“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif)
olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine
yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik
ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).
“Allah... O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir.
O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni
olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir?. O, önlerindekini ve
arkalarındakini bilir. (Onlar ise) dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden
hiç-bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri
kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek
büyüktür” (Bakara 255).
Evrensel ve ideâl değerler, Fransız Devrimi’nde;
özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi sözlerle ortaya konan ama pratik hayatta
karşılığını hiç-bir zaman bulmayan sözde değerler değildir. Modernizm, “sürekli
yenilenme ve değişme” demektir. Oysa İslâm inkılâp ve devrimle gerçek bir
dönüşüm ve değişim ortaya koyar. Bu-bakımdan İslâm hiç-bir zaman modern olmamıştır,
olmaz. Modernizm, beşerî bir yenilenme iken, İslâm ilâhî bir dönüşümdür.
Evrensel değerler ise, beşerî yenilenmelerle değil, ilâhi değişim-dönüşüm ve
hâkimiyet ile ortaya çıkar.
“Evrensel insânî standartlar” diye bir şey olamaz; “evrensel
ilâhî standartlar” olur. Zîrâ insan evrensel ve ideâl standartlar üretebilecek
çapa ve kapasiteye sâhip değildir. Buna gücü ve çabası yetmez, tüm insanlar
bir-araya gelse bile bunu sağlayamaz ve evrensel ve ideâl değerler üretemez ve
de evrensel ve ideâl değer diye ortaya şirk, küfür, adâletsizlik, eşitsizlik,
ahlâksızlık, haksızlık ve zulüm çıkarırlar. Standart koymak Allah’a hastır, insana
değil. Bu nedenle modernlerin, insanın evrensel ve ideâl değerler üretebileceğini
beklemesi boş bir beklenti, boş bir ümit ve zandan başkası değildir.
Eğer insan evrensel değerleri üretebilecek olsaydı,
aşkın hakîkatlere gerek kalmazdı. Çünkü insan en ideâl değerleri bile
keşfedebilir ve ortaya koyabilirdi. Fakat böyle bir şey hiç-bir zaman
olmamıştır, olmaz da. İnsanlar basit bir sorunu bile Allah’a ve Peygamber’e
götürmedikçe gerçek anlamda çözemezler. Allah, vahiy yâni Kur’ân, din yâni
İslâm ve Peygamber yâni Sünnet olmadıkça insanın aklıyla ve vicdanıyla yaralara
gerçek bir merhem olabilmesi mümkün değildir. Bunun delîli, insanın şimdiye
kadar bunu başaramamış olmasıdır.
İnsan ne zaman ki Allah’ı ve vahyi bir kenara itmiş
ve aklına tapmaya başlamışsa Dünyâ bir bataklık hâline gelmeye başlamış ve Allah’ın
rahmeti ile gönderilen peygamberler bataklığı kurutmuşlar yada kurutmaya
çalışmışlardır. Bu bağlamda, “vicdan ve akıl ile insan, ilâhî/doğal/evrensel
değerleri keşfedebilir ve bunlar ışığında iyiye ve güzele doğru kodlanmış (hidâyet)
bir yaşam sürebilir” sözü, hiç-bir değeri olmayan boş bir sözdür, boş bir
beklentiden başkası değildir. İnsanlığın güzel örnekleri olan peygamberler,
evrensel değerleri kendi akılları ve vicdanlarıyla değil, kendilerine indirilen
aşkın hakîkatleri içeren vahiyler ile bilmişler ve uygulamışlardır. Yoksa
vahiyden önce peygamberler de delâlette ve “ne yapacaklarını bilmez şaşkın
hâlde”ydiler: “Ve seni yol bilmez iken,
doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Dûha 7). Demek ki akıl ve vicdan bir
yerden sonra yetmiyor ve çâresiz kalıyor.
Allah evrensel ve ideâl değerleri fıtrata, doğala ve
normâle yâni vahye göre belirler, yoksa beşerî düşünce ve sistemlere yâni lâik,
seküler, demokratik, kapitâlist, liberâl, sosyâlist, komünist, feminist, modernist
zırvalıklara göre değil. Bu nedenle gerçek anlamda hiç-bir evrensel ve ideâl değer
“modern”e göre olamaz, doğal, fıtrî ve normâle göre olabilir, vahye göre
olabilir. Çünkü evrensel ve ideâl değerler ancak Allah’ın tüm kâinâta koyduğu
yasalar olan sünnetullaha göre olabilir. Sünnetullaha aykırı olduğunda bırakın “evrensel
ve ideâl değerler” olmasını, bir değer bile olamazlar. Bu bağlamda beşerî olan
tüm modern sistemler bir değer değil, tam-aksine bir değersizliktir. Zîrâ Allah’ın
belirlediğine aykırı olarak belirlenen şeylerin bir değerinin olması mümkün değildir.
Allah’ı hesâba katmayanlar için evrensel ve ideâl
değerler belirlemek kaçınılmazdır. Nice ateist-deist Allah düşmanları bile
mecbûren evrensel-ideâl değerler belirlemek zorunda kalmışlardır. İlâhî dinleri
kabûl etmeyen A.Comte gibi pozitivist düşünürler bile, “insanlık dîni” gibi
adlarla toplumsal yapının kurucu unsuru olarak bir din geliştirmek durumunda
kalmışlardır. Fakat mesele evrensel değerleri kimin belirleyeceğidir. Değer
denilen şeyin evrensel ve “değer” olması için kimin belirlediği önemlidir.
Evrensel ve ideâl değerler ancak Allah kaynaklı olabilir, beşer kaynaklı değil.
Zâten ancak o zaman ideâl ve evrensel değerlerden yada değerlerin
evrenselliğinden bahsedilebilir. Zîrâ Allah’ın hesâba katılmadığı hiç-bir şeyin
bir değeri yoktur.
Modern-bilimin verileri de
evrensel değildir ve olamaz, zîrâ modern-bilim “yanlışlanabilirlik ilkesi”ne
göre çalışır. Buna göre, ortaya atılan her veri ve teori yanlışlanabilir ve
değişebilir olmalıdır. Bu da aslında modern-bilimin, Allah’ı ve dîni hesâba
katmadığı ve yok saydığı için hem net ve kesin bilgiye ulaşamayacak olmasını
hem de bu yüzden “evrensel” olamayacağı anlamına gelir.
Beşerin belirlediği sözde değerlerin
evrensel ve ideâl olması zinhar mümkün değildir, zîrâ insanın evrensel ve ideâl
değerler belirlemeye ne zihni, ne beyni, ne de kapasitesi yeter. Bu nedenle
evrensel ve ideâl değerleri ancak âlemlerin rabbi olan Allah belirleyebilir ki
bu belirleme de indirdiği vahiyler üzerinden olur. Belirlenen bu değerler ise
peygamberler tarafından “en güzel örneklik” şeklinde ortaya konur ve ete-kemiğe
büründürülür. İşte ancak o zaman değerler tamamlanarak evrensel ve ideâl olur.
Yoksa birilerinin şeytana, nefsine, hazza, tâğutlara, zannına, arzularına, hevâ
ve heveslerine, kısır aklına ve beynine göre belirlediği şeylerin evrensel
olması söz-konusu bile olmaz ve bunların evrensel ve ideâl olmadığı çok kısa zamanda
ortaya çıkar. O zaman da -sözde- yeni değerler üretmeye yoluna girerler de
gerçekten evrensel olan değerleri yine kâle almazlar. Üstelik insanlar -ancak
Allah belirlediğinde- evrensel ve ideâl olacak olabilen değerleri “değer”
olarak bile görmezler. Zîrâ Allah’ın belirlediği değerlerin merkezinde; Dünyâ,
insan, akıl, zevk, haz, nefs, şeytan, tâğutlar, hevâ ve heves vs. değil; Allah,
âhiret, gayb, vahiy, peygamber ve din vardır ki bunlar insanlara bâzen ağır da
olabilecek sorumluluklar yükler. İşte bu nedenle insanlar Allah’ın belirlediği
kesin değerlere değil de, çıkarına ve hoşuna giden şeylere “evrensel ve ideâl değer”
derler.
İnsan için hem “kâinatta izi
bile görülmeyecek sonsuz küçük nokta” diyorlar, hem de evrensel değerler
üretebileceğinden bahsediyorlar. Oysa insanın tüm evren çapında değerler
üretebilmesi aslâ mümkün değildir. Buna çapı da yetmez, haddi de yoktur. Buna
yeltenmek insanın kendini ilah edinmesi anlamına gelir. O-hâlde insanın evrensel
değerler belirleyebileceğini söylemek bir haddini bilmezliktir, zîrâ bu, insanın
ilahlaşması anlamına gelir. İnsanlar bırakın evrenseli, yerel değerleri bile
üretirken çoğu zaman yanlış şeyler yapar ve sapkınlıklara yol açarlar. Bu nedenle
insanlar evrensel ve ideâl değer üretmekle değil, Allah’ın belirlediği evrensel
ve ideâl değerler olan vahyin emir ve nehiylerini, tavsiyelerini, önerilerini
vs. baş-tâcı yaparak evrensel ve ideâl değerler olarak kabûl etmeleri ve tüm
tasavvur, düşünce, söylem ve eylemlerini bu ilâhi-evrensel değerlere göre belirlemeleri
ve yapmaları gerekir. Aksi-hâlde evrensel ve ideâl değerler üretiyorum diye
ancak şeytana hizmet edecek ve şeytanı Dünyâ’nın kralı yapacaklardır. İnsanlık
târihi bunun örnekleriyle doludur ve insanlık târihi, mü’minlerle müşrik ve
kâfirlerin bu bağlamda yaptıkları mücâdelenin adıdır. Tüm peygamberler de bunun
mücâdelesini yapmış ve savaşımını vermiştir. Zîrâ Allah, Allahlığını kimseye
vermez ki zâten buna kimsenin gücü de yetmez.
Allah’ın belirlediği evrensel
ve ideâl değerler tüm zamanlarda ve mekânlarda aynıdır ve İslâm ile
belirlenmiştir. Peygamberler ise bu değerleri ete-kemiğe büründürmüştür. İmtihan,
Allah’ın belirlediği evrensel değerlere uyma yada uymama noktasındadır.
Uyulduğunda tevhid ve mü’min, uyulmadığında ise şirk ve kâfir olunur.
Modernizm Allah’ın
hesap-dışı edilip insanın ve aklın ilahlaştırılmasının başlangıcı ve târihidir.
Böylece artık evrensel ve ideâl olanı Allah’ın değil de insanın belirlemeye
başladığı söylenmektedir. Fakat değerleri Allah belirlediğinde hak-hakîkat,
adâlet-eşitlik ortaya çıkarken, insan belirlediğini zannettiğinde, tüm insanları
kuşatan bir iyilik-güzellik oluşmamakta hattâ gösterilmek istenmese de insanların
büyük çoğunluğu zorluk içinde yaşamaktadır. Zîrâ insan, şeytanın telkinlerine açık,
nefs, hevâ ve heves sâhibi bir varlık olduğu ve tâğutların nefse yönelik
yönlendirmelerine uymakta zorlanmadığı için evrensel ve ideâl değerler üreterek
tüm insanları mutlu, mesut ve memnun etmesi, hakkı, hakîkati, adâleti, eşitliği
ikâme etmesi mümkün değildir ve böyle bir şey hiç-bir zaman olmamıştır. Dümeni
yerinde olan bâzı fildişi kulesi müslümanları bunun farkında olmasa da, insanların,
Allah’ın belirlediklerine aykırı düşen sözde değerleri insana hep zarar
vermiştir, vermektedir.
Bâzı modern müslümanlar da
dâhil modern insanın evrensel ve ideâl değerleri Allah’ın, vahyin ve dînin belirlemesini
kabûl etmemelerinin en baştaki nedeni, dînin sâdece kâlplere, zihinlere,
duygulara hitâp eden bir şey olduğunu zannetmeleridir. Oysa bâtıl denilen
dinler belki böyle olsalar bile Allah katındaki tek hak din olan, tüm
peygamberlerin izinde yürüdükleri, Allah’a kayıtsız-şartsız tam bir teslîmiyetle
teslîm olma inanışı olan İslâm Dîni, iç-âlemleri inşâ edip bilinçlendirmekten
başka, dış-âlemin her alanında, tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda; sosyâl,
kültürel, ekonomik, askerî, hukûkî, kânûnî vs. tüm alanlarda hâkim olmak isteyen
ve bu nedenle tüm bu alanlar için sözü ve projesi olan bir din’dir ki zâten tüm
peygamberler de İslâm’ı insanların iç-âlemlerinde hâkim kıldıktan sonra İslâm’ı
hayâtın tüm alanlarında da hâkim kılmak için çabalamışlardır. Çünkü İslâm zâten,
-insanlar arasında beşerin belirlediği ilişkiler hâricinde- tüm kâinatta,
Dünyâ’da, doğada ve insanların fizîkî varlıklarında hâkimdir. Bu hâkimiyet insanlar
arasıdaki sosyâl, kültürel, ekonomik, askerî, hukûki, kânûnî vs. tüm alanlarda
da hâkim olmalıdır. Tevhid denilen şey işte bunu ikâme etmek ve İslâm’ı tüm
Dünyâ’da hiç-bir alan, zaman ve mekân bırakmadan hâkim kılmak durumudur. Şirk
ve küfür ise, her-şeyi Allah yaratmış ve varlığını Allah sağlıyorken, insanların
kendi aralarındaki işlere, şeytan, nefs, haz, tâğutlar vs. nedeniyle Allah’ı
karıştırmamaları ve kendi kısır akıllarına ve cılız görüşlerine göre sözde
evrensel ve ideâl değerler belirlediklerini sanmaları ve sonuçta küçük mutlu
bir azınlık hâricinde insanların çoğunun mutsuz, huzursuz ve perişanlık içinde
yaşamalarına neden olmaktır. Allah’ın zâten İslâm’ı göndermesinin ve tüm
Dünyâ’da hâkim kılmak istemesinin nedeni adâleti ve hakkı-hakîkati sağlamasıdır
ki, tüm peygamberler ve onlarla birlikte olanların ve de onları izleyenlerin çabası
bunun içindir:
“Fitne kalmayıncaya ve
dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek
olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
Şeytanın uşakları olan
tâğutlar ve nefsini ilah edinmiş olanların kışkırtılmış ve azdırılmış olan beşerî
yönlerini ve bundan aldıkları hazzın devâmını sağlamak için yapmayacakları şey
yoktur. Allah’ın belirlediği evrensel ve ideâl değerleri değil de kendi belirledikleri
zırvalıkları evrensel ve ideâl değerler olarak sunmalarının nedeni bundan
başkası değildir. Bunlar, dîni kâlplere, vicdanlara, duygulara, ahlâka, dört
duvar arasına vs. indirgeyerek, bir hayat-dîni olan İslâm’a zulmetmektedirler.
Bu zulüm, evrensel ve ideâl değerleri Allah yerine insanın belirlemesi ve bundan
dolayı da insanların büyük çoğunluğunun sapıklık, câhillik, ahmaklık ve perişanlık
içinde yaşamasıyla sonuçlanmasıdır.
Bir yazıda evrensel ve ideâl değerleri ancak Allah’ın
ve dînin belirleyebileceğinden bahsedilirken şöyle denir:
“İslâm’ın Tanrı’sının bu anlamda
el-Kayyum (değerlere kaynaklık eden) olduğu ve gönderdiği dîni de, ed-dînü’l/kayyim
(değer üreten, kendi değerleriyle ayakta duracak yeterlikte olan) olarak
tanımladığı unutulmamalıdır. Dinden ve değerlerden bağımsız bir yönelim
medeniyet kuramaz; aksine vâr olanları yok eder ve insanlığa şiddet ve hüsran
getirir. Medeniyet-yıkıcı olarak etiketlenen Moğol ve Germen (Barbar) istilâları
bunun örnekleridir”.
Abdurrahman Arslan, “ortak
değerler” hakkında şunları söyler: “Eğer sözü geçen şey bugün modernlikle berâber
ortaya koyulan şeyse bunların hiç-biri insanlığın ortak-değeri değil, batı’nın
kendi değerleridir. Batı’nın ürettiğidir, kendi anlamı içinde zenginleştirdiği
değerlerdir. Diğer insanların hiç-bir zaman buna katkısı olmadı. Katkısının
olmasına da müsâde edilmedi. Onlar zâten geri(!) insanlardı. Onların nasıl
katkısı olabilirdi ki!”.
Evrensel değerler ancak
din/vahiy-merkezli olarak belirlenebilir. Bu belirleme de ancak, dîn tüm alanlara
hâkim olduğunda ve vahiy-merkezli olarak hayâtın her alanında uygulanmasıyla
gerçekleşir. Bu gerçekleşme ancak İslâm medeniyetinde olabilir ki medeniyet zâten
sâdece İslâm’da olur. Çünkü medeniyet “dîni olan” demektir. İslâm-dışı olan
beşerî din ve düşünceler ise ancak “uygarlık” denen şeyi ortaya koyabilirler ki
uygarlık dinden kopuk olduğu için, bâzı pırıltılar ortaya koysa da bunu sürdüremez
ve genelleştiremez. Allah’ı ve dîni işe karıştırmayanlar medeniyet kurabileceklerini
sansalar da, sonuçta barbarlıktan başkasını ortaya koyamazlar. Bu barbarlık “profesyonel
bir barbarlık” olur. Zîrâ insan ancak vahiy-merkezli olduğunda Allah’ın
belirlediği evrensel ve ideâl değerler potansiyel medeniyeti ete-kemiğe büründürebilir.
Bunun başka bir yolu yoktur. O-hâlde “medeniyet yâni din varsa evrensel ve ideâl
değerler de vardır, medeniyet yoksa ortalıkta değer denebilecek hiç-bir şey
yoktur” sonucu ortaya çıkar.
İnsanın Allah’ı ve dîni işe
karıştırmadan kendi beşerî dinamikleriyle bir medeniyet kurabilmesi ve evrensel
ve ideâl değerler ortaya koyabilmesi mümkün değildir. Evrensel ve ideâl değerler
bu nedenle Hak ve vahiy-merkezli olmak zorundadır. Zîrâ evrensel ve ideâl değerleri
ancak Allah belirleyebilir. İnsanlar ise evrensel ve ideâl değerler belirlemekle
değil, Allah’ın belirlediği evrensel ve ideâl değerlere göre yaşamakla mükellef
ve sorumludurlar. Dünyâ’da da âhriette de iyiliğe ermenin başka da bir yolu yoktur.
Evrensel değerleri ancak
evreni yaratan Allah belirler, insan ise, bu değerleri uygun şekilde yaşayarak
hakkıyla kulluk etmekle mükelleftir ki zâten insan ancak böyle olursa hem Dünyâ’da
hem de âhirette iyiliğe erebilir. Aksi-hâlde Dünyâ’da rezil olacağı gibi
âhirette de acı azapla karşılaşır da pişmân olanlardan olur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2022