“Aralarında
Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana
indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın” (Mâide 44-50; Âl-i İmran 118-120;
Bakara 85-86; A’raf 3).
“Onlar,
yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana
hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm
28).
Felsefe “kıyı düşüncesi”dir; denize ve
kıyıya yaklaştıkça açığa çıkar ve fazlalaşır, onun düşüncesi sanki denizden gelir.
Din ise “dağ düşüncesi”dir yada dağda gelen vahiyle başlayan düşüncedir.
Peygamberlere vahiy hep dağda gelmiştir. Dağa yaklaşıldıkça dînî düşünce ve
duygu daha ağır basar. Bunun nedeni kanımca, dînin köklü olması, çok sağlam
olması, net olması ve değişmemesidir, zîrâ dağ da değişmez, çünkü kökü çok
derinlerde olduğundan dolayı sağlamdır. Rasîn kelimesi, Arapça “ravasa”
fiil kökündendir. Ravasa fiilinin anlamı; “bir şeyi sarsılmaz hâlde sâbitlemek,
demirlemek, bağlamak” demektir. Dolayısıyla dağ kelimesi sözlük anlamı îtibârıyla
“sağlam ve sarsılmaz, yetenekli ve kuvvetli olan yaratık” demektir.
Dünyâ’nın özellikle
batı-kıyıları dîne daha uzak ve soğuktur. Bunun nedeni kanımca, buralara
peygamber gönderilmemiş olmasından dolayıdır. Bu bölgelere peygamberlik ve din
direkt olarak değil de dolaylı olarak ulaşmıştır târih boyunca. Bu nedenle
sürekli peygamberlerin gönderildiği doğu’nun kıyılarında felsefe, din ile
kaynaşabildiğinden dolayı dîne daha sıcak ve din ile iç-içedir. Peygamberler
yâni tek hak-din olan İslâm peygamberleri hep dağ-merkezli doğu’dan çıktığı
için, -doğu’da da şirk ve küfür görülse de- doğu’da din insana ve mekâna
içkindir.
Dağlara
çıkıldığında ve hak bir düşünce dağlara çakıldığında sonuna kadar durur. Fakat
deniz dalgalıdır, denizden gelen de dalgalı olur ve değişir durur. Felsefî
düşünceler suya yazılmış yazılar gibidir, bu yüzden kısa zamanda silinir gider
ve kaybolur. Bu nedenle sürekli yeniden yazılması gerekir. Fakat her
yazıldığında yeni şeyler eklenir ve sonuçta “ilk yazıldığı gibi” olmaktan
çıkar. Çünkü felsefe ve deniz sâbit olmadığı için köklü değildir. Sâbit olmayan
şey hakîkat olamaz, zîrâ hakîkat sâbit olandır. Din’de ve dağda oynaklık olmaz,
ileri-geri hareketler olmaz, ona basanlar sağlam yere basmış olurlar. Bu da
insana güven verir. Çünkü dinler ve dağlar, kişiyi değişmeyeceğinden,
batmayacağından ve sallanmayacağından emin kılar.
“Dağ-merkezliler
denizden korkarlar” deniyor, bu bir bakıma doğrudur, zîrâ deniz “basılacak” bir
yer olmadığı için riskli ve tehlikelidir. Bu nedenle de denizden korkmakta
haklıdırlar. Fakat şu da var ki, deniz-merkezliler de dağdan korkarlar.
Ksenofon’un, Onbinlerin Yürüyüşü (Anabasis) kitabında anlattığına göre, dağların
bol olduğu doğu-Anadolu bölgesi boyunca yaptıkları uzun yolculuklardan sonra
Karadeniz bölgesine ulaşıp kara-denizi gördüklerinde “deniz!, deniz!” diye
bağırmışlardı. Çünkü yol boyunca
gördükleri ve geçtikleri dağlardan çok korkmuşlardı da denizi görünce sevinip
rahatlamışlardı. Oysa görünen şey deniz değil de kara olunca sevinilir, çünkü güvenliğe
ulaşılmış olunur. Bu nedenle de uzun deniz yolcuklarında “kara göründü” denir.
Felsefenin
çıkış kaynağı olan kıyıda yâni denizde/suda ayağını sağlam basacak bir yer
yoktur. Biraz ilerleyip de basıldığında batıp boğulma tehlikesi çoktur ki
yüzmesini iyi bilenler bile boğulma tehlikesi yaşarlar. Deniz değişken ve
kaygan olduğu için felsefe de değişken ve kaygandır. Nicelerinin ayağını
kaydırmıştır yada boğmuştur. Ama dağ sâbit olduğu için din de sâbittir, dağ sâbit
ve sağlam olduğu için ayakları kaydırmaz ve sâbit tutar. Bir yazıda
felsefe-deniz ilişkisi şöyle gösterilir:
“Eski
yunan düşüncesi yâni felsefe, şu-anda Aydın İli’ne bağlı Milet’te başlamıştır.
Miletos, bugün her ne kadar bir liman kenti olmaktan çıkmış olsa da o zamanlar
denize sıfır bir liman kentiydi. Ege bölgesinde
Büyük Menderes Nehri’nin hemen ağzına yakın deniz kıyısında bir antik liman
şehriydi. Liman kenti olmasının anlamı şudur: Felsefe her zaman için bir
‘kıyı’ söylemidir. Kıyıda gelişmiş bir söylemdir. Eski filozoflar Thales,
Anaksimandros, Anaksimenes gibi filozoflar sophia’yı öğrenmek, araştırmak
amacıyla yola çıkan insanlardır. Bunlar gemilere binerek o zamanki doğu Akdeniz
sahillerinde Mısır ve Mezopotamya kültürlerinde meydana getirilmiş olan
geometri gibi, astronomi gibi bilgileri öğrenmek üzere yola çıkarlardı”.
Yunan
felsefesi İyonya’da yâni İzmir ve Aydın gibi kıyılarda başlamıştır. (Gerçi
İyonya’nın Yunan olup-olmadığının tartışmaları da vardır ki bu tartışmalara
göre İyonya’nın Yunan’a değil, Anadolu’ya âit olduğu görüşü baskındır). Kıyı,
her zaman dîne uzak ve mesâfeli bir düşünce geliştirir. Bu yüzden burada
başlayan felsefe maddeyi yâni doğa-bilgisini merkeze almıştır. İlk filozoflar
birer doğa-bilginidirler. Doğayla uğraştıkça maddeyi merkeze almış ve dinden-mâneviyattan
uzaklaşmışlardır. Bu durum Helenizm’e ve Roma’ya da yansımış ve
yaygınlaşmıştır. Bir Yunan-Roma yada greko-romen uygarlık olan modernizmin de
Allahsızlığı buradan gelir. Modern-bilim modern bir Allahsızlıktır. Allah’ın
yarattığı maddeyi ve tüm varlığı, Allah’ı hesâba katmadan araştırırlar. Kesin
ve doğru sonuçlara bir türlü ulaşamamalarının nedeni budur. Bu araştırmaların
sonuçlarının insana hep zarar olarak yansıması bu yüzdendir.
Batı felsefesi
Thales’le başlar. Thales, Milet’te deniz kıyısında yaşamıştır. Zâten
felsefesinin temeline de suyu koymuştur. Her-şeyi suya bağlamıştır. Her-şeyin kaynağının da döneceği yerin de su olduğunu
söylemekle suyu ilahlaştırmıştır. Suyu “en büyük güç” olarak görmüştür.
Felsefesi su-merkezli olmuştur. Hâlbuki su sâdece canlıların yaratıldığı
şeydir. Thales “her-şey tanrılarla doludur” derken, “her-şeyin canlı olduğunu,
her-şeyin, içinde tanrısal bir yaratıcı gücü taşıyan su ile dolu olduğunu”
kastetmektedir. Her-şeyde su olduğuna göre, Thales’in “tanrı” dediği “su”dur.
Suyu tanrılaştırması, Thales’in su yâni deniz kenarında yaşaması ve suya
baka-baka her-şeyi su olarak görmesinin bir sonucu olsa gerektir.
Deniz yada
felsefe, zenginlik ister, maddî-dünyevî zenginliği yakalayamadığında bilgiye ulaşamaz
ve üretemez. Çünkü felsefe için boş zaman gerekir ki boş zaman da “hazır para”
ister. Oysa dağ yada din, çalışmayla birliktedir. Hattâ çalışırken öğrenir ve
öğretir.
Yunanlıların
ilk felsefî-bilimsel çalışmalarının batı Anadolu’nun zengin ve gelişmiş liman
şehirlerinde, örneğin Milet, Efes, Teos, Klazomenai, Samos ve Kos gibi yerlerde
olması bir gerçeği yansıtmaktadır ki, o da bu yerleşim yerlerinin deniz
ticaretinin ana-merkezleri olmasıdır.
Denizin en
ortasında mâvi gök ve mâvi sudan başka bir şey görülmez, yorum yapacak bir şey
yoktur. Çünkü her-şey tek bir şeydir. (Batı’nın her-şeyi ve herkesi
tek-tipleştirmek istemesinin nedenlerinden biri de bu olabilir). Denizde
çeşitlilik yoktur. Bu, kıyaslama ve öz-eleştiri yapmayı blôke eder. Bu yüzden felsefe
hep kısır kalır. Dağda ise manzara derindir, varlık çeşitlidir ve yoruma
müsâittir. Üstelik dağ, yanlış yorum kabûl etmez. Biraz ileride yanlışı ortaya
koyuverir.
Felsefe,
mutlak sonuçlar elde etmeyi hayâtî bir problem olarak görmez. Jasper’in dediği
gibi, felsefe “dâima yolda olma” çabasının bir yansımasıdır. Menzile bir türlü
varamaz. Felsefede yeni ve özgün bir felsefî sorunu ortaya koymak, felsefî bir
probleme yeni bir cevap vermek kadar değerlidir. Çoğu filozof için birincisi,
ikincisinden daha önemlidir. Felsefî bilgi akla dayanır; eleştirici ve
sorgulayıcı bir nitelik taşır. Hâlbuki kesin bilgiye ulaşmak için bâzen de
sorgulamadan vazgeçmek ve teslîmiyet gerekir. Hakîkat işte ancak o zaman
kendini açığa çıkarır ve gösterir.
Gerçi felsefe
yâni batı felsefesi, “bilmek için bilmek” yolundadır. Din, dağ yada doğu
felsefesinde ise bilmek “yapmak için”dir. Bir şeyi yapmayacak olduktan sonra
onunla ilgili bilgi elde etmenin ne faydası vardır?.
Batı
felsefesinde yada kıyı düşüncesinde “bilmek için bilmek” önemli ve yeterli görüldüğünden
dolayı, hem “yapmak” ve hem de yapmakla ilgili olan “ahlâk” cılız kalır. Din’de
yada dağda veyâ doğu felsefesinde “yapmak için bilmek” önemli olduğundan dolayı
yapmak ve ahlâk öne çıkar. Leibniz, batı ve Çin’in ahlâk anlayışını birbiriyle
karşılaştırmış ve şu sonuca varmıştır: “İşte içinde bulunduğumuz durum. Ahlâkın
çöküşü artık o ölçülere vardı ki bize bir-an önce Çinli misyonerlerin gönderilmesini
gerekli buluyorum”.
Felsefe yada
deniz, uzaktan izlendiğinde iyidir, hoştur. Fakat içine girildiğinde felsefe ve
deniz sizi derinlere doğru çeker ve en sonunda koyu karanlıklara kadar sürükler.
Buralara kadar ilerleyenlerin dermanını keser ve kişi çırpınmaya başlar. Tabi böyle
olduğunda kişinin tek düşüncesi kıyıya ulaşmak olur. Lâkin kıyıdan epey
uzaklaşmıştır ve geriye dönüş zordur. Deniz yâni felsefe, “yüzerek”
aşılabilecek gibi değildir, insanın dermânı da yetmez. Fakat dağlar, size
üzerinde yürüme imkânını her zaman verir. Bu bağlamda, Hz. Îsâ’nın denizde
yüzmek yerine denizin üzerinde yürümesi anlamlıdır.
Denize ve
felsefeye yaklaştıkça dağdan ve din’den uzaklaşmak kaçınılmazdır. Denize ancak
dağdan-tepeden bir yerden bakınca esintisi güzel olur ve keyif verir. Felsefe
de ancak vahyin kontrôlünde ve düzeltmesinde-elemesinde olursa yararlı olur.
Çünkü denize ve felsefeye kıyıdan girmek insanı bir türlü tatmin etmez ve deniz
ve felsefe insanı derine-derine çeker. Fakat derinlere açıldıkça kişiyi
dermansız bırakır ve geri dönülmez yerlere taşıyabilir ki çoğunlukla böyle
olur. Yâni deniz ve felsefe aldatıcıdır, saptırıcıdır ve boğucudur. Zîrâ
denizde ve felsefede sağlam bir zemin yoktur. Üstelik deniz de felsefe de
insanın susuzluğunu gidermez, zîrâ suyu tatlı değildir.
Felsefe
köksüz, dayanaksız ve sınırlı olduğu ve olmak zorunda olduğu için hiç-bir zaman
yeterli gelmez, insanı iknâ ve tatmin etmez. Böyle bir amacı ve çabası da
yoktur. Zâten sâdece beyne ve zihne hitâp eder. Metafiziği bile yine bunlar
üzerinden değerlendirmeye çalışır. Bu nedenle de sürekli olarak sorgular durur
ama bir sonuca ulaşamaz. Oysa din öyle değildir, hem zihne-beyne, hem de
kâlbe-rûha hitâp eder. Bu nedenle iknâ edicidir, tatminkâr kılar. Bu da îman ve
itaati açığa çıkarır. Bu îman ve itaat coşkusu ile, -felsefeye saçma gelen- fedâkâr
eylemlerde bulunabilir; uykusunu böler, aç kalmaya râzı olur, parasının bir
miktârından vazgeçer ve her-şeyden vazgeçerek en sonunda canını bile ortaya
koyabilir. Zîrâ iknâ olmuştur, inanmıştır ve bu nedenle adanmıştır.
Aslında
felsefe, din kendisine saçma geldiği için sorguluyor değildir, dîni, kendisine
zor geldiği için sorgulamakta ve böylece şeytanın da fısıldamalarıyla ortaya
çıkan yorumlarla bu sorumluluklardan kurtulmak istemektedir. Mistisizm,
bâtınîlik ve tasavvuf da böyledir. Sürekli ve aşırı yorum, kişinin eyleme dönmesini
engeller de kişinin diline vurur. Felsefecilerin ve tasavvufçuların boş-boş
konuşup durmaları bu yüzdendir.
Felsefenin bir
îman sorunu vardır. Çünkü Dünyâ sınırsız-sonsuz değildir, hayât kısadır ve
nihâyet ölüm yakındır. Böyle olunca da Dünyâ’yı ıskalamak istemez ve nefsince
(gönlünce değil) düşünmek ve yaşamak ister. Fakat içinde sürekli bir
huzursuzluk vardır. İşte felsefe denilen şey, yapılan nefs-merkezli yorumlarla
bu huzursuzluğu bastırmak için ortaya konulan yeni ve farklı düşüncelerdir. Tabi
felsefe bunu yaparken kayda değer düşünceler, sorular ve cevaplar da açığa
çıkarır. O-hâlde felsefe, eleksiz yaklaşılmaması gereken bir alandır. Bu nedenle
de felsefe ancak “din eleği” ile elendikten sonra faydalı olabilir. Çünkü
felsefenin çürüklerini ayıklayabilecek olan şey sâdece din’dir ki bu din de
elbette, tek hak din olan İslâm’dır.
Felsefe yada
deniz, insanı gevşetir, tembelleştirir ve bu nedenle de yozlaştırır. Zâten
felsefeyle uğraşmak yada deniz çevresinde bulunmak için mutlakâ boş zamâna ve
biraz da zenginliğe ihtiyaç vardır. Felsefe ve deniz, boş adam ve boş zaman işidir.
Dolayısıyla bir sorumsuzluk durumudur. Oysa din yada dağ insana sorumluluklar
yükler, bu da kişiyi sürekli aktif yapar, dinç kılar, dik ve diri tutar. Denize
yakın yerlerin havası sıcak ve bunaltıcı, dağın havası serin ve iç-açıcıdır. Dinde
yada dağda olmak sürekli olarak yeni bir işte olmayı, zamân isrâf etmemeyi
gerektirir.
Felsefe ve
deniz nefse, din ve dağ rûha hitâp eder. Felsefe ve denize yaklaştıkça
çıplaklaşma, dîne ve dağa yaklaştıkça örtünme olur. Denizi görmek kişide soyunma
güdüsü, dağı görmek ise kişide giyinme dürtüsü oluşturur. Felsefe gevşetir, din
sıkılaştırır.
Felsefeyi
yunanla başlatırlar. Doğu’da da felsefe denen bir düşünce vardır, fakat
peygamberlerin bahsettiği ve getirdikleri şey felsefe değil, “hikmet”tir.
Hikmetin kaynağı ve kökü ilk insana kadar gider. Felsefe ise şunun şurasında 2.600
yıl öncesine Thales’e kadar gidebilir ki bu nedenle temele kadar dayanan derin
bir kökü yoktur.
Felsefe yeni
ve türedi bir şey olduğu için, -balıkçılık ve denizcilik hâricinde- “denize
girmek” ve “deniz turizmi de yenidir. Eskiden insanlar deniz kenarında yaşıyor
olsalar bile, ilkbahar başladığında yaylaya çıkarlardı, bu nedenle çocukken
yada balık tutmak için denize girilse bile, yüzmek için kalabalıklar hâlinde denize
gitmek ve denize girmek diye bir şey yoktu yada çok sınırlıydı. Çünkü tarım ve
hayvancılık kültürü buna uygun değildi. Greko-romen uygarlığın yâni felsefenin
modernleşmesiyle birlikte batı’da başlayan bir şeydir deniz turizmi ve kitleler
hâlinde denize girmek. Din’den-dağdan uzaklaşıldıkça ve felsefeye-denize
yaklaşıldıkça çıplaklaşma başlar ve çıplaklaşma deniz kültürünü açığa çıkarır.
Felsefeye girmek ve felsefeyi benimsemek için din’den soyunmak, denize girmek
için de elbiselerden soyunmak şarttır.
Din’de bir
tevâzu ve tevbe vardır. Felsefede ise bir kibir ve aşırılık. Bu kibir şeytanla
başlar. Cennette Hz. Âdem ile Havvâ’yı felsefe yaparak ve boş vaadler vererek
kandıran şeytanın “ilk felsefeci ve ilk filozof” sayılması gerekir. Din, bir yanlışlıkta
tevbe etmeyi emrederken, felsefe ise yanlışlığı, “ilerlemenin bir nedeni ve
aracı” olarak görür ve yanlışı kutsar. Oysa hakîkate ulaşmak yanlış üzerinde
gide-gide değil, tevbe ede-ede ve vahyi izleye-izleye olur.
Deniz ve
felsefe ne kadar derin olsa da en-nihâyetinde bir sınırı vardır ve denizin en
dibinde biter, böylece Dünyâ’da kalır ve kişiyi Dünyâ’ya hapseder. Oysa din ve dağlar
kişiyi göklere baktırır ve göklerin bitiş-noktası yoktur yada görünmez, bilinmez.
Zâten din gökleri de aşar-gider de âhirete ulaştırır.
Felsefe
sâhil-deniz düşüncesiyken; din, dağ ve piknik etkinliği ile tezâhür eder. Plânsızca
da olsa dindar olanların deniz yerine dağları-pikniği seçmesinin temel nedeni
kanımca budur. Bir toplumun ne olduğunu anlamak istiyorsanız, o toplumun
dağları mı yoksa deniz kenarlarını mı kalabalıklaştırdığına bakmanız gerekir. Çeşitli
sapmalar sonucu din, dağ ve piknikte de sınırları aşanlar ve sapanlar olabilir fakat
bu sapmalar hiç-bir zaman felsefedeki ve denizdeki sapmalar kadar olmaz.
Din
ve vahiy ile dağın ilişkisi ilginçtir. Diğer peygamberlerle ilgili açık bir bilgimiz
olmamakla berâber Zerdüşt, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed’in ilk vahiy
alışlarıyla ilgili olarak bir dağ örnekliği vardır. Bu peygamberlere peygamberliklerini
bildiren ilk ilâhî hitâp veyâ ilk vahiy yada ilham dağda gelmiştir. Hz. Mûsâ’nın
Kur’ân’da açıkça belirtildiği gibi ilk vahye mazhar oluşu, Tûr Dağı’ndaki
Kutsal Vâdi Tuva’dadır. Hz. Îsâ’nın ilâhî sesi işitmesi, bâzı İncillere göre Kudüs
yakınındaki Zeytin Dağı’nda olmuştur. Hz. Muhammed’in ilk vahye mazhâriyeti ise
bilindiği gibi Mekke şehri yakınındaki Nûr Dağı’ndaki Hira mağarasındadır.
“Vahiy
olgusu ve peygamberlerin peygamberlikleriyle ilgili bu dağ bağlantısının anlamı
nedir?. Niçin Allah ilk vahiy olgularını dağda gerçekleştirmiştir?. Bu, vahyi
ve peygamberliği daha iyi anlamak için önemli midir?” sorularına net bir cevap
verilemese de, dağ örnekliğinin her üç peygamberle de ilgili oluşu bir tesâdüf olamaz.
Bunun mutlakâ bir anlamı ve nedeni olmalıdır. Kanımca vahyin dağda inmesi,
insanın dağda daha iyi odaklanabilmesinden dolayıdır. Dağ, insanı kendi içine
döndürür, çünkü dağda tam bir sessizlik vardır ki ilk inen vahye ancak böyle
bir sessizlikte odaklanılabilir. Gayb, dağa daha uygundur.
Peygamberleri
dağa çeken bir şey vardır. Hz. Nûh bile sudan kurtarılıp dağa çekilmiştir.
Yine, Hz. İbrâhim’e, gönlünün mutmain olması için dağ gösterilmiştir ve
parçalanan kuşları dağa bırakması emredilmiştir.
Denizde vahiy gelmez, zîrâ deniz, vahyin inmesine uygun bir
yer değildir. Çünkü deniz, dağ gibi “kutsal” olmaya uygun değildir. Kutsal
dağlar vardır ama kutsal deniz yoktur. Bir şeyin kutsal olması için oynak
olmaması ve sâbit olması gerekir. Fakat dağı kutsallaştıran, rakımın yüksek
olması değil, vahyin dağda gelmesidir. Nice dağlar vardır ki emâneti
yüklenmekten korkar, zîrâ vahyi taşıyamaz ve parçalanır da yıkılır gider. Bu
yüzden vahiy dağa değil, “dağda” gelmiştir, “dağdaki” bir insana gelmiştir.
Batılılaşma
yada modernleşme, din’den ve dağdan vazgeçip, felsefeye ve denize doğru
meyletmektir. Batılılaştıkça ve modernleştikçe nefis kışkırtılır ve ruhlar kâlbin
bir kıyısına-köşesine sıkıştırılır. Böylece insanın dengesi bozulur. Zîrâ insan
beden ve rûh olarak iki özellikten oluşur. Denge kaybolunca ve terâzi bozulunca
ise her türlü adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, şirk, küfür ve zulüm
ortaya çıkar ve toplumu yozlaştırıp çürütmeye başlar. İşte din, vahiy ve
peygamberlerin gönderilmesinin nedeni budur. Vahiy ve peygamberler, ruhları
besler-büyütür ve beden-rûh dengesi kurar. Bu denge elbette vahiy ile kurulur
ki vahiyler peygamberlere ilk başta dağda gelir. Zîrâ dağ, nefsi sâkinleştirir,
normâlleştirir ve varlıktaki o âhenge odaklar. Varlığın muhteşemliğine odaklananlar
mecbûren Allah’ı hatırlar ve O’nu düşünmeye başlarlar. Bu odaklanmayı denizde
ve felsefede yapmak ise zor ve sınırlı olur.
Felsefe
maddeden kurtulamaz ve netîcede maddenin bilgisi olan bilime ulaşır. Bu bilim
modern-bilim olur ki modern-bilim sâdece “bilmek için bilmek”tir. İlim ise
Allah rızâsını ve âhireti gözetir. Bilim ortaya çıkınca felsefe yavaşlar.
Felsefe Dünyâ’ya dönüktür, Dünyâ ile sınırlıdır. Dolayısı ile felsefe
sınırlıdır. Oysa din, ilim ortaya çıkarır ki bu hem maddî hem de mânevî bilginin
sentezidir. Üstelik âhirete dönüktür. Âhirete dönük olduğu için de din
sınırsızdır. Deniz ve felsefe insanı yerin en dibine yakın tutarken, din ve dağlar
ise insanı göklere ve cennete yakın tutar.
Dünyâ dağdan
bakınca farklı, denizden bakınca farklı gözükür; din’den bakınca farklı,
felsefeden bakınca farklı görünür.
Din, insanın
hem bedenine hem de rûhuna yönelik olduğu için kişiyi tatmin ve iknâ eder ve
îman etmesine yol açar. Böylece insan eksiklikten kurtulur. Oysa felsefede
sürekli olarak soru(n)lar vardır, bu da sürekli olarak boşluk ve eksiklik ortaya
çıkarır. Çünkü felsefe sâdece beyne-zihne yöneliktir. Bu yüzden de aradığı iknâ
ve tatmin edici cevapları bir türlü
bulamaz da sorar ve araştırır durur. Zîrâ kâlp ve rûh hesâba katılmadıkça ve tam-aksine
inkâr edildikçe, zihni zorlamakla ve beyin fırtınası yapmakla o iknâ ve tatmin
edici cevâba ulaşmak aslâ mümkün değildir. Felsefecilerdeki ve filozoflardaki o
huzursuzluğun nedeni budur. Çünkü sâdece bilgi ile olmaz. Rûhu ve kâlbi hesâba
katmayınca bilinç ortaya çıkmaz. Kuru-bilgi kişiyi zinhar teselli etmez. İş,
bilmekle bitmez. Dînin ve vahyin kazandırmış olduğu bilinçle kişi amele-eyleme
dönmedikçe de bir tatmin oluşmaz. Vahyi ve Allah’ı hesâba katmadıkça yâni bilgi
ve bilinç vahiy-merkezli olmadıkça insanın tatmin bulması mümkün olmaz. Zîrâ kâlpler
ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulabilir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2022