“Biz göğsünü yarıp-genişletmedik mi?. Ve
yükünü indirip-atmadık mı?. Ki o, senin belini bükmüştü. Senin zikrini (şânını)
yüceltmedik mi?. Demek ki, gerçekten zorlukla berâber kolaylık vardır.
Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman,
durmaksızın (duâ ve ibâdetle) yorulmaya devâm et. Ve yalnızca Rabbine rağbet
et” (İnşirah Sûresi).
Gönül: “Yürekte olduğu varsayılan
nitelik, sevgi, istek, anış, düşünüş gibi duygu kaynağı, kişinin iç-dünyâsı”
anlamındadır.
İslâm “hatır-gönül dîni”
değil, “îman ve eylem dîni”dir. Tasavvufçular İslâm için “gönül dîni” diyorlar.
Fakat bu kişilerin bir şeye “gönüllü” oldukları pek de vâki değildir. İslâm
aslında “gönül dîni” olmaktan çok “gönüllülük dîni”dir. Gönüllük; bir ferâgat,
vazgeçiş, risk, kayıp içerir ve biraz da acıtır. Bu nedenle gönüllü olmak her
babayiğidin harcı değildir. Gönüllü olanlar, “gönlü ünlü olanlar”dır. Gönlü
Allah katında ünlenmiş olanlar ancak gönüllü olurlar. Böyle olunca da gönüllü olmaktan
dolayı görece kaybedeceklerine yanmazlar.
Gönüllü
olmak, oturulup durulan yerde yapılan “gönle dâir güzellemeler”le olan bir şey
değildir. Gönül, gönüllülüğe meyleder. Gönüllük ise; kendinden vermeyi, çabayı,
zahmeti, gayreti ve vazgeçişleri de yanında getirir. Gönül tabî ki kişiye, gönüllülük
konusunda direnç verir ve onu azimli kılar. Modern insan gönlünü kullanmayan
kişidir. Zîrâ kullanacak bir gönle de sâhip değildir. Gönlünü kaybedenice
“gönül gücü”nü de kaybetmiştir. Yorgunluğu, bitkinliği ve dizlerinde derman
olmayışı bu sebepledir.
İslâm, salt bir
“gönül dîni” değildir ve mutlaka amel-eylem gerektirir. İslâm’a gönlünü vermiş
olanlar amel-eylem adamıdırlar. Zâten Kur’ân da “gönüllerde tutulabilecek” bir
Kitap değildir. İç-âlemleri yâni gönülleri vahiy ile aydınlattıktan sonra,
dış-âlemi aydınlatmak hedefi de vardır ki, bunun için “kendini İslâm’a adamış
gönüllüler” gerekir. O hâlde “gönül adamı”nı yerinde oturtmak imkânsızdır. O iç
ve dış-âlemin ıslahı için her dâim amel-eylem hâlindedir ki, bunun enerjisi gönülden
gelir.
İslâm’da ibâdetlerin
farzları olduğu gibi nâfileleri de vardır ki, nâfile ibâdetler, “gönüllü
yapılan gönül ibâdetleri”dir. Nâfile ibâdetler, peygamberlerin “gönüllük
örnekliği” üzerinden İslâm’a yerleşmiştir. Peygamberlerin tamâmı, “benim ücretim
Allah’a âittir” demekle, “ben işimi gönüllü olarak yapıyorum” mesajı verirler. Peygamberlik,
gönüllüğün zirvesidir. Çünkü onların gönülleri, dosdoğru bir gönüldür. Bu
yüzden Peygamberimiz için Kur’ân’da: “Onun gördüğünü gönül yalanlamadı” (Necm
11) denir. O kadar pak bir gönle sâhipti ki, gördüğü şeyden şüpheye düşmedi.
İslâm,
müslümanlara, işe iç-âlemlerin inşâsı ile başlamalarını emreder ve gönülleri
Kur’ân ile nurlanmış ve aydınlamış olanlara, vahyin aydınlığını diğer insanlara
da tebliğ etme görevi verir. Tebliğ ve dâvet tam bir gönül işidir. Gönlü
olmayanlar bu işi hakkıyla yapamazlar. Zîrâ bu iş sabır ister ki gönlü
olmayanların sabırları da olmaz. Bir işe gönüllü ol(a)mayanlar, o işi ya yarım
bırakırlar yada doğru-düzgün yap(a)mazlar. “Gönülsüz yapılan yemek acı olur ve
insanı doyurmaz” denir.
Allah, dînin
hakkıyla yaşanamadığı yerden, dînin hakkıyla yaşanabileceği yere hicret
edilmesini emreder. Bu iş tam bir ferâgat, vazgeçme ve gönül işidir. Gönlü
İslâm ile aydınlanmamış olanlar nasıl da zorlanırlar yada vazgeçerler zor
yokuşa katlanmaktan. Hicret gönül-sâhiplerine kolay gelir. Sonra da
gönüllülerden oluşan bir İslâm toplumu oluşur ki bu toplum, bir süreçten donra
devlete-iktidâra da kavuşur ki, bu devlet İslâm Devleti ayrıcalığına sâhiptir.
Bu devlet gönül-merkezli olduğundan, adâlet-eşitlik, hak-hakîkat, merhâmet-vicdan
yâni Tevhid Devleti’dir. Gönülsüzlerin kurdukları devletler gibi adâletsizlik
ve zulüm üretmez. Zîrâ Allah’ın emirleri doğrultusunda ve kontrôlünde olduğu
bilinciyle işleyen bir devlettir. İşte bu devlet, zamanla ilme, sanata, kültüre
ve gönle yönelik fark meydana getirir. Böylece bir medeniyet meydana çıkar.
İslâm Medeniyeti.. İslâm Medeniyeti bir “gönül medeniyeti”dir.
İnsanlarla paylaşmak,
aslında “gönlü paylaşmak”tır. O yüzden, çok parası-malı olan paylaşınca da, az
parası-malı olan paylaşınca da aslında “gönlünü paylaşmış” olacağından dolayı
arasında miktar farkı olmaz. Zîrâ gönlü paylaşmanın azı-çoğu olmaz.
Gönlü paylaşmak “yaşamayı
paylaşmak” anlamına gelir. Gönüllülükle yapılan bir yemek dâvetinde zımnen; “gelin
birlikte yaşayalım” mesajı vardır. Zîrâ yaşamak için en gerekli şey yeme-içmedir.
Bu tarz birliktelikler insanları yâni gönülleri birbirine yaklaştırır. Mecbûri
verilen zekâttan sonra, gönüllü sadakalar ve infaklar, insanları nasıl da bir
birbirine yaklaştırır ki aslına bu, “gönüllerin birbirine yaklaşması”dır.
İslâm coğrafyasına
bakılınca, gönlü ile İslâm’a katılan yerlerin hâlen İslâm’da oldukları, fakat
savaş ile alınan yerlerin İslâm’ı kabûl etmedikleri gibi, şu-anda da ona düşman
oldukları görülür.
Aslında müslümanlıktan önce
“insanlık” önemlidir. Kişide insanlık yoksa müslümanlığından hayır gelmez. Gönlü
huzur saçmayan müslümanların müslümanlıkları, “kendine müslüman” şeklindedir. Tabî
ki; “müslümanlık ve İslâm olmasın, insanlık yeter” demiyorum, hâşâ. Çünkü bu bir
safsatadır. Modern bir sapmadır. Bunu söyleyenler hiç düşünmezler mi?.. Âlemlerin
rabbi olan Allah’ın, “âlemlere rahmet” dediği “muhteşem bir ahlâka ve insanlık”a
sâhip kişisine; “hadi kalk da, Allah’ın dînini duyur. Biz sana ağır bir söz
yükleyeceğiz. Bundan sonra ağır bir yükün olacak” demesi, ahlâkın ve “insanlık”ın
kişiyi peygamberliğe bile seçtireceğini fakat bu hasletlerin tek-başına yetmeyeceğini
hatırlatır. Peygamber gibi olan insanlar ancak İslâm’ı zirveye taşırlar. İslâm Devleti’ni
ve İslâm Medeniyeti’ni kuracak ve yayacak olanlar, müslüman olmadan önce de “insan”
olanlardır ki, İslâm onların insanlığını kemâle erdirmiştir.
An îtibârıyla insanlık
üstüne kurulmuş bir müslümanlık yok İslâm âleminde. Çünkü medeniyetlerini kaybetmişler.
Medeniyet demek “gönül” ve “gönüllülük” demektir. Medeniyet, “gönül zenginliği”dir.
Medeniyeti oluşturan gönüldür, gönüllüktür. İşte o gönülle ve gönüllükle
yapılır muhteşem eserler, muntazam devletler, adâlet, merhâmet, vicdan, hak ve
hakîkat..
İnsanın gönlü geniş
olmayınca müslümanlığa da etkili olmuyor. Çünkü gönlü genişlemiyor. Sonuçta
devleti ve medeniyeti de genişlenmiyor. Çünkü Allah, “gönlü geniş” olmayanın
gönlünü daraltıyor. Gönlü dar olanların iç ve dış-âlemleri de “dar” oluyor.
Gönlü dar olanların ise bir İslâm toplumu, devleti ve medeniyeti kurmaları
mümkün değildir.
Modern insanın derdi
bitmiyor. Çünkü her-şeyi dert ediyor. Dert edilmeyecek şeyler bile dert oluyor.
Zîrâ gönüller sönmüş, küle dönmüş ve körelmiş. Modern insan çok kaygılı,
sürekli “güvercin ürkekliği”nde. Çünkü gönül zenginliği yok. Gönüllülük yok. Gönül
dar olunca kaygı ve dertler genişliyor. Gönül geniş olunca ise kaygı da daralır
ve biter gider. Bir huzûr gelir, gönülden gelen..
Gönlü geniş olmayanlar
medeniyet kuramazlar dedik. Hiç öyle “batı’nın uygarlığı”ndan bahsetmeyin. Batı’nınki
“medeniyet” değil uygarlık. Uygarlık bir çeşit gelişmişliktir. Fakat gönlün
kararması pahasına olan bir gelişmişlik. O nedenle sürekli yıkarlar,
ağlatırlar, inletirler, feryât ettirirler. Yapmayı hiç düşünmezler. Zâten
yıkmaktan yapmaya sıra gelmez. Medeniyet gönülle alâkalıyken, uygarlık nefs ile
alâkalıdır. Dünyâ’da yaşana açlık, susuzluk, evsizlik, çıplaklık, ölümler,
zulümler, adâletsizlikler, vicdansızlık, merhâmetsizlik vs. hep gönülsüzlükten
kaynaklanır. Gönül karardıkça Dünyâ da kararıyor.
Medeniyet ile uygarlığı ayırmak
gerekiyor. Uygarlık hiç gönül yapmadıktan sonra, her-şeyi yıktığı gibi gönülleri
de yıkıyor. Medeniyet ise bir “gönül yapma ameliyesi”dir. Yıkmayı bırakıp
yapmaya başlar. Yada yapmak için yıkar.
Müslüman ve mü’min “gönül
adamı”dır, öyle olmalıdır. Bunun ilk göstergesi infaktır, paylaşmaktır. Dünyâ
malını kıskanmakla müslümanlık yan-yana gelemez. O yüzden insan ilk önce “Dünyâ
malının Dünyâ’da kaldığı”nı idrâk edip o şekilde yaşayacak. En ufak ve önemsiz şeyini
bile paylaş(a)mayanların dini-imanı yoktur. Yada onların dinleri, bâtıldır, “şeytanın
dîni”dir ve o din zinhar İslâm Dîni değildir.
Aslında şirkin en bâriz
görünümü “gönül darlığı”dır. Çünkü müşrikler “mülkün Allah’ın olduğu”nu (Lehû’l
Mülk) bilmezler yada bilseler de zinhar kabûl etmezler. Mülkün Allah’a âit
olduğunu bilmeyen yada kabûl etmeyenler Dünyâ’ya sarılıyorlar mecbûren. Sonuçta
da katılaşıyorlar. kâlpleri kararıyor, gönülleri köreliyor. Hırs, tamah, kibir
hep “gönül darlığı”ndan kaynaklanıyor. Gönül darlığı, “Dünyâ’nın darlığı”na
sebep oluyor.
Gönlü dar olanlar gerçek
anlamda “kul” olamıyorlar yada kul olmakta geç kalıyorlar. Gönül alamayan ve gönül
yapamayanlar, mutlakâ gönül yıkıyorlar. Çünkü gönülleri iyiliğe yetmiyor. Bu
nedenle nice namaz kılanların namazı yüzlerine çarpılacağı gibi, nice oruç
tutanlar da boşuna aç kalmaktadırlar. Zîrâ bunlar gönül yapmadıkları için gönüller
yıkılıyor. Yûnus Emre: “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” diyor
ya.. İşte bu yüzden gönlü dar olanlar gönülsüzleşiyor ve insanlıktan çıkıp “mal”laşıyorlar.
Gönlü dar olanların
ilimde-irfanda da gözü olmuyor. İlim, bilgi, bilinç, sanat, kültür yansımıyor
gönülsüzlerden. Çünkü bunlar bilgi ve beceriden başka, mutlakâ bir gönlü de
gerektiriyor. Gönlü bu işlere yetmeyenler; ilim, kültür ve sanatla uğraşanlara
işte bu sebeple gıcık oluyorlar.
Bir keresinde çok yakın bir
akrabam bende olan bir şey istemişti de, vermekte gönülsüz davranmıştım. Oysa
çok matah bir şey de değildi o şey. Çok pişman olmuştum. Bir zaman sonra o şey benden çıktı ve onda
oldu. Fakat o benden daha gönüllüydü ve ben daha istemeden “ne zaman lâzım olursa
al” demişti. İşte gönül farkı bu!. Hâlbuki o kişi bilgi bakımından bana göre “zayıf”
birisi ve ben ise bilginin peşinden ört nala koşan biriyim. Bilgi gönlü
genişletmiyorsa, ne işe yarar ki.. Ne kadar da utanç verici bir hatıra.. İşte
Allah da böyle; kullarına her-şeyi verdikçe vermiştir. Karşılığında istediği
tek şey, yaratılışlarına uygun olan bir şekilde düşünmeleri ve amelde-eylemde
bulunmaları; göklerdeki düzenin benzerini Dünyâ’da da kurmaları ve nefislerini
meşrû olanın dışında dizginlemeleridir. İnsan ise gönlünü bir kenara koyunca
otomatik olarak nefsi ön-plâna çıkıyor. Artık böylece nefsine göre hareket
ediyor.
Gönlü zenginleştirmeyen ve
genişletmeyen bilgi, ancak nefsi azgınlaştırır. İlim-sâhibi olmayı hor
görmüyorum elbette ama, “ilim-sâhibi mi yoksa gönül-sâhibi mi olmayı istersin”
diye sorsalar, herhâlde “gönül-sâhibi olmayı ve gönüllülüğü” isterdim. Çoğu zaman
“ben niye yeterince gönül-sâhibi biri değilim” sorusuna ilmî bir cevap
bulamıyorum. Bulduğum cevaplar ise bir işe yaramıyor. Çünkü bu iş ilmî değil,
amelî bir konu. “Ver gitsin”, “vazgeçiver”, “yapma”, “söyleme”, “olsun”,
“tamam”, “olur” vs. sözlerini edememek ne kadar da zor.
Peygamberimiz’in üstüne
giydiği güzel bir elbisesi varmış. Adamın biri o elbiseyi çok beğenmiş, “ey
Allah’ın resûlü, elbisen ne kadar da güzelmiş” demiş. Peygamberimiz elbiseyi
ânında çıkarmış ve “al senin olsun” demiş. “Güzel örneklik” olan peygamberlerde
bunun gibi bir-çok örnek var. Zîrâ gönlü geniş olanların hayatları, bu tür
örneklerle dolup taşar.
Biz medeniyetimizi kaybettik
ve batı’nın maddiyatçı uygarlığına kapıldık. Daha doğrusu pis bir çamura saplandık.
Çünkü “Peygamber örnekliği”ni, medeniyet rûhumuzu yitirdik. Batı’nın çirkef
uygarlığına kapıldığımız için Kur’ân’ı, Sünneti ve İslâm Medeniyeti’ni unuttuk.
Hattâ düşman olduk Kur’ân’a, Sünnete ve Medeniyete. İslâm târihine düşman olduk.
Gönül zenginliği ve
gönüllülük yâni adanma olmayınca, insanlık adına bir şeyin olması zinhar mümkün
olmaz. İnsanlık, gönül(lülük) ve adanma olmayınca iyilik adına hiç-bir şey
açığa çıkmaz ve Dünyâ karanlığa hapsolur gider. İşin kötüsü, âhiret de zindan
olur.
Bâzı durumlarda gönüllük
geçersiz olur. Çünkü gönülden önce “Allah’ın emri ve yasağı” vardır. Bu
bağlamda meselâ gayr-ı meşrû cinsel ilişki “karşılıklı gönüllülük”le yapılsa da
o şey yine de zinâdır.
Fetih,
toprakların ve gönüllerin birlikte kazanılmasıdır. Gönüller kazanılmadığında fetih
değil, işgâl oluyor. Ebu Eyyub el Ensari’nin 90 yaşlarındayken Konstantiniye
(İstanbul) Fethi’ne katılması bir gönüllük göstergesidir.
İslâm’a katılmak bir
gönüllük işidir. Fakat şu da var ki, gönüllü olarak İslâm kimliğini
seçmeyenler, “dayatılmış kimlikler”e mahkûm olurlar. Allah’a “gönüllü
teslîmiyet” göster(e)meyenler, sisteme “koşulsuz teslim” olmak zorunda
kalırlar.
Gönül “bereket” demektir.
Gönüllü olunca bereketli de olur. Zîrâ gönüllülükte zorluk yoktur. Zorluk
olmayınca kolaylaşır.
Tâbiri câizse, “Allah’ın
emirlerini mecbûren yapanlara müslüman”, “gönüllülükle yapanlara mü’min” denir.
Mustafa İslamoğlu: “Gönüllülük
kelimesi o kadar güzel bir kelimedir ki, başına ‘alçak’ kelimesi gelince ‘alçak
gönüllü’, sonuna ‘hırsız’ gelince ‘gönül hırsızı’ anlamını verir. Gönül, ‘düşük
kelimeler’i yüceltir” der.
Maalesef modern insan
gitgide gönlünü karartmaktadır. Öyle ki, maâzallah kısa bir zaman sonra “gönül”
kelimesi unutulup gidilecek bir duruma gelmiştir. Zîrâ modern insan “gönül” kelimesini
anlamsız bulmaktadır.
Eskiden üç-beş sokak ileride
oturanlar bile “komşu” sayılırken, şimdi, yan dâiredekilerin ne ismi ne de
cismi bilinmektedir. Apartman denen “modern hapishâne” insanları yakınlaştırdı
ama gönülleri uzaklaştırdı.
Evet; söylesem têsiri yok,
sussam gönül râzı değil.
“Sözünüzü ister gizleyin,
ister açığa vurun. Şüphesiz O, sînelerin özünde saklı duranı bilendir” (Mülk 13).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder