gibi göstererek onu ilâhlaştırıyorlar ve ilâh olarak sunuyorlar. Çünkü hiç-bir şey bu kadar uzun yaşayamaz.

Fizik-yasaları evrensel değildir. Evrenin her yerinde aynı şekilde işlemez. Bunun anlaşılması için olasılık hesaplarına ve evrendeki hassas ayarların gözlemlerine de gerek yoktur.

Baâl denilen tanrı, “hava-tanrısı” olarak şöhret bulmuştur. Hz. İlyas: “En güzel yaratanı bırakıp da baâle mi tapıyorsunuz” derken, Allah’ı bırakıp da havaya/göklere mi tapıyorsunuz demek istemiştir.

Ey bilim-adamları! “neden”inin bulamayacağınız şeylere boş-yere kafa yorup hem emek hem de para harcamayın.

Kâinâtta her şey döngüseldir. Döngüsel olmak zorundadır. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucu olduğundan ve madde sürekli bir döngü hâlinde olduğundan dolayı zaman bile bir döngüdür. Döngüsel bir durumdur. Bu nedenle zaman izâfi değildir, sâbittir, algılardır izâfi olan. Kâinâtın dışında bildiğimiz anlamda bir zaman yoktur. Bu yüzden kâinâtta bir yere doğru gitme yoktur. Belli zamanlarda tekrarlanan döngülerin sonucundaki anlama ulaşmaktır amaç. Bilim ise sürekli olarak bir yere gidildiğinden bahsederek olmayan bir hedefe kilitlenmiştir.

İlerleme diye bir şey yok. Nereye ilerlenecek? Evet; sâdece “döngü” var. Bu döngünün bir sonucu olarak da: “keser döner sap döner, bir gün gelir hesap döner”.

Bir “zen” ustası:

“Hayat bir çizgi değil, birbiri ardınca gelen ‘şimdi’lerden ibârettir” der.

Bilimsel kriterlerin kriteri nedir? Akıl mı? Hangi akıl?

Bir şeye ne kadar derinlemesine bakarsanız, o şey o oranda karmaşıklaşır. Bu yüzden kâinât hakkında bir ilerleme kaydedilemez. Ancak “bildirilen” kadar. Bu aynı; “tıp”ta olduğu gibidir. Yapılan aslında hastalığı belirleyen tıp-cihazlarının gelişmesidir. Hastalık daha çabuk ve isâbetli tespit edilebilir. Bu tespitler süper-lüks hasta-hâne ortamında yapılır/yapılabilir.. Lâkin iş tedâviye gelince tâbir-i câizse şapa oturulur. Hiçbir gelişme kaydedilemediği gibi gerilemenin de önüne geçilemez. İş, vücûdun kendisine kalmıştır. Kendi-kendini ne kadar baskılayabilirse o oranda iyileşme olur. Aslında tıbbın geliştiği falan yoktur. Çünkü tıb demek, tedâvi demektir. Aslında gelişen şey sâdece tıp-cihazları teknolojisi ve hasta-hâne konforudur. Astronomide de; gelişen şey sâdece teleskopların kalitesi; hızlandırıcıların hızlarının/kalitelerinin artması netîcesinde farklı “sinyâl”lerin yakalanabilmesi vs. dir. Bu-arada kâinâtın muazzam esrârı devam eder gider. Ona kimse dokunamaz. Teleskoplar ne kadar gelişirse-gelişsin; bilimin ne kadar ilerlediği söylenirse-söylensin; kâinâtın o muhteşem büyüsü hep aynı kalacaktır. Yeni isimler; yeni kitaplar; yeni tartışmalar vs.. Paradigmaya dayalı boş sözler ise çoğalıp gider. “İlk bakış”ın verdiği bilgiden başkası elde edilemez.

M. Said Çekmegil:

“Bilim henüz elektriği, magnetizmayı ve yer-çekimini açıklayamaz. Bundan sonra açıklayabileceği de meçhûl, (büyük ihtimâlle açıklayamayacak). Bunların etkileri ölçülebilir ve önceden kestirilebilir fakat çağdaş bilim-adamı bunların temel niteliklerini; ilk olarak M.Ö. 585’de kehribarın elektriklenmesi üzerinde düşünen Milet’li Thales’ten daha iyi bilemez, bilemeyecektir. Bilim, maddenin özelliğinden dolayı oluşan etkinin gerçek nedenini yâni eşyanın hakîkatini hiçbir zaman anlayamayacak ve gösteremeyecektir” der.

ZAN

“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yunus 36).

Mehmet Keçeci bilimin târifini şu şekilde yapar:

“Bilim, bilim-adamının bir gelinin duvağını her açtığında farklı bir görüntü görmesidir”.

Kemâl Sayar:

“Zaman algımız ruh-hâlimize göre değişiyor, meselâ sinirli, beklentili veya çökkün oluğumuzda zaman yavaşlar” der.

Dünyâ’ya göre belirlediğimiz ölçümler mutlak-doğru ölçümler değildir, olamaz da. Çünkü evrenin diğer yerlerindeki genel özellikler farklıdır. Meselâ; Jupitere göre Plüton daha soğuktur. Güneşe göre bir nötron yıldızının kütle-çekimi daha fazladır. Suyun kaynama derecesi bile bulunulan yere göre değişir. Yükseklerde farklıdır. Hattâ Dünyâ’nın her yerinde üçgenin iç-açılarının toplamı aynı değildir. İzâfiyet teorisi, değişik çekim alanları ve hızlarda zamânın ve uzayın izâfileştiğini gösteriyor. Bu yüzden yapılacak ölçümler mutlak-doğru olamaz.

Kâinatın tümünün doğru bir incelemesi için onun bir karşıtı olması gerekir. O karşı-kâinata göre kıyaslayarak bu kâinatı anlamamız lâzım ki doğru sonuca varabilelim. Hegel:

“Her-hangi bir şey anlaşılır hâle gelmek için kendi karşıtından geçmek zorundadır. Her-şey başka bir şeye nispetle tanımlanabilir. Her-hangi bir şeyin anlaşılır olabilmesi için bu şeyin karşıtı olan şey de düşünülmelidir. “Her bir yasa ancak diğerleriyle ilişkili olarak ve bir bütün içinde ele alındığında anlam kazanacaktır” der.

Caner Taslaman:

Sürekli deniz seviyesinde hayatını yaşamış ve bu seviyede suyun kaynaması ile ilgili deneyler yapmış olan bir kişi, yüksek bir yere çıkınca suyun kaynama derecesinin değişebileceğini tahmin edemediğinden, kendi deniz seviyesinde bulduğu yasaları, evrensel tüm yasaların karşılığı zanneder ve bir gün dağ-başına çıktığında suyun kaynama derecesinin değiştiğini gözlemler, fakat doğa yasalarını kendi bildiği deniz seviyesine âit yasalardan ibâret sanan kişi, bu yasaların ihlâl edildiğini sanır. Tanrısal yasalara nüfûz edemeyen kimi kişiler de, kendi bildikleri yasaların (kısmi-doğa yasalarının), evrensel tüm yasalara karşılık geldiğini zannedebilirler.

İzâfiyet teorisine göre evrendeki zamânı gösterebilecek “evrensel bir saat” olamaz. Çünkü kesin bir zaman yoktur. İzâfiyet teorisi; zamânın, yer-çekimine ve hıza bağlı olarak değiştiğini; yâni zamânın mutlak olmadığını ve evrenin içindeki değişkenlere bağımlı olduğunu göstermiştir.

Bu durumda bilimin verileri de izâfidir. Sâdece “birilerine” göre doğrudur.

Kâinatın yaşı mutlak-kesin olarak belirlenemez. Bilim-adamlarının belirledikleri 13.7 Milyar yıllık bir yaş dünyaya-göre belirlenmiş bir süredir. Meselâ; Dünyadaki ölçüm sonuçlarıyla güneşteki ölçüm sonuçları farklı çıkar. Eğer bir nötron yıldızında olsaydık evrenin yaşını farklı hesaplayacaktık. Büyük kütlelere sâhip cisimlerin yakınında da (örneğin güneş) zaman daha yavaş akar. Demek ki evrenin yaşı göreceli bir kavramdır. Mutlak bir yaş belirleyemeyiz. Çünkü bunun için “kesin yasalar” yoktur.

Hâkî Demir:

“Her deney mikro bir uzay oluşturmaktır. Mikro uzay, gerçek kâinatın eş-değeri veya bizzat kendisi olmayacaktır hiçbir zaman. Kâinatı kuşatabilecek tasavvur güçlüğü (imkânsızlığı demek gerekir belki de) mikro-kâinat tasavvurunu, kâinatın “bölge özelliklerine” mahkûm edecektir. Buna rağmen her kâinat tasavvurunda veya teoride bir-çok bilginin doğrulanabilir olmasının sebebi kâinatın o bölgesinde (parçasında) gerçekleşebiliyor olmasındandır. Tüm kâinatta geçerli olduğunu bilme imkânına iki sebeple sâhip olamıyoruz. Birincisi tüm kâinatta test etme imkânımız yoktur, ikincisi zâten tasavvurumuzu parça tasavvur olarak ele almayıp tüm kâinat tasavvuru şeklinde inandığımız için kâinatın başka yerlerinde test etme ihtiyacı duymuyoruz” der.

Zaman, yer-çekiminden etkilenir. O yüzden farklı çekim-kuvveti olan yerlerde farklı zaman-algıları olur. Aslında etkilenen zaman değildir, çünkü o soyut bir şeydir. Burada asıl etkilenen, zamanı ölçen araçlar ve onu algılayanlardır. Meselâ gözlem-aracından giden ya da gelen ışığın, çekimin etkisiyle büküleceğinden oluşan bir etkilenmedir bu. Gözlemin yapıldığı yerde çekim ne kadar kuvvetli/az ise bükülme de o oranda fazla/az olur.

İzafiyet teorisine göre herkese/her-yere göre farklı bir zaman-algısı vardır. Önemli olan bağımsız gözlemcinin zaman-algısıdır. Sâdece vahiy ile kayıtlanmış gözlemcinin zaman-algısı. Yoksa binlerce sayı/ideoloji/kavram/teknoloji vs. ile kayıtlanmış gözlemci değil.

Dünya'nın şeklinden dolayı yer-çekimi Ekvator'da az, kutuplarda fazladır. Yeryüzündeki her enlemde bile yer-çekimi farklıyken, evrensel yasalardan söz edemeyiz.

Her-an yeni bir noktadan bakarız aslında kâinata, her-an farklı bir yerden.. Her-an farklı yerden bakılan kâinat neden hep aynı sonuçları versin ki?

Bilim, gelişmesi sürekli değişime bağlı olan bir yöntemdir.

Belirlenen bu uzun zaman-süreci sâdece Big-Bang Teorisi için geçerli değildir. O evrenin genel materyâli için de geçerlidir. Zamanla kâinattaki galaksiler ve yıldızların sayısı 1 milyon, 10 milyon, 1 milyar, 10 milyar, 100 milyar, 200 milyar ve en sonunda 400 milyarlara kadar gelmiştir. Edwin Hubble, evrendeki galaksilerin sayısını 100 milyon olarak vermişti. “İbn-i teleskop”lar teleskopu adım-adım tâkip etmişlerdir çünkü. Bu rakamların nereye kadar gideceği de belli değildir. Güçlü teleskop ve tarayıcıların gelişmesiyle de bu sayı zamanla artacaktır. Çünkü sınırı bilinmeyen bir alan için söylenecek bütün sözler ve rakamlar mutlak-doğru olamaz. Bakın değişmez bir kanundur; “niteliği bilinmeyen şey hakkında sonsuza kadar nicelik üretilir”. Târif etmek istediğiniz şeyin niteliğini bilmiyorsanız, sonsuza kadar nicelikler üretmek zorunda kalırsınız. Bu değişmez bir formül ve kuraldır.  Sonuçta da; “o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir”  âyeti tecelli eder.

Fatma Barbarosoğlu:

“Îcat edilen her görme-tekniği ile birlikte hakîkatin peçesi bir kat daha kalınlaşır, her îcat kâlp-gözünü daha kesin biçimde devre-dışında bırakmaya meyillidir” der.

Aliya İzzetbegoviç:

“Nitelik hakkında hiç bir ilim ve hiç bir görüş mümkün değildir. Tabiat ancak bir fâile, insana nispetle güzel veya korkunç, maksada uygun veya karma-karışık, mânâlı veya mânâsız, yâni nitelikli olabilir. Yoksa, objektif olarak bakıldığında böyle vasıfları yoktur; tabiat tamâmen homojen ve "lâkayt"tır” der.

Michael Rivero:

“Eskiler Dünyâ’nın evrenin merkezi olduğuna inandılar. Biz ise şu-anda hoşumuza gitmeyerek Dünyâ’nın Güneş etrafında döndüğünü ve Güneş’in de Samanyolu’nun merkezinden çok uzakta bir yerde olduğunu kâbul etsek de, Dünyâ’nın her şeyin merkezinde olduğu fikri Big-Bang teorisinin temel kabulleri arasındadır. Big-Bang'ciler gözleyebildiğimiz en uzak nesnelere bakarlar (şu-anda 13 milyar ışık yılı) ve buradan da evrenin yaşını hesaplarlar (şu-anda 14 milyar yıl).

Fakat bu, ancak Dünyâyı gözlenebilir evrenin merkezinde kabûl ederseniz işe yarayan bir yöntem olur. Teknolojik limitlerimizin uçlarında nesneler gördüğümüz ve bunları her-yönde gördüğümüz doğrudur. Evrenin belli bir sonunu görmüyoruz. Mantıksal olarak, bizim mevcut olan çok geniş bir evrenin sâdece küçük bir bölümünü görüyor olmamız olasılığı, Big-Bang'in merkezinde bulunuyor olmamız olasılığından çok daha fazladır. Ve eğer orijinal tekilliğin yakınlarındaki şanslı bir noktadan evrene bakmakta olduğumuz kabûlünü terk edersek, o zaman evrenin ne büyüklükte olduğunu bilmemize olanak kalmaz ve yaşını tespit etmek için kullandığımız matematik tamâmen çöker. Gerçekten de bir toplu iğnenin ucundaki meleklerin sayısını hesaplamaya çalışıyoruz hâlâ” der.

Bilim-târihine bakınca tüm teorilerin zamanla tamâmen değiştiğini görürüz. Meselâ yüzyıllar boyunca bilim-adamları tüm gezegenlerin arzın çevresinde dolaştığına inanıyordu. Bu, Ptolemy'nin yer-merkezli evren kuramıydı. Sonra Kopernik'in Güneş-merkezli sistemi ortaya çıktı. Bu sistemin doğru, Ptolemy sisteminin ise yanlış olduğunu kabûl etmek kolay olmadı. Bilim-dünyâsını, gezegenlerin Güneş çevresinde döndüğüne inandırmak ancak Kopernik, Galileo ve onları izleyen bâzı bilim-adamlarının çetin uğraş ve kavgalarıyla olanak kazanmıştır.

Newtoncu yaklaşımda, kozmolojinin bittiği zannedilmişti. Şimdi de Big-Bang’ci yaklaşımla bu yapılmaya çalışılıyor. Kıyâmet kopmadan hiçbir şey bitmez.

Pozitif-bilim anlayışı bilim-târihini kendi açısından yeniden yazdırmaktadır. Bilimsel faaliyeti, “aynı zihniyetle yapılan” sürekli bir faaliyet, sürekli bir ilerleme olarak ortaya koyarlar. Târihte bir-çok şeyler değiştiği gibi, bilimsel doğrular da değişmiş, bilimsel devrimler olmuştur. Târihte bilimin sürekli bir ilerlemesi yok; kesintiler, kopmalar, dönüşümler, birbiriyle çatışan bilim-görüşleri vardır.

Bulunduğumuz çağı süper-çağ olarak göstermeye çalışıyorlar. Böylece bulunulan çağın her ürettiğini tüketen bir toplum oluşturmak istiyorlar. Foucault’ya göre, yaşadığımız zaman, târihte eşsiz yada temel bir nokta değildir.

Bilimin özünde tartışılabilirlik ve yanlışlanabilirlik özelliği vardır. Yâni bilim, mutlaktan bahsedemez, ancak varsayımlardan bahsedebilir.

“..İçlerinden biri arkadaşlarına "burada ne kadar kaldınız?" dedi. Arkadaşları "bir-gün yada daha az bir süre kaldık" dediler. Arkasından dediler ki; "Ne zamandan beri burada olduğumuzu Allah hepinizden iyi bilir…” (Kehf 19).

Seyyid Kutub bu âyeti yorumlarken…

“Gençler uyanıyorlar, ama uykuya daldıklarından bu-yana mağarada ne kadar kaldıklarını bilmiyorlar. Uyandıktan sonra gözlerini ovarlarken içlerinden biri diğerlerine dönüyor ve uzun bir uykudan sonra uyanan biri gibi "burada ne kadar kaldınız?" diye soruyor. Bu soruyu sorarken uzun bir uykunun etkisini hissettiği kesindir. Arkadaşları “bir gün yada daha az bir süre kaldık” dediler" diyor.

Biz de bu âyeti günümüze uyarlamak isteyerek diyoruz ki:

İşte! şimdi de bâzı “uyuyanlar”, kâinât’ın 13.7 milyar yıldır burada olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki âyetin de dediği gibi; “ne kadar kaldığımızı Allah hepinizden iyi bilir”. İşte böyle; yapılması gereken şey, Ashab-ı Kehf’ in yaptığı gibi gereksiz tartışmaları bırakıp, Allah’a dayanmaktır. Allah’a dayanmak ise, Kur’ân’a dayanmaktır ve Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmektir. Çünkü Allah göklerin ve yerin bütün sırrını bilendir. Aksi hâlde, karanlığa taş atmış oluruz. Taş ata-ata da taşlaşırız.

Lâboratuar sonuçlarını gerçek sonuçlar olarak lânse ediyorlar. Hâlbuki ölçümler evrenin her değişik noktasında değişik sonuçlar verir. Meselâ “İkizler Paradoksu”nda diyorlar ki:

“20 yaşınd ikiz-kardeş düşünün. Bunlardan biri komşu yıldızlardan birine bir uzay-yolculuğu yapacak olan bir astronot olsun. Diğeri de Dünyâ’da kalsın.

Yolculuğun 20 yıl gidiş, 20 yıl da dönüş olmak üzere toplam 40 yıl sürdüğünü varsayalım. Hesâbın kolay olması açısından, roketin de ışık-hızının %87’si kadar bir hızla yol aldığını düşünelim. Sorumuz şu: Tekrar buluştuklarında hangi kardeş daha yaşlı olacaktır? Hesâbımızı Dünyâ’daki ve roketteki kardeşlere göre yaptığımızda farklı cevaplar buluruz.

Önce hesâbı Dünyâ’daki kardeşe göre yapalım. Dünyâ’daki kardeş, yolculuğun başında 20 yaşındaydı. Yolculuk 40 yıl sürdüğüne göre, tekrar buluştuklarında kendisi 60 yaşında olur.

Astronot kardeş de başlangıçta 20 yaşındaydı. Dünyâ’ya göre 40 yıl yolculuk etti ama roketteki saatler iki kat daha yavaş işlediği için bu süreç boyunca sâdece 20 yıl yaşlandı. Dolayısıyla, buluşma-ânında astronot 40 yaşında.

Özetle, Dünyâ’daki kardeşe göre yolculuk bittiğinde kendisi 60 yaşında, astronot kardeşi de 40 yaşında olmalı. Yâni, astronot daha genç kalır”.

Sürekli deneyden ve deneyin öneminden bahseden bilim-adamları, üstte anlattıkları kurguyu asla denememişlerdir ve zâten hiç-bir zaman da deneyemezler. Yaptıkları, “oturdukları yerden” yaptıkları bir kurgudur sâdece. Zâten tüm söylediklerinin %90’ı kurgulardan ibârettir. Pratiğe yansıması mümkün olmayan kurgulardır.

Kâinâtın değişik yerlerinde değişik algılar olur. Hattâ bu durum Dünyâ’da bile hissedilebilir. Meselâ ikizlerden biri deniz seviyesinde kalırken, diğeri yaşamak üzere bir dağın tepesine gönderilse, dağın tepesinde yaşayan, deniz seviyesinde kalan ikizinden daha hızlı yaşlanacaktır. Yâni bir daha karşılaştıklarında ikizlerden biri daha yaşlı olacaktır. Fakat bu durum “görece öyle olan” bir durumdur. Görelilik kuramında mutlak-zaman yoktur; bunun yerine her bireyin bulunduğu yere ve hareket edişine bağlı kişisel zaman-ölçüleri vardır. 

Bilgi ayrı, hakikât ayrı bir şeydir. Her bilgi, hakikâte açılmaz.

Doğruluğu kesin olan bilgi, Allah'tan gelen bilgi, yâni vahiydir. İnsan, hayâtını doğruluğu kesin olan bir bilgiye dayandırmak istiyorsa, Allah'tan gelen bilgiyi, yâni Kur’ân'ı yol gösterici olarak kabûl etmek zorundadır. Buna karşılık, insanlar tarafından üretilmiş her-hangi bir kıstas (bir ideoloji, felsefe, sistem, düşünme yöntemi vb.), insanı kesin bilgiye götüremez. Çünkü insanların ilâhi kaynaklara dayanmadan ürettikleri bu tür düşünceler sonuçta birer “zan”dır. Oysa âyetteki, "Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz" (Necm Suresi, 28) hükmüne göre zan, insanı doğruya ulaştırmaz. Bilim-adamları da “zan” dan yola çıktıkları için yanlış sonuçlara varıyorlar.

Çocuklar geceleyin ışıklar sönünce karanlıkta gördükleri nesneleri zihinlerinde değişik sûretlere sokarlar. Çok basit olan nesneleri “ışık”sızlıktan ve gecenin/karanlığın esrarının katmış olduğu korkudan dolayı başkalaştırırlar. Olduğundan farklı görürler. Bu durumdan kurtulmaları için birinin ışıkları yakması gerekir. Işıklar yanınca da her şeyin gerçek yüzü açığa çıkar. İşte aynen bunun gibi; zulmet karanlığında, câhiliyet karanlığında olan bâzıları da “nur”suzluktan ve“ışık”sızlıktan dolayı gördüklerini gerçek zannediyorlar. Karanlıkta gördükleri/göremedikleri şeylerin gerçekte de “tam göremediklerinin” aynısı olduğuna inanıyorlar. Hattâ bunu bütün Dünyâ’ya da “tam göremedikleri” gibi aktarıyorlar. Işıkları yakacak biri olmadığı için bu yanlış görüş ve inanış sürüp gidiyor. Bu durumdan kurtulmanın tek-yolu ise birinin ışıkları yakması ve ortalığı aydınlatmasıdır. O zaman görülecek ki, “karanlık”tan ve pustan dolayı tam göremedikleri her şey zannettikleri gibi değilmiş. Peki; bu yanlış boyunca verilen emeklere, boşa geçen zamâna, harcanan paralara -ki nice yetimin, yoksulun hakkı vardır o paralarda- yazık değil mi? Bu boş işlerden yolunu bulanlar acaba kaç kişinin “yolunu” kaybetmesine sebep oldu? Kaç kişi (…) yerine kondu? Gerçekten çok yazık..

Bilim-adamları boşuna uğraşmasın; çünkü öne sürdükleri teori ispatlanacak bir teori değildir. İstedikleri kadar “herkesçe kabûl edilen teori” gibi laflar etsinler. Söyler misiniz; Acaba bu teoriyi hiç sorguladınız mı? Hiç şüphelendiniz mi bu teoriden? Hazırcılık yapıp kafa-konforunuzu bozmak zor mu geliyor? Yoksa kabûl etmekten sorgulamaya vakit bulamadınız mı? Stephen Jay Gould:

“En yanlış hikâyeler genelde, en iyi bildiğimizi sandıklarımızdır; çünkü onları ne inceleriz ne de sorgularız” der.

Ey bilim-adamları! bağnazlıkla suçladıklarınızın yaptıklarının aynısını kendinizin de yaptığınızın farkında mısınız? Fizik-yasalarının işlemesinin imkânsız olduğu bir ortamı, bilinen fizik kurallarıyla nasıl açıklayacaksınız? Parçalarla bütünü açıklayamazsınız, bütünü, parçalarını analiz etmek sûretiyle anlayamazsınız. Çünkü imkânsızdır. Ve yine ey bilim-adamları; taptıklarınız boş isimlerden başka bir şey değildir. Bir şeye bir kere de “bilmiyoruz” deyin be birâder ya. Neymişiniz siz be!

“Allah'tan başka ilâhlar (yol göstericiler, yardımcılar) edinenlerin tümü zanna uyanlardır”. Allah Kur’ân'da bu kişiler hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Bu (putlar ise) sizin ve atalarınızın (kendi istek ve ön-görünüze göre) isimlendirdiğiniz (keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili hiçbir delil indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) hevâ (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir” (Necm 23).

“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak "zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler" (Yunus 66).

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler" (Enam 116).

“Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiçbir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yunus 36).

Büyük âlim Mevdûdi “zan” konusunda şunları söylemiştir.

Sahte din-koyucular, filozoflar, kânun yapıcılar görüşlerini ilim üzerine değil, yalnızca tahmin ve zan üzerine dayandırırlar. Aynı şekilde bilim-adamlarının ve liderlerin peşinden gidenler de onların büyük insanlar olduklarını ve bu yüzden doğru söylediklerini varsayarlar. Zîra ataları ve cümle ahâli onları izlemiştir, zanlarının nedeni budur.

“Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulme sapanların nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak” (Yunus 39).

Kur’ân bir-kaç kelimeyle şunu bildirmiştir ki, vahyedilmiş olanın dışındaki tüm dinler (ideolojiler, kıstaslar) bâtıldır. Çünkü kâinâtın menşei, mebdei, (kökü, kaynağı) sebebinin yalnızca felsefî akılla araştırılması üzerine temellenmektedirler. Felsefî araştırma ise, zann üzerine temellenir ve tabiatı gereği Hakîkat'a ulaşmaya güç yetiremez. Hakîkate ulaşmanın doğru yolu Resûllerin getirdiği vahyin anlaşılmasından geçer. Hakîkatı keşfetmenin tek yolu budur. Aksi takdirde, yanlış yollar izleyen kimse dâima yanlış sonuçlara ulaşacaktır.

Müşrikler, araştırmalarını bütünüyle ve yalnızca hurâfe üzerinde temellendirirler.

Münzevî ve zâhidler de, bilgiye, müşâhede ve tefekkürle ulaşacaklarını ve gerçeği sırları aralamak sûretiyle görebileceklerini iddia ederler. Fakat aslında gerçeği göremezler, gördükleri sâdece muhayyilelerinin bir mârifetidir (oyunudur). Onlar zihnî bir hayâli tasavvur edip, sonra onun üzerinde zihinlerini yoğunlaştırırlar ve böylece bu tasavvur "gerçek"in sûreti olur.

Filozof denen kimseler ise, araştırmalarını akılcılık (rasyonalizm) üzerine temellendirdiklerini ileri sürerler fakat gerçekte her ne kadar "mantıki" deliller ve "yeter" sebeplerle destekleseler bile dayandıkları yalnızca zan ve şüphedir.

Şu hâlde bu gruplar hiç değişiklik arzetmeden ön-yargılarına dayanıyorlar ve kendilerinden farklı bakış-açılarına sâhip kimseleri anlamaya yanaşmıyorlar. Bu yüzden de kendi teorilerine bağlanıp kalıyorlar.

Kur’ân, bilginin bu türlü araştırılmasının temelde yanlış olduğunu anlatmak istemektedir... "Sizin sapmanızın gerçek sebebi, araştırmalarınızı zan ve şüphe üzerine dayandırmanızdır. Ve bu türlü ön-yargılarınız yüzünden en mâkûl şeylere bile kulak vermek istemiyorsunuz. Sonuçta yalnızca hakîkata ulaşamamakla kalmıyor, aynı-zamanda nebiler tarafından bildirilmiş semâvi dinleri doğru değerlendiremiyorsunuz.

Yukarıdaki araştırma yollarının aksine, Kur’ân kendi yolunu bildirir ve hakîkata ulaşmanın yegâne sahih, aklî ve ilmî yolunun o yol olduğunu ileri sürer. Hakîkatı araştırmanın yolu şudur... "Araştırmaya başlamadan önce daha evvel edindiğiniz ön-yargılarınızdan vaz-geçmeli ve hakîkat hakkındaki haberlerinin zan, şüphe, düşünce, müşâhede ve soyut çıkarımlar üzerine değil, doğrudan-doğruya "vahy" üzerine temellendiğini ileri süren kimselerin mesajına kulak vermelisiniz. Sonra Kur’ân'ın dikkate çağırdığı kâinât âyetleri üzerinde derin-derin düşünmelisiniz. Eğer bu âyetler, nebilerin ifşâ ettiklerini söyledikleri Hakîkat'a delâlet ediyorsa, o zaman onların öğrettiği hakîkatı reddetmeniz için hiçbir mâzeretiniz kalmıyor demektir. İslâm felsefesinin temeli budur. Ne yazık ki müslüman filozoflar bile bu yolu izlememiş, Eflatun ve Aristo'yu izlemişlerdir.

Kur’ân bu yöntemi bir-çok yerde zikreder ve birer hakîkat delîli olarak bir-çok tezâhürü tekrar-tekrar gözler önüne serer. Böylece insanlara hakîkati idrak etme yolunda doğru sonuçlara nasıl ulaşacağını öğretir. Nitekim, Yunus 67. âyette gece ve gündüz birer âyet olarak zikredilmekte ve insanlar bu âyetler üzerinde derin-derin düşünmeye çağrılmaktadır. Gece ve gündüzün dönüşümleri olağan-üstü birer âyettir ve Musavvir olan, her-şeye kadir bulunan Allah'a delâlet etmektedir. Zîra bu dönüşüm arzın matematiksel bir kesinlikle kendi ekseni ve Güneş etrafında dönmesi ile oluşur. Bu ard-arda geliş, Musavvir olan Allah'ın yüce hikmetine mebnîdir ve arkasında büyük bir gâye yatmaktadır. Nitekim bu dönüşümün arz üzerinde bulunan tüm varlıklara sayısız faydalar sağladığı ortadadır. Bu aynı-zamanda Yaratıcının arz üzerindeki nîmetine işâret eder ve sonuç olarak yaratıkları için ne mükemmel düzenlemelerde bulunduğunu gösterir. Dahası, bu dönüşüm evrensel Musavvir'in tek olduğunu, oyun oynamadığını, aksine âlemi bir gâye ve hikmete göre yarattığına delâlet eder. Ayrıca şu büyük hakîkat'e delâlet eder ki, tapınılmaya en layık olan, Veli ve Rabb olarak Allah'tır, başkası değil. Zîra, O'nun dışında olan her varlık gece ile gündüzün ard-arda gelişiyle ihtiyaçlarını giderir. Bu ihtiyaçları başka hiç kimse gideremez, bu yüzden bu muhtaç varlıklardan hiçbiri Rabb ve Veli olamaz. Bu âyetlerin ışığında, yalnızca şüphe ve zan üzerinde temellenen diğer dinlerin, böyle apaçık âyetlere dayanan semâvi dinle karşılaştırıldıklarında hakîki din oldukları nasıl düşünülebilir?.

“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlp, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ 36).

Heveslerinin peşine takılanlar ancak heveslerinin isteklerine göre üretim yaparlar. Hakka göre değil de heveslere göre yapılan üretim yarardan çok zarar getirir. Çünkü heveslerine uyanların ürettikleri “zan” dan başka bir şey değildir. Zanna dayanmak ise beşeri dinlerin değişme­yen özelliğidir. Bakın Mustafa İslamoğlu bu konuda ne diyor:

“İpini hevâ, heves ve fobilerin eline vermiş bir akıl bilgiye değil zanna uyar ve zan üretir, kuşkuya düşer ve kuşku üretir, cehâletten yola çıkar ve cehâlet üretir. Böylesine hevâsına esir olmuş bir aklın sâhibi, elde ettiği doğru bilgileri de yanlış tarafa yatırır. Sonuçları açısından onun iyi çalışması, bir canavarın zeki kılınmasından farksızdır. Kur’ân, işte tam da bu gerçeği ifâde eder şu âyette:

"Kendi hevâsını (arzu ve tutkularını) tanrı edinen kimseyi bir düşünsene!" (Câsiye 23).

İç-güdü, tutku, hevâ ve hevesin eline geçmiş bir akıl için artık hürriyetten söz edilemez. Aksine o akıl ayartıcı güdülerin âzât olmaz esiri hâline gelmiştir. O aklın sâhibi özgür düşünemez. Düşüncesinin sınırları, tutkularının, kişisel çıkarlarının, arzularının sınırlarıdır. Aklı bunlar yönlendirdiği zaman, akıl hakîkati değil yalanı, hakkı değil bâtılı, yakîni değil zannı, itminanı değil kuşkuyu, mârifeti değil vehmi arar ve üretir. Böyle bir akıl elbette "sâlih amel" değil, "fâsık amel" ya da en azından "fâsit amel" üretecektir.

“Kahrolsun, o zan ve tahminle yalan söyleyenler” (Zâriyat 10).

Mevdûdi, bu âyeti yorumlarken şu ifâdeleri kullanmıştır…

Bu sözlerde Kur’ân-ı Kerim çok önemli bir gerçek üzerinde insanı uyarıyor. Tahmin ve benzetmelere dayanarak kanaat kurmak, dünyâ-hayâtının basit bir-takım meselelerinde bir dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine geçmese, ilmi yolla ispatlanmasa bile.

Bütün hayâtımız boyunca yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek durumunda mıyız değil miyiz; hesap vermek durumunda isek kimin karşısında, ne zaman ve ne cevap verme durumunda olacağız ve bu cevap vermede başarı ve başarısızlıkların sonuçları ne olacaktır? Bütün bunlar, insanın sâdece kendi tahmin ve kanaatine dayanarak bir akîde kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermâyesini sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bunun mânâsı; "Kendi-kendini tamâmen mahvetmek olur" demektir. Buna ilâveten bu mesele baştan-başa kişinin kendileri hakkında sâdece kanaat ve tahminlerle sağlam bir görüş kurabileceği konulardan değildir. Kanaat, insanın duyular dâiresi içinde olan konularda geçerlidir. Bu konu ise, hiçbir yönü ile duyular dâiresi içine girmemektedir. Bu sebeple bu konu hakkında sağlam bir tahminde bulunulması mümkün değildir. İnsanın his ve idrâk gücünün ötesindeki konularda sağlam bir kanaat elde edebilmesinin nasıl olacağına gelince, bunun cevâbı Kur’ân-ı Kerim'de yer-yer verilmiştir. Ve bundan da insanın kendi başına doğrudan-doğruya hakîkate ulaşamayacağı cevabı ortaya çıkmaktadır. Gerçek ve şaşmaz bilgiyi Allah Teala kendi peygamberi vasıtası ile vermektedir. Bu bilginin sağlamlığı hakkında insan kendini şu yolla tatmin edebilir; yer ve gökte, hattâ bizzat kendi nefsinde var-olan sayısız alâmetlere bir göz atıp bakması ve sonra benzeri olmayan bir tarzda yaratılanları, peygamberin haber verdiği hakîkatleri acaba ispât eden işâretler mi, diye düşünmesi veya diğer insanların ortaya attığı çeşitli görüşleri destekleyen deliller midir diye incelemesi gerekir. İşte bu; Allah ve âhiret hakkında Kur’ân-ı Kerim'in bildirdiği ilmî araştırma yoludur. Bu yoldan saparak kendi kanaat ve tahmînine göre hareket eden herkes kaybetmiştir...

“Allah bu konuda güçlü bir delil indirmiş değildir” (Yusuf 40).

“Getiriniz delilinizi” (Bakara 111).

“Getirin belgenizi” (Saffat 157) vb. ifâdeler sürekli bir delil ister, zan’la hareket etmeyi tenkit eder.

“Çoğunluğun kabûl ettiği”.. diyorlar. Ne yâni.. kabûl etmeyenler de mi var? Bu nasıl olur? Çoğunluk kabûl edince o şey doğru mu oluyor? Allah Kur’ân’da: “Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116) der. “Kabûl edenler-etmeyenler” diye bilim mi olur? Parmak sayısına göre bilim olmaz.

Zâten bir şeyin herkes tarafından kabûl edilmesi o şeyi sorunlu hâle getirir.

Bunların bize bilim adına dayattığı şeyler, Ali Şeriati’nin dediği gibi, "dünyâ-bilimi" değil, "dünyâ-görüşü"dür. 20. yüzyılın laik-seküler-kapitâlist-neo-liberâlist dünyâ-görüşü. Sapık dünyâ-görüşlerini bize dünyâ-bilimi olarak sunuyorlar.

Abel Rey:

"Bilim insanların faraziyelerinden dini özelliğin atılmasıyla başlar" der.

Bir teorinin doğru olması için o teorinin bir-çok kimse tarafından bağımsız bir şekilde düşünülüp târif edilmiş olması gerekir. Yoksa bir kişinin yada bir-kaç kişinin bulduğu bir teoriyi bütün Dünyâ’ya pazarlamasının ve dayatmasının sonucunda oluşan bir teorinin doğruluğu tartışılabilir.

Aynı adres değişik şekillerde târif edilebilir. Popüler târif en iyi târif olmayabilir. Târif edenin başka amaçları olabilir. Fakat bir adrese çok farklı yerlerden gitmek de mümkündür. Birileri, bilim-adamlarına târif etmelerini istedikleri yolu dayatıyorlar. Bir süre sonra o târif benimseniyor ve o târiften başka târif yapanlar herkes tarafından alaya alınmaya ve yobaz olarak görülmeye başlıyor. Dayatılmış târiflere mecbur değiliz.

Kitle psikolojisi ile hareket edenler ancak zannın peşine düşerler.

Big-Bang Teorisi’nin başlangıçta gözlemsel delillere dayanmadan teorik temelde ortaya konduğunu görüyoruz. Evrenin genişlediği teorisi de ilk olarak gözlemlerle değil, matematiksel formüllere dayanarak teorik temelde ortaya konmuştu. Bu kâinât öyle bir yerdir ki, neyi gözlemlemek istiyorsanız onu görürsünüz. Fakat gözlemi hangi zihne göre yaptığınız önemlidir. Vahyin inşâ ettiği zihin/akılla gözlemlenmeyen kâinâtta gözlemlenenler zannetmelerdir.

KOMPLEKS

Müslüman meâlciler-tefsirciler ve bilginler, Batı’nın târih, ahlâk, edebiyat, müzik vs. anlayışlarını bir-çok eleştiriye tâbi tutmalarına rağmen, bilimin verilerini hiç sorgulamadan hemencecik kabûl edebiliyorlar. Hâlbuki bilimin ürünleri toplumun hayâtında daha fazla (olumsuz anlamda) görünür olduğu için bilime daha fazla eleştiri getirmeleri gerekiyor. Bilime yapmadıkları eleştiriler, diğer anlayışlara yaptıkları eleştirileri bloke ediyor. Sonuçta da Batı’ya karşı bir eleştirisizlik ortaya çıkıyor. 

Kürşat Atalar:

“Modern dönemde müslüman dünyâsının Batılı kavramlardan etkilendiği husûsu tartışılırken, Müslüman düşüncesinin çağdaş dönemde 'yarı-geçirgen' kavramlar bulmakta zorlandığı yönünde bir çıkarımda bulunulur ki, bunun önemi şudur: yarı-geçirgenlik aslında yabancı bir düşünce yahut dünyâ-görüşü ile karşılaşan kültürün 'intibak gücü'nü gösteren bir şeydir. Eğer bir düşünce güçlü ise, yabancı kültürü kolaylıkla özümsemeyi başarır; fakat yabancı kültüre karşı dayanıksızsa, yeni olguyu tanımlamak için kendi kavramsal dağarcığından yardım alamaz ve çoğunlukla yabancı kelimeyi kendi sintaksına uydurarak adapte eder. (Bu durum kâne fiili için de geçerlidir H.G.) Bu konu özellikle de modernitenin müslüman dünyâsını derinden etkilediği 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl kelime hazîneleri için önemlidir. Müslümanlar bu yüzyıllarda Batı modernitesinin kavramlarıyla karşılaşmışlar ve bunların bir-çoğunu olduğu gibi kendi dillerine aktarmışlardır (örneğin İngilizce'deki telephone kelimesinin Arapça'ya telefun olarak geçmesi örneğinde olduğu gibi). Bu husus niçin önemlidir? Aslında burada 'değer yüklü' bir îmâda bulunulmaktadır ve şu söylenmek istemektedir: "Müslümanlar modern dönemde Batı modernitesine karşı yenilmişlerdir! O hâlde modernitenin kelime hazînesi, müslümanların kelime hazînesinden güçlüdür” der.

Seyyid Kutub:

“Avrupa’daki kilisenin içine düştüğü hatâların en büyüğü, orta-çağa hâkim olan teorileri ve bilgileri alması ve bunları kitab-ı mukaddesin yorumunda kullanmış olmasıdır. Öyle ki bu bilgi, varsayım ve teorileri de mukaddes kıldı. Ne zaman ki bu bilgi ve teorilerin yanlışlığı ortaya çıktı, hemen dağılıverdi. Onunla birlikte, kilise, kilisenin dîni, ve kilisenin inancı da yıkıldı.

Bu-gün Kur’ân âyetlerini, çağımızda egemen olan bilgi ve teorilere göre mânâlandırmaya çalışanlar ve bu teorileri ona yükleyenler, bilinçsizce orta-çağda kilisenin tâkip ettiği yolda yürümektedir. Kur’ân’ı insanlara sunarken de, çağdaş giysiler içinde sunduklarını, modern ilmi keşiflerin delilleriyle delillendirdiklerini hüsn-ü niyet göstererek yapmaktadırlar.

Bilimsel-buluşlar karşısında hezîmete uğrayan bâzı kimseler, Kur’ân’ın, dolayısıyla dînin doğruluğuna bir belge olmak üzere kâinâtın hakîkatlerine işâret eden âyetlerle yeni bilimsel-buluşlar ve nazariyeler arasında bir uyum saptama içine girdiler. Hâlbuki bu yanlış bir yöneliştir. İlmî metot yönünden hatâlı olmakla birlikte, îtikâdi yönden de son-derece tehlikeli bir davranıştır. Beşer târihinde ilmi nazariyeler diye bilinen bilimsel gerçekler, kesin bilgi ifâde etmedikleri gibi, mutlak doğrular olarak kabûl edilemezler. En iyimser tahminlerle ancak, gerçeği yansıtmayan zannî bilgileri ifâde ederler. Bizzat bilim-çevreleri tarafından bir-takım ağır basan faraziyeler olarak kabûl edilirler. Yâni kâinâtta beliren bir-kısım bulgulara dayanarak yapılan yorumlardan ibârettir. Bu kuramsal yorumlar, söz-konusu bulguları başka şekilde yorumlayacak bir hipotez çıkıncaya kadar geçerliliğini korurlar. Ancak ne zaman birinci nazariyeden daha açık veya bulgu bakımından daha zengin bir faraziye ortaya çıkarsa, birincinin mukadder âkibeti iflâsa sürüklenmektir. Görülüyor ki nazariyelerin bir temeli yoktur. Dâima değişikliğe uğrayabilirler ve hattâ tamamen çürütülebilirler” der.

Abdurrahman Arslan:

“Müslüman’ın ciddi ve trajik sorunu; modern/seküler bilgiyi her-hangi bir istisna yapmadan sâhiplenirken, aynı modern zihniyetin kabûl ettiği ilerlemeci/seküler değişim ve târih anlayışını reddetmeleri olmaktadır. Hâlbuki Müslümanlarca içselleştirilmeye başlanan bu bilginin, aynı-zamanda onların târih anlayışlarını, geleceği kavramlaştırma, kurgulama ve yönelimlerini değiştirilebileceği hesâba katılmamaktadır. Bilginin inşâ edeceği zihniyet-biçiminin “hakîkati” ve hayâtı yeniden ve kendi ideâllerine göre anlamlandıracağı nedense unutulmaktadır” der.
 
Ramazan Yazçiçek:

“Modern-bilim dinleştirilmiş, din de bilimleştirilme çabasıyla uhrevî olandan soyutlanmaya çalışılmıştır” der.

Ahmet Başaran:

“Ne bir hakîkatten ne de bir gelenekten haberdar olan bilim-adamları, gerçek olmayan ve gerçekleri yansıtmayan sanal bir Dünyâ üzerinden kendi ideolojilerini ellerindeki “insafsız” güçle dayatmak emelindeler. Hâlbuki İslâm’ın prensiplerine göre bilinen bilgi, hakîkatin birliğine yöneltir. Bu birlik Allah’ın mutlak-birliğinden ötürüdür. Allah hakîkati ilim ve vahiy ile açıklar.

Abduh, Reşid Rıza, Ahmet Han gibi düşünürler, Batının pozitivist bilgi anlayışı ve bilimsel yöntemini hiç-bir sınamaya tâbi tutmadan İslâm dünyâsının içine katarak, İslâm’ın yükselmesini amaçlıyorlardı. Onlara göre, ümmetin her açıdan geri kalması, akıl ve vahiy uzlaşmasını modern düşünceye adapte edememekten kaynaklanmaktaydı. Ancak hâkim Batı modelini benimseyerek yapılan çalışmalar, aydınlar ve halk arasında müthiş bir kültürel şizofreni yaratmaktaydı. Bunun sonucunda, İslâm’i çözümler üretmek isterlerken, Batının bir parçası hâline geliyorlardı. Hâlbuki tüm iddialara rağmen, elde edilen sonuç Batı modeli değil, onun yalnızca bir karikatürüydü. Bu düşünürler, modern münyâ ile İslâm âlemindeki din-anlayışını aynı değer kabûl edip aynı çalışmaların yine aynı sonuçlar vereceğini ümit ediyordu. Ne var ki bu bilgi ve hakîkatten, bilhassa da tevhidden yoksunlaştırılmış bilim-anlayışı, İslâm dünyâsı için çâre olmaktan öte, ruhsuzlaştırmaya yönelik en baskıcı tutum hâline gelmiştir. Bu çalışmaları iyice değerlendirip Batı’ya karşı gerçek ve somut bir duruş sergilemek isteyen ilk düşünürlerden olan İsmail R. Farûki, amacından sapmış olan modern/pozitivist bilgiyi İslâm’ileştirme yoluna gitmiştir. Çünkü Farûki için Batılı insanın elinden çıkmış olan çalışmalar, bu topluma âit çözümlemelerdir ve zorunlu olarak ‘Batılı’dırlar. Bu yüzden bu çalışmaların müslümanlar için birer örnek teşkil etmesi düşünülemez. Tüm bu düşünce ve çalışmalara rağmen sonuçlara baktığımızda hiç de beklenilen sonuçlara ulaşılamamıştır. Evlerimiz, mobilyalarımız, şehir düzenlerimiz, kim ve ne olduğumuz konusundaki kafa karışıklığımızı gâyet açık bir şekilde yansıtmakta. Kısacası, Müslüman kendini Batılılaştırmıştır. Batılılaştığı oranda da berbatlaşmıştır. Kendisine ne İslâm’i ne de Batılı denilebilecek, çağdaş bir kültür gâribesine dönmüştür” der.

René Guénon:

“Modern-bilime kendini kaptırmış olan bilim-adamları, tıpkı Eflatun’un mağarasındaki gölgeleri hakîkat sanan mahkûmlara benzerler” der.

Atasoy Müftüoğlu:

“Günümüzde müslümanların dünyâsında oldukça yaygın bir eğilim giderek güç kazanmaktadır. Bu eğilimin belirgin özelliği, İslâm’ı modern-bilimlerin imkânlarıyla anlama ve anlatma şeklinde açığa çıkmaktadır. Bu eğilim, İslâm’ı, modern-bilimlerin insaf ve merhâmetine terk etmiştir. Modern-bilimlerin kabûl edebileceği, modern hayat biçimiyle bütünleşebilecek ve sonuç îtibarıyla kâfirleri rahatsız etmeyecek, sâdece dostluk, barış ve kardeşlikten yana bir İslâm imajı uyandırılmak istenmektedir. İslâm’ı modern/sosyal değerlerle bütünleştirmeye ve açıklamaya çalışmak önlenemez bir iç-çürümenin belirtisidir.

İslâm bilime olağan-üstü bir değer vermiş bulunmaktadır. Ancak bu bilim, günümüzde bilim denilince akla gelen bilim olmayıp vahye ve tevhide dayalı bilimdir. Vahye ve tevhide bağlı kalmak kaydıyla İslâm, bilimi yüceltir. İslâm’ı modernler nezdinde ayıklayabilmek için yapılan, “İslâm; bilim ve teknolojiye, ilerlemeye uygun hayat-tarzını teşvik ve teyit eder” tarzındaki açıklamalar, İslâm’ın ruhuna gölge düşüren açıklamalardır. Evet İslâm; bilimi, ilerlemeyi, teknolojiyi, çalışmayı, araştırmayı teşvik ve teyit eder, ancak bütün bu olgular ilâhi vahyin/tevhidin özüyle bütünleştiği takdirde İslâm tarafından kabûl edilebilir. Aksi takdirde hiç-bir ilerleme ve gelişme İslâm’ı ilgilendirmez” der.

Modern İslâm âlimleri gayr-i müslimlerin buldukları/yaptıkları şeyleri ne de çok seviyorlar ve onların sözcülüğünü yapıyorlar. Hâlbuki bu durum sonuçta onlara/bize zarar veriyor. Ali Şeriati bu konuda:

“Einstein’in bağıntılılık kuramını, jeti, fiziği, hidrojen bombasını, mikrobu ve Avrupalıların buldukları bütün şeyleri yeni baştan Kur’ân’dan bulmaya çalışıyorlar. Bu, bir tür komplekstir. Böylelikle, kendi öğretisinin, kendi Kur’ân’ının, kitabının ve kültürünün eskimediğini göstermek, ortaya koymak istemektedirler. Tıpkı kompleksi bulunan ve Batılılaşmaya, Batıcılığa, kendisini bu çağa mâl etmek, bu çağa yaraşır olmak ve var olmak için aşırı ilgi gösteren doğulu gibidir. Oysa keşfedip dayandığında Batılıdan daha çok haysiyetli olabileceği asâletleri ve değerleri vardır onun. Hattâ Batılıların gözünde de bu böyledir. Apollo’yu Kur’ân’ın içerisinden bulup çıkarmaya gerek yoktur. Ondan insanı bulup çıkarmalı asıl. Apollo’yu kendileri bulabilirler; Kur’ân’a kesinlikle ihtiyaç yoktur bu konuda. Allah’a da ! İnsan olmak, bu kitaba ve Tanrı’ya gereksinimlidir. Önemli olan insanın ortaya çıkarılmasıdır. Bu gerçekleşmediğinde, neyi ortaya çıkartırsan çıkart, bir yararı yoktur. Bu, şu-anda büyük bir musîbet olmuştur ve oldukça ürkütücüdür. Hattâ bilimsel açıdan Kur’ân üzerinde oldukça büyük çalışmalar yapmış kimselerin çalışmalarını da genelin gözünde mahvetmektedir. Kur’ân âyetlerini yeni buluşlara ve kuramlara yamamada şiddetli bir aşırılığa kaçılmıştır. Yeni bilimlerden bu şekilde söz etmek, hem de yeni bilimlerden bu denli deneyimsizce, ikinci, üçüncü elden, kısıtlı haber-kaynakları yoluyla haberli olan kimseler aracılığıyla bunu yapmak İslâm’a çok zarar verir. Nasıl zarar verir? Temelde İslâm’ın ve Kur’ân’ın risâletinin esasını olumsuzlayıp bozar”  der.

Mehmet Emin Akın.

“İngilizlerin İslâm ülkelerini işgâl etmelerinden önce batılı bilimin ışığında bilimsel tefsirlere rastlanmadığı hâlde, Hindistan ve Mısır’ın İngiltere ve Fransa’nın işgâline uğramasından sonra, Kur’ân’ın ve Sünnetin karşısında batılı mantık kuralları esas alınarak yorumlar ve şüpheler üretilmeye başlandı. İşte bu târihten îtibâren müslümanlar içinde nifak belirtileri görülür oldu. İdeolojik ve fikrî olarak batılı bilimi takdis eden bir-çok yazar ve düşünür Kur’ân’ı hevâsına göre yorumlamaya ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti hakkında sayısız şüpheler ileri sürmeye başladılar. Kur’ân ve Sünnette zikri geçen mûcizeler ya inkâr edilir ya da bâtıl te’villerle ya da naturalistlerin batıda yaptıkları gibi te’vil edilir oldu. Bu modernistler; İngiltere’nin müslümanların kendi idârelerini ve İslâm Hilâfetini kurma fikirlerini ve îtikadlarını tahrip ve tadlil edici eserler yazmaya ve bu fikirleri İngiltere’nin müslümanlar üzerindeki egemenliğini ve sömürüsünü ilim adına, özgür düşünce adına perdelemeye ve gün gibi açık olan kafir yönetimlerden yana oluşlarının hakîkatını gizlediler. Çağdaşçı veya modernist Kur’ân yorumu, İslâm’ın en temel ilimlerine ve selefin akîdesine ve usûlüne sırtını dönünce; batıdan gelen felsefî bilimlerin pozitivist te’vil anlayışıyla ve mantığının kirli yüzüyle karşı-karşıya geldi. Buna, İslâm ülkelerinde materyâlist ideolojilerini (Batının bütün felsefî düşünce ve siyâsî rejimlerini kasdediyoruz) hâkim kılmak için kan ve ateşle müslümanları sindiren ve İslâm’la aralarına, laiklik ve demokrasiyle giren sistemlere karşı gözle-görülür hayâtı ve insanı kuşatacak alternatif ortaya koyamayan modern İslâmcılık ! modern ve muzaffer batılı düşmanlara yaranmanın ve içerde de onların maşaları ve dîne karşı küfr ve şirk duvarı ören ve âdeta bütün İslâm beldelerini açık bir hapishaneye çeviren gâsıplara karşı duramayınca, kendini dönüştürmeye başladı” der.

Kompleks sâhipleri bu teoriye “hayır” diyemiyorlar. Çünkü bu “zırva”yı “batı”lılar buldu ya.. bulanların ismi havalı ve yabancı bir isimdir ya.. İşte bu özellikler bile yetiyor bu teoriye kulluk yapmaları için.

Big-Bang Teorisi, “yabancı” bilim-adamlarının oluşturduğu bir “evreni düşünme biçimi”dir. “Bu şekilde düşünülecek” derler. “Diğerleri” de aynen onların dediği gibi düşünürler. O düşüncelere uygun düşünceler üretebilirler ancak. İşin en kötüsü de, böyle yapmakla kendi toplumlarını istihmara (eşekleştirme) uğratıyorlar.

Ali Şeraiti:

“Uyanık olalım, bilimsel doyumla kendimizi düşünsel bakımdan doymuş sanmayalım. Bu çok yalancı bir doyma türü, çok büyük bir aldanış türüdür. Bu durum özellikle okumuşlarımıza, zamânımızın aydınlarına özgüdür. Bunlar bilimsel yönden doygunluğa ulaşınca, yüksek öğrenim görünce, bilimsel bakımdan geniş bilgiler ve seçkin dereceler elde edince, büyük üstadlar ve kitaplar görünce, tamâmen estetik bilimsel görüşlere ulaşınca kendilerinde bir gurur hisseder, kendilerini yeterli görme duygusuna kapılırlar. Düşünsel bakımdan bilgili bir insan olmanın son derecesine vardıklarını sanırlar. Bu yalancı biat aldanıştır. Bu aldanışa kapılan bir bilgin, bir üstad, bir çevirmen, bir filozof, bir büyük mutasavvıf, bir edip, bir târihçi, hattâ halktan biri bile çoğunlukla düşünsel bakımdan tamâmıyla bir sıfırdan ibâret olmasının mümkün olduğunu düşünmez. Böylece bilinç bakımından halkın en basit kimselerinden biri olarak kalmış olur. Bilgi, öz-bilinç, toplum bilgisi ve zaman bilgisi bakımından, gözü yazıyı bile tanımayan basit birinden daha da aşağılarda kalır.

Bu çok acıklı bir durumdur. Câhil bir bilgin olmak, okumuş birisi olarak bilinçsiz kalmak, çok kabarık diplomalar ve hayli ciddî unvanlarla doktor, mühendis, yüksek lisans, doçent, profesör ve benzeri bir insan olmak; ama bilinç, anlama, bilgi yönünden, toplumu ve kendisini birbirine bağlayan zamâna karşı sorumluluk duygusu ve târihin hareketinin belirlenmesi bakımından sıfır olmak, kör ve sağır olmak büyük bir tehlikedir, acıklı bir durumdur. Bu, bilgin olduğu hâlde câhil olma tehlikesidir. Bunun tehlikesi de insanın genellikle bilgiyle doyunca, düşünsel açlık hissetmemesi bakımındandır. Bu-gün Dünyâ’da ortaya konan durum -buna bakar ve görürsek- tamâmen ayrı bir meseledir, “bilimsel meselelerden” ayrı “düşünsel bir mesele”dir” der.

Modern çağlar, modern yanlışlıları da yanında getirir. İşte bu teori de modernizmin ürettiği bir yanlıştır. Ali Şeriati: “Târih, insanın bilinçli hareket etmesinden çok, ahmakça hareket örnekleriyle doludur” der.
 
Big-Bang Teorisi’nin teolojiyle/din ile de örtüştüğünü söylerler. Bunun nedeni, “yorum”un bir dayanak bulmasıdır. Din yoruma açıktır ama yanlış yorumlar din ile alâkalı olamaz. Zamânında Aristo’nun “dönmeyen dünyâ” modeli de dîne uygun görüldü ve îtikad  meselesi yapıldı. Yaptıkları yanlış yorumlar onları yıllarca/yüzyıllarca yanlış bir inançta oyaladı durdu. Kimse “günlük yorumlar”ı evrenselleştirmemelidir.

Big-Bang Teorisi bu kadar popülerleştirilince bâzı meal/tefsirciler de Kur’ân’daki bâzı âyetleri bu teoriye uydurmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Böyle olunca da Kur’ân’ı özne konumundan alıp nesne konumuna sokmuş oluyorlar. Hâşâ; tabî ki de böyle bir şey olamaz. Böyle bir şey olması için bu teorinin mutlak-doğru olması gerekir. Mutlak/kesin doğruluğu olmadığına göre böyle bir şeyden bahsedilemez. Zâten; aslında bir hipotez olan bu “sözde teori”nin kendisi nesne, Kur’ân ise öznedir. Aralarında ise özne-özne ilişkisi olamaz.

Peki “bâzı âlimler” bu görüşleri nereden aldılar? Kur’ân'ın âyetlerini ve Peygamberimizin sözlerini değerlendirirken kriter olarak kullandıkları bu ön-yargılarının kaynağı nedir? Tabî ki de bilim. Yeter ki bilime ters düşülmesin. Oysa diğer bâzı âlimler farklı düşünüyorlar:

Kur’ân'ı anlamanın, açıklamanın ve İslâm’a uygun bir düşünce sistemi oluşturmanın ideâl yolu şudur: İnsan böyle bir işe girişirken bütün eski düşüncelerini kafasından silip atmalı, Kur’ân'a her türlü ön-yargıdan arınmış bir mantık ve bilinçle yaklaşmalı, varlık alemine ilişkin gerçekleri Kur’ân'ın ve hadislerin açıklamaları ile uyuşan yargılara dayandırmalı, Kur’ân'ı ve hadisleri Kur’ân-dışı kriterlere göre değerlendirmeye kalkışmamalı.

Biz bu sözleri, elbette ki, Kur’ân'a inanmakla birlikte onun âyetleri ile kafalarındaki ön-yargılar ve zihinlerinde çöreklenen doğal gerçeklere ilişkin eski düşünceler arasında uyum sağlamak amacı ile âyetleri çarpıtarak yorumlamaya kalkışanlara söylüyoruz.

Bir de Kur’ân'a inanmadıkları hâlde sırf bilimsel buluşlar o noktaya eremedi diye Kur’ân'daki bu tür kavramları inkâr etme gayret-keşliğine kapılanlar var ki, bunların tutumu gerçekten gülünçtür. Sebebine gelince bilim, henüz önünde duran ve deneylerinde kullandığı varlıkların sırlarını bilemiyor. Üstelik azımsanmayacak sayıdaki gerçek bilim-adamları yavaş-yavaş, tıpkı dindarlar gibi, "bilinmezlik" gerçeğine inanmaya başlamışlar, en azından bilmediklerini inkâr etmekten vaz-geçmeye yönelmişlerdir. Çünkü bu adamlar daha önce bilimin aydınlığa çıkardığını sandıkları, üstelik gözleri önünde duran bir-çok konuda bilinmezlik duvarları ile yüz-yüze geldiklerini görmüşlerdir, hem de bu çıkmazlara saplanırken kullandıkları yöntem bilimsel araştırma yöntemi olmuştur. Bu-yüzden soylu ve bilimsel bir alçak-gönüllülüğü benimsemişlerdir. Bu alçak-gönüllü tutumda ne iddiâlı konuşmaların belirtilerine ve ne de bilinmezlik gerçeğini küstahça reddeden bir şımarıklığın damgasına rastlayamazsınız. Fakat bilim-simsarları ile bilimsel düşünce yaygaracıları böylesine soylu bir alçak-gönüllülüğün uzağındadırlar, onlar hem din-kaynaklı gerçekleri ve hem de bilgimize kapalı gerçekleri pervâsızca inkâr etmeyi sürdürüyorlar.

Kur’ânî gerçekler, varlık âlemine ve bu varlık âleminde bulunan güçlere, ruhlara ve canlılara ilişkin doğru ve gerçek bir düşünce oluşturmamızı sağlayacak yeterliliktedir. Çevremizde kımıldayan bu güçlerle, ruhlarla ve canlılar ile bizim varlıklarımız ve hayatlarımız arasında karşılıklı etkileşim vardır. İşte bu düşünce müslümanı diğer insanlardan ayrı yapan, onu saplantılar ve hurâfeler ile kof iddiâlar ve şımarıklıklar arasındaki orta noktaya yerleştiren tutarlı düşüncedir. Bu düşüncenin kaynağı Kur’ân ve sünnettir. Müslüman öbür bütün düşünceleri, bütün sözleri, bütün yorumları bu iki kaynağın ışığında değerlendirir.

Bilim Kur’ân’a değil, Kur’ân bilime ışık tutar. Kur’ân’ı yorumlamada “bilimsiz” yapamayanları Seyyid Kutub’da eleştirerek der ki:

“Modern ilmin başarılarına tutkun olan çağdaş tefsircilerin bâzıları Kur’ân'da geçen Hz. Süleyman'ın kıssasını yorumlarken diyorlar ki; Hz. Süleyman'ın kuşların, hayvanların ve böceklerin dillerini anlaması bu-günkü modern bilimsel araştırmalar yoluyla hayvan dillerini çözmeye çalışmanın bir türüdür. Hâlbuki böyle bir yorum mûcizenin karakterini ve tabiatını değiştirmek anlamına gelir. İnsanın sınırlı olan bilimi karşısında, hayranlık duygusuna kapılmanın ve bu bilim karşısında yenilgiye uğramanın etkilerinden biridir. Çünkü Allah'ın kullarından birine böceklerin, hayvanların ve kuşların dillerini hiç-bir çaba sarf etmeden ve hiç yorulmadan katından bir bağış olarak öğretmesi, gerçekten çok basit ve çok kolaydır. Böyle bir şey Allah'ın canlı türleri arasına koyduğu engelleri kaldırmasından ibârettir. Çünkü Allah bu türlerin hepsini yaratandır.

Bir noktayı ısrarla vurgulamak istiyoruz. Bu nokta Kur’ân'ın ifâdelerini insan ürünü bilimsel buluşlarla sınırlamaktan kaçınılmasının gereğidir. Çünkü bilimsel buluşlar hem doğru, hem de yanlış olabilecekleri gibi, insanın bilgi ufku genişledikçe, bilgi edinme yöntemleri çoğalıp olgunlaştıkça değişmeye, başkalaşmaya açıktırlar. Bâzı iyi niyetli araştırmacılar Kur’ân'daki ifâdelerin anlamları ile bilimsel buluşlar arasında -bu buluşların deney sonucu mu, yoksa teori mi olduklarına bakmaksızın- uyum sağlamak için can atarlar. Bunu Kur’ân'ın ileri-görüşlülüğünü, mûcizevi niteliğini kanıtlamak niyetiyle yaparlar. Oysa Kur’ân, değişmez ifâdeleri değişken bilimsel buluşlarla uyuşsa da, uyuşmasa da mûcizedir. Onun ifâdelerinin anlamları her zaman değişmeye ve başkalaşmaya açık olan, hattâ temelden doğru yada yanlış sayılma ihtimâli ile sürekli karşı-karşıya bulunan bilimsel buluşların dar kalıplarına sıkıştırılamayacak derecede geniş kapsamlıdır. Bilimsel buluşların Kur’ân'ın ifâdelerini açıklamaya ilişkin tek faydası vardır. O da Kur’ân'ın kafamızdaki anlamını genişletmektir. İnsanın gerek iç-dünyâsına, gerekse dış-dünyâsına ilişkin bir konuya âyetler kısaca değinmekle yetinmiş ise o konudaki bilimsel buluşlar âyetin anlamını düşünürken düşünce ufkumuzu zenginleştirebilir. Fakat bu durumlarda "filânca âyetin anlatmak istediği şey işte şu bilimsel buluştur" diye kestirip atmaktan kaçınmalıyız. Bunun yerine “şu bilimsel buluş, falanca âyetin anlamının bir bölümü olabilir" dememiz gerekir.

Şunu da hemen belirtelim ki, insan aklının bilinmezin ufuklarını kurcalayacağı belirli bir araştırma alanı vardır. İslâm bu alandaki araştırmaları ısrarla teşvik eder, aklı güçlü bir destekle o yöne doğru iter. Fakat bu belirli alanın ötesinde insan aklının araştırma çalışmasına girişemeyeceği bir başka alan vardır. Akla bu güç verilmemiştir. Çünkü insanın bu alanı araştırmaya ihtiyâcı yoktur. Yer-yüzündeki halîfelik görevi için gerekli olmayan bilgiler insana kapalı tutulmuştur. Ona bu alanda yardımcı olmanın hiç-bir gerekçesi yoktur. Çünkü bu tür bilgiler ona göre olmadıkları gibi onun uzmanlık alanına da girmezler. Bu tür bilgilerin çevresindeki canlı ve cansız varlıklara göre evrendeki konumunu bilmesine yarayacak kadarı gereklidir ki, bu kadarlık gayb bilgisini insana açıklama işini yüce Allah'ın kendisi üstlenmiştir. Çünkü bu bilgi onun öğrenme gücünü aşar, ayrıca yüce Allah ona verdiği bu gayb bilgisinin dozajını kapasitesine göre ayarlamıştır. İşte meleklere, şeytanlara, ruha, ilk yaratılışa ve insanın ilerde ne olacağına ilişkin gayb bilgileri bu tür bilgiler arasındadır.

Yüce Allah'ın gösterdiği yoldan saparak başka yollar tutturanlara gelince bunlar iki ana gruba ayrılırlar.

Birinci gruptakiler sınırlı akılları ile “sınırsız”ı kavramaya kalkışırlar; kutsal kitaplara baş-vurmaksızın yüce Allah'ın zâtını ve bilgimize kapalı âlemlerin sırlarını açıklamaya yeltenirler. Evrenin sırlarını ve bölümleri arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışan filozoflar bu gruba girerler. Adamlar bu çabaları sırasında tökezlerler, tıpkı doruğuna erişilmez bir yüce dağa tırmanmaya kalkışan çocuklar gibi zavallılaşırlar. Yada "var-oluş" bilmecesinin sırrını çözmeye yeltenirler. Oysa evren alfabesinin daha ilk harflerini bellemiş değillerdir.

Bu grupların ikincisine gelince bu adamlar felsefecilerin bilgi edinme yöntemlerinin yararsızlığını anlamışlar, bu yüzden bilim edinme ve araştırma çabalarını tümü ile deneysel ve uygulamalı bilimler alanında yoğunlaştırmışlardır, bilgimize kapalı alemlerin sırlarını kurcalamayı kesinlikle bir-yana bırakmışlardır. Çünkü bu alana girecek yol bulamadıkları gibi yüce Allah'ın o alana ilişkin direktiflerini de umursamamışlardır. Bu yüzden zâten yüce Allah'ı kavramaktan da yoksun kalmışlardır. Bu adamlar onsekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda aşırılıklarının doruklarında gezindiler. Fakat bu yüzyılın başlarından îtibaren içinde yüzdükleri bilimsel şımarıklığın sarhoşluğundan yavaş-yavaş ayılmaya başladılar. Çünkü madde, avuçları içinden kayarak ışınlara (radyasyona) dönüştü, özü bakımından belirsizliğe gömüldü, Hattâ nerede ise hangi kânunlara bağlı olduğu bile bilinmez oldu.

Kur’ânî düşünce yapısı ise, her türlü aşırılıktan uzak, bilgi edinme kanallarını insanın yüzüne kapamayan, bununla birlikte insanı masalların ve asılsız kuruntuların peşinden koşturmayan, sağlıklı bir düşünce yapısıdır.

Zâten batı, bilimindeki temel doğrulara, İslâm-âlimlerinin eserlerini (ç)alarak (çünkü kaynak göstermiyor) ulaşmıştır. Mustafa Armağan bu konuda şunları söyler:

“Bize sâdece Osmanlı târihi değil, Avrupa târihi de tek-yanlı öğretilmiştir. Kopernik’in gezegenler teorisini Şam’lı bir İslâm âlimi olan İbnüş-Şâtır’dan (ç)alışı da Avrupa târihinin meçhul kalmış yönlerindendir.

1950’li yıllarda Kopernik üzerine çalışan bilim-târihçisi Otto Nieugebauer müthiş bir buluş yapmıştı. Şam’lı astronom İbnü’ş-Şâtır’ın Nihâyetü’s-Sülfi Tashihi’l-Usul adlı Arapça eserini, matematik profesörü Edward Kennedy’nin tavsiyesi üzerine dikkatle incelemiş ve tek kelime Arapça bilmemesine rağmen içerisindeki çizimlerin Kopernik’inkilere müthiş benzerliği karşısında şoke olmuştur. Yoksa Kopernik’in eseri orijinâl değil miydi? Ve acaba nerden aldığını bilmediğimiz teorisinin kaynağı bulunmuş muydu?

Bilim-târihçisi George Saliba, bu buluşun, Avrupa biliminin kökenleri ile İslâm-bilimi arasında bir bağlantı noktası olabileceği görüşündedir. Dolayısıyla bir Avrupa mûcizesi yok, İslâm-bilim mirasından aktarmalar vardır. Vaktiyle müslüman âlimler de Yunan’lılardan pek-çok şey öğrenmişlerdi ama üstadlarından aldıklarını açıkça belirtiyorlardı. Oysa Kopernik bilgilerini nereden aldığını ısrarla gizlemişti.

Zamanla araştırmalar derinleşti ve görüldü ki, Kopernik aslında sâdece İbnü’ş-Şâtır’dan değil, ondan 1.5 asır önce yaşamış Nasirüddin Tûsî’den de “Tusi çifte bağı” denilen teorem ve bunun çizimini aynen almış ama yine kaynak belirtmemişti.

Bunlara, 1973 yılında yeni bir kanıt eklendiğinde heyecan doruğa çıkmış gibiydi. Willy Hartner adlı bilim-târihçisi bir adım daha atmış ve Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir yazma eserde, Kopernik’in kopya çektiğinin en ciddî kanıtını yakalamıştı.

Buna göre Kopernik, kendisinden yaklaşık 300 yıl önce benzer bir kanıtlamaya giden Tusî’nin çizimindeki harfleri bile aynen kopya etmekten çekinmemişti. Tusî “elif’”i kullanıyor, Kopernik ise ona Latin alfabesinde A diyordu. Tusî “be” derken Kopernik B yapıyordu onu. Aynı şekilde “dal” harfi yerine D, “ha” harfi yerine de H demişti. Fakat tek bir harf, orijinâlinkinden değişikti: Tusî’nin “ze” dediği yeri Kopernik F diye işaretlemişti. İşte bu tek harf değişikliği kafaları karıştırmış, ancak uzmanlar bunun, Arapça bilgisi kıt birinin bu metnin bir nüshasını Kopernik’e okurken “ze”yi F diye okuduğu hükmüne varmışlardı. Çünkü Arapça el yazısında bu iki harf, yani “ze” ile “fe” harflerinin yazılışları bir-birine çok benzemektedir.

Kemal Tâhir: “Biz târihi çalınmış bir milletiz der”.

Ve sorar:

“Neden bir 17.yüzyıl Bilimsel Devrimi’nden söz edilir de, 10.yüzyılda gerçekleşen ve bir-kaç yüzyıl süren İslâm Bilim Devrimi’nden söz edilmez? Neden Avrupa Rönesans’ndan söz edilir de, müslümanların Rönesanslarını en az 5 yüzyıl önce gerçekleştirdiklerinden dem vurulmaz?”.

Bilim, bilim-dışı önermeleri eleştirirken onları biraz da falcılık-kâhinlikle suçlar. Ama kendisine gelince, “evrenin başı ve sonu” teorisini mutlak-doğru gibi açıklamaktan hiç çekinmez. “Hattâ, yaptıkları bu “bilimsel kâhinlik”in eleştirilmesine bile dayanamazlar.
                                                                      
Seyyid Kutub:

“İslâm’i araştırmalarda Batı-düşüncesinin yöntemlerine ve bu yöntemler uyarınca ortaya konulan ürünlere güvenmek büyük bir gaflet olur. Günümüzde yaşadığımız koşullar nedeni ile Batı’dan almak zorunda olduğumuz deneysel bilgileri dâhi alırken bunlara felsefî yorum katılması ihtimâli olduğu için, son derece dikkatli davranmamamız gerekir. Çünkü bu bilimlere katılması olası felsefî yorumlar top-yekün din düşüncesine, özellikle İslâm düşüncesine (dünyâ-görüşüne) temelden karşıdırlar. Miktârı ne olursa-olsun böylesi yorumlar İslâm pınarının sâfiyetini bozmaya ve onu zehirlemeye yeterlidir” der.

Gerekli araçların ellerinde bulunmasından dolayı bilim-adamları doğru yargılara da varırlar tabi. Bu yargılara diyecek bir şeyimiz tabî ki de yoktur. Müslümanlar bu tarz bilgilere güvenebilirler. Bu bilgileri hem güvenip alabiliriz, hem de o bilgilere katkılar yapabiliriz.

Ey bilim-adamları! Bilince dönüşmemiş bilginizle bu işi çözmeniz imkânsız. Gelin; Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi; “bilginizi vahiyle bilince dönüştürün”.

Ey bilim-adamları! Siz istediğiniz kadar astronomi, astrofizik, bilim vs. değin.. gerçek başka.

Ey bilim-adamları! Bilimi kutsal bir ineğe dönüştürdünüz… Tapıyorsunuz..

Yine; Ey özellikle dindar bilim-adamları! kâinâtın büyüsünü bu gibi paçavra teorilerle bozmaya çalışmayın. Başaramazsınız. Kavlî âyetler toplamı olan Kur’ân’ın “koruma programı” olduğu gibi; kevnî âyetler toplamı olan kâinâtın da “koruma programı” vardır. “Şihab”lara dikkat edin. Bu “koruma programı”nı delerek/delmeye çalışarak insanların tasavvurlarını bozuyorsunuz. Yamuk tasavvurlar inşâ ediyorsunuz. Tasavvurda milimetrik sapma, eylemde kilo-metrelere tekâbül ediyor.

Ey bilim adamları! Her şeyi görmeniz mümkün değildir. Gelin “her şeyi “Gören”in bildirmesiyle bakın kâinâta. Çünkü her şeyi hakkıyla sâdece Allah görür. Aksi takdirde gördüğünüz şeyler bir serap olmaktan öte gidemeyecektir.

Yine ey bilim-adamları! Korkmanıza ve endişe etmenize de gerek yok. Bu 10.000 teorisi astronomi ile uğraşanları işsiz bırakmaz. Belki de daha fazla iş-alanı açar.

BİLİM NEYE HİZMET ETMELİDİR

Modern bilim, bilim-merkezli değil, patron-merkezli yapılıyor. Patronlarına şah-damarlarından bağlı olan bilim-adamları, onların isteği doğrultusunda bilim! geliştirmeye -ya da daha doğru bir ifâdeyle- gündeme sokmaya mecbur ve mahkûmlar.

Modern ilim nedir? Ne yapıyor? Kime hizmet ediyor? Ali Şeriati bu soruları şöyle cevaplıyor:

“Batı ansızın ilmin de var olduğunu hissetti. İlim ise üç asırdır ona yalan söylüyor. Kapitâlizmin uşağıdır, in­sanın zâbitliğini hidâyete yönelten kılavuz değil. Ona “sen insansın” demiyorlar, bu ne demektir?

“Bu-günkü insan ilimden bıkmıştır. Zîra faşizmi meydana getiren ilim idi” ve bunu insanlığa zoraki yükledi. Dünyâ’da ilk-defa insanlığın üçte ikisinin aç olması düzeyinde açlığı ilim meydana getirdi.

Sınıfsal sömürü ve artık-değerin yağmasını bu dereceye çıkaran ilimdir. Sömürüyü ilkel, basit ve açık şeklinden alıp, bu kadar güçlü, derin, köklü ve şiddetli yapan ilimdir. Dünyâ milletlerinin kültürel sömürüsünü ortaya çıkaran ilimdir. Avrupa'yı vahşi bir gergedan yapan ilimdir. Üçüncü Dünyâ’yı çirkinleşmiş kurt-zede kuzular yapan ilimdir...

Evet, yalan söyleyen ilim, dinin sınırlamasından kurtulmuş ama, şimdi de tanrılarını değiştirmiştir. Allah'ın yerine parayı kendi ilâhı olarak almış ve pa­ra için her işi yapmıştır.

İnsanı çirkinleştirip, burjuvazinin sipâriş ettiği şekle sokmuştur!

Sınırlarını göremediğiniz kâinâtı araştırmayı bırakın da, hemen yanı-başınızda duran insana yönelin. Meçhul insana.. Zira Alexis Carrel'in dediği gi­bi: “insan şimdiye kadar her-zaman dış âleme yönelmiş, âle­mi, eşâayı ve maddî fenomenleri tanımaya çalışmış; ama hiç­-bir zaman dış-âlemi tanımadan önce iç-âlemi tanımak gerek­tiğini anlayamamıştır”. Ziîra her şeyden önce, her türlü medeniyeti vücûda getirmeden önce, her kültürü ve her öğretiyi insan için ortaya koymadan önce insanı tanımalıyız. Ama ne yazık ki insandan başka her şeyi tanıyoruz!

Özellikle de son üç asırda eskiye oranla bilimler daha faz­la ilerlemiş; insan, bir ölçüde tabiat ve eşya hakkında ayrıntılı ve doğru bir-takım bilgiler edinmiştir. Ama John Dewey'in de îtiraf ettiği üzere “günümüz insanı, insanı geçmişe oranla da­ha az tanımaktadır. Zîra düşüncesini ve bilimsel çabalarını, da­ha çok dış âleme yöneltmiş durumdadır”. Çünkü eski bilimle­rin, dinin ve felsefenin şiarı: (Gerçi tüm filozoflar ve bilginler bu gerçeklere erişmiş değildi. Hattâ belki de ne filozoflar ne de bilginler erişemediler), İnsanın özelliklerini ve insanın bu evrendeki misyonunu tâyin eden hayâtın mânâsını ve âlemin hedefini tanıtmaktı. Evet eski bilimin ve felsefenin şiarı buydu.

Ama son üç asırda Batı, Francis Bacon'a ait yeni bir ideâl belirledi ve şu-ana kadar da bu ideâlini korumaktadır. Bu ide­âl şuydu: Eski bilimler ve felsefeler sâdece insanın, âlemin gerçekleri hakkında daha fazla bilgi edinmesini amaçlıyordu. Ama günümüz bilimleri bu hedefi bir kenara itmelidir. Bu mis­yonu atıp yeni bir misyon belirlemelidir. -Nitekim görüldüğü kadarıyla da bu misyonu yüklenmiş durumdadır- Bilimin diğer misyonu ise iktidardır. Francis Bacon şunu îlan etti: “Sâdece “insana” hayatta güç kazandıran bilim ve felsefe gerçek ve ka­bûl edilebilir bilim ve felsefedir”. Nitekim günümüzde hızla ilerleme kaydeden bilim, sâdece insanın güç kazanmasına yardımcı olmuştur. İnsanın güçlenmesinden maksat, insanın doğaya hâkim hâle gelmesidir. Doğaya hâkim olmak ise insa­nın yer-yüzündeki maddî nimetlerden daha iyi istifâde etmesi­ni sağlamaktır. (Tabi bu istifâde tüm insanlar için değil, sâdece “bâzı insanlar!” için istifâdedir. H.G.)

Bu çalışmalar, bilim ve felsefe dallarının son üç asırda sâdece insanı daha güçlü kılmanın peşinde koşmasına neden ol­du. Yâni sanâyi ve teknoloji ile sonuçlandı. O hâlde eski bilim­ler ve felsefeler, insanın âlem hakkında bilgili (mârifet sâhibi) olmasını sağlamak içindi. Ama günümüz biliminin hedefi, bi­limi ve bilimsel çalışmaları teknolojiye dönüştürmektir. Zirâ bilimi insanın hayâtında güce dönüştürebilen tek araç tekno­lojidir.

Kadim zamanlarda bilgisi olan herkes, daha birikim sâhibi ve daha bilinçli idi; ama Bacon bunun bir değer ifâde etmedi­ğini belirtiyor. Ona göre en bilgili insan, en güçlü olandır. Yâni daha silahlı, daha sermâyedar ve daha zengindir. Bu açıdan bakıldığında, örneğin eskiden Atina daha bilgili ama Roma daha güçlüydü. Bu-gün bilginin yegâne hedefi, insanı yer-yü­zünde ve hayatta muktedir kılmaktır. Gerçi bu güç ve bu slogan kutsal bir slogandır; Zîra bilimin görevlerinden birisi, insa­nın maddî nimetlerden daha fazla istifâde etmesini sağlamak­tır. Ama bilimin yalnızca böylesi bir misyonla sınırlandırılma­sı bilime ve insana ihânet idi. Nitekim bilimin ve insanî dü­şüncelerin bu şekilde sınırlandırılmasının kötü sonuçları orta­ya çıkmış durumdadır. Çünkü insanın hayatta muktedir olma­sından daha yüce ve daha kutsal misyon, insanın hayatta daha iyi olması misyo­nudur. Hâlbuki Bacon'a göre bilim sâdece insanın hayatta güçlenmesine ve tabiata hâkim olmasına yardımcı olmaktadır. “İnsan nasıl iyi olabilir?” sorusuna bir cevap vermeyi asla dü­şünmemiştir. Bu yüzden bu çağın insanı, târih boyunca tabi­ata en çok hâkim olan insandır; ama insan kendine hâkim olma açısından kültür ve medeniyetin olduğu her dönemden daha zayıf ve âcizdir.

Çağdaş insan, tabiatı, geçmiş asırların insanından daha iyi tanıyor; ama kendini tanımak açısından çağdaş insan, geçmiş asırlardaki insandan daha geridedir. Eğer eski bir filozofa: “Hayat nedir?” diye soracak olsaydık veya “insan nedir ve bu âlem boş ve hedefsiz bir şey midir?” diye soracak olsaydık en azından bir cevap verebilirdi.

En azından insanın dâima peşinde koşturduğu, hâlledilme­si gereken ve bilim tarafından çözülmesi gereken bu temel meselelere cevap vermenin, kendi misyonunun bir gereği ol­duğunu hissederdi. Ama bugün bir bilim-adamına soracak olursak şöyle der: “Biz asla bu meseleleri hâlledemeyiz. Bun­ları kendi hâline bırakmalı, düşünmemeliyiz. Ben sâdece bir fenomeni veya birden fazla fenomen arasındaki ilişkiyi keşfet­mek istiyorum. Böylece onu hizmete alarak teknolojiye çevir­meliyim. Onu üretmeli ve insanın eşyadan daha fazla istifâde etmesini sağlamalıyım.”

O hâlde insanın fikrî-mânevî çabalarının tümünün hedefi sanâyileşmektir. Teknolojinin ve sanâyinin hedefi ise üretim ve tüketimdir. Yâni insanın derin, kutsal, mânevî, aklî ve man­tıksal tüm çabaları, daha fazla tüketim içindir. Bu yüzden de günümüz medeniyeti, tüketim medeniyetidir. Tüketim ilkesi çağdaş medeniyetin en bâriz özelliğidir.

Dünyâ’nın uygar ülkelerinde hangi hükümete ve topluma bakarsanız bakın, tüketim ilkesinin, onlar açısından bilimsel bir dinî öğreti hâline geldiğini görürsünüz. Bu, hiç kimsenin şüphe etmediği bir meseledir. Bu mesele, çağdaş insanı (mâ­nevî) anlamda eksiltmiş, küçültmüş, (dünyevî anlamda ise) muktedir kılmış; ama kötü yapmıştır. Hâlbuki insan, muktedir olmadan önce iyi olmalıdır.

İki terim var ki ele aldığım konunun daha iyi anlaşılması için onları anlamlandırmam gerekmektedir. (Çünkü onlara özel bir anlam veriyorum.) Bu iki kelime eş-anlamlı olmadığı hâlde, halk dilinde eş-anlamlıymış gibi kullanılmaktadır. Birisi insana “hizmet”, diğeri insanı “ıslah” etmektir. Bu ikisinin iki ayrı anlamı vardır. Bunlar, iki ayrı kategoriye girmektedir. Biz bâzen bir kişiye veya bir topluma hizmet ederiz, örneğin bir şehrin yollarını asfalt yaparız. Veya bir insana yüz ya da bin tümen para veririz. Ya da bir ev alırız. Bu bir kişiye veya top­luma hizmettir; ama ıslah değildir. Bu hizmet, ıslah olmadığın­dan bâzen ihânete de sebep olabilir. Eğer insanı ıslah etme­den önce ona hizmet edersem, bu hizmetim onun daha fazla sapmasına sebep olur. O hâlde insana hizmet etmeden önce onu ıslah etmemiz gerekir.

Bilim, insana sâdece hizmet etmektedir. Bu-gün Dünyâ’da hangi bilim insanın ahlâkî ıslahını üstlenmektedir. Hangi bi­lim, insanın yücelmesini sağlamaktadır? Hiçbir bilim!

Tüm bilimler, insanı tabiat hakkında bilgili kılmaktadır. İn­sanı güçlendirmektedir. O hâlde bilim sâdece insana hizmet etmektedir. Hâlbuki bilimin en kutsal, en âcil ve en öncelikli misyonu insanı ıslah etmektir, insanı tanımaktır. Zîra bir kişi için (her ne kadar güzel ve lüks de olsa) ev yapmadan önce, bu evde yaşamak isteyen insanın nasıl birisi olduğunu bilmek gerekir. Niçin burada yaşamak istemektedir? Nelere duyarlı­dır? Nasıl bir adamdır? Bunları bilmeden birine ev yapmanın hiçbir anlamı yoktur. Ne yazık ki biz insanı tanımadan, insan ve hayat hakkında hiçbir düşünce edinmeden önce medeniyet kurmaya, lüks bir hayat ve güç elde etmeye çalıştık. Bütün bunlara rağmen medeniyetimizin bundan daha görkemli ve büyük olması da mümkündür. Ama bu medeniyet insanın hayâtını, misyonunu ve hayâtının anlamını bilmediği için tüm büyüklüğüne, görkemine ve önemine rağmen insanı dejenere edebilir. Ben “edebilir” diyorum. Ama bu-gün böyle bir binâda yaşayan bir düşünür, “dejenere olmamış” veya “dejenere ola­bilir” demez, “dejenere olmuştur” der.

Niçin eski insanın iki katı olan çağdaş insan, hünsâ­dır, etkisizdir? Bana göre bilim her şeyden önce insanı tanı­malıydı. İnsanın anlamını açıklamalıydı. Daha sonra da insa­nın ihtiyâcı ve buradaki hayâtında sâhip olduğu misyonu ile uyumlu bir şekilde medeniyete, teknolojiye, keşiflere ve buluş­lara koyulmalıydı. Ama bilim, insanı asla tanımamış ve yer-yü­zündeki insanı anlamlandıramamıştır. Durmadan binâ üstüne binâ yapmakta; ama bir defa olsun orada yaşayacak olan in­sanın gerçek ihtiyaçlarının ne olduğunu düşünmemektedir. Sürekli olarak önceki binâdan daha modern, daha gelişmiş olan binâdan bahsetmektedir. Ama orada yaşayan insanın kim olduğunu soracak olursak der ki: “Beni ilgilendirmez. So­runuz, bu hususta düşüncelerini ifâde eden eski ilâhî hikmet ile ilgilidir”.

O da bir sonuç vermezse boş vermemiz mi gerekir? O hâlde bu medeniyeti kimin için vücuda getiriyoruz? Aslında bir medeniyet vücuda getirmeden, bilimsel bir yöntem be­lirtmeden ve bilim veya felsefe için bir misyon tâyin etme­den önce tüm gücümüzle insanın nasıl bir varlık olduğunu ve ne kadar farklı, çeşitli boyutları olduğunu tespit etmeli ve daha sonra da bu bilgi esasınca işleri programlamalı, me­deniyet vücûda getirmeliyiz. Bu bilgi-temelinde bilimin misyonunu tespit etmeliyiz.

Bu söylediklerimden maksadım şudur: Tanımadan, felsefeleri in­celemeden, sanat hakkında hüküm vermeden, edebiyat husûsunda görüş belirtmeden, hayâtı, hattâ dîni ve felsefeyi tanı­madan önce insanı tanımak gerek. Din, insanın kemâli, kur­tuluşu ve hayat yoludur. İnsanın en yüce ve en derin ihtiyaçlarının cevabıdır; ama dîni tanımadan önce insanı tanımalıyız. Eğer insanı tanıyacak olursak, onun için en iyi dîni de seçebi­liriz. Onca öğretiler ve ekoller arasında, çeşitli ihtiyaçları olan bu insan denilen varlık için hangisinin daha uygun olduğunu anlarız“.

Sofistlere göre, doğa-filozoflarının temel sorunsalı olan kozmosu, kozmosun ilke ve yasalarını araştırmak yararsız ve boş bir uğraştır; insanın günlük yaşamına ve mutluluğuna hiçbir katkı sağlamaz. Söz-gelimi Thales’in iddia ettiği gibi evrenin temel maddesinin “su” ya da Heraklitos’un savıyla “ateş” olmasının, Atinalı bir yurttaşın Halk Meclisi’nde yandaş bularak polisin yönetiminde etkili bir konuma gelmesinde ne gibi bir yararı vardır? Dahası doğa ile uğraşan filozoflar, ortak bir kabûle de ulaşamamışlardır. O hâlde kafa-karışıklığına yol açan bu yararsız konularla ilgilenmek yerine, evrendeki en önemli varlık olan insana dönülmeli ve onu doğrudan ilgilendiren konularla ilgili düşünce üretilmelidir.

Bâzıları bilimin, insan ruhunu kendisini tabiatın kânunlarına bağlayan bağlardan kurtulmasına müsâde etmediği için, insanı kendinden uzaklaştıran bilimi suçlar. Çünkü, bilim ve endüstrinin ilgilendiği tek şey tabiattır. İnsanı yalnız bırakmışlardır.

Avrupa ilminin babası sayılan Francis Bacon, ilmin fonksiyonel veya yararlıkçı mâhiyetini açıkça ortaya koyuyor: “Hakîkî ilim ancak Dünyâ’da insanın gücünü arttıran ilimdir”. Bu sözden yola çıkan bilm-adamları, bilimi gücün hizmetine sokmuşlar ve gücü kışkırtmışlar, sonra da bu gücü yine insanların zararına kullanmışlardır. Böylelikle bilim amaç hâline getirilmiştir. Öyle bir “amaç” ki, insanın da üstünde bir amaç hâline getirilmiştir. Oysa bilim sâdece bir araç olabilir ve insanın yararına kullanılabilir.

Saadettin Merdin:

“Bilim, hedef olarak insanı ele aldığı müddetçe bilimdir. Hele; insanı yüceltmek gâyesiyle yapılan bilim, kendini ulvîleştirdiği kadar, o ilmin mensuplarını da yüceltir. Böyle yüce hedefleri olmayan bilimin, telefon rehberinden ne farkı kalır?” der.

Caner Taslaman:

“Fakat bugün şöyle bir tablo var ki daha çok para, daha çok kâr elde etmek, dünyâ-sisteminde târihin hiçbir döneminde olmadığı kadar merkezî hâle geldi. Daha lüks bir hayat gibi basit ideâller hayatları yönlendiriyor. Maalesef bilimsel bilginin ve teknolojinin gelişmesi, dünyâ-görüşünde bir derinleşmeyi getirmedi. İnsanların çoğu evrenle ilgili artan bilgilerini sâdece teknoloji üretmekte ve tüketimde kullanıyor. Teknoloji üretmede sorun yok ama büyük çoğunluk elde edilen bilimsel bilginin Allah’ın sanatı hakkında ne söylediğiyle ilgilenmiyor. Yeni keşifler sâdece kapitâlist amaçlar için bir araç olarak kullanılıyor. Günümüzde inkârcı ateistlikten çok, Allah’ın varlığına karşı ilgisizlik-temelli bir ateistlik daha yaygın. Oysa Allah’sız bir hayatta ne anlam kalır, ne iyi, ne doğru, ne de güzel. Mevcut Dünyâ-düzeninin sunduğu hazlar, insan ruhunun en derin ihtiyaçlarını karşılayamaz. Allah insanları kendine ve göndereceği dinlere muhtaç yaratmıştır; insan fıtratı buna göre tasarımlıdır. Bu yüzden bu haz-merkezli düzenin çoğalttığı Allah’a karşı ilgisizliğin, özünde güçlü olmadığını bilmek gerekir. Bu düzen, hazcı sunumundaki görkeme karşın yüzeyseldir ve insan fıtratının en derin çığlıklarına cevap veremez. Oysa Kur’ân, hem akıla, hem duyguya hitâp eder, hem de fıtratımızın anlam, iyi, doğru ve güzelle ilgili çığlıklarına âb-ı hayat sunar” der.

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (Rum 41).

Bilimin tabiata da zarar vermemesi gerekir. İnsanın tabiata zarar vermesi demek, aslında kendisine zarar vermesi demektir. Bülent Akyürek:

“Batı adam olamamış bilim-adamlarıyla doludur. Doğunun bilim-adamları yoktur, adamların bilimleri vardır ve bu adamlar bilimlerini tabiata zarar vermemek için pek kullanmaz” der.

Evet; bilim ve teknoloji ancak insana hizmet ettiği sürece bir değer kazanabilir.

Eşyayı, dolayısıyla kâinâtı anlamaya onun fıtratını anlamakla başlamak gerekir. Fıtratı inkâr edenlerin anlayışları tabîki de kıt olacaktır.

Bir şeyin fıtratını bilmeyenler o şey hakkında sâdece mâlûmat sâhibidirler. Bir şey hakkında ilim-sâhibi olmak ise, o şeyin fıtratını bilmeyi gerektirir. Fıtratını bilmeden eşyayla uğraşmak başarısızlıkla sonuçlanacağı gibi, o şeyi tahrip ve tahrif etmesi de kaçınılmazdır. Sonuçta o şeye zulmedilmiş olunur.

Teknolojik aklın yol-açtığı yıkımları Atasoy Müftüoğlu şöyle dile getiriyor:

“Teknik aklın yıkıma uğrattığı şeyleşmiş bir Dünyâ’da, akıl da şeyleşiyor, kolaylıkla güdümlenebiliyor. Teknik akılcılık, ideolojik akılcılık, insanı korkunç bir bağımlılığa ve tek-boyutluluğa mahkûm ediyor, hayâtı/tabiatı matematikleştiriyor. Aklın ve bilimin sınırları olduğunu söylemek ile akla ve bilime kayıtsız kalmak birbirinden çok farklı şeylerdir. İlâhi vahiy, bize aklın ve bilimin sınırları olduğunu öğretir. Sınırların bilincinde olmayan akıl ve bilim, baskıcı/otoriter biçimler ve keyfilikler üretir. Modern imhâ/yıkım/ölüm teknolojilerinden, sınırlarının farkında olmayan akıl ve bilim sorumludur. Modern zamanlarda ilâhi vahyin yerine, ilâhi vahyi reddederek bilimi koymak, her tür zorbalığı/barbarlığı/vahşeti meşrû hâle getirdi”.

BİLİM Mİ İDEOLOJİ Mİ

Modern bilimsel-bilgi, bilimden ziyâde, iktidârın işlemesine yarayan şeydir.

Evrim Teorisi ortaya konduğunda Protestan İngiltere’deki dini-çevrelerin çoğu Usher’in târihlendirmesini kabûl ediyorlardı. Evrim Teorisi’ni ortaya koyanlar, bütün canlıların tek-bir atadan ve bir-birlerinden değişerek oluştuğu iddiâsını, ancak canlıların yer-yüzünde çok uzun bir süre önce ortaya çıkmaya başlamasıyla ve Dünya’nın çok uzun süre önce var olmasıyla savunabilecekleri kanaatindeydiler.

Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisinin bir uzantısıdır. Big-Bang Teorisi “Kozmolojik bir Evrim” den söz-eder aslında. Gerek Evrim Teorisinde gerekse Big-Bang Teorisi’nde sürekli bir “aşama”dan/evrimden bahsedilir. Biri mikro-seviyede bir evrimden bahsederken, diğeri makro-seviyede bir evrimden bahseder. Evrim Teorisi canlıların tek-bir hücreden geliştiğini söylerken; Big-Bang Teorisi ise evrenin tek bir “nokta”/hidrojenden geliştiğini söyler. Herbert Spencer, Evrim’i; Güneş Sistemi’nden, canlıların bedenlerinden, toplumsal yapıya kadar her alanda geçerli bir yasa olarak görmüştür. Evrim Teorisi’nin gerçek olması için, Big-Bang Teorisi gibi 15 milyar yıllık zaman-dilimini kapsayan bir teoriye ihtiyaç duyulmuştur. Bakın bir kaynakta bu nasıl doğrulanıyor:

“Biyolojinin özünde yer alan evrim düşüncesi ilkin astronomide kendini gösterir. Astronomi bize bilimsel yasaların ilk örneklerini vermekle kalmamış, dünyâmızın zaman içinde gelişerek oluştuğu görüşünü de getirmiştir.” Yine aynı kaynakta: “Evrim, yavaş yürüyen uzun süreli bir süreçtir. Bâzı araştırmacılar, yeni bir türün ortaya çıkması için ortalama yüz-bin kuşağı kapsayan bir süreye ihtiyaç olduğu görüşündedirler”.

Gerçi artık 15 milyar yıl da yetmiyor, “sonsuz evrenler” tezi ortaya atılıyor. Bu “zaman ihtiyâcı” zihniyet değişmedikçe hiç-bir zaman çözülemez.

Evrim Teorisi canlılar sınıflandırması yaparken, Big-Bang Teorisi cansızlar sınıflandırması yapar. Evrim Teorisi biyolojik bir evrimden bahsederken; Big-Bang Teorisi ise astronomik bir evrimden bahseder. Evrim mikro-boyutta gerçekleşirken; Big-Bang Teorisi ise makro-boyutta gerçekleşir. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nin evren çapında büyütülmüş şeklidir.  

Wittgenstein şöyle demektedir:

“Örnek olarak Darwin teorisi hakkında yapılan yaygarayı ele alalım. Teoriyi destekleyen ve ‘tabî ki’ diyen çevreler vardır, bir de ‘tabî ki hayır’ diyen çevreler vardır. Hangi mantıkla ‘tabî ki’ denilebilir? Tek-hücreli organizmaların zamanla daha karmaşık organizmalara dönüştükleri ve memeli-hayvanlardan insanlara kadar geliştikleri düşüncesi savunuluyor. Peki, bu süreci gözlemleyen biri var mı? Hayır. Peki, bu süreci şu-anda kimse gözlemliyor mu? Hayır. Yapılan gözlemler bir-damla suyun kızgın bir taşa damlatılması gibi. Buna rağmen binlerce kitapta bu teorinin akla en yatkın çözüm olduğu yazmaktadır. İnsanlar çok zayıf kanıtlara rağmen bu teorinin doğruluğundan emin. “Bilmiyorum, bu ilginç bir hipotez ama daha fazla güçlendirilmesi gerekir” gibi bir tutum savunulamaz mıydı? Bu, nasıl her-hangi bir şeye iknâ olunabileceğini gösteriyor. Sonunda cevapsız kalan sorular unutuluyor ve kişiler bunun mutlakâ böyle olduğuna kanaât getiriyorlar”.

İşte aynen bunun gibi; Big-Bang Teorisi’nde de aslında bir sürü çelişki ve cevap verilemeyen/verilemeyecek olan sorular/sorunlar var. Fakat, maddi-manevi-psikolojik-bilimsel-medyatik baskılar sonucu insanlar bunun mutlakâ duydukları gibi olduğuna kanaât getiriyorlar.

William Dembski, Darwinci Evrim Teorisi’nin, 19. yüzyılda yükselen değer olan pozitivizmle uyuştuğunu belirterek:

“Eğer Darwin olmasaydı pozitivistler onu îcat etmeliydi” der.

Thomas Henry Huxley, Türlerin Kökeni adlı eserin, bir-gün yanlışlığı ispat edilse bile çok değerli bir eser olduğunu, biyoloji alanında benzerinin bulunmadığını ve biyoloji ile berâber bütün bilimleri etkileyeceğini söylemişti.

Spencer’ın Evrim Teorisi; “Evrim”in, Güneş Sistemi’nden Dünya’mıza, Dünya’mızdan tüm canlıların bedenlerine, canlıların bedenlerinden sosyolojik yapılarına kadar gerçekleşen bir yasa olduğunu ileri sürer.

Astronomi, astrolojinin üzerinde yükselmiştir. Bu nedenle yorum-özelliği çok fazladır. Tayfun Er:

“Kimyâ büyük oranda simyânın, astronomi benzer şekilde astrolojinin üzerinde yükselmiştir. Kısacası bilim, kendisiyle benzer alanlarda yer alan ama irrasyonel uğraşıların bir anlamda rasyonel devâmıdır” der. Yapılan, aslında hayâli olanı gerçeğe dönüştürmektir ki bu, bir önceki yapılan hayâlcilikten daha ahmakça bir şeydir. İki kere hayâlciliktir.

Zaman ve mekândan bağımsız şeylerin pozitif bilimlere konu edilmesi, bilimi ancak rezil eder ve ona olan güveni sarsar. Geçmişte bilimin politikaya âlet edilmesi sonucu Alman ırkının üstünlüğü inancı ve arzusu, Alman bilim-adamları tarafından “teori” hâline  getirilmişti.

Amaçları, “modernizm” denen bir sömürü düzeni oluşturmaktır. Modernizm, modern-bilim ve kapitâlizm sentezinin bir sonucudur. Modernizm amacı da aslında “evrensellik” denen “küresel sömürü” düzenini Dünyâ’da yerleştirerek suyun başını tutmuş olanların dışında tüm diğer insanları da köle yaparak sömürme isteğidir. Bu kölelik “modern bir kölelik”tir.

Bilim, halka hizmetten ve insana olgunluk, bilinç ve kurtuluş bağışlama sorumluluğundan yan çizerse, ister-istemez halkın düşmanlarının hizmetine girer ve insanın gerilemesi, cehâleti, düşünsel ve toplumsal tutsaklığı yolunda koşuşturmaya başlar.

Erkan Perşembe:

“Modern bilimin kendi formel standartlarını kendisinin de uygulamadığı ileri sürülmektedir. Bilimin bütün sorunları çözebileceği yolundaki inanç, yirminci yüzyılda Dünyâ ölçeğinde yaşanan ilerlemelere rağmen insanlığın karşılaştığı sorunların çeşitliliği ile kırılmaya uğramıştır. Nükleer enerji merkezlerinin ve nükleer silahların ortaya çıkarttığı atıklar, zehirli kimyâsal ilaçlar ve atıkların yarattığı tehditler, doğal yaşamın dengesine yönelik kirlilik, insanın ve etrâfındaki her-şeyin metalaştırılması gibi sorunlar modern dönemde ortaya çıkmıştır. Yaşadığımız yüzyılda, “modern”liğin sicili –dünyâ-savaşları, toplama kampları, soykırım, Dünyâ çapında bunalımlar, Hiroşima, Vietnam, Kamboçya, Körfez Savaşı, zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun genişlemesi- ilerleme fikrine duyulan her türlü inancı ya da gelecekten ümit beslemeyi sorgulanabilir bir hâle getirmektedir” der.

Ali Şeriati:

“Günümüzün tabî bilimleri, Dünyâ gerçeğini araştırma yükümlülüğünü göz-ardı etmiş ve pratikte vahşîlerin sermâyedarlık ve zorbalık tasmasını boynuna takmıştır. Kapısı kapalı ders ve araştırma salonlarında hocaların ben duygularını doyurmakta ve öğrencilerin bilimsel uğraş zevklerini tatmin etmekte ya da gizli ve kara-sömürü kurumlarında Batı halk-kitlelerinin ve Doğu’nun yoksun uluslarının zillet, sapma ve yağmalanma yolunu-yordamını göstermekte, sermaye ve güç sisteminde ruhun kirletilip öldürülmesi ve insanın gerilemesi için bilimsel planlar hazırlamakta olup, bilimsel bir hâl almıştır. Peşin kabûlün ya da inanç taassubunun bilimsel araştırmaya zarar verdiğini kabûl ediyorum. Çünkü önceden, gerçeğin ne olduğuna inanan bir bilim-adamı araştırmacı olamaz. Araştırma, konuların gerçeği bulmak için incelenmesi, ayrıştırılması, çözümlenip ölçülmesi demektir çünkü. Araştırmaya başlamadan önce ruhun var ya da yok olduğuna inanan bir fizyolojist, gerçeğin hangisi olduğunu tam olarak anlayamaz. Bir kapitalist ya da komünist, târihin gerçeği ve bilimsel devinimini ortaya çıkarmak için târihin içine girdiğinde her ikisi de daha önceden taraf olduğu gerçeği keşfeder sonuçta” der.

Bilimsel teoriler ve matematiksel önermelere olan ilgi, sempati ve şişirilme Fransız Devrimi ve ulus-devlet akımından sonra hız kazandı. Bâzıları tarafından söylenen; ”çünkü ondan önce bilim, dînin baskısı altında idi” gibi kandırmaca sözleri geçtiğimizde, geriye bilimsel önermelerin ve teorilerin “başka bir şeyin” yerine konulması çabası kalır. Müslümanların bilimde altın-çağını yaşadığı bir dönem, karanlık ve kör bir dönem olarak anılamaz. Yâni sanki bütün insanlık bilimsizlik ızdırâbı ile yanıp-yıkılıyordu da “bâzıları” bilimselliği getirerek insanları daha önce görülmemiş bir seviyeye yükseltti. Hâlbuki bilim târihi, insanlık târihidir.

Sanki daha önceki zamanlarda insanlar yerlerden-göklerden bi-habermiş de, ancak bilimin gelişmesiyle her-şeyin bilinebildiği gibi yanlış bir inanış da vardır. Hâlbuki eski insanlar/gözlemciler Dünyâ’nın yuvarlak olduğundan, gezegenlerin sayısı, Güneş’in yapısı vs. bir-çok şeyi gözlemler yoluyla öğrenmişlerdi. Meselâ Afrika’da Dogonlar olarak bilinen bir kabîle vardır. Bu kabîle 1930’lu yıllarda bir batılı antropologlar grubu tarafından incelenmişti. İnceleme sırasında bu kabîle’nin Sirius yıldızı ve Güneş-sistemi konusunda şaşırtıcı bilgilere sâhip oldukları ortaya çıktı. İddialara göre meselâ Dogonlar Sirius’un iki yıldızdan oluştuğunu, iki yıldızın kendi etrafında 50 yılda döndüğünü, yıldızlardan birinin çok yoğun bir maddeden oluştuğunu biliyorlardı. Gene Satürn’ün yüzükleri olduğu, Jüpiter’in ayları olduğu, galaksimizin spiral şeklinde olduğu gibi, normal şartlarda çıplak gözle yapılan gözlemler sonucu elde edilemeyecek bilgileri bildikleri de iddialar arasında.

Abdullah Başaran:

“Modern-bilim, zannedildiğinin aksine, bir ideolojinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Kendisine yepyeni bir sistem kuran bu bilimin dünyâ’sı, kendisi dışında bir değer bırakmayarak saygı duyulacak tek hedef olarak yine kendisini işâret etmektedir. Böylece insanlar için geriye; saygıya konu olan tek değer olarak bilimin mevcûdiyeti kalmıştır. Modern-bilim, kendi kutsallığından hiç-bir şekilde ödün vermeden müthiş bir kurumsal vulgarizasyon (halk-içinlik) ile kendinin yavaş ve sinsice dayatılmasına izin vermiştir. Buradaki avâmileştirmeden kasıt, yalnızca halka yönelik bir politika değil, aynı-zamanda aydın denen kitle için de söz-konusudur. Nitekim temel bilgi ve gelenek yoksunu aydınlar!, “bilim-dünyâsı”na girdiklerini zannederek, aslında “bilimin dünyâsı”na girerler.

Pozitivist bilginin hâkim olduğu modern bilimde, insanların önüne bir-takım “bilgi haritaları” sunulur. Vulgarizasyon mahsûlü kitaplar sâyesinde ortaya çıkan bu bilgi haritaları, kişiyi bilime değil, onun etkisinde olan bilimin dünyâsının içine katar. Yeni bir şeyler öğrendiğini ve bilhassa “ilerlediğini” düşünen kişi, bu dünyâ’daki sonsuzluğun! içine düştükçe, öğrenmeyi geride bırakıp inanmaktan başka seçeneğinin olmadığını fark eder. Böylece pozitivizm onun için bir mezhep, hattâ bir din hâline gelir. Bilim ve meta-fizik, mantıksal ve olgusal doğrular, doğrulanan ve doğrulanmayan, tashihi mümkün olan ve olmayan, olgular ve teoriler, gösterilebilenler ve gösterilemeyenler arasında kesin sınırlar çizilmiştir bu girdiği din (dünyâ-görüşü) içerisinde” der.

Bilim-adamları tapacak tanrı arıyorlar.

Niçin 10.000 Yıl

“Genç Dünyâ Yaratılışçılığı” (Young Earth Creationism) Evren’in ve Dünyâ’nın ‘altı-gün’de yaratılmasını dünyevi 24 saat anlamında ‘gün’ olarak algılamaktadırlar. Bunlardan bâzısı ise bilimsel delillerin genç bir Dünyâ’nın ve Evren’in varlığını desteklediğini savunmaktadırlar. Dinozor kemiklerinde bulunan hemoglobinin, bu canlıların bir-kaç bin yıl önce yaşadığını gösterdiği, çünkü hemoglobinin bir-kaç bin yıldan fazla dayanamayacağını; Ay’ın Dünyâ’dan yılda dört cm. uzaklaştığını, milyarlarca yıllık Dünyâ ömrüne bunun aykırı olduğu (Ay’ın Dünyâ’ya olan uzaklığı 356.000 km ile 407.000 km arasında değişir; ortalama uzaklığı 384.000 km’dir. Son 40 yılda yapılan ölçümlerde ayın Dünyâ’dan her yıl yaklaşık 4 cm kadar uzaklaştığı tespit edilmiştir. Bu ölçüme göre de, ayın bir süre sonra Dünyânın yörüngesinden çıkacağı biliniyor. Yılda 4 cm. uzaklaşan Ay, 4,5 milyar yılda 180.000 km. uzaklaşır) gibi argümanlar ileri sürenler de bulunmaktadır. Bunlar, kayaların radyometrik ölçümü gibi bilimsel metotları ele alıp, bunların güvenilmez olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar. Yer-bilimsel olayların hiçbirinin tek-düzenlilik (uniformatism) ilkesine göre açıklanamayacağını; günümüzün yer-bilimsel olaylarının geçmişe anahtar olamayacağını ve yaş-tahmini ile ilgili yanılgıların kaynağının yanlış tek-düzenlilik ilkesinin apriori kabûlü olduğunu, yer-katmanlarının hızlı oluşumlarla açıklanabileceğini de savunmaktadırlar.

Bu anlattıklarımıza göre, hayâtın başlaması için, 13.7 milyar yıl, 15 milyar yıl, 2 milyon yıl gibi uzun zaman dilimlerine ihtiyaç yoktur. Bu süreç, insanlık târihi olan ortalama 10.000 yıllık bir süreçtir. İnsanlar, bitki örtüsü, dünya, güneş, kısaca bütün evren ortalama 10.000 yaşındadır. Daha uzun bir zaman dilimine gerek yoktur. Bu mükemmel yaratılışın oluşması Allah için bir zorluk değildir. Ayrıca sonsuz yoğunluktaki bir noktadan yaratılma, Allah’ı bir sebebe bağlamaktır ki Allah bundan münezzehtir.

Bu sürecin ortalama 10.000 yıl olması gerektiğinin nedeni; Kur’ân’ın, Hz. Adem’i ilk peygamber ve ilk insan olarak tanıtmasıdır, (Zümer 6, Nisa 1, En-am 98, A’raf 189). Hz. Adem’den bu-yana geçen süreç Tevrat’a göre 7.000 yıl civârındadır. Mecûsilikte de “Dünyâ, üçer bin senelik dört evre geçirecek ve ömrü 12.000 sene olacaktır” denir. Yahudilere göre Âdem 6054 yıl, Hıristiyanlara göre 7404 yıl önce, Mecûsilere göre de 4551 yıl önce yaratılmıştır. İlk tarımın yapıldığı târih 10.000 yıl, ilk pulluğun kullanıldığı târihin 5.000 yıl olması, (M.Ö. 8500’lerde Bereketli Hilal’de ortaya çıkan ilk çiftçiliğin, Orta Avrupa’ya yayılması ancak M.Ö. 5000 yıllarında gerçekleşebilmiştir.) ilk insan göçlerinin 10.000 yıl önce başlaması, insan-oğlunun yerleşik hayâta geçmesinin yaklaşık 10.000 yıl önce başlaması; Dünyâ’nın en eski yerleşim yeri olarak bilinen Çatalhöyük’ün yaşının 9.000 yıl olması vs. gibi nedenler gösterilebilir. Ayrıca, karbon 14 metodu ve diğer metodlarla yapılan zaman belirleme ölçümlerindeki çelişkilerdir. Karbon 14’ün yarılanma ömrü 5.730 yıldır. Bu durumda Karbon 14 metodu “en doğru bir şekilde” en fazla 11.460 yaşında olan bir organizmada, o da %20 hatâ payıyla ölçülebilir. Yarı-ömür belirlenerek yapılan hesaplamalar, olasılık hesaplarıdır.

“Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden bir-çok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup-sakının…” (Nîsâ 1). Bu âyette erkek ile kadının aynı-anda yaratıldığından bahseder. Daha sonra ikisinden bir-çok erkek-kadın türemiştir zamanla. Fakat ilk yaratılış bir-anda berâberdir.

Bir makâlede şöyle denir:

“Radyokarbon oluşur-oluşmaz bozulmaya başlar. Atmosferde bir miktar radyokarbon oluştuğunda, bu miktârın yarısı 5.700 yıl kadar sonra bozulmuş olur (ve azot-gazına dönüşür). Geri kalan miktârın yarısı da daha sonraki 5.700 yılda bozulur ve ölçülemeyecek kadar küçük bir kalıntı kalıncaya kadar bu böyle devâm eder. Bir ağaç, ölümünden 5.700 yıl sonra, canlıyken bünyesinde bulunan radyokarbon, olağan karbon oranının sâdece yarısını ihtivâ eder. 11.400 yıl (veya iki yarı-ömür) sonra, tabiattaki oranın sâdece dörtte birini içerir. Yaklaşık beş yarı-ömür, veya kabaca 30 bin yıl sonra ise, çok zor ölçülen bir kalıntı kalır, bu yüzden radyokarbon testi sâdece 30 bin yıldan daha genç kalıntıların yaş tâyininde sağlıklı şekilde kullanılabilir”. 

Derler ki:

Eğer son 50.000 yıl içerisinde karbon izotoplarının oranının değişmediğini varsayarsak, her-hangi bir ölü organizmanın, fosillerin vb. yaş tâyinini yapmak mümkün. Ayrıca bilim-adamları, binlerce yıl önce doğada (atmosferdeki CO2 nin içerisinde) bulunan C-14 miktârının şimdikinden daha fazla olduğunu düşünüyor”.

Böyle “varsaymak”la, “düşünmek”le, “zannetmek”le bilim olmaz. Bu şekilde varılan sonuçlar tutarlı ve doğru olamaz.

Bu dizayn olasılıkla da açıklanamaz. Çünkü komplekslikle ola­sılık arasında ters orantı vardır ve komplekslik art­tıkça olasılık düşer. Kâinat süper-kompleks bir yapıdır. O hâlde süper-kompleks bir yapıda bir olasılıktan bahsedilemez.

Utah Üniversitesi’nden metalürji profesörü Melvin Cook, radyo-karbon oluşması ve bozulmasıyla ilgili eldeki en son rakamları aldı ve buradan sıfır radyo-karbona ulaşacak şekilde geriye doğru hesaplamalar yaptı. Aslında bunu yaparken, radyo-karbon tekniğini kullanarak Dünyâ atmosferinin yaşını hesaplamaya çalışıyordu. Sonuçta, Dünyâ atmosferinin yaşı 10.000 yıl civârında çıktı.

Amerikalı kimyacı Willard Libby  Radyo-karbon tekniğinin mûcidi Libby, önemli sapmaların olabileceğini başlangıçta düşünmemişti. “Bu tekniği geliştirdiğimizde” diyordu Libby, “elimizde en küçük bir delil olmamasına rağmen, kozmik ışınların sâbit kaldığını varsaydık. Fakat şimdi değişim olduğunu biliyoruz”. 

Tevrat’ta: “Nuh çiftçiydi, ilk bağı o dikti”  (9/20) denir. Bu gâyet normaldir. Çünkü Hz. Nuh yaklaşık 7.000 yıl önce yaşamıştır. Bağ bitkisi de ancak o sıralarda yetiştirilmeye başlanmış olmalıdır. Zâten insanlık târihi de birazcık daha geriye gidebilir ancak. Bağın Hz. Nuh’un zamânında yetiştirilmeye başlanması 10.000 yıllık bir zaman için uygun bir zamandır.

Stephan Hawking, “Bebek Evrenler ve Kara-delikler” adlı eserinde şöyle der:

“Din”ler, evrenin oldukça yakın geçmişte yaratılmış olduğunu savunur. Kökenimizin yakın zamana dayandığı düşüncesini desteklemek üzere kullanılan bir gerçek, insan soyunun kültür ve teknolojide açıkça evrimleşmekte olmasıdır. Şu işi ilk olarak kimin gerçekleştirdiğini veya şu tekniği kimin geliştirdiğini anımsarız. Böylece şu tez çalışır: O kadar uzun süredir var-olamayız, aksi takdirde hâli-hazırda şu-anda olduğundan çok daha fazla ilerlemiş olurduk.” 

  10.000 yıllık bu zaman-dilimi bize çok yakın geldiği için bu süreyi kısa bulabiliriz fakat, 15 milyar yıllık bir yaş düşünüldüğünde ve biz bu sürecin meselâ ikinci milyar yılında yaşadığımız kabûl edildiğinde de geçen iki milyar yıl bize az gelecektir. İnsanlar, kendilerine bir sorumluluk yükleyecek zamânı uzağa atmayı severler. Bugün 15 milyar yıl olarak belirlenen süreç, güçlü teleskopların çıkmasıyla (“baba teleskop”larla), yeni hesap teknikleriyle vs. uzayabilir. Çünkü yeni teleskoplar eski teleskopların verdiği bilgileri yanlışlayacaktır ve bunun sonu da yoktur. Zâten biraz geriye baktığımızda da bu sürecin kademe-kademe uzadığını görürüz. Şeytanın bu uzaklaştırma taktiğine kanmayalım. Çünkü bu teori bizi donuklaştırıyor. Bizi, “içi geçmiş”, “kof” hâle getirdi. Müslümanların canlılığını yitirmesine neden oluyor. Çünkü Müslümanları diri tutan en önemli unsur, kıyamet/âhiret unsurudur. Big-Bang Teorisi’ne biçilen 13.7 milyar yıllık çok uzun olan bir zaman-dilimi insanlara, özellikle de Müslümanlara “uzak” düşüncesini psikolojik olarak telkin ediyor. Tabî ki “başı uzak olan bir sürecin sonu da uzak olur” düşüncesi böylece alttan-alta yerleşmiş oluyor. Bu “uzak görme” unutmaya sebep oluyor. Sonunda da kıyâmet/âhiret gerçeği unutuluyor. Unutulunca da… olan oluyor.

“Hani Lut, kavmine şöyle demişti: “Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz?. Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz” (A’raf 80-81).

Âyetlerde söylendiği gibi; yapılan çirkinlik ilk defa Hz. Lut’un kavmi tarafından işlenmiş. “Mâ sebekakum”, “Lût’tan önce olmadı/yapılmadı” anlamındadır. Hz. Lut yaklaşık 4.000 yıl önce yaşamıştır.

İnsanlık târihinin milyonlarca yıl önce başlayıp da, yapılan bu pisliğin ise ilk-kez daha 4.000 yıl önce işlenmiş olması tuhaf değil mi? Bu-kadar zaman “temiz” mi kalmış insanlar? Tabî ki de hayır! İnsanlık târihi yaklaşık 10.000 yıllık bir târihtir. Lût Kavmi’nin işlediği çirkeflik ise insanlığın ilk yaratılışından 5-6 bin yıl sonra işlenmiştir ilk kez. Âyet zımnen burada yakın bir târihten bahseder.

Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadîsinde Dünyâ’nın ömrünün hicri 1500'e kadar (ya da çok az fazla) olacağını bildirmiştir. Hadis şöyledir:

"Benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi pek geçmeyecek".  (Suyûti, el-keşfu an mücavezeti hazihil ümmeti el-elfu, el-havi lil fetavi, Suyûti. 2/248, Tefsiri ruhul beyan, Bursevi. 4/262, Ahmed bin Hanbel, Kitâbu’l-ilel, s. 89)

Suyûti, Dünyâ’nın ömrünün 7000 yıl olduğuna ilişkin sahih hadisleri kitabında nakletmiştir:

Allah’ın Resûlu dedi ki (s.a.v.): “DÜNYÂNİN ÖMRÜ ÂHİRET GÜNLERİNDEN YEDİ GÜNDÜR. Yüce Allah dedi ki: “Gerçekten senin Rabbinin katında bir gün sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir”.

İmam Ahmed İbni Hanbel gibi bir-çok âlimin Peygamberimiz (s.a.v.)’den naklettikleri bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v.)’e kadar Dünyâ’da geçen zamânın 5600 yıl olduğu bildirerek insanlık târihinin başlangıcı hakkında önemli bir bilgi vermiştir:

Ahmed İbni Hanbel İlel’inde nakletti. İsmail b. Abdülkerim, Abdüssamed’den, O da Vehb’den rivâyet etti:  

”Dünyâ’dan 5.600 yıl geçmiştir. Bu ümmetin ömrü bin seneyi geçecek fakat bin beş-yüz seneyi aşmayacaktır”.

Peygamberimiz bir hadîsinde:

“Ey insanlar! Dünyâ’nın geçen kısmı yanında kalan kısmı; içinde bulunduğumuz günün geçen kısmı yanında kalan kısmı kadardır” der.

Tüm bu hadîs-i şerifler değerlendirildiğinde, Dünyâ’nın ömrünün 7000 yıl olduğu Peygamberimiz (s.a.v.)’e kadar bu ömrün, 5600 yılının geçtiği ve ümmetin ömrünün 1500’ü geçmeyeceği açık bir şekilde anlaşılmaktadır. (Bu hadislerin sahihlik derecesini okuyucunun kanaâtine bırakıyorum. H.G.)

Dünyâ’nın yaratılışını Kepler M. Ö. 3992, Newton M. Ö. 4000 olarak verir. Hattâ Darwin de kitabında Dünyâ’nın yaşının 20-30 milyon yaşında olabileceğini yazmıştı.

Yine Kur’ân’ın âyetlerinden yola çıkarak bu sürecin 10.000 yıllık bir süreç olduğunu destekleyelim...

“Bir de senden acele azap istiyorlar. Elbette Allah sözünden caymaz. Bununla berâber Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir. (Hac 47)

Bu âyetten anladığımıza göre bizim için geçen 1.000 yıllık bir süreç, Allah’ın katında geçen 1 günlük bir sürece tekâbül ediyor. Tabi bizim için geçen 10.000 yıllık bir süreç de Allah katında geçen 10 günlük bir sürece tekâbül eder. Sûr’a üfürülmesi, mü’min için bir nimet, kâfir için ise bir eziyet doğurur. Bakın aşağıdaki âyetlerde o günün  suçlu olanlarının nasıl bir konuşma içinde olacağı bildiriliyor:

“O gün ki, sûra üfürülecek ve suçluları o gün Biz, göm-gök mahşere toplayacağız. Onlar aralarında: "On günden fazla durmadınız" diye gizli-gizli konuşacaklar” (Tâ-hâ 102-103).

Dikkat edilirse on günlük bir süreden bahsediliyor. Neden on gün? neden iki, beş, yedi, kırk vs. değil de on gün? Çünkü artık sûr’a üfürülmüş, yer ve zaman formatı değişmiş ve “bin” günlük bir süreye “bir” gün denmeye başlanmıştır. Yâni, “on gün kaldık” demekle, “on-bin sene kaldık” demek istiyorlar. Bunun nedeni, Rabb katında “on gün”ün, Dünyâ’da “on bin” seneye tekâbül etmesindendir. Bu da bütün kâinâtın 10.000 yıllık bir ömür sürdüğünü gösterir. Tabi bu yorumlardan kıyâmet vaktinin çok uzak olmadığı sonucu da çıkar.

“Onu (kıyâmeti) gördükleri gün, sanki (Dünyâ’da) bir akşam veya bir kuşluk vaktinden başkasını yaşamamış gibidirler” (Nâziat 46) Evet; kıyâmet, zaman-algılarını bozar. Yeni bir zaman-algısı başlatır.

“Görüşü en üstün olanları, "Bir günden fazla durmadınız" dediği zaman, ne diyeceklerini Biz biliriz” (Tâ-hâ 104).

Buradaki görüşü en üstün olan kişinin “bir gün”den bahsetmesi Dünyâ’da kalış süresinin kısalığını belirten mecâzi bir sözdür. Yâni onlara Dünyâ’da kaldıkları süre “bir gün” gibi kısa gelmiştir. Kur’ân’da bu şöyle belirtilir:

“Onu (kıyameti) gördükleri gün, sanki (Dünyâ’da) bir akşam veya bir kuşluk vaktinden başkasını yaşamamış gibidirler” (Nâziat 46).

Darwinci teori diyetiyle beslenip yetiştirilmiş birisi için, veya standart bir jeoloji ders kitabını açan lise veya üniversite öğrencisi için, hayâtın Dünyâ üzerinde 10.000 yıl gibi kısa bir geçmişi olabileceği fikri, kaçınılmaz olarak mantıksız görülür. Kabûl edilemez gibi görünmesinin nedeni aslında, modernizmin kazandırmış olduğu alışkanlıktır. 

İnanmayacak olana delil yetmez.

Darwin Dünyâ’nın yaşını 300 milyon yıl olarak hesaplamıştı. Dünyâ’nın bilinen yaşı içerisinde türlerin evriminin açıklanıp-açıklanamayacağı sorusu gündemdeki yerini hep korudu. Neyse ki kısa bir süre sonra Big-Bang Teorisi ortaya atıldı da âcil ihtiyaç duyulan zaman bulunuverdi.

Ateistleri ve materyâlistleri tesadüflere sımsıkı bağlayan şey, uzun zaman dilimleridir. Ateistler, canlıların tasarım-ürünü gibi gözüktüklerini, fakat, uzun bir zaman sürecinde, birleşen tesadüflerle, bilinçli bir tasarım olmadan da tüm canlıların oluşabileceklerini söylemişlerdir. Yukarıda bahsettiğimiz bu sapık zihniyetlerin böyle uzun zaman-dilimlerine ihtiyaçları var. Big-Bang Teorisi’yse onlara istedikleri zamânı fazlasıyla veriyor. Bu uzun zamânı onlara Big-Bang Teorisi fazlasıyla veriyor ve sorumluluktan kurtulmak isteyenlere “neden olmasın?” dedirtiyor.

Gerçi artık evrene biçilen yaş da yetmemeye başladı. 13.7 milyar yıl da artık yetmemeye başlayınca, “paralel evrenler” ve “sonsuz zamanlar” kavramları konuşulmaya başlandı. İnanmayacak olana ne delil yeter ne de zaman.

Bir de şöyle bir şey var: Bir insan yaşamı boyunca bir-çok şeyin değiştiğini gözlemleyebiliyor. Hem de bu gözlemledikleri, bilim-adamlarının çok uzun yıllarda gerçekleştiğini/gerçekleşebileceğini söylediği şeylerdir. Meselâ; bir süre önce temmuz ayında kazak giydiğini söyleyenler, artık ince giysilerle bile terlediklerini söyleyebiliyorlar. Bu durum havaların değişmesinin işâretidir. Dünyâ’da havalar eskiye göre daha fazla ısınmıştır ve insanlar bunu izlemişlerdir. Gerçi bu durumun nedeni zamânın düz bir çizgide gittiğinden değil, kozmik/küresel döngüdendir. Bir-süre sonra tekrar temmuz ayında kazak giyilmeye başlanabilir. Evet; 50-100 yıl öncekine göre bir-çok şey değişiyor ve insanlar bu değişimi gözlemleyebiliyorlar. Yâni, birilerinin söylediği gibi “değişim” öyle çok uzun zamanlarda meydana gelen olaylar değildir. Her-hangi biri 100 yıl önceye gitse ve yaşadığı yere baksa orayı her-halde tanıyamazdı. Bu, 100 yıl önce orada yaşayan birinin bu zamâna geldiğinde yaşadığı şehri tanıyamayacağı gibidir. Çünkü 100 sene içinde orası bambaşka yer oluvermiştir. Bilim-adamlarının “çok uzun zamanlarda oldu” önermeleri, matematik işlemler sonucu öne sürdükleri teorilerinin, ancak çok-uzun zamanlar söz-konusu olduğunda geçerli olacağındandır. Hesaplarının bunu gerektirmesidir. Tutarsızlıklarını kapatma metodudur aslında bu. İşte; bir ömür süresince bile bir-çok şey bâriz bir değişime uğruyor. Orantıya göre bu değişen şeylerin farkına varamamamız gerekirdi. Eğer bir “değişim” bu kadar uzun zamanda oluyorsa, gözlemlediğimiz “küçük değişimler” zaman orantısına göre gözlemlenemeyecektir. Çünkü o kadar uzun-süre yaşamıyoruz. Demek ki “değişim/oluşum” için büyük aşamalara/süreçlere/zamanlara ihtiyaç yoktur. Zâten biraz târihe baktığımızda da, yaklaşık 10.000 yıllık bir zamanda nelerin değiştiğini görebiliyoruz.

Yeterli “zaman”ınız varsa her şeyi söyleyebilirsiniz ve söylediğiniz şeyler saçma olsa bile “bu kadar uzun zamanda neden olmasın ki?” düşüncesi insanların o şeye inanmasını sağlayabilir.

“Hani biz İbrâhim'e Evin (Kâbe'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) “Bana hiç-bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükûa ve sücûda varanlar için Evimi tertemiz tut” (Hacc 26).

Dünyâ’nın yaşını hesaplama konusunda şöyle bir yol da denenebilir: Bilindiği gibi Kur’ân’da Kâbe için en eski ev-yapı (Beyt-i Atik) olduğundan bahsedilir: Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke)de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler) için hidayet olan (Kâbe)dir. (Âl-i İmrân 96) Ne zaman insan varsa illâki “ev” de vardır. İlk insan Hz. Adem’in evi de işte şu-anda Müslümanların kıble-gâhı olan Kâbe’dir/Kâbe’nin bulunduğu yerdir. Kâbe’nin Hz. İbrâhim’den önceki temellerinden de bahsedilir zâten. İşte; Hz. Adem’in attığı Kâbe’nin ilk temellerine inilerek, temellerde bulunan kayaların (yeşil taş) karbon 14 testi ile yapılacak ölçümlerinde, o kayaların ömrünün 10.000 seneyi geçmeyeceğini düşünüyoruz ve iddia ediyoruz.  

“Yoksa onlar: 'Bunu uydurdu' mu diyorlar? Hayır; o, Rabbinden olan bir haktır; senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarman için (onu sana indirdik). Umulur ki hidâyet bulurlar” (Secde 3).

Arabistan Mekke’ye daha önce bir uyarıcı gelmemiş. Neden? Çünkü uzun bir geçmiş yok. Ortalama 7-8 bin senede anca sıra gelmiş. Yoksa Mekke’liler 15 milyar yıldır süper-ahlâklı insanlar olduklarından değil.

“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak bir gerçek anlam ve amaç uğruna ve sınırlı bir süreliğine yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeyden yüz çeviren (kimseler) dir” (Ahkâf 3).

Bu âyet kâinâtın sınırlı ve belli bir süreliğine yaratıldığını söylüyor. Çok basit bir anlamayla bu sürenin 15 milyar yıl olamayacağı açıktır. “Sınırlı bir süre” 15 milyar yıl olamaz. Adı üstünde “sınırlı”.. Olsa-olsa 10.000 yıl olabilir.

İrlanda baş-piskoposu James Usher, yaptığı hesaba dayanarak Dünya’nın M.Ö. 4004 yılında yaratıldığını söylemiştir.

AŞAMA-AŞAMA YARATILIŞ YANILGISI

Aşama-aşama; yavaş-yavaş… işte bilimin sihirli sözcükleri. Aslında bu sözcükler Şeytanın en güçlü silahlarıdır. “Yeterli zaman” varsa ve yavaş-yavaş ve aşama-aşama olduktan sonra neye inanılmaz ki? Bu “sihirli sözcük”leri kullanarak şu-an îtibâriyle yanlışlanamayacak bir tez ortaya atabilirsiniz. Strese girmenize gerek yok; nede olsa bu kadar uzun zamanda yavaş-yavaş olur.. Uzun zamana yayılan her teori başarılı olur. Fakat sorun; bu kadar uzun bir zamânın olup-olmadığıdır.

Aşama-aşama yaratmada, “düşünerek” ve “düşündükçe” yaratmak vardır ki bu bir eksikliğin ifâdesidir. Bu eksiklik (hâşâ) Allah için söz-konusu değildir. Hz. Ali de:  

“Halkı düşünüp-taşınmadan yarattı; düşünüp-taşınmak ancak düşünceye, tasarlanmaya sâhip olanlara yaraşır; oysa Allah bundan münezzehtir. Bilgisi, her çeşit gizlilikleri kavramış, her türlü gizli inançları kaplamıştır” der.

Evrimciler, yaratılışçıları yanıltanın zaman olduğunu, “uzun-zaman dilimi”nin mevcut canlıları oluşturmaya yeterli olacağı söylerler.

Burada biraz “terbiyesizlik” yapıp şöyle bir şey demek istiyorum: 100 katrilyon yıllık yaşı olan bir evrende; bir insan bir fille cinsel ilişkiye girse, 100 katrilyon yıl sonra “canlı bir Ferrari” ortaya çıkacağı tezini kim nasıl yanlışlayabilir? “Zaman” olduktan sonra.. Olur mu olur.. Yeterli zaman olduktan sonra her saçmalık mümkün gösterilebilir.

İnsan, aşama-aşama  yapar, çünkü gücü ancak buna yeter. Fakat, sınırsız kudret sâhibi olan Allah’ın aşama-aşama yaratmaya ihtiyacı yoktur. Kişinin “aşama-aşama” yapması o kişinin zaafiyetini gösterir. Allah için ise her-hangi bir zaafiyetten bahsedilemez. Bu yüzden de “aşama-aşama” dan bahsedilemez.

Meselâ insan aşama-aşama bağlama çalmayı öğreniyor olsa, bağlamayı en iyi çaldığı zamana göre önceki çalışlarda çirkin ve uygun olmayan sesler çıkar. Bu kötü sesleri zamanla düzeltebilirsiniz, çok kompleks ve orijinâl bir varlık olmadığı için düzeltme sırasında bağlama zarar görmez. Fakat, mükemmel bir kompleksliğe, orijinâlliğe ve canlılığa sâhip olan insan ve kâinât, kemâlât durumundan bir önceki aşamasında, ya dağılır, ya çöker, ya da batar.

Evren denen mükemmel bir yapı karşımızda duruyor. Mükemmelin bir-önceki aşaması mükemmel olmadığı için kusurludur. Mükemmel olan, kusurlu olandan doğamaz. Mükemmel olan ancak MÜKEMMEL OLAN’dan gelir ki.. Allah hiç-bir sebebe/aşamaya muhtaç değildir. Bu yüzden mükemmel olan bir-anda vâr-olmalıdır.

Sicistâni; Allah’ın, yıldızları-göğü-yeri belli bir süreç içinde yaratmasını bir acziyet olarak telâkki etmiştir.

Allah için bir “süreç”ten bahsedilemez. Allah “süreç” ile kayıtlanamaz. Süreç; acziyet sâhibi insan/mahlûk için geçerlidir. Bundan dolayı insan “ol” derse o şey ancak belirli-belirsiz bir süreç içinde gerçekleşebilir. Fakat âcizlikten mutlak-münezzeh olan Allah “ol” derse, o şey ânında olur. Eğer “ol” sözünü insan söylerse, o şey “oluş-sürecine” girer, yâni  o şey aşama-aşama olmaya başlar. Fakat “ol” sözünü Allah söylediğinde, o şeyin ânında olmaması düşünülemez. “Kün fe yekûn” ifâdesindeki muzâri fiil; âciz olan insan için kullanıldığında mecbûren gelecek zamânı ifâde ederken; mutlak-kudret sâhibi Allah (c.c.) için kullanıldığında, mecbûren şimdiki zamânı ifâde eder. Allah için sâdece “şimdiki zaman” geçerlidir. Allah’a, geçmiş ve gelecek zaman isnat edilemez. Çünkü bu isnatlar (hâşa) Allah’ı kayıt altına almak olur. Allah, zamânı yaratandır. Bir şeyin yaratıcısı için yarattığı şeyin mahkumu olması ve o şeyle kayıt altına alınması düşünülemez.

Oluş-sürecinde olan şey aslında “olma-sürecini” tamamlayamamış ve hiç-bir zaman da tamamlayamayacak olan şeydir. “O hâlde, “olan” ve “olmuş” bir şey yoktur, “olmaya çalışan” bir şey vardır” demek gerekir ki, bu çok saçmadır ve sağ-duyuya da aykırıdır. Böyle bir söz-etmek aynı-zamanda tüm sorumlulukları ortadan kaldırır. Dîni ortadan kaldırır. Çünkü henüz din oluş sürecindedir, her şey oluş-sürecindedir ve tamamlanmamış bir şeyin sorumluluğu olmaz. Belirsiz olan şeyin sorumluluğu olmaz. Herakleitos da, “var dediğimiz her şey, gerçekte oluş-sürecinde olan bir nesnedir” şeklindeki “akış kuramı”dan bahseder. Bu “olma-süreci hiç-bir zaman” bitmez. Bu yüzden de hiç bir şey bilinemez. Bilinemediği için de sorumlu olunamaz. Neyden sorumlu olunacak ki? Hâyır! “oluş-süreci” yok, “olma” var. Bu “olma” derinden bakıldığında her-an olan bir  “olma”dır. Allah “ol” dedi ve “ol”du. Bu yüzden biz de sorumlu olduk.

Âl-i İmrân 67. âyeti üzerinde “kâne” fiilinin nasıl kullanıldığını gösterelim:

mâ kâne                      : olmadı
ibrâhîmu                     : Hz. İbrâhîm
yahûdiyyen                 : yahudi
ve lâ nasrâniyyen      : ve hristiyan olmadı
ve lâkin kâne              : ve lâkin, fakat ... oldu
hanîfen                        : Allah'ın tek oluşuna, ölmeden önce ruhun O'na ulaşmasının ve Allah'a teslim olmanın farz olduğuna inanan
muslimen                   : Allah'a teslim olan, müslüman
ve mâ kâne                 : ve olmadı
min el muşrikîne      : müşriklerden, (Allah'a) eş, ortak koşanlardan.

Şimdi; “kâne” “oluş-sürecine girmek” demekse; bu âyetteki “kâne”de Hz. İbrâhim “müslim olma-süreci”ne giriyorsa, “ma kâne zâlimen” sözü de “zâlim olmama süreci” midir? Yine “Mâ kâne İbrâhîmu yahûdiyyen ve lâ nasrâniyyen ve lâkin kâne hanîfen muslimâ(muslimen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne)”. “İbrahim, ne yahudi idi, ne hristiyandı, (ma kâne= olmadı) ancak, O hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi” (ma kâne= olmadı)” âyetindeki “Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve müşriklerden olmama”yı da bir oluş-sürecine mi bağlayacağız? Yahudi ve Hıristiyan olmamak bu kadar mı zor. Ya da bunu söylemek bu kadar mı zor. Hem bu âyet zamânımıza da hitâp etmiyor mu? O hâlde biz bu âyeti okuduğumuzda Hz. İbrahim için müslüman olup-olmamasıyla ilgili hemen bir hüküm veremeyecek miyiz ve “söyleme-sürecine” mi gireceğiz? Çünkü İbrahim bir süreçte müslüman oluyorsa ve müşrik olmuyorsa, bizim bunu söylememiz bir süreç içinde mi olacak? “Kâne” fiili oluş-sürecine girmek demekse, “ma kâne” ne demek? “olmama/oluşmama sürecine girmek” demek mi? O zaman biz kimseye müslüman ve kafir diyemeyiz. Hattâ iyiye ve kötüye de hemen hüküm veremeyiz ve iyi biri için iyi diyemeyiz. Hiç-bir şey yapamayız. Din/İslâm bu kadar göreceli değil.

“Allah yaratmayı hep aşama-aşama yapar” diyorlar. Peki bu kural sâdece maddî varlıklar için mi geçerlidir yoksa maddî olmayan melek, şeytan-cin, hûri, ğılman vs. için de geçerli midir? Melekler de mi aşama-aşama yaratılmıştır?

Evrimsel-aşamalı bir yaratılışta, o evrimi-aşamalı süreci Allah’ın kontrôl edip-etmemesinin ne önemi var ki? Evrim olunca artık fark etmiyor. Netîcede evrim.. Evrim olunca yaratılışı Allah ile bağdaştırmak zorunlu olmaktan çıkıyor. Bir-anda olan bir yaratılış ise mecbûren Allah-yaratıcı ile olmak zorunda. İşte Big-Bang süreci buna aykırı, ya da Allah’ın kontrôlünde olmak ihtiyâcı hissettirmiyor. Big-Bang ile olunca “Allah’sız da olabilir” düşüncesi normâl ve doğal olarak çıkıyor ortaya. Bir-anda yaratılmada ise başka alternatif yoktur ve zâten kâinat bunu haykırıp durur: “Allah tarafından bir-anda yaratıldım”.

Yâni sorun; “tamam, yaratılış bilimin dediği gibi oldu ve bunda bir sorun yok, fakat bu süreç Allah’ın kontrôlünde mi oldu, yoksa kendi-kendine mi oldu tartışması” mı? Bilim açısından ne fark eder ki? Oluşumun bizzat kendisi için ne fark eder? Oluşum için iki kesim de aynı şeyi söylüyor ve kabûl ediyor. Bilimsel olarak tıpa-tıp onlar gibi konuştuktan ve inandıktan sonra: “Fakat tüm bunlar Allah’ın plânlamasıdır” demenin ne anlamı olacak? Onlar da ”hayır kendi-kendine olmuştur” derler. Tartışmanın bu boyutu inanç ile alâkalıdır. Biri tesâdüf diyor diğeri yaratılış. Netîcede orada iki kesimin de kabûl ettiği aynı süreç işlemiş. Asıl ilginç olan şey, nasıl oluyor da inançsızların gözlemleri ile inançlıların gözlemlerinde aynı süreç görülüyor?. İnançlı olanların inançtan kaynaklanan gözlemsel ve değerlendirme anlamında bir farkları yok mu? Ve bu nedenle de inançsızlardan daha farklı ve doğru bir sonuca ulaşmaları gerekmez mi? Eğer cevap “hayır” ise bu; “onların bilimini alalım ama inançsızlığını almayalım” demek anlamına gelmiyor mu?. Yaratılışın açıklaması iki kesim için de aynı ise, o yaratılışın tesâdüfen ya da tasarımla oluştuğunu söylemek arasında niye bir fark olsun ki?, ya da bilim açısından bunun ne önemi var?, bu fark araftaki (nötr) bir kişi için artık bir-şey ifâde etmez.

Evrenin yaşına 1024 sâniye biçiliyor. Bu durumda bahsedilen oluşumların gerçekleşmesi için bu süre yetmiyor. Demek ki bu oluşumlar süreç ile yaratılmadı. Bir-anda yaratıldı. İnançlı bilim-insanları; “bu kadar kompleks varlıkların tesâdüfen oluşması imkânsızdır” diyorlar. İyi de buna tesâdüf değil de tasarımla ve bilinçli aşamalı bir süreçle yaratıldığını söylediğimizde de evrenin ömrü bu oluşumların oluşmasına yetmiyor ki. Tasarımlı fakat aşamalı bir süreç ile yaratıldığını da kabûl edemeyiz, çünkü zaman yetmiyor. Big-Bang’den beri geçen zaman yetmiyor. O hâlde tasarımlı ama aşamasız-süreçsiz bir ilk-yaratılıştan bahsetmemiz kaçınılmaz oluyor ki bu yaratılış, bir-anda gerçekleşen bir yaratılıştır. Bu mükemmelliğe zaman yetmiyor, imkân yetmiyor. Yâni süreçle oluşması imkânsız. O nedenle hiç-bir zaman idrâk ve îzah edemeyeceğimiz mûcize ile olan bir yaratılış var ki o da -aşamalı süreç, açıklamalı bir süreç olacağından- bir-anda olacak olan bir yaratılıştır. Bir-anda olacak olan bir “ilk yaratılış”tır. Yâni yaratılışa şans-tesâdüf ile değil de, bilinçle-tasarımla dediğimiz zaman da aşamalı-süreçli bir yaratılış yetersiz kalıyor. Sorun, kâinâtın tesâdüf ile mi yoksa tasarımla mı yaratıldığı sorunu değil, aşamalı mı, bir-anda mı yaratıldığı sorunudur. İnançlılar buna inançsızlardan ayrılmak için mecbûren “bir-anda” demek zorundalar. Aksi-hâlde inançsızların söylemlerinden bir farkları kalmayacaktır. Çünkü ikisi de aşamayı kabûl ediyor fakat bu aşamanın şuurlu mu şuursuz mu olduğunda anlaşamıyorlar ki bu, varlığın açıklamasında önemli bir şey değildir. Açıklama aynıdır zîrâ. İnançlılar inançsızlarla “nasıl”lıkta çelişmiyorlar, niçin-nedenlikte farklılaşıyorlar ki inançsızlar zâten bunu sorun etmiyorlar, yâni onlar için bir niçin-neden yok. Böyle olunca da inançlıların derdi, inançsızları niçin-neden’e zorlamak oluyor. İkisi arasında başka bir sorun yok çünkü.

Bilim, bir Allah inancı oluşturmaz, fakat Allah inancını pekiştirebilir. Allah inancının olması için bilime gerek yoktur. İşte biz diyoruz ki; ilk-yaratılış (hattâ şimdiki yaratılış da öyle) evrimcilerin yada sözde yaratılışçıların dediği gibi aşamalı olarak olmaz. Yâni aşama-aşama olmaz. Bir-anda olur. Her-şey bir-anda olur. Fakat ilk-yaratılışta her-şey bir-anda yaratılmışken, sonraki yaratılışlar-türetmeler “bir-andalar” ile olur. İlk-yaratılış bir-anda ile, sonraki-şimdiki yaratılışlar ise bir-andalar ile olur-oluyor.

Sen evrenin yaratılış sürecini pozitivistler gibi kabûl et; insanın yaratılışını evrimsel süreçlerle îzah et, sonra da de ki: “Tüm bu yaratılışlar, Allah’ın kontrôlünde tasarımla olmuştur”. Lafla olmuyor. Aynı bilimsel açıklamaları inançsızlar da yapıyor zâten. O zaman onlar da her ne kadar tesadüfle olmuştur deseler bile, yaratılış açıklamalarını tıpa-tıp inançlılar gibi yaptığı için tasarımı kabûl etmiş olmuyorlar mı? Ya da, yaratılışın aşamalarını-sürecini inançsızlar gibi yapıyorsan, yâni ilmini onlardan alıyorsan, inancını da paylaşıyorsun demektir. Yâni ilmini aldığının ahlâkını da almışsın demektir.

Bu nedenle Pozitivist Dünyâ’nın bilimini aldığınızda, “pozitivist ahlâkını” (daha doğrusu etiğini) da almış olursunuz. Ahmet Kalkan:

Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sâdece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır. Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünyâ-görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zâten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka-plândan koparılamaz. Söz-gelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıdâ depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sâdece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır-makinesi alınca ister-istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç-sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır-almaz, artık  aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir” der.

İnançsızlar “tamam-tamam tasarımla olmuş” deyiverseler ne değişecek?. İnsanlar yaratılış ile ilgili açıklamalardan ne anlıyorlar, orası önemli. Biz de diyoruz ki: Aşamalı-süreçli “ilk yaratılış” hikâyesi, Allah’sızlığı çağrıştırır. Allah’a bir ihtiyaç hissettirmez çünkü. “Zâten açıklaması yapılan şey”de Allah’a ihtiyaç kalmaz. Bir-gün gelir açıklamasını yaptığı o şeyi kendisi de yaratabilir. İnsanlar anlayabildikleri şeye artık îman etmezler. Yaratabildiklerine ise hiç etmezler. Artık ortada inanılacak bir şey yoktur. Ortada gayb kalmamıştır çünkü. Allah’a îman gayba îmandır zîrâ. Fakat yapılan “aşamalı süreç açıklaması” yâni Big-Bang süreci doğru değildir. Allah’a îman hep sürecektir. Çünkü yapılan açıklamalar açıklama değil, masallardır. Zannetmelerdir. Uydurmalardır. Masa-başı felsefelerdir. Modern bilimsel yalanlardır. Söylenenlerin %90’ı yalan ve yanlıştır. Kâinâtın tamâmını gözlemleyip idrâk etmeden kesin bir yargıya varılamaz ve insanda da böyle bir güç yoktur ve hiç-bir zaman da olmayacak. Eğer olsaydı, insan Allah olurdu -hâşâ-. İnsanlar, yakın göğün (Güneş-sisteminin) bilgisi dışında, o da eksik ve hatâlı ölçümlerden başka açıklamalar yapamazlar. Atoma kadar çalışabilirler. Atomu ayırdıkları anda ortada somut bir şey yoktur zâten. Bu nedenle de artık matematiksel muhabbetlerden başka bir açıklama olmaz. Zâten yine, soyut bilginin-felsefenin konusu olan kuantum teorisi bile insanlara; “bildiklerinizin % 99,99’u yanlıştır” diyor.

Tohum benzetmesi ve diğer aşamalı oluşum örnekleri de sâdece birer “örnek”tir. Tohumun açılmasıyla olan oluşum örnekli bir oluşumdur. İnsanın üretmesiyle Allah’ın yaratması bu örnekle aynılaştırılamaz. Çünkü Allah’ın yaratması, örneksiz yaratmadır.. Hiç-bir örnekle tutmaz ve bu nedenle de hiç-bir örnekle açıklanamaz. Kâinat mûcizedir. Açıklaması yapılabilen şeyler ise mûcize olmaktan çıkar. Mûcize insan aklının alamayacağı olay/şey demektir. İnsanın îzah edemeyeceği şey..

Allah “ol” diyerek ilk-yaratılışı mükemmel bir varlık ortaya çıkararak başlatmış, fakat Tevrat ve İncil’deki gibi bir kenara çekilmemiş, arşa-kürsüye (yâni iş-başına) kurularak yaratılışı tekrarlamıştır/tekrarlıyor. Ve bu sonraki yaratılışlar zâten bizim de gözlemlediğimiz, incelediğimiz yaratılışlardır ve Allah’ın izin verdiği ölçüde, öykünerek ve örnek alarak benzerlerini yapmaya çalıştığımız/yaptığımız yaratılışlardır. Bizim için mûcize olan ve îzah edemeyeceğimiz yaratılış, ilk yaratılıştır.

Carl Sagan:

“Bir-gün tümüyle rastlantı sonucu beliren bir molekül, sulu çamurdaki molekülleri yapı-taşları olarak kullanıp, kendi kaba kopyalarını yaptı” der.

Allah’ı hesâba katmayan bilim-adalarının ilk-yaratılış için anlattığı: “Canlılar, oradan çamur buradan balçık, şuradan Güneş, oradan su vs. bir etkileşim oluştu, sonra üreme başladı, tekrarladı; ve sonsuz bir madde açıldı-saçıldı-irileşti-birleşti vs. vs. diyerek en sonunda evren bu hâle geldi diyerek anlattıkları süreç, aşamalı yaratılış için çok anlamsız ve saçma değildir. Bu teoriler en nihâyetinde mutlak anlamda çürütülemez. “Aşamalı” olduktan sonra illâ ki olur” düşüncesi hâkim olur. Hele milyar yıllık zamanlar olduktan sonra, haydi-haydi olur.

Aşamalı yaratılış bir yaratılış değildir, bir oluşmadır. O nedenle bu yaratılışı Allah’a bağlamayanları neyle suçlayacaksın ki? “Kendi-kendine oluşmuş” derler ve buna inanırlar. Bu inanç ve felsefeyle ilgili bir konudur. Bilim ile ilgili değil.

Bir-anda Yaratılma

Kâinat bir-anda “zuhur” etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm'de Allah'ın yer ve gökleri, daha önce mevcut olan benzerlerine göre değil, tamâmıyla, eş ve benzerleri olma­dan yoktan yarattığı ifâde edilmiştir. İlgili âyet şöyledir:

“O (Allah), gökleri ve yeri benzersiz yaratandır. O bir şeyi diledi mi ona sâdece; “ol” der, o da hemen oluverir" (En-âm 101).

Tohumun yarılmasıyla bitkiler çıkıyor tamam; ama ilk başta tohum nasıl yaratılmıştır? İlk tohum nasıl yaratılmıştır? Tohumun ilk başta nasıl yaratıldığını idrâk edebilir miyiz? İdrâk edemeyiz, çünkü aklımız buna ermez. Biz buna sâdece “benzersiz bir yaratılışla yaratılmıştır” diyebiliriz.

Zihin, aşamalı süreçleri pek sevmez. Çünkü o her zaman “birden” sezer ve anlar. Kâinâta bakar ve onun hakkındaki bilgiyi birden/âniden sezer ve anlar. Aşamalı durumlarda zihin karışır ve kesin bilgiye ulaşamaz.

İhsan Eliaçık:

“İnsanoğlu hep bir ve bütün olanı arıyor. Bu bakışı kaybederse zihni dağılıyor, bakışı paramparça olup düşünemez hâle geliyor” der.

Allah, bütün  Dünyâ’daki ve evrendeki cansız varlıklar dediğimiz (Cansız olup-olmadığı tartışılır, Canlılık denilen şey, atomların hareketleri ise, cansızlar da aslında canlıdırlar. Çünkü onların atomları da sürekli hareket hâlindedir) galaksilerden yıldızlara, yıldız sistemlerinden gezegenlere kadar bütün maddeyi ve canlılığı bir-anda yaratmış olamaz mı? Allah bir âyetinde; “O, bir şeyin olmasını dilediğinde yalnızca ol der ve o şey hemen oluverir” der. Şimdi soralım; neden bir evrenin oluşması için bir Big-Bang sürecine ve canlılığın oluşması için bir evrim sürecine gerek olsun? Allah, yukarıdaki âyette söylediği gibi: bir şeye “OL” deyince o şey hemen oluveriyor; dikkat edilirse “hemen oluverir” diyor, “olmaya başlar” vs. gibi bir kelime kullanmıyor. Ayrıca âyetlerde; “Allah her şeyi altı günde yaratmıştır” denir. Îtiraz ederek buradaki yevm/gün kelimesini “altı evre”, “altı zaman” vs. olarak anlamanın bir gereği de yoktur. (“Altı evre” sözünü ne kadar da seviyorlar. Bunu Zerdüştlükten alıyorlar gâliba. Zerdüştilikte, Dünyâ’nın "altı evre"den oluştuğuna inanılır). Sâmi dillerinde 7, 70, 700 sayıları çokluğu ifâde eder. Kur’ân’da Allah’ın, “yedi günde” yâni “çok zamanda” değil de “altı günde yarattım” demesi mânidardır. Altı günü özellikle anması önemlidir. En basit mantık olarak; “yevm” kelimesinden türeyen “yevmiye”, “bir gün”ü ifâde eder. Yeni bir mânâ yüklemek için lafız bir kenara atılamaz. “Vahyin maksadı, nassın lafız ve mânâsına aykırı olmamalıdır” sözünü unutmamak gerekir. Meselâ; “oruç tutun” lafzına oruç tutmaktan başka bir mânâ veremeyeceğimiz gibi. Mustafa İslamoğlu meâl-tefsirinde; “Altı gün” gaybî bir konudur, te’vil edilse de olur, te’vil edilmese de olur” der; tabi te’vil edilmezse bizim söylediğimiz gibi olur. Lâkin “altı-gün” sözü belirsiz bir söz değildir ki yorumlansın. 6 gün diyor, 7 gün dese diyeceğim ki: “tamam, 7 gün” çokluktan kinâyedir, bu nedenle de uzun zamânı ifâde eder”. Binaenaleyh, Allah bütün canlı ve cansız varlıklara, Dünyâ’ya ve evrene, bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeye “OL” demiş ve her şey bir-anda oluvermiştir. Yâni evren hemen-hemen şimdiki şekliyle yaratılmıştı.

  Kur’ân’da “3 gün”, “10 gün”, “40 gün” vs. ve “6 gün” ibâreleri var. Bu âyetlerde geçen “yevm”/”gün” kelimeleri aynı şekilde yazılmış. Peki neden “6 gün” hâricindekileri te’vil etmiyorlar da “6 günü” sonsuz tefsir ve te’villere vuruyorlar? El cevap: Modern/seküler/laik/Allah’sız bilimin etkisinden dolayı. “Evet, altı günde yaratılmıştır” diyemiyorlar. (“Altı zaman”, “altı devir” vs. gibi saçmalıklara sığınıyorlar. Çünkü bilim 13-15 milyar yıllardan bahsediyor. Bu sayıya ters düşmek istemiyorlar. O yüzden de “yevm”=”gün” kelimesinin canını çıkarırcasına tefsir/te’vil ediyorlar.

Bu konuda Şehit Seyyid Kutub şöyle der:

Bâzı âyetleri pozitif bilimlerin verilerine göre yorumlamak diye bir zorunluluğumuz yoktur. Çünkü beşeri bilimler tüm evreni kuşatamamıştır ki biz de kesin olarak "İşte Kur’ân-ı Kerim bunu demek istiyor" diyelim. Ne var ki insanoğlu kesin olarak evrenin yapısını bütünüyle öğrenmediği sürece böyle bir şey söyleyemeyiz .. Bu ise uzak, hem de çok uzak bir temennidir.

“Ve nitekim, Mûsa'ya âyetlerimizi gönderip kendisine: “Halkını kopkoyu karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın Günleri'ni hatırlat!” diye (emrettik)” (İbrâhim 5).

Âyette de görüldüğü gibi Allah, günlerin çokluğundan bahsedeceği zaman “günler” kelimesini kullanıyor. İşte bu âyet, tek bir günü değil, birden fazla günleri ifâde eder. Belirleyici rakam verilmemiştir çünkü.

Aslında buradaki problem, “yekûn” kelimesinin ne anlama geldiğidir. Nîsâ 85. âyete bakarsak “yekûn” kelimesinin iki kez geçtiğini görürüz. Burada bu kelimeye; “tüm” = “tümü” anlamı verilmiştir. Zâten Türkçe’de bu kelimeyi biz; “top-yekün” olarak da kullanırız ve bu da “toplam”, “tamâmı”, hepsi” vs. anlamlarına gelir. “Yekûn” toplam/total olan/bütünsel demektir. Allah; “kün fe yekûn” demekle, “ol” dedi ve hepsi birden, âniden ortaya çıktı” demek istemiştir. Yâni “yekûn” kelimesi bir süreçten bahsetmiyor. Bahsedilen “yekûn”ün anlamı “tamâmı”dır. Tabî ki, bir şeyin tamâmından bahsedildiği yerde o şeyin tamamlandığından da bahsedilmiş olur. Bu da âni bir oluşum ve var etmeyi gerektirir. Âni bir oluşumun olduğu yerde ise, bir süreçten yada aşamadan bahsetmemiz yersiz olur. Zâten “kün” kelimesinin türevleri olan kelimeler de varlığın tamâmına vurgu yaparlar:

Kain: Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut; Tekvin: Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak; Kevn: Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinât. Mevcûdiyet. Kâinât “tamâmı” olduğu için, “kün” de tamâmına işâret eder.

Allah’ın irâdesi mutlak bir irâdedir. “Kün fe yekûn”deki irâde, mutlak bir irâde olduğu için, o şey artık derhâl olmak zorundadır. “Kün” emri ortaya konduğunda, kâinât, tanzim edilmiş ve düzene girmiş bir şekilde ortada beliriverir.

Mutlak-İrâde’den çıkan bir söz olduğu için, kâinât mükemmel bir düzen içindedir. Mükemmel bir düzende ise, bir eksiklikten ve tamamlanmamışlıktan bahsedilemez. Seyyid Kutub bu konuda şöyler der:

“Tüm varlık mükemmel anlamda parçaları îmâl olunmuş bir birlik meydana getirir ve yaratılışı, düzeni ve amacıyla birlikte tam bir uyum içinde bulunur; zîra tüm varlık doğrudan-doğruya mükemmel ve mutlak olan bir irâde sebebiyle varolduğu için bu uyumu göstermektedir”.

Her varlık orijinal şeklinde bir-kez yaratılır ve bir daha tekrârı olmaz. Çünkü yaratmada tekrar yoktur. Zîra  yaratma bizzat “yeni” olmayı ifâde eder.

Allah işini tam yapar. Tam yapmak tamamlamak demektir.

“Doğrusu o azap onlara ansızın gelecek de kendilerini dondura-kalacaktır; artık ne geri çevrilmesine güçleri yetecek, ne de kendilerine mühlet verilecektir” (Enbiyâ 40).

“Yer ayaklarının altından kayıp param-parça olduğu gün her şey son-sürattir. İşte bu akıl-sır ermez bir toplanıştır” (Kâf 44).

Âyette de belirtildiği gibi “son saat” ansızın gerçekleşecek bir olaydır. Başlaması ve bitmesi anlık bir olaydır. Kur’ân-ı Kerim bunu (Yusuf 107, Hac 55, Şuârâ 202, Ankebût 53, Yasin 49, Zümer 55, Zuhruf 66, Muhammet 18, Enam 31, 44, Araf 187) âyetlerinde farklı vurgularla anlatır. Geliş ve gidiş arasında fark yoktur, sâdece aynı-şeyin ters olarak tekrarlanmasıdır. Başlangıç ve bitiş arasında da “olma” yönünden fark yoktur, bir-anda başlar ve bir-anda biter. Meselâ bir-anda koşmaya başlarsın ve bir-anda durursun. Bir şeyin bitişinin nasıl olduğu, o şeyin başlangıcının nasıl olduğunu da anlatır. İşte bunun gibi; “bitiş ansızın olacağı gibi, başlangıç da ansızın olmuştur”. Allah zımnen; “işte başlayış da böyle ansızın olmuştu” demek istemiştir. Bu “ansızın olma”nın bir işâreti ve bir kanıtı da olamaz. Buna kanıt aramak abesle iştigaldir. Mustafa İslamoğlu’nun deyimiyle; “ansızın gelenin işâreti olmaz”.

Lütfi Bergen:

“Hakîkati biz bulamayız, o ansızın ve yalnızca bize mahsus verilendir” der.

“Saatin (kıyâmetin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir. Sanki ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: Onun ilmi yalnızca Allah'ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler (A’raf 187). Kıyâmetin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir. Bu yüzden ansızın gelecektir. İşte bunun gibi; yaratılışın ne zaman başladığını da sâdece Allah bilir, çünkü ansızın başlamıştır.

Bir teoriye göre evrendeki yıldızların entropi yasasından dolayı enerjileri sürekli azalmakta olduğundan, evrendeki soğuma artmaktadır, (“ısı ölümü”). Bu soğuma mutlak soğumaya (-273,15 derece) ulaştığında hareket duracak ve her şey bir-anda kendi içine ve sıfıra doğru çökecektir. Çünkü uzaydaki yıldızların oluşumunu sağlayan gaz stoklarının yıldızların yeniden oluşumunu mümkün kılamayacak şekilde bir gün bitecektir.

Kur’ân’da âhiret için mutlak anlamda bilgi verilmez. Aklımız ermez çünkü. İşte bunun gibi; “evvel” için de mutlak bilgi verilmez.

Her şey bir-anda olmuştur. Bir-anda; yâni aynı-anda. Her şey aynı-anda olmaya da devam eder zâten.

Aynı-anda-bir-anda olma mecbûriyeti kendini hücrede ve hücre-altında da gösterir. Saadettin Merdin’in yazısında konuyla ilgili şu açıklamalar vardır:

“Basit mikrop, virüs ya da hücre henüz kendi-kendini çoğaltamaz. RNA’ya, enzimlere ihtiyâcı vardır. DNA ile enzimler arasında çok sıkı bir ilişki vardır. DNA; yalnız bir-takım enzimlerin yardımı ile eşlenebilirken, bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgilerle gerçekleşir. Bu yüzden eşleşmenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı-anda mevcut olması gerekir. Ayrıca bu ilk hücre/canlının DNA’sı çift kat olmalı ki, üreyebilsin. Ayrıca bu esnâda önemli DNA ve proteinlerin ve diğer önemli moleküllerin bir-takım zarlarla, kılıflarla korunması da gerekir. Bu özel zarla korunan moleküller kendilerini kopyalayamazsa, hücre bölünemezse tesâdüflerle buraya kadar getirilen ilkel canlı ânında mevtâ olur. Hadi sil baştan. Oysa hayâtın oluşması için tek bir şansı vardır. Evrim asla tekrarlanamaz. Bir kere kayboldu mu, en başa dönmek zorunda kalırsınız. Yine oluşan ilk hücreden ânında diğer farklı yeni hücreler/canlılar yaratılmaz ise, ilk hücre anormâl çoğalarak, Dünyâ’daki tüm besini kısa bir sürede tüketip, ne kendisinin, ne de kendisinden sonra yaratılacak olan canlıların tüketebileceği besin kalır. Çünkü evrim sonsuz genişleyen, yepyeni çeşitliliğin târihidir. Yâni; ilk canlının peşinden, diğer farklı canlıların ard-arda yaratılması lâzımdır!.

Allah’ın kâinatı ilk başta nasıl yarattığını mı soruyoruz? Eğer öyleyse ağaçların, çiçeklerin, hayvanların, yıldızların ve tabi ki insanın her gün nasıl yaratıldığına bakmakla bu sorunun cevabını bulabiliriz.

Aslında yaratıklar arasında yaratılması yüce Allah'a zor gelen her-hangi bir varlık yoktur. Ancak karşılaştırma insanların ölçülerine göre yapılıyor. Çünkü insanların değer ölçülerine göre yeniden yapmak, ilk kez yapmaktan daha kolaydır. Yoksa yüce Allah'ın gücüne oranla ilk kez yapmak yeniden yapmak gibidir, yeniden yapmak da ilk kez yapmak gibidir. Bu işlem için sâdece yüce Allah'ın irâdesinin yönelmesi ve “ol” sözü yeterlidir. “O da oluverdi”. Kâinat, her-an “ol” sözüne muhataptır, “her-an” yeniden yaratılır. Zâten “kün feyekün”  sözündeki “fa” bağlacı çabukluk ifâde eder. Yâni “ol der, çabucak oluverir” anlamına gelir.

Hattâ “fa” bağlacı çabukluk ifâde ettiği için “ol der olur” diye çevirmek yanlıştır. “Ol dedi, oldu” ya da “Ol” der, hemen/derhâl tamâmı olur” diye çevirmek gerekir.

Bir örnek:

“Musa onların hayvanlarını suladı, sonra gölgeye çekildi; “Rabb’im, doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım” dedi” (Kasas 24).

Seyyid Kutub bu âyeti şu şekilde tefsir ediyor:

“Biz Hz. Musa ile -selâm üzerine olsun- birlikte duâ sahnesine dalmışken, âyetlerin akışı kurtuluş sahnesini göstermede acele ediyor. Bu amaçla duâya verilen cevabın ne kadar çabuk geldiğini vurgulamak için, âyette çabukluk ifâde eden “fa” bağlacı kullanılıyor. Sanki gök koşuyor ve yalvaran bu yabancı kâlbin duasına cevap veriyor”.

“Fa” bağlacı çabukluk ifâde eder ve iki şey arasında kopmaz bir bağdan bahseder. Bu bağ kesintisiz bir bağdır. “Kün fe yekün” derken de, burada kullanılan “fa” bağlacı çabukluk ifâde eder ve “kün” ve “yekün” arasında “fa” bağlacı çabukluk oluşturacağından dolayı iki kelime arasında bir ayrılığın olmadığını anlarız. “kün” ve “yekün” arasında kopmaz bir bağ vardır ve bu bağ “kopmaz” olduğu için ikisi arasında küçük de olsa bir ayrılıktan bahsedilemez. Bir ayrılıktan bahsedilemeyeceği için her-hangi bir zamandan da bahsedilemez. İşte bu yüzden; “ol der ve olmaya başlar” gibi bir tercüme yapılamaz. Ancak “ol der ve o şey ânında olur” diye bir tercüme yapılabilir. Zâten “Kâne” fili geniş-zamandan çok geçmiş-zaman için kullanılır.

“Ol” deyince “olmaya başlıyor”muş.. İyi de, onu ben de yapıyorum: Bir tohum ekiyorum ve “ol” diyorum, başlıyor oluşmaya/olmaya. Oluşum sürecine giriyor yâni. Hemen olmuyor.

Aşağıdaki âyetler de “fa” bağlacının “çabukluk”, “ânındalık” ifâde ettiğini gösterir:

“Fe elkâ asâhu fe izâ hiye su’bânun mubîn (mubînun)”. “Böylelikle (Musa) âsâsını fırlatınca, ânında apaçık bir ejderha oluverdi” (A’raf 107).

“Ve neze’a yedehu fe izâ hiye beydâu lin nâzırîn (nâzırîne)”. “(Bir de) Elini sıyırdı, o da ânında bakanlara bembeyaz (görünüverdi)” (A’raf 108).

Fe ehazethumur recfetu fe asbehû fî dârihim câsimîn(câsimîne)”. “Bu-arada âni bir yer-sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler” (A’raf 91).

“Müjdeci gelip de onu (gömleği) onun yüzüne sürdüğü zaman, derhâl (fe-rtedde=hemen geri döndü) gözü görür olarak (sağlığına) dönüverdi. Yâkub: Ben size demedim mi? Allah'ın izniyle sizin bilmediklerinizi bilirim” (Yûsuf 96). Buradaki “fe” hemen/derhâl anlamındadır. Çabukluk ifâde eder çünkü.

“O ki yaratıp düzene koyandır (halâka fe sevvâ) (Âlâ 2). Yarattı  ve sonra düzenledi diyenler var. Ellezî halâka fe sevvâ: “yarattı ve anında düzene koydu” demektir.  “Fe” “hemen yaptı” demektir. Arasında zaman yoktur.

“Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fes’av (fe is’av) ilâ zikrillâhi ve zerûl bey’a, zâlikum hayrun lekum in kuntum ta’lemûn” Cum’a 9. âyette “fe” çabukluk ifâde eder ve “hemen koşun” anlamına gelir.

Zemahşerî, Keşşaf”ında şöyle demektedir: “Nun” ve “fa” harfi ile başlayan fiiller geçip gitmek ve sona ermek anlamlarına gelir”.

Görüldüğü gibi Hz. Mûsa âsâyı atınca âsâ ejderha hâline gelmek için oluş-sürecine girmemiş, hemen/ânında/bir-anda ejderha oluvermiştir. Eli bir-anda bembeyaz kesilivermiştir. Yer-sarsıntısı ânında başlayıvermiştir. “Oluş-sürecine girme” yok, “bir-anda/ânında/hemen olma” durumları var buralarda. Aksi takdirde Hz. Mûsa’yı yetenekli bir sihirbaz/ilizyonist yaparsınız. Bu tarz bakış-açıları pozitivist bakış-açılarıdır. Hâlbuki burada a-normal/para-normal bir olay/mûcize vardır.    

Kâinât Allah’ın bir vahyidir. Vahiy, “süratli ve gizli bir şekilde bildirimde bulunmak” anlamındadır. Allah âyetlerden oluşan vahyini nasıl süratli bir şekilde gönderiyorsa, kâinâttan meydana gelen vahyini de süratli bir şekilde bir-anda gönderir/yaratır. Allah’ın insan ile iletişim kurmasını ifâde eder vahiy. Allah kâinâtı vahyederek de insanlara ilişki kurmuştur.

“Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah, işitendir, Görendir” (Lokman 28).

Seyyid Kutub bu âyeti yorumlarken..  

"Dilemenin salt yaratılacak nesneye yönelimi ile yaratmayı gerçekleştiren irâde açısından bir veya birden fazla nesnenin yaratılması aynıdır. O ferdin yaratılmasında sınırlı bir emek harcamadığı gibi, her ferdin yaratılmasında emek yinelemez de. Ona göre bir tek kişinin yaratılması ile milyonların yaratılması ve bir ferdin diriltilmesi ile milyonların diriltilmesi birdir. Yaratma işi bir “kelime” dilemedir sâdece, "Bir şey dilediği zaman O'nun buyruğu sâdece o şeye ol demektir, o da hemen olur" (Yâsin Suresi 82) der.

“..Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir” (Hac 47).

Bu âyete göre; Allah’ın katında geçen “bize göre bir gün” yâni “24 saat”, (Kur’ân bize göre konuştuğu için, bir günü 24 saat olarak aldım) bizim katımızda geçen “bin yıl”a, yâni 24x365x1000= 8.760.000 (sekiz milyon yedi yüz altmış bin) saate eşit olur. Şimdi bu değerleri, yâni 8.760.000 saati 24 saate indirgersek, yapacağımız işlemden sonra ulaşacağımız rakam “14.20 sâlise” olacaktır. 14.20 sâliseyi de Allah kâinatı 6 günde yarattığı için 6 ile çarparsak, elde edeceğimiz rakam; “14.20x6=85.2 sâlise” = ”1.25 sâniye” olacaktır. Bu ise (Allahuâlem) Allah’ın kâinatı yaratma süresidir. 1.25 sâniye, Allah’ın “kün” emri için yada “izin verme”si için yeterli ve ideâl bir süredir. Zâten “kudreti sonsuz” bir yaratıcı için bundan daha fazla bir süre düşünülemez. Allah, ortalama 1.25 sâniyelik bir süre içinde “OL” demiş ve her şey bir-anda kendini “olmuş” buluvermiştir. En doğrusunu Allah bilir.


            
                                                                        




Şekil A: Yaratılıştan Önce                                                                                























 Şekil B: Yaratılıştan Sonra

Yukarıdaki şekillerde kâinâtın “yok durumu” ile “var durumu” gösteriliyor. İşte bu iki durum arasında (Allah-u alem) yukarıda yaptığımız hesap sonucu en fazla 1.25 sâniyelik bir süreç geçmiştir. “Yokluktan varlığa çıkarma/yaratma” işte böyle olur. Yok iken bir-anda var olur. (Şekil A çevresine çizilmiş olan mâvi çerçeveyi, “olmayan şey”i göstermek için mecburen çizdik).

Kâinatta her-şey döngü hâlindedir. Döngü hâlinde olan her-bir materyâl, hiç-bir zaman şu-anda bulunduğu eksenden ve konumdan başka bir eksende ve konumda bulunmamıştır. Bulundukları konumlar orijinâl konumlar ve eksenlerdir. İlk yaratılışta nereye yerleştirildilerse şu-anda da aynı konumda ve eksendedirler. Aşamalı yaratılışta şu-andaki mükemmel konumdan bir-önceki kötü konum söz-konusudur. Fakat bu kötü konum o yapının orada bulunmasına müsâde etmez. Yâni orada bir-süre bulunamaz. O konumdayken ya düşer, ya kaçar. İşte bu, Allah’ın Mûcizesidir. Allah’ın bütün yaratışları Mûcizedir. Mûcize ise aşama kabûl etmez.

Hiçbir materyâl döngü yüzünden hep aynı eksende olamaz. Helezonik bir döngü yaparlar çünkü. Döngü helezondur, çünkü aynılık yoktur kâinatta.

Her şey orijinâl hâlinde yaratılmıştır. Öyle ki bu orijinâl varlıkların hiç-biri birbiri ile karışmaz. Karışmaması onların orijinâl olarak yaratıldığını gösterir. Bu, onların ilk yaratıldıklarında da şimdikinin hemen-hemen aynısı olduğunu gösterir. Zâten bu orijinâllik hâlen de devâm ediyor. Öyle ki; artı-eksi kutuplar hâlen bir-birlerini çeker ve aynı kutuplar iter; bir at ile bir geyik çiftleşse yeni bir tür ortaya çıkmaz, çıksa bile neslini devam ettiremez. Evet; aynen ilk yaratıldığında olduğu gibi.

Materyâller en uygun durumlarından bir önceki hâllerinde çirkindirler. Bu hâlleri de Allah’ın bir yaratması olacağından, bu, Allah’ın çirkin bir şey yarattığını söylemek anlamına gelir. Allah, saçma-sapan ve çirkin işler yapmaz. Mükemmel hâlden bir-önceki aşamadaki durum işe yaramaz bir durumdur. Hiçbir parçacık en uygun durumundan bir önceki hâlde hiçbir işe yaramaz meselâ. Görevini yapamaz zâten. Protein tam olarak oluşmadan işe yaramaz ve avantaj sağlamaz meselâ.

Allah, işini ihsan ile yapar. İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız yapmaya denir. Allah güzeldir. Bu nedenle yarattıkları da güzel olur. Tamamlanmamış yapı eksik olacından dolayı güzel” değildir, çirkindir. Allah, güzel olmayan bir şey yaratmaz. Zulüm “bir şeyi yerli-yerine koymamak demektir. Allah âdildir (zulmün tersi), bir şeyi en ideâl olandan bir-önceki (ideâl olmayan) yerine koymamıştır hiç-bir zaman. Zîrâ o zaman “zulm” olmuş olurdu. Fakat Allah’ın zulmetme ihtimâli yoktur. Tamamlanmamış yapı “tam bir hakîkat değildir, yarım hakîkat ise muazzam bir yalandır. Eksik (tamamlanmamış) olana göre genel bir yorum yapılamaz. Hattâ yapılan hiç-bir yorum tutarlı olamaz.

Allah’ın yarattıkları/yaptıkları, “hamde değer” işlerdir. Tamamlanmamış bir yapıya hamd etmek akıllıca olmasa gerek. Allah, “hamde değer” olmayan bir şey yaratmaz.

Evrim Teorisini yıkan en büyük etken, Darwin’in de endişe ettiği ara-türlerin yâni ucûbe varlıkların yokluğudur. O ucûbeler hiç gözlemlenemez. Neden?; çünkü canlılar orijinâl olarak, oldukları gibi bir-anda yaratılmıştır. Evrim Teorisi kabûl edildiğinde denizden karaya çıkış sürecinde bir-sürü ara-formun olduğu kabûl edilir. Fakat bir tâne bile bulunamamıştır. İzleri bile görülmez. Evrendeki yıldız-gezegenlerin “ara-form”ları da gözlemlenemez ve açıklanamaz. Yâhu evrendeki bu “ara-form”ların yâni süper-hâllerinden bir-önceki ucûbe hâllerinin hiçbir izi-tozu yok mu? Evrendeki sistemlerin de ara-formları yâni ucûbe hâlleri hiçbir zaman olmamıştır. Neden?; çünkü onlar da orijinâl olarak, oldukları gibi, bulundukları yerde bir-anda yaratılmışlardır. Peki nasıl yaratılmışlardır? Böyle kibirli/terbiyesizce bir açıklama yapmaktan Allah’a sığınırım..

Bir-anda olan şeyler insanın aklını başından alır. O yüzden anlam verilemez.

“Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü her şeye yeter” (Nâhl ..77).

Seyyid Kutub bu âyeti şöyle yorumluyor…

Haddi-hesabı olmayan onca yaratıkların ve kalabalıkların dirilişi, canlandırılışı, toplanması, hesaba çekilmesi ve eylemlerine uygun bir biçimde ödüllendirilmesi veya cezâlandırılması... Bütün bunların hepsi bir şeye "ol" deyince oluveren ilâhi kudret için kolay ve basit işlerdir. Bunları, ancak beşeri ölçüleri esas alarak ölçen, insan gözüyle onlara bakıp, insâni kriterlerle onları değerlendirmeye çalışanlar, çok zor ve dehşet verici akıl-almaz bir iş olarak değerlendirebilirler... İşte onlar bu ölçüleri esas aldıkları için yanlış düşünüyor ve yanlış değerlendiriyorlar!

Mevdûdi kâinâtın meydana gelmesi konusunda şöyle der:

Allah'ın kudreti o kadar büyüktür ki, bir şeyi murâd etmesi ve meydana gelmesi aynı-anda olur. O, bir şey dilesin de meydana gelmesin, böyle bir olgu tasavvur edilemez.

Tâbir-i câizse, Allah’ın evreni düşünmesi, onu yaratması demektir. Allah ilk önce düşünüp sonra yaratmaz, düşünmesi ile dilemesi ve yaratması aynı şey olduğu için, aynı-anda olur.

“Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istivâ etti ve Güneş ile Ay’a boyun eğdirdi, her-biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, âyetleri birer-birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız” (Ra’d 2).

“..Rabbim, dilediğini (akıl-almaz bir şekilde) pek ince düzenleyip tedbir edendi. Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet-sâhibi O'dur (Yûsuf 100).

“İkisine birden gelin dedik, ikisi birden: “isteyerek geldik” dediler” (Fussilet 11) âyeti, göklerin ve yerin aynı-anda şekillenişinden bahsediyor.

Seyyid Kutub ise bu konuda…

Yaratılış "ol" kelimesinde sembolleşen ilâhi irâdenin yönelişinden başka bir şey gerektirmez. Bu irâde gerçekleşir-gerçekleşmez, varoluş tamamlanır, hemen oluverir. Allah'ın yasasını sürekli tekrar olunan ve alışa-geldikleri şeylere göre değerlendirenlerin anlayamayacağı bir şeydir bu.

“Sonra, duman hâlinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: “İsteyerek veya istemeyerek gelin”. İkisi de: “İsteyerek (İtaât ederek) geldik” dediler” (Fussilet 11). Âyette de belirtildiği gibi duman hâlinde göğe yönelindiğinde yer-yüzü tamamlanmış bir hâldeydi. Gök duman hâlinde iken yer-yüzü varmış yâni.

Seyyid Kutub, Allah’ın yaratması konusunda şunları söylüyor…

Yaratma konusunda yüce Allah için ne "zorluk" ve ne de "kolaylık" söz-konusu değildir. O'nun küçük-büyük, önemli-önemsiz her varlığı yaratma yöntemi aynıdır. Yaratmayı dilediği varlığa sâdece "ol" der, o da hemen oluverir.

Demek ki, Allah’ın dilemesi ve yaratması aynı şeydir. Yâni bir şeyi “dilediği” anda, o şey yaratılmış ve meydana gelmiş olur.

Allah’ın ilmi, irâdesi, kudreti ve yaratması aynı şeydir. Aralarında fâsıla ve ardıl yoktur. “Süreç” yaratılmışa göredir. Allah’a göre süreç olmaz, sürece bağlı değildir Allah. Aksi hâlde kudretinde bir (hâşâ) eksilme gözükecektir.

İhsan Eliaçık:

”Şu hâlde Allah, bir şeyin olmasını dilemezden önce düşünüp-taşınıp plân yapmamaktadır. İlâhi proje/ilâhi senaryo vs. diye bir şey söz-konusu değildir. O bir şeyin olmasını dilediğinde yaptığı şey ona sâdece “ol” demekten ibârettir. Bu durumda o şey hemen oluş hâlinde varlığa bürünür, yâni kelamcıların diliyle Allah’ın irâdesi, bilgisi ve yaratması bir ve aynı şeydir. Bir cümledeki kelimelerin ardı-ardına dizildiği gibi aralarında fâsıla yoktur. Allah’ın ezeli planı olmuş-bitmiş, noktası konulmuş bir kader değil, olsa-olsa olmakta olan, oluş hâlinde olandır” der.

Evet; Allah’ın  bir şeyi aşama-aşama yapması ona bir proje, bir plân atfetmektir ki, Allah plâna göre hareket etmez, bir şeye göre hareket etmez.

Kavlî âyetler fiîli âyetleri anlatır. Allah’ın kavliyle yâni sözüyle, fiîli yâni eylemi aynı şeydir. “Ol” demesiyle olması aynı şeydir. O yüzden “ol” deyince oluverir. “Ol” deyince o şey meydana çıkıverir.

Allah'ın yaratma eylemini tamamlaması için bir zaman-aralığına ihtiyâcı yoktur. Öyle ki, “O bir şeyin olmasını istediği zaman, yalnızca ona ‘Ol!’ der ve (o şey) oluverir”.

Nazzam’a göre yaratılış, Allah’ın doğrudan-doğruya bütün canlı ve cansız varlık türlerini kendi içinden çıkaracak şekilde bir-anda var etmesidir.

Bir-anda yaratılmayı kanıtlayan bir örnek verelim:

Bir-anda yaratılma, maddenin temel yapı-taşında çok net bir şekilde görülür; Bilim, maddeyi oluşturan atomların parçacık düzeyinde nasıl var-olduğunu anlatırken; o parçacığın, bir-önceki alt-parçacığının hareketinde meydana gelen bir-takım değişmeler sonucunda oluştuğunu söyler. Yâni, küçük bir parçacık, her-hangi bir hareketle (çarpışma, bölünme, birleşme, yavaşlama, hızlanma vs. gibi) alt-parçacıkken, üst-parçacığa dönüşür. Bu süreç, atomların oluşumuna, daha sonra da molekül aşamasına kadar gider. Süreci tersten işleterek meselâ şöyle diyelim; molekül, atomlardan; atomlar, elektron-proton-nötrondan; bu parçacıklar kuarklardan; kuarklar da spin/strings (iplikçikler) in değişimleri sonucu oluşur. Diyelim ki bilim ileride daha da bir alt-parçacık buldu. (bilimin parçacık düzeyinde “buldu”-“bulundu” dediği sözde-parçacıkların çoğu, ya da belli bir seviyeden (atomdan) aşağısı, aslında matematiksel bir “bulma”dır. Atom-altı parçacıklar, birer isimlendirmeden başka bir şey değildir. Bunlar detektörlerin algıladığı çeşitli sinyâller ve alanlardır. “Matematiksel nesneler”dir bunlar.). En sonunda maddenin en temel yapı-taşı bulunduğunda, bu parçacık için hangi alt-parçacığın değişimi sonucu, aşama-aşama oluştuğunu söyleyecekler? Çünkü daha-temel bir parçacık yok. Mevcut parçacık, neyin sonucunda oluşmuştur? Oraya nereden gelmiştir?

İşte biz de diyoruz ki; o parçacık oraya “yokluk” tan bir mûcize eseri bir-anda gelmiştir. Lâkin bizim söylemek istediğimiz bir şey daha var ki aslında onu söylemeye çalışıyoruz: Bir alt-parçacığı olmayan temel-parçacık bir-anda ortaya çıkar. Çünkü, aşamadan geçecek bir alt-parçacığı yoktur.

İşte bir mûcize eseri bir-anda ortaya çıkan bu temel parçacık, bir üst-parçacığı oluşturmak için değişimini bir-anda yapar. Bir-anda stringleri oluşturur. Bu stringler bir-anda kuarkları, kuarklar bir-anda atom-altı diğer parçacıkları, bu parçacıklar bir-anda atomları, atomlar bir-anda molekülleri ve moleküller de bir-anda organizmaları ortaya çıkarır. Bu organizmaların toplamı da bir-anda mevcut varlığı ortaya çıkarmıştır. Yâni demek istiyoruz ki; maddenin en temel yapı-taşı olan parçacık bir-anda ortaya çıkmışsa ve aslında madde denilen şey o parçacık ise, madde de bir-anda ortaya çıkmıştır. Maddenin en temel yapı-taşı olan parçacığın bir-anda ortaya çıkması, maddenin de bir-anda ortaya çıkması demektir. Denizin damlası denizle aynı-anda yaratılmıştır. Çünkü kâinâtta her şey bir-anda olur. Bu söylediklerimizi dayandırdığımız âyet: “Hepinizin yaratılması ve diriltilmesi, O’nun için bir tek canın yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Kuşkusuz Allah her şeyi işitir, her şeyi târifsiz bilir” (Lokman 28) âyetidir.

İnsanın bir-anda yaratılmayı anlayamamasının nedeni, bir-anda yaratılma olayının basit bir olay olmasıdır. Allah’ın yaratması Allah için basittir çünkü. İnsan basit olayları anlayamaz. Anlayabilmesi için o şeyin terkibî (mürekkep) hâlde olması/bulunması lazım.

Deniz-suyu neden tuzludur? “İgneous kayaları”; nehirlerin denizlere tuz taşıması; deniz dibindeki kaynaklar vs. gibi cevaplar verilse de aslında tam olarak cevâbı bilinmiyor. Yapılan açıklamalar tatmin edici değil. Açıklama yapmak için yapılmış açıklamalar sâdece. Bir açıklaması yok/olamaz. Bir sebebi yok çünkü. Deniz, Allah tarafından bir-anda tuzlu olarak yaratılmıştır. İşte cevap budur.

Bilim-adamlarına göre denizler yaklaşık 50 katrilyon (50.000.000.000.000.000) ton çözülmüş tuz içermektedir. Eğer denizlerdeki tuz ayrıştırılıp toprağın üstüne serpilseydi tüm Dünyâ 166 metre yüksekliğinde bir katmanla kaplanırdı.

“Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı? Derler ki: “Şu durumda, zararına bir dönüştür bu”. Oysa bu, yalnızca tek bir haykırıştır. Birden-bire kendilerini mahşerde buluverirler” (Nâziat 11-14).

İşte Allah’ın yaratması böyle âniden/bir-anda olur.

Evrendeki ve Dünyâ’daki bütün hareketler aynı-anda olmaktadır. Şu-sâniye îtibariyle bütün hareketler olmaktadır. Aynı-anda..

Peki; “yine Big-Bang yada benzeri bir süreçle oldu, fakat bu süreç 13.7 milyar yıl değil, “1 sâniye” sürmüş olsa” denilirse.. İşte o zaman durum değişir. Çünkü maddeler kararsız durumda kalmadan bulundukları yerde “1 sâniyede” belirivereceklerinden, sorun kalmayacaktır. Sorun uzun-zaman sorunu. Zâten biz de kâinâtın yaratılması 1.25 sâniye sürmüştür diyoruz. Allahuâlem.

“Bir şey yok iken nasıl bir-anda olur, bunun örneği var mı” diye sorulursa; “Göz kapatıldığında yokluk, açıldığında da varlık olur” deriz. Her-an bir-anda yaratılmanın örneğidir bu.

Yapılan bir araştırmada gözlemlenen bir olay şu şekilde anlatılır:

“7,7 kilometre derinliğinde uzaktan kumandalı cihazlarla yapılan taramada "Pseudoliparis amblystomopsis" adı verilen balıklar tespit edildi. Okyanusun karanlık derinliklerinde yaşamlarını sürdüren bu balıkların boylarının 30 santimetre olduğu belirtildi. Balıkların okyanusun bu kadar derinliğinde ve karanlıkta enerjilerini korumak için hareketsiz olması beklenirken, bunların son derece hareketli olduğunu gözlemleyen bilim-adamları, bunun şaşırtıcı bir durum olduğunu bildirdi. Faâl bir şekilde yüzen ve beslenen balıkların 17 tâne olmasını ise bilim-adamları, balıkların bir âile olabileceği şeklinde değerlendirdi.

Balıkların titreşimler sâyesinde karanlıkta yolunu ve yiyeceğini bulabildiğini belirten bilim-adamları, bu tür balıkların yüzeye çıkartıldıklarında yaşama şanslarının azaldığına dikkat çekti. Aberdeen Üniversitesinden bilim-adamı Monty Priede, keşfettikleri bu derin su balıklarının "umulmayacak kadar şirin olduğunu" ifâde etti. Bu-güne kadar hiç kimsenin bu kadar derinliğe bakmadığını ve bu kadar derinlikte neyle karşılaşılacağının bilinmediğini belirten aynı üniversiteden bilim-adamı Alan Jamieson da, bu balıkları görmenin kendileri için bir onur olduğunu söyledi. En derinde yaşayan balık rekoru, 1970’te Porto Riko açıklarında 8 kilometreden fazla derinlikte bulunan "Abyssobrotula galatheae" türünün olmuştu. Ancak balık, su yüzeyine ulaştırıldığında yaşamıyordu”.

  Denizin belli derinliğinde yaşayan ve adına genel olarak “derinlik balıkları” denen canlılar var ve bunlar denizin belli bir üst-seviyesinde (az derinlikte) yaşayamıyorlar. O hâlde o canlılar oraya bir zaman-sürecinde gitmiş olamazlar. Bulundukları yerde yaratılmış olmaları gerekir. Orada evrimle/mutasyonla da oluşamazlar. Çünkü suyun altına belli bir derinlikten sonra hiç Güneş-ışığı girmez, yâni mutasyonun ana-kaynağı/nedeni ortadan kalkar. Bu, tüm canlıların ve kâinâttaki her-şeyin bulundukları yerde ve bir-anda yaratıldıklarının göstergelerinden biridir.

“Her şeyden de iki çift yarattık, olur ki inceden-inceye düşünürsünüz” (Zâriyat 49).

Şimdi şöyle bir soru sormak lazım; Bir şeyin çiftinin olmadığı bir zaman var mıydı?. Yoktu. Çünkü ilk çift aynı-anda ve bir-anda yaratılmıştır.

"Eğer kâfir olursanız, çocukların saçlarını ânında ağartan o günün dehşetinden paçayı nasıl kurtaracaksınız?" (Müzzemmil 17).

“Bir-anda olmaz” diyenler; bu âyet “bir-anda/bir-günde olma”nın delili değil mi? Allah'ın sözü kesinlikle yerine gelir, havada kalmaz, mutlaka gerçekleşir. O her istediğini yapar. O'nun dilediği hemen oluverir.

“Çocukların saçlarını ânında ağartan”.. cümlesinde “ânında” kelimesini koymamız gerekir. Yoksa saçların aşama-aşama ağarması bize niye ilginç gelsin ki? İlginç olan bir-anda ağarmasıdır.

“Biz de Musa'ya: 'Asanı fırlat' diye vahyettik. (O da fırlatınca) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını toplayıp yutuyor” (A’raf 117).

Âyette belirtildiği gibi; Hz. Musa, yere bırakır-bırakmaz Asa’nın birden yılan olduğunu görüyor. Hattâ yerdeki yılanı eline aldığında da yılan birden Asa’ya dönüveriyor. Yine başka bir mûcize olarak; Hz. Musa, elini koynuna sokup-çıkardığı anda eli bembeyaz olur. İşte bütün bunlar, bir-anda oluveren şeylerdir.

Allah’ın  kâinâtı yaratışını Seyyid Kutub, edebi bir dille şöyle anlatıyor:

“Harikalar yaratan fırça, evrenin görkemli sahnelerini çizmeye başlıyor. Bir-dokunuşta gökler canlanıveriyor... Diğer bir dokunuşta yerler... Bir-kaç çizgi de yer sahnelerinden, hayâtın gizli kalan yönlerinden çiziliyor...

“Bizim emrimiz, bir göz kırpma gibi yalnızca 'bir keredir” (Kamer 50) âyetini de:

“Yüce Allah'ın bu duyarlı plânının ve ön-tasarlayıcılığının yanı-sıra, sınırsız gücü vardır ve sınırsız güç, en büyük gelişmeleri, en basit işâretlerle gerçekleştirir. "Bizim buyruğumuz göz-kırpması kadar kısacık sürede gerçekleşen bir tek sözdür.

Bir tek işâretle yada tek bir sözle her iş gerçekleşiverir. Söz-konusu iş büyük olmuş-küçük olmuş fark etmez. Zâten aslında "büyük" ve "küçük" diye bir-şey yoktur. Bunlar insanoğlunun nesnelere ilişkin değer yargılarıdır. Ayrıca ortada "zaman" diye bir olgu da yoktur. "Zaman" denen şey insanların üzerinde yaşadıkları küçük gezegenin dönüşünden kaynaklanan "insanlara özgü" bir kavramdır. Yüce Allah'ın hesâbında bu sınırlı kavramların yeri yoktur.

Birden-bire bu görkemli varlık meydana gelir. Birden-bire değişir, başkalaşır. Yüce Allah dileyince birden-bire yok-oluverir. O birden-bire bütün canlıları yaratır. Birden-bire onları oraya-buraya dağıtır. Birden-bire onları ölümün soğuk kucağına atar. Birden-bire onları şu yada bu biçimde yeniden diriltir. Birden-bire bütün canlıları yeniden canlandırır. Birden-bire onları bir-araya toplayarak hesâba çeker.

Evet birden-bire. Her-hangi bir emek, bir çaba harcaması gerekmez. Zamâna da ihtiyâcı yok. Sınırsız güç bu tek sözde, plân bu tek sözün yanında. Bu tek sözün yanında her iş plânlı ve her-şey kolaydır.

“Târih boyunca gelip-geçen bütün ilâhi mesaj yalanlayıcılarının yok edilmeleri de bir tek söz sonucunda, birden-bire olmuştur.” diyerek yorumluyor.

Kâinâtta her-şey, yâni kâinâtın kendisi de her-an yeni bir yaratılış hâlindedir. Bu yeni yaratılışlar “ânında” olur. Bu, ilk yaratılışta da böyleydi, şimdi de böyle, bundan sonra da böyle olacaktır/oluyor.

Kâinât her an, bir-anda varolur ve bir-anda yok olur.

Hâki Demir:

“Yok-oluş, var-oluş sürecinin durmasıdır. Varlık, var-olma imkân ve iktidârını kaybettiğinde yok olur. Yok-oluş sürecine girmez. Zîra böyle bir süreç yoktur. Yok-oluş âni bir vakadır ve asla varoluşun zıddı değildir” der.

Bu konuda ise Seyyid Kutub şöyle diyor…

İlk-yaratma ile tekrar yaratma genel anlamda, ilk yaratılışı ve âhiretteki dirilişi çağrıştırmakla birlikte bunlar, gecenin ve gündüzün her ânında sürekli meydana gelen iki olaydır. Her-an bir ilk yaratılış ve var-etme söz-konusudur. Her-an bir tekrar diriliş, çürüyen ve ölenin yeniden dirilişi söz-konusudur. Evren bütünü ile sürekli bir yenilenme ve sürekli bir çürüme içindedir.

“Bir-anda olan bir şey görebiliyor musunuz” diyorlar. Atom-altı boyutta bütün her-şey bir-anda olur. Aslında herşey bir-anda olmaların sonuçlarıdır. “Ama bunlar gözlemlenebilen şeyler değil” deniyorsa; o hâlde biz de, aslında gözlemlemeyi hiç-bir zaman istemeyeceğimiz bir şey söyleyelim: Depremler! Tüm depremler bir-anda olur. Benzer olaylar olan heyelânlar da.. Aslında yangınlar da birden çıkarlar. Etrafı sarması zaman alır sâdece. Seller bir birikmenin sonucu olsa da bir-anda gelirler. Meselâ belli bir enerjinin bir-anda hiç yoktan ortaya çıkması ve bir-anda kaybolması mümkündür. Vahiy de bir-anda gelir, kıyâmet de bir-anda kopar. Ölüm ansızın gelir/olur. Diriliş, kabirlerden kalkış da bir-anda olur: Sonra sizi yerden bir (kere) çağırma ile çağırdığı zaman, hemencecik siz (bir de bakarsınız ki) çıkarılmışsınız” (Rum 25).

“O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişik iken biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 30).

Batılı teorilerin büyüsüne kapılmış olanlar Enbiyâ 30. âyette “bitişikti ayırdık” diye çevrilerek anlatılan olayı belli bir zamâna hasretmekle “târihselcilik” yapıyorlar. Hâlbuki Kur’ân’ın mesajları evrenseldir ve her âyeti bize tüm zamanlarda ve mekânlarda hîtap eder. Evet; Her gözlem yerlerle gökleri ayırmak demektir. Bu, çıplak gözle de yapılsa, dev teleskoplarla da yapılsa fark etmez. Zâten Kur’ân bunu “görmüyorlar mı” yâni “görüyorsunuz”, “gözlemliyorsunuz ya”, böylece “ayırıyorsunuz” diyerek söylüyor. Ayırma devâm ediyor.

Hâlbuki insanlar kısa bir araştırma zahmetine katlanıp 1900’lü yıllara kadar yapılan tefsirlere bir baksalardı, ilgili âyetleri şerh eden tefsircilerin açıklamalarında bu teoriyle uzaktan-yakından bir ilişki kurmadıklarını görürler ve 1900 yılı öncesi tefsircilerin yaptıkları yorumların yabana atılacak gibi olmadığını görebilirlerdi. Meselâ Fahruddin Er-Razi tefsirinde, Enbiyâ 30. âyetin konusu olan kâinâtın yaratılışı ile ilgili -bizce de isâbetli olan- şöyle bir yorum yapılmıştır:
 
“Gökler ve yerler ilk-önce karanlıktı. Derken Allah onları, aydınlatan gündüzü ortaya koymak sûretiyle birbirinden yarıp ayırmıştır”.

Bizce de ayırma-yaratma böyle başlamıştır. Allah âlemleri karanlıkta/ışıksızlıkta yarattı ve üzerine ışığı (foton enerjisini) vermekle âlem görünür hâle geldi ve hareket etmeye başladı. (Işığın mutlak yokluğu hâli olan zifiri karanlıkta eşyayı birbirinden ayırmak mümkün değildir, her şey, tek bir şey gibi görünür.)

Kur’ân, ilk indiği zamandaki insanların bilmediği bir şeyden bahsetmez. Enbiyâ 30, “bilmezler mi?” diyor.

Mustafa Öztürk bu âyete şöyle bir yorum yapar: “Bu yetteki “enne’s semâvâti ve’l arda kânetâ ratkan fe-feteknâhümâ” ifâdesi genellikle sanıldığının aksine, kâinâtın yaratılış aşamasındaki iki farklı duruma değil, yağmurun yağıp-yağmamasına, dolayısıyla bolluk ve kıtlığa işâret eder. Daha açıkçası, “ratk” kelimesi gök-yüzünden yağmur yağmaması ve yer-yüzünde kuraklık olması, “fetk” ise yağmurun yağdırılması ve bu sâyede bolluğa vesîle kılınmasıdır. (Bkz. Tâberi, Câmiu’l Beyân, IX. 20-21). İkrime, İbn Zeyd tâbiûn müfessirlerden gelen ve Taberî tarafından da tercih edilen bu yorumun aksine, âyetin gerçekte evrenin oluşum aşamasıyla ilgili bilimsel bir gerçeğe işâret ettiği ileri sürülürse, Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemdeki insanların bu modern bilimsel gerçeği bildiklerini de kabûl etmek gerekir. Çünkü âyet “evelem yerallezîne keferu (o kâfirler görmezler mi, bilmezler mi..)” ifâdesiyle başlamaktadır. İlâhi hitâbın ilk muhâtapları konumundaki insanların evrenin oluşumuyla ilgili modern bilimsel teoriler bildiğini söylemek abestir. Şu-hâlde, Kur’ân burada onların bilip-gördüğü bir şeyden söz etmektedir ve bu da yağmurla ilgilidir”.  

Zâten gökler “çoğul” gelmesine karşın, yer kelimesi “tekil” gelmiştir.

Kur’ân, canlıların/insanın ilk-yaratılışı dışındaki zâten gözlemlediğimiz yaratılış dışındaki yaratılışlar için hiç-bir yerde bir aşamadan-süreçten bahsetmez. Enbiyâ 30. âyetin Big-Bang ile atom-altı parçacık kadar bile bir ilgisi yoktur. Yağmurla ilgilidir âyet. Parantez içinde bir “ilk başta” takdir ederek uydurulan bir tefsir-meâl şeklidir.

“Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Mü’min 57).

Yine Râzî'ye göre;

“Parçalanamayan en küçük madde (cüz lâ-yetecezza), bölünemeyen en küçük zaman-birimi içinde, bir defada yaratılmış ol­ması lâzımdır. Böyle olmazsa bölünemeyen parçacık da bölünme kabûl et­mek gerekir ki bu imkânsızdır. Allah âlemin tümünü tek bir defâda yarat­maya kâdirdir ve fakat O buna karşılık âlemi tedricî bir şekilde yaratmaya da kâdirdir.  

En küçük nesne eğer bir defâda değil de peyder-pey yaratılmış ol­saydı, onda bölünme de tabî olacak ve her gelişme ve ilâveyi ilk parçacıktan ayırmak mümkün olacaktır. Eğer en küçük zaman-birimi olan "an" bölünemiyorsa, ondan ortaya çıkan madde de bölünemeyecektir. Kanaatimce bu noktada madde ile zaman aynı şey olmakta, madde tam zamana eşit bulun­maktadır.

Kur’ân-ı Kerîm'de kendisinden "duhan" diye bahsedilen dev bulutsu kütle ışık neşreder durumda olamazdı. İlk basit mad­delerin ışık neşreder durumda olduklarını söyleyemeyiz. Fakat bulutsu bir kütle ve bir cisim belli bir yoğunluğa erişince içerisindeki enerjiyi açığa çıka­racak ve onu ışığa dönüştürecek şartlar oluşmuşsa artık o ışık verir hâle gelir.

Bulutsular ilk başta karanlıktı yâni. Ne de olsa atomlar daha oluşmamıştı. Evrene önce karanlıkların hâkim olduğunu ve sonra da ateş ve ışığın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Kur’ân'da yaratılışla ilgili bir âyette karanlıkların aydınlıklardan önce getirilişi sebepsiz olmamalıdır. Âyetlerde karanlıklar ve aydınlıklardan bahsedilince her zaman öncelikle karanlık sözü kullanılır. İlgili âyette şöyle denilir:

"Hamd, o gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'adır. (Bu delillere rağmen) yine de o inkârcılar baş­kalarını Rablerine denk tutuyorlar" (En-am 1).

Hz. Peygamber, yaratıkların karanlıklar içinden doğru yola çıkışlarını anlatırken onların ışığa sonradan kavuşturulduklarını söyleyerek, hem madde hem mânâ alanındaki gerçekleri birlikte dile getirmişlerdir. İbn Abbas yer ve göklerin bitişik tek-kütle hâlinde oldukları sırada sâdece karanlığın bulunduğunu söyler. Fahruddîn er-Râzî'nin de belirttiği gibi aslında karanlık (zulmet), ışığın karşıtı olan bir varlık değil, o bir cisim üzerinde ışığın yokluk durumudur. Ona göre, Güneş’ten ayrılıp gelen şuâlar da aslında bir cisim olmayıp bir arazdır.

Tevrat ve İncil’de de Dünyâ’nın altı-günde yaratıldığı bildirilir ve Tevrat, yaratılmanın nasıl olduğunu anlatırken benzer ifâdeler kullanır:

Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı. Ve her yer ıssız ve boştu. Ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı. Ve Allah’ın ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu. Ve Allah dedi: “ışık olsun” ve ışık oldu. Ve Allah ışığın iyi olduğunu gördü. Ve Allah ışığı karanlıktan ayırdı. Ve Allah ışığa “gündüz” ve karanlığa “gece “ dedi. Ve akşam oldu ve sabah oldu..

Görüldüğü gibi Enbiyâ suresinin 30. âyeti, Big-Bang Teorisi kullanılmadan da tefsir edilebiliyor. Oysa çağdaş müfessirler Kur’ân’da olmayan ifâde biçimleriyle âyetlere anlam veriyorlar.

“(Hz. İsa’yı) İsrâiloğullarına elçi kılacak”. (O, İsrâiloğullarına şöyle diyecek:) “Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir âyetle geldim. Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o da hemencecik Allah'ın izniyle kuş oluverir” ... (Âl-i İmrân 49).

İşte söylemek istediğimiz bu; Allah bütün her şeyi taslak hâlinde cansız bir şekilde yaratıp, yukarıdaki âyette yapıldığı gibi içine üfleyince hareket başlamıştır. Her şey deverân etmeye başlamıştır; galaksiler, Güneş sistemi, Dünyâ, insanlar vs. kısaca bütün kâinât. Allah’ın yaratması bunu gerektirir. Böylece mükemmel bir dizayn ortaya çıkmıştır. Bir sistemin bulunduğu yerin ve yapısının muazzamlığı başka türlü açıklanamaz. Allah’ın Ruh üflemesi her şeyin hayâtiyet bulup harekete geçmesidir. Tabî ki bu bir-anda olur.

Peki Allah “ol” kelimesini neye söylemiştir? Ortada “ol” kelimesi söylenecek maddesel bir şey var mı? Yok. Peki bu “ol” kelimesi/emri kime/neye söylenmiştir? “Ayan-ı sabite” denilen eşyânın mâhiyetine; eşyanın İlm-i İlâhi’deki hâline; felsefe dilindeki “ide”lere söylenmiştir “ol” kelimesi. (Aslında tam olarak böyle olmamakla berâber başka türlü anlatacak bir ifâde bulamadım. Yâni sâdece anlatım için bu kavramları kullandım. Yoksa bu kavramlar uydurmadır, aslı yoktur. H.G.) Allah bütün eşyanın/varlıkların aslı olan ayan-ı sabite’ye “ol” demiş ve bütün varlık bir-anda ortaya çıkmıştır. Yâni eşya tasavvurdan/kuvveden fiile çıkmıştır. Ortaya çıkan varlıklara/kâinâta Rûh’unu üfleyince de varlıklar hayâtiyet bulmuş ve hareket başlamıştır. Zâten “Ol” sözü el-an devâm eder. Yâni Allah, “anda” yaratmayı her-an yapar.

Evet; “OL” der, her-şey harekete geçer. Bütün kâinâtın harekete geçmesi de böyle olmuştur.

Newton’da gezegenlerin devinimini Tanrı'nın kendi eliyle başlattığını söylemiştir.

Allah insanı yaratmıştır. Sonra da insana ne gerekiyorsa onu da yaratmıştır. Tabî ki vahyi de yaratmıştır.

Şimdi de bir kısım âyetler verelim ve üzerinde bâzı tahliller yapalım...

Meryem Sûresi:

16- “Kitap'ta Meryem'i de zikret. Hani o, âilesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti”.

17- “Sonra onlardan yana (kendini gizleyen) bir perde çekmişti. Böylece ona rûhumuz (Cibril'i) göndermiştik, ona düzgün bir beşer kılığında görünmüştü”.

18- “Demişti ki: 'Gerçekten ben, senden Rahman (olan Allah) a sığınırım. Eğer takva sâhibiysen (bana yaklaşma)”.

 19- “Demişti ki: 'Ben, yalnızca Rabbinden (gelen) bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için (buradayım)”.

 20- “O: Benim nasıl bir erkek çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamışken ve ben azgın utanmaz (bir kadın) değilken dedi”.

 21- “İşte böyle” dedi. Rabbin, dedi ki: -Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir âyet ve bizden bir rahmet kılmak için (bu çocuk olacaktır). Ve iş de olup bitmişti. (Hükme bağlanmış bir iştir bu)”.

 22- “Böylelikle ona gebe kaldı, sonra onunla ıssız bir yere çekildi”.

 Tahrim Süresi:
          
12- “İmran'ın kızı Meryem'i de. Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz ona rûhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı”.

 Al-i İmran:
          
45- “Hani Melekler, dediler ki: Meryem, doğrusu Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, Dünyâ’da ve âhirette seçkin, onurlu, saygındır ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır”.

46- “Beşikte de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir”.

47- “Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olabilir? dedi. “(Bu) Böyledir” dedi: “Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir”.

Bu âyetler ışığında bir karşılaştırma yapıp, yaratılmanın bir-anda başladığına şöyle bir delil sunabiliriz;

a) Big-Bang’e göre yaratılma: Big-Bang sürecine göre süreç; sıkışmış olan bir enerjinin patlaması, sonra patlayan enerjinin boşlukta yol alarak dağılması ve sonunda bir karar yerinde kalarak oluşmaya başlaması şeklinde gerçekleşir. Eşâri kelam okulu şunu savunmuştur:

“Madde maddeyi yaratamayacağı gibi onu değiştiremez. Bütün bunları yapan Allah’tır. Bu, nedenselliği reddetmek anlamına da gelir”.

b) Allah’ın (cc) yaratması: Âyetlerde de anlatıldığına göre Hz. İsa’nın yaratılmasında süreç; Hz. Meryem’in bir erkekle ilişkiye girmeden ve ilişkinin doğal sonucu olan “patlama” olmadan, patlamanın ürünleri olan spermlerin yumurta istikametinde yol almadan ve spermin yumurta içine girme zahmetine katlanmadan kendini bir-anda yumurtanın içinde bulması ve Hz. Meryem’in bir-anda hâmile kalması olarak gerçekleşir. Buradaki sebep sâdece Cibril adlı melektir. (Meleklere cinsiyet atfedilemez).

Neml Sûresi, Belkıs’ın tahtı meselesinde de;

“Süleyman: “Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?” dedi”. (Neml 38).

“Cinlerden ifrit: Sen daha makâmından kalkmadan onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sâhibim dedi” (Neml 39).

“Yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim. Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: “Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağan-üstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiç bir şeye ve kimseye ihtiyâcı olmayan)dır, Kerim olandır” (Neml 40).

Belkıs’ın tahtını getirme olayı, bir-anda olmuş bir olaydır. Bu bir-anda olma olayı, görüldüğü gibi Kur’ân’da çok net bir şekilde anlatılıyor. Cinlerden bir ifrit, Belkıs’ın tahtını, hem de çok uzun bir mesâfeden bir-anda getirebiliyorsa; Allah kâinâtı bir-anda haydi-haydi yaratır. Belkıs’ın tahtını getirme olayı aşama-aşama olmadıysa ve buna bir mü’minin şaşmaması gerekiyorsa, Allah’ın kâinâtı bir-anda yaratmasına neden şaşacak? Tahtın bir-anda getirilmesi olayını amenna kabûl eden biri, hattâ tahtın yavaş-yavaş gidip getirilmesinde bir olağan-üstülük olmadığından buna îtiraz edecek olan mü’min, Allah’ın kâinâtı bir-anda yaratmasını neden kabûl etmiyor/edemiyor? El cevap: Yanlış ön-bilgiden dolayı.

 Sonuç: Görüldüğü gibi Allah’ın yaratmasında, işlemesi gereken süreçlerin işlemesine gerek kalmıyor. Her şey bir-anda mûcize olarak olması gereken yerde beliriyor.

 İşte kâinât da böyle yaratılmıştır. Başta Dünyâ olmak üzere bütün evren materyâli kendini olması gereken yerde buluvermiştir. Tıpkı Hz. Meryem’in hâmile kalması olayında olduğu gibi. Allah’a göre ikisi arasında fark yoktur. İnsana göre de olmamalı.

“Kur’ân’da yaratılış “sümme” ifâdesiyle yavaş-yavaş anlatılıyor” diyenlere, “bir-anda yaratma”nın, anlatılabilmesi ve tasavvur edebilmesi için bu anlatım biçiminin tabî ki uzatarak/genişleterek anlatılması gerektiğini söyleyeceğiz. Bu, Allah’ın anlatım sanatıdır. Ayrıca “sümme” sâdece “sonra” anlamına değil, “ve” anlamına da gelir.

Bu sözde-büyükler aslında böyle zırvalarla uğraşıp ortaya ucuz fikirler atarak, insanların, Allah’ın Kur’ân’ında açıkladığı büyük gerçeği görmelerine engel olmak istiyorlar. Bu büyük gerçek ise son derece basittir; “Allah sâdece “ol” der ve o şey hemen oluverir”. “Kün” der “mekân” olur. Maddeleriyle berâber. Zaman da başlamıştır artık. Nasıl olur? diye sorarsan; “gözlerin yorgun olarak sana geri döner”.

Evrim Teorisini de tartışmaya gerek yok. Her şey o kadar mükemmel ve bâriz ki, her şey bir evrimin olmadığını haykırıyor. Aynı şekilde bu haykırışın sesi kâinâtta da yankılanıyor.

Kambriyen patlamasında canlılar mevcut yapılarıyla bir-anda ortaya çıkmışlardır. İşte bunun gibi; tüm kâinât da bir-anda mevcut yapıları mükemmel bir şekilde oluşmuş olarak varoldu.

Düşünsenize... Big-Bang Teorisi’ne göre başta Güneş olmak üzere yıldızlar, ay ve diğer gezegenler, atmosfer, bulutlar, masmâvi gök-yüzü, dağlar, kırlar, ağaçlar, çiçekler, denizler, hayvanlar vs. her şey 15 milyar yıl boyunca insansız olarak varlıklarını sürdürmüşler! Yâni insan bu kâinâta 11.59.59.59…’da gelmiş. Eğer bu süreç insansız olarak geçmişse, boşuna geçmiş bir süreç değil midir? Allah bu gibi boş işler yapmaktan münezzehtir.

Seneca:

Gerçek, gecikmeyi sevmez” der.

İnsansız hayat ve kâinât, anlamsız hayat ve kâinâttır. Anlamsız iş yapmak Allah’a göre değildir. O’na yakışmaz da.
 
Allah, varlığı yokluktan yaratmıştır. Yokken var etmiştir. İşte bu yokluğun varlığa dönüşmesi bir-anda olur. Aksi hâlde; “yokluktan varlığa çıkışta ne vardı?” diye abes bir soru sorulacaktır. “O süreçte ne oldu” sorusu ortaya çıkar. İnsanın bu süreçte ne olduğunu bilmesi imkânsızdır. Böyle bir sürecin olup-olmadığı meçhûldür. Allah için gereksizdir.

İnsan için Tin Sûresi 4. âyette “en güzel sûrette yarattım” deniyor. Mülk Sûresi 3. âyette de: “O, biri diğeriyle 'tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?” denir. Demek ki Allah, sâdece insanı değil, tüm âlemi süper-uygun bir biçimde yaratmıştır. Allah Hâllâk olduğundan dolayı her-an yaratır. İşte, yarattığı her-andaki her şey de süper-uygunluk hâlindedir. Hiç-bir zaman süper-uygunsuz bir durumda olmamıştır/bulunmamıştır. Evet; “indirgenemez komplekslik”te olmayan hiç-bir şey yoktur kâinâtta.

Dünyâ ve bütün kâinât mübârektir. Allah’ın yarattığından dolayı mübarektir. Mübâreklik en mükemmel hâlden önce “az-mübârek” hâlde hiç olmamıştır.

Çeşitli çalgılardan oluşan senfoni, bütün çalgılardan gelen seslerin uyumundan oluşur. Bu çalgıların birinden cırtlak bir ses çıkarsa o zaman senfoni, senfoni olmaktan çıkar. Kâinât da işte böyledir. Süper senfoni.

Aşağıdaki âyetler 10.000 Teorisi’ni ve “bir-anda yaratılma” düşüncesini destekler mâhiyettedir:

“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse ona yalnızca “OL” der, o da hemen oluverir” (Bakara 117).

“İstediğimiz zaman her-hangi bir şey için sözümüz, ona yalnızca “OL” demekten ibarettir; o da hemen oluverir” (Nahl 40).

“Allah'ın çocuk edinmesi olacak şey değil. O yücedir. Bir işin olmasına karar verirse, ancak ona: “OL” der, o da, hemen oluverir” (Meryem-35).

“Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olabilir?” dedi. “(Bu) Böyledir” dedi: “Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona “OL” der, o da hemen oluverir”  (Âl-i İmrân 47).

“Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: “OL” demesidir; o da hemen oluverir” (Yâsin 82).

“Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: “OL” der, o da hemen oluverir” (Mü’min 68).

Evet; bir soluğun, bir nefesin ürünüyüz. Ve her şey o kadar yeni ki…    

“Bizim emrimiz, bir göz kırpma gibi yalnızca 'bir keredir. (Âyetin farklı bir meâlinde): Bizim (bir şeyi) takdir etmemiz ve (onun meydana gelmesi) göz-kırpması gibi bir anlık bir (fiil)dir” (Kamer 50).

Nahl 40 ve 77’ye göre kâinât, bir ‘KÜN’ emri ile bir-anda başlamıştır ve bir ‘HÜN’ emri ile bir-anda yok olacaktır. Bu ne zaman olacak? Termodinamik denge gerçekleştiğinde. Ya da Allah mukayyet olmadığı için O’nun bildiği ve irâde ettiği bir anda.

“Ya evren geriye kapanmadan sürekli genişleyecek ve ısı ölümüyle Büyük Donma (Big Chill) süreci yaşanacaktır, ya da genişleme belli bir seviyeye geldikten sonra çekim-gücü geriye kapanmayı başlatacak ve Büyük Çöküş (Big Crunch) yaşanacaktır” denir. Genişlemeyi kabûl etmediğimiz için “Büyük Çöküş” sürecini tasvip etmiyoruz ama entropiden dolayı “Büyük Donma” olasıdır. Büyük Donma teorisi “son saat” için söylenen “göz açıp-kapamak kadar kısa oluşuyla da örtüşür. Yâni kâinât mutlak-soğukluğa ulaştığı anda, bir-anda kendi içine çökerek yok olur. Bu çöküş için sürece gerek yoktur. Göz açıp-kapamak kadar kısa bir süredir.

Kâinâtın nasıl yaratıldığını Allah’tan başka kimse bilemez. Çünkü kimse bu yaratılışa şâhit olmadı. Ayrıca bir-anda yaratılmanın nasıllığından da söz edilemez. Bilim-adamları kâinâtı mutlak olarak bilemezler. Zâten bilmek de istemezlerdi, çünkü bu, bilimin sonu olurdu ve bilim-adamlarını işsiz bırakırdı.

Kuantum teorisine göre her şey yokken bir-anda/âniden varolmuştur. Çünkü kuantlar yokken bir-anda beliriveriyor.

Asr-ı Saadet döneminde de ilk-yaratılışla ve bir-anda yaratılışla ilgili tartışmalar yapılmış ve yaratılışın nasıl olduğuna ilişkin düşünceler ortaya konmuştur: Mutezile âlimlerinden Nazzâm’a göre Allah Teâlâ; insan, hayvan, mâden bitki vs. bütün mahlûkâtı şu-an bulundukları hâl üzere bir defâda yaratmıştır. Meselâ tüm mâdenler zamanla değil, oldukları yere aynı-zamanda bizzat konmuştur. Doğa, ilk yaratıldığında da aynı özelliklere sâhipti. Meselâ deniz ilk yaratıldığında da tuzluydu. “Deniz-suyu neden tuzludur? Hiç öyle kayalardan/taşlardan muhabbeti yapmayın. Deniz, Allah tuzlu yarattığı için tuzludur. Petrol, demir vs. de ilk yaratılışta vardı zâten.

Din, bir şeyin çabuk yapılmasını emretmez deniliyor. Hâlbuki Peygamber efendimiz: "İşçinin ücretini alın-teri kurumadan verin”. der.  Kuşkusuz ki Peygamberimiz bu düşünceyi Allah’tan öğrendi. Allah, bir şeyin hemen yapılmasını telkin etti Peygamberimize. “İşçinin hakkını yavaş-yavaş değil, hemen ver” denmiştir.

Kimya biliminin tanıklığıyla da, maddenin başlangıcının yavaş-yavaş ya da aşamalı olmadığı, aksine birden-bire olduğu ortaya çıkmaktadır.

Dünyâ’da ve evrende de bir-çok kez bir-anda yaratılmanın öreklerini görüyoruz. Meselâ en basit olarak: su yerden bir-anda kaynar. Su, yerde yokken bir-anda görünüverir.

Kâinâtta her şey, “altın oran” denilen ve 1,618 olarak belirlenen bir ölçüyle orantılanmıştır. Kâinâttaki her şey bu oranla uyumludur. Evrende bulunan her şey bu orana göre yaratılmış ve orantılanmıştır. İki yıldız arası, iki galaksi arası, iki insan kolu arası vs. her şey bu orana uygundur. Bu, tüm kâinâtın aynı “EL” tarafından ve bir-anda yaratıldığının delilidir. Aksi hâlde bir-sürü orantısızlıklar çıkacaktı.

Evrenin düzeninde meydana gelecek -kıl payı kadar da olsa- bir sarsıntıda bozulacak olan evrenin, aşama-aşama, kademe-kademe meydana geldiğine inanmak...

İnsan, basitten mükemmele doğru değil, mükemmelden basite doğru bir seyir izlemiştir/izliyor. Entropi bunun delîlidir. Bir-anda kemâl hâlde yaratıldıkları için tüm varlık da böyledir.

Kâinâtın kaderi, bir-anda açığa çıkmaktır. Bir-anda açığa çıkan şeyde sebep-sonuç ilişkisi aranmaz.

Bir süreçle yaratılma kendine göre basittir. Açıklanabilen şey kendine göre basittir zâten. Ez-azından açıklanınca basitleşir. Fakat bir-anda yaratılmada bir ihtişâm vardır.

Kâinâtın fıtratı, “birden” yaratılmayı gerektirir. “Her şey bir-anda yaratılmıştır” derken, aslında buna sâdece görünen evreni değil, görünmeyen âlemi de katabiliriz. Cenneti, cehennemi…

“Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ancak insanların çoğu bilmezler” (Mü’min 57). Bu yüzden insanın “küçük aklı” “büyük” olanı kuşatamayacağı için anlamaya kâdir değildir.

Allah; yapacağını bir-anda yapar. Çünkü şanına bu yakışır.

Allah, bir-anda yaratır, sonra da örneklere göre tekrar eder.

Olmak, zamânında olmaktır.

Allah kâinâtın akordunu en ideâl tınıda ayarlamıştır. 

Allah “Hâkim”dir. Hükmeder. Kâinâtı hükmederek Hâkim ismi ile yaratmıştır. Hâkim sıfatında noksanlık olmaz. Bu yüzden Hükmü sonucu yaratılanda da noksanlık olamaz. Aksi hâlde (hâşâ) yarattıklarına Hâkim olmama durumu ortaya çıkar. Allah her şeye Hâkimdir.

Allah bu kâinâtı spontane bir şekilde bir-anda ortaya çıkarmıştır.

Bu kâinâtın bir-anda yaratılmış olduğu, ampirik değil apriorik olarak bellidir.

Kâinâtın ömrü ile insanın ömrü aynıdır.

Kâinâtın “ilk-yaratılma”sı evrim ile değil, devrim ile olmuştur.

Bir bebek dile gelse evrenin bir-anda var olduğunu söylerdi.

Allah evreni yaratırken melekleri kullanmıştır. Melekler emredileni anında yaparlar.

İlk-yaratılış bir-anda olan yaratılıştır. “Bir-anda olma”ya aklımız ermez. Bu “olma”yı anlayamayız, anlamlandıramayız ve anlatamayız. Sâdece hissedebiliriz.

İsmail Râci Faruki:

“Ortada insanoğlunun idrâkinin kavrayamadığı ve sezinleyemediği bir “sonsuzluk” vardır. İnsanoğlu bu derinlikteki sonsuzluğu yakalayamadığı için anlaşılması ve îzah edilmesi de olanak dışıdır” der.
 
Evren denilen şeyin ne olduğunu göremediğimiz/bilemediğimiz için evrene bir-nevi “sonsuzluk” denilmiştir. Bu bağlamda Anaksîmandros “sonsuzluk belirsizdir ve içinde karşıtlıkları barındırır” der.

Bir şey yokken, yâni olmamış hâldeyken olması/olmuş hâle gelmesi bir-anda olur. Zâten “arada” ne olacak ki.

“Ol” dedi bir kere var oldu cihan, “olma” dese mahvolur ol dem heman.

“Gerçek şu ki, benim Rabbim, olmasını istediği şeyi akıl-sır yetmez yollarla gerçekleştirir” (Yusuf 100).

r-oluşçuluğa göre de (tabî ki de tartışılabilir) vâr-oluş özden önce gelir. Yâni bir şey vâr olur ve  sonra o varlığın vâr-oluş sürecine ve nasıllığına yorumlar yapılır. Bilim-adamlarının yaptığı budur. Hâlbuki gerçekte kâinatın varlığı ve yorumu aynı-anda yaratılmıştır. Kâinat, yorumunu içinde taşır. Yorum, kâinâtın içinde mündemiç olarak bulunur.

Netîcede bilim, olmuş olanın üzerinden konuşuyor, olacak olanın üzerine konuşamaz ve zâten konuşsa aynı şeyleri söyleyemezdi.

Allah için şüphesiz ki imkânlar söz-konusu değildir. Allah’ın bir şeyi yaratması için bâzı şartların oluşması gerekmez.

Bir-anda yaratılma mantıksız ve saçma değildir. Allah bu şekilde yaratmıştır. Esas önemli olan şey ve bilinmesi mümkün olmayan şey Allah’ın kâinâtı bir-anda nasıl yarattığıdır. Bir-anda yarattığını anlayabiliriz fakat bir-anda nasıl yarattığını anlayamayız. Bu bizim ulaşamayacağımız, idrak edemeyeceğimiz bir bilgidir.

“Bir-anda yaratılma” yada “aşama-aşama yaratılma”; işte bütün mesele bu..

Şâirin dediği gibi: “Bir örtü gibi birden açar Dünyâ’yı; Sonra birden toplayandır ortalığı”… (Sezâi Karakoç)

Vücûdumuzda her sâniye yâni bir-anda milyon tâne hücrenin vârolabiliyorken; her sâniye yâni bir-anda milyar tâne molekül üreyebiliyorken; vücûdumuzda her sâniye yâni bir-anda 3 milyon kere milyon (3X1012)hemoglobin üretilebiliyorken; her sâniye yâni bir-anda milyarlarca parçacığın yok olduğu ve milyarlarca trilyonlarca varlığın ortaya çıktığına şaşılmıyorken, kâinâtın bir sâniyede yâni bir-anda ortaya çıkışına niye şaşılıyor ki?

Evet; Her-şey yaşıttır. Eş-zamanlı ve eş-anlıdır.

ALTI Gün ve Gün (Yevm) Meselesi
                                                                                                                                                                                 "Andolsun ki Biz gökler ile yeri ve ikisi arasında olan şeyleri al­tı günde yaratmışız ve Bize hiç bir yorgunluk da gelmemiş­tir" (Kâf 38).

Âlimler “gökler yaratılmadan “gün” olamaz” diye düşündükleri hâlde, gökler henüz oluşmamışken “zaman” belirten “devir” gibi ifâdeler kullanıyorlar. “İlk başta zaman var mıydı”, “var ise nasıl bir zamandı” gibi sorular sorup tartışmalar yapıyorlar. İlk başta zaman var mıydı-yok muydu bana ne! Allah bana (yâni insana) M.S. 7. yy.’da da; 21. yy.’da da “gün” diyor ve bu “gün”=”yevm” kelimesini herkesin bildiği ve anladığı “gün” olarak söylüyor. Zamânı belirten diğer ifâdeleri kullanmıyor, ben ona bakarım. Tüm kutsal kitaplar da bu “gün” kelimesini bize Dünyâ kurulduktan sonra söylemiştir. Aksi boş iştir. Ayrıca Kur’ân, indiği topluma onların dili ve kavramlarıyla hîtap etmiştir. İşte o toplum, bu yevm-gün ifâdesinden, bizim de şu-anda anladığımız 24 saati anlıyordu.

Âyette “yevm” diye geçiyor; “çağ” anlamındaki “asr” yada “zaman” anlamındaki “dehr” kelimeleri kullanılmıyor. Sonsuz “olma”nın tümüne birden “dehr” denir. Yevm kelimesinin ibrânicesi olan “yovm” da 24 saatlik “bir gün”ü ifâde eder.

“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap budur…” (Tevbe 36).

  Âyette de açıkça belirtildiği gibi ayların sayısı sonradan belirlenmemiştir. Ayların sayısı yer ve göklerin (göklerden maksat tüm kâinattır) yaratılışının ilk-ânında da onikiydi. Bilindiği gibi aylar deverânını her zaman şaşmaz bir dakiklikle yaparlar. Bu durum Güneş sisteminin şaşmaz düzeninden dolayı böyledir. Bu düzen sâyesinde her “ay”, mevsimini ve bulunacağı zamânı şaşırmaz. Âyetin dediğine göre bu deveran yerin ve göklerin ilk yaratıldığında da böyleydi. Ayların sayısının on-iki olması, Dünyâ’nın konumunun, hızının, yörüngesinin vs. her şeyinin özel durumundan dolayıdır. Farklı döngülerde “oniki” sayısının çoğalma yada azalma durumu söz-konusu olurdu. Ya da ayın günleri uzun yada kısa olacaktı. Yâni Dünyâ’nın özel konumu ayların sayısının oniki olmasını sağlıyor. Burada dikkat edilecek husus; bu özel durumun, göklerin ve yerin, dolayısıyla da kâinatın ilk yaratılışında da aynı olduğudur. Buradan çıkan sonuç ise şudur: Güneş sisteminin ve Dünyâ’nın konumu ve genel durumu kâinatın ilk yaratıldığında da aynı idi. Ayların sayısının ilk yaratılışta da, şu-anda da oniki olması Güneş sisteminin orijinâlliğini koruduğunu gösterir. Güneş sistemi nasıl orijinâlliğini koruyorsa, kâinat da ilk yaratıldığı gibi orijinâlliğini koruyor demektir. Kâinat hiçbir zaman şu-anda gözlemlendiğinden daha farklı bir resim vermemiştir. Bu da kâinatın aşama-aşama değil, bir-anda idrâk edemeyeceğimiz bir Mûcizeyle yaratıldığını gösterir. İlk yaratıldığı gibi orijinâl, ilk yaratıldığı gibi saf, ilk yaratıldığı gibi muhteşem bir şekilde..

“O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O'nun “ol” dediği gün (her şey) oluverir, O'nun sözü haktır. Sûr'a üfürüldüğü gün, mülk O'nundur. O, gaybı ve müşâhede edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sâhibi olandır, haberdar olandır” (En-am 73).

Âyet gâyet açık bir şekilde “ol” dediği günde/anda herşeyin oluvereceğini söylüyor. Bunu söylerken de meselâ “asr”, “dehr” gibi ifâdelerle değil, ne kadar bir süre olduğunu her gün deneyimlediğimiz için çok iyi bildiğimiz “yevm”=”gün” kelimesiyle ifâde ediyor.

“Gün/yevm” kelimesinin çabukluk ifâde ettiğine dair bir örnek verelim:

“külle yevmin hüve fî şe’n” = “O her gün/an yeni bir iştedir” (Rahman 29).

Âyetteki “gün” kelimesi aslında “an” anlamındadır. Çünkü Allah gerçekten de yaratmayı her-an yapar. Burada kullanılan “gün” kelimesi en küçük zaman-birimi “an” anlamına gelir. Ama nedense üstadlarımız bu “yevm” kelimesini uzun zamanlar için kullanmayı tercih ediyorlar. Kusura bakmasınlar ama biz bu tercihi bilimin etkisiyle yaptıklarını düşünüyoruz. İşte! Allah burada “yevm” kelimesini “an” anlamında kullanmıştır. Şimdi biz bu kelimeyi Meselâ Kâf Sûresi 38. âyete uygulayalım: "Andolsun ki Biz gökler ile yeri ve ikisi arasında olan şeyleri al­tı “an” da yaratmışız ve Bize hiç bir yorgunluk da gelmemiş­tir". Yâni demek istiyor ki, “biz âlemi ânında yarattık”. Bu şekilde çevirmek Kur’ân’a bir halel getirmez. Zorlamanın lüzumu yok. Tek bir ses, tek bir çığlık yeter yaratılış, oluş ve ölüş için.

Allah, Kur’ân’ın bir-çok âyetlerinde (Yunus 3, Furkân 59, Secde 4, Kâf 38, Hadid 4, A’raf 54, Hûd 7, ) “altı gün”de yaratılıştan bahsediyor. Kâinâtı altı günde yarattığını defâlarca ifâde ediyor. Bu âyeti olduğu gibi almayıp da farklı şekilde açıklamayı seçenler neye göre farklı bir tefsir yoluna gidiyorlar? Hâlbuki Allah; “O’nun katında bir gün, sizin katınızda bin yıl gibidir” diyerek, bu zamânın araştırılmasına ve hesaplanmasına yöneltmek istiyor gibi ifâde kullanıyor. Tefsircilerin bu “altı gün”e farklı bir mânâ vermek istemelerinin nedeni, kesinlik içermeyen bilimden başka ne olabilir? Bilimle zıtlaşmaktan mı korkuluyor? Şurası kesin ki; mutlak gerçeği sâdece Kur’ân bildirir, bilim değil. Bilimin yaptığının bir-çoğu sâdece “varsayım”lardır.

“Gün”-“yevm” kelimesi belirli geliyorsa, yâni rakamla birlikte verilmişse o rakamı doğru kabûl etmek gerekir. Fakat rakam ile birlikte gelmemiş olan “hesap günü” ifâdesi gibi belirsiz geliyorsa, o zaman o günün 24 saatlik bir gün değil, daha fazla bir süreyi kapsadığından bahsedebiliriz.

 Kur’ân, “mübîn” yâni açık ve anlaşılır olduğu için, içinde geçen rakamlar üzerinde zorlama yorumlar yapmak yanlış olur. Çünkü bu rakamlar da gâyet açıktır/mübîndir. “altı gün” diyorsa, başka değil, “altı gün”dür. Kur’ân’da verilen “süre”ler, insanların bildiği, Dünyâ’ya göre olan sürelerdir. “Altı gün” de Dünyâ’ya göre bir süredir.

“Gün”-“yevm” kelimesi belirli geliyorsa, yâni rakamla birlikte verilmişse o rakamı doğru kabûl etmek gerekir. Fakat rakam ile birlikte gelmemiş olan “hesap günü” ifâdesi gibi belirsiz geliyorsa, o zaman o günün 24 saatlik bir gün değil, daha fazla bir süreyi kapsadığından bahsedebiliriz.
                                                                                                                                                                                
“Gündüzün bir saatinden başka hiç ömür sürmemişler gibi onları bir-arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar” (Yunus 45).

“Kıyâmet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkarlar, tek bir saatin dışında (Dünyâ-hayâtı) yaşamadıklarına and içer­ler” (Rum 55).

Mehmed Alagaş bu âyetleri yorumlarken şöyle diyor:

“Bu konudaki âyet-i kerîmelere dikkat edilirse, Dünyâ yaşantısının süresiyle ilgili olarak verilen bütün cevaplarda, kişilere göre değişebilen bir görecelik değil, genel bir or­taklık vardır.

Bir saat veya bir saatten daha az.

Dünyâ’da sâdece bir saat veya bir saatten daha az ya­şadıklarını yemin ederek söyleyen bu insanlar, zaman konusundaki mutlak gerçeği kavrayan ve bu mutlak gerçeğe göre cevap veren insanlardır”.

“Gün”lü rakamlarla “milyon”lu-“milyar”lı rakamlar arasında uçurum fark vardır. Bu fark yüzünden ikisi bir-birini açıklayamaz. Yâni “gün” kelimesi hiçbir zaman “milyon-milyar” rakamlarıyla açıklanamaz.

“..Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir” (Hac 47).

Bu âyete göre; Allah’ın katında geçen “bize göre bir gün” yâni “24 saat”, (Kur’ân bize göre konuştuğu için, bir günü 24 saat olarak aldım) bizim katımızda geçen “bin yıl”a, yâni 24x365x1000= 8.760.000 (sekiz milyon yedi yüz altmış bin) saate eşit olur. Şimdi bu değerleri, yâni 8.760.000 saati 24 saate indirgersek, yapacağımız işlemden sonra ulaşacağımız rakam “14.20 sâlise” olacaktır. 14.20 sâliseyi de Allah kâinatı 6 günde yarattığı için 6 ile çarparsak, elde edeceğimiz rakam; “14.20x6=85.2 sâlise” = ”1.25 sâniye” olacaktır. Bu ise (Allah-u âlem) Allah’ın kâinatı yaratma süresidir. 1.25 sâniye, Allah’ın “kün” emri için yada “izin verme”si için yeterli ve ideâl bir süredir. Zâten “kudreti sonsuz” bir yaratıcı için bundan daha fazla bir süre düşünülemez. Allah, ortalama 1.25 sâniyelik bir süre içinde “OL” demiş ve her şey bir-anda kendini “olmuş” buluvermiştir. En doğrusunu Allah bilir.

6 günde yaratmanın ayrıntısı şu şekildedir:  

“De ki: Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na bir-takım eşler kılıyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman hâlinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: İsteyerek veya istemeyerek gelin. İkisi de: İsteyerek (İtaat ederek) geldik dediler. Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünyâ-göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir” (Fussilet 9-12).

Bu âyetler tüm kâinatın altı günde (1.25 sâniyede) yaratıldığının delîlidir. Dünya’nın toplam 2+4=6 günde yaratılması, aslında kâinatla beraber 6 günde yaratılmasıdır.

Bu bahsettiklerimizin nihâyetinde gerçek anlamını vermek istediğimiz; “lehü kün fe yekün cümlesi... “ol” der ve olacak olanların tamâmı bir-anda olur” anlamına gelecektir.

İLK-YARATMA SONRAKİ-YARATMA (Halk-ı Cedid)

“Ya Biz artık birinci yaratış ile yorulu mu verdik? Doğrusu, onlar yeni bir yaratılıştan şüphe içindelerdir” (Kaf 15).

Allah “El Bâri”dir. Yâni “ilk örnekleri” yaratandır. “El Hâlık ise, genel yaratma, yâni yaratmanın tamâmını yapan, yaratmaya sürekli devam edendir. Allah ilk-yaratmayı ansızın yapmış, sonraki yaratmalar ise âheste-âheste devam ediyor.

Allah hem hâlık hem de hallâktır. İlkin yarattıktan sonra sürekli yeniden yaratır. Mûcid ismi ile ilk-kez yaratır, hâllâk ismiyle ise sürekli yaratışta bulunarak yaratmayı yeniler. Kur’ân sonraki yaratılışları hâlk-ı cedid diye adlandırır.

  İlk-yaratma ve sonraki yaratmayı birlikte düşündüğümüzde yaratmanın devam ettiği görülür. İhsan Eliaçık:

“İleriye doğru, daha kemâle doğru bir gidişin olduğundan bahsetmek, şu-anki durumun eksik bir durum olduğunu iddia etmektir ki bu yanlıştır. İlâhi yaratma kemâle doğru , değil, kemâl içindedir. Noksanlıktan ileriye doğru seyretmez, Bilakis kendini tekrar etmeyen sonsuz inkişâf olarak zuhur eder. Bu sonsuz inkişâfın tümüne de süreç denir. Yaratma Allah’ın eylemi olup bir şeyi îcat edip ortaya koyması, sonra da yenileyerek sürdürmesi durumudur. Bu anlamda yaratma; olmuş-bitmiş, noktası konulmuş bir eylem değildir. Allah ilk hareketi verdikten sonra bir kenara çekilmez, yenilikçi yaratmalara devam eder. Târih bütün yelpazesiyle bir ve bütündür. Şimdi ne oluyorsa önceden de o oluyordu. Önceden ne oluyorsa şimdi de o oluyor. Bu, târihin tekrârı değil, yenilenerek sürmesi anlamına geliyor” der.

İhsan Eliaçık yukarıdaki âyetin yorumunda:

“Âyette geçen “ilk-yaratılıştan sonra yeniden yaratma” ifâdesinde ilkinin mârife (belirlilik takısı; bi’l halg) ikincisinin ise nekra (belirsizlik hâli; halgin cedidin) şeklinde gelmesi, öncekine ilk (evvel) denirken, sonrakine ikinci değil de yeni (cedid) denmesi yaratmanın devam ettiğini, boyuna sürdüğünü, dur-durak nedir bilmediğini, en küçük bir kıpırdanmayı bile; insanlar, hayvanlar ve bütün tabiat olayları da dâhil her türlü hareketliliği, eylemliliği de içine aldığını gösterir. Demek ki yeniden yaratma (halk-ı cedid) sâdece kıyamet olayı değildir, bilâkis boyuna yaratma, biteviye inkişâf, sürekli yaratılıştır. Kıyâmet bu ezeli ve ebedi sürecin içinde bir safhadır” der.

Burada ilginç olan şey, ilk-yaratmanın belirlilik, sonraki yaratışların ise belirsizlik takısıyla gelmiş olmasıdır. Çünkü ilk-yaratmada her şey tam/tamamlanmış ve mükemmel olarak var-edilmiş ve yaratılış bitmiştir. Fakat şu-anda da devam eden yaratış/yaratılışlar ise, henüz yaratılma tamamlanmadığı için insanlar tarafından bilinemeyen, bu yüzden de belirsizlik takısıyla ifâde edilen yaratılmalardır. 

“Ya, biz ilk yaratılışta güçsüz mü düştük? Hayır, onlar “karmaşık bir kuşku” içindedirler” (Kâf 15).

“Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder” (Rum 11).

“Peki, yaratılışı ilk-defa başlatan (yebdeul halka) ve sonra da onu aralıksız devam ettirip yenileyen kimdir?” (Neml 64).

“De ki: 'Sizin şirk koştuklarınızdan (meselâ bilim-adamlarından) ilk-kez yaratacak, sonra onu iâde edecek olan var mı? De ki: Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder. Öyleyse nasıl çevriliyorsunuz?” (Yunus 34).

“De ki: Sizin şirk koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mı? De ki: Hakka ulaştıracak Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sâhibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidâyete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Yunus 35).

“Allah sizi önce topraktan yarattı, sonra bir damla sudan. Sonra sizi çift-çift kıldı…” (Fâtır 11).

Âyette ilk yaratılışın topraktan, sonraki bilindik yaratılışın ise bir damla sudan olduğu belirtilir.

Bâzıları şu-andaki yaratılmayı, ilk yaratılmanın bir örneği olarak görmek istiyorlar. Hâlbuki Allah benzersiz ve örneksiz yaratma sanatkârıdır. İlk-yaratma ile sonraki yaratma arasında fark vardır. Çünkü ilki tasavvur edilemiyor ama sonraki gözlenebiliyor. İlk-yaratmadaki “âni yaratma”, sonraki yaratmalarda “aheste-aheste yaratma”ya dönüşmüştür. Allah, sonraki yaratmayı insan idrâkine sunmak için böyle yapmıştır. İlk-yaratma örneksiz yaratmayı gerektireceği için, onun yavaş-yavaş yaratılması gerekmez. Meselâ Allah, insanların duâsına bir zaman sürecinde icâbet eder. Ortaya çıkmış varlık için ideâl olan budur çünkü. Zâten azâbını da hemen göndermez. Zaman tanır insanlara. Bir sözde; “imhâl eder, ihmâl etmez” denir. Vel-hâsıl kelam Allah, ilk-yaratma işini ortalama 10.000 yıl önce bitirdi. Bu, “örneksiz yaratma” idi. Sonrakiler ve şimdikiler “örnekli yaratma”dır. Allah, örneksiz yaratmayı bildiği gibi örnekli yaratmayı da bilir. Bu Allah için bir düşüklük değildir. Yâni ilk başta “birden” yaratan Allah, sonra (tâbiri câizse) yaratmanın hızını kesmiştir. Çünkü Allah yaratmanın her türünü bilir.

Arapçada “ibda” kelimesi: “ilk-yaratma”, “örneksiz yaratma”, “yaratmayı başlatma”, “îcat etme”, “ortaya çıkarma” anlamlarına gelir. “İbda”, “Bedi” kelimeleri bu anlamdadır. “BDE” kökündendirler. İbdâ, “daha önce hiç yapılmamış bir şeyi, örnek almaksızın yapma ve îcat etme” demektir.

Allah’ın kâinâtı “örneksiz” yaratması, bildiğimiz hiç-bir örneğe göre yaratılmadığı anlamındadır. Ama Big-Bang sürecinde hemen tüm oluşumlar, önceki yada sonraki örnekleriyle aynıdır. Birbirlerini taklit eder. Big-Bang süreci bir “örnekli yaratma” sürecidir.

Bir şeyin “örneksiz” olarak yaratılması, o şeyin  “tam-yetkin” bir  yaratılışla yaratılmasıdır. Allah’tan “kötü” sudûr etmez. Kötü bir şey yaratmaz Allah. Eksik bir yapı ise iyi bir yapı değildir. Allah “iyi”nin ta kendisi olduğu için, yaratacağı her şey de iyi, yâni tam yetkin=eksiksiz olmalıdır/olmuştur.

Allah, “Bâri”dir. Bâri; “bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli, güzel ve mükemmel yaratan, âzâ ve cihâzatları bir-birine mütenâsip ve kâinattaki umûmî nizâma ve gâyelere uygun ve münâsebettar olarak halkeden” demektir.

Allah’ın yaratması, sâdece madde-enerji-parçacıkları ortaya çıkarmak değildir. Yaratmak “parçacık yaratmak” demek değildir, yaratma o şekilde olmaz. Yaratmada eksiklik olmaz. Yaratma, “tam olarak-eksiksiz yaratma”dır.

Allah, mûcittir. Bedî kökü aynı-zamanda bir şeyi ilk olarak ortaya çıkarmak, îcat etmek demektir.

Eşyâyı yoktan var-etmek ayrı bir şey; yaratılmış ham-maddeden yeni eşya var-etmek ayrı bir şeydir. Bu yüzden insan için; “yoktan yarattı” ifâdesi kullanılamaz.

Allah, insanın “sonraki yaratılışını” anlatmaya “basit bir sıvıdan” başlamıştır. Bu sıvı bizim bildiğimiz “sıvı”dır. İnsanın ayrıntılı yaratılışını (sonraki yaratılış) anlatmaya iki cinsin birleşmesi sonucu oluşan sıvıdan başlatmıştır. Allah insanın yaratılışını, ilk-prototip olan iki insandan sonra anlatmaya başlar. Çünkü bundan öncesi bizim için sır ve mûcizedir. Kur’ân bu konuda sâdece özel bir toprağın-çamurun varlığından bahseder.

"O, sizi yer-yüzünde yaratıp türetendir" (Mü’minun 79).

Aslında yaratma ayrı, türetme ayrı şeylerdir. Yaratma ilk başta olur. Sonrakilere “türetme” denir. “İlk yaratma”da aşama olmaz, sonraki “türetme”lerde aşama olur.

“O, yer-yüzü toprağından sizi var ederken de”, “annelerinizin karnında cenin hâlindeyken de” sizinle ilgili her şeyi bilir” (Necm 32).

Hâlk etmek başka, yaratmak-türetmek başka şeylerdir. Âyetin dediği gibi; Allah ilkin hâlk ederek vâr eder. Sonra da hâlk ettiği varlığı aşama-aşama, gözlemlenebilecek şekilde yaratır-türetir. Halk etmek; ânında vâr etmeyi gerektirir ve bu olay ânında meydana geldiği için gözlemlenebilecek, anlaşılabilecek ve anlatılabilecek bir olay değildir. Nasıl olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez. Yaratma-türetme ise aşama-aşama vâr etmeyi gerektirir. Bu yaratma, hepimizin gözlemlediği ve bildiği yaratma ve türetmelerdir. Hâlk etmede-ilk-yaratmada “ol der ve her şey bir-anda hemen var olur”; yaratmada-türetmede ise “ol der, o şey olmaya başlar”.

“İşte gaybı da, müşâhede edilebileni de bilen, üstün ve güçlü olan, esirgeyen O'dur. Ki O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülâle'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu “düzeltip bir biçime soktu” ve ona rûhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?” (Secde 6-9).

İlk-insanın yaratılışını bilemeyiz. Sonraki yaratmalarıysa zâten gözlemliyoruz. Yâni; “ol” felsefesiyle “oluş”un felsefesi farklıdır. Kâinâtta “oluş” hâlinde olan sâdece insandır. Bu oluş-hâli insanın fizîki yapısıyla ilgili değil, zihnî yapısıyla ilgili bir oluş hâlidir. O da “ilk-yaratılış” için değil, “sonraki yaratılmalar” için geçerlidir.

Netice olarak, “topraktan yaratılma” ilk-prototip olan Hz. Âdem’in yaratılması; “sudan yaratılma” ise, meni-alâk-embriyo-bebek süreciyle devam ede-gelen bildiğimiz yaratmadır.

İlk başta bir-anda yaratan Allah, daha sonra da an-bean yaratmaya devâm ediyor. Tıpkı Kâbe gibi, ilk olarak yapılmış, sonra tekrâren yıkılıp yapılmıştır. Fakat ilk olarak bi yapılmıştır. Sonraki yıkılıp/yapılmalar ilkinden sonradır. İlkine de benzemez.

İlk-yaratılmalar ve sonraki yaratılmaları “oluş” ve “akış” olarak formüle edebiliriz. (Bkz. Mebde-Mead). Tek bir “ol” ile başlayan, sonsuz “ol”larla devâm eder.

“Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren Allah'tır. Onun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O'na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?” (Yunus 3).

İlk-yaratma Allah’a hastır. Allah ilk yaratmaya kimseyi karıştırmıyor. Sonraki yaratmalarda “biz” ifâdesi kullanılırken, ilk-yaratmalarda “biz” ifâdesi kullanılmaz.

İlk-yaratılış hâlk, sonraki yaratılmalar hâlk-ı cediddir. Hâlk için “ol”ma hâlk-ı cedid için “oluş” diyebiliriz. Hâlk-ı cedid kıyâmete kadar sürer ve yeni bir hâlk-ı cedid başlar. İşte bu hâlk-ı cedid yâni kıyâmet âniden başlar, sonra da yavaş-yavaş devam eder.

Kur’ân’da yaratılışla ilgili vurgular hâlk, hâlk-ı cedid ve kıyâmet olarak azdan çoğa doğru devâm eder. En çok kıyâmetten bahseder. Çünkü ebedî olan odur.

Kur’ân iki tür yaratılıştan bahseder. İki tür oluştan/süreçten bahseder. İlkini açıklamaz, çünkü bu sâdece Yaratıcının Kendisine malûmdur. Yâni bize göre mûcizedir. Diğeriyse zâten bizim gözlemlediğimiz/bildiğimiz oluş hâlindeki yaratmalardır ki Kur’ân’ın esas konusu bunlardır. O yüzden Kur’ân ilk-yaratmaya dâir bilimsel bir tez sunmaz, ortaya koymaz. Açıklama yapmadığı yerlerde bizim algımız bunu kaldıramayacağı için yâni algımıza uygun olmadığı için, yâni mûcize olduğu için sâdece bir şuur oluşturuyor. Ama diğer yaratılmaya dikkat çekerek ayrıntılı açıklamalar yapılır. Hattâ o yaratılışların incelenip araştırılmasını da istenir.

“İnsan da süper-kompleks bir yapıdır ve bir noktacık olan spermden aşama-aşama mükemmel hâline gelmiştir. Demek ki tek bir nokta aşama-aşama bir süre sonra süper-kompleks bir hâle gelebiliyor” denilirse; Burada ince bir hatâ yapıldığını söyleriz. İlk-yaratma ile sonraki yaratma-türetme ayrılmadığı zaman böyle bir söyleme varılması kaçınılmazdır. Fakat biz diyoruz ki; kâinât nasıl her şeyiyle yerli-yerinde bir-anda yaratıldıysa ve Allah’ın “start”ı vermesiyle hareket başladıysa, ilk insan/insanlar olan Âdem/Havvâ da tam mükemmel hâlleriyle bir mûcize olarak bir-anda yaratılmış ve harekete başlamıştır. Daha sonraki türetmeleri zâten gözlemleyebiliyoruz. Fakat ilk yaratılışlarında her-hangi bir süreç yaşamamışlardı. Zâten o süreçleri yaşayabilecekleri “ortam”ları da yoktu. En-nihâyetinde ilk insanın ana-babası yoktur ve ana-karnında geçireceği bir süreç de olmayacaktır. Yâni ilk insanlar olarak kabûl ettiğimiz Âdem-Havvâ, anne-babaları olmadığı için o türetme aşamasındaki süreçleri yaşamamışlar/yaşayamamışlardır. Çünkü dediğimiz gibi o süreçleri yaşayacak ortamları yoktu. Tüm kâinâtla berâber yada benzer-zamanlı olarak bir-anda “ol”uvermişlerdir. İşte kâinât da ilk yaratılmasını bu şekilde her-hangi bir süreç yaşamadan bir-anda ”ol”uvermesine borçludur. Çünkü “hidrojenin ana-babası” yoktur. “Örneksiz yaratma”=“bir öncesi olmayan yaratma” bunu gerektirir. Gerek insanda gerekse kâinâtta sonraki türetmeleri gözlemleyebiliyoruz. İşte “tohum süreci” denilen süreç de bu sonraki yaratmada gerçekleşen olaylar ve süreçlerdir. Sâdece “sonraki yaratma-türetme”lerde geçerlidir. Çünkü “sonraki yaratma”lar “örneksiz yaratma” değil, “örnekli yaratma”lardır. Zâten biz bu süreçleri bu “yaratma”ların “örnekli yaratma” olmasından dolayı gözlemleyebiliyoruz. “İlk-yaratma”da olduğu gibi “örneksiz yaratma”lar olsaydı, “örnekler”le kıyas yapamayacağımızdan dolayı mevcut yaratmaları da anlamlandıramayacaktık.

Allah yaratmaya başlayan, sonra da yenileyerek sürdürendir. İşte bu “ilk-yaratma”nın nasıl başladığı/nasıl olduğu insanın algısına kapalıdır. Big-Bang ise bu yaratılmanın “nasıl” olduğunu açıkladığı iddiâsında bulunarak Allah’a karşı kibir sergilemiş oluyor. Hâlbuki ilk-yaratmayı bilemeyiz. Sonraki yaratmayı gözlemleyebildiğimiz için bilebiliriz. “İş”i bilemeyiz işleyişi bilebiliriz. “Ol”u bilemeyiz “oluş”u bilebiliriz.

Hâki Demir:

“Akıl zâten mevcûdatı ihâta edecek hacimde bir idrâk-merkezi olmadığı için, kâinâtın (yâni mâlûmun) ufkuna bile ulaşamaz. Ufkuna ulaşamadığı varlık yekûnunun içindeki seyahat, ancak “mâlûm” olan ile ilgilenir. Öyleyse bilmek, var olanı (yâni mevcûdâtı) bilmektir, olmayanı var etmek değil… Kastedilen, mevcûdâtın ufkunun ötesinde bir şeyi vâr-etmek ise, bu yaratıcılıktır. Bunu kastettiğini düşünmek çok ağır bir ithâm olur” der.

  “Göklerin ve yerin yaratılışında da, kendi nefislerinin yaratılışında da Ben onları şâhid tutmadım. Ben, saptırıcıları yardımcı-güç de edinmedim” (Kehf 51). Allah yaratmaya kimseyi şâhit tutmaz. Çünkü yaratma bir-anda olur. Bir-anda olan yaratmaya kimse şâhit olamaz zîrâ.

“Yoksa, (bütün varoluşun) gizli gerçekliği(nin) kendi kavrayış alanları içinde (olduğunu), böylece (zamanla) onu yazabilecekler(ini) mi (zannediyorlar)?” (Kalem 47).  

Bu âyeti Muhammed Esed şöyle yorumlar:

“Bu pasaj, özellikle, evrenin bütün bilinmezliklerinin anahtarının “hemen şuracıkta” bulunduğu -ki “yazılabileceği”ne yapılan atıf, özetle bunu ifâde etmektedir- ve insan-merkezli bilimin kendi mensuplarına nasıl “tabiatı fethedecekleri”ni ve iyi hayat olarak nitelendirdikleri hedefe nasıl ulaşacaklarını öğretme yeteneğine sâhip olduğu ve bunu öğreteceği inancındaki safsataya işâret etmektedir”.

Big-Bang Teorisi “her şey başlangıçta potansiyel olarak ayarlanmıştı, zamânı gelince her şey açığa çıkıyor” der. Fakat bu potansiyellerin açığa çıkma şansının/olasılığının imkânsız olduğundan da bahseder. Sayılarla ifâde edilemeyecek bir aksilikte/ihtimâlde -ki bu ihtimâller matematik ihtimâl sınırının (1050’de 1) üstündedir- açığa çıkamayacağından bahseder. İşte bu durum aşamalı sürecin kaçınılmaz sonucudur. Allah bu yüzden kâinâtı yaratırken bizim “şu-anda” bildiğimiz kânunları kullanarak değil; bilemediğimiz/bilemeyeceğimiz kânunları kullanarak “ilk-yaratma”yı başlatmıştır. İşte bu “ilk-yaratma” bildiğimiz aşamalı kânunlardan mecbûren farklı olacağı için, dolayısıyla aşamasız olacağı için bir-anda olmak zorundadır. Allah’ın yarattığı her şeyin içinde potansiyeller zâten vardır.

Evrende var olan sıradan bir düzen değil, olağan-üstü bir düzendir. Fakat bu düzen önceden hazırlanıp bir süreç sonucunda gerçekleşmemiştir. Aynı-anda, âniden ve bir-anda gerçekleşmiştir. Öyle ki imtihan sebebi yüzünden bu bir-anda düzenlenmenin içinde hastalık potansiyeli ve hastalanmalar da vardır. Daha mükemmel bir evren-Dünyâ târif edilemez.

İlk-prototip olan insan-çifti embriyolojik bir süreç yaşamadığı gibi, “kâinâtın ilk-prototipi”nde de bir süreç yaşanmamıştır. Tüm canlılık “ilk-prototipinden sonra” aşama ve gelişmeler yaşamıştır. İlk-yaratmadan sonraki türetmelerde geçerlidir bu aşama. Aynı şey evren için de geçerlidir.

Caner Taslaman:

“İlk-canlı oluşmadan önce, doğal seleksiyonun da hiç-bir etkisi olmaz; çünkü doğal seleksiyon canlıların yaşam mücâdelesinde oluşur ve çoğalan canlılar için geçerlidir. Bu yüzden, ilk-canlı oluşmadan önceki süreçle ilgili olarak “doğal seleksiyon” açıklamaları yapmanın hiç-bir tutarlılığı yoktur” der.

Yâni bâtıl bir teoriyi bile konuşamayız ilk-yaratılış olmadan.

Big-Bang Teorisi’ne göre Dünyâ’nın oluşumu en son aşamada gerçekleşmiştir. Bu düşünce aşağıdaki âyetlerle bağdaşmaz ...

“Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip (istivâ edip) de onları yedi gök olarak düzenleyen O'dur. Ve O, herşeyi bilendir” (Bakara 29).

“De ki: Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na bir-takım eşler kılıyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman hâlinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: “İsteyerek veya istemeyerek gelin”. İkisi de: “isteyerek (İtaat ederek) geldik” dediler. Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz Dünyâ göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)'ın takdiridir” (Fussilet 9-12).

Görüldüğü gibi âyetlerde ilk önce Dünyâ’nın, daha sonra göklerin düzenlendiği belirtiliyor. “Nâziat sûresinin 27-33. âyetlerinde tam tersi bir süreçten bahsediliyor” diyenlere, belirleyici âyet olan 30. âyetin ikili anlam taşıdığını söyleyebiliriz; “yer-yüzünü serip döşedi” ve “yeri de yumurta biçimine soktu” gibi. Ayrıca, orijinâl metinde Bakara 29 ve Fussilet 11. âyetlerde “sümme”=“sonra” kelimesi kullanılırken, Nâziat 30. âyetin orijinâl metninde “sümme”=”sonra” kelimesi kullanılmaz. (Tabî ki Allah için öncelik-sonralık düşünülemez. Lâkin bize göre öncelik-sonralık diye bir şey vardır. Bu yorumu bu yüzden yaptık).

Zaman

“Einstein’ın izâfiyet teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat insanların zaman algısında problem yok. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir süre olduğunu apriori olarak biliyor.

Zamânın mutlak bir varlığı yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir. Evrendeki maddeyi/hareketi birden durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, post-vahdet-i vücutçuluk yapıp) Allah demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır? O da ayrı bir düşüncenin konusu. Gerçi bu saf-zaman ben var olduğum müddetçe, hareket var olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.

Bir insanın gözlemlerinden doğan zaman, bir de saf bir enerjiye sâhip saf bir zaman. Saf ama etkili. Hâki Demir bu “zaman”dan şu şekilde bahseder:

“Zamânı varlığın var-olma kudreti olarak görmek, onu, varlığın enerjisi olarak sınırlandırmayı gerektirmez. Zamâna varlığın enerjisi demek yanlış olmaz ama eksiktir. Zamânı varlığın var-olma kudreti olarak görmek, varlığın enerjisi olduğunu tespit etmektir zâten ama bu bir özelliğinin tespitidir ve zaman bundan ibâret değildir.

Zamânın mekânda müdâhale ettiği nokta, varlığın meydana geleceği noktadır. Bu sebeple mekân o noktada yoğunlaşır ve zamânın müdâhalesi ile varlık ortaya çıkar. Zaman tam bu noktada idrâk edilebilir hâle gelmektedir. Zaman bir-anlamda mekândaki yoğunlaşmayı gerçekleştiren têsirdir.

Mekân ile temâs etmeyen zamânın varlığı, idrak-dışıdır. Zîra mekâna müdâhale etmediğinde têsirsizdir ve var-olmaya devam ediyorsa eğer, saf hâlde bulunmaktadır”.

Her ne kadar; “genel izâfiyet teorisiyle zamânın mutlak olmadığı anlaşıldı” dense de, Genel İzâfiyet Teorisi zamânın bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren materyâllerinden etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddi olduğunu ve zamânın parçacıklarının olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman, maddenin/parçacığın olduğu her yerdedir. Hiçbir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden etkilenen parçacıklar büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten hep maddenin “soyut olarak” yanında olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki zaman, maddenin içinde mündemiçtir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri maddenin yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür. Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz. Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.

Ali Şeriati:

“Zaman, mekândan îbârettir” der.

Hâki Demir:

“Mikro-kozmostaki ilerlemelerin vardığı nokta kuantum fiziğidir ve kuantum fiziği ise maddenin parçacıklardan değil, alanlardan (kuantum alanlarından) meydana geldiği ve bu alanların ise mütemâdi bir deveran (veya hareketlilik) içinde olduğunu gösterir.

Varlık görüntüsü aslında hareketten kaynaklanmaktadır. Hareket o kadar hızlıdır ki, ortaya kompoze bir varlık görüntüsü çıkmaktadır. Hareket durduğu takdirde (matematik kavrayış olarak buna ulaşmak kâbildir) ortada görünecek bir varlık kalmamaktadır. Varlığın sırlarından biri de harekette mahfuzdur” der.
 
Evet; her şey anlamını “hareket” ile bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesidir. Zaman da maddenin hareket etmesidir.

Meselâ ölüm hâlinde mutlak bir hareketsizlik durumu olduğundan, artık onun için bir zamandan bahsedilemez. Kişinin hareketi bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı olmuştur artık. Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir. Diğer âleme gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla mümkündür. Ölen kişi artık zamanla kayıtlı değildir.

MÜ’MİN MÜ’MİNİN AYNASIDIR

Îman ile perçinlenip yücelen bir hikmet-gözü, kâinâtı en doğru bir şekilde idrâk edebilecektir. Modern bilimin yanlış sonuçlara varmasını nedeni, böyle bir bakışın eksikliğidir.

"Onlara de ki; yer-yüzünde geziniz de Allah'ın ilk kez nasıl yarattığını görünüz. Allah bu yaratma işlemini ilerde bir kere daha tekrarlayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü yeter" (Ankebût 20).

Seyyid Kutub, Kudreti Sonsuz yüce bir kudretin sözüyle hareket etmeden isâbetli bir yargıya varılamayacağını söylüyor…

Kur’ân-ı Kerim, kendi gerçekliğinin kanıtı ve delili olarak dikkatleri koskoca evrene ve onun görkemli sahnelerine çeker. Kendi içerdiği gerçeği düşünmenin, gözlemlemenin sergi alanı olarak evreni gösterir. İnsan kâlbinin bu evren karşısında durup etraflıca düşünmesini, evrendeki dehşet verici gelişmeler karşısında uyanık bulunmasını, yaratıcı eli ve sonsuz gücünü hissetmesini, O'nun koyduğu olağan-üstü ahenge sâhip yasalar sistemini kavramasını sağlar. Bunun için düzgün ve basit bir bakış yeterlidir. Zor ve yorucu bilimsel araştırmaya da gerek yoktur. Sâdece uyanık bir duyguya, basîretli bir kâlbe ihtiyaç vardır.

Âhiretin göz-ardı edilmesi, onu göz-ardı edenlerin ölçülerini yanıltıcı kılmakta, ellerindeki değerlerin dengesini bozmaktadır. Dolayısıyla, hayâtı, olaylarını ve değerlerini doğru algılayamamakta, onlara ilişkin bilgileri eksik, yüzeysel kalmaktadır. Çünkü insanın iç-dünyasında âhiretin hesâba alınması, yer-yüzünde ve kâinatta oluşan her şeye bakışını değiştirmektedir.

Aslında kâinatın nasıl yaratıldığını anlamak çok da zor değil. Çünkü bu yaratılış her-an oluş hâlinde. Bütün kâinat; galaksiler, yıldızlar, güneş sistemi, dünya, dağlar, taşlar, denizler vs. ve tabî ki insan, her-an “oluş” hâlindedir. Bunu görmek için bilime bile gerek yok, çünkü o kadar açıktır ki.. Bunu görmek için yapılması gerekeni Seyyid Kutub şöyle anlatıyor..

İnsan kalbi geleneğin uyuşukluğundan, alışkanlığın neden olduğu bıkkınlıktan uyanmadıkça, çevresindeki evrenden yükselen melodilere kulak vermedikçe, mesajlarını düşünmedikçe, Allah'ın hârikalar yaratan elinden çıktığı şekliyle varlıkların cevherini ortaya koyacak Allah'ın nuru ile bakmadıkça, gözü yada duygusu bir olağan-üstülük sezdiği zaman hemen Allah'ı anmadıkça, sanat ile sanatkâr arasındaki bağı sezmedikçe, bu-sırada her şeyin ötesinde Allah'ın güzelliğini ve ululuğunu görerek hissettiği ve gördüğü şeylerdeki güzelliklere ilişkin bilinci artmadıkça bu görüşü yakalayamaz.

Gökteki yıldızların yerleri, hacimleri, birbirlerine oranları, çevrelerindeki uzay boşluklarının oranları, yörüngelerinin biçimleri; hacimleri, konumları ve hareketleri arasındaki ilişki son derece duyarlı, ince hesaplıdır. Fakat açık, bilinçli ve Allah'a bağlı bir kâlbin, bu muhteşem varlıklar karşısında coşku ve heyecan duyması için bütün bu saydığımız özelliklerin inceliklerini bilmeye ihtiyâcı yoktur. Karanlık bir gecede görülen dağınık yıldızların manzarası, bu manzaranın bam-tellerini titreştiren mesajları, ay'lı bir gecenin uzayı saran aydınlığı, tan-yerinin karanlıkları yaran ışıkları, batan güneşin karanlıklar tarafından yutuluşu onun için yeterlidir. Hattâ böyle bir kâlp için yer-yuvarlağının şu çeşitli ve çarpıcı görüntüleri bile yeterlidir. Bu görüntüler görmekle bitmez. İnsan bütün ömrünü bu görüntüleri yakalama ve gözleme amacı uğrunda hep gezilerde harcasa bu manzaraların çok azına yetişebilir. Hattâ duyarlı bir kâlp için bir tek çiçek bile yeterlidir. Onun renklerini, boyalarının ton farklarını ve yapısının çeşitli öğeleri arasında bulunan uyumu insan inceleye-inceleye bitiremez.

Gerçek ilim, tanımaktır, mârifettir; gerçeği kavramaktır. Bu ilim, insanın basîretini, uz-bakışını açar. İnsanın bu evrende var olan değişmez gerçeklerle bağ kurmasını sağlar. İlim, zihni dolduran, fakat evrenin büyük gerçeklerine ulaştırmayan, açık ve somut olan nesnelerin ötesine geçmeyen kopuk ve soyut bilgiler değildir.

Yalın deneylerin ve yüzeysel gözlemlerin sınırları önünde duranlar ise, mâlûmat derleyicileridir; âlim değildir onlar.

Sâdece duyarlı, bilinçli, açık, eşyanın dış yüzeylerinin ötesinde bulunan gerçekleri kavrayan, gördüğü ve bildiği şeylerden yararlanan, gördüğü ve dokunduğu her şeyde Allah'ı hatırlayan; Allah'ı da, O'nun huzuruna çıkarılacağı günü de unutmayan kalplerin sâhipleri bilebilirler.

Çünkü hiçbir “normal akıl” yerlerin ve göklerin yaratılışını, kudreti sonsuz, üstün bir güce bağlamadan açıklayamaz.

"Doğrusu ancak akl-ı selim sâhipleri öğüt alır" (Zümer 39).
 
Evren, bütünü ile, yüce Allah'ın mûcizelerine yönelik bir gözlem ve irdeleme alanıdır. Bu alan uçsuz-bucaksızdır, sürekli ve kalıcıdır. Tümü ile bir mûcize olduğu gibi, içindeki irili-ufaklı tüm varlıklar da ayrı-ayrı birer mûcizedir. Kur’ân, insan kâlbini her-an bu sürekli, bu kesintisiz mûcizeleri görmeye, onların kesin ve tartışmasız tanıklıklarını dinlemeye, bu orijinâl yaratma gücünün şaşırtıcı örneklerinden zevk almaya çağırır. Bu orijinâl yaratma gücünün eserlerinde estetik ile mükemmellik bir-aradadır. Bu ortaksız gücün hârika eserleri dehşet ve şaşkınlık duygularını harekete geçirdiği gibi soğuk-kanlı ve köklü îmanın, iknâ olmuşluk duygusunun kâlplerde pekişmesini sağlar.

Şu koca evrende her nesnenin belirli bir yeri vardır. Her-şey o kaymaz ve sarsılmaz yerinde durur. Şu evren bütünü değişmezliğe ve istikrâra dayanır. Ne değişken arzuların ne oynak mîzaçların ne geçici rastlantıların ve ne de saman-alevi gibi parlayıp sönmesi bir olan uçucu heveslerin tutsağıdır. Her-şeyin belirli bir yeri, belirli bir zamânı vardır. Her-şey belirlenmiş yerine ve zamânına bağlıdır.

Şu duyarsız insanların çevrelerindeki her-şeye istikrar ilkesi egemendir. Bu ilke bütün nesnelerde ve olaylarda belirir. Gök-cisimlerinin dönüşleri, hayâtın yasaları, bitkilerin ve hayvanların gelişim evreleri, maddelerin ve cisimlerin sâbit nitelikleri bu ilkeye bağlıdır.

Kemâl Sayar:

“Modernliğin târihi, gerçekliğin merceklerden ve pencerelerden süzülerek elde edilmesiyle kâim, mercekler giderek insan gözünün ve görme işlevinin yerini alıyor” der.

Çıplak göz ve tefekkür, âlemi çok daha geniş bir açıdan ele alabilirken, matematik ile sınırlandırılmış bilim, âlemi daralttıkça daraltır.

“Allah bütün her şeyi insan için yaratmıştır” (Lokman 20). Göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden bir lütuf olarak size âmâde kıldı. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için deliller vardır” (Câsiye 13). Çünkü kâinatta tek şuurlu maddesel varlık insandır. Her şey insanla anlam kazanır, çünkü o anlamı bir şeye insan yükler. Kâinatın tamâmı insana mahsustur. Allah, “Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver” dedi. (meleklerin anlamlandıramadığı şeyleri, Hz. Âdem anlamlandırıyor) Allah anlamsız bir şey yapmaz. Kâinâta o anlamı insan yükler. İnsan yoksa kâinatın olmasının bir anlamı olmaz. O hâlde,  ne zaman ki maddesel bir şey var; insan vardır. İnsanın olmadığı yerde maddesel bir şey yoktur. Maddesel bir şey, yine maddesel ve şuurlu bir varlık için gereklidir. Maddesel olmayan bir varlık, (melek, cin, vs.) maddeyi ne yapsın? Allah, kâinatın varlığını insanın varlığına bağlamıştır. Kâinat bir araçtır, aracı kullanacak birinin olmadığı yerde araçtan söz edilemez, maksatsız bir iş abesle iştigaldir. “İnsancı İlke” bunun delilidir. Şu var ki; insanın olmadığı yerde, bir “târih”ten de bahsolunamaz. Târih, insanın ilk hareketiyle başlamıştır. İnsan yoksa zamânın ve mekânın olmasının da bir anlamı olmaz. Çünkü irâdeli varlık insandır. Allah ise zâten mekan ve zamânla kayıtlanamaz.

Saadettin Merdin:

“Kur’ân’da Allah, Dünyâ’yı “Semâvât-ü vel-Arz” şeklinde zikrederken sanki iki tarafı eşit bir denklem gibi zikretmektedir. “Gökler ve Dünyâ”, “Bütün Semâvât ve Arz”. Sanki gökler-semâvât terâzinin bir kefesinde, Dünyâ diğer kefesinde. Koskoca kâinâtı, bu kadar ufak olmasına rağmen Dünyâ dengeliyor. Hattâ ağır basıyor. Dünyâ ve içindeki insan olmadıktan sonra bütün kâinat ne anlam ifâde ederdi? Kral ve kraliçesi olmayan bomboş bir saray” der.

İslâm’ın olduğu yerde varlık, varlığın olduğu yerde de mutlaka İslâm vardır. İnsanın olduğu yerde İslâm, İslâm’ın olduğu yerde de mutlaka insan vardır. Kâinat hiçbir zaman İslâm’sız kalmadığı için insansız da kalmamıştır. Varlığın olduğu yerde mutlaka İslâm ve insan vardır çünkü. Varlığın var-olduğunun delîli İslâm ve insandır. Gerçek Sebep’in dışında, birbirlerinin neden-sonucu gibidirler.

Özne (şuur sâhibi insan) olmadığında nesne (kâinat) da yoktur. Bu, anlayacak birinin olmadığında, anlaşılacak bir şeyin de olmadığı anlamına gelir. İkisi ancak aynı-anda varolduğunda anlaşılma olur. Çünkü artık mutlak anlamaya ulaşamayacak olan insan olduğu için, anlaşılamayacak olan da vardır. Anlam budur. Anlayacak ve anlaşılacak olanın birinin bir-an dâhi berâber olmaması durumunda anlam ortadan kalkar ki bu haşa Yaratanı anlamsız bir iş yapmakla suçlamak olur. Oysa her-an yeni bir işte olan Allah bir-an dâhi anlamsız bir işte bulunmaz. Henüz anlaşılamayan/bilinemeyen şey yok hükmünde olacağı için, “anlayacak” olanın bir-an dâhi yok olması, anlaşılacak olanın da yok olması demektir. O hâlde her zaman ikisi birlikte olmuş olmaları gerekir.

Demek ki, kâinatın düzeni yâni varlığı çok hassas bir sınırdadır. Bu hassas sınırın odak noktası ise İNSAN’dır. Dolayısı ile, insan yoksa kâinat yoktur. “Dünyâda Allah diyen varoldukça kıyamet kopmaz” sözü de bu iddiâyı destekler mâhiyettedir. Kısacası insan; şimdilerde (2009) çok büyük paralarla kurulan tesislerde, yoğun çalışmalarla aranan, atomun odak parçacığı ve maddenin -sözde- temel yapı-taşı olduğu sanılan “Higgs Bozonu” gibidir. Her şey o’nda düğümlenir. Çünkü; “insan kâinatın iz-düşümüdür” (yada tam tersi). Zâten insanın bulunmadığı bir kâinat ne işe yarar ki?. Her şey biz yaşarken oldu. Allahuâlem.

Kant:

“İnsan olmadan tüm yaratılış boş ve anlamsızdır” der.

Muhammed Nur Denek:

“Anlam, bilinçle birlikte kendini vâr eder, bilinç olmaksızın anlamsızlık kaçınılmazdır. Hiç bir şey anlamsız değildir, âlem mükemmel bir varlıktır, bu mükemmellik bir üst-akla ihtiyaç duyar” der. Zâten, kısa bir zaman-aralığında bile olsa kâinata anlam yükleyecek insan olmadığında, kâinat anlamsız olacaktır. Kâinatın aklı/bilinci/şuuru insandır. Kâinatın bir-süreliğine bile olsa anlamsız olması, Allah’sız olması anlamına gelir. Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi.. Anlamsızlık Allah’sızlıktır.

Oysa bilim, anlamı dışlayarak kendisini “tek”leştirmek istiyor. Fakat anlamın olmadığı yerde hiçbir şeyin doğruluğundan, hattâ varlığından bile bahsetmek abestir. Kapitâlizmle süper-uyum içinde olan anlamsız bilimin yapabileceği tek bir şey vardır; İnsanı anlamsızlaştırmak ve bu suretle tüketmek. Bunun istisnası: “Îman eden ve sâlih amel işleyen” insandır.

Big-Bang Teorisi’ne göre, meselâ kâinatın ömrünü 24 saat olarak kabûl edersek, kâinat 23 saat, 59 dakika, 59 sâniye insansız yaşamıştır, ancak son sâniyede insan açığa çıkmıştır. Peki 23 saat, 59 dakika, 59 sâniye niçin vâr bulunmuştur? Böyle bir vâroluşa-duruma nasıl bir anlam verilecek?.

Wheeler şöyle der:

“İnsansız kâinat ne ifâde ederdi ki? Wheeler, evrendeki âhenge işâret ederek, bu âhenk, hayâta imkân verecek şekilde, mükemmel olarak ayarlanmıştır. İçinde hayâtın olmadığı, yaşamın başarılamadığı bir evren “var bile sayılamaz”. “Bütün fiziksel yasalar, onları formüle edecek bir katılımcı insanın varlığına bağlıdır” der.

Saddettin Merdin:  

“Ben, Nasrettin Hoca gibi, iddia ediyorum, Dünyâ tüm evrenin merkezidir. İnanmıyorsanız ölçmeye hemen başlayabilirsiniz(!). Biliyorum, evrenin geometrik bir merkezi yok. Dünyâ’mızın evren içinde merkezî bir yeri var. Zîrâ bildiğimiz kadarıyla hayat bir tek bu içinde yaşadığımız gezegende var! Evrenin merkezinde Dünyâ, Dünyâ’nın merkezinde insan var. Evren, insanın etrafında dönmektedir” der.

Freeman Dyson:

“Sanki evren bizim gelişimizden haberdarmış gibi geliyor bana” der.

“Rabbin bal-arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve insanların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifâ vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir âyet vardır” (Nahl 68-69).

Peki Allah, bu vahyi arıya ne zaman yaptı? Arı ilk-yaratıldığında, yâni arı-insan berâber iken. Aynı-zamanda yaşıyorlarken. Arı kendi ihtiyâcından çok daha fazla bal üretir. Bunun nedeni, fazla balın insanlar için olmasıdır. Tabi bâzı “hayvanlar” daha fazla faydalanır bu fazlalıktan. Yine bâzı hayvanların da insansız yaşayamayacağını düşünüyorum. Bu da, insanlarla hayvanların birlikte var-olduğunun göstergesidir.

Bir de şöyle bir şey dikkat çekiyor: Allah, “insanların kurdukları çardaktan da” diyorsa; vahyin bu kısmı insanın yaratılışından sonra mı vahyedilmiştir? Daha önce vahyedildi ise, bu son kısım, yâni “insanların kurdukları çardaktan da” kısmı hâriç mi vahyedilmişti?

Kitap-İnsan-Kâinât; bunların üçü de aynı şeydir ya da aynı şeyin değişik görünümleridir. Hepsi de “kitap”tır. Dolayısı ile “din”dir. Müslümandırlar. Özleri müslümandır. O yüzden onu araştıracak olan bilim-adamları da aslında din-adamlarıdırlar. Kâinât ancak bu bakış-açısıyla araştırılırsa insana ve tüm canlı-cansız evrene zarar değil yarar verecek sonuçlara varılabilir. (Tabî ki kâinât kitabında sâdece Allah’ın bilebileceği müteşâbih âyetler de vardır).

Kâinât ve içindeki her-şey yaratıcısına tam mânâsıyla itaat eder. Yaratıcısına itaat etmeyen bir kişi, yaratıcısına tam mânâsıyla itaat edenin içeriğini anlayamaz. Müslüman kâinât, müslüman olmayan biri tarafından tam mânâsıyla doğru bir şekilde anlaşılamaz. “Müslüman kâinât” kendini; kendisi gibi müslüman olan birine tam olarak açar ve doğru olarak anlatır. Kâinât sürekli olarak ibâdettedir. Bu yüzden onu tam olarak, “sürekli ibâdette olanlar” anlayabilir. Ahlâklı olanlar anlayabilir. Kâinâtı; kendisini ondan daha “büyük” gören biri anlayamaz. “Dindar kâinât”ı tam mânâsıyla doğru bir şekilde ancak dindar biri anlayabilir. Çünkü; “mü’min mü’minin aynasıdır”. Birbirlerine gerçek ne ise onu yansıtırlar. Her düşünce kendi kâinâtını oluşturur. Fakat kâinâtın bir öz-hâli vardır. Bu hâle en yakın kâinât tasavvuru, mü’minin kâinât tasavvurudur. Bu yüzden de mü’min mü’minin aynasıdır.

Tüm kâinat secde hâlindedir. Secdenin ne olduğunu bilenler anlar onun hâlinden. Secdenin kazandırdığı ferâset ve hikmet ile en iyi şekilde anlaşılır. Kâinat bilim ile değil, hikmet ile doğru anlaşılabilir.

Çünkü mü’min kâinâta akıl ile değil, aklı selim ile bakandır. Kâinât mü’min, onu gözlemleyen de mü’min olunca frekansları/zamanları da aynı olacağından, birbirlerini yansıtmaya başlarlar.

Bu Big-Bang teorisi bünyemize uygun değildir. Menşei uygun değildir, inancı uygun değildir zîra.

Mü’min ile kâinât kendi hâllerinde konuşabilir. Kâinât mü’min olduğu için en samîmi bir şekilde ancak yine samîmi bir mü’minle konuşabilir ve kendini açar. Bu yüzden kâinâtı onunla en iyi ve doğru konuşabilen mü’min tanır ve tanıtabilir. Tüm insanlar İslâm/mü’min fıtratıyla doğduğu ve bir yerlerinde bu fıtrattan izler taşıdığı için kâinât diğer insanlarla da konuşur ama mü’min olmayan bu insanlar fıtratlarına zulm ettikleri/ediyor oldukları için onlarla sâdece sınırlı konuşmalar yapar. Bu da o kişilerin kâinâtı tam anlamıyla tanımasına engel olur. Peki neden mü’minle daha samîmi konuşur? Zerrelerin dünyâsında gözlemci ile gözlenen arasında net bir ayrım yoktur. Birbirlerini etkilerler. Fakat gözlemci “belirleyen” taraftır. Şimdi, bu gözlemin hangi ruh-hâli ile yapıldığı önemlidir. Pozitivist bir hâl ile yapılan gözlemlerde gözlenen kendini sakınır. Çünkü kendi “hâl”ine uygun bir hâl yoktur karşısında. Fakat mü’minin hâli tam da gözlenenin/kâinâtın hâline benzer. Bu yüzden de gözlenen, mü’min gözlemciye karşı daha cömert davranır. Çünkü mü’mince bakış ve konuşuş kâinâtı ve onu nesnelerini olumsuz yönde etkilemez/bükmez. Durumunu bozmaz. Bu yüzden de olumlu tepki alınır. Ruhuna hîtap eder çünkü. Düşüncesi evreni mü’mince titreştirir.

Evrene zekâ ile değil, akıl ile bakmak gerekir. Aidin Salih:

Akıllı olmadıktan sonra üstün zekâlı olmanın ne faydası var. Zekâ, yüzeysel bilgidir ve bu bilgiden hiçbir fayda yoktur. Biz ilmin faydalı olduğunu biliyoruz. Bugün biz belki bilgi-sâhibi oluyoruz ama yarın bilginin bizim için zararlı olduğunu öğrenebiliyoruz. Ama ilim hiçbir zaman değişmiyor. Çünkü ilim Yaratıcı’dan gelir. Akıl düşünce ve eşya arasında ilişki kurmak için gereklidir.” der.

Pozitivistler kâlpleriyle kâinâta bakmıyorlar. Akleden kâlp ile.. Kâinâtı en iyi, “akleden kâlp” değerlendirebilir. Zihin/zekâ değil.

Müslümanların bilgiyi îmandan ve ahlâktan farklı bir düzlemde görmeleri mümkün değildir.

Evet; kâinât ancak İslâm’i bir bakış-açısı ile doğru olarak anlaşılabilir. İslâm’i bakış-açısının vermiş olduğu canlılık ona sürekli destek olacaktır. Bu canlılık onda her-an mevcuttur çünkü. Seküler anlayış ise yolda kalmaya mahkûmdur. Çünkü sekülerizm/modernizm, Allah inancının ortaya koyabileceği bir azim ve heyecandan yoksundur.

Gazâlî: “Gördüm ki akıl izmihlâl (yıkılma) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir. Her şey nebevî hakîkatte gizlidir. Bu hakîkate yapıştım ve kurtuldum” der.

İsmâil Râci Farûki:

“Îman, evrenin akılcı bir şekilde yorumlanmasının temelini teşkil eder. Bizzat aklın temel ilkesi olduğundan gayrı-aklî ya da akıl-dışı ve kendi içinde çelişkili olamaz. Gerçekte o aklîliğin ilk ilkesidir” der.

Ancak Allah adına yapılırsa doğru bir okuması yapılabilir kâinâtın. Allah adına okuyanlar, Allah adıyla/Allah adına okudukları için artı bir avantaja sâhiptirler anlama noktasında. O yüzden en doğru okumayı Allah adına okuyanlar yapar. Mustafa İslamoğlu da: “En doğru okuma, Allah adına yapılan okumadır” der. Âlem O’nun nuruyla dolu olduğu için, onun adına/adıyla/nuruyla okuyanlar/bakanlar ancak, kâinâtı daha iyi görür ve anlamdırır.

Din, kâinâtı doğru bir şekilde araştırmak için gerekli motivasyonu iyi ve yeterli bir şekilde sağlar, bunun için gerekli “kudret, sayfalarındaki şerefli âyetlerinde mevcuttur”. Biruni “Benim bilimle uğraşma sebebim Âl-i İmran Sûresi 191. âyettir” demiştir. İlgili âyet şu şekildedir:

“Onlar ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allah’ı hatırlarlar, göklerin ve yerin yaratılışı konusunda derinlemesine düşünürler: “Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateş azâbından koru” (Âl-i İmran 191).

“Mü’minin ferâsetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” der peygamber efendimiz. İslâm-merkezli bir düşünme süreci kişiye özel bir meziyet kazandırır. O yüzden hakîkati/gerçeği daha çabuk ve doğru görür, tanır, anlar ve yorumlar. Bu açıdan imkânı çok daha fazladır doğal olarak. Âhirete îman da ayrıca bir katkı sunar. Çünkü kâinâtın devâmı âhirettir. Kâinâtla ilişkilidir. Kâinâtı anlamlandırma özelliği vardır. Bu inanca sâhip olmayanlarda doğal olarak bu durum söz-konusu değildir: “Onlar, Dünyâ hayâtından (yalnızca) dışta olanı (zâhiri) bilirler. Âhiretten ise gâfil olanlardır” (Rum 7).

“..Onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine her-hangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı..” (Ahkâf 26).

Ne gözleri/gözlemleri, ne  gönülleri/hissedişleri/zihinleri, ne de kulakları/algıları/konferansları onları doğru yola/sonuca getirmedi. Çünkü bunları sağlayacak âyetleri inkâr ediyorlardı/kâle almıyorlardı.

Seyyid Kutub:

“Allah’ın hidâyetinden habersiz olup da gâfil olanlar, sâdece Dünyâ hayâtını isterler ve Dünyâ ile ilgili olarak da sâdece görüneni bilirler. Ne acıdır ki günümüz bilim-adamlarının durumu bundan farklı değildir. İşte bu, müslümanın güven duyup kendisinden ilim alacağı kimselerin vasfı değildir. Müslüman kendisi ile ilgili ilimleri bunlardan alamaz. Aynı-zamanda bunlar hayat için genel bir yorum da ortaya koyamazlar” der.

Ali Şeriati, öğretinin anlamını şöyle yapar:

“Öğretiyi tanımak, öğretiye âit kültür ve bilimlerde uzman olan kişilere-özgü bilimsel ve dakik bilgiler taşımak anlamında değildir. Bu öğretinin yönünü ve tümel tasvirini duyumsama anlamındadır tanımak (öğretiyi parça-parça, tike-tike, öğe-öğe anlamak ya da bir parçasında uzman olmak ve öteki parçalarını algılamamak, anlamamak ve görmemek değil). Öğretiyi tanımak, bir öğretide ya da bir dinde ya da bir ideolojide gizli bulunan anlam ve ruhu, insanın etiyle, kemiğiyle, duyularıyla duyumsamasıdır”.
 
Kâinâtı yanlış anlayan bilim-adamları ona sürekli yanlış yorumlar yapıyorlar.

Bilim-adamları her zaman, araştırdıkları şeylerin çok karışık şeyler olduğunu söylerler. Aslında bu karışıklığı kendileri ortaya çıkarırlar. Bakın Seyyid Kutub bu konuda ne diyor:

“Kur’ân herkesin deneyim dağarcığında bulunan bu basit gözlemlerden hareket ederek bir inanç-sistemi kuruyor. Çünkü bu kitap, çevresi ve bilgi düzeyi ne olursa-olsun bütün insanlara sesleniyor. Kur’ân, zaman-zaman "gezegenlerin yörüngelerinden de söz etmekle birlikte genellikle bu tür yalın gözlemlere dikkatleri çeker. Çünkü bu yalın ve basit gözlemler aslında en önemli evrensel gerçekler, en çarpıcı ilâhi sırlardır. Bunlar yalınlıkları sâyesinde her insanın fıtratına seslenirler. Aslında bu yalın gözlemler Dünyâ durdukça en iddialı bilginlerin araştırma konuları olacak kadar önemlidirler. Şöyle ki:

Gezegenlerin yörüngeleri, evrene egemen olan geometrik dengeyi simgeler. İnsan hayâtının doğuşu, sırların sırrıdır. Bitkisel hayâtın doğuşu, tıpkı hayvan hayâtı gibi, mûcizelerin mûcizesidir. Su, hayâtın kaynağıdır. Ateş, insana özgü uygarlık sürecinin yapı-taşıdır.

Bu nesneleri inceleme, bu inanç ve düşünce sistemi oluşturma yöntemi, insanların kullandıkları bir yöntem değildir. İnsanlar bu alanlara daldıklarında ya evrenin yapı-taşlarını oluşturan bu temel elementlere inmezler yada eğer onları ele alırsa böylesine yalın, böylesine kolay anlaşılır bir yaklaşımla ele almazlar. Bunun yerine meseleleri sâdece seçkin bir azınlığın anlayabileceği soyut ve karmaşık felsefe tartışmalarına boğarlar.”

Fakat yüce Allah her şeyi, herkesin kolayca anlayabileceği yalın bir şekilde ifâde eder. O yalın gerçek de; “ol! der ve her şey bir-anda oluverir” yalın gerçeğidir..

Evet; Kâinât ilk önce îmanın konusudur. Bu yoldan değil de diğer yoldan gitmeye kalkan birisi, “sapma”dan kurtulamaz.

Kur’ân, kâinâttaki her-şeye “âyet” der, onları âdi nesneler olarak görmez. Bu nedenle gökteki bu âyetleri ancak, âyetleri tanıyanlar ve anlayanlar okuyabilir.

Basit bir bakış.. derin bir düşünüş.. İşte kâinât bu bakış ve düşünüş ile anlaşılabilir ancak. Mü’min böyle bir bakışta anlar kâinâtı. Aklıyla değilse ruhuyla/şuuruyla. Anlatamasa da anlar. Ali Şeriati’nin dediği gibi: “öz-bilinç” ile.. Bilim bu seviyeyi sonsuza kadar yakalayamaz. Düşünceyle savaşamaz. “Hedef” teleskoplarla görülemez… “öz-bilinçli bakışlar”la görülebilir ancak. Ancak o bakışa açar kendini evren. Çünkü nazlı bir gelin gibidir kâinât. Onunla “öz-bilinç nikâhı” kıymayana açmaz yüzünü, göstermez hiçbir şeyini, mahrem sayıp kapatır kendini..

Peki buna rağmen yine de “nazlı gelin”den murad almak isteyenin başına ne gelir? Onu da âyetler söylesin:  

“Gerçekten de, Biz gök-yüzüne büyük takım-yıldızları serpiştirdik ve onları, seyredenler için süsleyip bezedik” (Hicr 16).

“Ve onları kovulmuş her türlü şeytânî güce karşı koruma altına aldık” (Hicr 17).

“Öyle ki, (göğün) sırlarını) çalmaya kalkışacak olan(lar)ın ardına hemen parlak bir alev takılır” (Hicr 18).

“Ki onlar, Mele'i A'lâ'ya kulak verip dinleyemezler, her-yandan kovulup atılırlar” (Saffat 8).

Kâinât kendisi hakkında sonsuza kadar kendisine müdâhale edilmesine izin vermez. O yüzden mantıklı bir kozmogoni yapılamaz. Velhasıl-kelam; Bâzı şeyler mü’min olmadan anlaşılamaz.

Kâinât Ali Şeriati’nin dediği gibi; ne materyâlizmin maddî zorunluluk ve maddî eşya diyerek Allah'ı inkâra yeltendiği, ne de dinsel ideâlizmin de tam tersine maddî zorunluluk ve maddî eşyâyı inkâr ederek Allah'ı kanıtlamaya giriştiği gözle anlaşılmaz. Ama Kur'ân'ın “Allah'ın sünneti” ve “Allah'ın âyeti” diye adlandırdığı gözle görülür ve kafayla anlaşılır. Bilimin anlamadığı gerçek bir bilim ile.. “Vahiy Kânunu” ile anlaşılır. Aşk ile bakınca…

Kâinât ancak mü’mince bir bakış ile anlaşılabilir. Sanki bir şeyini yitirmiş de onu arıyormuşçasına kıvranan bir insan gibi bakmak… İşte kâinât bu bakışa “hâyır” diyemez.

Mü’minler vahyin inşâ etmiş olduğu bilinç ile baktıkları için, o bilincin açılımıyla doğru bilgiye ulaşırlar.

M. Said Çekmegil:

“Kâinât vahye muhâtap olmamış akılla idrâk edilemiyor” der.

Kâinâtı en iyi şekilde anlamak için, “yaratan rabbin” adıyla okumak gerekir.

Muhammed İkbâl:

“Kitâb (Kur'ân) senin gönlüne inmediği sürece, ne bir sırrı çözebilir, ne de bir düğümü açabilirsin” der. “Görmek” veya “tanımak” bilimsel/felsefî Dünyâ-görüşünde bir başka, dinî/irfânî Dünyâ-görüşünde bir başkadır. Bilimsel-felsefî görüş veya tanıyış haber vermenin sınırlarını aşamaz; ancak insanla gerçek ve bilenle bilinen arasındaki zihinsel ilişkiyi belirtebilir. Ama, dînî-irfânî Dünyâ-görüşünde insanın görmesi başka türlüdür; her şeyin gerçeğine varır, gerçeği görür. Gerçek gönlünün derinliklerinde yer eder, vicdanında yerleşir” der.

Kur’ân, kâinât ve insan; hepsi de birbirinin değişik görünümleridir aslında. Birini anlamak öbürünü anlamanın kapısını da açar ve anlamak çok kolay hâle gelir. İşte bu yüzden kâinâtı anlamak isteyen birinin önce Kur’ân’ın ruhunu, sonra kendi fıtratını anlayıp kavraması gerekir. Sonra kafasını göğe kaldırıp baktığı-anda her şey ona ayan-açık belli olacaktır. Artık kâinâtı doğru olarak anlamak onun için zor olmayacaktır. Çünkü onun ön-bilgisini daha önce o kendi içinde bulmuştur. Bacon'ın da işâret ettiği gibi, aklımızın almadığı/kavrayamadığı yerde inanç alanına sığınırız.

İsmail R. Fâruki:

“Müslüman için İslâm’dan başka hiçbir bütüncül görüş olamaz. İslâm’ın Dünyâ-görüşü, müslümanların referans çatısını teşkil eder” der.

Hz. Ali:

“İnananların zanlarından sakının; çünkü yüce Allah gerçeği onların dillerine ilhâm eder” der. Dillere ilham etmesi, ilk-önce gözlere/bakışlara ilham etmesi demektir.

Her şey ille de bilim ile yada bilimsel araçlar/deneyler kullanılarak öğrenilecek diye bir şey yoktur. Meselâ “Dünyâ’nın yuvarlak olduğu çeşitli deneyler yapılarak öğrenilmiştir” denir. Fakat aslında “resmen” söylenmeden önce de Dünyâ’nın yuvarlak olduğu biliniyordu. Hem de gözlemciler bunu oturdukları yerden basit bir gözlem yaparak görmüşler ve anlamışlardı: Ay tutulmalarında Dünyâ’nın gölgesinin Ay’ın üzerine düşmesi ve izleyenlerin o gölgeyi eğik olarak görmesi, Dünyâ’nın yuvarlak olduğunun “kesin kanıt”ıdır.

Bulunamayacak olan şey aynı-zamanda bilinemez de.. bilinemeyecek olan şey zâten bulunamaz.

Evet; gerçek gün gibi ortadadır. Kâinâtı “yeniden keşfetme”ye gerek yok. Zâten kendini fazla da göstermez. Bizim muhâtabımız sâdece “yakın gök”tür. Evrenin diğer yerleri bizim için bir “fon”dur. Bize bir yararı da yoktur. Aldatıcılar “oraları” kullanarak gereksiz yere bizi hayâllere kaptırırlar. “Acaba orada ne var?” abes sorusunu sordururlar. Orada “ilk-bakış”ın gösterdiğinden başka hiç-bir şey yoktur. Aslında orada olan sâdece; bizim gönlümüzü, bakışımızı dinlendirecek bir görüntü ve manzaradır. Bir de Kudret göstergesidir. İçeriği bizim için hep sır olarak kalmıştır ve bundan sonra da öyle kalmaya devam edecektir. Zâten sır olarak kalması bizim yararımızadır. Nice sırlar vardır ki açığa çıktığında insanlar ondan zarar görürler. Bizim için kâinâtın diğer bölümleri mahremdir. Sâdece “tek ve basit bakışlar” mahremiyet içermez. Yakın-gök dışındaki yerler için “ilk basit bakış lehimize, sonraki “derin bakışlar” aleyhimize olacaktır. Bunu Rabbimiz de Kur’ân’da bize bildirir:

Ve biz, arza en yakın göğü kandillerle ve bir korumayla donattık. İşler bunlar Azîz ve Alîm olanın takdiridir. Bu durumda eğer yüz çevirirlerse artık de ki: Ben sizi, Ad ve Semud (kavimlerinin) yıldırımına benzer bir yıldırımla uyardım” (Fussilet 9-13).

Evet; bizim muhâtabımız yakın-göktür. Yâni gök-yüzünün belli bir kısmından ötesi yasak ağaç gibidir. Dokunanı yakar. Dokunulduğunda bize günah ve zulüm olarak geri döner. Geçmişin muhabbetini yapmaya gerek yok. Şu-an yaratma devam ediyor. Biz onunla muhâtabız. Kur’ân’ın geçmişe âit tam bir târih vermemesinin nedeni de budur.

Ali Şeriati:

“Hakîkat", aklî delillere muhtaç olmayacak kadar sarih, güçlü ve yakîndir. Hakîkat-adamı, hakîkati tıpkı Güneş’in parlaklığı gibi hisseder, kendi var oluşunu bulup idrâk ettiği gibi, Hakkın varlığını da vicdânında hisseder. Hak-perest insan hak-bulucu bir koku alma duyusuna sâhiptir. Asla yanılmaz güçlü bir duyudur bu. Tıpkı bal-arısının, yüzlerce fersah mesâfeden, binlerce dağ, tepe, ova, karanlık tufan gibi engeller arasından, sayısız yolları, bozuk dağ-yollarını, görünmez kara ve deniz yollarını o yön-bulucu gizemli gücüyle aşarak kendi kovanını bulduğu gibi hak-şinas insan da aynı şekilde hakkın peşine düşer, geceler, tufanlar, tuzaklar, komplolar, binlerce vesvese, baş-döndürücü hokkabazlık arasında hakkın yönünü teşhis eder” der.

İnsanda bilimin ve aklın sınırlarını aşan bir “şey” var. İşte o “şey” ile mutlak-görüşe ulaşılabilir.

Kimse hiç-bir şeyin tamâmını aynı-anda göremez. Üç-boyutun tamâmı aynı-anda görülmez. Dünyâ’da bile bu böyleyken, Dünyâ-dışı evrende tamâmı görülemeyen şey hakkında nasıl bir kesin açıklama yapılabilir?.

Kâinâtı anlamak/anlamlandırmak için bilimsel bir göz yetmez; bilim-ötesi bir gözle bakmak/bakabilmek gerekir. Muhammed İkbâl; bilimin ruhsuz gözünün kâinâtın bütün gerçeklerini görmekten âciz olduğunu söyler.

Belki bir de sanatçı bir gözle bakmak gerekir evrene. Sanat aşamaları pek sevmez. Meselâ Güneş’in doğuşunu yerin ve göğün bir devrimi olarak değil, Güneş’i birden gök-yüzünde gösteren şekilde görür.

“Şimdi perdeni açtık, artık bugün bakışın daha keskindir” (Kâf 22).

Basit fikirlerin etkisinden kurtulmadan doğruya ulaşılamaz. Evet; vahyin penceresinden bakmadıkça kâinât hakkında doğru bir bilgiye ulaşmak imkânsızdır. Kâinâtı vahyin penceresinden bakarak okumak şarttır. Çünkü vahyin karışmadığı ve etki etmediği hiç-bir alan yoktur. İnsan beyninin ritmik atışı için vahyî bir bakış-açısı yakalaması şarttır. Çünkü kâinât sonsuz noktalardan bakarak değil, tek bir noktadan bakarak, tevhidî bir noktadan bakarak anlaşılabilir. Doğruya ulaşmak; Allah’a ulaşmaktır. Zâten Allah, yarattığı her-şeyi, kendisine ulaşmada vesile kılmıştır.

Kâinât sâdece akıl ile değil, kâlp-akıl ilişkisi ile (Tevhid) birlikte anlaşılabilir. Çünkü sâdece birisi olursa eksik kalır. Sâdece akıl, cüzî şeyleri bilebilirken, sâdece kâlp ise hissi şeyleri bilebilir ki ikisi de eksikliklerinden dolayı yanlışa varabilirler.

Kâinâta tevhid bilinciyle bakmak lazım. Bu bilinçle bakıldığında görülecektir ki, tüm kâinât birbirleriyle irtibatlıdır. Sanki deniz ve içindekiler gibi tek bir organizma gibidirler. Biri kıpırdadığında diğerleri de etkilenir. Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi:

“Parça bütünden koparsa anlamsızlaşır”.

Bu söylediklerini neden Müslüman bilim-adamları ve âlimleri daha-önce düşünememiş deniyorsa; Kur’ân gerçek­ten bilim ve uzay çağını başlatmış fakat günümüzde müslümanlar bâzı alanlarda ona ayak uydurmakta gecikmişlerdir. Geciktikleri için de, “gecikmeyenlerin” dediklerini mutlak-doğru olarak kabûl etmek zorunda kalıyorlar. Onların dedikleri şeyler müslüman düşünürlere ayak-bağı oluyor. Hâlbuki kâinât bir müslümanın gözünden çok farklı görünür. Mü’min o îmanlı bakışla kânâta bakmakla yükümlüdür. Kur’ân-ı Kerim insanları bu bakışa/araştırmaya dâvet eder:

“Deki (Ey Muhammed); göklerde ve yerde neler var bakıp araştırın. Fakat inanmayan bir topluma âyetler (deliller) ve uyarılar fayda sağlamaz" (Yunus 101).

“Üstlerindeki göğe bakıp gözlemezler mi? Onu nasıl bina ettik ve nasıl onu donattık. Onda hiç bir gedik yoktur” (Kâf 6).

“Onlar, ayakta iken, otururken, yan-yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru” (Âl-i İmrân 191).

“Onlar göklerin ve yerin melekûtuna ve Allah'ın yarattığı her-­hangi bir nesneye ve belki de ecellerinin yaklaşmış olabileceği­ne bakıp araştırmazlar mı? Artık bundan sonra hangi söze ina­nacaklar" (Araf 185).

“De ki: 'Göklerde ve yerde ne var? Bir bakıverin.' Îman etmeyen bir topluluğa apaçık âyetler ve uyarmalar bir şey sağlamaz” (Yunus 101).

“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiç bir çatlağı yok” (Kâf 6).

“O, biri diğeriyle tam bir uyum (mutâbakat/âhenk) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).

Göz sana yorgun olarak geri döner, yâni aradığını bulamaz. Bu âhenk bozulduğunda âhenk içinde bir gökten bahsetmek mümkün değildir. Allah’ın yaratmasında uyumsuzluk göremezsin, kâinât hiç-bir zaman uyumsuz/âhenksiz bir durumda bulunmadı. Uyumluluk normâl bir durumdur. Uyumluluğun bir önceki hâlinde uyumsuzluk ve anormal bir durum vardır ki kâinât bu hâlde hiç bulunmamıştır. Bir önceki uyumsuz/çirkin hâl çirkinlik/yanlış üreteceği için ve de hatâlı döngüler oluşacağı için kozmik-döngü devâm edemez.

Matematik fizikçisi E. Squirer; “Yakın çevremizde gördüğümüz açık kast ve plân delillerinden, kâinâtın başlangıcında da bir plânlama ve irâde olduğu inancına geçmemiz, gâyet tabii bir adım” diyerek, kâinâtın hiç-bir yerinde ve hiç-bir zamânında plânsızlık, gâyesizlik olmadığının altını çizer.

Plân demek, anlam demektir. Plânsızlığın olmadığını söylemek, anlamsızlığın olmadığını söylemek demektir. Anlamsızlığın olmadığını söylemek ise, anlamsız bir varlığın-vâroluşun olmadığını söylemek demektir. Bu da; anlamlı bir varlığın -bir-önceki durumu ve yapısı tamamlanmadığından eksik ve anlamsız olacağından- anlamsız bir durumda hiç-bir zaman bulunmadığını gösterir.

Yine Seyyid üstadtan dinleyelim…

"Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Çünkü bu yaratmada bir boşluk, bir eksiklik, bir karışıklık yoktur. Gözünü bir çevir bak. Bir kere daha bak, iyice araştırmak, kesin bir sonuç elde etmek için “bir çatlak görebilir misin?” Gözün bir çatlağa, yada bir yarığa veya bir bozukluğa ilişebilir mi? Sonra gözünü iki kez daha döndür bak. Belki de birinci bakışta gözünden kaçan bir şey olur da bu sefer ortaya çıkarmış olursun. Bir daha bak, bir daha bak "göz aradığı kusuru bulmaktan umudu keserek yorgun ve bitkin bir hâlde sana döner".

Çağdaş bilimin bâzı yönlerini ortaya çıkardığı şekliyle bu evrenin özüne ve kusursuz nizâmına ilişkin bâzı şeyler öğrenenler dehşete kapılıyor, kendilerinden geçiyorlar. Fakat aslında bu evrenin görkemini, göz-alıcılığını algılamak için böyle bir bilgiye de gerek yoktur. Çünkü sâdece çıplak bir bakış ve yalın bir düşünme ile evrenle iletişim kurabilme yeteneğine sâhip olması yüce Allah'ın insana yönelik büyük nimetlerinden biridir. Çünkü kâlp  açık ve gelen sinyâlleri karşılamaya hazır olduğu zaman, bu dehşet verici ve göz-alıcı güzelliğe sâhip olan evrenden gelen mesajları dolaysız algılar. Bu dehşet verici ve şaşırtıcı evrenle ilgili düşüncesiyle ve gözlemiyle bir şeyler bilmeden önce bir canlının bir başka canlı ile iletişim kurması gibi iletişim kurar.

Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim insanları yalnızca bu evrene bakmaya, evrensel sahneleri ve olağan-üstülükleri düşünmeye çağırmakla yetiniyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerim her çağdaki tüm insanlara hitap eder. Hem ormanda yaşayanlara, hem çölde yaşayanlara, hem şehirlilere, hem de denizlerin üzerinde dolaşanlara hitâp eder. Okuma-yazmasız halk kitlelerine hitâp ettiği gibi, astronomi bilginine, tabiat bilginine ve teorisyenlere de hitâp eder. Bunlardan her biri kendisi ile evren arasında iletişim kuracak, kâlbinde evreni düşünme, algılama ve algıladıklarından haz alma duygularını harekete geçirecek mesajlar bulur Kur’ân'da.

Peygamberimiz de  bir hadisinde “gök-ilmi”ni çok hayırlı görmüş ve  önemini şöyle belirtmiştir:

"Allah'ın en hayırlı kulları, O’nu anmak için Güneş, ay, yıldızlar ve gökleri îtina ile izleyenlerdir".

Kâinât, “Allah’ın adıyla oku”nmadığı/bakılmadığı zaman hakkıyla anlaşılamaz.

Kâinât, tanım yapılmasına gerek duyulmayacak kadar açıktır.

Kâinât kendini, Kur’ân’ ın penceresinden bakmayana puslu gösterir, net göstermez. 
Devamını Oku »