29 Mayıs 2022 Pazar

Din-Felsefe Yada Dağ-Deniz Çatışması


“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın” (Mâide 44-50; Âl-i İmran 118-120; Bakara 85-86; A’raf 3).

 

“Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

 

Felsefe “kıyı düşüncesi”dir; denize ve kıyıya yaklaştıkça açığa çıkar ve fazlalaşır, onun düşüncesi sanki denizden gelir. Din ise “dağ düşüncesi”dir yada dağda gelen vahiyle başlayan düşüncedir. Peygamberlere vahiy hep dağda gelmiştir. Dağa yaklaşıldıkça dînî düşünce ve duygu daha ağır basar. Bunun nedeni kanımca, dînin köklü olması, çok sağlam olması, net olması ve değişmemesidir, zîrâ dağ da değişmez, çünkü kökü çok derinlerde olduğundan dolayı sağlamdır. Rasîn kelimesi, Arapça “ravasa” fiil kökündendir. Ravasa fiilinin anlamı; “bir şeyi sarsılmaz hâlde sâbitlemek, demirlemek, bağlamak” demektir. Dolayısıyla dağ kelimesi sözlük anlamı îtibârıyla “sağlam ve sarsılmaz, yetenekli ve kuvvetli olan yaratık” demektir.

 

Dünyâ’nın özellikle batı-kıyıları dîne daha uzak ve soğuktur. Bunun nedeni kanımca, buralara peygamber gönderilmemiş olmasından dolayıdır. Bu bölgelere peygamberlik ve din direkt olarak değil de dolaylı olarak ulaşmıştır târih boyunca. Bu nedenle sürekli peygamberlerin gönderildiği doğu’nun kıyılarında felsefe, din ile kaynaşabildiğinden dolayı dîne daha sıcak ve din ile iç-içedir. Peygamberler yâni tek hak-din olan İslâm peygamberleri hep dağ-merkezli doğu’dan çıktığı için, -doğu’da da şirk ve küfür görülse de- doğu’da din insana ve mekâna içkindir.

 

Dağlara çıkıldığında ve hak bir düşünce dağlara çakıldığında sonuna kadar durur. Fakat deniz dalgalıdır, denizden gelen de dalgalı olur ve değişir durur. Felsefî düşünceler suya yazılmış yazılar gibidir, bu yüzden kısa zamanda silinir gider ve kaybolur. Bu nedenle sürekli yeniden yazılması gerekir. Fakat her yazıldığında yeni şeyler eklenir ve sonuçta “ilk yazıldığı gibi” olmaktan çıkar. Çünkü felsefe ve deniz sâbit olmadığı için köklü değildir. Sâbit olmayan şey hakîkat olamaz, zîrâ hakîkat sâbit olandır. Din’de ve dağda oynaklık olmaz, ileri-geri hareketler olmaz, ona basanlar sağlam yere basmış olurlar. Bu da insana güven verir. Çünkü dinler ve dağlar, kişiyi değişmeyeceğinden, batmayacağından ve sallanmayacağından emin kılar.

 

Felsefenin çıkış kaynağı olan kıyıda yâni denizde/suda ayağını sağlam basacak bir yer yoktur. Biraz ilerleyip de basıldığında batıp boğulma tehlikesi çoktur ki yüzmesini iyi bilenler bile boğulma tehlikesi yaşarlar. Deniz değişken ve kaygan olduğu için felsefe de değişken ve kaygandır. Nicelerinin ayağını kaydırmıştır yada boğmuştur. Ama dağ sâbit olduğu için din de sâbittir, dağ sâbit ve sağlam olduğu için ayakları kaydırmaz ve sâbit tutar. Bir yazıda felsefe-deniz ilişkisi şöyle gösterilir:

 

“Eski yunan düşüncesi yâni felsefe, şu-anda Aydın İli’ne bağlı Milet’te başlamıştır. Miletos, bugün her ne kadar bir liman kenti olmaktan çıkmış olsa da o zamanlar denize sıfır bir liman kentiydi. Ege bölgesinde Büyük Menderes Nehri’nin hemen ağzına yakın deniz kıyısında bir antik liman şehriydi. Liman kenti olmasının anlamı şudur: Felsefe her zaman için bir ‘kıyı’ söylemidir. Kıyıda gelişmiş bir söylemdir. Eski filozoflar Thales, Anaksimandros, Anaksimenes gibi filozoflar sophia’yı öğrenmek, araştırmak amacıyla yola çıkan insanlardır. Bunlar gemilere binerek o zamanki doğu Akdeniz sahillerinde Mısır ve Mezopotamya kültürlerinde meydana getirilmiş olan geometri gibi, astronomi gibi bilgileri öğrenmek üzere yola çıkarlardı”.

 

Yunan felsefesi İyonya’da yâni İzmir ve Aydın gibi kıyılarda başlamıştır. (Gerçi İyonya’nın Yunan olup-olmadığının tartışmaları da vardır ki bu tartışmalara göre İyonya’nın Yunan’a değil, Anadolu’ya âit olduğu görüşü baskındır). Kıyı, her zaman dîne uzak ve mesâfeli bir düşünce geliştirir. Bu yüzden burada başlayan felsefe maddeyi yâni doğa-bilgisini merkeze almıştır. İlk filozoflar birer doğa-bilginidirler. Doğayla uğraştıkça maddeyi merkeze almış ve dinden-mâneviyattan uzaklaşmışlardır. Bu durum Helenizm’e ve Roma’ya da yansımış ve yaygınlaşmıştır. Bir Yunan-Roma yada greko-romen uygarlık olan modernizmin de Allahsızlığı buradan gelir. Modern-bilim modern bir Allahsızlıktır. Allah’ın yarattığı maddeyi ve tüm varlığı, Allah’ı hesâba katmadan araştırırlar. Kesin ve doğru sonuçlara bir türlü ulaşamamalarının nedeni budur. Bu araştırmaların sonuçlarının insana hep zarar olarak yansıması bu yüzdendir.

 

Batı felsefesi Thales’le başlar. Thales, Milet’te deniz kıyısında yaşamıştır. Zâten felsefesinin temeline de suyu koymuştur. Her-şeyi suya bağlamıştır. Her-şeyin  kaynağının da döneceği yerin de su olduğunu söylemekle suyu ilahlaştırmıştır. Suyu “en büyük güç” olarak görmüştür. Felsefesi su-merkezli olmuştur. Hâlbuki su sâdece canlıların yaratıldığı şeydir. Thales “her-şey tanrılarla doludur” derken, “her-şeyin canlı olduğunu, her-şeyin, içinde tanrısal bir yaratıcı gücü taşıyan su ile dolu olduğunu” kastetmektedir. Her-şeyde su olduğuna göre, Thales’in “tanrı” dediği “su”dur. Suyu tanrılaştırması, Thales’in su yâni deniz kenarında yaşaması ve suya baka-baka her-şeyi su olarak görmesinin bir sonucu olsa gerektir.  

 

Deniz yada felsefe, zenginlik ister, maddî-dünyevî zenginliği yakalayamadığında bilgiye ulaşamaz ve üretemez. Çünkü felsefe için boş zaman gerekir ki boş zaman da “hazır para” ister. Oysa dağ yada din, çalışmayla birliktedir. Hattâ çalışırken öğrenir ve öğretir.

 

Yunanlıların ilk felsefî-bilimsel çalışmalarının batı Anadolu’nun zengin ve gelişmiş liman şehirlerinde, örneğin Milet, Efes, Teos, Klazomenai, Samos ve Kos gibi yerlerde olması bir gerçeği yansıtmaktadır ki, o da bu yerleşim yerlerinin deniz ticaretinin ana-merkezleri olmasıdır.

 

Denizin en ortasında mâvi gök ve mâvi sudan başka bir şey görülmez, yorum yapacak bir şey yoktur. Çünkü her-şey tek bir şeydir. (Batı’nın her-şeyi ve herkesi tek-tipleştirmek istemesinin nedenlerinden biri de bu olabilir). Denizde çeşitlilik yoktur. Bu, kıyaslama ve öz-eleştiri yapmayı blôke eder. Bu yüzden felsefe hep kısır kalır. Dağda ise manzara derindir, varlık çeşitlidir ve yoruma müsâittir. Üstelik dağ, yanlış yorum kabûl etmez. Biraz ileride yanlışı ortaya koyuverir.

 

Felsefe, mutlak sonuçlar elde etmeyi hayâtî bir problem olarak görmez. Jasper’in dediği gibi, felsefe “dâima yolda olma” çabasının bir yansımasıdır. Menzile bir türlü varamaz. Felsefede yeni ve özgün bir felsefî sorunu ortaya koymak, felsefî bir probleme yeni bir cevap vermek kadar değerlidir. Çoğu filozof için birincisi, ikincisinden daha önemlidir. Felsefî bilgi akla dayanır; eleştirici ve sorgulayıcı bir nitelik taşır. Hâlbuki kesin bilgiye ulaşmak için bâzen de sorgulamadan vazgeçmek ve teslîmiyet gerekir. Hakîkat işte ancak o zaman kendini açığa çıkarır ve gösterir.

 

Gerçi felsefe yâni batı felsefesi, “bilmek için bilmek” yolundadır. Din, dağ yada doğu felsefesinde ise bilmek “yapmak için”dir. Bir şeyi yapmayacak olduktan sonra onunla ilgili bilgi elde etmenin ne faydası vardır?.

 

Batı felsefesinde yada kıyı düşüncesinde “bilmek için bilmek” önemli ve yeterli görüldüğünden dolayı, hem “yapmak” ve hem de yapmakla ilgili olan “ahlâk” cılız kalır. Din’de yada dağda veyâ doğu felsefesinde “yapmak için bilmek” önemli olduğundan dolayı yapmak ve ahlâk öne çıkar. Leibniz, batı ve Çin’in ahlâk anlayışını birbiriyle karşılaştırmış ve şu sonuca varmıştır: “İşte içinde bulunduğumuz durum. Ahlâkın çöküşü artık o ölçülere vardı ki bize bir-an önce Çinli misyonerlerin gönderilmesini gerekli buluyorum”.

 

Felsefe yada deniz, uzaktan izlendiğinde iyidir, hoştur. Fakat içine girildiğinde felsefe ve deniz sizi derinlere doğru çeker ve en sonunda koyu karanlıklara kadar sürükler. Buralara kadar ilerleyenlerin dermanını keser ve kişi çırpınmaya başlar. Tabi böyle olduğunda kişinin tek düşüncesi kıyıya ulaşmak olur. Lâkin kıyıdan epey uzaklaşmıştır ve geriye dönüş zordur. Deniz yâni felsefe, “yüzerek” aşılabilecek gibi değildir, insanın dermânı da yetmez. Fakat dağlar, size üzerinde yürüme imkânını her zaman verir. Bu bağlamda, Hz. Îsâ’nın denizde yüzmek yerine denizin üzerinde yürümesi anlamlıdır.

 

Denize ve felsefeye yaklaştıkça dağdan ve din’den uzaklaşmak kaçınılmazdır. Denize ancak dağdan-tepeden bir yerden bakınca esintisi güzel olur ve keyif verir. Felsefe de ancak vahyin kontrôlünde ve düzeltmesinde-elemesinde olursa yararlı olur. Çünkü denize ve felsefeye kıyıdan girmek insanı bir türlü tatmin etmez ve deniz ve felsefe insanı derine-derine çeker. Fakat derinlere açıldıkça kişiyi dermansız bırakır ve geri dönülmez yerlere taşıyabilir ki çoğunlukla böyle olur. Yâni deniz ve felsefe aldatıcıdır, saptırıcıdır ve boğucudur. Zîrâ denizde ve felsefede sağlam bir zemin yoktur. Üstelik deniz de felsefe de insanın susuzluğunu gidermez, zîrâ suyu tatlı değildir.

 

Felsefe köksüz, dayanaksız ve sınırlı olduğu ve olmak zorunda olduğu için hiç-bir zaman yeterli gelmez, insanı iknâ ve tatmin etmez. Böyle bir amacı ve çabası da yoktur. Zâten sâdece beyne ve zihne hitâp eder. Metafiziği bile yine bunlar üzerinden değerlendirmeye çalışır. Bu nedenle de sürekli olarak sorgular durur ama bir sonuca ulaşamaz. Oysa din öyle değildir, hem zihne-beyne, hem de kâlbe-rûha hitâp eder. Bu nedenle iknâ edicidir, tatminkâr kılar. Bu da îman ve itaati açığa çıkarır. Bu îman ve itaat coşkusu ile, -felsefeye saçma gelen- fedâkâr eylemlerde bulunabilir; uykusunu böler, aç kalmaya râzı olur, parasının bir miktârından vazgeçer ve her-şeyden vazgeçerek en sonunda canını bile ortaya koyabilir. Zîrâ iknâ olmuştur, inanmıştır ve bu nedenle adanmıştır.

 

Aslında felsefe, din kendisine saçma geldiği için sorguluyor değildir, dîni, kendisine zor geldiği için sorgulamakta ve böylece şeytanın da fısıldamalarıyla ortaya çıkan yorumlarla bu sorumluluklardan kurtulmak istemektedir. Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf da böyledir. Sürekli ve aşırı yorum, kişinin eyleme dönmesini engeller de kişinin diline vurur. Felsefecilerin ve tasavvufçuların boş-boş konuşup durmaları bu yüzdendir.

 

Felsefenin bir îman sorunu vardır. Çünkü Dünyâ sınırsız-sonsuz değildir, hayât kısadır ve nihâyet ölüm yakındır. Böyle olunca da Dünyâ’yı ıskalamak istemez ve nefsince (gönlünce değil) düşünmek ve yaşamak ister. Fakat içinde sürekli bir huzursuzluk vardır. İşte felsefe denilen şey, yapılan nefs-merkezli yorumlarla bu huzursuzluğu bastırmak için ortaya konulan yeni ve farklı düşüncelerdir. Tabi felsefe bunu yaparken kayda değer düşünceler, sorular ve cevaplar da açığa çıkarır. O-hâlde felsefe, eleksiz yaklaşılmaması gereken bir alandır. Bu nedenle de felsefe ancak “din eleği” ile elendikten sonra faydalı olabilir. Çünkü felsefenin çürüklerini ayıklayabilecek olan şey sâdece din’dir ki bu din de elbette, tek hak din olan İslâm’dır.

 

Felsefe yada deniz, insanı gevşetir, tembelleştirir ve bu nedenle de yozlaştırır. Zâten felsefeyle uğraşmak yada deniz çevresinde bulunmak için mutlakâ boş zamâna ve biraz da zenginliğe ihtiyaç vardır. Felsefe ve deniz, boş adam ve boş zaman işidir. Dolayısıyla bir sorumsuzluk durumudur. Oysa din yada dağ insana sorumluluklar yükler, bu da kişiyi sürekli aktif yapar, dinç kılar, dik ve diri tutar. Denize yakın yerlerin havası sıcak ve bunaltıcı, dağın havası serin ve iç-açıcıdır. Dinde yada dağda olmak sürekli olarak yeni bir işte olmayı, zamân isrâf etmemeyi gerektirir.

 

Felsefe ve deniz nefse, din ve dağ rûha hitâp eder. Felsefe ve denize yaklaştıkça çıplaklaşma, dîne ve dağa yaklaştıkça örtünme olur. Denizi görmek kişide soyunma güdüsü, dağı görmek ise kişide giyinme dürtüsü oluşturur. Felsefe gevşetir, din sıkılaştırır.

 

Felsefeyi yunanla başlatırlar. Doğu’da da felsefe denen bir düşünce vardır, fakat peygamberlerin bahsettiği ve getirdikleri şey felsefe değil, “hikmet”tir. Hikmetin kaynağı ve kökü ilk insana kadar gider. Felsefe ise şunun şurasında 2.600 yıl öncesine Thales’e kadar gidebilir ki bu nedenle temele kadar dayanan derin bir kökü yoktur.

 

Felsefe yeni ve türedi bir şey olduğu için, -balıkçılık ve denizcilik hâricinde- “denize girmek” ve “deniz turizmi de yenidir. Eskiden insanlar deniz kenarında yaşıyor olsalar bile, ilkbahar başladığında yaylaya çıkarlardı, bu nedenle çocukken yada balık tutmak için denize girilse bile, yüzmek için kalabalıklar hâlinde denize gitmek ve denize girmek diye bir şey yoktu yada çok sınırlıydı. Çünkü tarım ve hayvancılık kültürü buna uygun değildi. Greko-romen uygarlığın yâni felsefenin modernleşmesiyle birlikte batı’da başlayan bir şeydir deniz turizmi ve kitleler hâlinde denize girmek. Din’den-dağdan uzaklaşıldıkça ve felsefeye-denize yaklaşıldıkça çıplaklaşma başlar ve çıplaklaşma deniz kültürünü açığa çıkarır. Felsefeye girmek ve felsefeyi benimsemek için din’den soyunmak, denize girmek için de elbiselerden soyunmak şarttır.

 

Din’de bir tevâzu ve tevbe vardır. Felsefede ise bir kibir ve aşırılık. Bu kibir şeytanla başlar. Cennette Hz. Âdem ile Havvâ’yı felsefe yaparak ve boş vaadler vererek kandıran şeytanın “ilk felsefeci ve ilk filozof” sayılması gerekir. Din, bir yanlışlıkta tevbe etmeyi emrederken, felsefe ise yanlışlığı, “ilerlemenin bir nedeni ve aracı” olarak görür ve yanlışı kutsar. Oysa hakîkate ulaşmak yanlış üzerinde gide-gide değil, tevbe ede-ede ve vahyi izleye-izleye olur.

 

Deniz ve felsefe ne kadar derin olsa da en-nihâyetinde bir sınırı vardır ve denizin en dibinde biter, böylece Dünyâ’da kalır ve kişiyi Dünyâ’ya hapseder. Oysa din ve dağlar kişiyi göklere baktırır ve göklerin bitiş-noktası yoktur yada görünmez, bilinmez. Zâten din gökleri de aşar-gider de âhirete ulaştırır.

 

Felsefe sâhil-deniz düşüncesiyken; din, dağ ve piknik etkinliği ile tezâhür eder. Plânsızca da olsa dindar olanların deniz yerine dağları-pikniği seçmesinin temel nedeni kanımca budur. Bir toplumun ne olduğunu anlamak istiyorsanız, o toplumun dağları mı yoksa deniz kenarlarını mı kalabalıklaştırdığına bakmanız gerekir. Çeşitli sapmalar sonucu din, dağ ve piknikte de sınırları aşanlar ve sapanlar olabilir fakat bu sapmalar hiç-bir zaman felsefedeki ve denizdeki sapmalar kadar olmaz.

 

Din ve vahiy ile dağın ilişkisi ilginçtir. Diğer peygamberlerle ilgili açık bir bilgimiz olmamakla berâber Zerdüşt, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed’in ilk vahiy alışlarıyla ilgili olarak bir dağ örnekliği vardır. Bu peygamberlere peygamberliklerini bildiren ilk ilâhî hitâp veyâ ilk vahiy yada ilham dağda gelmiştir. Hz. Mûsâ’nın Kur’ân’da açıkça belirtildiği gibi ilk vahye mazhar oluşu, Tûr Dağı’ndaki Kutsal Vâdi Tuva’dadır. Hz. Îsâ’nın ilâhî sesi işitmesi, bâzı İncillere göre Kudüs yakınındaki Zeytin Dağı’nda olmuştur. Hz. Muhammed’in ilk vahye mazhâriyeti ise bilindiği gibi Mekke şehri yakınındaki Nûr Dağı’ndaki Hira mağarasındadır.

 

“Vahiy olgusu ve peygamberlerin peygamberlikleriyle ilgili bu dağ bağlantısının anlamı nedir?. Niçin Allah ilk vahiy olgularını dağda gerçekleştirmiştir?. Bu, vahyi ve peygamberliği daha iyi anlamak için önemli midir?” sorularına net bir cevap verilemese de, dağ örnekliğinin her üç peygamberle de ilgili oluşu bir tesâdüf olamaz. Bunun mutlakâ bir anlamı ve nedeni olmalıdır. Kanımca vahyin dağda inmesi, insanın dağda daha iyi odaklanabilmesinden dolayıdır. Dağ, insanı kendi içine döndürür, çünkü dağda tam bir sessizlik vardır ki ilk inen vahye ancak böyle bir sessizlikte odaklanılabilir. Gayb, dağa daha uygundur. 

 

Peygamberleri dağa çeken bir şey vardır. Hz. Nûh bile sudan kurtarılıp dağa çekilmiştir. Yine, Hz. İbrâhim’e, gönlünün mutmain olması için dağ gösterilmiştir ve parçalanan kuşları dağa bırakması emredilmiştir.  

 

Denizde vahiy gelmez, zîrâ deniz, vahyin inmesine uygun bir yer değildir. Çünkü deniz, dağ gibi “kutsal” olmaya uygun değildir. Kutsal dağlar vardır ama kutsal deniz yoktur. Bir şeyin kutsal olması için oynak olmaması ve sâbit olması gerekir. Fakat dağı kutsallaştıran, rakımın yüksek olması değil, vahyin dağda gelmesidir. Nice dağlar vardır ki emâneti yüklenmekten korkar, zîrâ vahyi taşıyamaz ve parçalanır da yıkılır gider. Bu yüzden vahiy dağa değil, “dağda” gelmiştir, “dağdaki” bir insana gelmiştir.

 

Batılılaşma yada modernleşme, din’den ve dağdan vazgeçip, felsefeye ve denize doğru meyletmektir. Batılılaştıkça ve modernleştikçe nefis kışkırtılır ve ruhlar kâlbin bir kıyısına-köşesine sıkıştırılır. Böylece insanın dengesi bozulur. Zîrâ insan beden ve rûh olarak iki özellikten oluşur. Denge kaybolunca ve terâzi bozulunca ise her türlü adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, şirk, küfür ve zulüm ortaya çıkar ve toplumu yozlaştırıp çürütmeye başlar. İşte din, vahiy ve peygamberlerin gönderilmesinin nedeni budur. Vahiy ve peygamberler, ruhları besler-büyütür ve beden-rûh dengesi kurar. Bu denge elbette vahiy ile kurulur ki vahiyler peygamberlere ilk başta dağda gelir. Zîrâ dağ, nefsi sâkinleştirir, normâlleştirir ve varlıktaki o âhenge odaklar. Varlığın muhteşemliğine odaklananlar mecbûren Allah’ı hatırlar ve O’nu düşünmeye başlarlar. Bu odaklanmayı denizde ve felsefede yapmak ise zor ve sınırlı olur.

 

Felsefe maddeden kurtulamaz ve netîcede maddenin bilgisi olan bilime ulaşır. Bu bilim modern-bilim olur ki modern-bilim sâdece “bilmek için bilmek”tir. İlim ise Allah rızâsını ve âhireti gözetir. Bilim ortaya çıkınca felsefe yavaşlar. Felsefe Dünyâ’ya dönüktür, Dünyâ ile sınırlıdır. Dolayısı ile felsefe sınırlıdır. Oysa din, ilim ortaya çıkarır ki bu hem maddî hem de mânevî bilginin sentezidir. Üstelik âhirete dönüktür. Âhirete dönük olduğu için de din sınırsızdır. Deniz ve felsefe insanı yerin en dibine yakın tutarken, din ve dağlar ise insanı göklere ve cennete yakın tutar.

 

Dünyâ dağdan bakınca farklı, denizden bakınca farklı gözükür; din’den bakınca farklı, felsefeden bakınca farklı görünür.

 

Din, insanın hem bedenine hem de rûhuna yönelik olduğu için kişiyi tatmin ve iknâ eder ve îman etmesine yol açar. Böylece insan eksiklikten kurtulur. Oysa felsefede sürekli olarak soru(n)lar vardır, bu da sürekli olarak boşluk ve eksiklik ortaya çıkarır. Çünkü felsefe sâdece beyne-zihne yöneliktir. Bu yüzden de aradığı iknâ ve tatmin edici cevapları  bir türlü bulamaz da sorar ve araştırır durur. Zîrâ kâlp ve rûh hesâba katılmadıkça ve tam-aksine inkâr edildikçe, zihni zorlamakla ve beyin fırtınası yapmakla o iknâ ve tatmin edici cevâba ulaşmak aslâ mümkün değildir. Felsefecilerdeki ve filozoflardaki o huzursuzluğun nedeni budur. Çünkü sâdece bilgi ile olmaz. Rûhu ve kâlbi hesâba katmayınca bilinç ortaya çıkmaz. Kuru-bilgi kişiyi zinhar teselli etmez. İş, bilmekle bitmez. Dînin ve vahyin kazandırmış olduğu bilinçle kişi amele-eyleme dönmedikçe de bir tatmin oluşmaz. Vahyi ve Allah’ı hesâba katmadıkça yâni bilgi ve bilinç vahiy-merkezli olmadıkça insanın tatmin bulması mümkün olmaz. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulabilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

24 Mayıs 2022 Salı

Allah’ı Merkeze Almak, İnsanı Merkeze Almak

 

“(Yer) üzerindeki her-şey yok olucudur; Celâl ve ikrâm sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâkî kalacaktır” (Rahmân 26-27).

 

Bu âyete göre biz merkeze, “fânî olan”ı değil, “Bâkî Olan”ı alırız ki bâkî olan tek varlık Allah’tır. İslâm, “Allah’ın merkeze alınması dâvâsı”dır. Zâten insanlık târihi, merkeze insanın mı yoksa Allah’ın mı alınacağının düşünsel ve eylemsel alandaki savaşımın târihidir. Allah, seçtiği elçiler ve gönderdiği vahiyler ile merkeze mutlak anlamda Allah’ın alınmasını emreder. Zîrâ küfür, şirk ve zulüm, “merkeze Allah yerine insanın, aklın, maddenin yâni Allah’tan gayrı şeylerin ve kişilerin alınması” demektir.

 

İnsanlık dönemleri 2’ye ayrılır: 1-Allah’ın merkeze alındığı dönemler; 2-İnsanın merkeze alındığı dönemler. Aslında târih boyunca, merkezde Allah olduğu söylenmiş olsa da eylemde hep insan merkeze alınmış ve “belirleyici” hep insan olmuştur. Bu durum sâdece peygamberler ve onlardan hemen sonra devâm eden kısa sürelerde değişmiş ve “mutlak anlamda” merkeze Allah alınmıştır. Tabi modernizme gelene kadar Allah, merkezde olmasa da merkeze yakın olmuştur yada en azından, ucundan-kıyısından olsa da hesâba katılmıştır. İnsanın ve aklın yâni modernizmin Dünyâ’ya hâkim olduğu son 250 yıldır ise merkeze kesin olarak insan alınmaktadır. İşin tuhaf ve acı tarafı, kendisine “müslüman” diyen ve dört duvar arasında “Kur’ân-Kur’ân” sloganı atanlar da, pratik hayatta merkeze insanı ve aklı almaktan bahsedip durmaktadırlar. Fakat şu iyi bilinmelidir ki, Allah’ı merkeze almayan hiç-bir din “hak din” değildir.

 

Şunu söylemek artık şart olmuştur: “İki çeşit müslüman vardır; 1- Allah’ı merkeze alarak İslâm’ı yaşayanlar. 2- İnsanı merkeze alarak İslâm’ı yaşadığını zannedenler.

 

Modernite bir “insan-altı uygarlık”tır. Modernitede merkeze insan alındığı söylense de aslında merkeze alınan şeyler, insandan aşağı olan maddî şeylerdir, merkezde hep madde vardır. İslâm ise, insan-üstü medeniyettir. Çünkü İslâm medeniyetinin kaynağı Allah’tır. İslâm’da merkeze mutlak anlamda sâdece Allah alınır. Merkeze Allah’ın alınması, merkeze vahyin yâni Kur’ân’ın, Peygamber’in, âhiretin yâni İslâm’ın alınmasıdır. İslâm, “insan yerine mutlak anlamda Allah’ın yâni İslâm’ın merkeze alınması” demektir. Allah’ın merkeze alınması, -aynen göklerde olduğu gibi- “koşulsuz-şartsız Allah’a îman ve itaat etmek” demektir. Zâten Allah yerine insanı merkeze almak küfür, şirk ve zulümdür. Zîrâ insanı merkeze aldığınızda, insanın düşündüğü, söylediği ve yaptığı hiç-bir şeyi eleştiremezsiniz. Yâni insanı ilahlaştırmış olursunuz.

 

İslâm, mevcuda karşı aykırılıkla gelir. Gönderilmiş tüm peygamberler sisteme ve mevcuda aykırı söylem ve eylemlerde bulunmuşlardır. Peygamberlere karşı olunmasının nedeni budur. İslâm’ın özünde vardır bu aykırılık. Çünkü İslâm, “şeytan ve nefsi yâni insanı merkeze almak” yerine “Allah’ı, dîni ve vahyi merkeze almayı hâkim kılmak savaşımı”dır. İşte bu aykırılık moderniteye karşı da gösterilmelidir. Çünkü modernite, insanı merkeze almanın ve ilahlaştırmanın mevcut ideolojisidir. Bu nedenle İslâm, tüm Allahsızlıklar gibi Allahsızlığı merkeze alan moderniteye de aykırıdır ve karşıdır.

 

Mevcut modern sistem bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ne kadar da kolaydır, zîrâ “nefsi merkeze almak” yeterlidir. Sisteme aykırı bir din (İslâm) bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ise ne kadar da zordur. Zîrâ nefsi karşınıza almanız gerekir. Nefsi karşınıza almak, şeytanı ve tâğutları karşınıza almayı gerektirecektir. Aslında insanı merkeze almak, başta şeytan olmak üzere nefsi ve kendisinde Allah’tan başka güç vehmedilen kişiler ve şeyler olan tâğutları merkeze almak demektir. İslâm ise; “şeytana, nefse ve tâğuta düşmandır ve tüm çabası onların merkezde olmasını engellemek ve merkeze mutlak anlamda Allah’ı koymak”tır. 

 

İnsanı merkeze almak, “maddeyi merkeze almak” anlamına gelir. Modernizmde -maddeyi merkeze alarak- aşırı araştırma-inceleme yapmak ve madde üzerinde çalışmak, “maddeyi ilahlaştırmak”la sonuçlanmıştır. Madde kutsallaştıkça, madde üzerinde çalışan insan ilahlaşmış ve merkeze iyice yerleşmiştir.

 

İslâm, Allah’a dayanan, Allah’ın onaylandığı “tek hak din”dir. İslâm, Hz. Muhammed ile değil, Hz. Âdem ile yâni ilk insan ile başlar. Hz. Muhammed İslâm’ın son temsilcisidir ve dînin tamamlayıcı elçisidir. Tüm peygamberler müslümandırlar. İnsanlar her peygamberle birlikte İslâm’a yeni isimler vermişlerdir. Tabi Hz. Muhammed’e ve Kur’ân’a gelinceye kadar inen tüm vahiyler tahrif ve tahrip edilmiştir. Bu nedenle de Hz. Muhammed ve Kur’ân ile, tek hak din olan İslâm’a son şekli verilmiştir. Böylece din kemâle erdirilmiş ve tamamlanmıştır.

 

Tek hak din olan İslâm’ın sürekli olarak söylediği bir şey vardır: Merkeze ya Allah’ı, âhireti yâni ölümden sonra dirilmeyi ve yargıyı (cennet ve cehennemi), Kur’ân’ı-vahyi, peygamberi yâni dîni alırsınız; yada aklı, mantığı, nefs-merkezli akla ve mantığa göre ortaya çıkarılmış olan felsefeyi, mistisizmi, bâtınîliği, tasavvufu ve nihâyet modern-bilimi ve teknolojiyi ve de Allahsız ideolojileri, sistemleri, düşünceleri vs. merkeze alırsınız ki bu, “insanı yâni beşeri merkeze almak” demektir. Tüm vahiyler ve peygamberler bunu söylemiştir. Tabi insanı merkeze almamak, insanı ve aklı değersizleştirmek anlamına gelmez. Sâdece, “insanı ve aklı merkeze alıp da ilahlaştırmamak” anlamına gelir. Aklı kullanmak şarttır; aklı merkeze almak ise şirktir. Allah yerine aklı yâni insanı merkeze almak, târih boyunca materyâlizm ile sonuçlanmıştır. Böylece dîn ve vahiy-merkezli akıl değil, madde merkeze alınmaya başlamıştır. İnsanın ve aklın merkeze alındığı tüm süreçlerde madde ilahlaşmış ve maddeye tapılmaya başlanmıştır.

 

İnsanı merkeze aldığınızda artık siz de insan olduğunuz için kendinizi tanrı gibi görebilirsiniz ve görürsünüz de. Çünkü merkezde insan vardır ve insan ne derse ve ne isterse o olur. Dolayısıyla aklınıza-mantığınıza uymayan şeyleri kabûl edemezsiniz, etmezsiniz. Bu nedenle de dîni yâni İslâm’ı ya hiç yada bütünsel olarak kabûl etmeniz veyâ kabûl ettiğinizi söyleseniz de bunu hakkıyla uygulamanız yâni Kur’ân’ın dediği ve tüm peygamberlerin yaptığı gibi kendinizi İslâm’a yâni Allah’a adamanız mümkün olmaz. Sonuçta da âhirette pişmân olanlardan olursunuz. Çünkü insanı merkeze almışsınızdır ve siz de insansınızdır ve de Allah yerine insana tapmışsınızdır. Zîrâ “merkeze neyi yada kimi almışsanız ona tapıyorsunuz” demektir.

 

Allah’ı merkeze aldığınızdaysa, -bırakın ilahlaşmayı ve tanrı olmayı- Allah’tan başka bir yücelikten ve aşkınlıktan bahsedemezsiniz. Zîrâ siz Allah’ı merkeze aldığınızda ancak “kul” olabilirsiniz. En ileri derecedeyse “takvâlı bir kul” olabilirsiniz ki zâten insanın Dünyâ’da iken erişebileceği en büyük makam ve mevkî budur.

 

Merkeze aldığınız şey kânun ve kural koyucunuz, kader belirleyicinizdir yâni ilahınızdır. Merkeze aldığınız şey sizin dîninizi, tasavvurunuzu, düşüncenizi, söyleminizi ve eyleminizi belirler. O-hâlde bunları ne belirliyorsa dîniniz de ilahınız da o olmuş olur.

 

İnsanı merkeze alanlar her-şeyi insana bağlarlar. Ahlâkın kaynağını, bilginin kaynağını, iyiliğin her-şeyin kaynağını insana bağlarlar. Çünkü merkeze insanı almışlardır. Oysa mü’minler her iyiliğin, güzelliğin, bilginin, ahlâkın vs. kaynağını Allah’a bağlarlar. Zîrâ merkeze sâdece Allah’ı almışlardır. Zâten insanın başına gelen tüm iyilikler Allah’tan, tüm kötülükler ise insanın kendi yaptıkları yüzünden gelmektedir: (Nîsâ 79, Şûrâ 30). Allah’ı merkeze almayan ve onun yerine beşeri merkeze alan insan; kötülüğün, yanlışlığın, çirkinliğin, adâletsizliğin, eşitsizliğin, ahlâksızlığın, küfrün, şirkin ve zulmün nedenidir.

 

Tabi İslâm’da insan, Hristiyanlık’taki gibi ille de kötü ve günahkâr bir varlık olarak görülmez. Zîrâ örnek insanlar olan peygamberler gibi on numara insanlar yaşamıştır bu dünyâda.

 

İnsanlık târihi boyunca her zaman merkeze ya Allah alınmıştır yada insan. Merkeze “sâdece Allah” alındığında başka hiç-bir şey ve hiç kimse merkezde olamazken, merkeze insan alındığında ise, insanın onayladığı, Allah’tan başka her-şey merkeze alınabilmektedir. İnsanın merkeze aldığı her-şey ise, kutsallaştırılarak tanrılaştırılır. İşte küfür ve şirk, dolayısıyla zulüm budur. İnsanı Dünyâ’da rezilliğe, âhirette ise sonsuz acı azâba sürükleyecek olan şey budur.

 

Allah’ı merkeze almayanlar, “sâdece Allah’ı” merkeze alan İslâm’ı dinlemek, okumak, anlamak, kabûl etmek ve uygulamak istemedikleri için, “bu devirde olacak şey değil”, “1.400 yıl öncesinin düşüncesi ve uygulamalarını niçin alalım”, “artık zaman değişti” vs. gibi laflar ederler. Fakat beşeri merkeze alanlar, insanı, aklı, mantığı, felsefeyi yâni beşeri mutlak anlamda merkeze alan 2.500 yıl önceki Yunan düşüncesini günümüze taşımaktan çekinmezler. Böylece kendileriyle çelişirler. Çünkü insanı merkeze alanlar aslında; hazzı, zevki, günahı, haramı, ayıp olanı, bencilliği, eğlenceyi, kendinden geçmeyi merkeze almaktadırlar. Böylece tüm zevklerini bu dünyâda iken tüketirler de âhirete bir şey kalmaz:

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

İnsan merkeze alındığında insanlar kendi-kendilerine yeteceğini zannederler. Fakat merkeze Allah’ı alanlar kendilerini her zaman Allah’a muhtâç olarak görürler. Zîrâ kendi-kendilerine aslâ yetmeyeceklerini bilirler. Kendi-kendine yetme durumu (istiğna) yanında mutlakâ bir kibri de taşır. Fakat Allah’ı merkeze alanlar ve ancak Allah ile yeteceğini bilen mü’minlerde samîmi bir tevâzu vardır.

 

Bâtınîlik ve tasavvuf, “Allah’ı râzı etmek” yerine “insanı râzı etmeyi” merkeze alan bir sapkınlıktır. Zîrâ merkeze Allah’ı değil de insanı alırlar ve hattâ insanın, “insan-ı kâmil” adı altında ilah olduğunu söylerler. “Lâilâhe illâ ene” yâni “benden başka ilah yoktur” sözünü slogan hâline getirirler. Hallac-ı Mansur’a bu kadar sâhip çıkmalarının nedeni budur. 

 

Kur’ân’ı bile “Kur’ân-merkezli” olarak okumak önemlidir. Çünkü Kur’ân ancak o zaman Allah adına okunmuş olur. Nice Kur’ân dersleri yapanlar vardır ki merkeze Kur’ân’ı almamakta, Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli okumamaktadırlar. Zîrâ teorik anlamda Allah’ı merkeze aldıklarını söyleseler de, bakıldığında pratik anlamda yâni amel-eylem yönünde merkeze insanı almaktadırlar. Çünkü beşerin -İslâm’a aykırı olarak- ortaya çıkardığı düşünceleri, ideolojileri ve sistemleri övmektedirler.  

 

Sünnet, Hz. Muhammed’in, resûl ve nebî olarak 23 yıl boyunca Kur’ân’ı merkeze alarak yaptığı kavlî ve fiîlî yorumlardır. Bu nedenle Sünnet, “Allah’ı merkeze alarak yapılan söylem ve eylemler”dir.

 

Merkeze insan konulduğunda, ortalıkta nice Firavunlar, Kârûnlar, Hâmanlar ve Samîriler cirit atar ve dolayısıyla bir kibir doldurur Dünyâ’yı, sonra da başlarlar insanların kaderlerini belirlemeye. Zîrâ -görece- belli bir güce erişmişlerdir ve tanrılaşmışlardır. Aynen günümüzdeki 3-5 kişinin başını çektiği çetelerin yaptığı yada yapmak istedikleri gibi, tüm insanları önce kobay, ardından da köle hâline getirmek isterler ki bu hedefte epey bir yol almışlardır. Allah yerine beşeri yâni insanı, aklı ve mantığı merkeze almış olan ahmaklar da, insanlık adına iyi ve güzel şeyler yapıldığını zannederek kandırılıp dururlar. Kandırıldıklarını anladıklarındaysa iş işten çoktan geçmiş olur. Sonuçta da Dünyâ’da rezillik, âhirette ise acı azap onları bekler.

 

“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fatiha 5) diyebilenler ve bunun gereğini yapanlar sâdece, Allah’ı merkeze alabilirler. Allah’tan başkalarından medet umanlar ise merkeze Allah yerine Allah’tan başka her-şeyi koyarlar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

19 Mayıs 2022 Perşembe

Teşhircilik

 

“Mü'min kadınlara söyle: Gözlerini kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hâriç. Başörtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar...” (Nûr 31).

 

Allah, (hem erkekler hem de kadınlar için) gözlerin bile teşhir edilmesine  izin vermez de “bakışlarınız yere indirin” diyerek yâni bakışların meşrû olmayan kişilere ve şeylere çevrilmesini yasaklayarak teşhirciliği en başından engeller. Zîrâ teşhircilik, “bakanlar” olduğu müddetçe yapılabilecektir. Çünkü teşhircilik aslında “göstermek”ten ziyâde “görmek isteyenler” nedeniyle yapılmaktadır. Tabi bir de zorla insanların gözüne-gözüne sokularak yapılan bir teşhircilik vardır ki, bu anlamda modernizm tam bir teşhirciliktir.

 

Teşhircilik, “başta insan vücûdu olmak üzere her-şeyi insanların gözüne-gözüne sokarcasına sergilemek” demektir.

 

Teşhircilik: “Göstermek, sergilemek, herkese duyurmak, dile düşürmek, bir hükümlüyü cezâ olarak halka göstermek” (TDK) şeklinde ifâde edilmiştir. Teşhirciliğin bir de çirkin ve sapıkça bir anlamı daha vardır ve o da teşhirciliğe girer ve teşhirciliğin belki de zirvesini ifâde eder. Fakat biz bu yazıda “kendini ve her-şeyi herkese her yerde göstermek, kendini aşırı öne çıkarmak” anlamında kullanıyoruz.

 

Modernizm bir “teşhircilik uygarlığı”dır. Modern teşhirciliğinin sebebi, görünür olanı yâni maddeyi ilahlaştırmış ve merkeze almış olmasındandır. O hâlde modernizm teşhircilik yapamaya mecburdur ve zâten hayâtiyetini de teşhircilikten almaktadır. Modernizm, insanları kendine, göstermek ve görmelerini sağlayarak bağlamaktadır. Modernizm bir “göz ve gösterme uygarlığı”dır. Maddeyi ilahlaştıran ve merkeze alan modern-bilim, özellikle Evrim Teorisi ile birlikte insanı önce biyolojik varlığı olan etine-kemiğine indirgeyerek vitrinlik bir teşhir-malı konumuna düşürmüş, sonra elementer kökenine indirgeyerek sıradan bir materyâl gibi düşünülmesine ve görülmesine neden olmuştur-olmaktadır. Böyle olunca da insana ancak görünmek ve görmek yâni teşhircilik kalmıştır. Oysa insan sâdece maddeden müteşekkil bir varlık değildir ve onun bir de görünmeyen yâni teşhir edilemeyecek olan rûhu, mânevî derinliği ve bilinci vardır ki, insanı “insan” yapan şeyler bunlardır. İnsanın madde-merkezli “beşer” yanı olduğu gibi, rûh-merkezli “mânevî” yönü de vardır ki insan ancak bu ikisi ile birlikte tamamlanır. Lâkin modern maddeci zihniyet insanın rûh yanını inkâr ettiği için beşerî yönünü aşırı oranda açığa çıkarmaktadır. Beşerî yanı maddî olduğu ve maddî olan da “görünür olan” olduğu için insanın görünürlüğü aşırı öne çıkarılır ki, sınır aşıldığında teşhircilik başlar. Bu nedenle aslında teşhir olunan şey insanın “beşer” yanıdır. Tabi insanın beşerî yanı da “en güzel yaratılışta” olduğu için önemlidir ve değerlidir. Bu yüzden onun köleler gibi teşhir edilerek değerinin düşürülmesine izin verilemez.  

 

Modernizm bir “teşhircilik uygarlığı”dır. Artık teşhir olmayan ve kendini teşhir etmeyen çok az insan vardır. Teşhircilik bir anti-sosyal kişilik bozukluk olmasına rağmen günümüzde “sosyâl olma” anlamında normâl ve gerekli görülüyor. Zâten sosyâl medya denilen ama aslında a-sosyâl olan bu alanlar, teşhirciliğin yapıldığı en başta gelen yerlerdir. Bunların içinde bir “fotoğraf ve resim teşhirciliği” olan bir medya alanı vardır ki teşhircilikten başka bir şeye yaramadığı çok açıktır. İnsanları iyice teşhirciliğe alıştırdı ve insanların davranışlarını bozdu. Üstelik orada gördüğünüz hiç kimse orijinâl hâliyle kendisi değildir. Çünkü insanlar burada çeşitli filtre, ışık, renk vs. kullanarak fotoğraflarını neredeyse tanınmayacak şekilde yayınlıyorlar. Burada hiç-bir şey kendisi gibi değildir. Zâten teşhircilikte hiç-bir şey orijinâl hâliyle sergilenmez. Çünkü o zaman çok fazla bir çekiciliği kalmaz. Teşhircilikte bir mükemmelleşmiş ve tanrılaşmış görüntü oluşturulmak istenir. Zâten insanların bu alanlara bu kadar meyletmesi de, bu alanların, teknoloji yoluyla insana kendini istediği gibi gösterebilme imkânı vermesinden dolayıdır. Fakat iş öyle bir noktaya gelmiştir ki artık bu alanlar birer teşhircilik merkezleri olmuştur.   

 

Eskiden ninelerimiz, analarımız, bacılarımız ve kızlarımız tabi oğlanlarımız, kendilerini teşhir etmemek için çabalarken, şimdi ise modern insan, kendini daha fazla gösterip teşhir edebilmek için gayret etmektedir. Öyle ki kendini teşhir etmediğinde ve birileri tarafından görülmediğinde rahatsız ve mutsuz olmaktadır. Kendini teşhir denecek oranda göstermek isteyenler, sürekli olarak bir “görünememe korkusu” yaşamaktadırlar.

 

Modern insan, gücünü îmânından değil, imajından alan varlıktır. Çünkü dînden ve îmandan neredeyse vazgeçmiştir ve îmânın gücünü kullan(a)mamaktadır. Îmajı din yapmak, görünür olmayı zorunlu kılar. Gücünü ve tatminini imajından alanlar, sürekli görünür olmak ve imaj tâzelemek zorundadırlar. Zîrâ görünür olmadıklarında imaj bir işe yaramaz. O hâlde imajı putlaştıranlar kendilerini teşhir edercesine görünür olmak için her türlü rezilliğe bile katlanabilirler ki bunun örneklerini medyadan ve sosyeteden biliyoruz.

 

Bâzı gazete ve dergilerden başka sinema ile yapılan teşhircilik, televizyonla tüm insanlığa yayıldı ki televizyon günümüzde de büyük oranda teşhircilikle devâmını sürdüren bir araçtır. Fakat artık insanlar, bilgisayar, tablet ve cep telefonları ve de internet aracılığı ile her türlü teşhirin yapıldığı ve yapılan teşhirlerin izlendiği araçlara sâhip oldu. Böylece küresel bir teşhircilik ortaya çıktı. Zîrâ bu araçlarla en çok izlenen şeyler, teşhirle alâkalı içeriklerdir.   

 

Teşhircilik daha ziyâde kadın üzerinden yapılmaktadır. Modernizm, varlığını büyük oranda kadın üzerinden yapılan teşhirciliğe borçludur. Kadının kadınlığına kast-ederek onu “cinsel bir obje”ye indirgemiştir. Modernizmin, sahte özgürlüklerle kendine tâbi kıldığı kadınlara biçtiği rôl “teşhirlik bir tüketim nesnesi” rôlüdür. Üstelik bir de kalkıp “kadının teşhir olmasına izin vermiyor” diye İslâm’ı kötüler. İslâm, kadına, özüne en uygun olanı getirmiş ve emretmiştir. Bu bağlamda tesettür, teşhirciliğin önüne geçmiştir ve böylece kadının beşerî yanından ziyâde, mânevî-rûhî-insânî yanını öne çıkarmıştır.

 

Seküler, feminist, modern kapitâlist sistem, kadını bir “mal” hâline getirdi ve her yerde teşhir ediyor. Bir meta oldu kadın. İslâm ise kadını, yaratılışına uygun bir yere koyar. Böylece onu zulmedilmekten kurtarır. Tesettür işte bu teşhirciliğin önüne geçmek için emredilmiş en pratik ve basit örtünme yöntemidir.

 

Tesettürün nasıl olacağı yâni kadının teşhir edilmesinin önüne nasıl geçileceği basit bir formülle şu şekilde söylenir: “Kısa-dar-ince olmayacak”. Biz buna bir de; “pahalı ve dikkat çekici renklerde ve görünümde olmayacak” maddelerini ekliyoruz. Buna rağmen günümüzde -sözde- tesettürle de yapılan bir teşhircilik vardır ki bu, tesettürü Allah’ın emrettiği gibi nizâmi bir şekilde kullanmamaktan dolayı oluyor. Başörtüsü bir aksesuar hâline getirilince teşhire dönüyor. Ey kadınlar!; tesettür “göstermek” için değil, “göstermemek” için emredilmiştir. Teşhircilik için değil, teşhircilikten uzak durmak için emredilmiştir. Çünkü göstermek bir-kez başladığında kısa-zamanda teşhire döner. Tabi bunda bâzı medyatik hocaların, modernizmin etkisiyle tesettürü “örtünmek” için değil de “aksesuar” gibi göstermelerinin de etkisi vardır. Başörtüsü ve tüm vücûdu örten kıyâfetler, birer aksesuar değildir.  

 

Teşhirciliği engelleyecek olan şey, ilk başta erkek ve kadınların gözlerini sakınmalarından sonra, nizâmi olarak kullanılacak olan tesettürdür. İşte bunu sağlayacak olan şey takvâdır. Allah bu nedenle takvâ-merkezli bir örtünmeden bahseder:

 

“Ey Âdemoğulları!; size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbiseler indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır” (A’râf 26).

 

Elbise bizâtihi süstür; bedenin süsü. Elbise giyen insan süslenmiş olur. Çünkü çıplaklık absürdlüktür ve hayvanlara göredir. Lâkin süs olarak indirilen elbiseler teşhircilik için kullanılmaktadır. İşte bu nedenle “teşhirciliği engelleyecek olan şey, takvâ-merkezli tesettürdür” diyor âyet. Tabi tesettür kadınlar için çok daha yaygın ve önemli olsa da, erkeklerin de giyim-kuşamlarına dikkat etmeleri yâni onların da tesettürüne dikkat etmeleri gerekir. Zîrâ günümüzde erkek kıyâfetleri bir “elbise” olmaktan çıkmış bir teşhir ürününe dönmüştür. Çıkın bakın erkeklere, neredeyse hepsi de tayt giymeye başlamışlardır. Üstelik giydikleri taytlara “pantolon” diyorlar. Tabi bunda, giymek için bunlardan başka üretilen çok fazla şeyin olmaması da etkilidir. Çünkü artık küresel tekstil sektörü, ürettikleri absürd ürünlerini “giyinmek” için değil, “teşhircilik” için üretmektedir.    

 

Spor bir teşhircilik etkinliğidir. Zâten “atletik yapılı erkekleri çıplak olarak görmek amaçlı” olarak başlamıştı Yunanistan’da. Özellikle sporcu kadınlar, giydikleriyle, -daha doğrusu giymedikleriyle- kendilerini teşhir etmektedirler ve yaptıkları spordan ziyâde teşhirleriyle ilgi çekmektedirler. Özellikle olimpiyat oyunlarında; yüzme, uzun atlama ve sırıkla atlama, koşu, buz pateni, jimnastik vs. gibi alanlar tam birer teşhirciliktir, erotik birer gösteridir.

 

Moda da teşhirciliği normâlleştiren ve yaygınlaştıran şeydir. Modanın amacı “güzel giyinmekten” ziyâde teşhirciliktir. Ortaya çıkardığı absürd kıyâfetlerin tek bir amacı vardır: Teşhircilik. Teşhir içeren bir eşyâ moda olmadan önce kullanıldığında absürd olarak görülürken, “moda” olarak belirlendikten sonra absürd olarak görülmez ve kıskanılacak bir şey olur. Çünkü moda, şeytanın en güçlü araçlarından biridir ve şeytan, insanları moda ile oyalamak ve kandırmaktadır.

 

Makyaj ve kozmetik ise tam bir teşhirciliktir ve teşhircilikten başka bir amacı yoktur. Belki sâdece, bâzılarının, vücutlarında oluşan ve kendilerini psikolojik anlamda olumsuz etkileyen şeyler için kullanılması iyi olabilir. Yoksa makyaj, “Allah’ın boyası üzerine boya vurmak” anlamında “kendini inkâr etmek” anlamına gelir. Çünkü makyaj, “kendini olduğu gibi görmekten ve göstermekten” sakınmanın sonucunda bir öz-güven eksiliğidir. Makyajın amacı, kişinin kendini değiştirmesidir ki bu değişim mutlakâ teşhirciliğe döner.

 

Hiç-bir sanatsal yanı olmayan modern mîmâri de bir çeşit teşhirciliktir. Yapılan o ruhsuz binâlar insanların gözlerini boyayacak şekilde süslenir ve teşhir edilir. Hele o gökdelenler yok mu; tam bir teşhirciliktir. “Kim daha uzun yapacak” yarışması.

 

Eskiden, -şimdilerde pek kullanılmayan- “ele-güne teşhir olmak” deyimi vardı. Utanılacak, ayıplanacak ve dedikodusu yapılacak herhangi bir şeyde “milletin diline dolanmak” demek olan bu deyim artık görmenin ve görüntünün putlaştırıldığı modern zamanlarda değerini kaybetmiştir. Zîrâ teşhircilikle berâber artık her-şey milletin sâdece diline değil, gözüne de dolanmaya başlamıştır. Öyle bir dolanmıştır ki arap-saçına dönmüştür.

 

Allah’ın örttüğü yada tevbe edildiğinde örtmeyi vâdettiği günahların, hatâların ve ayıpların teşhir edilmesi de yanlıştır ve yasaktır. Zîrâ başkalarının hatâsını teşhir etmek hiç kimsenin takvâsını arttırmaz:

 

“Ey îman edenler!; zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi?. İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabûl edendir, çok esirgeyendir” (Hucûrât 12).

 

Teşhircilik modern insanın çözmesi gereken en önemli ruhsal problemi ve kurtulması gereken putlarından birisidir. Lâkin modern insan dînî-mânevî olana değer vermemektedir. Oysa teşhircilik, insanın mânevî boşluğundan kaynaklanır. Bu boşluğun başka bir şeyle doldurulabilmesi mümkün değildir. Mânevî boşluklar ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ve Kur’ân-merkezli yaşamakla doldurulabilir. Zîrâ kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulabilir.

 

Teşhir olunan şeyin değeri düşer ve ucuza gider. Nasıl ki teşhir malları aslında hiç kimseye satılmamış ve “kullanılmamış mal” olmuş olsa da, herkesin görmesi ve incelenmesi için sergilenip teşhir edildiğinden dolayı, satılacağı zaman ucuza satılıyorsa, insan da kendini teşhir ettiği oranda değerini düşürmüş olur. Unutmayın ki hayvanlar bile kendilerini teşhir etmekten hoşlanmazlar da insan yada başka bir hayvan gördüklerinde hemen kaçıverirler.  

 

Ey insanlar!; ille de bir şeyleri teşhir etmek istiyorsanız, gerçekten de teşhir edilmesi gereken çok şey vardır. İlk-başta modernizmin bir “teşhir uygarlığı” olduğunu teşhir edin, teşhiri teşhir edin. Sonra da adâletsizliği, yolsuzluğu, haksızlığı, ahlâksızlığı, küfrü, şirki, kötülüğü, yersiz şiddeti, cehâleti ve zulmün her türlüsünü teşhir edin. Bunları sürekli teşhir ederek ortadan kalkması için gayret edin. Bunların yerine ise; hakkı, hakîkati, iyiliği, güzelliği, adâleti, ahlâkı, sevgiyi, huzûru ve tevhidi ortaya koyun ve hâkim kılın. Hakkı ortaya koyun ki bâtıl defolup gitsin. Giderken yanına teşhirciliği de alsın götürsün.

 

“Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir” (Müzzemmil 19).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

12 Mayıs 2022 Perşembe

Peygamberler Gibi Îman Etmek

 

“Şâyet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar; yok eğer yüz çevirirlerse, onlar elbette bir (çelişki ve) aykırılık içindedirler. Sana onlara karşı Allah yeter. O, işitendir, bilendir” (Bakara 137).

 

Peygamberlerin ana-görevi, iç-âlemleri vahiy ve îman ile inşâ ettikten sonra, dış-âlemi de vahiy-merkezli olarak inşâ etmek ve hakkı ve hakîkati Dünyâ’ya hâkim kılmaktır.

 

Allah, peygamberleri ve vahiyleri, “mü’minler herkes gibi olmasın” diye gönderir. Peki herkes gibi olmayacaklarsa kim gibi olmalıdırlar?. Elbette Allah’ın “güzel örneklik” dediği peygamberler gibi olmalıdırlar. Bu da, peygamberler gibi îman etmeyi gerektirir. Peygamberler gibi îman etmek ise; onlar gibi adanmayı, onlar gibi mücâhedeyi ve mücâdeleyi, onlar gibi hak ve hakîkat âşığı olmayı, onlar gibi “Allah için her-şeyden vazgeçebilme” dirâyetine sâhip olmayı ve onlar gibi malını ve canını Allah için ortaya koyabilmeyi gerektirir. Bunlar zor gibi gözükür fakat îman bunları yapmayı kolaylaştırır. Peygamberler gibi îman etmek ise, bunları yapmayı sevdirir.

 

Peygamberler bilgileriyle değil; îman, ahlâk, takvâ ve amel-eylemleriyle öne çıkan ideâl örnekliklerdir. Onları dik ve diri tutan, takvâlı ve muhteşem ahlâklı kılan, hakkı ve hakîkati haykırmayı sağlayan şey o güçlü îmanlarıydı. Çünkü bunları yapabilmek ancak güçlü bir îman ile mümkündür. Şimdi bizim de aynı dirâyeti gösterebilmemizin ön-şartı, aynen onlar gibi îman edebilmektir. Gerisi ardından gelecektir. Peygamberlerin arkadaşlarının ve yoldaşlarının büyük işler başarabilmesinin de sebebi, peygamberler gibi îman edebilmeleridir. Yoksa her-şeylerini ortaya koyup da o zor işleri başarabilmeleri pek mümkün değildi.    

 

Îman başta “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe” olmak üzere, Allah’ın tüm emir ve nehiylerine kayıtsız-şartsız teslim olmak ve hayatta da buna göre amelde-eylemde bulunmak” demektir.

 

Hakkın yolu birdir. Tüm peygamberler o sırât-ı müstakîm yolunu tâkip etmiştir. Çünkü îmânın yolu da birdir. Îman edenler hep birdir. Küfür tek millet olduğu gibi, îman edenler de tek millettir. O milletin öncüleri peygamberlerdir. Peygamberler gibi îman eden milletler birlik olurlar ve yeniden Dünyâ’da îmânı ve İslâm’ı hâkim kılabilirler.  

 

Batı düşüncesinin temel özelliği, peygamberleri yok saymasıdır. Dolayısı ile modernite peygamberleri yok saymaya çalışır. Peygamberler yok sayıldığı için, onların başta “îman örnekliği” olmak üzere tüm örneklikleri de yok sayılmış olur. Sonunda da herkes kendi bildiğine ve sevdiğine inanır ve îman eder. Fakat böyle olduğunda herkesin îmânı farklı olur. Herkes başka-başka şeylere başka-başka şekilde îman eder. Böylece îmanda birlik olmaz. Îmanda birlik olmayınca insanlarda da birlik olmaz. Zîrâ insanları gerçek anlamda ve en güçlü şekilde ancak îman birleştirebilir. Bu îman, peygamberlerin ettiği gibi olan îmandır.  

 

Kur’ân, “bir yaşam-şekli düzenleme” kitabıdır. Peygamberler, insanların içinde, Kur’ân’ın onaylayacağı yaşam-şeklini ortaya koyabilecek en iyi şahsiyetlerdir. Zirâ en güçlü îman peygamberlerdedir. Îman, kişiye îman ettiği gibi yaşamayı zorunlu kılar ve sevdirir. Böylece Allah’ın emirlerine uymak böyle bir îmanla kolay ve sevimli olur.  

 

Anlayışı vahiy ile değiştirmek, davranışı da vahiy ile değiştirmeyi gerektirir. İşte peygamberler bunun için gönderilirler. Düşünceyi değiştirmek, davranışı değiştirmekten daha kolaydır. Davranışı değiştirmek güçlü bir îman ve bu îmandan doğan bir kararlılık gerektirir. İşte peygamberlerin îmânı bunu sağlamıştır ve bize örnek olmuştur.

 

Peygamberler “numune insanlar”dır ve bu nedenle de tüm müslümanlar bu numune insanların örnekliğini tâkip etmekle yükümlüdür. Peygamberleri numune insan yapan şey, tam bir teslîmiyetle îman etmeleridir. Bu teslîmiyet ve sağlam îman onlara; evlatlarında vazgeçebilmeyi, zindanı tercih etmeyi, saraydan vazgeçebilmeyi, memleketini terk edebilmeyi, acılara, işkencelere dayanabilmeyi, küfre, şirke, zulme karşı dik durabilmeyi ve mallardan-canlardan vazgeçebilmeyi sağlamıştır.    

 

Ey müslim ve mü’minler!; doğru yolda gittiğinin delîli, peygamberlere yapılan suçlamaların ve saldırıların aynısının yada benzerinin size de yapılmasıdır. Zîrâ peygamberler gibi îman edildiğinde ve îmânın gereği yerine getirildiğinde kâfirler, müşrikler ve zâlimler, size de aynen peygamberlere davrandıkları gibi davranırlar, onlara yaptıkları gibi düşmanlık yaparlar. Eğer “îman ediyorum” demenize rağmen rahatınız yerindeyse ve hiç-bir sorun yoksa îmânınızı bir gözden geçirmeniz şarttır. Çünkü peygamberlerin içinde göbeğini kaşıya-kaşıya yaşayan bir peygamber örneği yoktur, olmamıştır.

 

Peygamberler, yapılması gerekeni yapıp, yapılmaması gerekeni yapmadılar, yüklenilmesi gereken yükü yüklendiler, alınması gereken sorumluluğu aldılar, memleketlerinden, canlarından, mallarından ve sevdiklerinden vazgeçebildiler. İşte bunları hep o sağlam îmanlarının gücüyle ve Allah’ın izniyle yaptılar.

 

Peygamberler gibi îman etmek, onlar gibi adanmayı gerektirir. Peygamberler gibi îman etmek sâdece “îman ettim” demekle değil, îmânın tüm gereklerini yerine getirmekle yâni sâlih amel işlemekle olur.

 

Peygamberler bize nasıl îman ve itâat edileceğini de göstermişlerdir. Peygamberler kendileri de îman edilmesi gereken kişilerdir. Biz nasıl îman edilmesi gerektiğini, kendileri de îman edilmesi gereken kişiler olan peygamberlerden öğreniriz. 

 

Peygamberler belki toplumlarının en bilgili olanları değillerdi. Fakat en îmanlı ve en karakterli olanlarıydılar.

 

Peygamberlerin “üstün”lükleri, “vahiy almalarından” başka, “vahyi hayâta hâkim kılmalarından” yada bu uğurda tüm gayretleriyle çalışmalarından dolayıdır. Peygamberlerin her yaptıklarını “mûcize” zannedenler, onların gösterdiği “üstün gayret”i yok sayıyorlar demektir. O üstün gayret, üstün îmânın göstergesidir.

 

Bizim bütün sorunumuz, “îman ettim” dememize rağmen îmânın gereğini yerine getirmemek yâni sâlih amel işlememektir. Çünkü biz tam bir teslîmiyetle ve sağlam bir îmanla îman etmiş değiliz. Îman etmek, îmânımızı güçlendirmek ve sâlih amel işlememiz gerekiyor. Bunun için de bu dağınıklıktan kurtulup birlik olmak, peygamberler ve Peygamberimiz gibi îman etmek ve Ahzâb Sûresi 21. âyette emredildiği gibi îmanda ve amel-eylemde Peygamberimiz’i örnek almak ve o’nun gibi îmânın tüm gereklerini yerine getirmek ve bunun için gayret etmektir. Kur’ânî bir bilinç kazandıktan sonra, başta îman konusunda olmak üzere tüm alanlarda peygamberleri örnek almak şarttır.

 

Allah’ın “ey îman edenler, îman ediniz” derken kastettiği îman, peygamberlerin îmânı gibi olan bir îmandır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2021

 

 

Devamını Oku »