“Asra andolsun; Gerçekten
insan ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine
hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 1-3).
Târih boyunca İslâm
cüzlerinden birine indirgenmek istenmiş ve bundan dolayı İslâm’ın hakîkati ve
medeniyeti çoğu zaman ortaya çıkamamıştır. Zîrâ “indirgenmiş İslâm”
“yarı-müslümanlık” olacağı ve yarı-müslümanlıkla kâlpler ve dizler dermân
bulamayacağı için, indirgenmiş İslâm bir yaraya merhem olmayacağı gibi bir
iyilik de ortaya koyamaz, koyamamaktadır. İslâm “yüzdeyüz İslâm”dır. Ondan
kısılacak bir şey yoktur. Kısıldığında o şey İslâm olmaktan çıkar ve “ dinlerden bir din” hâline gelir. İslâm’ı
cüzlerinden birine indirgeme bir-çok alada yapılmıştır ve yapılmaktadır. Bu
indirgemelerden biri de “İslâm’ı îmâna indirgemek”tir.
İslâm’ın îmâna indirgenmesi
demek, îman etmekle işin bittiğine inanmak ve bunu söylemektir. “Îman ettim”
demeyi yeterli saymaktır. Bu indirgeme, “îman ettikten sonra ne yaparsanız-yapın
cenneti garantilemiş olursunuz” düşüncesini açığa çıkarır. Îmânı değerlendirecek
olan tabî ki de kendisine îman edilen Allah’tır. O îmanları zâyi etmez. Fakat
îman tek-başına sâdece “îman ettim” demekle oluveren bir şey midir?. Baştaki
âyete ve Kur’ân’ın diğer âyetlerine bakarsanız bu pek mümkün gözükmemektedir,
hattâ hiç mümkün değildir:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman
ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
Îmâna indirgendiğinde ve
sâlih amele dönmediğinde, adı İslâm ve müslüman olsa da yine de mutlakâ şirk
üretir, küfrü açığa çıkarır. Bunlar da mutlakâ adâletsizliği ve ahlâksızlığı
yaygınlaştırarak ve fitne-fesat çıkararak zulmü doğurur. Böylece toplumun gücü
zayıflar ve dağılır gider. Bugün müslüman coğrafyanın yaşadığı şey budur.
Îman etmek yada sâdece “îman
ettim” demek tek-başına yeterli olsaydı, o zaman ne Kur’ân’a ne de Peygamber’e
gerek olmazdı. Bunca sıkıntıya girmeye de gerek kalmazdı. Çünkü Peygamberimiz’in
gönderildiği ve Kur’ân’ın indirildiği Mekke toplumu Allah’a zâten îman
ediyordu. Allah’ı inkâr etmiyorlardı ki!. Hattâ kendilerine soruduğunda bunu
çok net ve kesin bir şekilde söylüyorlardı da:
“Andolsun, onlara:
‘Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve Ay’ı kim emre âmâde kıldı?’ diye
soracak olursan, şüphesiz: ‘Allah’ diyecekler. Şu-hâlde nasıl oluyor da
çevriliyorlar?” (Ankebût 61).
“Andolsun onlara: ‘Gökten
su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?’ diye soracak olursan,
şüphesiz: ‘Allah’ diyecekler. De ki: ‘Hamd Allah’ındır’. Hayır, onların çoğu
akletmiyorlar” (Ankebût 63).
Üstelik Mekke halkı arasında
yaşayan Peygamberimiz Hz. Muhammed de onların içindeki en güvenilir, en ahlâklı,
en dürüst ve halkın kendisine “el emîn” dediği kişiydi. Peygamberimiz peygamber
seçilmeden ve kendisine vahiy inmeye başlamadan önce de Allah’a inanıyordu. Hattâ
ibâdet ediyordu. Allah’ın en yüce ilah olduğunu kabûl ediyordu. Bundan başka
bir de toplumun en üstün kişilerinden birisi hattâ en üstün kişisiydi. Buna
rağmen Allah niçin ondan ve Allah’a inanan Mekke’li insanlardan râzı olmadı?.
Kendisine îman etmeleri Allah’a niçin
yetmedi?. On numara bir insan olan Hz. Muhammed’ten niçin râzı olmadı da ona
“ağır bir yük” yükledi?. Niçin toplumun ve Mekke’nin altını üstüne getirecek
bir olayı başlattı?.
Çünkü Mekke’liler Allah’a îman
etmelerine rağmen O’na ortak koşuyorlardı. Saçma-sapan putlarda güç
vehmediyorlar ve onlar üzerinden halkı sömürüyorlardı. Putları çıkarları için
kullanıyorlardı. Bâtıl ile haram kazanç elde ediyorlardı. Sonuçta da tüm şirk
ve küfür sistemlerinde olduğu gibi, bir tarafta mutlu küçük bir azınlık
bulunurken ve nîmetlerin çoğuna sâhip oluyorlarken, çoğunluk ise câhil bırakılıyor,
köle ediliyor ve Allah’ın herkes için eşit olarak yarattığı nîmetlerden mahrûm
kalıyorlardı. Bunun nedeni sâdece “îman ettim” demek ama îmânın gereğini
yapmamaktı. Çünkü onlar için Allah “sâdece îman edilecek” bir ilahtı. Bir
indirgenmişlik vardı.
Allah’ın on numara bir adam
olan Peygamber’den mevcut hâliyle râzı olmaması ve ona ağır bir yüklemesinin
nedeni ise, pasif iyiliğin gerçek bir iyilik ve gerçek bir kazanç olmamasıydı.
Üstelik bir şeyleri değiştirebilecek biri varsa o kişi muhteşem bir ahlâka
sâhip olan Hz. Muhammed’ti.
İslâm’dan sonra da müslümanların
bir-çoğu İslâm’ı îmâna indirgemiş ve sâdece “îman ettim” demekle işin
biteceğini sanmıştır. Bu durum modern zamanlarda ayyuka çıkmıştır. “Îman ettim”
diyenler îmân aykırı bir-çok işler yapmaktadırlar. Modern müslüman yâni kendisine
“müslüman” diyen bir ana-babadan doğanların ezici çoğunluğu, “îman ediyorum”
deyince işin biteceğini zannetmektedir. Böylece İslâm’ı îmâna indirgemiş
oluyorlar.
“Îman ettim” demek İslâm’ın yarısı
hattâ sâdece bir kısmıdır. Aslında “îman ettim” demek, İslâm’ın sâdece
başlangıcıdır. Allah “îman ettim” diyenlerden îmânın gereğini yapmasını bekler
ve zâten sâdece onların korkudan emin olduklarını söyler:
“Şüphesiz: ‘Bizim
Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra doğru bir istikâmet tutturanlar (yok mu); artık
onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Ahkâf 13).
Îman iç-âlemi nurlandırır,
insana huzûr verir, sorumluluk bilinci aşılar, takvâ kazandırır, azim ve
gayrete getirir ve îman ile iç-âlemler inşâ edilip nurlandırıldığı gibi, îmânın
itmesiyle ve sâlih amele yöneltmesiyle dış-âlem de Allah’ın sözü hâkim kılınana
kadar inşâ edilip nurlandırılmalı, Dünyâ’ya hak-hakîkat, adâlet-eşitlik,
ahlâk-takvâ ve tevhid ile bir nizâmat verilmelidir. Îmânın hem sağlaması budur
hem de ancak bu şekilde ispât edilmiş olur. Çünkü “Îman ettim” demek sâdece bir
iddiâdır ve tüm iddiâlar ispât ister. Îmânın ispâtı ise ancak sâlih amelle
yapılabilir.
İslâm’da îman olmadan
yapılan işler âhirete taşınmaz. Zîrâ Allah için yapılmayan işlere şirk ve
küfür, dolayısı ile zulüm karışır ve o işler ancak Dünyâ’da kalır. Çünkü şirk
koşulduğunda yapılan bütün şeyler boşa gider. Âhirette fayda vermez. Fakat
İslâm sâdece “îman ettim” demekle biten bir şey değil, “îman ettim” demekle iç
ve dış-âlemde başlayan bir dindir. Başta Hristiyanlık olmak üzere diğer dinler
îman etmeyi yeterli bulurken, İslâm, îman ettikten sonra sâlih amele
yönelinmediğinde yada böyle bir niyet taşınmadığında, îmânın kâlplere inmeyeceğini
söyler:
“Bedeviler, ‘îman ettik’
dediler. De ki: ‘Siz îman etmedîniz; ancak ‘İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk
deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat
ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok
bağışlayandır, çok esirgeyendir’
(Hucurât 14).
Îmânın kâlplere inip de
hakkıyla mü’min olabilmek için, “îman ettim” dedikten sonra îmâna uygun sâlih
ameller işlemek şarttır.
İslâm’da her-şey îmâna
taâllûk eder etmelidir. Îman, sâlih amele dönmelidir. Îmandan kaynaklan bir
bilinçle yapıldığında ancak, hak-hakîkat ve adâlet ve ahlâk ortaya çıkar ve İslâm
hayâta hâkim olur. Yoksa zihnî yada nefsî bir dürtüyle yapılan işler, hakkı tam
ve sürekli olarak ortaya koyamaz.
İslâm sâdece “Îman ettim”
diyerek ve sâlih amel göz-ardı edilerek,
mistik-bâtınî-tasavvûfî-kâlbî-zihnî-ilmî bir inanç şekline döndürülmek
isteniyor. Hâlbuki İslâm, maddî ve mânevî hayâtın her alanı için sözü olan ve
her alanına hâkim olmak isteyen bir dindir. Hedefi budur. Zîrâ İslâm Allah’ın
dînidir ve hayâta İslâm’ın hâkim olması demek, Allah’ın hâkim olması demektir
ki bu ancak Allah’ın hakkıdır. Allah’ın hayâta hâkim olması ise, sâdece zihnî
bir bilinçle değil, pratik olarak da görülecek şekilde olmalıdır.
Mezhep, târikat, cemaat,
diyânet vs gibi kurumlar, Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil de, uydurma ve
zırvalık merkezli olduklarından dolayı, Kur’ân ve Peygamber örnekliğine birebir
aykırı olan, “îman ettim demek yeterlidir, insanı kurtarır” sözünü söyleyerek
yâni İslâm’ı îmâna indirgeyerek, halkı hem câhil bırakıyorlar hem de onları İslâm’ı
yaşamaktan uzaklaştırıyorlar. “Müslümanım” diyenlerin bir-çoğunun bu durum
hoşuna gitse de cehâletten dolayı niceleri İslâm’ın hakîkatini öğrenmekten ve
yaşamaktan mahrûm kalıyor. Bu mahrûmiyet tüm Dünyâ’ya yayıldığında da, aynen
günümüzde olduğu gibi, farklı müslümanlıklar, inançlar ve absürdlükler ortaya
çıkıyor. “Îman ettim” dedikten sonra Kur’ân’ın emrettiği ve Peygamber’in
örneklendirdiği gibi bir hayat yaşamaktansa, “ne de olsa îman ettim” diyerek ya
dinden uzak kalıyor yada dînin içinde olsa da, bir-çoğu İslâm ile ilgisi olmayan
hurâfelerle ve zırvalıkları din zannederek ömrünü boşa harcıyor.
İslâm demek “îman etmek ve
sâlih amel işlemek” demektir. Zîrâ îman boş ve kuru bir söz değildir. Îman
etmek “amel etmek” demektir. Zîrâ îman kişiyi mutlakâ amele-eyleme yönlendirir
ve sâlih amel için çaba göstermeye zorlar. Eğer buna zorlamıyorsa hem o îmanda
bir sorun var demektir, hem de İslâm îmâna indirgenmiş demektir. Îmâna
indirgenmiş İslâm’ın ise hem bir etkisi olmaz, hem de Dünyâ’da ve âhirette insanı
kurtarması mümkün değildir.
İslâm îmâna indirgenemez,
zîrâ İslâm, îman, ilim ve ameldir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder