21 Mart 2023 Salı

Zorunlu Eğitim ve Modern Sapkınlıklar


“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; onun dünyâ-hayâtına âit sözü hoşunuza gider ve o kimse kâlbinde olana Allah’ı şâhit tutar. Hâlbuki o, düşmanların en amansızıdır. O, iktidâra geldiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez” (Bakara 204-205).

 

İnsanlık târihinde zaman-zaman yaşanan kırılmalar vardır ve büyük değişimler ve dönüşümler işte bu kırılmalarla başlar. Kırılmalar ya Allah ve İslâm-merkezli yada şeytan, nefs ve insan-merkezli olan kırılmalardır. Allah-merkezli kırılmalar peygamberler ile başlamış ve bâtıla doğru kaydıkça peygamberin tâkipçileri hakka doğru dönüşümler başlatmışlar yada başlatmak istemişlerdir. İnsanlık târihi işte bunun mücâdelesinin târihidir ve imtihan da işte bu mücâdele merkezinde olmaktadır.

 

Hak-merkezli başlatılan düzenlemelerde sistem doğala, normâle ve fıtrata uygun olur ve olmak zorundadır. Zîrâ hak-merkezli sistemde her-şey, “Allah’ın tüm kâinâta koyduğu yasalar” demek olan sünnetullaha ve yine “Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmak” demek olan fıtrata tam uygun olur. Böyle olunca da sistemde bâtıla doğru kırılmalar yaşanmaz ve göklerdeki muhteşem düzen gibi bir düzen ve nizâm Dünyâ’da ve insanlar arasında da kurulur.

 

Lâkin; şeytan, nefs ve de tâğutlar böyle bir düzenden çok rahatsız olurlar ve hak-merkezli bir düzene katlanamazlar. Zîrâ onlar “düzen” diye yutturdukları karmaşadan ve kaostan beslenirler ve hayatlarını böyle devâm ettirirler. Bulanık suda (b)alık avlarlar ve birilerinin yolarını tıkarlarken, toz-duman içinde kendi “yollarını” bulurlar ve çıkarlarını sağlarlar. Bu yüzden de hak-merkezli olan düzene katlanamazlar da baltalamak ve yıkmak isterler. Bunu da en bâriz şekilde, iş-başına geçtiklerinde “ekini ve nesli helâk ederek” yaparlar.

 

Bâtıl sistemin yöneticileri olan tâğutlar, iş-başına geçtiklerinde insanların zorunlu olarak uyması gereken kânunlar çıkarırlar. Fakat bu kânunlar hem tabiatın işleyişine hem de insanın fıtratına aykırı olur. Lâkin bu uyumsuzluk onların umurunda bile değildir. Zîrâ onlar kânunları Yaratıcı’nın isteğine ve doğanın nizâmına göre değil, nefislerinin isteğine ve çıkarlarına uygun olarak yaparlar. Zâten fitne de bu nedenle çıkar ve ifsâd bu nedenle başlar. İşte bu fitnelerden biri de zorunlu eğitim noktasındadır.

 

1.500’lerde başlayan ve bâtıla doğru olan kırılma, Sanâyileşme ile şiddetlendi ve en nihâyet 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra tüm Dünyâ’ya yayılmaya başladı. Doğu blôğunun çökmesiyle birlikte ise tek-başına kalan liberâl-kapitâlist sistem, bâtıl sistemini tüm Dünyâ’ya dayattı. Bundan sonra artık doğaya ve doğala aykırı bir şekilde endüstri ve sanâyi merkezli bir sistem Dünyâ’ya hâkim olacaktı. Bu bağlamda bilim, teknoloji, makineleşme ve sûnîlik hâkim olacak ve doğallık ise yok olmaya yüz tutacaktı. 

 

Türkiye’de 1990’lı yıllara kadar olan şey şuydu: İnsanlar okuma-yazma ve temel sayısal ve sözel bilgiler edinmeye öğrenmeye önem veriyorlardı ve bunu ilk okulda 5 yıllık bir süreçte zâten yeterince öğrenebiliyorlardı. Liseye giden sayısı çok fazla olmadığı gibi, üniversiteye ise sâdece gerçekten de cins kafaya sâhip olan kişiler gidebiliyordu. Zâten hem bu kadar çok sayıda üniversite yoktu hem de üniversiteyi kazanmak ve okumak zordu. 5. sınıfı bitirenler, eğer okula devâm etmiyorlarsa, kızlar evlerde ev-hanımlığını, çarşı pazar alış-verişini, ev işlerini ve anneliği öğreniyorlar ve kendilerine uygun nasiplerini bekliyorlardı. Erkekler ise yine okula devâm etmiyorlarsa, bir mesleğe çırak olarak girip, kalfa ve ustalık süreçlerini tamamlayıp bir meslek ediniyorlar, askere gidip-geliyorlar ve bir kız bulup evleniyor ve de evlerinin üstüne yaptıkları ikinci-üçüncü katta oturmaya başlıyorlardı. Kentteki sistem böyle işliyordu. Köylerde ise çok nâdir olarak yüksek okula gidenler oluyor, genelde ise tarım ve hayvancılık şeklinde hem kızlar hem de erkekler çiftçiliği öğreniyorlar ve kendi çocukları da bunu devâm ettiriyordu. Çark böyle dönüyor, böylece köylerde tarım ve hayvancılık, kentlerde ise ustalık devâm ediyor ve herkesin bir mesleği ve işi oluyordu.

 

İslâm düşmanlarının organize edip düzenlediği 28 Şubat kararlarıyla birlikte 5 yıllık ilkokul ve 3 yıllık ortaokul eğitimi birleştirilerek sekiz yıllık kesintisiz bir ilköğretim sürecinin yasallaşmasıyla ve sistemin değişmesiyle birlikte düzen bozulmaya başladı. 2012-2013 döneminde 4+4+4 denilen 12 yıllık zorunlu eğitim sistemiyle durum tümden değişti ve iş rayından çıktı. Artık kız ve erkek herkes, ilk başta 8, daha sonra ise 12 yıllık eğitim sürecine zorunlu olarak tâbi oldu. Böylece kızlar ev-hanımlığı ve anneliği öğrenmekten, erkekler ise ustalık ve çiftçilikten uzaklaşmış oldu. Zorunlu eğitim aslında ustalığı ve çiftçiliği yâni el-emeğini engellediği için işleyişi bozdu. Tabi bunlar aslında küresel bir plân dâhilinde gerçekleşti. Çünkü modern-küresel sistem, liberâl-kapitâlist küreselciliğe, sanâyileşmeye-teknolojiye dayanıyordu. Bu da tâmirin ve ekip-biçmenin azalmasını gerektiriyordu. Üstelik bu yeni sistemde vasıfsız insanlara çok ihtiyaç vardı ve 12 yıllık zorunlu (daha doğrusu sorunlu) eğitimi tamamlayanlar, eğer üniversitelerde başarılı olamıyorlarsa vasıfsız ve işsiz kitlesini oluşturdu. Bu durum daha sonra -kânûnen olmasa da-  de-fakto olarak üniversite okumayı da zorunlu yaptı. Çünkü liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gitmemenin bir anlamı kalmadı. Zîrâ lise mêzunu olmanın hiç-bir yarârı yoktu. Böylece kız olsun erkek olsun herkes üniversite okumaya başladı. Zâten sistem de, liseyi bitiren herkes üniversiteye gidebilsin diye absürd bölümler de dâhil bir-çok bölüm açtı ve yeni üniversiteler kurdu. Nalbantlık da dâhil bir-çok absürd bölüm oluşturuldu. Hattâ gençler “kuruyemişçilik kazandım!” diyerek dalga geçmeye bile başladılar. Üniversiteler “yol geçen hanı”na dönüştü ve tabi bu, eğitimin de kalitesizleşmesine neden oldu.

 

Süreç kısaca böyle seyretti. Fakat asıl sorun, zorunlu eğitimin oluşturduğu yanlışlıklar ve sapkınlıklar olmuştur. Açıkçası zorunlu eğitim gençlere bir fayda sağlamadığı gibi onlara çok zarar verdi-veriyor. Çünkü zorunlu eğitim onları hayattan ve gerçeklikten kopardı-koparıyor, onları bir hayâl dünyâsına ve sanala hapsetti-hapsediyor. Eskiden kızların ve erkeklerin hayatları boyunca ne yapacakları belliyken, şimdi ise büyük bir belirsizlik var ve gençler önünü göremedikten başka, ne yapacaklarını bilemez hâle geldiler.

 

Tabi bu durum tarım ve hayvancılığı da olumsuz etkiledi-etkiliyor. Zorunlu eğitimi câhilce ve körü-körüne destekleyen insanlar ama çoğunlukla lâik-seküler-demokratik kesim şimdilerde, “tarım ve hayvancılık bitti, ekilen arâziler azalıyor, yurt-dışından hubûbat ve hayvan ithâl ediliyor, bunlar Türkiye gibi bir ülkede olacak şey değil” diye bir yerlerini yırtıyor. Fakat bu sözlerin içi boştur ve altı doldurulabilecek sözler değildir. Zîrâ hem 12 yıllık zorunlu eğitimi desteklemek hem de tarım ve hayvancılığın azaldığını, sekteye uğradığını ve hattâ bitme noktasına geldiğini söylemek çok büyük bir çelişkidir. 12 yıllık hattâ 8 yıllık zorunlu eğitime küfretmeden tarım ve hayvancılığın yâni çiftçiliğin bittiğini söylemenin ve de işsizliğin çoğaldığından bahsetmenin hiç-bir geçerliliği yoktur. Çünkü zorunlu eğitim kentlerde işsizler ve vasıfsızlar ordusu oluşturduğu gibi, köylerde ise dededen ve babadan kalan arâzileri ekip-biçecek ve de hayvancılık yapacak insan bırakmadı. Zîrâ 8 ve 12 yıllık zorunlu eğitim hem meslek edinmeyi bitirdi, çünkü gençler zorunlu eğitim nedeniyle mesleklere yönelmedi ve vasıfsız kaldılar, hem de köylerde, yine zorunlu eğitim nedeniyle tarım ve hayvancılık yapacak genç kalmadı, yeni nesil kalmadı. Çünkü 12 yıllık zorunlu eğitimini tamamlayan gençler tarım ve hayvancılığı yâni çiftçiliği tâ çocukluktan îtibâren öğren(e)mediler, zîrâ zorunlu eğitim onların hem bu işleri öğrenmelerini engelledi, hem de liseyi bitiren gençler üniversite okumaya yöneldiler ve köylerde tozun-toprağın ve bokun içinde uğraşmak istemediler. Asfaltın ve betonun arasından çıkıp da tozun, toprağın ve bokun içine hiç kimseyi geri döndüremezsiniz. Zâten üniversiteyle birlikte gençler artık gittikleri kentlerden köye geri dönmemeye başladılar ve kentlerde çalışmayı seçtiler, bu da ölen dedelerden sonra yaşlanan babaların da mecbûren tarım ve hayvancılığı sınırlandırmasına yada terk etmesine neden oldu. Böylece tarım ve hayvancılık azaldı ve her geçen gün bitme noktasına doğru ilerlemektedir. Artık tarım alanları ekilip-biçilmemeye başlayınca yurt dışından ithâl ürünler gelmeye başladı. İlginçtir; köyde 3-5 inekle kendi işini yaparak geçinebilecek olan insanlar, bunun yerine, kentlerde üniversite yâni zorunlu eğitim mêzunu olarak fabrikalarda vardiyalı bir şekilde gece-gündüz, hem de asgarî ücretle çalışmayı tercih etti-ediyor. İşte bu seçim, zorunlu ve sorunlu eğitimin zihniyetleri değiştirmesinden dolayıdır. 

 

12 yıllık zorunlu eğitime devâm eden bir genç, zorunlu eğitim bittiğinde neden bir mesleğe atılsın yada köye tarım ve hayvancılık yapmaya dönsün ki?. Peki gençler yapmayacaksa, meslekleri ve çiftçiliği kim yapacak ve kim sürdürecek?. Bu işler için başka ülkelerden gelen ve zorunlu eğitim ile ilgisi olmayan insanları çalıştırmaktan başka seçenek kalmıyor ama birileri buna da îtirâz ediyor. Yâ kardeşim’; 12 yıllık zorunlu eğitimi tamamlayan gençlerin % 95’i zâten üniversiteye devâm ediyor ve üniversiteyi bitirince de ne bir mesleğe yöneliyor ne de köyüne geri dönüyor. Zâten bu gençlerin köye geri dönmelerini de bekleyemezsiniz ki!. Çünkü zorunlu eğitim onlara bir zihniyet de aşıladı ve onları kentlileştirdi, modernleştirdi. Şimdi, köye dönüş olmuyor ve elden-ayaktan düşen yaşlanmış çiftçi insanların nesilleri tarım ve hayvancılık yapmıyorsa, tarım ve hayvancılığın azalmasına niye şaşıyorsunuz ki!. Kentlerde mesleği, köylerde ise tarım ve hayvancılığı yâni çiftçiliği bitiren şey 12 yıllık zorunlu eğitimdir, başka bir şey değil. Öyle “tarım politikaları” ile falan düzelecek şey değildir bunlar. Zâten artık köylerde de herkes emekli olduğu için tarım ve hayvancılık yapmak istemiyor ve ömürlerinin kalanını istedikleri gibi yaşamak istiyorlar. Lâkin işleri bırakacak çocukları ve torunları yok ki!. Allah’tan makineler işleri kolaylaştırıyor da böylece üretim azalsa da devâm edebiliyor. Fakat nereye kadar?.  

 

Uzun yılları kapsayan zorunlu eğitim, bir “beceri köreltme ve insanları tek-tipleştirme uygulaması”dır. Uzun zorunlu eğitim süreçleriyle insanlara modern beceriler kazandırmaya çalışıyorlar. Oysa bu uygulama “doğal beceri”leri köreltmektedir. Üstelik insanları doğadan ve doğallıktan uzaklaştırıyor. Bu da liberâl-kapitâlizmin ve küreselleşmenin genişlemesine ve güçlenmesine neden olarak bir kısır-döngüye yol açıyor.

 

Üstelik zorunlu eğitim, bu eğitime mâruz kalanların zihniyetlerini de bozdu-bozuyor. Yeni bir-çok sapıklık ve sapkınlıklar ortaya çıktı yada yurt-dışından ithâl edilen sapkınlıklar zorunlu eğitime devâm eden nesiller tarafından sâhiplenildi. Bir çivi bile çakmasını bilmeyen erkekler ve iki yumurta bile pişirmesini bilmeyen kızlar-kadınlar ortaya çıktı. Meyvenin-sebzenin nasıl ve nerede yetiştiğini bilmeyen sorumsuz ama sorunlu bir kuşak ortaya çıktı. Zorunlu eğitime (daha doğrusu öğütüme) mâruz kalan nesiller ilkesizleşti, ahlâksızlaştı ve beceriksizleşti. Zorunlu eğitim, yeni nesillerin merhâmetsiz, vicdansız, ahlâksız, anlamsız, değersiz, adâletsiz, bencil ve sapkın olmalarına neden oldu-oluyor.

 

Mevcut Dünyâ “anlamsız” bir Dünyâ hâline geldi ki buna en çok da zorunlu eğitim neden oldu-oluyor. Anlamsız olunca Allahsız da oldu yada Allahsızlaşınca anlamsızlaştı. Ateizm’in ve Deizm’in ve de bir-çok sapkınlığın ortaya çıkmasının nedeni budur. Çünkü bunlar zorunlu eğitim ile birlikte çoğaldı ve yaygınlaştı. Evliliğin geciktirilmesi yada iptâl edilmesi, evliliklerin çoğunun boşanmayla sonuçlanması, hem-cinslerle yapılan evliliklerin daha doğrusu birlikteliklerin çoğalmasının ve yaygınlaşmasının nedeni hep bu zorunlu-sorunlu eğitimin sonucudur. İnsanların ana-babadan, gelenek-görenekten, din’den-îmandan, saygı ve sevgiden, vicdandan-merhâmetten, sorumluluktan, doğadan ve doğallıktan vs. uzaklaşmasının bir sonucudur.

 

Günümüzde yaşanan tüm çirkefliklerin ve sapkınlıkların, lâik-seküler-liberâl- kapitâlist-demokratik-feminist-komünist-ırkçı-modernist eğilimlerin yerleşmesi, en çok ve bâriz bir şekilde, çocukların ve gençlerin eğitim aldıkları “okul” denilen zorunlu eğitim aldıkları mekânlarda benimsendi ve yerleşti. Zorunlu eğitim sapkınlığı yaygınlaştırdı. Bu nedenle zorunlu eğitime sövmedikçe bozulan dengeyi, düzeni ve nizâmı eleştirmenin ve gelinen durumdan yakınmanın hiç-bir anlamı yoktur. Bir tek-tipleştirme uygarlığı olan modernizme küfretmedikçe bozulmaya laf etmenin hiç-bir anlamı yoktur.

 

Gelinen durum îtibârıyla mesleklerin bitmesinin, anneliğin terk-edilmesinin, tarım-hayvancılık ve çiftçiliğin bitme noktasına gelmesinin, netîcede de yediklerimizin, içtiklerimizin ve giydiklerimizin zehir olmasının nedeni, birilerinin o çok övdüğü ve savunduğu zorunlu eğitim sistemidir. Şikâyet ettiğimiz şeylerin en temelde nedeni ve sorumlusu zorunlu eğitimdir. Türkiye’de 1990 yılından sonra ortaya çıkan fitnenin ve fesadın nedeni, 8 ve 12 yıllık zorunlu eğitim sistemidir.

 

Zorunlu eğitim çıktı, mertlik bozuldu vesselam..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2023

 

 

Devamını Oku »

Yoldaki Güzellikler ve Çirkinlikler

 

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

 

Dünyâ’daki zulmün ve kötü durumun nedeni, müstekbirlerin iktidarlarını ne olursa-olursa mutlakâ sürdürme isteğidir ve bunu sürdürebilmelerinin olmazsa-olmazı da “müslümanların duyarsızlığı”dır. Bu duyarsızlık nedeniyle insanların çoğu zulüm altında yaşamak zorunda kalıyor. Yaşanan zulüm yüzünden Dünyâ hiç-bir zaman bir barış ve huzûr yurdu olamıyor. Bu durum sâdece peygamberler ile birlikte onların zamânında değişmiş ve Dünyâ farklı bir kulvara girmiştir. Hak yeniden hâkim olduğunda müstekbirler yer-altına çekilmek zorunda kalmıştır. İşte böyle zamanlarda hak-hakîkat-huzûr net bir şekilde açığa çıkmıştır.

 

Müslümanlar, cihangir devletlerini ve hâkimiyetlerini kaybettikleri son 200-250 yıldır, işi tersine çevirme süreçlerini denemişler ama başaramayınca ve “artık geri dönüş olmaz” zannedince, nihâyet demokrasinin, lâikliğin, kapitâlist-liberâl-seküler sistemin Dünyâ’ya hâkim olmasıyla birlikte amel-eylemden kopuk bir yola girmişlerdir. Son 200 yılda büyük bir düşüş yaşayan müslümanlar bunun nedeni olarak “vahyin idrâkinden ve kılavuzluğundan uzaklaşılmış ve sapılmış olduğu” haklı ve doğru olarak tespitini yaptılar. “Kur’ân’ın bilinci ve Sünnet’in eyleminden uzaklaşılınca, müslümanlar yöneticiyken “yönetilen” durumuna düşmüştür” tespitini doğru olarak yaptılar. Bu konuda haklıydılar ve hızla vahyi okuma-anlama yoluna girdiler. Zâten o anda başka yapacak bir şey yoktu yada bir şeyler yapmaya -Sünnet’i de göz-önüne aldığımızda- böyle başlanırdı. Tabi işin sâdece ilmî ve teorik yönüne dönme düşüncesi çok abartılınca, pratik alanın daralması ve sonuçta da müslümanların pratiklikten uzaklaşması kaçınılmaz oldu-oluyor.

 

O günden sonra müslümanlar Kur’ân’a yöneldiler ve onu okuyup anlama yoluna girdiler. Gerçekten bu yolda çok yoğun çalışmalar yaptılar ve yapıyorlar. Bu konuda konuşmalar, yazılar, kitaplar vs. yoğun bir şekilde yapıldı ve yapılıyor. Fakat bu süreçte iki yanlış ortaya çıktı. Bunlardan birincisi, “Kur’ân’a aşırı yoğunlaşınca, Sünnet’i yâni Peygamber’in “güzel örnekliğini” ilk başta göz-ardı ettiler, sonra da büyük oranda tümden gereksiz ve yok sayıp inkâr etmeye başladılar ki bunda “uydurma hadis” ve rivâyetlerin payı çok büyüktü. Hâlbuki Sünnet “Kur’ân’ın hayattaki uygulama yöntemi”ydi ki bu yine Kur’ân’ın kılavuzluğunda ve denetiminde yapılmıştı. Artık Sünnet ve sahih de olsa hadisler ve de1.400 yıllık iyi güzel çalışmaların toplandığı külliyatlar tümden inkâr edilince, Kur’ân’a bir ansiklopedi gibi davranılmaya ve her-şeyi onda aramaya başladılar. Kur’ân tabî ki temel olarak her-şeyin kendisinde bulunacağı yada bulmak için yol gösterici bir Kitap’tır ve samîmi  okuyucusuna her konuda bir ışık tutup yol gösterebilir. Fakat Kur’ân sâdece zihinlerin ve kâlplerin tatmini için gönderilmiş bir Kitap değil, aynı-zamanda hayatta uygulansın ve hattâ hayâtın her alanında hâkim olsun diye gönderilmiş bir kitaptır ki zâten peygamberler ve Peygamberimiz de bunun örnekliğini yapmıştır ki Kur’ân bu güzel örneklik”i tâkip etmemizi emreder:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

İşte bu düşünce yâni sünnetten uzaklaşmak ve nihâyet kopmak ve de onu hiç hesâba katmamak, Kur’ân’ın rûhunu idrâk etmeyi ve içselleştirmeyi blôke etti. Böylece insanlar “İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” anlamında bir düşünceden uzaklaştı ve hattâ genel çoğunluk artık bunu yanlış ve İslâm’a aykırı bir şey gibi görmeye başladı. Zâten lâik-seküler-kapitâlist-liberâl demokrasiyle birlikte müslümanların da içi geçti ve bir şey yapacak mecâlleri kalmadı. Zîrâ gönüllerinde derman kalmadı ki dizlerinde derman olsun. Çünkü Peygamber örnekliğini hesâba katmadılar ve hattâ ona düşman oldular. Böylece ellerinde Kur’ân, oturdukları yere çakılıp kaldılar.

 

Fakat bu tüm müslümanlar için böyle değildir. Kur’ân ve Sünnet-merkezli olarak okuma, idrâk etme ve amel-eylem ortaya koyma düşüncesinde olanlar da vardır. Fakat onların çoğu, “şimdi zamânı değil” düşüncesiyle harekete geçemiyorlar. Tabî ki İslâm’ı hayâta hâkim kılma sürecinin -bir imtihan olarak- belli bir süresi vardır ve o süreçte samîmiyet, ciddiyet ve azim görülmeden ve bu bağlamda Allah’ın yardımı hak edilmeden zâten başarıya ulaşılamaz. Ama unutulan şey şudur ki, kervan bir yerden sonra biraz da yolda düzülür ve “tamamlanmış bir İslâmî hareket plânı” yapılamaz. Üstelik “hasat” da zamânında yapılmalıdır.

 

Müslümanlar karşılarındaki “teorik dik yokuş”u aşmak için çok çabaladılar ve hâlen de çabalamaktadırlar. Fakat belli bir seviyeye gelindiğinde işin rengi ve gidişât değişmesine rağmen değişmediği görülmektedir. Zâten bu yazıda bahsettiğimiz şey de bu davranışın abartılmış olması ve “yolda yapılaması gerekenler”in, “vahyi idrâk etme serüveninde olunması nedeniyle” yapılmasından vazgeçilmesi yada en azından ertelenmesi”dir.

 

Şöyle ki; müslümanlar, İslâm’ı-Kur’ân’ı idrâk yolunda epey bir mesâfe aldılar ve “cehâlet yokuşu”nu artık bir-çokları aştı. Artık o “yokuşu aşma” anlamında bir yol da ortaya çıktı. Arkadan gelenler artık o yokuşu daha kolay aşabilecektir. Artık müslümanlar cehâlet yokuşundan aşağıya doğru inmeye başlamışlar ve  düz yola kavuşmuşlardır. Yâni artık neyin ne olduğu anlaşılmıştır. Ne de olsa bu varlığın bir sınırı vardır, insanın da bir sınırı vardır ve bu nedenle de -Kur’ân da bir hayat Kitabı olduğu için- Kur’ân’ın genel olarak idrâk edilip harekete geçilmesi gereken bir sınırı vardır. Yâni Kur’ân belli bir seviyede idrâk edilince, artık idrâk ile birlikte pratiğe geçilip amel-eylem de ortaya konmaya başlanmalıdır. Çünkü Kur’ân’ın sözü Allah’ın sözüdür ve Allah’ın sözü: “Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27). O hâlde bu “idrâk denizi”nden çıkmadan ve idrâki son nefese kadar sürdürme bilincine erdikten sonra, pratiğe geçilmeli ve amel-eylem de başlatılmalı ve sürdürülmelidir.

 

Müslümanlar belli bir idrâke ulaşmalarına ve cehâletten belli bir oranda kurtulmalarına rağmen hâlen salt idrâk yolundan vazgeçmiyorlar ve amel-eylemde bir varlık göster(e)miyorlar. İnsanların çoğunun câhilliklerini hâlen sürdürmeleri bir mâzeret olamaz, çünkü cehâlet tüm insanlarda tümden bitmez. O hâlde artık belli bir yol aldıktan ve “cehâlet yokuşu aşılıp da düzlüğe inildikten” sonra, “yoldaki güzellikler”den başka “yoldaki çirkinlikler ve çirkeflikler”le de uğraşmak ve bunları düzeltmek yoluna girilmelidir.

 

Müslümanlar cehâlet yokuşunu aşıp o düz yola girdikten ve hâlen idrâk-merkezli ilerlerken, sürekli olarak sâdece yoldaki güzellikleri görüyorlar ve onları vahiy-merkezli olarak yorumlayıp değerlendiriyorlar. Bu yolda güzel ve etkili tespitler ve yorumlar da yapıyorlar. “Yolun sağ tarafı” hep güzelliklerle dolu. Sol taraf ise çirkinlikle, zulümle, acıyla, ve feryât-figânla dolu. Müslümanlar o tarafa hiç bakmıyorlar. O tarafta kötülüklerin-çirkinliklerin olduğunu görmezden geliyorlar. Hâlbuki gözlerin ucundan gözüküyor bu çirkinlikler. Fakat yine de o “sonsuz ve düz idrâk yolu”nda yürümeye devâm ediyorlar.

 

Evet o “idrâk yolu” sonsuz bir yoldur. Hiç-bir zaman sonu gelmez. Zîrâ Allah’ın ilminin bir sonu yoktur. Ne kadar uğraşırsanız-uğraşın o yolun sonuna ulaşamazsınız. Zâten Allah da o yolun sonuna ulaşmamızı değil, o yolda bilinçli bir şekilde giderken, çirkinlikleri de kaldırmamızı ve yok etmememizi istiyor. Zâten ciddiyet ve samîmiyet de ancak böylece ortaya konabilecektir. Ne kadar uğraşırsanız-uğraşın şeytan kadar bilgili olamazsınız. Unutmayın ki onca bilgi şeytanı kurtaramamıştır ve şeytanı “şeytan” yapan şey onca bilgisine rağmen âlemlerin rabbi olan Allah’ın apaçık emrine rağmen secde etmeyişi idi. Yâni yapılması gerekeni yapmayışı idi. Belli bir bilgiye rağmen Allah’ın emrini yerine getirmemek kişiyi şeytanlaştırıyor demek ki. O hâlde o düz yolda daha ne kadar yürüyeceksiniz ve ne zaman sol taraftaki çirkinliklerle de ilgilenmeye başlayacaksınız ey müslümanlar!. Yol sâdece sağ taraftaki güzelliklerden ibâret değil ki. Yolun bir de sol tarafı var ve sol taraf çirkinlikler, zulümler ve acıyla dolu. Şirk ve küfürle dolu. Şirkin ve küfrün olduğu yerde mutlakâ zulüm de olacağı için, sol taraftan sürekli olarak iniltiler ve feryatlar geliyor. “Bir yardım eden yok mu” sesleri yükseliyor ve gökleri deliyor. Sağ taraftaki çiçek-böcek ile mest olup meşk etmek nereye kadar?. Yolun diğer tarafına gözleri ve kulakları tıkamak nereye kadar?!. Yolun neresinden sonra adâletsizliğe ve zulme eleştiri, îtirâz ve isyân başlayacak ve neresinden sonra harekete geçilecek?.

 

Dünyâ yan gelip yatma ve sürekli olarak keyif sürme yeri değildir.  Müslüman için Dünyâ bir imtihan alanıdır. Her ne kadar bize Dünyâ’da da helâlinden olmak şartıyla yiyip-içme hakkı verilmişse de, imtihan ve âhiret bilinciyle yaşayanlar için Dünyâ “gelip-geçici bir imtihan yurdu”dur ve o sonsuz nîmet diyârı Dünyâ değil, Allah’ın rızâsını kazanacaklar için hazırlanmış olan cennettir. O hâlde Dünyâ’da sonsuz bir yaşama düşüncesinden ve o düz yolda sonsuza kadar yada ölüme kadar hep sağ tarafa bakarak yürümek doğru değildir. Hem sağ tarafa hem de sol tarafa bakılarak gidilecek ve hem sağ tarafın hem de sol tarafın hakkı verilecektir. Yol, iki taraflı düzeltilecek ve îmâr edilecektir. Tabi bu yolda iki tarafa da bakarak yürümenin bir bedeli vardır ve bu bedel elbette ağırdır. Zîrâ bu yol “imtihan yolu”dur. Sonu gözükmeyen bu yolun sonunu getiremeyeceğimizi bilerek ve bu yolda Allah için neler yapabileceğimizin bilincinde olarak idrâk ve amel-eylem yolunda olmak şarttır. Çünkü biz bildiklerimizden ziyâde yaptıklarımızdan yada yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan sorulacağız.

 

Allah bu yolda nasıl bir tavır takınacağımızı öğretir ve o yolda en doğru şekilde nasıl gidileceğinin haber verir:

 

“Ey îman edenler!, sizi acı bir azapdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur. Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 10-13).

 

O hâlde namazı bitirdiğimizde nasıl ki hem sağımıza hem de solumuza selam veriyorsak, yolda giderken de hem sağımıza hem de solumuza selam verip iki tarafı da selâmete çıkarmak için çalışmamız gerekir. Zîrâ imânın sağlamlığı ancak bu şekilde ölçülür ve îmânın sağlaması ancak bu şekilde yapılır. Ne diyordu Peygamberimiz:

 

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şâyet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kâlbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu îmânın en zayıf derecesidir”  (Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2019

 

 

Devamını Oku »

Yokluk Üzerine

 

“Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder” (Rûm 11).

 

“Allah sizi(n ilk yaratılışınızı) topraktan, sonra nutfeden/embriyodan yarattı. Sonra da çiftler (çok sayıda oluşturduğu âile) hâline getirdi” (Fâtır 11).

 

Allah yaratmaya başlayan, bu yaratmayı ilkin başlatan, sonra da “yenileyerek sürdüren ve tekrâr eden”dir. İşte bu “ilk-yaratma”nın nasıl başladığı/nasıl olduğu insanın algısına kapalıdır. Bu nedenle insanlar ama özellikle mistik-tasavvûfî kesim, ilk yaratmanın “yokluktan” yada “yoktan” olduğunu söyler ve “yok”a bir anlam vermek isterler. İlk yaratılış “yoktan-yokluktan” değil, “yokken”, mûcizevî bir şekilde varlık alanına çıkmak yâni yaratılmaktır. Topraktan yaratılma mûcizevî bir yaratılma şeklidir. Sonra tekrar eden yaratmalar ise, bildiğimiz-gözlediğimiz şekilde olan yaratmalardır ki bu yaratılma şeklinin yoklukla bir ilgisi yoktur ve “vardan vâr etme” şeklinde nasıllığını bildiğimiz yaratmalardır. Allah her-şeyi ilk başta “yokken” yaratmış, sonra da yaratmayı ilk örneklerine göre sürdürmektedir. Allah tekrâr eden yaratmada her-şeyi yaratıp duruyor ve bunu farklı aşamalarla ifâde ediyor; “bir damla sudan”, “tek nefisten”, “balçıktan” vs. gibi:

 

“O’dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alâk’tan (embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir)..” (Mü’min 67).

 

Allah Kur’ân’da yaratmadan bahsederken daha çok bilip-gözlemlediğimiz yaratmalardan bahseder. O “ilk yaratma” olan mûcizevî yaratmanın ayrıntılarından söz etmez ve sâdece; “sizi Allah yarattı” denir. Kur’ân’da “yoktan-yokluktan yaratma” ifâdesi yoktur.

 

“Yok” olan bir şeyden bir şey yaratılmaz ve yok olandan bir şey çıkmaz. O yüzden Allah bizi “yoktan” yada “yokluk” denen, olmayan şeyden yaratmamıştır. Allah bizi “yokken” vâr etmiştir yâni yaratmıştır. Allah bu yaratmayı en güzel şekilde yapmıştır:

 

“Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tîn 4).

 

Yokluk diye bir şey yoktur. Bir şey, vâr olmadan önce var değildir sâdece. Fakat o zaman bile bir şey vardır belki de. Allah, yaratacağı şeyi yaratır, yaratmayacağı şey zâten vâr olmayacağı için onun vâr olması söz-konusu bile olmaz. Bir insan yada şey, bir zamanlar bir yerlerde yoklukta fala değildi. “Yokluktan yaratma” yoktur, “yokken, ‘ol’ demekle bir-anda vâr oluverme vardır. Bunun nasıllığını ise sâdece ve sâdece Allah bilir. Allah zâten her-şeyi bir-anda “ol” demekle yaratıverir, sonra da bu yaratmayı bizim de gözlemlediğimiz gibi tekrâr eder. Yoksa yokluk denen bir yerden yada şeyden bir şey meydana çıkmaz.

 

Yok olan bir şey yoktur. Yokluk yoktur. Yok hakkında bir şey söylenilemez ki bir yokluktan bahsedilebilsin. Yokluk denildiğinde sâdece, bir şeyin vâr olmaması durumundan bahsedilebilir. Fakat bu “yoklukta olmak” demek değildir. Yokluk diye bir yer yada şey yoktur. Zâten yok-yokluk, kendi-kendine “yokum” demektedir. “Yok” demek, “yok yoktur” demektir. Bu nedenle “mutlak yokluk” denen bir şey de yoktur. Yokluk, “maddenin yokluğu olabilir, fakat Allah her dâim bâkidir. Allah’ın her dâim bâkî oluşu, mutlak yokluğu imkânsızlaştırır. “Yok” ile “mutlak yok” arasında ne fark vardır?. “Yok”tan sonra “daha çok yok” olabilir mi?. Yokluk diye bir şey yoktur ki “mutlak yokluk” olsun. Meselâ bizim bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz, Allah’ın yaratmadığı bir şey bir yerlerde yoklukta değildir. Böyle bir şey yoktur zâten. Bu nedenle yokluk yoktur.

 

“Var” ile “mutlak var”ı ayırabiliyorum. İnsana “var”dır ama Allah “mutlak var”dır. Zâten insan mutlak olarak vâr olmadığı için “fânî”dir. Allah ise “mutlak var” olduğu için fânî değildir ve zâten O her-şeyin yaratıcısıdır. Ancak “mutlak vâr olan” “yaratıcı” olabilir.

 

Varlık-yokluk konusunda, “var”ın tersi “yok” değildir. “Var”ın tersi, “vâr olmayan”dır. Çünkü yokluğun yada vâr olmayanın ne olduğu bilinemez. “Yok” olan bir şey târif edilemez. Ona bir isim bile verilemez. Ona “yok” denir ama yok olanın ne olduğu söylenemez. Bir şeyin vâr olmaması durumuna “yok” deriz. Fakat “yok”un da ayrıca bir varlığı yoktur. İnsan için vâr olandan başkası mümkün değildir. Allah için ise yokluk da mümkün değildir. O bir şeyh “ol” der oluverir. Allah’ın yarattığı hiç-bir şey bir süreliğine de olsa yoklukta kalmaz.

 

Parmenides: “Yokluk, vâr olmayandır. Yokluk vâr olmadığı için de, onun bulunduğu bir yer olamaz” der.

 

Yok diye bir şey yoktur. Adı üstünde yok. Yok olan bir şeyin vâr olması mümkün değildir. O yüzden “yok”a anlam yüklemenin bir faydası yoktur. Bir şey bize göre henüz varlığa çıkmamışken ortaya çıkıp vâr olabilir, bunun için Allah’ın “ol” demesi yeterlidir. Meselâ kardeşimiz, eşimiz, çocuğumuz, torunumuz vs. gibi. Yok olanlar, “varlık alanına henüz çıkmamış” olanlardır.

 

Meselâ cebinizde para yoksa yoktur ve bir-anda vâr olmaz. O hâlde cebinizde para olması için yâni paranın cebinize girmesi için gerekenlerin yapılması gerekir. Ben ancak para kazanmak için bir şeyler yaparsam para kazanırım ve cebimde para olur. Cebimde para yoksa yoktur. “Olmayan para” yoktur. Olmayan paraya bir varlık biçilemez.

 

Allah bizi yokluktan değil, yokken yaratmıştır. Allah âlemi “yokluk”tan yaratmamıştır, “yok iken” yaratmıştır.

 

Yokluk diye bir şey yoktur, hele “mutlak yokluk” hiç yoktur, çünkü mutlak yoklukta Allah da olmaz. Bu nedenle yokluk imkânsız bir şeydir. Zâten insan böyle bir şeyi düşünemez bile. Zâten Allah “mutlak var” olandır. Allah bizi ve her-şeyi yokken yâni henüz varlık alanına çıkmamışken vâr eder ve yaratır. “Peki yaratmadan önce nerede ve nasıldık?” diye sorulursa, “bir yerde değildik, yâni yoklukta falan değildik” diye cevap vermeliyiz. Allah’ın ezelî ilminde yada ne olduğunu bilmediğimiz bir hâldeydik ve ol deyince oluverdik. Bu işin neliğini ve nasıllığını ancak Allah bilir. Allah için bir şeyi yaratmak için onun özünün veyâ cevherinin bir yerlerde bulunuyor olması gerekmez. Allah “ol” der, irâde eder ve o şey oluverir. Hem de bir-anda. “İlk yaratılış” böyle olmuştur. Allah tüm kâinâtı bir-anda “ol” demekle yaratıvermiştir ve sonra da insanın da gözlemleyip bilebileceği şekilde yaratmayı tekrarlamaktadır.

 

Biz o mûcizevî ve akıl almaz yaratmanın nasıllığını bilemediğimiz için, “yokluktan” yada “yoktan yaratılma” gibi bir anlam veriyoruz. Oysa nasıllığını sâdece Allah’ın bildiği ilk yaratılışa bizim aklımız-havsalamız ermez.

 

Maddenin yapısına yâni atomlara bakıldığında, mikro anlamda madde her-an yokken yaratılır ve yeniden yok olur. Madde yoktan yaratılmaz (yokken yaratılır) ama yok olabilir. Uzay-boşluğu da o kadar da boş değildir. Uzay-boşluğu, yokken vâr olup, vardan yok olan madde ve anti-madde parçacıklarıyla doludur.

 

Yaratmayı “ol der oluverir” âyetinden kopuk olarak tohum-ağaç örneği ile tasvir etmek ve ifâdelendirmek yanlıştır. O “ilk yaratma”nın değil, yaratılışını bizim de gözlemlediğimiz ve bildiğimiz şekilde tekrarlamanın ve devâm ettirmenin bir aşaması ve konusudur. İlk yaratma için tohum-ağaç örneği verilemez. Çünkü o yaratma şekli zâten bizim bildiğimiz şeydir. “Yokluktan vâr olma” değil, “yokluktan yaratma”nın tekrârı olarak “vardan vâr olma”dır ağaç-tohum konusu. Allah bir şeyi yokluktan ve yoktan değil, yokken vâr etmiştir. Bu vâr etme “ilk yaratılış”ta bir-anda olmuş ve sonra da şu-an da devâm şekilde belli bir süreçte devâm etmektedir. Allah zâten o ilk yaratmanın nasıllığından bahsetmez ve hep tekrâr eden yaratılıştan örnekler verir. Zîrâ bizi aklımız ancak, tekrar eden yaratılışlara yâni ilk yaratmadan sonraki sürüp giden yaratmalara erebilir sâdece. Biz yokken yaratılmanın nasıllığını düşünemeyiz, akledemeyiz, ve onun hakkında bir mantık kuramayız, fakat vardan vâr olanı yâni yaratmanın tekrâr edilmesini kavrayabiliriz ki, Allah da zâten bunu emretmektedir.

 

Demek ki yaratılma konusunda “yoktan-yokluktan” ile “yokken”i ayırmak gerekir.

 

Yokluk “olmayan şey” demektir. Fakat olmayan bir şey yoktur. Bize göre henüz varlık alanına çıkmamış yada çıkmayacak olan şeyler olabilir ama bunlar şu-anda “yokluk”ta değildir. Allah’ın yaratacağı ve bilmediğimiz şeyler olabilir. Yada potansiyel olarak yarattığı şeylerin bir zaman sonra açığa çıkması söz-konusudur. Fakat ortaya çıkacak olan şeyler, Allah’ın henüz “ol” demediği şeylerdir, yoksa yokluk denen bir yerde değil.

 

Big-Bang Teorisi’nde de varlığın yokluktan çıktığı söylenir. Çünkü o sözde tekillik, küçüklüğü aklın almayacağı kadardır ki bu, “yok” demek gibi bir şeydir. Tabi bu, masa-başı teorisidir. Kâinât herhangi bir şeyden değil, yokken bir-anda yaratılmıştır ve bunun nasıllığını ancak Allah bilir. Varlık “yoktan” değil “yokken” yaratılmıştır, çünkü “yokluk” diye bir şey yoktur.

 

Allah bizi yoktan yada yokluktan yaratmamıştır, fakat biz bu dünyâdan sonra âhirette uzun zaman var olacak olsak da, en sonunda sâdece Allah’ın zâtı bâkî kalacağından dolayı varlığımız kesin anlamda bitecek demektir. Yâni yokluktan yaratılmadık ama yok olacağız yada Allah bizi yokken vâr etti ve en nihâyetinde de varlığımız da kalmayacaktır. Buna “yok olmak”tan ziyâde “fân olmak” demek gerekir. Fânî olan fân olurlar. Yok olmakla fân olmak aynı şey olmasa gerek. Zîrâ Allah’ın yarattığı bir şeyin “fân” olmasından bahsedilse de, “yok” olmasından bahsetmek uygun olmayabilir. Biz fânî olduğumuz için fân olacağız, fân olmak “yok olmak” demek olmasa gerektir:

 

“Üzerindeki her-şey yok olucudur (fân); Celâl ve ikram sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâki kalacaktır” (Rahmân 26-27).

 

Her nefis yada şey ölümü tadacaktır. Fân olan ise ezelî olamaz. Ancak ezelî olan yok olmaz. Tek Ezelî Olan vardır, o da Allah’tır. Allah’tan başka “bâki” yâni sonsuz yoktur, olamaz. Sâdece O’nun yüzü (zâtı) bâkî kalacaktır. Diğerleri “fâni” oldukları için “fan”=”yok” olacaklardır.

 

Tasavvufta yokluk, aslında her-şeyin O olması düşüncesinin bir sonucudur. Her-şey -hâşâ- O olunca kişinin kendisi yok olmuş oluyor. Allah’ta yok olmak” denilen şey budur.

 

Aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, “yokluğun görüntüsü” değildir. Aynadaki şey biz vâr olduğumuz ve aynaya baktığımız için gözükmektedir. Varlığımızın bir yansımasıdır sâdece. Celâleddin Rûmi’ye atfedilen; “varlık yokluğun aynasıdır” diye absürd bir söz vardır. Varlık yokluğun aynası olunca ne oluyor?. Varlık yokluğun yansıması oluyor, yokluğun yansıması ise yine yokluktur. Bu da “varlık diye bir şey yoktur” anlamına gelir. Tasavvuf, varlığı yok sayıp yokluğa varlık vermeye çalışıyor. “Varlık yoktur”, “görünen şeyler yoktur” denmek isteniyor bu sözle. Dolayısıyla “hiç-bir şey yoktur” anlamına ulaşılmak isteniyor. Hiç-bir şey olmayınca -güyâ- geriye sâdece Allah kalmış olacak, her-şey -hâşâ- Allah olmuş olacaktır. “Lâ mevcûde illallah” yâni “Allah’tan başka varlık yoktur” sözüne felsefi (aslında  ahmakça) bir delil sunulmuş olacaktır. Oysa Allah tüm kâinâtı “hak olarak” yaratmıştır, yâni varlığın varlığı gerçektir. Fakat bu varlık “mutlak varlık” değil, “fânî varlıktır” ve bir gün fân olacaktır. Biz “fân” olanın ne demek olduğunu bilemediğimiz için bunu anlamlandıramıyoruz. Mesele budur.

 

“Varlık yokluğun aynasıdır” diye bir söz vardır tasavvufta. Bu söz, “varlık yoktur” demektir. Çünkü “yok”a ayna tuttuğunuzda göreceğiniz şey de “yok”tur. Tasavvufa göre, “yaratılmış” bir şey yoktur. Çünkü her-şey -hâşâ- Allah’tır ve Allah “yaratılmış” değildir. Bu durumda “yok”un karşılığı olan “var” da yoktur ve Allah’tan başka bir şey yoktur.

 

Aynadaki şey “yok-yokluk” değildir. Yok olması için, aynanın karşısına geçtiğimizde hiç-bir şeyin görülmemesi gerekirdi. İşte o zaman yokluğu görmüş olurduk. O gördüğümüz (aslında göremediğimiz) şey, yokluğa bir delil olurdu. Çünkü aynada “yok”u görmüş olurduk. Fakat “yok”, “bir şeyin sonucu” olmamalıdır. Kendi başına vâr olan bir şey değildir yokluk. Yokluk başka bir şeye isnât edilerek -sözde- varlık kazanıyorsa, ona “yok” yada “yokluk” denemez.

 

Vâr olan bir şey nesneldir, nesnel olması gerekir. Bir varlık ve şey “herkese göre” var ise vardır, olmayan şey de herkese göre “yok”tur. Fakat birileri varlığın varlığını kabûl etmek işine gelmediği için onu yok sayıp inkâr etmek istemektedir. Fakat bu, o şeyin yok olduğu anlamına gelmez. Bir şeyi yok sayınca o şey yok olmuş olmaz.

 

Biz daha vâr olanları bile tam olarak idrâk edemiyoruz ki biz her vâr olanı idrâk edemeyiz. Meselâ gayb kesindir ama dünyevî akıl ile idrâk edemiyoruz. O yüzden yokluk hakkında bir şey düşünemeyiz bile. Yokluk ancak hayâlde olabilir ama o da yine bir insanın yâni hayâl eden bir varlığın varlığına muhtaçtır.

 

Asıl bahsedilecek olan yokluk, insanların yaşadığı maddî ve mânevî yokluk yada yoksulluk-yoksunluktur. İnsanların uğraşması gereken yokluk, yoksulluk-yoksunluk yâni “yokluk”tur.

 

Yokken vâr olanların kaderi, “gün gelip olmamak”tır. Yokken vâr edilenler, varken fâniliğe dönerler.

 

Gerçekten Biz sizi yakın bir azab ile uyardık. Kişinin kendi ellerinin önceden takdim ettiklerine bakacağı gün, kâfir olan: ‘Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim’ diyecek” (Nebe’ 40).

 

Biz, “yok”a değil, “var”a ayarlıyız. O yüzden varlık her-an yaratılıp yok edilmekte olmasına rağmen biz hep vâr olanı görürüz. Hızlıca yanıp-sönen bir lambanın hep yandığını gördüğümüz gibi. Zâten biz yâni mü’minler, öldükten sonra bile yok olmaya değil de vâr olmaya inanıyoruz, çünkü “yok”un ve yokluğun ne demek olduğunu bilmiyoruz, bilemeyiz. Biz vâr olanı görürüz ve vâr olana bakarak “Vâr Eden”e inanırız. O’nun bizi Dünyâ’da vâr ettiği gibi âhirette de vâr edeceğine inanırız. “Mutlak Vârlık”a olana îmânımız, bizim, varlığı vâr edene bağlanmamızı sağlar. Biz “vâr olan”a bağlıyız, “yok olan”a değil. Her-şey de en sonunda Mutlak Vâr Olan’a döner, yokluğa değil.

 

Biz yok”un, “yok olan”ın ne demek olduğunu bilmiyoruz. O yüzden de âhirette kâfirler, “yok olsaydım demiyorlar da, “toprak olsaydım” (küntü turâbe) diyorlar.

 

Yokluğu anlamlandıramayız. Çünkü o yoktur. Yok olan yâni olmayan şey için belki sâdece “gözümüzü kapattığımızda gördüğümüz o kara şeydir” diyebiliriz.

 

Allah’ın varlığı ve birliği kabûl edildiğinde “yok”tan yada “yokluk”tan söz edilemez. Allah varsa yokluk yoktur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Yobazlık Üzerine

 

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).

 

Yobaz: “Bir inanca, bir düşünceye körü-körüne, aşırı ölçüde bağlı olan, hoşgörüden yoksun kimse” anlamındadır.

 

Savunduğu inanca, fikre, görüşe saplanıp kalmış olan, o konuda karşısındakine müsâmaha göstermeyen kişiler için kullanılır. Fakat günümüzde yobazlık, dîne ve dindarlara has kılınmıştır ve bağlamda yobazlığa şu anlam verilmektedir: “Dinde aşırı derecede mutaassıp olan, şekle çok bağlı kalan ve bu konuda başkalarına hoşgörülü davranmayan (kimse), kaba sofu. Kaba-saba, haşin, saldırgan; dinde taassubu aşırılığa vardıran ve başkalarına baskı yapmaya yönelen, müsâmahadan yoksun, düşüncelerinde aşırılığa kaçan kimse”.

 

Türkçe’de yobaz=yabız=yavuz: “Güçlü, yaman, çetin, keskin, sert” anlamına gelir. Kur’ân’da: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, birbirlerine karşı merhâmetlidirler” (Fetih 29) denir.

 

Yobaz, “inancında tâvizsiz olan” anlamına da gelir. Bir kimse inandığı şeylerden tâviz vermediğinde “yobaz” yâni, çetin, sert, yaman ve tâvizsiz olmuş olur ki bu, iyi yada kötü anlamda olabilir. Buradaki mesele, yobazlığın yada yavuzluğun (yâni sertliğin ve tâvizsizliğin) neye dayanarak yapıldığıyla alâkalıdır ki biz bu yazıda “Mutlak Olan”a ve “mutlak olmayana” dayanmaktan bahsedeceğiz.

 

Mutlak Olan’a yâni Allah’a dayanan tâvizsizlik ve buna göre açığa çıkan sertlik ve çetinlik, “yobazlık” değildir. Yobazlık, mutlak olmayana dayanıldığında olur. Çünkü mutlak olmayana dayanıldığında, dayanılan şey en sonunda boşa çıkar ve dayanılacak bir şey kalmaz. Bu durumda da körü-körüne inanç başlar. İşte bu körü-körüne olan inancı hâlen savunmaktır yobazlık. Yobazlık, “sonsuz olmayan dayanaklara dayanmak”tır. Mutlak Olan’a dayanıldığında yobazlık olmaz. Yobazlık, mutlak olmayana dayanıldığında olur ve “yobaz” diye işte o mutlak dayanağa dayanmayıp da kökü olmayan şeylere dayanan kişidir. Zâten baştaki âyette de Mekke müşriklerine; “atalarınıza dayanan yâni mutlak olmayana dayanan bâtıl dînin yobazlığını yapmayı bırakın da, Allah’ın dînine yâni Mutlak Olan’ın dînine dayanın ki yobazlıktan ve körü-körüne inanmaktan kurtulun” deniyor. Çünkü aslında yobazlık “Allah’a dayanamayan” şeydir. Allah’a dolayısıyla vahye dayanmayan şey, “sonsuza dayanılmadığından dolayı” körü-körüne olan bir inançtır, yâni yobazlıktır. 

 

Yobazlık “körü-körüne bağlılık” demektir. Körü-körüne bağlılıklar her zaman birilerinin ekmeğine yağ sürmüştür-sürmektedir. Zâten yobazlığın klâsik yada modern şekilde devâm etmesini bu nedenle isterler. İşte Mekke müşrikleri de aslında Allah’ı tanıyıp O’na îman etmelerine rağmen, O’nu tek ve mutlak varlık olarak görmek istememelerinin ve bu nedenle O’na ortaklar koşarak şirke-küfre düşmelerinin ve de Mutlak Olan’a yâni “sâdece Allah’a” değil de mutlak olmayan atalarının dinlerine bağlanarak yobazlıkta ısrar etmelerinin nedeni, o dinden yâni yobazlıktan geçinmeleri nedeniyledir. Mutlak Olan’a dayanmayanlar mutlakâ istismâr ederler ve istismârdan geçinirler. Şu da var ki, yobazlar yâni mutlak olmayana dayananlar, târih boyunca Mutlak Olan’a dayananları yobazlıkla suçlamışlardır. Bu aslında asıl yobazların kendileri olduklarını bilmemeleri yada bu suçlamadan geçinmeyi sürdürmek istemelerinden dolayıdır. Kendi yanlış davranışlarını başkasına yüklemek yobazların en bâriz özellikleridir.

 

Yobazlık en başta, bir şeye körü-körüne bağlanmak yâni onu inandığı şeyi “en doğru dayanağa yaslanarak anladığını ve yorumladığını sanmak”tır. Yobazlık tartışması “dayanak” tartışmasıdır. Mesele, “en yüce dayanak nedir?” tartışmasıdır. En yüce dayanak tabî ki de, “sonsuz dayanak”, “sonsuz kudrete sâhip olan” dayanak olmalıdır. “Başka bir şeye dayanmayan dayanak” olmalıdır en kesin ve yüce dayanak. Bu dayanak ise ancak, âlemlerin Rabbi olan Allah olabilir. İnsanın dayanacağı en sağlam dayanak Allah’ın  dayanağıdır. İnsan ancak Allah’a dayandığında sonuna kadar tutarlı olabilir. Aksi-hâlde yarı yolda kalır ve sürekli başka dayanaklar arar durur.

 

Modern insanın dînin yerine koyduğu modern-bilim insana dayanır, akla dayanır. İnsanın beşerî yanına dayanır. İnsanın beşeri yanı ise maddedir ve maddeye dayanır. Maddenin ise bir sonu vardır. Akıl ise, ya Mutlak Olan’ın gönderdiği vahye dayanarak en sağlam dayanağa dayanmış olur, yada nefse yâni ete-kemiğe dayanarak en çürük dayanağa dayanmış olur ki zâten bu çürük dayanaklara dayananlar,kendi yobazlıklarına bakmadan herkesi yobaz olarak suçlarlar ve kendi dayanaklarını üstün görürler. Hiç-bir şeye dayanmamak yada mutlak olmayan geçiçi şeylere dayanmak, Mutlak Olan’a dayanmaktan niye daha üstün olsun ki?.

 

Eğer modern biliminin dayanağı Yunan’a ve Pisagor’a dayandırılacaksa, onlar da zâten başka yerlere dayanıyorlardı. Pisagor 30-yılını Mısır, Bâbil, Îran ve Hindistan’da ezoteriklerin yanında geçirdi. Kudüs’te Yahudiliği ve Îran’da Zerdüştlüğü inceledi. O hâlde “modern-bilimin kökeni” dedikleri Pisagor ve Yunan düşüncesi da “son dayanak” değildir.  Aslında Pisagor, İslâm’ın yozlaşmış fakat hâlen orijinâllik taşıyan kaynaklarına dayanmıştır. O hâlde modern-bilimin dayanağı, yozlaşmış ve artık mutlaka dayanmayan Hak Din’dir. Demek ki yobazlık, Hakkın yozlaştırılmış, sınırlandırılmış ve artık Mutlak Olan’a dayanmayan şekline dayanmak ve bağlanmaktır. Bu hem klâsik anlamda hem de modern anlamda böyledir. Yâni Mutlak Olan’a dayanmayan seküler kesim de, sözde dindar kesim de, bu yüzden körü-körüne bir inanca bağlanmış olurlar. Mutlak Olan’a bağlanmayanların “sonuna kadar samîmi ve ciddî olması” imkânsızdır. Bu nedenle körü-körüne olan bağlılıklardan geçinmeye bakarlar.

 

Evet; aslında bilim ve teknik de dîne dayanır. Zâten doğal ve fıtrî olan bilim ve teknikte sorun yoktur. Sorun, Mutlak Olan’a dayanmayan hattâ Mutlak’ın yerine geçmeye çalışan ve bu nedenle de fitne çıkarıp yeryüzünü ifsâd eden modern-bilim ve de teknolojidedir. Mutlak’a dayanmadığında mutlakâ yozlaşır, yobazlaşır ve zarar verir. Modern-bilim ve teknolojinin yararında çok yada yararı kadar zararının da olmasının nedeni budur. Modern-bilim ve teknoloji de bu nedenle “yobaz”dır. 

 

Yobazlık sâdece dîne bağlanıyor. Mutlak Olan’a yâni Allah’a dayanan tek din ve yol İslâm’dır ve bu nedenle de İslâm yobaz ol(a)maz. Fakat Allah’a dayanmayan yada Allah’a hakkıyla dayanmayan tüm dinler, klâsik olsun modern olsun yobazdırlar. Meselâ Allah’a yâni Kur’ân’a ve Sünnet’e değil de, mezheplerine, târikatlarına ve şeyhlerine bağlananlar ve onları gerçek dayanak olarak görenler “yobaz” oldukları gibi; Allah’ı, dîni, mâneviyatı iptâl eden ve bunların yerine geçmek isteyen insan, akıl, modern-bilim ve teknoloji de “yobaz”dır. Ne ki Allah’sızdır ve Allah’a dayanmıyordur, o yobazdır. Zâten yobazlık, Mutlak Olan Allah yerine, mutlak olmayan şeylere ve kişilere dayanmaktır. Yobaz ise, “sâdece Allah” yerine, başka bir şeye yada Allah ile birlikte başka şeylere de dayanan kişidir. O hâlde klâsik anlamda olsun modern anlamda olsun tüm müşrik ve kâfirler yobazdır.      

 

Yobazlık tarihte kalmış bir şey değildir. Çünkü sâdece din ilgili değildir. Hâbil ve Allah’a hakkıyla teslim olmamış olan Kâbil ile başlar. Allah’a hakkıyla dayandığı için elindekinin en iyisini sunan Hâbil, Allah’a hakkıyla dayanmadığı için elindekinin en iyisini sun(a)mayan Kâbil’den üstün tutulmuş ve bunu kabûl edemeyen Kâbil, kardeşi Hâbil’i öldürmüştür. İlk yobazlık bu şekilde başlamıştır.

 

Modern zamanlarda da modern yobazlıklar vardır ki bunlar kendileri gibi olmayan herkesi yobaz olarak görürler. En çok da dîne dayananları yobaz olarak görürler. Çok ilginçtir; Allah’a dayanmayanlar ve Allah’a dayanmayı küçük görenler, Allah’a dayananlardan üstün görülüyor. Yâni sonu olmayan şeylere dayananlar, Sonsuz Olan’a dayananlardan üstün görülüyor. Yobaz ifâdesi sonu olmayan şeylere dayananlar yâni Allah’a ve vahye dayanmayanlar için kullanılabilir, çünkü onlar sonu olmayan şeye dayandıkları için en sonunda körü-körüne bir şeye dayanmış olurlar. Fakat Allah’a-vahye dayananlar yâni İslâm’a dayananlar yobaz olarak isimlendirilemezler. Çünkü sâdece İslâm’a yâni hakkıyla Allah’a dayananlar körü-körüne inanış içinde değildirler.

 

Modern yobazlar en çok da akademisyenler içinden çıkar. Allah’â değil de modern-bilime dayanan  ve modern-bilimi ve de teknolojiyi idin yaparak ona tapanlar yâni “modern yobazlar”, kendilerinin yobaz olduğunu hem bilmezler hem de kabûl etmezler, çünkü işin farkında değillerdir.

 

Her-şeyin yobazlığı olduğu gibi modern-bilim ve teknolojinin de yobazlığı vardır. Gelenekçilerin yobazları olduğu gibi, modernlerin de yobazları vardır. Çünkü bunların mutlak bir dayanağı yoktur. Dayandıkları şeyler “mutlak dayanak” değildirler. O yüzden de bir yerden sonra körü-körünelik başlar. Körü-körünelikten kurtulmak için, “yaratılmış” olana değil, “Yaratan’a” dayanmak gerekir. Meselâ modern-bilime ve akla dayanıyorlar ama bunlar mutlak dayanak değillerdir ki!. Çünkü modern-bilim ve teknoloji, yaratılmış olanların, yaratılmış şeyler üzerinde yaptıkları Allah’sız incelemelere dayanır. Bu nedenle bunlar gerçek dayanak olamazlar. Yaratılmış şeylere(maddeye) dayananlar, maddeden başkasına dayanmayanlar ve maddeye yâni geçici olana dayanmayanları “yobaz” olarak görenler gerçek yobazlardır.

 

Sâdece Allah’a dayanıldığında yobaz olunmaz. Çünkü körü-körüne olmaz. Yobazlık körü-körüneliktir. Allah’a dayanmak ise, İslâm’a dayanmakla olur. İslâm’a dayanmak da Kur’ân’a ve Sünnet’e dayanmak demektir. Kur’ân ve Sünnet’e dayanan İslâm dîni yobaz değildir, olamaz. Bu yüzden kendilerini müslüman olarak adlandıranların çoğu yobaz olsa da, peygamberler ve onların samîmi bağlıları yobaz olmazlar. Çünkü onlar körü-körüne bir bağlılık içinde değildiler. Zîrâ mutlak anlamda dayandıkları tek bir mercî vardı. Bu mercî, “tüm kâinâtı Ben yarattım” diyen bir mercîdir. O’ndan başka “tüm kâinâtı Ben yarattım” diyen bir mercî yoktur. O merci âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Allah’a ve “sâdece Allah’a” dayanlar ancak körü-körünelikten ve de yobazlıktan kurtulmuş olurlar. Allah’a değil de geçici ve mutlak olmayan şeylere inanmak ve bağlanmak yobazlığın daniskasıdır.

 

Özellikle de kendilerini bir şey zanneden oryantâlist uşağı olan Allah’sız akademisyenlerin, samîmi, ciddî ve gayretli dindarları yobaz olarak isimlendirmeleri, en büyük yobazlıktır. Bu onların yobazca düşünceleri ve kendi yobazlıklarını saklamalarıdır. Çünkü yobazlık kişinin içine siner ve onu boğar. Yobazlar bu buhrandan kurtulmanın en kolay yolu olarak, yobaz olmayanları yobazlıkla suçlarlar. Böylece güyâ kendilerini rahatlatırlar.

 

İslâm, Mutlak Olan’a dayandığı için tabî ki tâvizsiz bir dindir. Fakat yobazlık yaparak karşıdaki kişiyi dinden nefret ettirmeye çabalamaz. Zâten Peygamberimiz de bu konuda bizi uyarır:

 

Ebu Mûsâ’dan rivâyet edildi. Peygamberimiz buyurdu ki: “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” (El-Lü’lüü Vel-Mercan, 2/296).

 

Dîni kabûl edenler için dînin sorumluluklarından kaynaklanan zorluklar olur elbette. Fakat insanları dîne dâvet ve dâhil etmede zorlama yapılamaz. Çünkü bu yobazlık olur. Lâkin şu da var ki, İslâm Devleti’nde dîni kabûl etmese de kamusal alanda dîne aykırı davranışlarda bulunmak herkes için yasaktır.

 

İslâm’da bahsettiğimiz anlamda bir zorlama yoktur, olamaz, fakat modernizmde zorlama vardır. Kendileri gibi olmayanları zor ve kısıtlı bir hayat bekler. Kendileri gibi olmayanları mahrûm bırakırlar ve ötelerler. Çünkü onları yobaz olarak görürler. Şeytana, tâğutlara ve nefislerine uymayanlar modernite tarafından yobaz olarak görülürler ve ötelenirler. İşte İslâm buna karşı bir eleştiri, îtirâz ve isyândır.  

 

Modern dünyâda, “hazzı en yüksek seviyede yaşayanlar, “en başarılı insan” olarak kabûl ediliyor. Kendini Allah’a adamış ve bu uğurda her-şeyden vazgeçerek malını ve canını ortaya koymuş olanlar ise; ahmak, gerici, yobaz ve terörist olarak görülüyor. Ulus-devlet adına ölmeyi kahramanlık ve şahâdet olarak görenler, din için ölmeyi ise yobazlık, gericilik ve cehâlet olarak görüyorlar.

 

İslâm ülkelerine matbaanın geç gelmesinin nedenini “yobazlık” olarak görenlere sormak gerekir; “kitapların bu kadar bol ve hattâ bedâva olduğu bir zamanda, son bir yılda kaç kitap tâne okudunuz?”. (Kitap bir matbaa ürünü ya!). Eğer hiç okumadınızsa, siz câhil yada yobazsınız. Zîrâ Mutlak Olan’a dayanmıyorsunuz ve Allah’ın ilk emri olan “oku” emrini yerine getirmiyorsunuz. Şu kitabı ellerine bile almayanlara bakın hele; kendi yobazlıklarına bakmadan, hayatların okumakla-yazmakla geçirenlere yobaz diyorlar. İşte gerçek yobazlık budur.   

 

Kendi gericiliklerine ve geriye dayanmalarına bakmadan geriye dönük olanları tümden yobaz olarak görüyorlar. Geriye gitmek kökene gitmektir, yeterince geriye gidenler yobaz değildir. Ancak 1.000 yıl kadar geriye gider ve orada kalırsanız yobaz olma riskiniz vardır. Fakat 1.400 yıl kadar geriye yâni Peygamber ve sahabe zamânına kadar geriye giderseniz, işte o zaman yobaz olmazsınız. Hattâ yobazlıktan kesin olarak ancak o zaman kurtulursunuz.

 

Modern insan şunu çok iyi bilmelidir ki, genelde son 200-250 yıldır, ama özelde 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra başımıza çok yoğun bir şekilde gelen sorunlar ve sıkıntılar, insanların kendi elleri ile yaptıkları beşerî düşünceler, ideolojiler, sistemler yâni modernite nedeniyledir. “Modernizm yobazlığı” Dünyâ’yı büyük bir fitneye düşürmüş ve ifsâd etmektedir. Zîrâ son 200-250 yıldır Dünyâ’da İslâm’ın yâni Mutlak Olan’ın dîninin belirleyiciliği kaldırılmış, beşerin o çok övündüğü aklıyla ortaya koyduğu düşünceler, ideolojiler, beşerî sistemler, modern-bilim ve teknoloji hâkim duruma gelmiştir. O hâlde başımıza gelen her-şeyin sorumlusu İslâm değil, beşerin nefis-merkezli olan aklıyla ortaya koyduğu şeylerdir. Bu nedenle başımıza gelen tüm çirkefliklerin sorumlusu olarak modernitenin değil de İslâm’ın gösterilmesi yobazlığın zirvesidir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2020

 

 

Devamını Oku »

Yaşanmışlık Üzerine

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

İslâm ve mü’minler açısından bakıldığında yaşanmışlık, “vahiy-merkezli yaşanmışlık”tır. Öyle olmak zorundadır. Hayâtında Allah, âhiret, vahiy, Peygamber ve din olmayanların yaşamları, ruhsuz ve anlamsız dolayısı ile Allah’sız bir hayat ve yaşamdır ki buna “yaşanmışlık” denemez.

 

Yaşam, âhirette de en güzel bir şekilde devâm eden yâni cennetle devâm eden bir yaşam-şeklidir. Ona “yaşanmışlık” demek için böyle olmalıdır. Bu tarz bir yaşama ise ancak Allah-merkezli, vahiy-merkezli, İslâm-merkezli bir yaşam ve yaşanmışlık üzere olunduğunda ulaşılabilir. İşte bu yaşanmışlığa Allah “güzel örneklik” der. Bu bağlamda en güzel ve en ideâl yaşanmışlık Hz. Muhammed’in resûl-nebî olarak yaşadığı 23 yıllık nübüvvet sürecindeki hayattır. Bu hayâta Kur’ân “güzel örneklik” der ki literatürde buna Sünnet denir.

 

Modern müslümanlar çok yoğun bir şekilde Kur’ân okuyorlar ama ya çok az bir bereket oluyor yada bir bereket hâsıl olmuyor. Çünkü Kur’ân’ı dört duvar arasında ve yalnızca iç-âlemlere hitâp edecek şekilde okuyorlar. Hayâta dönmüyor ve harekete geçmiyor Kur’ân. Ortaya Kur’ân-merkezli bir yaşam-şekli çıkmıyor. Zîrâ Kur’ân’ın hayâta yansıyan tarafı olan Sünnet yâni ideâl İslâmî yaşanmışlık hesâba katılmıyor. Kur’ân okunuyor ama hayatlar o tatsız-tuzsuz modern yaşam-tarzına göre yaşanıyor. Allah’ın “en güzel örneklik ve yaşanmışlık” dediği (Ahzâb 21) Sünnet’e îtibâr edilmiyor ve 1.400 yıl önceki yaşanmışlık ilkellik olarak görülüyor ve gericilik olarak kabûl ediliyor. Onun yerine de ruhtan, anlamdan ve dolayısı ile Allah’tan kopuk olan modern yaşamlar tercih ediliyor. Oysa hayat sürmek “yaşamak ve yaşanmışlık” demek değildir. Modernizm, insanı yaşatmaz, hayat sürdürür sâdece. Hayat sürmek “yaşamak” demek değildir. Dolayısıyla modernitenin içinde bir yaşanmışlığın olması pek de mümkün değildir. Bu nedenle modernite mü’minleri sıkar, bunaltır.    

 

Allah, vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî Hareket metodu-modeli, bir toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet modeli ortaya koymuştur. Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. Bu “örnek model” son olarak Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel örneklik” denen ve literatürde “Sünnet” olarak bilinen şey, bu örnek yaşanmışlık ve hayat-şeklidir. Bu “örneklik”, yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl yaşam-şeklidir. “Allah kontrôlünde” ortaya konmuş bir yaşanmışlıktır. En ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı edilmesi yanlıştır.

 

1.400 yıl önce vahyin indiği Mekke ve çevresinin târihini, sosyo-kültürel ortamını, fakat özellikle de “23 yıllık yaşanmışlık” olan ve “usvetun hasenetun” denilen “güzel örnekliği” (Sünnet) bilmeden, Kur’ân’ı öğrenmek, bilmek, anlamak, idrâk etmek ve de yaşamak imkânsızdır.

 

Sünnet, 23 yıllık “ağır bir yaşanmışlık” örneğidir ki, Peygamberimiz’in saçlarını ağartırken, belini bükmüştür. Yoksa Sünnet, birilerinin zannettiği gibi; “misvak, kıl-tüy ve çabut” konuları değildir. Uydurulmuş rivâyetleri ve zırvalıkları “Sünnet” zannetmek ağır bir ahmaklıktır. Yaşama geçemeyecek ve bir yaşanmışlık ortaya koyamayacak olan şeyler Sünnet değildir. Âyetlerin bir-çoğu, “yaşanmışlık” üzerine inmiş ve, ya o yaşanmışlığı onaylamış, yada onaylamayarak kaldırmış veyâ düzenlemiştir. Kur’ân Allah-merkezli bir yaşanmışlık ortaya koymak ve o yaşam-şeklini hâkim kılmak için gönderilmiş bir Kitap’tır.

 

Dünyâ, “yaşanmışlık” manzarasını, “kirlenmişlik” manzarasına bıraktı. Dünyâ’nın çok azı “yaşamak” için değişiklikler ararken, büyük çoğunluk ise “hayatta kalma”nın peşindedir.

 

Modern kentler, “yaşanmışlık”ın yok edildiği merkezlerdir. Modern kentler gün geçtikçe ruhsuzlaşıyor. Biz kentlerde yaşamıyoruz, bulunuyoruz sâdece, Apartman hayâtı, mahremiyetin kalktığı yaşam-biçimidir. Herkes herkesin kaç kere yellendiğini bile bilir. Modern kentler ve modern mîmâri “örnek yaşanmışlıklara” uygun değildir ve aykırıdır. Büyükşehirler/kentler “memleket” değildirler. Modern kentler “yaşanılan yerler” değil; insanların “orada bulunmak” zorunda olduğu yerlerdir. Modern kentler, “harbî yaşamlar”ın blôke edildiği, “yalandan yaşanılan” yerlerdir. Modern kentler, “yaşanmışlık”ın yok edildiği merkezlerdir. Doğal yaşamdan uzaklaştırıp sûni ve sanal bir hayat içinde bırakır insanı. Garibanlar ise hem doğal yaşamdan, hem de modern yâni sanal ve sûnî yaşamdan uzaktır. Modern kentlerde baba işe, anne işe, çocuk da kreşe gidince bir yaşanmışlık da olmuyor. Modern kentler, günaha girmeden yaşanamayacak olan yerler oldu çıktı. Modern kentler ve modern yaşamlar insana göre değil, insanlar modern kentlere ve modern yaşamlara göre şekillendiriliyor. Modern kentler gün geçtikçe ruhsuzlaşıyor. Bu-arada modern insanı da ruhsuzlaştırıyor, anlamdan ve Allah’tan koparıyor. Zîrâ modern mîmâri içinde gerçek bir yaşanmışlık olmaz-olmuyor.

 

Yeni neslin daha az anısı vardır. Zîrâ hatırlamaya değer yaşanmışlıkları çok az oluyor. Dört duvar arasında bir yaşanmışlığın ortaya çıkması çok zordur. Zâten modern gençlik sanal âlemde yaşıyor (daha doğrusu nefes alıyor) ve gerçek bir yaşamı bilmiyor bile.

 

Modern-bilim, “bilmişlik” durumunu “yaşanmışlık” durumundan üstün tutuyor. Modern-bilim ve de teknoloji için “yaşanmışlık” önemli değildir. Zîrâ modern-bilim ve teknoloji ruhsuzdur. Anlamı ve dolayısı ile Allah’ı hesâba katmaz. Böyle olunca da hakîki bir yaşanmışlık ortaya koyamaz-koyamıyor.

 

Sanat adı altında ortaya konan; roman, film, dizi vs.ler de gerçek bir yaşanmışlık değildirler ve olamazlar. Yalandan ve hayâli hayatlardır. Bu nedenle bunlara “yaşanmışlık” denemez.

 

İş, insanın hayâta katılmasıdır. İnsan bir iş üzerinde olunca hayâta katılır ve bir şeyler üretir. Hiç-bir şey yapmayanlar, “hiç-bir şeydir”ler. Hayatta varlıkları gözükmez. Bir etkileri yoktur. Yaşanmışlıkları yoktur ki, Dünyâ’da yaşanmışlık olması için bir iz bırakmak, bunun için de bir şeyler yapmak gerekir. Bir iş yapmak gerekir. Lâkin modern hayat içinde yapılan işlerin bir-çoğu da bir yaşanmışlık ortaya koyamaz.

 

“Bilmişlik”, “yaşanmışlık”tan üstün değildir. “Yapanlar” ve “yaşayanlar”, “bilenler”den üstündür. “Bilerek yapanlar ve yaşayanlar” ise en üstünüdür. En zayıf amel-eylem ve yaşanmışlık, en üstün sözden üstündür.

 

Ahlâk, tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamaktır. Ahlâksızca bir yaşam gerçek bir yaşanmışlık değildir. Zîrâ şeytanın kuşatmasında ve kontrôlünde olan bir yaşama “yaşamak ve yaşanmışlık” denilemez. Ahlâk, tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşamaktır.

 

Âhiret-merkezli yaşamayanlar, “Dünyâ ile cezâ”landırılırlar. Böylece Dünyâ’da gerçek bir yaşanmışlığa ulaşamadıkları gibi, âhirette de ateşin içinde yaşamak zorunda kalırlar.

 

Bâzıları, nefislerini “akılları” zannediyor. Bunlara göre akıllı yaşamak, “nefsine göre yaşamak”tır. Nefsine göre yaşamadıklarında kendilerini yaşamamış sayıyorlar.

 

Soyut bilgilerle de bir inanç oluşabilir fakat gerçek tatmin/îman, eylem/yaşanmışlık ile birlikte olabilir ancak. İllâ ki yaşanmışlık olması gerekir. Yaşanmışlık olmadığında münâfıklık olur. Yaşanmadığı hâlde yaşanmış gibi yapılır.

 

Biz Dünyâ’ya cennetteymiş gibi yaşamaya değil, “cennette yaşamayı kazanmak için” geldik. Bu yaşamı kazanmak ise, yalandan yaşamlarla değil gerçek yaşanmışlıklarla olur ancak. Gerçek yaşanmışlığa ise ancak İslâmî bir yaşamla kavuşulabilir. İslâmî bir yaşam, Allah rızâsı ve cennet için yarışmakla olur. Cennet için yaşamayanlar, cinnet içinde yaşarlar ve üstelik o yaşamı gerçek bir yaşam zannederler. .

 

Kur’ân, bir boşluğa inmemiştir. Gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik gerçekliğin olduğu bir zamâna ve mekâna inmiştir. 23 yıllık örnek ve ideâl bir “yaşanmışlık” vardır. Sünnet “yaşanmışlık” demektir. Bir yaşanmışlık olmadığında İslâm’ın hayatta görünür olması ve hayâta hâkim olması imkânsızdır. Öyle ya, görünür olmak ve hâkim olmak için bir hareket lâzımdır. Yoksa Kur’ân dört duvar arasında okuna-okuna hayat bir-anda İslâmlaşacak değildir. Sünnet, en ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve eylemin kaynağı” olmak bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “bilgi ve bilincin kaynağı” iken, Sünnet ise, “amel ve eylemin yâni yaşanmışlığın kaynağı”dır. Sünnet, “Peygamberimiz’in Kur’ân’ı hayâta aktarma ve yaşama pratiği”dir. Kur’ân bu pratiğe Ahzâb 21’de “güzel örneklik” der.

 

Yaşanmışlıklar korunmuştur. Çünkü yaşanmışlık değiştirilemez. Önemli olan o yaşanmışlığı sahih olarak ortaya koymaktır. Modern müslümanların İslâm’ı anlama(ma) yolundaki ana problemi; 23 yıllık yaşanmışlığı yok sayması ve göz-ardı etmesidir. İslâm, en net bir şekilde ancak yaşanmışlıkla oluşan kültürde görülür. Aksi-hâlde herkes vahyin çeşitli yorumlarıyla oyalanır durur.

 

Yaşanmışlık “ezbere” olan değildir. Ezbere hayatlara “yaşanmışlık” denilemez. Yaşanmışlık büyük oranda doğaçlama olarak ortaya çıkar. 

 

Kur’ân’ın, indiği dönemden bağımsız anlaşılamayacağı düşüncesi, “Sünnet” anlamında doğrudur. Zîrâ Kur’ân iki kapak arasında bir yere bırakılmamış ve “insanlardan biri” Peygamber seçilerek safha-safha indirilmiştir ki Peygamber onu “Allah kontrôlünde” hayatta yaşayarak göstersin. Sünnet, “Kur’ân’ı yaşanmışlığa çevirmek”tir. Yâni onun tefsirini “hayat” ile “yaşanmışlık” ile yapmaktır.

 

Apaçıktır ki, îmanlı bir yaşam, îmansız bir yaşamdan daha anlamlıdır. Çünkü hakîki bir yaşam ancak îmanlı bir yaşam ile olabilir. Îmanlı bir yaşam ise, Kur’ân’ı merkeze alan ve Sünnet denilen yaşanmışlıkla açığa çıkar. Allah’ın istediği hayat ve yaşanmışlık, güzel örnekliğin de hesâba katıldığı bir yaşamdır.

 

Gün gelir bildiklerinizi bilmez duruma gelebilirsiniz. Fakat yaptıklarınızı yapmamış duruma gelemezsiniz. Zîrâ “yapmak” demek “yaşamak” demektir. Yaşanmışlıklar hiç olmamış gibi olmaz. İslâm/Kur’ân-merkezli yaşanmışlık (Sünnet) ise, insanı sonsuz nîmet ve huzûr diyârı olan cennet yaşamına taşır.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »