24 Şubat 2019 Pazar

Teslîmiyet Dîni İslâmiyet


“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).

 

Teslîmiyet, İslâmiyetin kişide ete-kemiğe bürünmesi hâlidir. T-eslimiyet=İslâmiyettir. Müslüman olmak, “teslim olmak” demektir. İslâm kelimesinin başına “t” harfi konduğunda “teslimiyet” olur. Teslim=T-eslim olmadan İslâm olun(a)maz. İslâm olmak t-eslim olmak demektir. Müslüman olduğunu söylediği hâlde bir türlü teslim olamayanların müslümanlık iddiâsı laftan öteye gidemez. Zîrâ müslüman olmak teslim olmayı gerektirir. Teslîmiyet olmadan İslâmiyet olmaz.

 

Peki teslîmiyet kime olacaktır?. Tabî ki de teslimiyet sâdece, âlemlerin rabbi olan Allah’a yapılacaktır. Çünkü Yaratıcı kim ise, teslîmiyet yâni kulluk da ona yapılmalıdır. Zâten kulluğun göstergesi olan teslîmiyeti hak eden tek varlık Allah’tır.

 

Bir yazıda “teslîmiyet” kelimesi hakkında şunlar söylenir:

 

“İslâm kelimesi, Arapça’da ‘teslim olmak’ fiilinden gelmektedir. Buradaki teslîmiyet, yaygın kullanımıyla olumsuz anlamda boyun eğmek değil; hakîkat karşısında samîmiyet ve dürüstlüktür. İnsanların olaylar karşısındaki tutumları ekseriyetle hakkâniyete göre değil, kişisel çıkarlarına göre olmaktadır. Hakîkat karşısında kişisel çıkar hesaplarına göre yorumlar getirmeksizin tam bir teslîmiyet sergilemek, büyük bir cesaret ve yüksek bir ahlâk ister. İşte bu, İbrâhimî bir teslîm oluştur: ‘Rabbi İbrâhim’e ‘teslim ol’ deyince (İbrâhim), ‘âlemlerin Rabbine teslim oldum’ dedi” (Bakara 131).

 

Allah’a karşı gösterilmeyen teslîmiyet, mutlakâ başkasına gösterilmeye başlanır. O zaman da kula-kulluk kaçınılmaz olur ki zulmün en âlâsı olan şirk budur. Allah’tan başka hiç kimse kendisine teslîmiyet gösterilmeye lâyık değildir ve bunu haketmez. Peygamberlere ve “bizden olan emir sâhipleri”ne de itaat edilir ama bu, Allah’a olan teslîmiyet şeklindeki gibi bir itaat değildir. Yâni “mutlak itaat” anlamındaki teslîmiyet sâdece Allah’a gösterilir.

 

Müslim “teslim olan”, “İslâm olan” anlamındadır. İslâm’a teslim ol(a)mayan müslümanlar(!), muhâfazkâr modern demokrasiye teslim olarak sözde müslümanlaşmaktadırlar ki bunların müslümanlıkları “sırıtan bir müslümanlık”tır.

 

Teslim olmayı târihi bâzı nedenler yüzünden kötü görenler “teslim olmak” sözünden de eyleminden de kaçınırlar ve sorgulamayı öne çıkarırlar. Fakat aşırı sorgulama Allah’tan başkaları için bir noktaya kadar mâkûl olabilecekken, Allah için ve Allah’ın kitabı için geçerli değildir. Çünkü aşırı sorgulama olduğunda, mutlakâ şüphe ortaya çıkar ve bu da mutlakâ teslîmiyeti bozar. Teslîmiyeti bozuk olanın tasavvuru, düşüncesi ve amel-eylemi de bozuk olacaktır. Zâten böyleleri Allah’a gösterilmesi gereken ve “mutlak itaat” anlamına gelen teslîmiyeti Allah’tan esirgediklerinde, mutlaka başkalarına yada hiç-biri değilse, nefsine göstermeye ve nefsine teslim olmaya başlayacaklardır: “Kendi istek ve tutkularını (hevâsını) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43). Bu hem sünnetullah gereği böyledir, hem de bu bir cezâdır. Demek ki insan, fıtraten teslîmiyete programlandığından ve teslim olunması gereken yegâne varlık olan Allah’a bu teslîmiyeti göstermeyince başka birine, başka bir şeye yada hiç olmadı, nefsine teslim olacaktır. Nefsine teslim olanlar, bu teslîmiyete hiç laf ettirmezler bu nedenle. Allah’a mutlak teslîmiyet göstermeyenler, nefislerine mutlak teslîmiyet göstermeye başlarlar.

 

İslâmiyet kelimesi ile teslîmiyet kelimesi aynıdır ve teslîmiyet “İslâm olmak” anlamındadır. Müslüman olmak için teslim olmak şarttır ve bu teslîmiyet “kayıtsız-şartsız bir teslîmiyet” olmalıdır. Kayıtsız-şartsız bir teslîmiyet ancak Allah’a gösterilir. İşte mü’minliğin şânı bu teslîmiyetten dolayıdır.

 

Kişi kendini Allah’a tam teslim etmedikçe güzel davranışlarda ve iyilikte bulunamaz:

 

“Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Bakara 112). 

 

İlim ve akıl kişiyi, bahsedilen o teslîmiyetin kapısına kadar getirir ve artık burada yapılması gereken şey teslîmiyettir. Aklı aşırı öne çıkaranlar teslîmiyet konusunda sorun yaşarlar. Fakat insanda akıldan başka nefs de vardır ve teslîmiyetin sonucunda yüklenilmesi gereken sorumluluk ve bedelleri kabûl etmek, nefsin kontrôlüne girmiş olan ilimle ve akılla olacak şey değildir. Burada bir delikanlılık şarttır. Hz. İbrâhim Allah’tan “teslim ol” emrini aldığı anda, ânında teslim olmuştur:

 

“Rabbi ona: ‘Teslim ol’ dediğinde (O:) ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti” (Bakara 131).

 

Allah’ın kitabına ve emirlerine uymak için “îman” gereklidir ki îmâna ulaşmak için koşulsuz bir teslîmiyet şarttır. Bu teslîmiyeti gösterebilmek için de sağlam bir irâde gerekir. Zâten teslim olunmadıkça vahyin âyetlerini de gerekli şekilde idrâk edip o idrâke göre amel-eylemde bulunulamayacaktır:

 

“Deyin ki: Biz Allah’a; bize indirilene, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve torunlarına indirilene, Mûsâ ve Îsâ’ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene îman ettik. Onlardan hiç-birini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O’na teslim olmuşlarız” (Bakara 136).

 

Allah mü’minlere; kendileriyle tartışanlara ve Allah’tan başkası için teslîmiyet gösterenlere, kendilerinin “sâdece Allah’a teslim olduklarını söylemelerini, zâten hidâyetin de ancak bu teslîmiyetle olabileceğini söyler:

 

“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).

 

Aslında kâinatta insandan başka Allah’a mutlak teslîmiyet göstermeyen bir varlık yoktur. Tüm kâinat materyâli, Dünyâ’daki bitki örtüsü, hayvanlar vs. Allah’a mutlak teslîmiyet hâlindedirler ve tam da O’nun emrettiği şekilde hareket etmektedirler. Fakat insan hâricindeki varlıklar bu teslîmiyeti şuursuz-bilinçsiz bir şekilde yapmaktadırlar. Allah insandan, bu teslîmiyeti şuurlu-bilinçli bir şekilde yapmasını istemektedir. Bu teslîmiyeti gösterenler “melekler gibi” olacakken, göstermeyenler şeytanlaşacaklardır. Zâten insanı “meleklerden üstün” yapacak şey “sâdece Allah’a gösterilecek” olan kayıtsız-şartsız teslîmiyettir:

 

“Peki onlar, Allah’ın dîninden başka bir din mi arıyorlar?. Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler” (Âl-i İmran 83).

 

İnsan, Dünyâ’da şirkten ve küfürden, dolayısı ile de zulümden, ancak Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olduğunda kurtulacak ve ancak bu teslîmiyeti gösterdiğinde adâletle hükmedebilecektir. Çünkü teslîmiyet, ne pahasına olursa-olsun sâdece Allah’ın hükmüyle hükmetmeyi gerektirir. Bu teslîmiyet, emânetleri sâhiplerine teslim etmeyi de gerekli kılar ki, adâletle hükmetmenin olmazsa-olmaz şartı budur. Zîrâ “sâdece Allah’ın hükümleriyle hükmetme” işini yapacak olanlar, “ehil” olanlar olacaktır:

 

“Şüphesiz Allah, size emânetleri ehline (sâhiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir” (Nîsâ 58). 

 

Modern müslümanlar ve “Kur’ân’cılık” denen akım, Peygamber’i yok sayarak o’nun örnekliğini göz-ardı ederler ve “sâdece Kur’ân” sloganı adı altında Kur’ân’a istediklerini söyletirler. Tabi bunu, “Kur’ân’ı aşırı ve bağlamından kopuk şekilde yoruma tâbi tutarak” yaparlar. Kur’ân’cılık, “Kur’ân’ı teslîmiyetsiz okuma etkinlikleri”dir. Oysa Allah, Peygambere, “hakem kılmak” ve “güzel örneklik” anlamında teslim olunmasını emreder:

 

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65). 

 

En doğru yolda gidenler, Allah’a tam teslim olanlar ve O’ndan başkasına teslim olmayanlardır. Hz. İbrâhim de örnek gösterilen bir peygamberdir ve Allah, koşulsuz bir şekilde teslim olan Hz. İbrâhim’in de tebliğ ve örnekliğine teslim olunması emrini verir:

 

“İyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve hanif (tevhidi) olan İbrâhim’in dînine uyandan daha güzel din’li kimdir?. Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir” (Nîsâ 125).

 

İnsanlar her-şeylerini Allah’a borçludurlar ki “din” demek aslında “borçluluk bilinci” demektir. Bu bilince erenler Allah’a teslim olurlar. Zîrâ aldıkları nefes de dâhil her-şeylerini Allah’a borçludurlar. Bu nedenle insanlar bâri, Allah’ın nîmetleri nedeniyle ondan başkasına teslim olmasınlar ve sâdece Allah’a teslim olsunlar:

 

“Allah, sizin için yarattığı şeylerden gölgeler kıldı. Dağlarda da sizin için barınaklar-siperler kıldı, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, sizi savaşınızda (zorluklara karşı) koruyacak giyimlikler de var etti. İşte O, üzerinizdeki nîmetini böyle tamamlamaktadır, umulur ki teslim olursunuz” (Nâhl 81).

 

Allah, infâk da dâhil tüm iyiliklerin “Allah’a teslim olunmanın bir gereği olarak” yapılmasını emreder ve zâten bu iş ancak bu teslîmiyeti göstermekle hakkıyla yapılabilir ve ancak bu şekilde gerçek bir iyiliğe erilebilir:

 

“Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah’a varır” (Lokman 22).

 

Sâdece Allah’a teslim olanlar ve bu teslîmiyetleri kayıtsız-şartsız olanlar Allah’tan başkalarından korkmazlar ve teslîmiyetlerini en zorlu durumda bile gösterebilirler. Bu zor durum teslim olanların îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırır. Çünkü îman teslîmiyeti arttırırken, teslîmiyet de îmânı arttırır:

 

“Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22).

 

Peygamberler, Allah’ın vahyini hayâta taşımak ve hayatta hâkim kılarak bir örneklik göstermek için vardırlar. İşte peygamberlerin bu örnekliğini tâkip edip, bu örnekliği çağa taşıyarak benzer bir örnekliği günümüzde de göstermek şarttır. Çünkü İslâm tüm zamanlarda ve mekânlarda hayâta hâkim olmak için vardır. İşte Peygamber’in bu misyonuna destek olmak ve güzel örnekliği günümüze taşımak için teslîmiyetle Peygamber’in vahiy kaynaklı örnekliğine destek olmak gerekir:

 

“Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey îman edenler, siz de O’na salât edin ve tam bir teslîmiyetle O’na selam verin” (Ahzâb 56).

 

Âhirette tüm insanlar mecbûren teslîmiyetlerini göstereceklerdir. Çünkü gayb bir noktaya kadar aralanacak ve her-şey apaçık bir şekilde ortaya dökülecektir. Fakat Dünyâ’da îmâna dayalı bir teslîmiyet göstermeyenler için orada teslim olmak işe yaramayacaktır. Yine “acı azâb”ı görmedikçe teslim ol(a)mayanlara, şimdiden teslim olmaları emredilir:

 

“Azap size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez” (Zümer 54).

 

Affedilmeyecek tek günah olan şirkten kurtulmanın tek yolu, “sâdece Allah’a gösterilecek” olan kayıtsız-şartsız tam bir teslîmiyettir:

 

“De ki: Bana apaçık belgeler gelince, sizin Allah’tan başka taptıklarınıza kulluk etmekten kesin olarak menedildim ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum” (Mü’min 66). 

 

Teslîmiyet, üstün-körü, “âdetten olan” bir teslîmiyet şekliyle olmaz. Teslîmiyet yâni müslüman olmak ve “müslüman oldum” demekle İslâm toplumuna katılabilinse de, Allah katında mü’min olmanın ve îmâna uygun amellerde bulunmanın yolu “sâdece Allah olan tam bir teslîmiyetle teslim olmak”tan geçer. Bu teslîmiyeti göstermeyenler ve bu teslîmiyete göre amelde ve eylemde bulunmayanlar îmâna er(e)meyecekler ve sâlih amel işleyemeyeceklerdir. Bu da onları kurtarmaya yetmeyecektir.

 

Teslim olmak “müslüman olmak” demektir, fakat bu teslîmiyet “tam bir teslîmiyet”le îmâna dönüşmedikçe kâlpler İslâm ile mutmain olamayacak ve mü’minliğe erilemeyecektir:

 

“Bedeviler, dedi ki: ‘Îman ettik’. De ki: Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14). 

 

Hak din “sorgulanamaz olan”dır. Zîrâ “gayb temelli”dir. Gaybı ise sâdece Allah bilebilir. Gayb sorgulanamaz olduğundan dolayı, teslîmiyet şarttır. Zîrâ îman, “gayba îman”dır. Bu noktada kâlpleri mutmain edecek olan tek şey teslîmiyettir.

 

Akıl ve mantık yürütme, “teslîmiyet”in yâni “gayba îmân”ın önüne geçtiğinde tahrif ve inkâr süreci başlar. Çünkü aşırı sorgulama, teslîmiyeti bozar. Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O hâlde îman, sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyettir; sâdece Allah’a olan teslîmiyet. 

 

İslâm “güven içinde olmak” demektir. Güven içinde olmak için İslâm olmak yâni Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmak gerekir. Zîrâ güvene ancak bu teslîmiyet ile ulaşılabilir. Allaha teslîmiyet ne kadar artarsa, güven ve eminiyet de o oranda artar. Allah’a olan teslîmiyette güven, “içten dışa doğru”dur. “Dıştan içe doğru “olan emniyet uygulamaları ise insanı aslâ tam olarak tatmin etmez. 

 

Maddeye teslîmiyet, insanı “maddenin kulu” yaparken; Allah’a teslîmiyet, kişiyi “Allah’ın kulu” yapar. Neye teslim olunursa, onun kulu olunur.

 

Ey teslîmiyet!, senin adın İslâm’dır!.

 

“...Ve biz âlemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk” (En’âm 71). 

 

Teslîmiyet olmadan temsîliyet olmaz vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2018

 

 

 

Devamını Oku »

18 Şubat 2019 Pazartesi

Sözler 3

 


1. Meclis Türkiye’yi somut esâretten(!) kurtarırken, 2. Meclis ise soyut ve somut esâret altına soktu.

12 Eylül Darbesi ile 28 Şubat post-modern darbe arasında, halkı korkutup-sindirip-yıldırıp, istenilen ideolojiyi ve kişiyi-kişileri başa getirmek projesi açısından fark yoktur.

12 Eylül darbesi, 24 Ocak Kararları’nın altına vurulmuş bir mühürdür.

14 Şubat Sevgililer(!) Günü, “sevginin para harcamadan gösterilemeyeceği” propagandasıdır.

1492 yılı “Amerika’nın keşfi”nin değil, “Amerika’nın sömürülmesi”nin başlangıç târihidir.

18. yüzyılın sonunda başlayan batı ilerlemesi, aslında doğu’nun gerilemesinin bir sonucuydu. Doğu gerilediği için batı ilerlemiş gibi gözüktü.

1980’den sonra Dünyâ’da “târihin sonu”na gelindiğini söylemişlerdi. Târihin sonuna kıyâmete kadar gelinemez ama modernizm ile birlikte “sanat târihinin sonu”na gelinmiştir. 

2+2’nin 4 olduğunun nedenini ve nasılını bilmek sonucu değiştirmez.

60 yaşındayken 18-20 yaşındaymış gibi görünmeye çalışmak sapıklıktır.

AB’ye-ABD’ye girme-katılma tartışmaları süre-dursun, Türkiye insanı, ahlâkî anlamda yâni ahlâksızlık anlamında AB’ye de ABD’ye de girmiş-katılmış durumdadır.

Abartılan şey zıddına döner. O şey “olmamış” gibi olur.

ABD, “süper ülke” olmasını; “kızıl” derilileri öldürmesine, “kara” derilileri köleleştirmesine ve “sarı” derilileri sömürgeleştirmesine borçludur. Geriye bir tek “beyaz”lar kalıyor. “Farklılıklar ülkesi” diyorlar ama aslında kendilerinden daha farklısını gördüler mi boğa gibi saldırıyorlar.

Acı yoksa kazanç da olmaz. Acısız kazanç helâl olmaz.

Acımasız olanlar kurnaz olur. Yada kurnaz olanlar acımasızdır. 

Aç kalındığında domuz da yenir. Mecbûriyet karşısında olağan-üstü çâreler aranır. Fakat bu çâreler geçicidir ve doğal-normâl-fıtrî değildir. Bunun gibi; Kur’ân’ın “savaş için besili atlar hazırlayın“ âyetinden anlaşılacak olan şey “tank”lar değildir. Günümüzde bize karşı tanklarla savaşanlara karşı tabî ki biz de tank temin edip karşı çıkacağız ama bu, atların yerine tankların anlaşılması demek değildir. Biz tankları geçici olarak, aynen domuz örneğindeki gibi, olağan-üstü ve ârızî durumu atlatana kadar kullanacağız. Yoksa insan için en ideâl hayat-şekli, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki, doğala, fıtrata ve normâle uygun olan tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr şeklindeki yaşam şeklidir. Allah bu nedenle, modern dönemi de içerek şekilde bir ifâde kullanmayıp, “atlar” diyor, atlardan bahsediyor. Çünkü atlar boşuna yaratılmamıştır. 

Açık konuşayım; kendinizi paralamadan İslâm’ı hakkıyla yaşayamazsınız.

Açıklanmasına ihtiyaç olmayacak kadar açık olan şeyleri açıklamaya çalışmak, o şeyin anlaşılamayacak hâle gelmesine yol açar.

Açlık sınırında yaşayanların sayısı arttıkça, milyarderlerin sayısı fazlalaşır.

Adâletin ve eşitliğin olduğu yerde uygarlık (medeniyet değil) ortaya çıkmaz. 

Adâletsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, küfrün, şirkin ve zulmün hâkim olduğu bir dünyâda, sevgi ve hoşgörü kelimelerinin değeri azalır.

Adam kıymeti bilen “adamlara” hayrânım.

Adam müslümanlığa bilinçsiz bir şekilde girmiş ve İslâm’ı hiç yaşamamış; sonra diyor ki, “ben İslâm’ı bıraktım, artık deistim”.

Âdem’den bêri insanoğlunun ürettiği bilginin %95’i yanlış, %4’ü de şüphelidir.

Ağaca çaput bağlayıp dilekte bulunmakla, ağaca ampûl ve süs bağlayıp dilekte bulunmak arasında, şirk ve cehâlet olması bakımından bir fark yoktur.

Ağaçlar ormanın görülmesini engellediği gibi, gökdelenler de “kentlerin görülmesini” engelliyor.

Ağızdan çıkan söz, makattan çıkan söze/sese benzememeli. Aksi-hâlde etrâfı pis bir koku sarar.

Ağzımızdan çıkan salya ile gözümüzden çıkan gözyaşı “sıvı” olma bakımından aynı şey değildir.

Âhiret bilinci ve “cennet hedefi” ile yaşamayanlar, sürekli olarak modern hayâtın üst seviyesi için hayâl kurarlar. Bu aslında şeytan, nefs ve tâğutun dürtmesinin bir sonucudur. Fakat insan madde ile aslâ mutmain olmaz. Zîrâ insan salt maddeden ibâret değildir. Madde “kesin tatmin edici” olmadığı için bu tatminsizlik ve eksiklik yine sürekli olarak madde ile desteklenmek ve tamponlanmak zorunda bırakır insanı. Böylece hayat “tatminsizliği tamponlamak”la ziyân olur gider. Çünkü kâlpler ancak Allah’ın zikri-Kur’ân ile tatmin olur.

Âhirete îman etmiş ve Dünyâ’nın “geçici bir imtihan yeri” olduğu bilincine sâhip olan mü’minlerin, Dünyâ’da “coşkuyla yaşama lüksleri” yoktur, olamaz.

Âhireti görmezden gelen ve arka-plâna atan modern insan, “mutlu” olmak için kıçını yırtmak zorunda kalıyor.

Âhireti merkeze almayan din “hak din” değildir.

Âhiret-merkezli olarak yaşamamak, “denizi sürmek” gibi bir şeydir.

Âhirette biz îmânımızdan değil, amellerimizden sorulacağız.

Âhirette günahkâr insanı yıkacak olan en büyük şey, ona; “sen hiç-bir bok değilsin” denmesi ve onun da bunu anlaması ve görmesi olacak.

Âhirette izletilmek üzere herkesin bir “kaseti” vardır.

Ahlâk “Aşkın Olan”dan, etik ise düşük olandan kaynaklanır. Ahlâkı hesâba katmayanlar ve etike sarılanlar, bu nedenle sıkıştıklarında etik-metik tanımazlar.

Ahlâkı Allah ile temellendir(e)mezseniz, başka bir şey ile temellendiremezsiniz.

Ahlâkınızı kim ve ne belirliyorsa, dîninizi de o belirlemiş olur.

Ahlâklı davrananların hepsi de ahlâkı bildiği için ahlâklı değildirler. Onlar “anadan ahlâklı” davranıyorlar ama bu “bilinçli bir ahlâk” değildir.

Akıl ancak sınırlı olan üzerinde çalışabilir. Çünkü kendisi de sınırlıdır.

Akıl bağımsız değildir ve o da bir şeye dayanır. Görüşler arasındaki farklılıkların nedeni budur.

Akıl ile vahiy eşit ise yada akıl vahiyden üstün ise vahye gerek kalmaz. Fakat târih boyunca aklın öne çıkarıldığı zamanlarda küresel fitnelerin ortaya çıktığı görülmüştür. Akıl, vahyin izinde olduğundaysa en doğruya ulaşılır.

Akıl ve bilimin dinleşmesinin nedeni, “dînin bireyselleşmesi” ile başlar.

Akıl yürütme insanı Tanrı’dan uzaklaştırır ve Dünyâ'ya yaklaştırır. Şeytanı Allah'tan uzaklaştıran şey akıl yürütmesiydi. İnsanı Allah'a yaklaştıracak olan şey, akıl yürütmeyi "vahiy merkezli” yapmasıdır.

Akıl, metafizik olanı; onu kuşatamadığı, tasarrufu altına alamadığı, denetleyemediği ve sömüremediği için kabûl etmez.

Akıl, vahiy olmadığında sorunu tespit edebilir ama çözemez.

Akıl-sâhibi olmak yetmez, “aklı kullanmak” da önemlidir; aklı kullanmak yetmez, “aklı doğru kullanmak önemlidir”; aklı doğru kullanmak ise ancak vahiy-merkezli olabilir.

Aklâkın olduğu yerde “ahlâkî hareket” kaçınılmazdır. Zîrâ ahlâk, hareketsizlikte gözükmez.

Aklı “aşırı” kullanmak, rûhun geri plâna itilmesine neden olur. O hâlde akıl, rûh-merkezli kullanılmalıdır.

Aklı ilahlaştıran “modern” insan, aklı sâyesinde “her-şeye kâdir” olduğunu zannediyor.

Aklı ilahlaştıranlar, “ortaçağ düşüncesi” diyerek ortaçağa düşman oluyorlar fakat, felsefenin başladığı M.Ö. 600’lü yılları ve Platon, Aristo felsefesini, aklını ve mantığını dillerinden düşürmüyorlar.

Aklı kıt ama ahlâklı olan bir kişi, ahlâkı kıt ama akıllı olan kişiden üstündür.

Aklı kullanmak şarttır. Aklı merkeze almak ise şirktir.

Aklını kullanmayanlar köleleşir, aklına tapanlar ise köleleştirir.

Akrabâ evliliğinde, çocuğun sakat doğması meselesi, evlenmesi yasak olmayan akrabâların evlenmesinden dolayı değil, akrabâların birbirinin çocuklarını bebekken emzirmeleri ile çocukların süt-kardeş olmaları ve ileride, akrabâ olan bu süt-kardeşlerin süt evlenmeleri nedeniyledir. Sakat doğum akrabâ olsun-olmasın herkeste olabilir. Fakat süt-kardeş evliliklerinde çocuğun sakat olması çok olasıdır.   

Alanın ve satanın râzı olması, o şeyden Allah’ın da râzı olduğu anlamına gelmez. Allah’ın râzı olmadığı hiç-bir şey rızâya müstahak değildir.

Aldatmak için değil, aldanmamak için ve tabî ki anlamak için uyanık ol!.

Âlemlerin rabbi olan Allah’ın dînine göre yaşamamanın cezâsı ve bedeli, “kendilerini ilah etmiş olanlar”ın, arzularına göre aldıkları kararlara göre yaşamaktır.

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın emirlerini-kânunlarını birebir yerine getirmeyenler ve hattâ bunu çok da önemsemeyenler, beşerin-devletin kânunlarını uygulamaya gelince devletin dediğini ikiletmiyorlarsa ve sorgusuz-suâlsiz tam uyguluyorlarsa, bu şirktir. Şirk budur.    

Alevi-Bektâşi ve bâtınî-tasavvuf denen akımlar, varlığını ve hayâtiyetini, Sünnîlik ve ortodoksi karşısında pozisyon almakla sağlamıştır ve bu şekilde sürdürmektedir.

Algılanan hâliyle demokrasinin ikâme edilebilmesi imkânsızdır.

Alış-veriş, bir “kimlik göstergesi”dir. Neyin alınacağını, tercih edilen kimlik belirler.

Âlim, (modernlerin zannettiği gibi) “câmi duvarına işeyen kişi” değildir.

Âlimliğin göstergesi, “adanma”dır.

Alkol madden temizlerken, mânen pisletir. Mânâyı umursamayanların ve sâdece maddeye takılanların, alkôlün yararlarından bahsetmeleri bundan dolayıdır. Oysa su hem madden hem de (abdest ile) mânen temizler. Bu nedenle su, alkôlden üstündür.

Allah “aklınızı kullanın” der ama hiç-bir yerde “aklınıza uyun” demez. “Aklınızı kullanın da Allah’a-Peygamber’e uyun” der.

Allah “doğrulanacak” değil de “inanılacak” bir varlık olduğu için O’nun varlığına kanıt aramak abestir. Çünkü inanmayacak olana hiç-bir delil yetmez. 

Allah “kün” (vâr ol!) der, “mekân” olur.

Allah “mevcut varlığa göre” değil, “kendi varlığına göre” vardır. Zâten mevcut varlıkların varlığı da kendi varlıklarına göredir. Mutlak Varlık’ın varlığı, fânî varlıkların varlığına göre değildir.

Allah “tek İlah” olarak kabûl edilmediğinde mutlakâ insanlar ilahlaşırlar yada ilahlaştırılırlar.

Allah bâzen, “sapkınlığın cezâsını vermemekle” azap eder. Sapkınlığın sürmesi azaptır.

Allah bizi, korona-virüs aracılığıyla, “dinsiz bir yaşam”a karşı “yaşamsız bir hayat” ile cezâlandırmaktadır.

Allah dışında, bir şeye “doğru” yada “yanlış” diyebilecek bir varlık yoktur. Doğru ve yanlış, ancak Allah ile temellendirilebilir. Bir şey ancak “Allah’a göre doğru” yada “yanlış” olabilir.

Allah Dünyâ’yı ve insanı birbirine uygun olarak yaratmıştır. Zâten vahyi de buna uygun olarak indirmiştir. Dünyâ da, insan da, vahiy de; doğala, normâle ve fıtrata uygun formattadır. O hâlde Allah Dünyâ’yı, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkârlığa uygun olarak yaratmıştır. Zâten adâlet, eşitlik de ancak bu tür bir toplum yapısında ikâme edilebilir. Uygarlık insana çok da uygun değildir ve “yarı-uygarlık” belki daha uygundur.

Allah hesâba katılmadığında insan sapıklıktan başka bir şey üretemez.

Allah hesâba katılmadığında ve Allah’a aykırı düşünüldüğünde ve davranıldığında; “mutlakâ olur, niye olmasın ki” denilen şeyler, bir şekilde olmaz, olmuyor.

Allah için yapılmayan şey boşa gider. Çünkü başka gidecek yeri yoktur.

Allah ile insan arasına ancak Deizm’de girilmez. İslâm’da ise Allah ile insan arasına Kitap ve Peygamber girer-girmiştir.

Allah insana rûhundan üflemiştir ama Allah “rûh” değildir. Yine insana vahyini üflemiştir ama Allah vahiy değildir. Allah, bildiğimiz ve hissettiğimiz hiç-bir şeye benzemez.

Allah insanın “rızkına” kefilir, “lüksüne” değil.

Allah insanlar için, potansiyel anlamda çok daha fazla imkân yaratmıştır. İnsanlar o potansiyeli açığa çıkarır yada çıkar(a)maz. 

Allah kadınlara anneliği vermiş ve üstelik cenneti de ayaklarının altına koymuş. Modern kadın bununla yetinmiyor da fıtratına aykırı şeyler istiyor ve yapıyor.

Allah katında üstünlük takvâya göre, insanların arasında üstünlük ise paraya göre belirleniyor. Dünyâ'nın anasını ağlatan şeyin sebebi işte budur. Takvâ, soyluluktan, zenginlikten ve eğitimli olmaktan üstündür. 

Allah kimine “yürü yâ kulum” derken; kimine de “otur yâ kulum” der.

Allah nasıl ki Dünyâ’da yaptığımız bir yanlışa -sünnetullahın gereği olarak- bir sıkıntıyla ve cezâyla karşılık veriyorsa, hayâtımız boyunca Dünyâ’da yaptığımız kötülükler ve günahların sonucu da -sünnetullahın bir gereği olarak- âhirette karşımıza çıkacak ve terâzide günahlar daha ağır basarsa cehennemi boylayacağız. Allah bundan gocunmaz ve birilerinin, -Allah’ın rahmetine güvenerek- zannettiği gibi, “bırakın herkes cennete girsin” demez. Eğer öyle olsaydı aynı şey Dünyâ’da da olurdu ve başımıza -Allah’ın rahmetinin gereği olarak- bir kötülük gelmemesi gerekirdi. Oysa Dünyâ’da yaptığımız yanlışların cezâsını daha Dünyâ’da görmeye başlıyoruz. O hâlde yaptığımız ağır günahların ve suçların cezâsını da âhirette kesinlikle göreceğiz. Allah nasıl ki Dünyâ’da bir yanlışımıza cezâyı hemen kesiyorsa, âhirette de, Dünyâ’da yaptığımız yanlışlara cezâyı kesecektir ve Allah’ın rahmeti çok da işe yaramayacaktır. Tabi bu durum; iyilik, sevap ve doğru şeylerin karşılığı olarak hem Dünyâ’da hem âhirette “mükâfat” şeklinde olacaktır.

Allah nasıl ki insanları Dünyâ’ki varlıklara yönlendiriyorsa, Dünyâ’daki varlıklar da insanları Allah’a yönlendirmelidir.

Allah olmaya çalışmak, Allah’a yapılmış en büyük hakârettir.

Allah ölenin yasını tutmaz.  

Allah rızâsından başka hiç-bir şey “kesin amaç” olamaz.

Allah ve âhiret olmadığında ahlâk yarım kalır ve ona artık ahlâk yerine “etik” denmeye başlanır.

Allah yoksa ahlâkın mânâsı yoktur.

Allah yoluna adanmak, malını-canını Allah yolunda ortaya koymak ve varını-yoğunu harcamak, “Kur’ân’ın gramerini çok iyi bilmenin” bir sonucu değildir.

Allah yolunda icâbında kelleyi koltuğa al(a)mamışsanız, ya “İslâm’ı idrâk edememişsiniz” yada “tam teslim ol(a)mamışsınız” demektir.

Allah, “yüce dertler” ile dertlenmeyenleri, “küçük ve önemsiz dertler” ile cezâlandırır. 

Allah, aklın “var” demesiyle vâr olan bir varlık değildir. O’nun varlığı, akıl ile değil, kâlp ile kabûl edilebilir. Zâten ancak kâlpten îman edenler O’na hakkıyla kulluk yapabilirler.

Allah, belli bir idrâke ulaşmalarına rağmen emirlerinin ve nehiylerinin gereğini yerine getirmeyenlerin zaman içinde şevklerini kırar, nurlarını söndürür. En nihâyet de ayaklarını kaydırır. Modern müslümanların yaşadığı süreç ve gidişât budur. 

Allah, bilime muhtaç değildir.

Allah, bizim aklımızla anlayıp târif edilebileceğimiz kadar basit bir varlık değildir. Bu nedenle Allah aklın değil, inancın konusudur.

Allah, cennet ve İslâm için kılını kıpırdatmayanlar, sıra vatana gelince mallarını ve canlarını bile ortaya koyuyorlar.

Allah, insanı, “kim îmânını daha güzel dile getiriyor” diye değil, “kim daha iyi amel ediyor” diye yaratmıştır. İmtihan “iş” ile ilgilidir.

Allah, insanları ev-hapsi/cezâsı ile uyarıp, “ayağınızı denk alın” demektedir.

Allah, kendilerini Tanrı-Kral îlân eden insanlara “tâc” yâni “korona” takmıştır. 

Allah, kibrinden dolayı Allah’ın kibriyâsından korkmayanları, zerre kadar virüsle ölesiye korkutmaktadır. 

Allah, kişinin Allah rızâsı için ne yaptığına bakar. O’nun için önemli olan budur. 

Allah, peygamberleri ve vahiyleri, “mü’minler herkes gibi olmasın” diye gönderir.

Allah, yarattığı şeyin kendisi olamaz. Çünkü o zaman “Allah’ın yaratılmasından” bahsedilmiş olur.

Allah; dîni, Kur’ân’ı dört duvar arasına hapsedenleri, korona-virüs ile dört duvar arasına hapsetti.

Allah’a “inanıyor” olmak, “Allah’ı inkâr etmemek” demek değildir.

Allah’a güvenerek yanlış iş yapmayın. Allah’a güvenerek yanlış iş yapanlar, yaptıkları yanlışın cezâsını çekmekten kurtulamaz.

Allah’a hakkıyla “kul” ol(a)mayanlar, O’nu kendilerine -hâşâ- “uşak” yapmak isterler.

Allah’a inananlar, Allah’ı aramazlar; Allah’ı arayıp duranlar ise, Allah’a inanmayanlardır. Allah, aranacak değil, inanılacak olandır. 

Allah’a inanmak önemlidir, fakat “Allah’a kuru-kuruya inanma”nın pek de bir önemi, anlamı ve değeri yoktur.

Allah’a inanmaktan ziyâde, “sâdece Allah’a inanmak” önemlidir. Sâdece Allah’a inananlar, sâdece O’nun dediğini yaparlar.

Allah’a karşı gelmek, O’nun kâinâta-dünyâ’ya-insana koyduğu yasalara aykırı hareket etmekle de olur.

Allah’a kul ol(a)mayanlar, beşeri ilahlaştırmaya başlarlar.

Allah’a kul olmaktan imtinâ eden toplumların, beşeri sistemlerden birine domalmaktan başka yapacak bir şeyleri yoktur.

Allah’a kulluk etmeyenler, O’nu, “her istenileni ânında yerine getiren bir uşak” olarak görmek isterler.

Allah’a küfretmek iki şekilde olur: 1-Söz ile küfretmek, 2-Eylem ile küfretmek. Nice eylem ile Allah’a küfredenler vardır ki, Allah’a söz ile küfredenleri kınarlar. Eylem ile yapılan küfür, söz ile yapılan küfür gibi görülmüyor. 

Allah’a, âhirete, meleklere, peygamberlere ve kitablara îman etmeyenler yâni anlamdan yoksun olanlar, mecbûren Dünyâ hazlarını “din” yaparlar.

Allah’ı “tek yasa koyucu” olarak kabûl etmeyenler, aslında Allah’ın ilahlığını tam anlamıyla kabûl etmemiş olurlar.

Allah’ı akılla bildiğini yada Allah’ın akılla bilinebileceğini zannedenler, O’na îman edemezler.

Allah’ı göremeyişimizin bir nedeni de O’nun zıddının-çiftinin olmaması ve Allah’ın “tek” olmasıdır. Tek olan görülemez. Zîrâ zıddı olmayan şey görülemez. Tek olan, bildiğimiz varlıkların hiç-birisinin çifti yada zıddı değildir. İnsan, zıddı yada çifti olmayan bir şeyi göremez ve idrâk edemez. Hattâ üstünde akıl da yürütemez.

Allah’ı görme isteği, “îmansızlık”tan kaynaklanır.

Allah’ı görmek değil, “duymak” önemlidir.  

Allah’ı görmek demek, “düzen”i ve “istikrâr”ı görmek demektir. Yoksa O’nun zâtını görmek mümkün değildir.

Allah’ı hesâba katmayanlar, Dünyâ’yı “hayvanat bahçesi” zannederler.

Allah’ı umursamayan insanlar, Allah’ın umurunda bile değildir.

Allah’ın “yarattığı” ve “indirdiği” kavlî âyetler ile kevnî âyetler arasında bir çelişki olamaz. Eğer bunlar birbirlerini inkâr ediyorsa, o zaman bunları yorumlayanlardan biri yanlış yapıyordur. Zâten sorun ve kavga da, “kimin yanlış yaptığını belirleyememek”ten doğar. 

Allah’ın bize verdiği cezâlar, bizim kendi yaptıklarımızın bir sonucu olarak “sünnetullahın işlemesiyle” başımıza gelir.

Allah’ın dışındaki “sınırı olmayan” her-şey küfrün ve şirkin konusudur.

Allah’ın domuzu haram etmesinin nedeni, insanların domuzluğa çok meyilli olmasından dolayıdır.

Allah’ın emirlerini ve yasaklarını îfâ etmeyenler, şeytanın ve nefsin emirleri sonucunda iflâs ederler. Ya îfâ, ya iflâs.

Allah’ın emirlerini yerine getirmek yasaklarından kaçmayı, yasaklarından kaçmak da emirlerini yerine getirmeyi gerektirir. Bunlar ayrı-ayrı şeyler değildir.

Allah’ın emri gereğince abdest niyeti ile olmadıkça, abdest uzuvlarının milyon kere yıkanması bile kişiyi abdestli kılmaz.

Allah’ın eşitlemediğini eşitlemeye çalışmak “sapıklık” ortaya çıkarır.

Allah’ın eşitlemediğini hiç kimse eşitleyemez.

Allah’ın farzlarını tam olarak yerine getirenler, beşerin kânunlarını uygulamada gevşek davranırlar ve ancak mecbur olduklarında gevşek şekilde uygularlar. Beşerin kânunlarını uygulamada çok titiz olanlsr ise Allah’ın kânunlarını uygulamada çok gevşektirler.

Allah’ın fıtratınıza en uygun olan yolunu izlemezseniz, kuşatıcılar sizi kuşattıkça kuşatır, size nefes alacak alan bile bırakmazlar.

Allah’ın haşmetinden habersiz olanlar, yersiz gururlara kapılırlar.

Allah’ın her-şeyi biliyor olması, “her-şeyden râzı oluyor” olması anlamına gelmez.

Allah’ın huzûruna çıkmadıkça ve sürekli olarak O’nun huzûrunda olduğunuz bilincine ermedikçe huzûr bulamazsınız.

Allah’ın ilk yarattığı, erkek yada kadın değil, “âile”dir.

Allah’ın insan ile kurduğu ilişkinin bir yönü de “imtihan etmekle kurulan ilişki”dir.

Allah’ın kâinâta koyduğu sünnetullah yasası, “sâdece Kur’ân” şeklinde değil, “Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü” şeklinde tezâhür eder.

Allah’ın kânunları açık ve nettir. Bu nedenle de kısadır. İnsanların çıkardığı kânunların ise bir türlü sonu gelmez. Sürekli eklemeler yapılır durur. 

Allah’ın kânunlarını savsaklarken, lâik-demokratik-seküler devletin kânun ve kurallarını baş-tâcı etmek şirktir, küfürdür, zulümdür.

Allah’ın kontrôl etmesinden rahatsız olan modern insana, “Allah’sız dinler”e inanmaya başlamaktadır.

Allah’ın rızâsından gayrı vazgeçemeyeceğiniz şeyler, mü’minlik önündeki engellerdir.

Allah’ın sosyolojik kuralıdır: Birileri kendilerini paralamadan, diğerleri rahata kavuşamaz. 

Allah’ın vahiy aracılığı ile kontrôlünden rahatsız olmanın cezâsı, ağır bir şekilde insanın kuşatma ve kontrôlüne girmektir.

Allah’ın varlığı “doğrulanma” ile değil, “anlamlı olmasıyla” delillendirilebilir. Allah’ın varlığı anlamlıdır.

Allah’ın varlığının kanıtı cevaplarda değil sorulardadır. “Her-şeyi Allah yarattıysa Allah’ı kim yarattı?” sorusunun cevabı, “her-şey”in dışında bir şey olmayacağı için, “Allah’ı yaratacak bir şeyin olmaması”dır.

Allah’ın yaratması ve yönetimi basit iken, beşerin üretmesi ve yönetimi çok karmaşıktır. İlâhî sistem ile beşerî sistem arasındaki fark budur.

Allah’ın yaratmasında hiç-bir karmaşıklık yoktur ve her-şey çok nettir; insanın üretmesinde ise her-şey karmakarışıktır.

Allah’ın zâtını boşu-boşuna idrâk etmekle uğraşırsanız, hiç-bir zaman O’na hakkıyla îman edemezsiniz.

Allah’ın zâtını idrâk etmek mümkün olmadığı gibi, Allah’ın zâtını idrâk etmenin bir anlamı da yoktur.

Allah’ın, varlığa içkin olarak koyduğu “bilgi” müslümandır. Modern-bilim, bilgiyi Allahsızlaştırmıştır. Modern-bilim, “bilginin Allahsızlaşması”dır.

Allah’sız olunca “saçma” olur.

Allah’tan başka bir “şey”e âit olduğunuz zaman, siz de “şey”leşirsiniz.

Allah’tan başka hiç kimse yeterince güçlü değildir.

Allah’tan kopuk batı-aklı, insanlığı “orta-çağın karanlığı”ndan “modern-çağın karanlığı”na getirmiştir. Her çağın kendine-has bir karanlığı vardır.

Allah’tan kopuk Modernizm “en ideâl toplum düzeni” olarak sunulur. Oysa Allah’tan bağımsız olan şeyin iyi ve ideâl olması imkânsızdır. 

Allah’tan ve dinden uzaklaşıldıkça, “seküler bilim”e doğru gidilir.

Allahsız olan şeyler ve kişiler Allahsızlaştırır.

Alternatif olanlar pahalı olur.

Altının bir gücü vardır, fakat çelik ondan daha güçlüdür.

Amel hâlinde olmayınca ayrıntılarda boğulmak kaçınılmazdır. Ameldeyken şeyler farklı görülür ve değerlendirilir.

Amel ve eylem, söylenenden üstündür. Belki de söylem, amel ve eylemi zayıflatmaktadır.

Amel yâni pratik azaldıkça, teori yâni fikir artar. Teorinin kaydedilmesi ise pratiği-ameli daha da azaltır. Çünkü eskiden amel, pratik ile kaydedilmiş olurdu.

Amele dönmeyen ilim saptırır.

Amele-eyleme dönmeyen fikir ve bilgiler toksikleşir.

Amel-eylem yokluğunda din ile uğraşan kişinin yapacağı şey “Allah’ın zâtını araştırmak ve düşünmek” yada “Kutsal Metni didiklemek” olacaktır. 

Amerika’nın keşfi, “Amerika’nın yeniden keşfi”dir.

Amerikan uygarlığı kölecilikle başladı, modern anlamda yine kölelikle devâm ediyor.

Ana-babanın sözünü dinlemeyince Dünyâ’da; Allah’ın sözünü dinlemeyince hem Dünyâ’da hem de âhirette azap olur.

Ana-kuzusu olarak büyütülenler, ileride karılarına çok bağlı olurlar ve bu iş kılıbıklığa kadar gider.

Ananı ağlatmayan şey “hak din” değildir.

Ankara İlahiyat’ın (Ankara Okulu) tezgâhından geçmiş olanlar, bir süre sonra neden sapıtmaya başlıyorlar?.

Anlam daha çok acı ile birliktedir. Haz ve zevk ile anlamın bir-arada olmaları mümkün değildir. Hazda anlam yoktur. O bir “kendinden geçme" hâli”dir. Anlam ise insanı kendine getirir.

Anlam, anlamsızlığa isyân edince ortaya çıkar. Anlamsızlığa aykırı davranmadıkça anlam ortaya çıkmaz.

Anlamadan okumanın faydası olmadığı gibi, amele-eyleme dökmeden okumanın da bir faydası yoktur. Neticede amele-eyleme geçirmedikten sonra yâni gereğini yapmadıktan sonra onu Arapça yada Türkçesinden okumak arasında bir fark yoktur

Anlamak yetmez. Asıl önemli olan, anladığını kabûl etmektir.

Anlaşılan şey, “anlatılan şey”dir.

Anlattıklarımı dinlemeyenleri, anlatmamakla cezâlandırırım.

Annelik zamanla ötelenip iptâl ediliyor. Bu da cennete gidecek olan yolları kapatıyor. Zîrâ cennet annelerin ayakları altındadır. Ne kadar az sayıda “anne” olursa, cennete giden yollar da o oranda daralır. O-hâlde anneleriniz ölmeden önce onların rızâsını kazanarak cennetin yolunu açın ve cenneti hak etmeye bakın.

Annenin karnındaki çocuğa göre Dünyâ “âhiret”tir.

Anti-demokratik kânunlara, demokratik kânunlar izin veriyor. Zâten demokrasi bunu için çıkarıldı.

Aptalca işler yaparsanız, kendinizi aptal gibi hissedersiniz.

Aptallık, insanın aklının ancak belâ ile başına gelmesi durumunda farkına varılan bir şeydir.

Arabayı “okuyan “ adamdan almak mantıklıdır. Çünkü okuyan adamın arabası yıpranmamıştır. Zîrâ okuyan adam araba kullanmaya çok zaman ayıramaz.

Arabayı sürmek içn, motor ustası olmaya gerek yoktur.

Aradığını bulamayanlar, bulduğunu “aradığı şey” zannederler.

Aramızdaki bağ “din bağı” değilse, çok güçlü bir bağ değildir. Çünkü en güçlü bağ, “Allah bağı”dır.

Aranılacak şeyin ne olduğu bilinmediğinde, bulunacak şeyin o olduğu da bilinemez.

Arap düşmanlığı, üstü-kapalı bir İslâm düşmanlığıdır. Lâikler Cumhuriyet döneminde İslâm düşmanlığını “Arap düşmanlığı” üzerinden  yapmışlardır. Araplara sırt dönmeleri aslında İslâm’a sırt dönmelerinin bir tezâhürüydü. Bunu yapanlar daha çok Balkanlılardı. Çünkü onlara müslüman yerine Türk deniliyordu. Onlar bu yüzden dîni, kavim adı üzerinden bilmeye ve tanımlamaya alışkındırlar.

Araştırma ayrıntılandırıldıkça hatâ ve yanlış artar.

Arayış içinde olmayıp da aslında o şey hakkında karârını zâten vermiş olan birine bir şey anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordur.

Arının çiçek-çiçek gezmesi iyidir-güzeldir ama, bala dönüşmeyen emek zâyi olur.

Armut yerine elma, üzüm yerine incir, karpuz yerine kavun yerseniz, hepsi de meyvedir ve farketmez. Fakat namaz yerine yoga, oruç yerine perhiz, zekat yerine bağış yapamazsınız. Çünkü ibâdet yapmış olmazsınız. 

Artık evlerimizde tahta kurdu olmuyor. Çünkü artık evlerimizde “tahta” yok.

Artık iyilik yapmak riskli hâle geldi.

Asfalt yol, modern insan hâriç hiç-bir canlı için uygun değildir.   

Asgarî ücreti belirleyenler, “kadın işçiler”dir.

Askeri açıdan ne kadar güçlü olursan ol, yerleşmiş bir kültüre-uygarlığa yenilirsin. Medeniyeti olmayanlar, başka uygarlıkların kültürleri, dinleri ve milliyetleri içinde eriyip giderler.

Askerî darbeler, halka verilmiş “esas duruş!” komutudur.

Askerî kânunlar İslâm’a aykırı olduğu gibi, sivil-beşerî kânunlar da İslâm’a aykırıdır. İslâm’da kânunlar, vahye uygun olmalıdır. 

Aslında %99, %100 demektir.

Aslında “çöpe atılan para” asla çöpe gitmez. O paralar küresel sermâyedarların kasalarına giden paralardır.

Aslında “gün” ortalama 12 saattir, kalan zaman “gün” değil, “gece”dir. Gün, Gün-eş’in “gün”ü dür, gündüzün “gün”üdür. Günü 24 saate çıkarmak zulümdür.

Aslında güçlü olan, devletler değil, “devletlere olan bağlılık”tır.

Astroloji nasıl ki hurâfe ise, astronomi de aynı-şekilde hurâfedir. Biri “klâsik hurâfe” iken, diğeri “modern hurâfe”dir.

Astronomi gericidir. Sürekli geriye doğru bakar. Zîrâ yıldızlar, geçmiş bir zamânın yansımalarıdır.

Âşık olmak, “Aşkın Olan”dan vazgeçip, âşık olunan kişiyi “aşkın”laştırmaktır.

Aşırı açıklama, açıklanan şeyin büyüsünü bozduğu için değerini düşürür.

Aşırı araştırma  ve okumalarla İslâm’ı -güyâ- Peygamberimiz’den daha fazla bilmeye çalışmak, işgüzarlıktan başka bir şey değildir.

Aşırı araştırma, bir zaman sonra araştırılan şeyin inkârı ile sonuçlanır. Zîrâ aşırı araştırılan şey “o” olmaktan çıkar.

Aşırı araştırma, inceleme ve ölçme, yapılan araştırma ve ölçümün sonuçlanmasını engeller.

Aşırı araştırma-inceleme ve bilgi elde etme, “enformatik pornografi”dir.

Aşırı bağlılıkların zamanla “bağımlılık”a dönüşmesi kaçınılmazdır. 

Aşırı bilgi, bilinci blôke eder.

Aşırı görsellik, düşünselliği blôke eder.

Aşırı hırs, hırsızlığa kapı aralar.

Aşırı korku şirktir.

Aşırı matematik şirktir.

Aşırı okumak, insanlardan uzaklaşmayı yanında getirir. Hattâ bu durum zamanla kişi insan-sevmez (misantrop) biri hâline gelir.

Aşırı ve derin bakış, bakılan şeyi çirkinleştirir.

Aşırı yorum, yorumlanan şeyi pasif hâle getirip nesneleştirir.

Aşırılığın sonu yoktur.

Aşk, bir tapınma biçimidir. İki insan birbirine tapar.

At gözlüğü, atın belli bir noktaya odaklanması içindir. At gözlüğü yararlıdır.

Atalara uymanın olumlu yönü, “beslenme”yle ilgilidir. Onlar gibi beslenirseniz, doğru beslenmiş olursunuz. 

Ata-sözünde söylenen; “işe başlamak bitirmenin yarısı” olduğu gibi, işe bir türlü başlayamamak da o işin yükünü iki katına çıkarır.

Atatürk için “Türkiye’nin yüzünü batı’ya çevirmiştir” diyorlar ama aslında yüzünü değil “götünü” çevirmiştir batı’ya.

Atatürk Melâmilik’te “zât” makamındaydı; Atatürk hafızdı; Atatürk’ün son sözü Azrail’in selamına verdiği “aleykümselam” sözüydü… Tapınma budur işte. 

Atatürk’ün en üstün başarısı(!), “Filistin Cephesi yenilgisi”dir.

Atatürk’ün ürettiği CHP zihniyeti ile, AKP’nin ürettiği AKP zihniyeti arasında, “lîderleri-kişileri ilahlaştırmak” anlamında bir fark yoktur.

Atatürk’ün, modern dünyâya uymak yâni Avrupa’ya benzemek için yaptığı şeylerden biri de “saltanâtı kaldırmak” olmuştur. Fakat Avrupa’da hâlen bir-çok ülkede saltanat devâm etmektedir. Demek ki saltanâtı kaldırmanın modernleşmekle bir alâkası yoktur.

Ateist, deist, cumhûriyetçi, demokratik, lâik, seküler, feminist, cinsiyetçi, kemalist, Atatürkçü, kapitâlist, liberâl, modern, post-modern vs. Allah’ı hesâba katmayan beşerî sistem, düşünce ve ideolojilere inanmanın bedeli nedir?. Bunlara inanmanın bedeli olarak, çökmüş ve yıpranmış birini tanıyor musunuz?.

Ateistler, “utangaç deist”tirler.

Ateistlikten kurtulmak “mü’min olmak” anlamına gelmez.

Ateizm ve Deizm’in yaygılaşmasının nedeni, “din”den çok, nefisle alâklıdır. Nefse hoş gelmeyince ateist ve deist oluyorlar.

Ateizm; “Allah’a kul olamamanın” ve üstelik “Allah’ı kendine kul yapamamanın” bir sonucudur.

Atom bölünemez, parçalanır. Fakat o zaman da her-şeyi yok etmekten başka bir işe yaramaz.

Atom, teoride bölünse de pratikte aslâ bölünemez.

Avcılık ve toplayıcılık târihte kalmış bir şey değildir. Modern zamanlarda da niceleri “avcılık” ve “toplayıcılık” yapıyorlar. Öyle ki, avladıkları ve “topladıkları”, torunlarının torunlarına bile yeter. 

AVM’ler, “köle toplanma merkezleri”dir.

Avro-Amerika’nın “dişine göre” olan İslâm, mü’minin dişinin kovuğuna yetmez.

Avrupa, zenginliğini ve uygarlığını denize-denizciliğe borçludur. O yüzden denize tapmaktadırlar. Turizm onlar için tâtilden başka aynı-zamanda bir ibâdettir de. 

Ay, her zaman dolunaydır.

Âyetlerin bir-çoğu, “yaşanmışlık” üzerine inmiş ve, ya o yaşanmışlığı onaylamış, yada onaylamayarak kaldırmış veyâ düzenlemiştir.

Âyetlerin kırpıntısı “âyet” değildir.

Aynı kapının önüne “giriş”, arkasına ise “çıkış” yazılır. Oysa kapı aynı kapıdır.

Aynı şeyi 100 kere yapmakla 1.000 kere yapmak arasında fark yoktur.

Ayrıntılar bâzen konuyu anlamamızın önüne geçer. Bu nedenle üzerinden belli bir zaman geçen yıllar, ayrıntıları elendiği için daha iyi akılda kalır ve idrâk edilebilir.

Az beslenmede (oruç), zihin sürekli olarak yiyecek ile meşgûl olduğundan dolayı cinsel düşünceler olmaz. İnsan, yedikçe azan bir varlıktır.  

Bağımlı ülkelerde “özelleştirme” demek, “kapitülâsyon” demektir.

Bağışıklık sistemini en çok zayıflatan şey “korku”dur. Korkuyla zayıflayan bağışıklık sistemini her türlü hastalık mahveder".

Bahçe evin tesettür ve insanın sigortasıdır. Allah garantili sigortası.

Balık tutmasını istediğiniz kadar bilip öğrenseniz de, hiç balık tut(a)madıysanız bir işe yaramaz.

Bana “neden çok kabasın” diyorlar. Çünkü dobrayım.

Bana “ot gibi yaşıyorsun” diyorlar. İyi de; ot olmayınca “süt” olmuyor ki!.

Bana çaldığın enstrümanı söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.

Barut, elektrik ve motorun karıştığı tüm üretimlerden nefret ediyorum.

Basit insanların ana hedefleri, mü’minlerin vazgeçtiği dünyevî hedeflerdir.

Başarılı patron, işçisinin emeğinin karşılığını “hakkıyla” ve “alın-teri kurumadan” verendir.

Başarının iki şartı vardır: 1-Sevgi, 2-Mecbûriyet.

Başınıza gelen tüm kötülükler ve olumsuzluklar, aptallığınız yüzündendir.

Başkasını aydınlatmak isteyenin, mum gibi erimeyi göze alması gerekir.

Başörtüsü takmayanlar, Allah’ın emrini “takmamış” olurlar.

Baş-örtüsü, kadının başının tâcıdır.

Başta cep-telefonu olmak üzere tüm elektronik cihazlar, modern-tekno paganizmin taptığı temsiller ve sûretlerdir.

Bataklığın içindeyken “sinekler”le mücâdele etmek çok anlamsızdır. O bataklıktan kurtulmadan ne bataklık kurutulabilir ne de sineklerden kurtulunabilir.

Bataklıktan memnun olanlar, “bataklığın sinekleri”dir. Onlar, bataklıktan beslendikleri için, “bataklığın” kurutulmasını istemezler ve buna karşı çıkarlar.

Batı Hristiyanlığında Tanrı, “sevgi tanrısı” olduğu için, korona-virüsün “tanrının bir cezâsıdır” düşüncesi yoktur. Ne de olsa Tanrı onları Îsâ’nın çarmıha gerilmesiyle birlikte ebediyyen affetmiştir. 

Batı ilerlemiştir ama haddini aşmış ve çok ileri gitmiştir.

Batı klâsik zamanlarda İncil’i kâinattan bağımsız olarak okurken, modern zamanlarda da kâinâtı İncil’den yâni vahiyden bağımsız olarak okumaktadır.

Batı uygarlığı, İslâm ve Doğu medeniyetleri üzerine yükseldi. Fakat batı, medeniyeti sekülerleştirerek ifsâd etti. 

Batı uygarlığının kaynağı Roma ve Yunan mitolojisidir. Bu bağlamda batı uygarlığı müthiş bir gericiliktir.

Batı uygarlığının kökeni Greko-Romendir, yâni Yunan ve Roma’ya dayandırır. Fakat Yunan ve Roma da uygarlığını Mısır, Fenike ve Akdeniz’den almıştır. Bu uygarlık Yunan ve Roma’da yorumlanarak değiştirilmiştir. Zâten modern batı uygarlığı da Greko-Romen uygarlığın yeniden yorumlanmasının bir sonucudur. O hâlde modern uygarlık, Mısır, Fenike ve Akdeniz uygarlığının “yorumunun yorumu”dur. Modernite orijinâl değil, “suyunun suyu” bir uygarlıktır.   

Batı, bilgide ve eylemde hiç-bir zaman “yalın” olmamıştır. Felsefesi, siyâseti ve bilimi de yalın değildir. Bu nedenle hem Türkler, hem müslümanlar hem de doğu’lu için felsefe, seküler siyaset ve modern-bilim ve teknoloji hem anlaşılamaz hem de sindire-sindire yaşanamaz şeylerdir. Zîrâ doğu düşüncesi, apaçık ve net olanı sever. 

Batı’lı yada batı gibi olmak için; kızılderilileri ve Aztek-Maya-İnka uygarlıklarındaki insanları öldürmek, Afrika’yı köleleştirmek ve uzakdoğuyu sömürgeleştirmek gerekir.

Batı’lıların Türkiye’deki en önemli başarıları, Türkiye’de lâikliği yerleştirmek olmuştur.

Batı’nın “ilerleme” dediği şey, “ekonomik ilerleme”dir. Yoksa “insânî bir ilerleme” değil.

Batı’nın ilmini alalım ama ahlâkını almayalım derken, ahlâksızlığını aldık ama ilmini alamadık.

Batı’nın o çok matah zannedilen değerleri “şarta” bağlıdır. Bu şart, “maddî şart”tır. Madden zenginliği kaybolduğunda değerleri de kaybolur. 

Batı’ya doğru gidildikçe ve denize yaklaşıldıkça bir kültür eksikliği ve sorunu ortaya çıkar. Çünkü deniz pek kültür üretmez. 

Batı’ya râm olmak, bâtıla meftûn olmanın bir sonucudur.

Bâtıl toplumların genel özellikleri tüm zamanlarda aynı olmuştur.

Bâtıl, “dînin yerine geçirilmeye çalışılan şey”dir.

Bâtılın bâtıl olduğunun net olarak görülmesini engelleyen şey, insanların ona körü-körüne inanmasıdır.

Bâtılın ve bâtılın lîderlerinin başarısını(!) o kadar da büyütmeye gerek yok, zîrâ nefse uygun işler yapmak o kadar da zor değildir. Zâten şeytan en büyük destekçi olur.

Bâtınîlik ve tasavvuf, “Allah’ı râzı etmek” yerine “insanı râzı etmeyi” merkeze alan bir sapkınlıktır.

Batmayacak olan gemi Titanic değil, Nûh’un Gemisi’dir.

Bâzen bıçak girince değil, çıkınca öldürür.

Bâzen birini iyi tanıyabilmek için arada biraz mesâfe olması gerekir.

Bâzen eserler, eser sâhibinin ölümünden sonra değerlenir.

Bâzen geriye gitmek, “ilerlemek” anlamına gelir.

Bâzen insanların yaptıkları değil yapmadıkları, söyledikleri değil söylemedikleri sıkıntıya sokar insanları.

Bâzı bireysel istisnâları saymazsak Türkler târihleri boyunca hep kâfir ve müşrik olmuşlardır. Hâlen de öyledir.  

Bâzı lâikler ve modernler, uydurma rivâyetlerle dîni kötüleme yarışı içindedirler. Bunların yazdığına ve konuştuğuna baktığınızda, Kur’ân’dan hiç örnek ver(e)mediklerini görürsünüz. Çünkü onlar böyle yapmakla aslında Kur’ân düşmanı olduklarını gizlemektedirler. Dîne saldırılarını ise uydurma rivâyetler üzerinden yapmaktadırlar.

Bâzı şeyler yazılmaz, söz ile söylenir.

Bâzıları içki sofrasında domuz eti yememeyi “dindarlık” zannediyor.

Bâzıları, felsefe ve sosyolojiyi gereksiz alanlar olarak görüyorlar ve matematiğe yönelinmesini savunuyorlar. Bilmiyorlar ki, Dünyâ şu-anda, 1.700 ve 1.800’lü yıllarda yaşayan filozof ve sosyologların düşünceleriyle yönetiliyor.

Bedel mutlakâ ödenecektir; ya bu Dünyâ’da yada âhirette.

Bedeli olmayan şeyin değeri de yoktur.

Bedelini ödemediğin şeyin sâhibi de olamazsın, îmânın da bir bedeli vardır, bu bedel bâzen ağır olabilir, bu bedeli ödemeden “îmân sâhibi” olamazsın.

Bedenen şerefsiz bir hâldeyken, rûhen kendini çok iyi ve üstün görenler var. Oysa beden, rûhun aynasıdır.

Bedenin bakımı hiç-bir zaman bitmez. Kendi ile uğraşanlar başka hiç-bir şey yapacak zaman bulamazlar. 

Beklemek, olgunlaştırır.

Beklentisi olmayan insanı bekleyen şey, karamsarlık ve buhranlardır.

Ben “var” ile “mutlak var”ı ayırabiliyorum. Fakat “yok” ile “mutlak yok” arasında ne fark vardır?. “Yok”tan sonra “daha çok yok” olabilir mi?.

Ben bütün yazılarımı “sövgü makâmında” yazıyorum.

Ben kandil kullanmıyorum.

Ben tarafım. Karşı taraf..

Beni söylediklerinden çok söylemediklerin kızdırıyor.

Beni söylediklerinden daha çok söylemediklerin rahatsız ediyor.

Benim “cumhuriyetçi”liğim, sâdece “cumhuriyet altını” ile ilgilidir.

Benim AVM’lere gidecek vaktim yok birâder!.

Benim derdim alamamak değil, “olamamak”tır. “Olmak için ölememek”tir.

Benim seçimim, “seçim yapmamak”tır.

Beşeri sistemlerde ibâdetler, seneden-seneye yada bir-kaç ayda bir yapılır. Ulusal bayramlar beşerî dinlerin ibâdetleridir.

Beşer-kaynaklı sistemler, beşerî sorunları çözemezler.

Beyaz tenliler esmer-siyah tenlilerden üstün ve güzel bulunuyor ama beyaz tenliler de kendi renklerinden memnun değiller. Çünkü ya deniz kıyılarında yada solaryumlarda sürekli olarak bronzlaşmakla ve bembeyaz renklerini esmerleştirmekle meşgûller.

Beyazlar ve sarışınlar, esmer ve siyâhilere göre “evrimini tamamlamış” olarak kabûl ediliyorlar. Fakat evrim niçin beyaza ve sarıya doğru evrilmiş olsun ki. Belki de siyahtan beyaza ve sarıya kaymak “mutasyona uğramak” ve en iyi ve ideâl olandan kopmak ve bozulmuş olmak demektir. Ne de olsa Kur’ân; “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirdik” (Tîn 4-5) der.

Beyin ölümü, “rûhun bedenden çıkması” durumu değildir. Uykuda alınan rûh nasıl ki uyanınca bedene geri dönüyorsa, bir mevt durumu olan beyin ölümünde de rûh geri dönerse kişi uyanır. O hâlde “beyin ölümü” “vefât” değildir, yâni “gerçek ölüm” değildir.

Beyin, zorlandıkça gelişir.

Beytullah yâni Kâbe “Allah’ın evidir. Müşrikler o eve putlarını koyarak onları “Allah’ın misafirleri” îlân ediyorlardı.

Bıktığın yerden baktığında, baktığın yer bıkkınlığını arttırır.

Big-Bang Teorisi ve Evrim Teorisi sürecinde anlatılanlar, 300-500 yada 1.000 yıl sonra hurâfe ve mitoloji olarak görülecek masallardır.

Bildiklerimizden değil, yaptıklarımızdan-yapmadıklarımızdan sorulacağız.

Bildikleriyle amel etmeyenler, bilmedikleri yönden cezâlandırılırlar.

Bilenler çoğalınca yapanlar azalıyor. Herkes bilirse kim yapacak.

Bilenlerin bilmeyenlerden farkları, “bildikleriyle amel etmek”tir. Yoksa “kuru-kuruya bilmek” değil.

Bilgi Allah’tan, doğadan ve doğal olandan koparılınca “modern-bilim” olur.

Bilgi ancak İslâm-merkezli olursa hak olur ve doğru yolda kullanılabilir. Zîrâ bilgi, Allah’ın, kâinâtın her zerresine yerleştirdiği bir değerdir. Allah işe karıştırılmadığında bilginin ifsâd olması ve zarar vermesi kaçınılmazdır.

Bilgi arttıkça Dünyâ hakkındaki bilgilerimiz çoğalırken, mâneviyat hakkındaki bilgilerimiz azalır.

Bilgi çoğaldıkça çoğalıyor ama ilerlemiyor.

Bilgi çok fazla arttı. Fakat modern insan bu bilgiyi yönetemediği için fitne ve ifsâd ortaya çıkıyor. Zîrâ “Allah’ın bildirdiği”nden başka-fazla bilgilere ulaşmaya çabalıyor.

Bilgi sonuç değil, başlangıçtır.

Bilgi ve bilinç, ancak beceriyle buluştuğunda bir değer ve farklılık açığa çıkarabilir.

Bilgi, insanı rahatsız eder, insanı rahatsız etmeyen bilgi mâlûmattan başka bir şey değildir.

Bilgi, kişiye sorumluluk yükler, kişi, bu bilgiye bağlı olarak yüklenmesi gereken sorumluluğu yüklenmediğinde, o bilgi, kişiyi saptırmaya başlar. Kullanılmayan ve somutlaştırılmayan bilgi hazımsızlık yapar ve hasta eder, zîrâ İslâm’ın bilgisi lafta kalacak bir bilgi değildir. O hâlde sorumluluğunu yüklenmeyecek olanların İslâmî bilgiden uzak kalması daha iyi olur. 

Bilginin doğu’dan batı’ya geçmesi ve modernizm olarak gözükmesi, insanlık için büyük bir tâlihsizlik ve felâket olmuştur-olmaktadır.

Bilginler, filozoflar ve sanatçılar arttıkça; tarım, hayvancılık ve zanaatkârlık azalır.

Bilgiyi Allah adına okuyunca “İslâmî bilim”, madde adına okuyunca “modern-bilim” olur. Üçüncü bir şık yoktur.

Bilim iyi-kötü ayırımı yapmadığı için, nefsinin kontrôlündeki insan, bilimin kötü ve yıkıcı yönlerini daha çok açığa çıkaracaktır. Modern-bilim ve teknoloji bu yüzden yıkıcıdır.

Bilim sınırsızdır demek, “madde sınırsızdır” demektir. Zîrâ bilim ancak madde üzerinde çalışabilir.

Bilim ve teknoloji ile hayâtın kolaylaşmasının(!) bedeli, “insanın rûhsuzlaşması”dır.

Bilim, “olguları” (yağmur yağması) açıklar, “olayları” (Nûh Tûfânı) açıklayamaz. Açıklayamadığını ise inkâr eder.  

Bilim, Allahsız olunca farklı, Allahlı olunca daha farklı bir yorum ortaya çıkarır.

Bilim, durması gereken yerde durmadığında, yakın-uzak vâdede bir felâketin ortaya çıkmaması imkânsızdır.

Bilim, insanı doğadan koparır ve laboratuara hapseder.

Bilim-bilim derken tecrübe ıskalanmaktadır ki bilimden kat be kat üstündür.

Bilimsel araştırma şirketleri, şeytana hizmet eden ve nefislerine tapan küresel tâğutların yalan merkezleridir.

Bilimsellik ile şeytanlık at-başı gider. Şeytan modern dönemde “bilimsellik” olarak görünmektedir.

Bilim-teknoloji ve kapitâlizm, emeği öldürdü.

Bilinç ile yapılan şey meleke hâline gelirken, taklit ile yapılan şey çok zorlar ve çok yorar.

Bilinen her-şeyin Allah’a muhtâç olması, hiç-bir şeyin Allah olmadığı ve olamayacağı anlamına gelir.

Bilinenlerin %90’ı kullanılmayan ve kullanılmayacak olan şeydir.

Bilmek “yapmak”la tamamlandığı gibi, yapmak da “bilmek” ile tamamlanır.

Bilmek daha doğrusu bilmeye çalışmak yada bildiğini sanmak îmânı azaltır. Çünkü her-şeyi bilirseniz ve bilmeye kalkarsanız yada bildiğinizi veyâ bilinebileceğini sanırsanız, geriye îman edecek bir şey kalmaz. Bu “îmansızlaşma”yı ortaya çıkarır ki aklı ve bilgiyi ilahlaştırmış olan modernizmin îmansızlığı ve modern insanın îmânının bitme noktasına gelmesinin nedeni budur.

Bilmek konusunda; “daha çok bilmek” ile “daha iyi bilmek” farklı şeylerdir.

Bilmek ve yapmak farklı şeylerdir. Bir kişi okuma-yazma bilmesine rağmen okuma-yazma yapmıyorsa, “bildiğini yapmıyor” demektir. Allah bilmeye değil, yapmaya bakar.

Bilmek yetmez, “bilenmek” de gerekir.

Bilmek, “sorunu çözmek” demek değildir. 

Bilmek, amel etmenin bir sonucudur: “Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi öğretir” (sav).

Bilmekten ziyâde, “ölçülü davranmak” önemlidir.

Bilmenin etkisi “yapma”nın etkisine göre çok zayıftır. Öyle ki, bilinenler değişir yada unutulur gider ama, yapılanlar âdet ve gelenek olarak -saçma bile olsa- çok uzun yıllar boyunca sürer gider.

Bilmeyip de konuşanlar, bilip de konuşanlara gıcık olurlar.

Bir “büyük amaç”a hizmet etmeyen şey, en-nihâyetinde boşa çıkar.

Bir “târihe sâhip olmak” ile bir “geçmişe sâhip olmak” aynı şey değildir.

Bir adamın Dünyâ’da rahat edebilmesi için 5 şeyin sorunsuz olması gerekir: 1-İş, 2-Diş, 3-“Kuş”, 4-Hanım, 5-Evlat.

Bir devlet gerçek anlamda, en zayıf üyeleri kadar güçlü olabilir.

Bir din “gökten” inmediyse “götten” çıkmıştır. Hak din “gökten” inmişken, bâtıl din ise “götten” çıkmıştır.

Bir din ne kadar yavşarsa, o kadar “evrensel” olur.

Bir din, inanç, düşünüş ve felsefe “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.

Bir dînin yada milletin üzerinden uzun zaman geçince efsâneleşiyor.

Bir düşüncenin yada davranışın doğru olup-olmadığının sağlaması, eleştirmek ve eleştirilmekle yapılabilir.

Bir fitneye karşı yapılan ayaklanma başarısız olursa, o fitne bölünerek daha da büyür ve güçlenir. 

Bir geleneğe karşı çıkmak mecbûren başka bir gelenek ile olabilir.

Bir gökdelenin bekçiliğini yapacak kişinin boyunun gökdelen kadar uzun olmasına gerek yoktur.

Bir günahı, Allah’tan başka affedebilecek olan yoktur.

Bir günde olmaz ama bir gün olur.

Bir insan Allah’ın zikri yâni Kur’ân ile tatmin olmuyorsa, hiç-bir şeyle tatmin olmaz.

Bir insan Allahsız olduktan sonra, onun hangi ırktan olduğunun bir önemi yoktur.

Bir insan hayatta bir şeye karar verdiğinde, onun o düşüncesini değiştirebilmeniz neredeyse imkânsızdır.

Bir insan hem doğuran hem doğurtan hem de doğurulan olduğuna, Allah ise doğmamış, doğurulmamış ve doğurtmamış olduğuna göre, insan Allah değildir.

Bir insan iç ve dış âleminde ne kadar düzenliyse, “düzen”i de o kadar iyi anlar.

Bir insan için, yaptığının bir sonucu olarak “kendini aptal gibi hissetmesi” ona cezâ olarak yeter.

Bir insan Kur’ân okumaya başladığı anda kendisine vahyedilmiş olur.

Bir insan, modern-bilim ve teknolojiyi övüyorsa, sürekli olarak kadınları öne çıkaran şeyler söylüyorsa, demokrasiye, lâikliğe ve moderniteye eleştirisi yoksa ve sürekli olarak gelenek eleştirisi yapıyorsa, o kişi İslâm’dan ziyâde, “modernite dîni” üzeredir. 

Bir insana “okuma-yazma biliyor musun?” diye değil; “okuma-yazma yapıyor musun?” diye sormak gerekir.  

Bir insana Allah yetmiyorsa, hiç-bir şey yetmez.

Bir insanı, “Allah’ın müslüman kabûl etmesi” ile “müslüman bir toplumun müslüman kabûl etmesi” aynı şey değildir.

Bir insanı; îmânına, ahlâkına, bilgisine, bilincine, kültürüne, liyâkatine ve yeteneğine göre değil de, malına ve makâmına göre değerlendirmek, derin bir cehâlettir.

Bir insanın Dünyâ’da “gönlüne göre” yaşaması “başarı” değildir. 

Bir insanın Dünyâ’dan, sanki cennetteymiş gibi haz alması câiz değildir.

Bir insanın düşüncesini, zihniyetini ve inanışını; arzuları, istekleri ve hevesleri belli eder. Bu bağlamda insanların çoğunun “hakîki din inancı” zayıftır.

Bir insanın psikolojisinin ne durumda olduğu, ilk başta, “yemek yeme şekli”nden belli olur. Sâdece yemek yerken mutlu oluyorsanız, psikolojik olarak çökmeye yüz tutmuşsunuz demektir.

Bir insanın rûhu (nefsi değil) coşku içinde değilse, o kişi "iyi" değildir.

Bir insanın sâdece bilgisinin ve görünüşünün müslümanca olması yetmez, kişinin isteklerinin/arzularının da müslümanca olması gerekir.

Bir iş en iyi şekilde yapılmamışsa, o iş boşa gitmiş bir iş olmuş olur. Yada yarârı kadar zarârı vardır.

Bir işi zamânında yapmak, o işi yapmaktan daha önemlidir. Bir işi dört-dörtlük yapmak ise hepsinden önemlidir.

Bir kadeh atma, bir kadehi at!.

Bir kadının-kızın, örgün eğitim sistemine dâhil olması ve sonunda çalışmaya başlaması, fıtratına ve doğasına yapılan en büyük zulümdür.

Bir kazan bal ile bir damla zehir karıştırıldığında, o şeyin tamâmı “zehir” olur.

Bir kere tâviz vermekle, bin kere tâviz vermek arasında fark yoktur.

Bir kişinin “Allah’tan başka ilah tanımam” deyip de başı belâya girmiyorsa (meselâ mahkeme ve hapis), söylediği söz “gök-gürültüsü” hükmünde kalır. 

Bir köyün yaylası köye ne kadar yakınsa, o köye ilk yerleşenlerin gücü de o oranda fazladır. Gücü zayıf olan köylerin yaylaları uzak olur.

Bir malı 1’e alıp 5’e ve 10’a satmak da ribâdır. (Murâbaha).

Bir meseleyi; kimi insanlar kâlbine vura-vura, kimi insanlar beynine vura-vura, kimi insanlar da kafasına vura-vura öğrenirler. 

Bir meslek (zanaat) sâhibi olmak, en değerli olandır. Ona eskiler “altın bilezik” derlerdi. Çünkü hem ustalığı hem de adamlığı öğreniyordu kalfa ve usta olanlar.

Bir mü’minin modern dünyâda yaşamayı sevmesi ve modern hayat tarzından zevk alması çok büyük bir sorundur.

Bir mücâdelenin teorisi tamâmen önceden hazırlanamaz, teori kendini mücâdelenin içindeyken tamamlatır. Kervan biraz da yolda düzülür.

Bir müslüman, “batı paradigması”nı “evrensel” olarak kabûl edemez.

Bir müslümanın, Dünyâ’nın altını üstüne getirmek isteği, hedefi ve görevi, “Dünyâ’yı sükûnete kavuşturmak” içindir.

Bir nedenden dolayı korkutulan insanlarla koyunlar arasında fark yoktur. İkisini de istediğiniz gibi yönetip yönlendirebilirsiniz.

Bir öğreti hakkındaki kuşku, kişiyi eyleme geçmekten alıkoyar. Bu nedenle Kur’ân; “onda hiç-bir kuşku yoktur” diye başlar. Zîrâ İslâm, eyleme dönük bir din’dir.

Bir ölüm olayının ne kadar ses getireceği, mal-mülk, makam-şöhret ve cüssenin büyüklüğü oranına göre değişir.

Bir önermenin “tam doğruluğu”, sâdece akla uygun olması değil, akla uygun olduktan sonra kâlbe de uygun olmasıdır. Kâlpten onay almayan önermeler eksik yada yanlıştır.

Bir penis kadar bile olamıyoruz ki penis sürekli kıyâm eder.

Bir sapkınlığa karşı “sessiz kalmak”la başlayan bir süreç, kısa süre sonra “o sapkınlığa saygı duymak” ve en sonunda da “o sapıklığı kabûl etmek” ve de “kabûl etmeyenleri yobazlıkla suçlayıp dışlamakla” sonuçlanır.

Bir sisteme yada düşünceye temelden bir eleştiriniz yoksa, sistemin ve düşüncenin argümanlarına da bir eleştiriniz-îtirâzınız olmaz.

Bir sohbet ortamında bulunanlardan biri geçim sıkıntısı yaşıyorken, bir diğeri bolluk içinde yaşıyorsa, orada bir kardeşlik oluşmaz. Paylaşma olmadan kardeşlik oluşmaz. Kardeşliğin oluşmadığı yerden de bir hayrın çıkması söz-konusu değildir. (Medîne örneği).

Bir sorundan dolayı bir şeyi kafaya takmamak için ilaç yada içki kullanmak, o sorunu çözme aşamasında sıfır etki yapar.

Bir şehrin/kentin neyi merkeze aldığı, o şehre/kente kuş-bakışı bakıldığında göze çarpan ilk şeydir.

Bir şey “bir-önceki”ne göre kıyaslandığında, “iyi” olmayan hiç-bir şey yoktur. Çünkü bir-önceki de bir-öncekine göre iyidir.

Bir şey çoğaldıkça, o şeyin korunması azalır. Az olan çok korunur. 

Bir şey durgun değilse, “bir başlangıcı var” demektir.

Bir şey için üzüntü duymak, o şey için bir şey yapmak demek değildir.

Bir şey kısa-vâdede düzelmez, ancak uzun-vâdede düzelir diyorlar. İyi de, uzun-vâdede ölmüş oluruz ki!.

Bir şey ne kadar “kıt” ise o kadar değerlidir.

Bir şey olduğunuzun delîli, o şey hakkında bir şey yapıyor olmanızdır.

Bir şey söz ile daha iyi anlatılır fakat söz, yazıya geçince daha etkili olur.

Bir şey yapmaya götü yemeyenler, “yapacak bir şey yok” sözünü en çok kullananlardır.

Bir şeyde başarılı olabilmek, o şeyi ne kadar sevdiğinle ve o şeye ne kadar odaklanabildiğinle alâkalıdır.

Bir şeye aşırı ve odaklanarak bakıldığında, o şey bozulmaya başlar. Peygamberimiz’in; “ilk bakış lehine, ikinci bakış aleyhinedir” demesi bu bağlamda mânidardır.

Bir şeye karşı olan ilgi ve sevgi ona karşı olan yatkınlıktır.

Bir şeye olan körü-körüne ve aşırı bağlılık, o yapının günahlarını-kötülüklerini görmeyi blôke eder.

Bir şeye/düşünceye/hizbe vs. “körü-körüne taraftar olmak”, bir zamana sonra o şeye/düşünceye/hizbe “körü-körüne düşman olmak”la sonuçlanır.

Bir şeyhe “kayıtsız-şartsız” bağlanmak şirktir.

Bir şeyi “duymuş olmak” demek, o şeyi" “bilmiş olmak” demek değildir.

Bir şeyi adamakıllı idrâk edip içselleştirebilmeniz için, o şeyin karşısında olana eleştirel olmanız, itirâz ve isyân etmeniz gerekir. Başkaldırmadığınızda o şeyi içselleştiremezsiniz.

Bir şeyi araştırmak, onun hakîkatini bulmaya çalışmak içindir. Fakat insanın aklı, zekâsı yâni çapı buna yetmez. Bu nedenle bir şeyi aşırı şekilde araştırmak, en sonunda o şeyi inkâr etmeye dönüşür. Meselâ rûh böyledir. Araştırma sonunda bulamayanlar onu inkâr eder.

Bir şeyi aşırı araştırmak, o şeyin bokunu çıkarmakla sonuçlanır. Meselâ bağırsakları aşırı incelemeye tâbi tuttuğunuzda karşılaşacağınız şey “bok”tur.

Bir şeyi çok sistematik bir şekilde öğretmek, öğrenmeyi zorlaştırı(yo)r.

Bir şeyi din edinmek, “felsefeyi ona göre yapmak” demektir.

Bir şeyi gerçekten bilmek, onun hakkında bir şey yapmakla olur. Bir şey bilmek, bir şey yapmaktır.

Bir şeyi kim üretirse-üretsin, Allah’ın hammaddesini kullanmak zorundadır.

Bir şeyin “İslâmî” olması için, o şeyin “Allah rızâsı amacıyla” yapılması gerekir.

Bir şeyin “iyi” olup-olmadığının ölçüsü, o şeyin “acıtması” ve “nefse ağır gelip-gelmemesi”dir.

Bir şeyin beyaz renkte olması, o şeyin “temiz” olduğu anlamına gelmez.

Bir şeyin dayanağı, o şeyin kendisi olamaz.

Bir şeyin doğru olup-olmadığı, “mantıklı olup-olmadığına” bakarak değil, Dünyâ’da “iyi”ye, âhirette ise cennete ulaştırıp-ulaştırmadığına bakarak bilinir. Dolayısı ile “doğru”, “bilinebilecek” olan değil, “inanılacak” olandır. İnsanı iyiye ve cennete götürecek olan şey “Kur’ân iyi bilmek” değil, “ona îman etmek”tir. Bilgi ile değil, îman ile ulaşılır iyiye ve cennete.

Bir şeyin etkisini yok etmek istiyorsanız, onun sembôlünü yok etmelisiniz. O sembôl orada durduğu müddetçe etkisi de devâm edecektir.

Bir şeyin gelişmesi, geliştiği şeyden “zamanla başkalaşması” demektir. Bir zaman sonra gelişen o şey başkalaşarak, ilk geliştiği şey olmaktan çıkar.

Bir şeyin gerçek anlamda ne olduğu, pratiğe döküldüğünde ortaya çıkar. 

Bir şeyin korkusu, o şeyin kendisinden daha kötüdür.

Bir şeyin nedeni olarak genetiği öne sürmek, modern bir kaderciliktir.

Bir şeyin potansiyeli, o şeyin kaderidir.

Bir şeyin varlığının kendi-kendine, şans ve rastlantı ile oluştuğunun bir delîli olamaz.

Bir şeyin yapılabiliyor olması, onun ille de yapılmasını gerektirmez.

Bir tepeye çıkıp modern kente bir bakın. O gördüğünüz mekân-kent var ya; işte orada İslâm’ın yaşanması yada “hakkıyla yaşanması” mümkün değildir. Dinden uzaklaşmanın temel nedeni budur. İnsanın değişimi mekânın değişimi, mekânın değişimi insanın değişimidir. 

Bir ülkede demokrasinin olması için en az ikiye bölünmüş bir toplum kesimi bulunması gerekir.

Bir ülkede üniversite sayısı ne kadar artmışsa, “beş para etmez” adam sayısı da o oranda artmış demektir.

Bir varlığı açıklamaya çalışınca, o varlık başka bir şey olur. Açıklanmaya çalışılan bir şey “o” olmaktan çıkar.

Bir yandan batı emperyâlizmine karşı çıkarken diğer yandan batı düşünce ve sistemleriyle gerdeğe girmek, lâik-modern müslümanların alâmet-i fârikasıdır.

Bir yanlışın “câhillik nedeniyle” yapılmış olmasıyla, “şerefsizlik nedeniyle” yapılmış olması arasında fark vardır.

Bir yerde yada şeyde Allah’ın olması ve bulunması demek, o şeyin yada yerin sonsuz (bâkî) olması anlamına gelir. Bildiğimiz şeylerin içinde fânî ve yok olmayacak bir şey olmadığına göre, bildiğimiz hiç-bir şeyin içinde Allah yok demektir. Bu, “hiç-bir şeyin Allah olmaması” anlamına gelir.

Bir yerden arsa alırken yere değil, göğe bakın.

Bir yerleşim yerinde birisi câminin nerede olduğu soruyorsa, o yerleşim yeri İslâmî mîmâriye aykırı bir yapıdadır. Zîrâ İslâm’da en yüksek yapı, câmi minâresidir.

Bir zamanlar çok iyi anlaştığı hâlde bir zaman sonra bilgi farklılaşmasıyla iki zıt insan durumuna gelmek mümkündür. Bilgi, iyi yada kötü tefrikaya neden olabilir.

Bir zamanlar kâfirlerin ve mülhidlerin söylediklerini bugün müslümanlar(!) söylüyor ve buna rağmen hâlen “müslüman” kalabiliyorlar.

Bir-çoklarının ciğerini yakan şey, dînin, hayâtın tam da ortasında uygulanmasının emredilmiş olmasıdır.

Birey(sel)leşmiş olan modern insanın putu, bedenidir. Lâkin beden aslâ tatmin olmaz. 

Bireycilik umutsuzluktur.

Bireycilik, sorumsuzluktur.

Biriken şey biçimsiz olur.

Birileri her-şeyin yolunda gittiğini söylerken, ben ise ölenlere gıpta ediyorum.

Birileri kazanıyorsa birileri mutlakâ kaybeder. 

Birileri; “Allah ile insan arasına girilmez” diye-diye araya kendileri girerek Allah ile insanın arasını açtıkça-açtılar.

Birine yada birilerine karşı olan ön-yargılarınız yada karşıtlığınız, o kişiye ve kişilere muhtaç kalınca değişir.

Birinin yada birilerinin sana verdiği hak, seni o kişiye bağımlı yapar. Allah’ın verdiği haklara göre yaşarsan, Allah’a bağımlı/bağlı olursun. Bu seni, kula kulluktan kurtarır.

Biriyle yüzdeyüz anlaşabilmeniz için, ona tâbî olmanız gerekir.

Bir-şey için üzülmek, “o şey için bir şey yapmak” demek değildir.

Biz “batı’nın ahlâkını almayalım bilimin, alalım” derken aslında onların sâdece teknolojilerini aldık/alıyoruz. Çünkü bilim satın alınabilen bir şey değildir.

Biz Allah’ın halifeleriyiz, yer-yüzüne “düzen” getirmek için seçildik.

Biz Allah’tan vazgeçtiğimiz için, Allah da bizden vazgeçti. Bizi süreç içinde yok edip yerimize başka bir topluluk getirecektir.

Biz Dünyâ’ya, cennetten düştük de geldik. Dünyâ’ya olan yabancılığımız ve uzaklığımız bu yüzdendir.

Biz günümüze, târihin belli bir süre ilerisinden bakmadığımız için, yaşadığımız zamânı “en modern” ve “en ideâl zaman” olarak görüyoruz. Bu zan, tüm zamanlardaki uygarlıkların kendileri için düşündükleri şeyin aynısıdır. 1.000 yıl sonra 2.000’li yıllara bakacak olanlar, günümüzü kaba ve bağnaz bulacaktır.

Biz İslâm’ı “dâvâ” edinmedik. Onu sâdece ilme indirgedik. O yüzden mücâdele gücümüzü ve inancımızı kaybettik.

Biz nasıl ki günümüze göre 2-3 bin yıl önce yaşan insanları “câhil” olarak görüyorsak, bizden 500-1.000 yıl sonrasında yaşayan insanlara göre de biz aynı şekilde câhiliz. Gerçek âlim olan Allah’tır. İnsan her zaman câhil kalmaya mahkûmdur. Ancak “îman edenler ve sâlih amel işleyenler” bundan müstesnâdır.

Biz, inandığımız gibi yaşamadığımız için, yaşadığımız gibi inanmakla cezâlandırılıyoruz.

Bizi “içimizden geçen” değil, “içimizde kalan” düşünce günaha sokar. 

Bizi Allah’ın zâtı değil, sanatı bağlar.

Bizim “bedenimizin rûhu” değil, “"rûhumuzun bedeni” var. Aslolan beden değil, rûhtur.

Bizim gözümüz “mutlak olan”ı görmeye, aklımız da “mutlak olan”ı idrâk etmeye programlı değildir.

Bizim küfre ve şirke karşı olan düşmanlığımız, kâfirlerin ve müşriklerin İslâm’a olan düşmanlığından daha güçlü olmadıkça İslâm’ı hayâta hâkim kılmamız mümkün değildir.

Bizim, Allah’a olan muhtaçlığımız ebedîdir, ölünce bitmez.

Bolluğun, “ahlâksızlık” riski vardır.

Borcun ödenmesini geciktirmek, o borcu ödemek istememek duygusunu açığa çıkarır.

Boş vakit arttıkça insan rûhu huzursuz olur.

Boşanmalar çok fazla arttı. Millet evliliği “evcilik oyunu” zannediyor gâliba.

Boynuzsuz koyun boyzunlu koyundan hakkını alacaksa, parasız olanlar da paralı olanlardan hakkını alacaktır.

Bozuluş şiddetle oluyorsa, düzeliş nasıl şiddetsiz olacak?.

Bölünemeyen bilinemez.

Bu Dünyâ formatında “dayatma” kaçınılmazdır. Önemli olan bu dayatmayı kimin yapacağıdır?.

Bu Dünyâ, kişinin tüm hayâllerini ve arzularını gerçekleştirmek için çırpındığı, fakat neredeyse hiç-bir hayâlini ve arzusunu gerçekleştiremeden ölüp gittiği bir yerdir. Geriye sâdece Allah için yapılanlar kalır.

Bu dünyâ’da en zor hattâ imkânsız olan bir şey varsa, o da halkları memnûn etmektir.

Bu Dünyâ’da hiç-bir zaman “rûyâ gibi” bir hayat yaşanmamıştır. Zîrâ Dünyâ’nın yapısı ve formatı buna uygun değildir.

Bu Dünyâ’da yapılacak şey; ya yoğun bir şekilde ilim ile uğraşıp belli bir süre sonra da kâfirle ve küfürle çatışıp, vurup-vurup vurulmak ve şehit olmak, yada “bir deniz kenarında sessizliğin huzûruyla kendinden geçmek”tir.  

Bu dünyâda “rüzgârı” bir kez arkana aldın mı, artık hızlıca “yol” alırsın.

Bu dünyâda en çok bilinmeyen, üzerinde en çok konuşulan ve en çok korkulan şey, “bir-anlık olan şey”dir.

Bu gidişle AVM’ler 15-20 yıl sonra, geniş ovalara kurulacak. Çünkü ovalar kurulacak dev AVM’lere ancak yetecek.

Bu kâinatta hiç-bir şey, korkulduğu kadar korkunç değildir.

Bu maske işi küresel bir “maskeli balo”ya dönmüştür.

Buhâri ve Müslim çökerse İslâm’a bir şey olmaz ama, Sünnet çökerse-çökünce müslümanlar çöker-çökmüştür.

Bütün bilinçsiz varlıklar (dağ, taş, bitki, hayvan ve küçük çocuklar) işlerini dört-dörtlük yaparken, bilinçli olanlar ise işlerini hep savsaklıyorlar. 

Bütün hedefler, “Allah’ı râzı etme hedefi”ne göre “tâli hedefler”dir.

Bütün’den koparılan parçalar, bir süre sonra “bütün” ile kavga etmeye ve hattâ “bütün”ü reddetmeye başlarlar.

Büyü, “kötü plân yapmak”tır.

Büyük amaçları/hedefleri olmayanlar, hazların peşine düşmeye ve hazları düşlemeye başlarlar.

Büyük siyâsi değişimler, büyük “fikrî değişimler”e neden olur.

Büyük yanlışların güzellikle düzeltildiğinin (Belli bir süreliğine Yûnûs Kavmi dışında -Yûnûs 98-) bir örneği yoktur. Târih boyunca kötülük ancak şiddetle düzeltilmiştir.

Büyüklüğünü yaptıkların göstersin, başkasını küçük göstermen değil.

Câhil, kötülüğü yada azâbı, başına gelmeden göremeyen ve bilemeyen kişidir.

Câhiliyeden ayrılmanın bir bedeli vardır. Bu bedel ilk başta “maddi azlık”la kendini gösterir.

Câhiller ve muhterisler, her değerlendirmeyi, mîdesine giren-çıkana göre yaparlar.

Câhillerin hiç-bir zaman affetmeyeceği şey, “putlarına dokunulması”dır.

Canı sıkılan adam çok tehlikelidir.

Cehâletten ve câhillikten “bilgili olmak”la değil, “kendinizi bilmek”le kurtulabilirsiniz. Kadim bir cümledir: “Kendini bil”. 

Cehennem, kendini cennetlik olarak görenlerle dolu olacak.

Cennet sâdece dış-âlemde değil iç-âlemlerde de kurulabilir. Fakat dış-âlemde de kurulmadığında şeytanın vesveseleri ile iç-âlemdeki cennetten çıkmak kolay olur.

Cenneti Dünyâ’da kurmaya çalışmanın sonu, cinnet geçirmektir. Modern insanın cinnetinin nedeni budur.

Cennetten umûdunu kesenler, Dünyâ’ya cennet muâmelesi yaparlar.

Cep telefonları birer “tâkip etme-edilme cihazı”dır.

Cesâret bulaşıcıdır, cesur insanlarla birlikte olursanız siz de cesur olursunuz.

Cihad olmadığında fitne başlar.

Cinsiyet eşitliği söylemi, “Allah’ın belirlediği değil, bizim kabûl ettiğimiz önemli ve geçerlidir” demeye gelir.     

Coğrafyaya göre, insanların rengi beyazlaştıkça psikolojilerinin zayıfladığı ve bozulduğu gözlemlenir.  

Cool olmak, “serin ve soğuk olmak” demektir. Her-şeye karşı soğuk. Hiç-bir şeyi takmayan, kapıyı kapatıp cool-serin ortamda kalan. Sorumluluk almayan. Dışarıda ne oluyor bilmeyen ve bakmayan. Öyleyse cool olmaktan Allah’a sığınırım.

Cum’a günü atılan “hâyırlı Cum’alar” mesajları, “dîni Cum’aya indirgeme”yle sonuçlanıyor.

Cumhûriyet “tapeden inme” bir rejimdir. O yüzden 29 Ekim’de “cumhûriyet’in kuruluşu” değil, “Cumhûriyetin îlânı” kutlanır.

Cumhûriyet târihi, “İslâm’ın yasaklanmasının târihi”dir.

Cumhuriyet târihi, “Türkler’in paganizme geri dönüşünün târihi”dir.

Cumhûriyet ve demokrasi, “yağmurdan kaçayım” derken “doluya tutulma” ideolojisidir.

Çağdaş insan, resmî olan her-şeyi koşulsuz-şartsız kabûl eden kişidir.

Çağdaş ve modern-bilim, “Amerika’yı yeniden keşfetmek”tir. Tabi bu keşif, “parçalayarak” yapılan bir keşiftir. Bu nedenle Amerika’nın ikinci keşfi zâlimce olmuştur.

Çakallık, “akıllılık” değildir.

Çalışan kadınların çocukları “ana-dil”den yâni “anne dili”nden yoksun olur.

Çalışmak “Allah için” olunca “ibâdet” olur. Yoksa çalışmanın bizâtihi kendisi İslâm’da değil, Protestanlık’ta ibâdettir. Böylece ibâdet bırakılarak, çalışmak ibâdetin yerine konmuştur. Kapitâlizmin temeli bu sözde saklıdır. Allah için çalışmaktan vazgeçip Dünyâ için çalışmayı ibâdet olarak gören batı, böylece çalışıp-kazanmayı ve biriktirmeyi, dolayısıyla da kapitâlizmi “din” yapmıştır. 

Çâresizliğin ne olduğu, ancak çâresiz kalınca öğrenilebilir.

Çelenkler, heykellerin önüne konan kurbanlardır. Ot kurbanları. Et kurbanı kötü görülürken, ot kurbanı takdir görüyor.

Çıplaklık “cesurluk” falan değildir. Çıplaklık hayvanlık ve ahlâksızlıktır.

Çift-vatandaşlık olur ama “çift-din”lilik olmaz.

Çirkeflikler, okunup durulmasına ve tespitinin iyi yapılıp bilinmesine rağmen, onu değiştirmek için bir şey yapılmadığında, o çirkeflikler kanıksanmaya ve normâl görülmeye başlanır. 

Çocuklarımızı kendi zamanlarına yâni moderniteye göre yetiştirmek, İslâm-dışı bir şeye göre yetiştirmek olur. O yüzden “çocuklarınızı kendi zamanlarına göre yetiştirin” sözü yanlıştır. 

Çocuklarımızla iyi geçinmek demek, sürekli olarak onların “suyuna gitmek” demek değildir.

Çocukların oyuna olan düşkünlükleri, aslında “öğrenmeye olan düşkünlükleri”dir. Çocuklar oynayarak öğrenirler.

Çocuklarla konuşmak geleceğinle, yaşlılarla konuşmak geçmişinle konuşmaktır.

Çoğu kişinin inandığı “önceden yazılan kader” düşüncesi, yaşanan bir sorunun “önceden yapılmış hatâ”sının blôke ediyor. Herkes “önceden yazılmış kader”e inanıyor ama “önceden yapılmış hatâ”yı dile bile getirmiyor.

Çok derinlere dalacaksan eğer, “vurgun” yeme riskini göze almalısın.

Çok ilginçtir ki müslümanların İslâmî hedefleri yok. Müslümanlar İslâm’ın bir hedefinin olmadığını zannediyorlar.

Çok kesin olan şey şudur ki; çiçek-böcek muhabbetiyle hiç-bir yere varılamaz.

Çok olunca karmaşık olur. Karmaşık olunca yâni net olmayınca ise oraya mutlakâ şeytan dâhil olur. Şeytan her zaman bulanık suda balık avlar ve karmaşık olanı sever.

Çok para, ya israfta yada haramda kullanılabilir ancak.

Çok şükür ki ben “gerici”yim. Öyle ki bu gericilik 1.400 yıl geriye kadar gidiyor.

Çok-eşlilikten ve çok-çocuktan vazgeçen yada mahrûm kalan erkek, kadının ve çocuğun maskarası olur.  

Çok-tanrıcılık (paganizm) bâtıl-sapık dinlere karşı hoşgörülüdür. Fakat tek-tanrılı din (İslâm) tevhîdî olmayan dinlere karşı hoşgörüsüzdür. İslâm bir “”hoşgörü dîni” değildir.

Çölde güzel bir şey görülmez. Ben Dünyâ’yı çöl olarak gördüğüm için, güzel bir şey göremiyorum. Çölün “güzelliğini” görene yada kabûl edene kadar.

Çözüm, kendisinden kaçtığınız şey(de)dir.

Çözümlemek “çözmek” demek değildir.

Daha çok ve kaliteli tüketim yapmak, kişiyi “daha iyi” ve “daha üstün” yapmaz.

Daha iyi bir şeye, daha kötü bir yoldan ulaşılamaz.

Dâhi tiplerin kişiliği, tâlimat almaya uyugun  değildir.

Darbe girişiminden sonra Föte’den ayrılıp AKP’ye geçenler olduğu gibi, AKP’den kopup Fetö’cülüğe devâm edenler de oldu. Bir de ikisini de bırakıp Atatürkçü olanlar var. Fakat bunların câhil olduğu şey şudur ki, bunların hepsi de “aynı şey”dir. Farklı olan ise, “hepsinden vazgeçip Allah’a ve Peygamber’e bağlanmak”tır.

Darbelerde içerdeki siyâsetçileri, sermâyedarları ve askerleri yönlendirenler, “pandemi” denen şeyde de bilimi, teknolojiyi ve bilim-adamlarını kullanıyor. Fakat darbelerde rôl alanlardan şüphelenip de onların birer piyon olduğunu konuşan insanlar, pandemide rôl alanlardan hiç şüphelenmiyor ve onların da birer piyon olduğunu hiç konuşmuyor.

Dâru’n Nedve, Mekke müşriklerinin parlamentosuydu. Kur’ân, Dâru’n Nedve yerine Dâru’l Erkam’ı koymuştur.

Dâvâ-adamı ola()mayanlar, tâğutların adamı olurlar.

Dâvâlarınız ve gittiğiniz yol, uğruna ölebilecek ve öldürebilecek değerde değilse.. bırakın gitsin.

Davûd’unuz varsa, Golyat’tan korkmayın.

Dedikodu yapmak, “muhabbet” değildir.

Dedikodu, “dedikodusu yapılan kişiyle arayı açmaya başlamak” demektir.

Değer, mânevî olan ile ilgilidir. Maddî olanın değeri değil, fiyatı vardır.

Değeri olmayan zaferin hiç-bir bereketi olmaz.

Değişen ile değişmeyen şey arasındaki fark zamanla çoğalır. Nihâyet farklılaşırlar. Bu, insanlar için de böyledir.

Değişim iki türlü olur; 1-Doğal ilerlemeden kaynaklı değişim, 2-Kabûl etmeden kaynaklanan değişim.

Değişimlerin nedeni Allahsızlıktır. Allah’lı olan değişmez. Kâinatta, hayvanlarda ve bitkilerde bir değişme görebiliyor musunuz?.

Değiştiremiyorsan, “değişmemişsin” demektir.

Deizm; “Allah’ın dînini ve emirlerini kabûl etmez ve tınlamazken, Allah’ın mutlak varlığına inandığını söyleme” küstahlığı ve yalanıdır.

Deliksiz uyuyabilenlerle bir noktadan sonra anlaşamam.

Delisi olmadığınız şeyin velisi olamazsınız.

Demir-çelikten tahta-toprağa dönmedikçe hiç-bir şey “iyi” olmayacak.

Demokrasi “de-bok-rasi”dir.

Demokrasi “kışkırtılmış nefisler”in ideolojisidir.

Demokrasi bir “seçkinler(!) yönetimi döngüsü”dür.

Demokrasi gericiliktir. İnsan tââ 2.500 yıl önceye götürür.

Demokrasi her zaman “burjuvanın-aristokrasinin demokrasisi” olmuştur.

Demokrasi yerine “emek-rasi” olsun.

Demokrasi, “küçük devletler”in yönetimidir.

Demokrasi, “sonuna kadar demokratik” değildir, olamaz.

Demokrasi, bir “savaşsızlık dönemi uygulaması”dır. Savaşların olduğu yerde demokrasi işlemez. Atina demokrasisi, Isparta ile yaptığı savaşta çökmüştür.

Demokrasi, insanı “seçme hakkıyla avutmak” demektir.  

Demokrasi, milletin parasını ve malını-mülkünü “küresel fâiz sistemi”ne yedirme ideolojisidir.

Demokrasi; “kilise, krallar ve zenginlerin uzlaşması”dır.

Demokrasiden en çok memnûn olanlar, “demokrasiden en çok beslenenler”dir.

Demokrasilerde en üstün güç “demokrasi” değildir. Demokrasilerde en üstün güç, “demokrasiyi ikâme edenler ve onu koruyan zihniyet”tir.

Demokrasilerde her zaman, “mutlu azınlık (soylular)” ile “mutsuz çoğunluk (yarı-köleler)” bulunur.

Demokrasinin açıkları, “daha fazla demokrasi” ile giderilemez. Daha fazla demokrasi, “daha fazla çirkeflik” demektir.

Demokrasiye ve cumhûriyete küfür etmek, “Yunanistan’a ve Roma’ya küfür etmek” demektir.

Demokratik seçimler, “putların tâzelenmesi” zamânıdır.

Deniz-aşırı eşitsiz serbest ticâret, sömürgecilik öncesi “ön-sevişme”dir.

Denize yaklaştıkça îman azalır.

Deprem de gösterdi ki, modern insan, başına gelen bir musîbeti, (Nûh Tûfânı’nı hiç düşünmeden) “Allah’a ve doğaya aykırı davranma”ya değil de, “aklı kullanmamaya” ve “alt-yapı eksikliği”ne bağlamaktadır. İşte “zihnin modernleşmesi” budur. İnsanın bu yanlış düşünceden kurtulması ya vahiy-merkezli düşünmesiyle ve buna göre amel-eylemde bulunmasıyla olacaktır, yada -sünnetullahın gereği olarak- Allah bu hakîkati kafamıza vura-vura öğretecektir. Zîrâ Allah, düşüncede bile Kendisi’ne şirk koşulmasına râzı olmaz.

Deprem, dış âlemde olurken, aynı-anda iç âlemde de olur.

Depremin zarâr vermesi ilk başta “betonu-demiri az koyup-koymamakla ilgili değil, Allah’a-İslâm’a aykırı yaşayıp-yaşamamakla ilgilidir. 

Depremin zarârı, “doğayı iyi bilmek”ten ziyâde, “doğaya aykırı davran(ma)mak” ile alâkalıdır.

Deri rengi beyazlaştıkça dünyevileşme başlayıp artıyor.

Derinlemesine düşünüldüğünde, ne kadar da çok acı var Dünyâ’da.

Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım” sözü, “düşünüyorum, öyleyse tanrıya ihtiyâcım yok” anlamındadır.

Descartes’in “düşünüyorum, öyleyse varım” sözü, düşünmeyen şuursuz varlığı ve az düşünen insanlığı yok saymak anlamına gelir.

Devlete dönecek kadar olan servet, “Allah’a mülkte ortak koşmak” demektir.

Devlete isyân edemeyenler, e-devlete isyân etmeye başlarlar.

Devlete karşı yapılan başarısız isyanlar, devleti daha da güçlendirir. 

Devrim, kısa-yoldur.

Devrimi kim yapıyorsa “aga” odur.

Diğerleri gibi olmak hayvanlara mahsustur.

Dik duramayanlar, maymunluktan (taklitten) kurtulamazlar.

Diktatörler insanlara, “katlanabildikleri kadar” zulmedebilir.

Din “bilim-dışı” değildir, modern-bilim “din-dışı”dır.

Din “çok iş” demektir. Çok işin olduğu yerde kölelik yada kulluk vardır.

Din ile Dünyâ ayrılınca, din blôke olup Dünyâ öne çıkar. Zîrâ nefisler Dünyâ’ya ayarlıdır.

Din konusunda “âlim” olmamalarına rağmen dînin gereklerini titizlikle yerine getirenler; din konusunda “âlim(!)” olmalarına rağmen dînin gereklerini savsaklayanlardan üstündür.

Din ne kadar umurunuzdaysa, o kadar dindarsınızdır.

Din târihi, “tarım ve hayvancılık savaşımı” târihidir. Hâbil ve Kâbil ile başlayan bir süreçtir bu. İlk baştan bêri hayvancılık yapanlar (göçebe) tek-tanrıcı olurken, tarım ile uğraşanlar (yerleşik) pagan=çok-tanrıcı olmuşlardır. Zîrâ göçebelikte çok-tanrıcı olmak pek mümkün değildir.

Din ve ahlâk, “uygulandığında” korur. Uygulanmadığında ise rezil eder.

Din ve îman bir “cesâret işi”dir.

Din ve para aynı anda yükselemez. Eğer yükseliyorsa orada ya kâfirlik vardır yada münâfıklık.

Din, “bilim-üstü”dür. Bilim ilerler, din ilerletir.

Din, “mâddî olandan vazgeçiş” ile başlar; “mânevi olandan vazgeçmemek” ile devâm eder.

Din, bir “şimşek parıltısı” gibidir. İnsanların gözleri ona hemen alışamaz.

Din, insanın konuşmasında, davranışlarında ve görüntüsünde görünmüyorsa, yoktur.

Din, insanları günahtan kurtarmak ister; sekülerizm ise dinden.

Din, insanların sâdece rûhu için değildir. İnsanın sâdece rûhunu değil, bedenini de kurtarmayı hedefler.  Böylece hem ruhlar hem de bedenler kölelikten kurtulur.

Din’de zorlama yoktur demek, “kâfir olana zorlama yapılamaz” demektr, yoksa mü’minlere elbette zorluklar yüklenir. Namaz ve oruç zorluktur meselâ. 

Din-bilim çekişmesinin gâlibi “bilim” değildir. Zîrâ kısır ve sınırlı bir alan, üretken ve sınırsız olan bir alana gâlip gelemez.

Dinde “yeni” yoktur, “yeniden” vardır.

Din-dışı çeşitli ideolojilerle insanların gözlerine ve kulaklarına maske takanlar, korona ile ağız ve burunlarına da maske taktılar. Peki sırada neresi var?.

Dîne “gevşek” bir şekilde bağlı olmak, “Dünyâ’ya sıkı bir şekilde bağlı olmak”tan kaynaklanır.

Dîne derin dalmaktan korkanların aslında din ile çok da alâkaları yok demektir. Çünkü din, derindir. Din yüzeysel bir şey değildir, din üstün-körü geçiştirilecek bir şey değildir. 

Dîne göre yaşamazsanız, yaşadıklarınızı din zannetmeye başlarsınız.

Dîne olan inancı zayıf olanların bâtıla olan inançları da zayıf olur aslında. Ondan yararlandıkları kadar ona inanırlar. 

Dîne, îmâna, vicdâna, merhâmete ve adâlete ne kadar mesâfe konursa, günaha, isrâfa ve zulme o kadar çok alan açılmış olur

Dîni akla indirgemek, “dîni sınırlandırmak” demektir.

Dîni hesâba katmak, “doğal ve fıtrî olanı hesâba katmak” demektir.

Dîni yaşamayanlar, dîne yabancılaşırlar.

Dînin “Allah ile kul arasındaki özel ilişki” olduğunu söyleyenler, İslâm’ı bir-kaç ibâdet ve ritüele hapsetmiş olurlar.

Dînin emirlerini yerine getirmeyenler, dînin dediklerini “hakkıyla” idrâk edemezler. Böylece yanlış sonuçlara ulaşırlar ve artık ulaştıkları sonuçları din yaparlar.

Dînin etkisinin zayıfladığı yerlerde klâsik yada modern anlamda mitolojiler oluşmaya başlar. Mitolojiler bu şekilde ortaya çıkar. O-hâlde ya hak-din vardır yada mitoloji.

Dînin kaynağı Kur’ân’dır. Bu yüzden Kur’ân’a aykırı bir din olmaz.

Dînin siyâsete karışması kaçınılmazdır. Bu din ya Hak din olur yada bâtıl dinlerden bir din.

Dînin yerine aklı merkeze almak, târih boyunca materyâlizm ile sonuçlanmıştır. Sonuçta dînin ve aklın değil, madde merkeze alınmaya başlamıştır.

Dîniniz, benimsediğinizdir.

Dinleri, öğretilerinden ziyâde amel ve eylemlerine göre değerlendirmek gerekir. Zîrâ neye inandıkları, ne yaptıklarıyla belli olur. En iyi, yararlı ve adâletli şeyi hangi din yapıyorsa, işte o din “hak”tır.

Dinlerin yozlaşması ve başka dinlere dönmesi süreci meselâ şu şekilde oluyor. Bâbil Sürgünü’nde Nabukadnezar, yahudileri Bâbil’e sürdü ve 2. Kiros Bâbil’i fethetti ve yahudileri kurtardı. Yahudilere Kudüs’e dönme izni verdi. Fakat yahudi kabîlelerinden içinden bâzıları dönmedi ve bulundukları yerde kaldı. Bunlar Yahudilikle Zerdüştlüğü birleştirerek Sâbilik’i oluşturdular. Fakat bunu daha sonra yozlaştırdılar. Böylece yozlaşmış Sâbilik ortaya çıktı. Sâbilik de ileride yozlaştı ve Yezidiliğe döndü. Yêzidilik açık bir sapıklıktır. Kaynağı hak din olan şey, yüzlerce yıl sonra sapık bir dine dönüşüyor.

Direniş olmadan diriliş olmaz.

Diri olan Allah’a kulluk yapmayanlar, “ölü” olan insanlara kölelik yaparlar.

Doğal olan istikrarlıdır. Doğal olmayanda istikrar olmaz.

Doğala, normâle ve fıtrata birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık hakîkate inanmakta aşırı zorlananlar ve hattâ vahiy-merkezli hakîkati “zaman-dışı” görüp inanmayarak inkâr edenler, “kara-deliğin fotoğrafı” olarak gösterilen “uyduruk” bir “sentez resim”e, hiçbir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan ânında îman ediyorlar. Modern bilime olan bu sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız “mutlak îman ve güven”in nedeni nedir?.

Doğanın doğallığının bozulması karşısında götünü yırtanlar, insanın-toplumun doğallığının LGBT ile bozulması karşısında sus-pus oluyorlar.

Doğaya “ana” denilmesi ve dişileştirilmesi, onu delik-deşik etmek içindir. “Doğa baba” böyle bir şeye izin vermezdi.

Doğru bilgi önemlidir, fakat “doğru davranış” daha önemlidir.

Doğruyu “söylemek” yetmez, doğruyu “yapmak” da gerekir.

Doğum-günü pastası bir puttur.

Doktorlar, ilaç şirketlerinin; hukukçular, lâik-seküler ideolojilerin; mühendisler, Allah’sız modern-bilim ve teknolojinin; öğretmenler de din karşıtı sistemlerin finolarıdır.

Domatesin ekilmesi gereken yere apartman dikerseniz depremle yıkılırsınız. 

Dönüşenler “dönüşüm” yap(a)mazlar.

Dört duvar arasında “öğretim” olsa da, “eğitim” olmaz.

Dört duvar arasında olması gerken şeyler alenen yapılırken, alenen olması gerekenler dört duvar arasına sıkıştırılıyor.

Dövizi ve enflasyonu kontrôl etmek için fâizi yükselterek fâizcilere “rüşvet vermek” ve alan açmak ahmaklıktır.

Duânın kitabı olmaz. Duâ, kâlpten ve ciğerden gelen yakarıştır.

Duânın muhabbeti bile duâdır.

Durmak, “ölmeye başlamak”tır.

Düalizm ezelî olamaz, çünkü vâr olmak için “ilk”ten sonra “ikinci”ye ihtiyâcı vardır.

Dünyâ bir hapis-hâneye dönmüş. Tünel kazarak kaçmak lâzım bu hapis-hâneden.

Dünyâ büyük bir felâketle büyük ölçüde zarar görse ve  insanların sayısı da 1 milyona inse, Kur’ân onlara da hitâp edecek ve yol gösterecek bir kitaptır.

Dünyâ hayâtı, “ezeliyet” ile “ebediyet” arasında “bir lahzâlık imtihan dönemi”dir. 

Dünyâ, “gelişme”nin değil, “değişmenin” yaşandığı mekândır. Değişme ancak “İslâmî anlamda bir değişme” olduğunda “iyi bir değişim” olmuş olur. 

Dünyâ, “hak ile bâtılın savaş meydanı”dır. Bu savaş ancak, hak gâlip olduğunda biter. 

Dünyâ, “kibrini ilahlaştırmış” olan insanlarla, “Mütekebbir’e kul olan” insanların savaş alanıdır.

Dünyâ, târih boyunca hiç-bir insana hayâl ve arzu ettiğini vermemiştir.

Dünyâ’da “nasırlaşmış bir şerefsizlik” hüküm sürüyor.

Dünyâ’da an îtibârıyla yaşanan kötülükler, çirkinlikler vs. İslâm’ın hâkim olmaması ve beşerî ideolojilerin hâkim olması nedeniyledir.

Dünyâ’da batı’nın hâkim olduğu modern-seküler şirkin içinde yaşamaktansa, Dünyâ’ya müslümanların hâkim olduğu klâsik-geleneksel şirkin içinde yaşamayı tercih ederim.

Dünyâ’da en kesin şeylerden biri de, “herkesin lâyığını bulacak-buluyor olması”dır. Sünnetullah budur. Herkes lâyığını bulur.

Dünyâ’da her zaman iki farklı din ve yaşam-şekli olmuştur. Biri, Allah’ın seçtiği bir peygambere gönderdiği vahiylerden oluşan İslâm Dîni ve İslâmî yaşam-şekli; diğeri ise, insanların şeytan-nefs ve istek-arzularına göre oluşturdukları, düşüncelere uygun olarak ortaya koydukları beşerî din ve yaşam-şeklidir. İnsanların çoğu, hak dîni yaşamadıkları için, yaşadıkları mevcut hayat-tarzını hak din olarak görürler. İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.

Dünyâ’da meydana gelen kötülükleri ve zulümleri Allah yapmıyor ki O düzeltsin. Kötülükleri ve zulümleri yapanlar “kötü insanlar”dır, o-hâlde düzeltmesi gerekenler de “iyi insanlar” olmalıdır. Tabi Allah’ın sisteminde, zulüm kritik seviyeyi aştığında sünnetullah mutlakâ devreye girer.

Dünyâ’da; yenilen, içilen, giyilen vs. her-şey hem yararlı hem de zararlıdır. Dünyâ’da tamâmıyla zararsız hiç-bir şey yoktur. Önemli olan dozdur. 

Dünyâ’nın “cennet”e dönmesi için, insanın “ben câhilim ve zâlimim” demesi gerekir.

Dünyâ’nın “imtihan dünyâsı” olması, “Dünyâ’nın Cennet olmadığı” anlamına gelir.

Dünyâ’nın “kâinatın merkezi oluşunun” değiştirilmesi, insanın da “varlıkların merkezi oluşunun” değiştirilmesini getirmiştir. Fakat bu durum, insanın diğer varlıklardan daha alt bir düzeye inmesine neden olmuştur. Bir-çok hayvanın insandan daha üstün tutulmasının nedeni budur. 

Dünyâ’nın en basit şeyi, “bir şeyi parasını vererek almak”tır.

Dünyâ’nın en kolay işi “Allahsızlık”ken, en zor işi ise “Allahlılık”tır.

Dünyâ’nın en kolay işi, “mevcut güce eklemlenmek”tir.

Dünyâ’nın en zengin ülkeleri ve insanları, en “günahkâr” olanlarıdır.

Dünyâ’nın en zor işi “dört-dörtlük iş yapmak”tır.

Dünyâ’nın en zor şeyi, “boş adam”ı avutmaktır.

Dünyâ’nın en zor şeyi, “karşılıksız iş yaptırmak”; Dünyâ’nın en kolay şeyi, “parayla iş yaptırmak”tır.

Dünyâ’nın gittiği yer, “insanların gittiği yer”dir.

Dünyâ’nın yuvarlak olduğu, Dünyâ’nın kendi etrâfında ve Güneş çevresinde döndüğü, “insan gözüyle” görülmüş (ve görülebilecek) değildir.

Dünyâ’ya mı yoksa âhirete mi daha bağlı olduğunuz, hangisini riske atmaktan ve ıskalamaktan daha çok korktuğunuzun sonucuna göre belli olur.

Dünyâ’yı ancak, “sorun çıkaran insanlar” değiştirebilir.

Dünyâ’yı arı kovanı yada karınca yuvası gibi düzenlemek hem mümkün değildir, hem de gereksizdir.

Dünyâ’yı ve insanları melekler yönetse bile, sünnetullah gereğince insanlar, “doğal imtihan”ın zorluklarıyla karşılaşmaya devâm edeceklerdir.

Dünyâlara sâhip olmak için “Dünyâ’dan vazgeçmek” gerekir.

Dünyevî yüklerimizden kurtulmadan sırât-ı müstakîm üzre yol alamayız.

Dünyevileşmek, dinden uzaklaşıp felsefeye ve bilime yaklaşmayla sonuçlanır.

Düşen yaprağın neden düştüğünü araştırmak, o yaprağın düşerken ortaya çıkardığı duygunun kaybolmasına neden olur.

Düşmana karşı attığınızı siz değil de Allah atarsa eğer, ne attığınızın önemi yoktur. Attığınız o şey mutlakâ düşmanı helâk eder.

Düşmandan satın alınan silahlara düşmana gâlip gelinemez.

Düşmanına hayrân değilsen ve ona benzememişsen “henüz yenilmemişsin” demektir.

Düşmeyen düşünemez.

Düşünce ikiye ayrılır; 1-Akıl-merkezli düşünce; 2-Vahiy-merkezli düşünce. Akıl, vahiy-merkezli olunca düşünce de meşrû olur. Aksi-hâlde akıl nefis-merkezli olur ki bu aklın ürettiği düşünce hiç-bir zaman kesin ve net olamaz. Kesin ve net olmayan düşünce ise, insana yakın-uzak vâdede mutlakâ sıkıntı olarak geri döner. 

Düşünce târihinin özeti, “temel”in ne olduğu tartışmasıdır.

Düşünce, istediği bir zamâna ânında gidebilir.

Düşüncede tutarlı gibi gözüken nice önermeler ve teoriler vardır ki, pratiğe döküldüğünde kısa sürede çöküp moloz hâline gelir. 

Düşünceleriniz ve eylemleriniz kime yarıyorsa ona hizmet ediyorsunuz demektir. Kime-neye hizmet ediyorsanız, onun ve o şeyin dindensiniz demektir.

Düşünce-suçu, aslında “düşündüğünü söyleme ve yazma suçu”dur.

Düşünmekle konuşmak aynı şeydir. Ne düşünüyorsanız onu konuşursunuz.

Düşünsenize; bir meclis var ve bütün karaları o alıyor ve biz de onun  kararlarına göre yaşıyoruz.

Düzeltme, vâhiy-merkezli yapılmadığında, farklı bir bozulma başlar.

Düzensiz olan “düzenbaz” olur. Yada düzenbazlar düzensiz olur. Düzenli olunca düzenbazlık yapamazlar çünkü.

Ebu Cehil’in sorunu “Kur’ân’ı anlamamak” değildi; “Kur’ân’a îman edip de onu hayâta geçirmemek”ti. Zîrâ işine gelmiyordu.

Efendiler kölelerin hep “köle” olarak kalmasını isterler.

Efendilerin en çok korktuğu ve istemediği şey, “kölelerin palazlanması”dır.

Efsâneleştirdiğiniz kişinin yada şeyin “aptalı” olursunuz.

Eğer “Allah’ın dînini ve sözünü hayâta hâkim kılmak” mücâdelesi içinde olunmayacaksa, müslüman olmanın ne anlamı ve ne heyecânı vardır ki?.

Eğer “Allah’ın olmadığı” bir yere gidilemezse, o hâlde “imtihanın olmadığı” bir yere de gidilemez. Demek ki sıkıntıdan ve zorluktan kaçıp gidilecek bir yer yoktur.

Eğer “bal” yapmak istiyorsanız, “kovan”dan çıkmanız gerekir.

Eğer “bir şey yapma”ya gerek yoksa, “hiç-bir şey yapma”ya gerek yoktur.

Eğer “deve” isen, şehirde işin ne?. Senin yerin “çöl”dür.

Eğer “güçlü”den yanaysanız, “güçsüz”e düşmansınızdır.

Eğer “kartal” olamazsanız, “keklik” gibi avlanırsınız.

Eğer akıl ile îman edilebilseydi, akıl îmandan üstün olurdu.

Eğer aklınız hep sonradan başınıza geliyorsa, bu, “aklınızın yetersizliğinden” dolayıdır. Keskin bir akla ve zekâya sâhip olmadığınız için aklınız hep sonradan başınıza gelir. Bu yüzden tecrübe çok önemlidir. 

Eğer bir hatâ yapılmışsa, o hatâ, hatâyı yapan ile birlikte ölüme kadar gider. Hattâ ondan sonra bile etkisini sürdürür.

Eğer bir şeyin tarafı yada taraftârı iseniz, onun için bir şeyler yapıyor olmanız gerekir.

Eğer bir yerde “Allah sevgisi”nden çokça bahsedildiğini duyarsanız, orada bir “îman sorunu” olduğunu anlayın.

Eğer çok sıkılıyorsanız, “anlamsız bir hayat” yaşıyorsunuz demektir.

Eğer din adına bir şey yapmıyorsanız, din sizi kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe yöneltmiyorsa ve sizi olumlu değiştirmiyorsa, sizin “îman ettim” demenizin hiç-bir anlamı ve değeri yoktur. 

Eğer hiç-bir hayâlinizi gerçekleştiremiyorsanız, “sizin için hayat sona ermiş” demektir.  

Eğer ideâl bir sonuca ulaşıldıysa, o sonuca nasıl ulaşıldığını araştırıp durmanın ne önemi var?. O sonucu korumak daha önemlidir.

Eğer ilâhi ve yüce bir amacımız yok ise, biz bu dünyâya “ölmeye gelmişiz” demektir.

Eğer ilerleme diye bir şey varsa, ortaya çıkan her olgu ve olayın ortaya çıkmış olması haktır ve ortaya çıkan her olgu ve olay doğrudur.  

Eğer illüzyon izlemeye gelmişseniz, siz “kandırılmak istiyorsunuz” demektir.

Eğer insanlar homo-sapiens ve homo-erectus şeklinde milyon yıldır yaşıyor olsalardı, bu süre içinde tüm bakteri, mikrop ve virüslere karşı bağışıklık kazanmış olurlardı ve hasta olmazlardı.

Eğer iyilik gibi kötülük de Allah’tan gelmiş olsaydı, kötülük “kötülük” olmazdı ve “iyilik” olurdu. Fakat kötülük “iyilik” değildir. Kötülük, insanların kendi işlediklerinin bir sonucudur.

Eğer kadın-erkek eşitse ve cinsiyet ayrımcılığı yoksa, o zaman cephedeki ve kışladaki bütün “mehmetçik”leri geri çekip oraları “ayşecik”lerle dolduralım.

Eğer kenti terk edemiyorsanız küresel kapitâlizme ve emperyâlizme teslim olmak, şeytan, nefs ve tâğutlar/küresel güçler tarafından sömürülmek zorunda kalırsınız.

Eğer kişi “dînine adanmış” değilse, o kişinin dîni, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik bağlılıklarıdır.

Eğer mü’minlikten bahsediyorsanız, ölçünüz ve değerlendirmeniz halk-merkezli değil, hak-merkezli olmalıdır.

Eğer sen “müslümanım” diyorsan, senin oruç tutman beni ilgilendirmez ama tutmaman ilgilendirir.

Eğer siz mikrop, bakteri ve virüs hâline geldiyseniz, tüm mikrop, bakteri ve virüsler gelip sizi bulacaktır.

Eğer siz, âileniz ve sevdikleriniz 75 yaşına kadar hiç hastâneye gitmediyse, iyi bir hayat yaşamışsınız demektir.

Eğer Sünnet Kur’ân’ın içinde ise, Kur’ân ile birlikte Sünnet de korunuyor demektir.

Eğer toplum bir şeyi kabûl etmeye hazır değilse yada istemiyorsa, ne yaparsanız-yapın, ne delil getirirseniz-getirin yine de kabûl etmez.

Eğer yaşamınızda hiç-bir şey değişmeyecekse, müslüman olmakla olmamak arasında bir fark yoktur.

Eğer yiyecekleri “ilaç” olarak kullanmaya başladıysanız, yaşlanmışsınız demektir.

Ehliyet ve liyâkat sâhibi olabilme fırsatının herkes için eşit olmadığı bir yerde, ehliyet ve liyâkatten bahsetmenin pek de önemi yoktur. Ehliyet ve liyâkat (günümüzde olduğu gibi), -imkâna sâhip olmaktan dolayı- babadan-oğula geçip duruyorsa eğer, orada adâletsizlik devâm eder.

Ehliyet ve liyâkatin yerini, reyting ve “tıklanma sayısı” aldı.

Ekserunnas, korku ile yönetilir.

Eksik-yanlış bir inanış olan “Allah’ın gökte olduğu” düşüncesi, insanların yeryüzünde Allah’sız bir şekilde istedikleri gibi yaşama arzusundan kaynaklanır.

El değmeden yapılan üretim “bereketsiz” olur.

El öpmek “rükû provası”dır.

El’in işlevi azaldıkça, rûhun işlevi de azalır.

El-âlemin ne dediği değil, el-Âlim’in ne dediği önemlidir.

Eleştiri ve îtirazda bulunmayanlar, isyân etmeyenler ve sövmeyenler, bir-zaman sonra her-şeyi hoş görmeye başlarlar.

Eleştirmediğinde ve eleştirilmediğinde doğru yada yanlış bir düşünce ve davranış kişide ve toplumda yer edip yerleşir. Böylece o düşünce ve davranış kişinin yada toplumun huyu olur. 

Elimizi ateşe tuttuğumuzda yanan elimizin sorumlusu biziz ama, ateşin yakması da bir “kader”dir.

Elmas-pırlanta yüzük ve takı takmak câiz değildir.

En ağır kölelik, “ihtirasların kölesi” olmaktır. 

En büyük tecâvüzcü “şeytan”dır. Ruhların ırzına geçer.

En çok süslediğiniz şey, bağlı olduğunuz şeyi gösterir.

En doğru amel ve iş, Google’ın ve Youtube’un kaydettiği değil, Allah’ın kaydettiği iş ve amellerdir.

En güçlü devlet, insanın yaratılıştan gelen özelliğini destekleyen ve geliştiren devlettir. 

En güçlü söz “en samîmice edilmiş olan söz”dür.

En güzel amel, “yarım bırakılmayan amel”dir. Bir şeyi yarım bırakmak, “o şeyi hiç yapmamak” gibidir.

En hızlı iletişim, kulun Allah’a elini açtığı anda olur.

En iyi beslenme-şekli, “kendi ürettiğini yeme” şeklindeki beslenme-şeklidir.

En iyi kadın “ayaklarının üzerinde durmasını bilen kadın” değil, “götünün üstünde oturmasını bilen kadın”dır.

En iyi stres ilacı topraktır.

En iyi ve doğru ticâret, hem satıcının hem alıcının memnun olmasıyla sonuçlanan ticârettir.

En kadim soru; “nereden geldik nereye gidiyoruz” sorusudur. Bunun cevâbı gâyet basittir: “Nereden geldiysek oraya gidiyoruz”.

En kârlı şey, “suç”tan kazanılan paradır.

En saf ideâlin bir aşağı ideâli de ideâldir düşüncesi, tâvizin ilk aşamasıdır.

En sıkı tâkipçilerim Kirâmen-Kâtibîn melekleridir.

En takvâlı kişi, hayâta en çok müdâhale eden kişidir.

En zor yada en kolay olan şey, domino taşının ilki devrildiğinde, diğerlerinin de peşinden devrilmeye başlamasıdır.

Erkeğin kadınlaşması ve kadının erkekleşmesi yâni cinsiyet eşitliği, “insanın yozlaşması”dır.

Erkek için ona gerçekten yakın olan iki kadın vardır: 1-“İçinden çıktığı” kadın, 2-“İçine girdiği” kadın.

Erkekler bu dünyâya, sürekli olarak kadınları ve kızları memnun etmek için gelmemişlerdir. Zâten bu hem Dünyâ’da hem de âhirette mümkün değildir. Zîrâ bir kadının tam anlamıyla memnun edilmesi imkânsızdır. Hz. Havvâ’dan bêri bu dünyâdan tam bir menûniyetle memnun olarak göçüp giden bir kadın olmamıştır. Cennette sonsuz nîmetler içindeyken bile yetinmeyip ve memnûn olmayıp da “yasak ağacı” taşlayan bir varlıktan bahsediyoruz.

Eskiden “açlık içinde tokluk” vardı; şimdi ise “tokluk içinde açlık”..

Eskiden “eskime” diye bir şey yoktu yada her-şey çok yavaş eskirdi.

Eskiden “yağmuru melekler indiriyor” denirdi, şimdi ise yağmuru melekler değil, bâzı bilimsel açıklamalarla îzah edilmeye çalışılan (ama edilemeyen) “mekanik etkileşimlerin sonucunda iniyor” deniyor. “Yağmurun meleklerle irtibâtı kesildiğinden bêri zarar verici olmaya başlaması bundan dolayı mıdır?” diye sorup duruyorum.. 

Eskiden insanların “kötü ruhları kovmak” dediği şey bugün “negatif enerjiyi atmak” demektir.

Eskiden karınlarını zor doyuran köleler evlenemezlerdi, şimdi de modern köle olan asgarî ücretliler evlenemiyorlar.

Eşcinsellik, bozuk âile yapısından kaynaklanır. Eşcinselliğin artması, modern âilenin laçkalaşmasının bir sonucudur.

Eşekler ikiye ayrılır; 1- Normâl semer vurulmuş eşekler, 2-Altın semer vurulmuş eşekler.

Eşitliğin önündeki en büyük engel “elitler”dir.

Eşyânın hakîkatini araştırmak, eşyâyı olduğu gibi kabûl edememektir.

Etkili uyarı, dinlenilmediğinde “etkili azâp”la sonuçlanır. Uyarının şiddeti, azâbın da şiddetini belirler.

Evde karılarını bile yönetemeyenlerin, memleketi ve Dünyâ’yı yönetmesini beklemek ağır bir ahmaklıktır. Allah ise tüm kâinâtı kusursuz bir şekilde yönetmektedir.

Evinin damı akarken tatile çıkanlar kafayı yemiş manyaklardır.

Evlere kedi-köpek doldurulunca o evde çocuk bakılmıyor.

Evlilikte “beden uyuşması” değil, “fikir ve inançların uyuşması” önemlidir.

Evlilikte amaç, sevişmek değil sevmek olmalıdır, çünkü şarkıda denildiği gibi: “sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakîka”.

Evliyâ; “hayâtı iyi gözlemleyen kişi”dir. Yoksa olağan-üstü bir durum yoktur.

Evrendeki materyâller evren düzenine uymadıklarında ne olursa, insan da İslâm’a uymadığında o olur.

Evrensel değerler ve doğrular, sâdece “Kur’ân’ın doğruları ve değerleri”dir.

Evrimcilik, “gericilik”tir.

Ey Hârûn!; sen “Allah” değilsin!.

Ey Mehdi bekleyenler!; o 1.400 sene önce gelmişti.

Eyleme dönmeyen bilgi kibre döner.

Eyleme geçmeyen bilgi, değersizleşip dönüşmeye mahkûmdur. Tabi bu-arada sâhibini de dönüştürüp değersizleştirir.

Eylemini yapmaya götünüzün yemeyeceği şeyin, muhabbetini de yapmayın.

Fâhişeliğin iki kötülüğü vardır; hem meşrû olmayan ve günah olan bir şeyi yapmak, hem de bunu “para karşılığında” yapmaktır. Çünkü bu, kişinin bedenini paradan daha değersiz görmesi anlamına gelir.

Fâizde bir “sermâye birikimi” vardır.

Fakirlik, “uygun eşyâ ve gıdâdan mahrûm olmak” demektir. 

Farkında olmadığınız bir hatâ yapıyor olabilir misiniz?

Farklı bir şey söylemeye yada yapmaya gör, hemen: “bu devirde/bu zamanda böyle şey olur mu?” diyorlar. Ne var amına koyayım bu devirde!. Bu devrin ta amına koyayım, şerefini sikeyim bu devrin. Adamlar Allah’a değil de devire-zamâna tapıyorlar. 

Fâtih, İstanbul’u 21 yaşında çok gençken almıştı. Peygamberimiz zamânında Medîne’ye dâvetçi olarak gönderilen Mu’sab bin Umeyr 17 yaşındaydı. Muaz 19 yaşındayken Yemen’e vâli olarak gönderildi. Üsâme 20 yaşındayken İslâm ordusunun başkomutanıydı. Şimdiki gençlere bakıldığında kıyas bile yapılamıyor.

Fazla dünyâlık, fitne ortaya çıkarır.

Felsefe ve bilim, küçük mekanların ve küçük devletlerin işidir. İmparatorluklarda ve büyük devletlerde felsefe ve bilim olmaz yada çok da abartılmaz.

Felsefe, “Allah’ı hesâba katmadan” düşünme, konuşma ve yazma sanatıdır.

Felsefe, bir “söz tapıcılığı”dır.

Felsefe, eyleme dönük değildir. O yüzden İslâm’da temel bir konu değildir.

Felsefe’nin götünü yırtarak anlattığını din kolayca anlatabilir.

Felsefenin, kelâmın ve tasavvufun zor anlaşılmasının nedeni, “hakîkati ifâde etmediği için”dir. Hakîkat “apaçık olan”dır ve bu nedenle de çok kolay anlaşılır. Kolay anlaşılmayan şey ya hakîkat değildir yada hak ile bâtılın karıştırıldığı bir şeydir.  

Feminizm bir “erkek kompleksi”dir.

Ferrari’ye binmektense eşeğe binmeyi tercih ederim. 

Fetih, toprakların ve gönüllerin birlikte kazanılmasıdır. Gönüller kazanılmadığında işgâl oluyor.

FETÖ’nün “hizmet” dediği şey; İsrâil, ABD ve FBI  tâlimatlı “mecbûri hizmet”tir.

Fıtrattan gelen iyi huydan ziyâde, “sonradan kazanılan iyi huy” önemlidir.

Filozoflarla peygamberler arasındaki fark, filozofların “örnek alınamayacak kişiler” oluşlarıdır. Peygamberler ise, bir örneklik ortaya koymak için seçilip gönderilmişlerdir. 

Fizik kânunları, Allah’ın doğaya koyduğu kânunlardan (sünnetullah)tan başka bir şey değildir.

Fizîki sağlığımızı bozan her-şey, mânevi sağlımızı da bozar. Fakat bu zarar, sâdece fizîki varlığımız üzerinden söz-konusu ediliyor.

Fotoğrafladığımız şeyler aklımızdan çıkar.

Futbolda “iyi oynayan kazansın” sözünün perdelediği asıl söz, “parası çok olan kazanır” sözüdür.

Gariban, “maddî kriz” yaşamaz. Zîrâ o, sürekli olarak maddî yokluktadır.

Garibanın para kazanması zorlaştıkça, zenginlerin para kazanması kolaylaşır.

Garibanlar en yoğun olarak, zenginlerin bol olduğu yerlerde bulunurlar.

Gayb ile ilgili yapılan her yorum fitne üretir, ifsâd eder ve sapkınlığa yol açar.

Gayba konusunda “gayba îman etmek” yerine “gaybı anlayıp açıklamaya çalışma” yoluna girmek, “gaybın mahremine girmek” demek olacağı için, kişiye “îmânî zarar” verir.

Gayr-ı İslâmî sistemler, dış âlemi düzenleseler de, iç-âlemleri darmadağın ederler. Batı, her zaman bir “iç düzensizlik” ile mâlûldür. 

Gayrı İslâmî sistemlerde daha fazla yiyip-içenler, daha az yiyip-içenlere üstün tutulurlar. İslâm’da ise üstünlük takvâdadır.

Gayri İslâmî siyâset ve siyâsetçiler; küresel sermâyedarları, tâğutları ve dolayısı ile “şeytanı râzı etmek” ile görevlidirler. Tüm çabaları bunun içindir.

Gazze olayı genel anlamda tüm dünyâ insanlarının, özel anlamda ise müslümanların bitmişliğini göstermiştir-göstermektedir.

Geçmişe mi gitmeyi istiyorsunuz?, bu çok kolay; hatırlayın yeter.

Geçmişe sövmeden modern olamazsınız, olunamaz. Zîrâ modernizm, geçmişe sövüp-saymanın sistemli hâle getirilmesidir.

Geçmişi inkâr eden modern müslümanlar, aslında “müslümanların geçmişini” inkâr etmekte, fakat “modernitenin geçmişini” ise taklit etmektedirler.

Geçmişle ilişki “okuyarak”; gelecekle ilişki “yazarak” kurulur.

Geçmiş-zaman yada gelecek-zaman diye bir şey yoktur, bunların sâdece bilgisi vardır. Zaman her zaman “an”dadır.

Geleceğin geleceği garanti değildir.

Geleneğe çatmak, küresel güçlerin müslümanlara, okları kendi üzerlerinden çekmek adına tanıdığı -güyâ- eleştiri hakkı olarak bir plân ve projedir.

Geleneği inkâr, yeni geleneğe tapımı hemen ardından getirir.

Geleneğin yozlaştırıcı etkisi yanında, her kafadan ayrı bir ses çıkmasını önleyici bir etkisi de vardır.

Gelenek eleştirisi de olmasa müslümanlar işsiz kalırlardı.

Gelenek ile moderniteden birlikte kurtulmadan ikisinden de kurtulunamaz.

Gelenek târihte yaşanmış alışkanlıklar değildir. Gelenek ya ilâhî yada şeytânî, nefsî ve tâğûtîdir. Üçüncü bir şık yoktur. İslâm geleneği Sünnet’tir. İslâm’ın geleneği “vahye dayalı olan Sünnet”tir (Ahzâb 21) .  

Gelenekçiler, geleneğin yozlaşmış tarafına “mest” olurlarken; gelenek düşmanları da, geleneğin yozlaşmış tarafına “düşman” oluyorlar.

Geleneksel toplumda bilgelik yaşlılardayken, modern toplumda gençler, modernitenin etkisiyle yaşlıları “bunak” olarak görmektedirler. 

Gelişmiş ülkelerin insanları ile geri kalmış ülkelerin insanları arasındaki fark; geri kalmış ülkelerin insanları “amatörce” kandırılırken, gelişmiş ülkelerin insanlarının ise “profesyonelce” kandırılmasıdır.

Gençlere adanmayı öğretmezseniz, öğreteceğiniz diğer şeyler bir işe yaramaz.

Gençliğin enerjisi, kreşlerden başlayan ve ana-okulla devâm edip üniversite ile sonlanan “eğitim” ile etkisizleştiriliyor.

Gerçeği bulmaktan ziyâde, onu iyi yönde kullanmak önemlidir.

Gerçek iyilik, ahlâk ve adâlete ancak, Allah korkusu ve âhiret endişesi ile ulaşılabilir. 

Gerçek olan şeyler, “yaşanmış” olan şeylerdir.

Gerçekleşmiş olan her-şey hakîkat değildir, o-hâlde her gerçek hakîkat değildir. Hakîkat, haktan gelen ve hak ile bağlantılı olandır.

Gereğini yapmadıktan sonra Kur’ân’ı Arapça olarak seslendirmekle Türkçe olarak seslendirmek arasında fark yoktur:

Gericilik kötüyse, ilericilik de kötüdür. Gericiliğin kötü, ilericiliğin ise iyi olduğunun delili nedir ki?. İslâm vasat ümmet ile “orta ve dengeli yol”dur.

Gerilla ile, yine başka bir gerilla dışında kimse başa çıkamaz. Zîrâ yerleşik olanlar hareketli olanlarla başa çıkamaz.

Gevezelik âlimlik değildir.

Giderken arkamı dağınık bırakmak istemem.

Göçebelikten yerleşikliğe geçildikçe, etten sebzeye doğru bir geçiş olur.

Gökdelenlerde oturup da her-şeyi tepeden izleme isteği, “Allah’lık taslamak kibri”dir. Ay’a bile gidilme isteğinin ardında bu vardır.

Gökler, sekülerleşmeye ve modernleşmeye izin vermez. Göklerde lâiklik yoktur.  

Gökleri kim yönetiyorsa, yeryüzünü de o yönetmelidir. Aksi-hâlde kaos kaçınılmazdır.

Göklerin hükümdârı olan Allah, “yeryüzünün de hükümdârı” olmadıkça Dünyâ zulümden kurtulamaz.

Gökten inmiş yasalar, götten çıkmış yasalardan elbette üstündür.

Gönülleri yada beyinleri dar olanlarla yaşamak çok zor olur. Hele ikisi birlikte ise.. eyvaaahh!.

Görülen şey îmânın konusu olmaktan çıkar.

Göt, ağzından (deliğinden) çıkan sözü/sesi bilmez. Nice “göt”ler de var ki ağzından çıkanı bilmiyor.

Göz alışınca, beyin kabûllenir.

Göz-ardı ettiğimiz şeyler bir-gün mutlakâ karşımıza çıkacaktır.

Greko-Romen uygarlık ve onun uzantısı modernizm, Allah’a inanmaktan vazgeçip, dört elemente inanma uygarlığıdır.

Güç, korkaklığı da yanında getirir. Zîrâ Allah’ın gücünden başka hiç-bir güç “mutlak güç” değildir.

Güçlü olmak, “mutlu olmak” demek değildir.

Güdüleri baskılamamak “hayvâniyetten” kaynaklanır.

Günah işlemek, “başını belâya sokmak” demektir.

Günah işlemeyi kafasına koymuş birini günah işlemekten döndürmek çok zor bir iştir.

Günah öyle bir şeydir ki, günaha girme olasılığı ve hayâli bile insana zevk verir.

Günah, kesintisiz sürdürülebilir bir şey değildir. Bir noktadan sonra cezâ yetişiverir.

Günahkârlar “günahsız alan”dan nefret ederler.

Günahta ısrar günahkârlığa yol açar.

Güncele göre yapılan değerlendirmelerin iki-üç günlük ömrü vardır.

Günde 40 kere okunan “iyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” sözünün ne anlama geldiğini bilmeyenler, Allah’tan başka herkesten ve her-şeyden medet beklerler.

Gündeme göre değerlendirme yapanlar, bir-süre sonra gündemi dinleştirirler.

Gündemi Kur’ân olmayanlar, “dayatılmış gündemler”e mahkûm olurlar.

Güneş’in doğuşunu izlerken kazanılan bilgi, Güneş hakkında okuyarak elde edilen bilgiden daha doğru ve daha üstündür.

Günümüz müslümanlarından şikâyet eden modernler bilsinler ki, modern müslümanları yetiştiren İslâm Dîni değil, lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist-modern ideolojiler ve düşüncelerdir. 

Günümüzde câmi yaptırmak yada câmi yapmaya destek vermek câiz değildir. Çünkü bu câmiler dinsiz-lâik devletin kurumları olacaktır.

Günümüzde çocuklar ve gençler bir nebze ana-dili konuşuyorlar ama “anne dilini” neredeyse hiç konuşamıyorlar.

Günümüzde spekülatif değer en yüksek değer olarak görülmektedir.

Günümüzden geriye Âdem’e kadar giden “babadan-oğula” bir soy yoktur.

Güzel deyince eskiden ahlâklı ve karakterli olan anlaşılırdı. Şimdi ise “seksî olan” anlaşılıyor.

Güzel olan sağlıksız olur, çünkü güzeli güzel yapan onun naifliği ve kırılganlığıdır.

Güzel, çirkin tarafından sürekli rahatsız edilir. Fakat güzelin güzelliği böylece tescillenmiş olur. Güzel, çirkine muhtaçtır.

Güzellik hastalıktır. Lâle bir üfürükle dağılıverir, dikene ise bir şey olmaz.

Ha bire “Kur’an’ı anlama” peşinde koşuluyor. Okunuyor okunuyor ama bir türlü anlaşılamıyor. 1.400 yıldır 360.000 bin kez tefsiri yapılan Kur’ân anlaşılamadı gitti. Ulan ne zor, ne anlaşılmaz bir kitapmış bu böyle.. Yok yok; öyle değil. Kur’ân’ın “yap” dediğini yapmak istemeyenler yada yapmak istemeyenler, yâni aslında “yapmamak için” sözde “Kur’an’ı anlama” yoluna düşmüşlerdir. Kur’ân’ın nasıl anlaşılacağını daha doğrusu nasıl idrâk edileceğini mi soruyorsunuz?. Kur’ân en iyi şekilde, bir zulme “dur” derken anlaşılır. Can boğaza gelip dayanmışken anlaşılır: “Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22).

Ha-bire bir şeyler istiyoruz. Fakat hiç-bir şey yapmıyoruz.

Haddini bilmeyen, rabbini bilemez.

Haddini bilmeyenler her-şeyi bilmek isterler.

Hadis, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, sünnet ise “fiîli açıklaması”dır.

Hafif boyunduruklar da “boyunduruk”tur.

Hak din, her şartta -kısmen de olsa- sürdürülebilir olandır.

Hak dîni belirleyen şey vahiydir, mevcut zaman (konjonktür) değil.

Hak ile bâtıl karışınca o şey “bâtıl” olur.

Hak ve hakîkatin hâkim kılınması için yeryüzünde kurulması şart olan İslâm Devleti, “göklerde kurulmuş olan İslâm Devleti”nin bir iz-düşümü olacaktır. Böylece göklerde olduğu gibi yeryüzünde de her-şey yaratılışına uygun olarak hareket edecektir.

Hak yola girmemenin yada hak yoldan çıkmanın Dünyâ’daki cezâsı, “bâtıl yolu hak zannetmek”tir.

Hakîkat ancak ve ancak Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir, “sosyâl medya-merkezli” olarak değil.

Hakîkat aşırı bilgiyle perdeleniyor.

Hakîkat deney ile ortaya çıkarılamaz.

Hakîkat, “Kur’ân’dan çıkarılan”dır, “Kur’ân’a giydirilen” değil.

Hakîkat, “reyting”in gösterdiği değildir.

Hakîkat, kendisine sâhip çıkmayanı terk-eder.

Hakîkati sert sözlerle söylemek onun hakîkat olduğunu değiştirmez. Fakat hakîkatin têsir etmesi için onu güzel bir dille söylemek gerekir.

Hakîkatin bâzı bedelleri vardır. O bedellerden biri de “yalnızlaşmak”tır.

Hakîkatin deneyi olmaz.

Hakîkatin peşine düşmeyen insanlar, masal ve mitolojiye ihtiyaç duymaya başlarlar.

Hakka bâtılın karıştırılması, hakkın hiç olmamasından daha kötü sonuç verir.

Hakka inanmamanın kaçınılmaz sonucu “bâtıla inanmak”tır.

Hakkı söylemenin her zaman bir bedeli vardır. Bu bedel “işin rajonu”dur. Bu bedelle karşılaşmayanlar “hakkı apaçık bir şekilde söylemiyorlar” demektir.

Hakkında bilgi sâhibi olmadığınız bir şeyi göremezsiniz. Görseniz bile anlam veremezsiniz.

Hakkıyla kıyâma durmak, kişiyi kıyâm etmeye yönlendirir. Kıyâm etmek, kıyâmetin provasıdır. 

Hakkıyla yapılan ev-hanımlığı, “kadının çalışması”ndan üstündür. Kadının (mecbûren yada isteyerek) ev-hanımlığını bırakıp dışarıda çalışmaya başlaması, daha düşük bir makam ve mevkîyi kabûl etmesi demektir. Allah’ın kadınlara verdiği makam ve mevkî yerine, modern sistemin kadınlara önerdiği makam ve mevkîyi tercih etmek elbette “daha düşük bir makâmı ve mevkîyi kabûl etmek” demektir. 

Hal(â)k eden, aynı-zamanda helâk de eder.

Halk, parayı ve silahı yâni gücü tâkip eder. Değerlendirmesini ise, yaşadığı mekânın ve kullandığı araçların değişimine göre yapar.

Halk, sermâyedarı, sermâyedar da devleti besler.

Halkın “büyük” saydığı meşhûr evliyâlar(!), işlerini hep kerâmetle yapmışlardır. Çünkü kerâmetten başka somut olarak yaptıkları bir şey yoktu. İki taşı üst-üste koymaktan âciz olanların ünleri, sözde “gösterdikleri kerâmetleri” nedeniyledir.

Halkın büyük kesimi, teoriden ziyâde pratik örneklere ihtiyaç duyar ve ona göre hareket eder.

Hangi alanda olursa-olsun, hiç-bir araştırma sonuçlandırılamaz. Çünkü insan ve akıl, iknâ olabilen bir şey değildir.

Hangi devirdeyiz sözü, tüm devirlerin ortak sözüdür.

Haram ve günahı televizyondan izleyince o şey haram ve günah olmaktan çıkmaz.

Haramdan gelen bir malı dağıtmak düşüncesi, “haramı dağıtmak ve yaygınlaştırmak” anlamına gelir.

Hareket yoksa hiç-bir şey yoktur.

Hareketi olmayan şeyin zamânı yoktur. Hareketsizlikte zaman yavaş akar yada hiç akmaz.

Hareketin olduğu yerde sonsuzluktan bahsedilemez. Hareket mutlakâ bir-zaman önce başlamış ve bir-zaman sonra bitecektir.

Harem bozulunca devlet bozulmaya başlar.

Hârûn varken Samîri’ye uyma!.

Hârûn’a câiz olmayan şey, Kârun’a da câiz değildir.

Hasta kişi için hastalığın kötü yanı “hastalığı çekmek”ten ziyâde, hastalıktan dolayı birilerine muhtâç olmaktır.

Hastalık ölümün başlangıcıdır.

Hastâneler insanları “yaşatmak” için değil, “öldürmemek” için uğraşıyor. Oysa ölmemek “yaşamak” demek değildir.

Hatırladığın fotoğrafı, baktığın fotoğraftan daha iyi bilirsin.

Havalar düzelmedikçe hiç-bir ilaç romatizmayı tam düzeltemez.

Hayat Eve Sığar (HES) söylemi “sâdece kadınlar için” uygun bir söylemdir. 

Hayat önemli bir işi başarmaya yetecek kadar yeterli ve uzun ama boş-boş yaşamak için çok kısa bir süredir.

Hayat, İslâm’dan başka hiç-bir dîne, düşünceye, ideolojiye, sisteme ve akıma gerçek anlamda hayat-hakkı tanımaz. Zîrâ hayat ancak İslâm ile uyumludur. İslâm’dan başka hiç-bir şeyin hayatta gerçek anlamda bir karşılığı yoktur. 

Hayat, sünnetullah ve imtihanın gereği olarak iyiliği-kötülüğü ve yarârı-zarârı ile iç-içedir. Hayattan ne kadar iyilik ve yarar beklerseniz, yanında kötülüklerle ve zararlarla birlikte gelir. Kötülüğün ve zarârın az olmasını istiyorsanız, hayattan çok da fazla bir şey beklememeniz gerekir.

Hayâta doğmak, “ölüm sırasına geçmek”tir.

Hayâta dönmeyen ve hayatta hâkim olmayan din “afyon” hâline gelir.

Hayatı anlamlandırmak için Kur’ân ve Sünnet yetmiyorsa hiç-bir şey yetmez.

Hayâtı olduğu gibi kabûl edemeyenler yada etmek istemeyenler, -boşu-boşuna- hayâtın kabûl edebilecekleri derin anlamlarını arıyorlar.

Hayâtın ne kadar üstüne giderseniz, hayat da o kadar sizin üstünüze-üstünüze gelir.

Hayâtın sigortası yapılamaz. Ölüm karşısında hiç-bir sigorta işe yaramaz çünkü.

Hayâtınıza anlam katan bir şey yoksa, bir hedef, ideâl ve amacınız yoksa; siz bir hayvansınız. Hattâ hayvandan da aşağı.

Hayâtınızdan memnun değilseniz, hayâtı şekillendiren etkenlerden de memnun olmamanız gerekir.

Hayatlarındaki düzeni çok zor sağlayabilenlerin düzeni, en küçük bir etkende çok çabuk bozulur.

Hayatlarının hiç-bir alanına Allah’ı karıştırmayanların, sâdece Allah’ın çözebileceği bir sıkıntıda O’na dönmeye ve yönelmeye yüzleri ol(a)maz. 

Hayatta sâdece yemek yemekten zevk alıyorsanız, psikolojiniz bozulmuş demektir.

Hayvan “hayvan”dır. Hayvanın hayvanlıktan daha üstün bir tarafı yoktur.

Hayvanat bahçeleri aslında “hayvanat hapishâneleri”dir.

Hayvanlar yeni bir şey öğrendiklerinde onu davranışlarına yansıtırlar.

Hayvanlar, artı bir bilgiye sâhip olmadıkları hâlde yapmaları gerekeni dört-dörtlük yapıyorlar.

Hayvanlar, kendileri gibi hareket etmeyen, kendileri gibi davranmayan ve kendilerine ayak uydur(a)mayan üyelerini sürüden uzaklaştırır ve terk-eder.

Haz ile anlam aynı-anda birlikte bulunmaz. Hazza yöneldiğinizde anlamdan, anlama yöneldiğinizde de hazdan vazgeçmeniz yada en azından bunlardan biraz kısmanız gerekir.

Haz, hiç-bir zaman gerçek bir tatmine ulaştırmaz.

Hazırlanmak değil, “zâten hazır olmak” önemlidir.

Hazlar geçicidir, acılar kalıcıdır.

Hedef, anlamak değil, yapmaktır. Derinlemesine anlamadan “yapmak”, derin bir şekilde anlayarak “yapmamak”tan kat-kat üstündür.

Hedefi olmayanlar “hedef” olurlar.

Helâl olmazsa “helâ” olur. Helâl yemeyenler helâk olur.

Helenizm bir “Güneş tapımı ve dîni”dir.

Helenizm, “antik modernizm”dir.

Hem devleti hem de halkı aynı-anda kalkındırmak ancak İslâm-merkezli yönetimlerde olabilir.

Hem îman edip hem de hiç-bir şeye karışmamak mümkün değildir. Îmânın derecesi, olaylara müdâhil olmanın derecesini belirler.

Hem moderniteyi savunmak hem de lüksü kötülemek yada “lüksü severken moderniteye düşman olmak” bâriz bir cehâlettir. Zîrâ modernlik “lüks” demektir. Modernite “lüks” ile ayakta durur.

Her beşerî ldeoloji kendi cüz-i toplumunu oluşturur. Ülkede ve devlette suyun başını işte bu cüz-i toplumun üyeleri tutar. O yüzden “yeni ideoloji” demek, bu “cüz i toplum” demektir. Kânunlar-kurallar kâğıt üzerindeki boş laflardır. Önemli olan ideolojiyi ve de devleti sâhiplenen bu cüz-i toplumu ber-tarâf etmektir.

Her cezâ “günahın kendi türünden” olur. Günahların cezâsı olan koranavirüs, “cezânın virüs şekli”dir. 

Her düşüncenin hayatta ille de bir karşılığının olacağı garanti değildir. O hâlde, “hayatta bir karşılığı olan düşünceler” insanları etkiler.

Her enstrümanda potansiyel bir düşünce vardır. O enstrümanı çalanlarda o düşünce açığa çıkmaya başlar.

Her gün aynı şeyleri yapmak dikkat çeker.

Her hadis, hadis-i Şerif değildir.

Her inançlı olan îmanlı değildir, fakat her îmanlı olan inançlıdır.

Her istediğini yaparak ve her istediğini vererek nefsinizi uslandıramaz ve iknâ edemezsiniz. Nefs gücünü, kışkırtılmaktan alır.

Her kültürün kendi kültürüne uygun rüyâsı vardır. İnsanlar, başka kültürlere uygun rüyâlar gör(e)mezler.

Her ne kadar tersini söyleseler de, insanlar duygudan uzaklaşıp aklını ve zekâsını geliştirdikçe, insanlara ve doğaya verdiği zarar artmıştır.

Herkes bağlı bulunduğu dînin çıkış-yerine gitmek ister. Hac budur. Bu bağlamda mü’minler Mekke-Medîne, lâikler ise Fransa-Paris’e giderler.

Herkes bir şeylere önem veriyor ve onu “olmazsa-olmaz” olarak görüyor da, peki Allah neye önem veriyor ve neyi olmazsa-olmaz olarak görüyor?.

Herkes gibi olmak “olmak” değildir.

Herkes gibi olmak, anlamsız olmaktır. 

Herkes -hâşâ- Allah olsaydı bile, yine de “birinci sınıf Allahlar” ve “ikinci üçüncü sınıf Allahlar” olurdu.

Herkes için “iyi insan” deniyor fakat, târih boyunca kötüler iyilerden çok daha fazla olmuştur.

Herkes inandığı gibi yaşar, sevdiği şeyi yapar. Nasıl yaşadığınız ve neyi yaptığınız inancınızı ortaya koyar.

Herkes Kur’ân’ı kendi gittiği yola göre yorumluyor ve o yorum ona “en doğru yorum” olarak gözüküyor. Çünkü herkes Kur’ân’ı, âit olduğu ve izlediği düşünce merkezinde okuyor ve yorumluyor. Sonra da “en doğru yorumun kendi düşüncesine göre olan yorum” olduğunu zannediyor. Fakat bu yorumlar arasında birbirine % 100 aykırı olan yorumlar da var. O hâlde hangisi doğrudur?. Hepsi de yanlıştır. Çünkü Peygamber’i hesâba katmamaktadırlar. Hâlbuki Kur’ân’ın en doğru yorumunu Peygamberimiz yaptığı gibi, en doğru eylemini de yine Peygamberimiz göstermiştir. Peygamberler zâten bu nedenle gönderilir.

Herkes, herkesin bir-anda tüm bildiklerinden ve inandıklarından vazgeçip, kendisi gibi bilip inanmasını istiyor. Bunu yapmayanları da başlıyor yaftalamaya.

Herkesin diploma sâhibi olması, “insanların yarısının işsiz olması” demektir.

Herkesin, yüzünün dönük olduğu yer, ona göre “ilerisi”dir. Fakat o yer bir başkasına göre ilerisi değil “gerisi” olabilir.

Her-şey Allah olsaydı, Allah “hiç-bir şey” olurdu.

Her-şey, biz “seyrederken” oldu-oluyor.

Her-şeyi bilmeye gerek yoktur. Yeterince bilmek yeterlidir.

Her-şeyi devletten beklemek, “devletin her-şeyi kuşatmasını ve her-şeye hâkim olmasını istemek” demektir. Böylece devlet -hâşâ- Allah’laşır.

Her-şeyi -hâşâ- Allah olarak kabûl etmek, “bilme” diye bir şeyin olmadığını söylemektir. Çünkü bilmek, farklı iki şey arasında olur.

Her-şeyi sorgulamak düşüncesi, materyâlist düşüncenin bir sonucudur.

Her-şeyin atası kendi türündendir.

Her-şeyin bir “hikmeti” vardır ama her-şeyin bir “neden”i yoktur.

Her-şeyin kendi-kendine olduğunu söylemek bir “açıklama” değildir, bir “inanç”tır.

Her-yerde mîde bulandırıcı bir “bilmişlik” var.

Hırsızlık diye bir şeyin olması hırsızlığı meşrûlaştırmayacağı gibi; ibnelik diye bir şeyin olması da ibneliği meşrûlaştırmaz. İbnelik, “ibnelik”tir.

Hırslı olmanın bedeli, hırslı kişinin hedefine ulaşamadığında ve bir umut kalmadığında kısa sürede tükenmesi ve ölmesidir. Hırslı insanlar bir umut kalmadığında çabucak soluverirler.

Hicap’sızlık, “hicapsızlık”tır.

Hiç eleştiri yapmamak, bi-ince münâfıklıktır.

Hiç kimse “zannettiğiniz gibi” değildir.

Hiç kimse Allah’tan daha fazla; şefkatli, merhâmetli ve sevgi sâhibi ve de celâlli, şedid ve cezâlandırıcı olamaz.

Hiç kimse bir metni, yazarından daha iyi anlamış olamaz.

Hiç kimse size Allah gibi merhâmet edemez.

Hiç kimse ve hiç-bir şey Allah’tan daha iyi-kaliteli ısıtamaz ve serinletemez.

Hiç tanımadığı kimseler hakkında ahkâm kesenler, müneccimlerin “öptükleri” kişilerdir.

Hiç-bir bok bilmeyenler, her-şeyi bildiğini zannederler.

Hiç-bir deney doğal değildir.

Hiç-bir garanti, Allah’ın verdiği “mutlak garanti” gibi olamaz. Mutlak garanti, “mutlak güven” de demektir.

Hiç-bir profesyonel çocuk bakıcısı, o çocuğa annesinden daha iyi bakamaz.

Hiç-bir sorun, “zorla(n)madıkça” üstesinden gelinemez.

Hiç-bir şey kendi-kendine olmaz. Korona-virüs ya “günahların cezâsı olarak” Allah tarafından, yada “ahmaklıkların cezâsı olarak” tâğutlar tarafından çıkarılmıştır.

Hiç-bir şey, “sandığınız gibi” değildir.

Hiç-bir şey, yaşanmadıkça “tam-anlamıyla bilinebilir” değildir.

Hiç-bir şeyden vazgeçemeyecekseniz eğer, İslam’ı meşgûl etmeyin.

Hiç-bir şeye karşı çıkmayacaksanız, sizin Kur’ân ile bir işiniz olamaz.

Hiç-bir şeyin varlık nedeni, o şeyin temel yapı-taşları değildir.

Hilâfet bir isyan ile saltanâta dönüştü ve saltanâtın türevleri hâlâ yönetimde. Yine bir isyanla hilâfete dönmek gerekir. Bu hilâfet, “Kur’ân hilâfeti”dir.

Hiroşima ve Nagazaki, İslâmsızlığın dolayısıyla vicdansızlığın bir göstergesidir.

Huzurlu olmak istiyorsanız “huzur”da olun.

Hz. Âdem ve Havvâ’dan bêri Dünyâ’da 100 milyarın üstünde insan yaşamış ve bu insanların hiç-biri de ölmeyi istememiş yada ölmekten korkmuştur.

Hz. Hatice üzerinden kadının çalışması istismâr ediliyor. Hâlbuki o, pasif şekilde ev-merkezli bir ortaklık kuruyordu.

Hz. İbrâhim’in babası, İbrâhim’i putlara kurbân edip ateşe atmak isterken, Hz. İbrâhim, oğlu İsmâil’i, Allah’a kurbân etmek istemişti. Babası ile arasındaki fark budur.

Hz. Mûsâ’nın âsâ ile denizi yarmasına “hurâfe” diyor, fakat, “evrim” ile kıllı bir gorilin, bakınca insanın içinin yağını eritecek bir dilbere dönüşmesine “bilim” diyor. Hurâfe “modern” olunca hurâfe olmaktan çıkmaz.  

Hz. Nûh, yağmur, sel ve fırtına çılgınca Dünyâ’yı kuşatırken bile gemiye bindirmek için kırk kişiden başkasını iknâ edemedi. Buna oğlu bile dâhildi.

Hz. Ömer’e söylenen: “Doğru yoldan saparsan seni kılıcımızla düzeltiriz” sözünü söyleyip duranlar, halkı kılıçla düzeltenleri alkışlıyorlar.

Ilıman iklim-coğrafya ve bolluk, insanı yumuşatır ve yumuşayan insan da tâvizkâr düşüncelere kapılır. Bu düşünceler en sonunda Allah’sız düşünceler ortaya çıkarır.

IQ’nun derecesi önemli değil, îmânın derecesi önemlidir.

İbâdet; bütün kâinatla birlikte “Allah’ın kânunlarına boyun eğme”nin fiîli şeklidir. Secde etmeyenler, Allah’ın kânunlarına boyun eğmekte zorlanırlar. 

İbneliğin olduğu yerde kadın “ihmâl ediliyor” demektir. İhmâl edilen kadın bunun acısını, “lezbiyenlikle” ve “ibneliği desteklemekle” çıkarı(yo)r. 

İctihad hiç-bir zaman boş bırakılamaz. Boş kalınca onu mutlakâ birileri doldurur.

İctihad kapısı, sünnîlikte kapanmıştır ama şiîlikte kapanmamıştır.

İctihad kapısının kapanmasına neden olan şey, “korkak âlimler” ve “zâlim yöneticiler”di. Şimdi de, ictihad kapısının açılmasına mâni olanlar aynı kişilerdir.

İçeriden yıkılan, dışarıdan tâmir edilemez.  

İç-huzûru olmayanlar, “dış-huzûr(!)” için hazlardan oluşan tamponlara müptelâ olurlar.

İçiniz cehennem ateşiyle kuşatılmışken, dışınızı (Dünyâ’yı) cennete çeviremezsiniz.

İçinizde bir şey yoksa, dışınıza da bir şey çıkmaz. Yada dışınıza bir şey çıkmıyorsa içinizde bir şey yok demektir. 

İçtihad kapısının kapandığını söyleyenler, dînin babalarının malı olduğunu söylemektedirler.

İfrat ve tefrit, yâni zıt yönlerdeki aşırılık aynı sonuçları verir.

İhlâs ile söylenmeyen söz ve takvâ ile yapılmayan iş etki etmez.

İhtiraslar arttıkça ihtiyaçlar fazlalaşır. Gerçek olmayan ihtiyaçlar yozlaştırır. Ne kadar çok şeye ihtiyaç duyarsanız o kadar çok yozlaşırsınız. Modern dünyânın hâl-i pür melâli bundandır.

İhtiyâca göre değil de ihtirâsa göre olan tüketim, bereketi kaçırır.

İki çeşit dindar vardır: Soyut dindar; somut dindar. Soyut dindarın dîni dardır.

İki çeşit müslüman vardır. 1- Âhireti merkeze alarak İslâm’ı yaşayanlar. 2- Dünyâ’yı merkeze alarak İslâm’ı yaşadığını zannedenler.

İki sorudan “nasıl” sorusuna modern-bilimi de kullanarak (çoğu tutarsız olsa da) bâzı cevaplar verilebilir fakat, “niçin” sorusuna, Allah’ı hesâba katmadan hiç-bir cevap verilemez.

İki tâne cümle kuralım: 1- “Beni hiç kimse eleştiremez”; 2- “Ben âlemlerin rabbi Allah’ım”.. İşte bu iki cümle arasında atom-altı parçacık kadar bile fark yoktur.

İlaçlar vücûda iş bırakmamakla vücûdun işlevini engelliyor.

İlâhi-merkezli olmayan her-şey, çökmeye mahkûmdur.

İlahlarla uğraşanlar “ilâhiyatçı”, sâdece “tek Allah” ile uğraşanlara “Allah’çı” denir.

İlerleme, “insanın ilerlemesi” olabilir. Yoksa insan gerilerken teknolojinin ilerlemesi “ilerleme” değil “gerileme” olur.

İlim ile ameli ayırdığınızda, amelin sağlamasından ve denetiminden uzak kalan bilgi ve mâlûmat, sapıklığa doğru meyleder.

İlim mutlakâ olmalı, ama ilim ile olacak iş değildir bu iş.

İlim, her-şeyi açıklar yada açıklamaya çalışır, fakat sorunları fiîli olarak çözmek için bir devlete ihtiyaç vardır. Bilmek ve yapmanın birlikteliğidir esas olan.

İlimden ve ilim merkezlerinden uzaklaşıldıkça cehâlet ve hurâfe ortaya çıkmaya ve artmaya başlar.

İlk insan diye bir şey yoktur, “ilk âile” diye bir şey vardır.

İlk insanlar, bir erkek ile bir kadın olan Hz. Âdem ve Havvâ idi. Peygamberlik, bir erkek olan Hz. Âdem’e verildi.

İlk önce “modern-bilim virüsünü” soktular zihnimize ve benimsettiler; ardından Korona-virüsü sokmak zor olmadı ve kolayca giriverdi.

İlk önce; “hadisler ve Sünnet Abbasiler’le birlikte 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır, uydurmadır” sözüyle başlayan inkâr, daha sonra “aslında Kur’ân, Muhammed ve İslâm Dîni de 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır” inkârına dönüşmüştür. Zîrâ inkâr başladığı yerde durmaz. 

İlkel dinler bile, “iç”te kalmayıp “dış”a yönelmişler ve dıştaki her-şeyi din ile ilişkilendirmişlerdir.

İmamlar her zaman îmanlı olmayabilir, fakat îmanlılar “imam” olmalıdır.

İmam-peygamber dönemleri hâriç Dünyâ her zaman hânedanlıklarla yönetilmiştir. Şu-anda da yâni modern zamanlarda da bu böyledir.

Îman (inanç değil), bilgiden bağımsızdır. Bu nedenle îmânın ne olduğu, îman etmiş en bilgisiz insan ile îman etmiş en bilgili insan için de aynıdır.

Îman “gayba îman”dır. Bu nedenle kişinin, îmânını ispât etmek hattâ tartışmaya açmak gibi bir mecbûriyeti yoktur.

Îman “kuru îman” değildir. 

Îman arttıkça akıl, akıl arttıkça îman azalır. Îmânın kontrôlünde olan bir akıl “doğru akıl”dır.

Îman edilen şey sorgulanmaz; sorgulanan şeye ise (yeterince yada hiç) îman edilmiyor demektir.

Îman edip-etmemek, “îmânın sorumluluğunu yüklenecek ahlâkî bir sorumluluk alma potansiyelinin olup-olmamasıyla” ilgilidir. 

Îman etmek ve bilmek aynı-anda olmaz. Îman edilen şey bilinemez, bilinen şeye ise îman edilmez.

Îman etmek, hazza ve keyfe “cennete ulaşana kadar” ara vermek demektir. Keyif içinde bir mü’minlik mümkün değildir. 

Îman etmek, lafla olacak bir şey değildir. Lafla olanına “tasdik” denir ki “müslümanım” diyenlerin çoğu “îman etmiş” değil, “tasdik etmiş” müslümanlardır. Îman ediyor olmak, “amel ediyor olmak” demektir.

Îman ile iknâ ve ihyâ olamayan ruhlar, sonsuz deliller arasında boğulmaya mahkûmdurlar.

Îman ile kanıt bir-arada bulunamaz. Îman varsa kanıta gerek yoktur, kanıt aranıyorsa îman yoktur. Anacak kanıt, kâlbi mutmain etmesi için iyidir.

Îman söz ile aslâ ispatlanamaz, îman ancak amel-eylem ile ispatlanabilir.

Îman, “gayba îman”dır. Tasavvuf, “gayba îman”ı kabûl etmeme üzerine kurulmuştur. Gnostisizm budur.

Îman, “icâbında Dünyâ’yı kaybetmeyi” göze alabilmektir.

Îman, akla-mantığa bakmaz. Zîrâ îman, akıl ve mantık üstü olandır.

Îmânın delîli “yaşam-tarzı değişimi”dir. Seküler-modern dünyâda “herkes gibi yaşayanlar”ın îmânı sorunludur.

Îmânın, ispâta ihtiyâcı yoktur.

Îmânınızla kabûl edemediğiniz şeyi, şerefsiz bilim ile kabûl etmeye çalışmak modern bir kâfirlik örneğidir.

İmparatorluklarda ne cumhûriyet olur ne de demokrasi. Cumhûriyet ve demokrasi ,”küçük ülkeler”in yönetim-şeklidir.

İmtihan Dünyâsında yaşamak, “mücâhede-mücâdele içinde yaşamak” demektir.

İmtihan, Allah için vazgeçilmesi gerekenlerden vazgeçip-geçememe denemesidir.

İmtihanlar sürekli güncelleniyor ama müslümanlar kendilerini güncellemiyor.

İnananların çoğunun inandığı şey, -yalan da olsa- “inanmak istedikleri” şeydir. 

İnancın belgesi olmaz.

İnanç, başka bir şeye gerek duymadan ortaya çıkan bir bilgelik sağlar.

İnançsızlık, zavallılıktır.

İnanmak ayrı bir şey, “inanmak istediğin gibi inanmak” ise bambaşka bir şeydir.

İncelemek ve aşırı yorumlamak, o şeyi başka bir biçime sokmak demektir.

İnfâk ettiğinde dağıttığın mallar senin kölen olurken; infâk etmediğinde, dağıtamadığın malların kölesi olursun.

İnkâr etmemek, “îman etmek” demek değildir.

İnkârcıların trajedisi “ölüm gerçeği”dir.

İnsalar ikiye ayrılır. 1-“İmtihan”ın kocattığı insanlar. 2-Hazzın kocattığı insanlar.

İnsan .ikine takmadığı şeyi kafasına da takmaz.  

İnsan “doğuştan müslüman” olur ama “doğuştan mü’min” olamaz.

İnsan “İslâm fıtratına uygun” yaratılmıştır. Doğa da öyle. O yüzden insan doğaya benzer.

İnsan “paranın her kapıyı açtığını” gördüğü ve anladığı zaman bozulmaya başlar.

İnsan ancak mecbur kaldığında “insan” olur.

İnsan anlayamadığında inanmaya başlar. Çünkü inanılacak olan şey anlaşılamaz.

İnsan bir şeyi bilmeye başlayınca, o şeyi öğrendiği gibi uygulayacak diye bir şart yoktur.

İnsan bir şeylerden korkmadan yapamaz. O hâlde fâni olanlardan korkmaktansa, Bâkî olan Allah’tan korkmak en doğrusu ve iyisidir.

İnsan bir varlık hakkında; dokunarak, görerek ve yiyip-içerek edindiği bilgiyi, onu araştırarak ve inceleyerek edinemez.

İnsan bireyselleştikçe şahsiyetsizleşir. Zîrâ insan, nihâyetinde toplumsal bir varlıktır.

İnsan da bir tür hayvansa, o zaman bırakın da güçlüler zayıfları yesin dursun.

İnsan denen mahlûğun en gözüken özelliklerinden biri de; savunamadığı şeyi, yine de kabûl etmekten vazgeçmemesidir.

İnsan en çok neye ihtiyaç duyarsa, en çok o şey için çabalar.

İnsan endişe ettiği şeye bağlıdır. Hayâtını ona göre düzenler.

İnsan görüp-durduğu bir varlığı kusursuz bir şekilde tanımlayamaz. İş bilgiye ve anlamaya dönünce, en basit bir varlığın bile ne olduğu “sorun” hâline geliyor.

İnsan hiç-bir zaman mutlak anlamda bağımsız olamaz. O hâlde ya Allah’a-Kitab’a-Dîn’e, yada şeytana-nefse-tâğuta bağlanacaktır.

İnsan hiç-bir zaman, tam da şu-anki zamâna bakamaz. Mutlakâ bir an da olsa biraz geriyi görür hep.

İnsan için bir şeyin tanımlanabilir ve anlaşılabilir olması, o şeyin “sınırlı” olmasını gerektirir. İnsan (akıl), sınırsız olanı idrâk edemez, göremez ve tanımlayamaz.

İnsan için en uygun olanı, doğduğu yerde yâni memleketinde ölmesidir.

İnsan için sınırsız özgürlük “ağır bir köleliğe” yol açmıştır.

İnsan ilk doğduğundan “İslâmî sermâye” ile doğar. İnsanların çoğu bu sermâyeyi şeytanın yolunda harcayıp tüketirken, pek azı ise Allah yolunda sarf-eder ve ona karşılığı kat-kat verilir.

İnsan kitleleri; hakkaniyetli, net, ve akıllı insanların “2+2=4’tür” sözüne değil; resmî makâmın ve kurumların, lîderin, devletin, sermâyenin, medyanın vs. yâni gücün sözüne aldanarak “2+2=5’tir” sözüne inanırlar ve ona göre davranırlar. Böylece bâtıl “hakîkat” olarak görülür ve kabûl edilir. Üstelik bâtıla “bâtıl” diyenler de gerici, yobaz ve terörist olarak görülmeye başlanır.

İnsan madde-nefs ve ruhtan oluşur. İki taraf da boşluk kabûl etmez. Maddî taraf rûh ile doldurulamayacağı gibi rûh tarafı da madde ile doldurulamaz. 

İnsan ne ile ilgilenirse o yönde gelişir. İnsanın ne yönde geliştiği, neyle çok ilgilendiğini gösterir.

İnsan ne iş yapıyorsa ona benzer.

İnsan ne kadar karaktersizse o kadar çok arkadaşı olur. Facebook karaktersizliğin pazarıdır.

İnsan ya bir iş ile yada “dayak” ile uslanır.

İnsan, “bildiğine” göre değil, “yaşadığına” göre düşünür, konuşur ve edip-eyler.

İnsan, “insanın oğlu” ve “Allah’ın kulu” iken, hristiyanlar insanı; “Tanrı’nın oğlu” ve “insanın kulu” hâline getirmişlerdir. İnsanlara her türlü kulluğu yapanlar, kendilerini “Tanrı’nın oğlu” zannetmektedirler.

İnsan, “psikolojisini din edinmiş varlık”tır. İslâm ise, psikolojileri vahye göre programlayan sistemin adıdır.

İnsan, “tercihlerinin sonucunu yaşayan varlık”tır.

İnsan, “yediğine” benzer.

İnsan, anılarının muhabbetini yapar. Fotoğraf ve video, muhabbeti bitiriyor.

İnsan, baktığı şeyi gözünde büyütür. Baktığı şey, baktıkça farklılaşır.

İnsan, doğduğu ve yaşadığı yerin yiyecek ve içeceği ile beslendikten başka; oranın malzemesiyle evini yapmalı, yine oranın havasını solumalı, oranın kadını ve erkeğiyle evlenmeli ve -kısa ayrılmalar hâriç-, orada doğduğu gibi orada ölmelidir. En doğal olanı budur. İşte modernite bu yaşam-tarzını yıkarak hayat buldu-buluyor.

İnsan, içinde ne varsa dışında onu gerçekleştirir yada gerçekleştirmeye çalışır. En azından bunun hayâlini kurar. 

İnsan, inandığı şey üzerinde sağlam ve istikrarlı duran bir varlıktır. Lâkin genelde yanlış ve sapık şeylere inanır. 

İnsan, incelediği şeyi aşırı araştırınca, o şey o olmaktan çıkar. Meselâ şarabı inceledikçe şarap “şarap” olmaktan ve dolayısı ile haram olmaktan çıkmaya başlar o kişi için.

İnsan, inkâr etmesi gerekirken inkâr etmediği şeyin/kişinin/düşüncenin kulvarına girer ve onunla birlikte koşturmaya başlar.

İnsan, işine gelen bir konuyu, etraflıca düşünmeden konuşur.

İnsan, kendine iyi görüneni “iyi-doğru” gibi görür.

İnsan, mecbûriyet altında yaşamak zorunda olan varlıktır. Bu mecbûriyet ya Allah’ın ortaya koyduğu doğal mecbûriyetlerle, yada beşerin ortaya koyduğu sûni mecbûriyetlerle olur.

İnsan, mesleğine benzer.

İnsan, nesnelere hangi şeyi merkeze alarak bakarsa, o şeyin anlamı ona göre ortaya çıkar. Böylece farklı düşünceler oluşur. Nesneler, tek bir anlam taşıyan şeyler değil, anlamlandırılabilme potansiyeline sâhip olan şeylerdir. Aksi-hâlde herkes aynı anlama ulaşırdı.

İnsan, neye değer veriyorsa, değer verdiği o şeyin mensubudur.

İnsan, okuduklarından ziyâde, yaşantısına göre düşünür.

İnsan, savunduğu bâtıl bir düşünceyi, o şey yüzünden acı azâba uğradığında ancak, inkâr etmeye başlar. 

İnsan, söz, amel ve eylemini “en doğru duruşuna” (şâkül) göre söyler ve gösterir. 

İnsan, sürekli olarak yaptığını “meşrû” görmeye başlar.

İnsan, yaptığı şeyi meşrû, kaçındığı şeyi ise gayri meşrû görür. 

İnsan; beden, psike (psykhe) ve rûhtan oluşur. Rûh hasta olmaz. Hasta olan psike’dir ki, psike “nefs”tir. Tüm psikolojik hastalıklar nefs ile ilgilidir.

İnsan; eleştirip îtirâz ettiğinde ve isyâna kalkıştığından “insan” olur. Yoksa o “güdülen bir hayvan” olarak kalmaya devâm eder.

İnsana ancak “insan gibi” yaşamak yakışır. “İnsan-altı” yada “insan-üstü” yaşamak “insanca” değildir.

İnsana en doğru şeyi öğreten şey “din”dir ama din de insana hakîkati “okuyarak” değil, daha ziyâde “din-merkezli yaşatarak” öğretir.

İnsana kendisi hâkim ol(a)mazsa hiç kimse hâkim olamaz.

İnsandan başka hiç-bir “hayvan” şirk koşmaz. Târih boyunca insan, her şeyle şirk koşmuştur.

İnsanı Allah’tan bağımsızlaştırıp bedene hapseden modernite, aslında kas kuvvetini yâni şiddeti ilahlaştırmıştır. Zîrâ şiddet beden ile ilgilidir.

İnsanı değerli yapacak ve kurtaracak olan şey, “kuru-kuruya bilgili olmak” değil, o bilgiyle yaptığı sâlih amellerdir.

İnsanı en çok üzen şeylerden biri de, sevdiği kişinin/kişilerin, yaşama olan tutkunlukları yüzünden, onu unutmasıdır.

İnsanı en mutlu eden şey, onun doğuştan gelen yeteneğini barındırır.

İnsanı hayvanlardan ayıran şey, bilgi-bilinç ve sanat-kültür üretebilme potansiyelidir. Bunlar her insanda “bil-kuvve” olarak vardır. İşte bunları kuvveden fiile çıkaran insan “insanlığını” bulmuş ve medenîleşmiş olur. Yoksa bir-şekilde paraya sâhip olup da o parayla ev, araba, elbise vs. almakla ve yiyip-içmek ve giyinip-gezmekle insan insanlaşmış olmaz. Sâdece “insan görünümlü hayvan” olur.

İnsanı merkeze aldığınızda, insanın düşündüğü, söylediği ve yaptığı hiç-bir şeyi eleştiremezsiniz.

İnsanı, “Allah’tan başka taptıkları” helâk eder. Modern insanı helâk edecek olan şey teknolojidir.

İnsanı, Allah için vazgeçemedikleri bitirir.

İnsanı, okulun değil, kendisinin ne kadar yetiştirdiği önemlidir.

İnsanın “bildikleri” kolay değişir fakat “inandıkları” kolay-kolay değişmez.

İnsanın “imtihan”a katılmama hakkı ve yetkisi yoktur. 

İnsanın “inandığı gibi” yaşaması, inancına aykırı olan şeye eleştiri, îtirâz ve isyanda bulunmasını gerektirir. Aksi-hâlde kişi, “inandığı gibi” yaşamayı bırakır ve “yaşadığı gibi” inanamaya başlar. Hattâ “yaşadığı gibi” inanmayı ölümüne savunmaya başlar.

İnsanın “kalıcı” eserler bırakması güzel bir şeydir. Fakat onu kurtaracak olan şey “geride bıraktıkları” değil, “âhirete yâni ileriye taşıdıkları” olacaktır.

İnsanın “ölüm hakkında düşünmek”ten başka “ölüm” için yapabileceği hiç-bir şey yoktur.

İnsanın “özgür irâdesi” vardır ama “sonsuz irâdesi” yoktur. Özgür irâdemiz hem o kadar da özgür değildir, hem de sonsuz değildir.

İnsanın “sürekli ilgilendiği şey” hakkındaki yargısı genişler. Sonuçta incelediği şeye, olduğundan çok daha fazla anlam ve özellik yüklemeye başlar. Oysa bir şey ne ise odur. 

İnsanın Allah için söyleyebileceği en iyi kelime “düzen”dir. Allah demek “düzen” demektir. İslâm işte göklerde olduğu gibi yeryüzünde de o muhteşem düzeni ikâme etmek için vardır.

İnsanın Allah’a olan itaatsizliği ile, kadının kocasına olan itaatsizliği birbirine paralel gelişir.

İnsanın başına gelebilecek en büyük dert, “dertsizlik”tir.

İnsanın başına gelebilecek en büyük felâket, anlamdan kopmasıdır.

İnsanın başına gelen tüm musîbetler birer imtihandır. Fakat insanın başındaki imtihanların büyük çoğunluğu insanın ahmaklığından yada şerefsizliğinden dolayıdır.

İnsanın bilgili olup-olmadığı Allah’ın umurunda bile değildir. Allah, insanın temiz bir kâlple Allah rızâsı için iyi şeyler (sâlih amel) yapıp-yapmadığına ve bu uğurda ne kadar azimli olduğuna bakar.

İnsanın bu dünyâdaki rezâleti, isyân etmeyenler yüzünden olacak.

İnsanın davranışını belirleyen her-şey bir “din”dir.

İnsanın değeri düştükçe paranın da değeri düşüyor, yada paranın değerinin düşmesinin nedeni, “insanın değerinin düşmesi”dir.

İnsanın dîni, en değerli şeyi olduğu için, en değerli şeyi onun dînidir.

İnsanın dîni, yaşam-tarzında gözükendir.

İnsanın en büyük mahrûmiyeti, Allah’a, âhirete, dîne, vahye, peygamberlere, insana ve akrabâlara muhtâç olmama durumuna gelmesidir.

İnsanın fıtrî ön-bilgisi, “Allah’ın adıyla okumak”tır.

İnsanın hayvâniyeti, yeme-içme ve cinselliktir. Oruç işte bunları sınırladığından dolayı, insanı hayvanlıktan arındırmış olur. Böylece oruçlu insan melek gibi olur.

İnsanın hem bedeni hem de rûhu olduğu gibi, İslâm’ın da hem bedeni hem de rûhu vardır. Rûhunu Kur’ân, bedenini ise Sünnet oluşturur.

İnsanın ilahı, “aşılamaz” olarak gördüğü şeydir.

İnsanın işlediği günahlar, onun “Dünyâ’da gördüğü cezâlar”ın nedenidir.

İnsanın kafasının örümcek ağı ile sarılması, internet ağı ile sarılması kadar zararlı değildir. Örümcek ağına yakalananlar ondan kolayca kurtulabilirlerken, intrenet ağına yakalananların ondan kurtulmaları çok zor yada pek mümkün değildir. 

İnsanın kalitesi derdiyle orantılıdır.

İnsanın kurduğu kentler insanın günahıdır. Kentlerde yaşamak ise günahının cezâsı.    

İnsanın kutsalı ne ise ona göre düşünür, konuşur ve amel-eylemde bulunur.

İnsanın ne olduğu, hedefinden belli olur. İnsanın hedefi ne ise, dîni de odur.

İnsanın nefsini ancak yine o insanın kendisi sınırlayabilir.

İnsanın neye taptığı, neyi sorgulamadığına bakarak anlaşılır. Neyi sorgulamıyorsanız ona tapıyorsunuzdur.

İnsanın olduğu yerde -bâtıl yada hak- mutlakâ bir din vardır.

İnsanın ortaya çıkardığı hiç-bir şey “evrensel” olamaz.

İnsanın özgürleşmesi, rûhunun-zihninin özgürleşmesi değilse, “nefsinin özgürleşmesi”dir.  

İnsanın sikine göre hareket etmesi, haram, günah, ayıp ve suçtur.

İnsanın söz ile bir türlü anlayamadığı ve ancak 40 yaşından sonra mecbûren farkına varıp iknâ olduğu şey, “görüntünün çok da önemli olmadığı”dır.

İnsanın tabiat ve insan hakkında düşüncesinin değişmesi, Allah hakkındaki düşüncesinin değişmesiyle başlar. Allah hakkındaki düşünmenin değişmesi., tüm her-şey hakkındaki düşüncenin değişmesine neden olur. 

İnsanın târih boyunca yaptığı en büyük ahmaklık, “Allah’ı hesâba katmamak”tır. Allah’ı hesâba katmamak çok yorar. 

İnsanın târih boyunca yaptığı en büyük ahmaklık, kendisine ilgi gösteren varlık (insan) yerine, ilgi gösterme yetisi olmayan varlıklara ilgi duymasıdır. Bunun daha da ötesi; bize en çok ilgi gösteren Allah yerine, bize yeterli ilgiyi göstermeyen insanlara ilgi duymamızdır.

İnsanın târih boyunca yaptığı en büyük hatâlardan biri de, insanlara ve varlıklara “Allah’tan daha fazla merhâmet göstermek”tir. Bu nedenle aşırı merhâmetten her zaman maraz doğar.

İnsanın ürettiği düşünce, daha çok “insan düşünce” ortaya çıkar.

İnsanın yiyeceği bir sopa yada aldığı bir yara, şeytanın vesvesini önler. Çünkü sopayı yiyen insan, onun acısını çekerken şeytanın vesvesesini duyamaz. “Dayak cennetten çıkmadır” sözünü doğrulayan şeylerden biri de budur. 

İnsanlar “akla uygun olana” ve “bilimsel olana” falan değil, “inanmak istediklerine” inanırlar.

İnsanlar “göğe” bakmayı bırakıp “yere” bakmaya başlayınca bozulurlar.

İnsanlar “sâdece Allah’tan” korkmadığında, korkmadığı bir şey kalmaz ve her-şeyden korkar hâle gelirler.

İnsanlar “sosyâl medyada yüzlerce-binlerce arkadaşım var” zannediyor, hâlbuki derdini dökecek tek bir dostları bile yoktur.

İnsanlar “yaşayanlar”dan umûdunu kesince, türbelerden yâni ölülerden medet ummaya başlıyor.

İnsanlar ancak “kul” olduklarında “köle”likten kurtulurlar.

İnsanlar arasındaki ana sorun, insanların “iyilik” anlayışlarının farklı olması ve  herkesin ve her kesimin kendi iyilik anlayışına göre hayâtı belirlemesi isteğidir. Oysa iyilik anlayışı Allah’a göre belirlense ve herkes o anlayışa uysa ortada sorun kalmayacaktır.

İnsanlar arasındaki eşitliği yada “benzer”liği ancak fakirlik-yoksulluk sağlarken, zenginlik ise alabildiğine bozar.

İnsanlar artık “evli-bekâr” diye değil, “ilişkisi var mı yok mu” diye tanımlanıyor.

İnsanlar bilmedikleri bir şeyin yanlış bir fotoğrafı kendilerine gösterilse, bahsedilen şeyin o olduğuna hemen inanırlar. Gözleriyle gördüklerine daha çabuk inanırlar.  

İnsanlar boşuna ölümsüzlüğü arıyor. Ölümsüzlüğün yolu şahâdetten geçer. 

İnsanlar delicesine yaşamak istiyorlar. Sanki önemli bir şeyler yapacaklarmış gibi.

İnsanlar doğal-normâl-fıtrî hâllerinden çıkıp yapaylaşınca, artık yapay-zekâ düşüncesi ortalıkta yoğun olarak dolaşmaya başladı.

İnsanlar düşüncelerinde ve eylemlerinde iki şeyden birine dayanırlar; 1-Allah’a (İslâm, Kitap, Peygamber) 2-İnandıkların şeyin kendisine (Yâni şeytan, nefs, tâğut, ideolojiler ve bâtıl) yâni nefislerine. Çünkü Allah’tan başka gerçek bir dayanak yoktur. 

İnsanlar her zaman mevcut hayat-tarzlarına uygun düşen şeylere inanmışlar ve onların peşinden gitmişlerdir.

İnsanlar hocadan ve kitaplardan çok, hayattan öğrendiklerine göre düşünürler ve yaşarlar.

İnsanlar içinde en zararsız insan toplulukları, modern insanın “vahşî ve ilkel” dedikleri insan topluluklarıdır.

İnsanlar ikiye ayrılır. 1-“Dünyâ tapusu” biriktirenler. 2-“Cennet tapusu” biriktirenler.

İnsanlar ikiye ayrılır. 1-Bedeni fiyakalı olanlar; 2-Rûhu fiyakalı olanlar. Rûhun fiyakalı olması için “acı çekmesi” gerekir.

İnsanlar ikiye ayrılır: 1- Vahyin peşinden gidenler; 2- Nefsinin peşinde sürüklenenler.

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Allah yolunda olanlar, 2-“Allah olma” yolunda olanlar.  

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Bedeninin ihtiyaçlarını öne alanlar; 2-Rûhunun ihtiyaçlarını öne alanlar.

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Fiziğine önem verenler. 2-Meta-fiziğe önem verenler. 

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Geçimini “yüklenerek” sağlayanlar; 2-Geçimini “yükleyerek” sağlayanlar.

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Nefsine göre düşünce ve inanış belirleyenler; 2-İnancına göre düşüncesini ve davranışını belirleyenler.

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Târih yapanlar; 2-Târih olanlar.

İnsanlar ikiye ayrılır; 1-Ateşle yolunu bulanlar, 2-Suyla yolunu bulanlar.

İnsanlar ikiye yarılır. 1-Îtibârını “hak”tan alanlar. 2-Îtibârını “halk”tan alanlar.

İnsanlar İslâm’ın ve “îman etme”nin ne demek olduğunu bile bilmiyorlar.

İnsanlar kendilerini “bilmediklerinin uzmanı” sanıyorlar.

İnsanlar korona korkusu nedeniyle, ölmemek için “yaşamaktan” vazgeçiyor.

İnsanlar Kur’ân’dan hisse alacaklarına borsadan hisse alıyorlar.

İnsanlar modern-bilim ve teknolojiye, bildikleriyle hiç orantılı olmayan şekilde inanmış ve teslim olmuş durumdadırlar.

İnsanlar modernitenin maddî-mânevî yıkımlarıyla o kadar harâb olmuş ki, uyarı-îkaz anlamında söylenen tek bir cümle bile onu perişân edebiliyor.

İnsanlar modernizm için ne kadar da çok fedâkârlık yapıyor.

İnsanlar nefret ettikleri şeyleri “gereksiz” olarak görürler. Bu bakımdan aslında bir-çok şey gereksizdir. Zîrâ hemen her-şeyin bir nefret edeni vardır.

İnsanlar ölümü kışın daha fazla düşünür. Çünkü kış “doğanın ölümü”dür, insanlara ölümü hatırlatır.

İnsanlar târih boyunca konuşmalarını, “söz ile ve insanlara göre” olmaktan; “yazıya, telgrafa, telefona, televizyona, bilgisayara, internete ve sosyâl medyaya göre” şeklinde değiştirmiştir. Araçlar konuşmanın yönünü ve yöntemini belirliyor.

İnsanlar târih boyunca şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından “arzularından ve ihtiraslarından” yakalanmışlar ve vurulmuşlardır.

İnsanlar Tayyib’e karşı ama “Tayyibizm”i kana-kana içiyorlar.

İnsanlar üç çeşittir: 1-Zarar edenler, 2-Kârdan zarar edenler, 3-Kâr edenler. 

İnsanlar zillete, âcizliğe ve hakârete de alışır.

İnsanlar, Allah’a diklendiği kadar başka hiç-bir şeye diklenmemiştir.

İnsanlar, Allah’ın kurduğu yapıya büyük zararlar verecek güce hiç-bir zaman ulaşamazlar, fakat insanların yaptıkları yapıları yıkacak şeyler geliştirebilirler.

İnsanlar, devletler ve sistemler, “küçük gördüğü ve önemsemediği şeyler” tarafından yıkılır.

İnsanlar, dîni içlerine çekmeden dışarıya üflemeye çalışıyorlar. Dudak tiryâkisi olmuşlar. 

İnsanlar, düşüncelerine, görüşlerine ve davranışlarına hiç eleştiri ve îtirâz almadıkları için, düşüncelerinin ve yaptıklarının doğru ve sorunsuz olduğunu zannediyorlar.

İnsanlar; “iddiâlarında sâbit olanlar” ve “iddiâlarından vazgeçenler” olarak ikiye ayrılır.

İnsanlara “söz ile” bir şeyler anlatmak ve bir şeyi kabûl ettirmek Dünyâ’nın en zor işi iken; “devlet gücü ve imkânlarıyla” bir şeyler anlatmak ve bir şeyi kabûl ettirmek Dünyâ’nın en kolay ve sıradan işidir.

İnsanlara peygamber, vahiy ve dâvetçi gelmese bile “Allah’ı” bulabilirler, fakat “Hak’kı” bulamazlar.

İnsanlara sürekli olarak “beğenmesi” (like) telkini yapılıyor. Böylece modern insan artık “beğenmeme”yi unuttu. Eleştiriyi ve îtirâzı unuttu. İsyân edemiyor.

İnsanları “insan” yapan, biraz da korkuları, acıları, endişeleri ve umutlarıdır. Psikolojik ilaçlar bu duyguları blôke etmek üzerine kuruludur. Bu ilaçları kullananlar, irâdelerini kaybetmişlerdir.

İnsanları çürüten şeyler, “işlerine gelen şeyler”dir.

İnsanları doğruya götürecek olan şey teknoloji değil, teolojidir.

İnsanları en çok rahatsız eden şey, “hakîkati duymak”tır.

İnsanları kentlerde toplamanın devlet açısından en büyük yararı, toplu(m) haldeki insanların daha kolay yönetiliyor oluşudur. Bu nedenle "bölün ki, yönetileme" sözü söylenmiştir.

İnsanların “hastalıktan öldü” dedikleri insnaların çoğu aslında ilaçlardan ve tedâviden dolayı ölüyor.

İnsanların birbirine ihtiyaç hissetmeyecek hâle getirilmeleri, insanlık için en büyük felâketlerden biridir.

İnsanların büyük çoğunluğu pişmanlıklar içinde ölür. Huzûr içinde ölenler çok azdır.

İnsanların çoğu felsefe bilmez ama felsefeye göre hareket eder. İnsanların %99’u felsefe bileme ama insanların %99’u felsefeye göre hareket eder. Oysa felsefeyi bilmek ama ona göre hareket etmemek gerekir.

İnsanların çoğu, “akıllarını kullandıklarını” zannededursun, aslında korkularından başka bir şeyi kullanmıyorlar. Onları korkuları yönlendiriyor ve yönetiyor. 

İnsanların çoğu, 40 yaşından sonraki ömrünü, 40 yaş öncesi yaptığı yanlışların pişmanlığını yaşamakla geçirir.

İnsanların çoğu, aslında “Allah’ın vâr olduğunu” kabûl etmekten ziyâde, “vâr olmadığını” reddediyor. Allah’ın vâr olmadığını reddetmek, O’nun vâr olduğuna tam bir îman değildir.  

İnsanların din’den ve dînî kavramlardan uzaklaşmış olmasının nedeni, “akıl-çağının, gerçekleri ortaya koyması” değil, “varlığın büyüsünün bozulmuş olması”dır.

İnsanların düşünceleri ve davranışları, ya, Allah, din ve inanç tarafından, yada şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından belirlenir.

İnsanların en büyük yanılgısı, “insanlığın sürekli olarak iyiye ve doğruya doğru gittiğini zannetmesi”dir.

İnsanların gelecekte 1.000 yıl yaşayacağına (yapay zekâ-robot) inanan insan, geçmişte 1.000 yıl yaşadığına (Hz. Nûh) inanamıyor.

İnsanların gerçek düşünceleri ve zihniyetleri, “söylediklerinden” ziyâde “söylemediklerinde” saklıdır. Söylemedikleri, söylediklerinden belli olur.  

İnsanların içinden “müslümanım” diyenlerin çoğu, müslümanlıktan çıksalar hayatlarında bir değişiklik olmaz. Zâten müslüman iken de olmuyordu. 

İnsanların İslâm hakkındaki en büyük yanlışı, “İslâm’ı salt rûhânî bir din” gibi görmektir.

İnsanların kişiler hakkındaki hükümleri, o kişilerin ne kadar para kazandıklarıyla orantılıdır. 

İnsanların târih boyunca sürekli yaptığı hatâ, “bir yanlıştan benzer bir yanlışa düşmek” olmuştur.

İnsanlık târihi boyunca Allah’ın zâtı için yapılan düşünce ve araştırmalar alanında bir arpa-boyu bile yol alınamamıştır, alınamaz.

İnsanlık târihi boyunca üretilen dînî literatürün %90’ının “hak din” olan İslâm ile alâkası yoktur.

İnsanlık târihi, “kılavuzun ne olacağı savaşımı”nın târihidir.

İnsanlık târihi, Allah’a karşı, insan aklının ve insan gönlünün tanrılaştırılmasının târihidir.

İnsanlık târihi, insanın kendini açtığı çukurdan çıkmak için çabalamasının târihidir.

İnsanlık târihinde “kerâmet” gösteren tek bir kişi bile olmamıştır. Hiç kimse bir kerâmet gösterisine şâhit olmamıştır. İnsanlar bâzı normâl olayları a-normâlleştirip “kerâmet” diye aktarmaktadırlar. Kerâmet bir “ön-yargı”dır. Kerâmet göstermek isteyenler, “kerem sâhibi” yâni “cömert” olduklarında kerâmet göstermiş olurlar.

İnsanlık târihinde din-merkezli olmayan bir devlet hiç-bir zaman kurulmadı. Fakat hak-din merkezli bir devlet, târih boyunca çok az sayıda oldu.

İnsanlık târihinde en büyük düşmanlık, Allah’a ve peygamberlere yapılmıştır.

İnsanlık târihinde hiç-bir şey, aslında bir araç olmasına rağmen “ana-amaç” hâline getirilen para kadar amaç olmamıştır.

İnsanlık târihinde hiç-bir zaman, modernizmde olduğu oranda; sisteme, ideolojilere, modern-bilime vs. körü-körüne, câhilce ve ahmakça bir bağlanma olmamıştır. Modernizme olan bağlılık, târih boyunca yaşanan en yoğun ve körü-körüne olan bağlılık şeklidir.

İnsanlık târihinde kadın, hiç şimdiki kadar “rezil” olmamıştı.

İnsanlık târihinde kameraya karşı yapılan şaklabanlık gibi bir şaklabanlık hiç-bir şeye karşı yapılmamıştır.

İnsanlık târihinde körü-körüne, câhilce ve ahmakça, sisteme bu denli bir bağlanma olmamıştır.

İnsanlık târihinde nefsi tatmin etmek için tüketilen enerji miktârı, başka hiç-bir şey için kullanılmamıştır.

İnsanlık târihinde peygamberlerden başka olağan-üstü şeyler gösteren (mûcize, kerâmet, büyü vs.) hiç kimse olmamıştır.

İnsanlık târihindeki en ağır düşmanlık, tek hak din olan İslâm’a karşı yapılmıştır.

İnsanlık târihinin en ağır köleliği, “matematiksel kölelik”tir. Matematiğin köleleri, efendileri olan matematiğe en küçük bir îtirazda dâhi bulunamazlar.

İnsanlık târihinin en büyük yanlışı-günahı-felâketi, liberâlizm adına “insanı sınırsızca serbest bırakmak” olmuştur. 

İnsanoğlu ilk kez modernite ile birlikte bu derece pervâsızlaşmıştır.

İnsanoğlu, tüm teoriler ve meseleler için en-nihâyetinde -hak yada bâtıl- bir inanca dayanmak zorundadır. Zîrâ her-şeyin en doğrusunu sâdece Allah bilir.

İnternetin hızı ve sınırsızlığı arttıkça, ahlâksızlığın hızı ve sınırsızlığı da artar.

İslâm (yâni Kur’ân ve Peygamber) “hayâtın istisnâsız her alanına nizam vermek için gönderilmiş bir din”dir. İnsanlık târihi, bunun kabûlünün yada reddinin savaşımının verildiği târihtir.

İslâm “muhâlefet” demektir, İslâm “kavga” demektir. İslâm; şeytanla, nefsle ve tâğutla yapılan mücâdeledir. Müslümanların bir türlü kabûl etmek istemedikleri hakîkat ve apaçık gerçek işte budur!.

İslâm “tek din” değil, “tek hak din”dir.

İslâm adına hiç-bir sorumluluk almak ve hiç-bir şey yapmak istemiyorsanız, tasavvufçu olun.

İslâm akıl-dışı bir din değildir, fakat akıl-üstü bir din’dir.

İslâm aklı ile modern akıl arasındaki fark vardır. Modern akıl beyne isnât edilirken, İslâm aklı kâlbe isnât edilir. Bu nedenle modern akıl vicdansızlık üretirken, İslâm aklı ise merhâmet ve vicdan-merkezlidir. 

İslâm barış dînidir. Zâten “silm” ve “İslâm” barış demektir. Peki barış kiminle yapılır. Allah ile yapılır. Allah ile barış nasıl olur. Ona tam bir teslîmiyetle yâni İslâmiyetle yapılır. Çünkü Allah’a teslim olmadan O’nunla barışamazsınız. Zîrâ O’nu teslim alamazsınız ve O’na ancak teslîmiyet gösterebilirsiniz ve teslim olabilirsiniz. Yoksa herkesle barış yapmak diye bir şey olmaz yada İslâm herkesle barış yapabilir ama bu “savaştan sonraki barış”tır sünnetullaha gereğince. Bu-bağlamda İslâm barış dîni olduğu kadar savaş dînidir.

İslâm bir “olay”dır. Olay olarak yeryüzünde gerçekleşmesi gerekir. O hâlde “olay” çıkarmak gerekir.

İslâm bir “rozet” değildir. Meselâ Atatürk rozeti takınca “Atatürkçü” olunduğu gibi, İslâm rozeti takınca “müslüman” olunmaz.

İslâm coğrafyasında, yenilgi-yenilgi büyüyen bir rezâlet var.

İslâm Devleti, halkı, İslâm’ın emirlerini yerine getirmeye zorlayamaz, fakat kamusal alanda İslâm’ın yasaklarına uymaya zorlar. Zîrâ İslâm Devleti’nde kamusal alan İslâm’a göre düzenlenir.

İslâm dışında hiç-bir beşerî sistemlerde, insanlar yasalar önünde eşit haklara sâhip değillerdir, olamazlar da.

İslâm dışındaki tüm beşerî sistem, ideoloji ve yönetim-şekilleri “sen mi yicen ben mi yicem kavgası”dır. Bir tek İslâm yemeyip yedirir.  

İslâm felsefecileri hak ile bâtılı karıştırmaktan başka bir bok yapmamışlardır.

İslâm ile bâtıl sistemler arasındaki en belirgin fark şudur ki; bâtıl sistemler, ortaya çıkardıkları teorilere yöneltmek için insanları zorlarken, İslâm ise, teorilerini ve önerilerini, insanın doğal, normâl ve fıtrî yapısına uygun şekilde ortaya koyar.

İslâm ilim ile başlayıp ilim ile biten bir din değildir.

İslâm karmaşık şeyler söylemez ve ne dediği çok açıktır: Allah’ın Kur’ân’da söylediği emir-yasaklara ve Peygamberimiz’in örnek yaşayışıyla gösterdiği hayâta yâni İslâm’a göre yaşamaya engel olan her-şey günah, kötü ve yanlıştır.

İslâm kelimesi “barış” anlamına gelir. Bu barış sâdece, insanın iç-âleminde yaşanacak bir barış değil, dış-âlemde de yaşanması gereken bir barıştır. O hâlde İslâm, “tüm Dünyâ’nın barışı ile” ilgilenen bir din’dir.

İslâm konusunda insanların ne düşündüğü ve ne dediği değil, Kur’ân’ın ne dediği önemlidir. İslâm bir “anket dîni” değildir.

İslâm mevcuda karşı aykırılıkla gelir. Gönderilmiş tüm peygamberler sisteme ve mevcuda aykırı söylem ve eylemlerde bulunmuşlardır. Onlara karşı olunmasının nedeni budur. İslâm’ın özünde vardır bu aykırılık. Çünkü İslâm, “şeytan ve nefsi merkeze almak” yerine “Allah’ı, dîni ve vahyi merkeze almayı hâkim kılmak savaşımı”dır. İşte bu aykırılık moderniteye karşı da gösterilmelidir. Zîrâ İslâm, tüm Allahsızlıklar gibi Allahsız modeniteye de aykırıdır. 

İslâm müslümanlar üzerinden değil Kur’ân ve Sünnet üzerinden değerlendirilir.

İslâm sâdece gönüllere hitâp eden bir din değildir. Gönüller gönüllü olarak İslâm’ı kabûl etmelidir. Fakat hayâtın diğer alanlarında, zor kullanarak itaat altına alma vardır.

İslâm sâdece iç-âlemlere nizam veren bir din değildir. İslâm, bir devlet ve toplum nizâmıdır. 

İslâm sâdece mânâya değil, maddeye de hâkim olmayı hedefleyen bir din’dir. Zîrâ ikisine birden hâkim olmadığında, ikisi birden yozlaşır.

İslâm siyasete âlet edilemez diyenler, bâtıl dinler olan; lâik, seküler, demokratik, komünist, sosyâlist, kapitâlist, feminist, sapık modern dinleri siyâsete âlet etmekte bir sakınca görmezler. Evet; İslâm siyâsete âlet edilemez. Çünkü siyâset “İslâm’ın âleti”dir.

İslâm söz ve amel bütünlüğüdür. Sözünü söylemesi için bir yere ihtiyâcı olduğu gibi, amelini göstermesi için de bir yere ihtiyacı vardır. İslâm Devleti isteği bunun içindir.

İslâm târihi boyunca müslümanlar, enerjilerini, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uymak” yerine, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uymamak” bağlamında boşluklar aramakla harcamışlardır. “Nasıl uygulasak” yerine, “nasıl yapsak da uygulamasak”ın derdine düşmüşlerdir.

İslâm târihi, “insan târihi”dir.

İslâm ve Modernizm, “apayrı birer din”dir. Bu nedenle bir müslümanın aynı-zamanda modern de olması imkânsızdır. Hem müslüman hem de modern olmak, aslında “hem modern hem de münâfık olmak” demektir.

İslâm ve yozlaşma süreci her zaman şu şekilde işlemiştir: Vahiy, peygamber, İslam’ın hâkimiyeti (yada çabası), uydurmalar, zırvalıklar, doğaya dönüş, pozitivizm, deizm, ateizm, materyalizm, şeytanizm, şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık, rezâlet, ölüm ve cehennem.  

İslâm yoksa insan da yoktur. İslâm demek rûh demektir. Rûh olmayınca geride hayvandan başkası kalmaz.

İslâm, “Dünyâ-nefs yerine İslâm’ın merkeze alınması”dır.

İslâm, “kuru îman dîni” değildir.

İslâm, “özerk” yaşanabilecek bir din değildir.

İslâm, “salt bir îman ve ibâdet dîni” değil, “îman, ibâdet ve hayatı İslâm’a göre düzenleme dîni”dir.

İslâm, “sos” değil, “yemeğin kendisi”dir.

İslâm, “tedâvi edilmesi gereken bir hastalık” değildir. Tedâvi edilmesi gereken şey, insanların nefisleridir.

İslâm, “zayıf olanı gözetmeyi” mü’minlere ve İslâm Devleti’ne “sorumluluk-takvâ” olarak yüklerken; modernite, “zayıf olanların sömürülmesi ideolojisi”dir.

İslâm, -adı üstünde- bir “barış dîni”dir. Fakat bu barış, “İslâm’ın şartlarında olan barış”tır.

İslâm, batı’ya karşıdır. Zîrâ çatışmasız yapamayan batı, İslâm’ı çatışma alanı olarak seçmiştir. Bir direniş gördüğünde de İslâm’ı “çatışmacı” olarak görmektedir.

İslâm, bir “masal dünyâsı” olmadığı gibi, İslâm ülkesi de bir “masal diyârı” değildir.

İslâm, bir devlet ve yönetim-şeklidir.

İslâm, dâvet ile başlar, devlet ile devâm eder. İslâm, Mekke’de “dâvet”, Medîne’de “devlet” şeklinde tezâhür etmiştir.

İslâm, hiç-bir sistemin alt-sistemi değildir, olamaz. İslâm en ileri derecedeki üst-sistemdir. Böyle olduğu için de “İslâm’a uymak yada uymamak” durumu vardır.  

İslâm, ilim-amel bütünlüğüdür. Müslümanların bir türlü sağlayamadığı şey budur.

İslâm, insanı aklına göre değil, takvâya göre değerlendirir. “Üstün” olanlar, modern dünyâda olduğu gibi “çok akıllı olanlar” değil, “takvâlı olanlar”dır.

İslâm, îtirâz (lâ/hayır) ile başlayan bir dindir. Bu îtirâz daha sonra isyâna dönmüştür.

İslâm, kişinin sosyo-kültürel, sosyo-psikolojik ve sosyo-ekonomik durumunu değiştirmiyorsa, o kişinin îmânı “ucundan-kıyısından îman etmek” şeklinde olur.

İslâm, Kitap’ta durduğu gibi durmaz.

İslâm, köle âzâd etmeyi yâni köleliği kaldırmayı ibâdet olarak getirmiş ve uygulamış olan bir dindir.

İslâm, köleliği bir-anda kaldırmak yoluna gitmemiştir. Çünkü böyle bir şey toplumsal bozulmaya dönerdi. Fakat zamanla köleliğin kalkması için sistemi kurmuştur. Kölelik zâten zamanla işçiliğe dönmüştür. Modern zamanlarda da kölelik kalkmamıştır, “işçilik”e dönmüştür.

İslâm, Kur’ân’ın yasama ve yargı, Sünneti’n ise “yürütme” olduğu sistemin adıdır.

İslâm, nereye çekerseniz oraya gidecek bir din değildir.

İslâm, seküler pencereden bakıldığında sıkıcıdır. O sıkıcılığı göze alamayanlar hakkıyla mü’minlik yapamazlar.

İslâm, şeytânî zekâların sorularına cevap verme dîni değildir.

İslâm, tek orijinâl din’dir.

İslâm; “Kur’ân ne diyorsa o”, “Peygamber nasıl yaptıysa öyle”dir. Kur’ân’ı emrettiğine ve Peygamberimiz’in örekliğine göre İslâm’ı yaşamak zor gelince, mistisizm, bâtınîlik, tasavvuf, alevilik, modernlik ve türevleri ortaya çıkmıştır. Bunlar -sözde- işin kabuğuyla-dışıyla değil de “özüyle-içiyle ilgililermiş.

İslâm; şeytana, tâğuta ve nefse bir “dur” deme dînidir.

İslâm’a dâhil olmuşsanız şunu iyi bilin ki, “istediğiniz gibi yaşamanız” ve “istediğiniz kadar kullanmanız” yasaktır.

İslâm’a göre toprağın kullanım hakkı, ona alın-teri karışan kişinindir. Toprak, kimin emeği geçiyorsa onundur.

İslâm’a göre tüm varlık “beşer için”dir ama adâlet ve eşitlik “beşerîlik” ile sağlanamaz. Çünkü beşerî olunca “tüm beşer için” olmaz.

İslâm’a göre yaşamak istememek, “nefse göre yaşayamamak korkusu”ndan kaynaklanır.

İslâm’a inanmak, “İslâm’ın hâkim olabileceğine inanmak” demektir.

İslâm’a uymak “doğaya uyum sağlamak” demektir. Doğaya uyum sağlamak, kevnî âyetlere uyum sağlamak, kevnî âyetlere uyum sağlamak ise vahyî âyetlere uyum sağlamak demektir.

İslâm’da “açılım” yoktur. Zîrâ İslâm, söylediğinden vazgeçmez.

İslâm’da “akıl-vahiy birlikteliği” yoktuır. İslâm’da akıl, vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olmak zorundadır.

İslâm’da “aşırıya kaçmak” normâldir. Zîrâ Kur’ân “aşırı”dır.

İslâm’da “hüküm koymak”, sâdece vahiy ile hükmü söylemek-bildirmek” demek değil, “hükmü, Peygamber ile uygulamada da göstermek”tir. İşte ancak o zaman hüküm tam anlamıyla konmuş olur.

İslâm’da “özel eğitim” yoktur. Zîrâ, odaklandığında herkesin idrâk edebileceği bir söylemi ve eylemi vardır İslâm’ın.

İslâm’da bilmek, uygulanmayla tamamlanır. Uygulanmayan şey tam olarak bilinmiş olmaz.

İslâm’da bozulan yeminin cezâsı üç gün oruçtur. Fakat bu cezâ, bozulan “Hipokrat Yemini”ninde yoktur.

İslâm’da hiç-bir ibâdet diğer bir ibâdeti iptâl etmez-edemez.

İslâm’da kişinin “ölüm günü” (senesi) anması olmadığı gibi, “doğum günü” kutlaması da yoktur.

İslâm’da nikâhsız evlilik ve cinsellik yoktur. Nikâhın olduğu yerde ise mutlakâ “evlilik” var demektir. Evliliğin olduğu yerde ise câriyelik olmaz. 

İslâm’da tek seçim “peygamber seçimi”dir ki bu seçimi Allah yapar.

İslâm’da, bâzı yararları olsa da, “zarârı daha çok olan şeyden uzak durmak” esastır.

İslâm’dan “hurâfeleri temizleme çalışmaları” İslâm’ın hatırına ve hakîkati ortaya koymak adına değil, modernizmin hatırına yapılmaktadır. Amaç, “modernizme uymayan” şeyleri silmektir, “İslâm’a uymayan” şeyleri silmek değil.   

İslâm’dan vazgeçerseniz, müslümanlığınızı kaybetmiş olursunuz.

İslâm’dan ve gaybtan kuşku duymaya “cesâret” edebilenler, niçin moderniteden kuşku duymaya cesâret edemiyor?.

İslâm’ı akla-rasyonâliteye indirgemek, İslâm’ı dinden bilime çevirmek demektir.

İslâm’ı bilmeyenler, müslümanların yoğun bir zâhitlikle uğraşmaktan başka bir şey yapmamaları gerektiğini düşünürler. Bu zannın arkasında, zâhitlikle kendini açığa çıkaran tasavvuf zihniyeti ve modeli vardır.

İslâm’ı hayâta hâkim olmaktan alıkoyan şey, İslâm’ı cüzlerine indirgemektir.

İslâm’ı ibâdetten ibâret görenler, ibâdet ettikten sonra her günahı kolayca işleyebilmekte, her kötülüğü hiç çekinmeden yapabilmektedirler.

İslâm’ı kabûl etmek, “Allah’ım beni imtihan et” demektir.

İslâm’ın “özü” ile “kabuğu” arasında fark olmaz. O yüzden “İslâm’ın özü” diye bir şey yoktur. İslâm bir bütündür ve neyse odur.

İslâm’ın âyetleri temporâl yâni geçici, zamansal âyetler değildir.

İslâm’ın bahsettiği akıl ile modernizmin bahsettiği akıl farklıdır. İslâm’ın bahsettiği akıl kâlbe dayanırken (akleden kâlp), modernizmin bahsettiği akıl beyne (pozitivizm) dayanır.

İslâm’ın başka-başka yolları yoktur. İslâm’ın tek bir yolu vardır, o da; Kur’ân ve Sünnet yoludur.

İslâm’ın gerçek idrâki, ancak hayâta hâkim olduğunda tezâhür eder.

İslâm’ın hâkim olduğu bir Dünyâ’da insanlar ya “isteyerek” müslüman olurlar, yada “istemeyerek” zımmî olurlar.

İslâm’ın hâkim olmadığı bir Dünyâ, “Dünyâ’yı kim sömürecek ve kim semirecek” savaşımıdır. 

İslâm’ın hâkim olmadığı bir ortamda “İslâmî bir ütopya” düşleyebilirsiniz. Fakat şunu unutmayın ki İslâm bir ütopya değildir.

İslâm’ın hükümleri, hepsi birden uygulandığında ancak tam bir sonuç verir.

İslâm’ın isteği şudur: Gökleri, Dünyâ’da tabiatı, hayvanâtı hattâ insanın fizîki yapısını nasıl ki “sâdece O” düzenleyip idâre ediyorsa; insanlar arasındaki sosyâl hayâtı, ekonomiyi ve siyâseti de “sâdece O” belirlesin ve düzenlesin”. Bütün gürültü bu istekten dolayı kopuyor.

İslâm’ın muhteşem örnekliği, peygamberlerin ve Peygamberimiz’in vahyin-Kur’ân’ın kazandırmış olduğu bilinç ile amel-eyleme geçen “güzel örneklikleri” ile açığa çıkar. 

İslâm’ın, beşer-merkezli olanlardan farkı, “kurtarma”yı, “kurtulmaktan sonra kurtarmak” şeklinde yapmasıdır.

İslâm’sız Dünyâ’nın bir sonraki aşaması, “insansız Dünyâ”dır. Zîrâ İslâm’sızlık “insans”ızlıktır.

İslâmafobi “İslâm korkusu” değil, “İslâm nefreti”dir.

İslâmcılık karşıtlarının İslâmcılığı eleştirmelerinin nedeni, hayatlarında hiç “İslâmcı” görmemiş olmalarıdır.

İslâm-dışı siyâsetin yaptığı şey “insan besiciliği”dir. İhtiyaç oldukça beslediklerini sağar yada kesip yer.

İslâmî yönde değişmiyorsanız, İslâm’ın o mesajını ya anlayamamış yada “kabûl edemiyorsunuz” demektir.

İslâmî yönetim hâricindeki yönetim-şekilleri, birer “saltanat mücâdeleleri”dir. Buna demokrasi de dâhildir.

İsrâf etmek, terbiyesizleştirir.

İsyân çıkarmayanlar, nisyân ile cezâlandırılırlar.

İsyân etmek için çok neden var.

İsyân etmeyenler, “insan” olamazlar.

İsyân, zulmün-mazlûmiyetin çoğaldığı yerden çıkar.

İşi kaybetmek “rızkı kaybetmek” anlamına gelmez. Zîrâ rızkı veren Allah’tır. 

İşi yapanlar, “daha akıllı olanlar” değil, “daha becerikli olanlar”dır.

İşinize gelen şeyler dîninizdir. Hak din ise, (“imtihan”dan dolayı) işinize gelmeyen şeylerden oluşur.

İşsizler, “yedek işçiler”dir.

İşsizlik, mutlakâ “kalifiyeli eleman” açığını da yanında getirir.

İyi doktor, “bilinçli hastalarla karşılaşan” doktordur.

İyi hayat yaşamak, “daha çok tüketebilmek”le olan bir şey değildir.

İyi insan olabilmek için “kötülük yapmamak” yetmez, “kötülükleri kaldırmak için çalışmak” da gerekir.

İyi insanlar ikiye ayrılır: 1-Bir-çok kişiye iyi insanlar; 2-“Kendine iyi” insanlar.

İyi insanlar kente ayak uyduramazlar. Bu nedenle kente ayak uydurabilenlerde biraz yavşaklık vardır.

İyi niyetli kararlar almak, imtihanı celbeder.

İyi, vahyin “iyi” dediğidir, “daha fazla” “daha iyi” demek değildir.

İyilik fedâkârlıktır.

Kabûl etmeyeceğiniz yada en kısa zamanda unutup gideceğiniz şeyleri okumanın yada dinlemenin bir yarârı yoktur.

Kader “ateşin yakması”dır, “ateşin çıkması” değil.

Kader bilgisizliğin konusu olabilir ama gaybın konusu değildir.

Kadın “görünür” oldukça İslâm “görünmez” olur. İslâm medeniyetinde kadın çok da fazla görünmez. Kadının; başörtüsü-cilbab, bahçe ve ev olarak üç farklı tesettürü vardır. İslam medeniyetinde kadın bu üç tesettürün ardındadır.

Kadın için “yeterli” bir para Dünyâ’da yoktur.

Kadın ne kadar görünür ve “gösterir” olursa, İslâm o kadar az görünür ve gösterilir olur.

Kadın, evden dışarıya adımını attığı anda ya eziyet eder yada eziyet görür.

Kadının aşırı övülmesi ve yüceltilmesi “şiir” ile başlamıştır.

Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığının delîli, kadının, erkeğin koluna girip kaburgasına-kaburgasına sokulmasıdır. Geldiği yer onu çekiyor.

Kadının ev-dışında çalışmak için ne zamânı, ne dermânı, ne de fermânı vardır. 

Kadının işyeri evidir.

Kadınlar boş kaldığında çenesine vurur. O yüzden sürekli olarak bir şeylerle meşgûl olmaları gerekir. Fakat bu meşgûliyet ev-dışında değil, ev-içinde olursa sorun çıkmaz.

Kadınlar fedâkârlıklarından dolayı işlerini “ölümüne” yaparlar. “Kadın Çalışmalı” yaygarasının arka-plânında bu var.

Kadınlar hem “güçlü erkek” isterler hem de şiddet görmek istemezler.

Kadınlar ve kızlar “dişi” olma bakımından aynıdırlar ve hepsi de aynı özellikleri gösterirler. Aralarındaki bilgi, makam, ekonomik fark ve kariyer, “aynı davranışta bulunma”yı değiştirmez. 

Kadınların “peçe”si ile uğraşacağınıza, emperyâlizmin “pençe”si ile uğraşın.

Kadınların işleri hiç bitmez. Çünkü konuşmaktan iş yapmaya sıra gelmez.

Kadim sorun, “insanı ve toplumu, -doğayı olduğu gibi- Allah mı yönetecek, yoksa insan/beşer mi yönetecek” sorunudur.

Kâfirler, müşrikler, münâfıklar, ahlâksızlar vs. kendileri gibi olmayanlardan nefret eder. 

Kâfirlerin ve müşriklerin, kurdukları bâtıl ve sapık yolda kararlı oldukları gibi, biz de hak yolunda onlar kadar kararlı olamıyoruz.

Kâfirlerle, müşriklerle, gayr-ı İslâmî sistemlerle ve düşüncelerle ortak bir zeminde buluşmak şirktir, küfürdür, cehâlettir.

Kâinâtı matematiğe indirgemek, onu ruhsuzlaştırmaktır. 

Kâinâtın, Dünyâ’nın, insanın ve tüm varlığın belli ve sınırlı harekete ve değişkenliğe sâhip bir formatı vardır. Bu nedenle varlıktan, sonsuz ve sınırsız bir hâl ve hareket gözlemlenmez ve beklenmez. Ne olacağı, “olmuş” ve “olmakta olan”a bakılarak anlaşılabilir. O hâlde Kur’ân da, târih boyunca benzer şekilde olmuş ve olmakta olan hakkında konuşan bir kitaptır. Yoksa varlıkta hiç bilmeyeceğimiz ve Kur’ân’ın açıklamakta çâresiz kalacağı bir durum ortaya çıkmayacaktır. Bundan sâdece modernizm müstesnâdır. Zîrâ modernite, doğal, normâl ve fıtrî yoldan bir sapmadır.

Kâinatta hiç-bir şey kendisi için yaşamaz.

Kâinatta -insan ve hayvandan başka- bencil olan bir varlık yoktur.

Kalıcı din, düşünce, felsefe ve ideolojiler, eleştirellik içerenlerdir.

Kalite, insanın yaptığı şeye ne kadar rûh katabildiği ile ilgilidir.

Kâlpler gerçek anlamda ne malla-mülkle-parayla, ne de makamla-kadınla tatmin bulur. Kâlpler ancak ve ancak Allah’ın zikriyle; yâni ilim, amel ve eylem bütünlüğü ile tatmin bulur.

Kâlpler İslâm’la ve “helâl” ile tatmin olmayınca, nefisler Dünyâ ve “haram” ile tatmin olmak isterler.

Kanser; “yapılması gereken” işleri yapmayıp da “yapılmaması gereken” işleri yapmaya başlayan hücreler nedeniyle ortaya çıkar.

Kapitâlizm “huzûr İslâm’dadır” sözünün yerine “para var huzur var” sözünü koymuştur. Fakat bir türlü huzûra erememiştir.

Kapitâlizm, “kendi emeği ile geçinmek” yerine, “başkasının emeği üzerinden geçinmek” zulmüdür.

Karanlık orta-çağ, karanlık modern çağ kadar “karanlık” değildir.

Kardeşlik sohbeti “kardeşlik” değildir. Kardeşlik bilgisi ve sohbeti kardeşlik değildir.

Karşınızda îtirâz eden bir kişi yoksa, gittiğiniz yolun “doğru” olduğunu zannedersiniz. 

Karşısındaki kişiyi, kendisine karşı ezik-büzük davranmadığı için, onu “çok kibirli” ve “aşırı egolu” görenler kibrin ve egonun timsâlidirler.

Kavgasız-döğüşsüz müslümanlık olmaz.

Kavimlere gelen azaplar, tabiatın devrimleridir.

Kavmiyetçilik, sınırlanmaktır.

Kaybedecek şeyleri olanlar, kaybederler.

Kedi kendini ne kadar şişirirse-şişirsin aslan olamaz.

Kendi içtihadlarını yap(a)mayanlar, mecbûren başkalarının içtihadlarını kânun yaparlar. İlginç olan ise; yaptıkları o kânunlara bir-zaman sonra taparcasına inanmalarıdır.

Kendi plânlarınız olmazsa, ömrünüzü başkalarının plânlarını çözmekle geçirirsiniz. Plânın birini tam “çözdüm” dediğinizde, karşı taraf yeni bir plân yapmıştır bile.

Kendilerini amel-eylem anlamında değiştirmek istemeyenler, hep aynı muhabbetleri yaparlar.

Kendine “müslümanım” diyen biri, İslâm’ın yasakladıkları şeylerden birini yapmışsa, bunu “müslüman” olarak yapmış olamaz.

Kendine iyi bakamazsın, o yüzden sen iyisi mi “Allah’a emânet ol”. 

Kendini bilen insanlar, bilgileriyle değil, olgun sözleriyle ve olgun davranışlarında açığa çıkar. Davranışa yansımayan bilgi, kişiyi “çiğ”likten kurtaramaz.

Kendini dînin yerine ikâme eden bilimi, Dîni anlamak için yegâne yol olarak görmek, ahmaklığın daniskasıdır.

Kendini modernizm ile sınırlama!.

Kendini/kendilerini paralayan birisi/birileri olmadıkça Dünyâ ve insanlık, maddi yada mânevî olarak olumlu anlamda değişmez. İşte bu yüzden mesele, “kendini paralayacak birilerinin olması yada olmaması” meselesidir. Îman etmek, “Allah rızâsı için paralanmayı göze alabilmek” demektir.

Kendiniz yapmayacağınız şeyi başkasından beklemeyin.

Kendinizi iyi hissetmiyorken birisi size “seni iyi gördüm” diyorsa, durumunuzdan şüphelenin!.

Kendinizi neye bağlı sayıyor ve neye âit hissediyorsanız, dîn olarak da ona bağlısınız demektir.

Kendisi için imkânsız gördüğü kötü bir şeyi başkası için mümkün görmek, ağır bir kibir ve bencillik hâlidir.

Kendisindeki gücü istismâr etmeyecek tek güç Allah’tır.

Kente yaklaşıldıkça, dinden uzaklaşılır.

Kentlerde-köylerde normâl günde giyimine-kuşamına dikkat eden kadınlar-kızlar, denize ve düğüne gittiğinde açılıp-saçılmaya başlıyorlar.

Kentte kendinize yüksek hedefler koyarsanız, köydeki küçük hedeflerinizden vazgeçmeniz gerekir.

Kerâmet göstermek isteyenler, kerem (cömert) sâhibi olsunlar.

Kılıç kullanmaktan bahsetmeyen din “hak din” değildir.

Kılık-kıyâfet devrimi, tesettüre yapılmış bir saldırıdır.

Kırmızı ışıkta âni fren yaparak duran fakat Allah’ın “dur” dediği yerde durmayan insanlar ortaya çıktı.

Kırsal yerler insanları kabalaştırırken, kentler ise şerefsizleştirir.

Kıyâm etmeyenler, “kıyâmet” ile cezâlandırılırlar.

Kıyâma durmadan kıvâma erilemez.

Kıyâmet gelmeden önce kıyâm et!. Ya kıyâm et, ya kıyâmet.

Kıyâmetin alâmeti, kıyâmetin kendisidir. O bir-anda gelir.

Kızlar için; “çalışın da hayâtınızı kurtarın” sözü yanlıştır. Doğrusu şudur: “Ey kızlar!; çalışıp da hayâtınızı karartmayın”.

Kibir, durduğu yerde durmaz. Kibrin varacağı en uç yer, “Allah’lık iddiâsı”dır.

Kibrin sıfırlandığı hâl, “secde hâli”dir.

Kilisenin bilim-adamlarına olan düşmanlığı ve engizisyon mahkemelerini kurması, o bilim-adamlarının bilgiyi müslümanlardan almış olduğundan dolayıdır.

Kime borçluysanız ona kul olursunuz. Mü’minlik “sâdece Allah’a borçlu olmak” demektir.

Kimi örnek alıyorsanız, onun dînindensiniz demektir.

Kimi taklit ediyorsanız ona yenilmişsinizdir. 

Kiminle içli-dışlı olursanız, kâpleriniz onlara benzer.

Kimseye muhtâç olmak istemeyenler, herkesin kendilerine muhtâç olmalarını isteyenlerdir.

Kimseyi “dost” edinemeyenler, psikologların “kanki”leri olurlar.

Kişi, devamlı yapmadığı şeyin ustası olamaz.

Kişi, öleceğinin farkına varır ama öldüğünün farkına varamaz.

Kişinin “Allah’a inanıyorum” demesi bir şey yapmasını gerektirir, ama “inanmıyorum” demesi bir şey yapmasını gerektirmez. İnanmıyorum sözü pasiftir. Bu nedenle pasifliğe götüren şey geçerli ve üstün olamaz.

Kişinin bakış-açısı, baktığı ve gördüğü şeyi etkiler ve ondan aldığı algıyı farklılaştırır ve değiştirir.   

Kişinin kim ve ne olduğu, söylemediklerinde gizlidir.

Kişinin, oturduğu yerden “başkasının yanlışını söyleme” hakkı yoktur. Daha iyisini yapmayanlar, daha kötüsünü eleştiremezler.

Kişiyi inanmak değil, îmâna yönelik işler yapmak kurtarır.

Kişiyi kötü olmaktan gerçekten engelleyecek şey, “devlete hesap vermek” değil, “Allah’a hesap vermek” korkusudur.

Kitleler, gerçek anlamını bilmedikleri şeylerin peşine düşerler.

Kitleleri sâdece tebliğ ve dâvet ile iknâ etmek ve kazanmak imkânsız bir şeydir.

Klâsik bilim yada tümdengelimde bilim, zâten ne olduğu belli olan şeyin işleyişini araştırdığı için alâkasız bir yere varmazken, modern bilim yâni tümevarım ise, ille de yeni ispatlar araken aşırı incelemeye tabi tuttuğu şeyi, olduğu gibi olmaktan ayırdı. Aşırı incelenen şey o olmaktan çıkar.

Klâsik çalışma biçimi, “herkesin kendi kazancı için” olan çalışma biçimiydi; modern çalışma şeklinde ise “başkasının kazanması için çalışmak” vardır. İnsanları buna nasıl da râzı ettiler..

Klâsik dönemde konjonktüre paralel hadis uydurmak ne ise, modern dönemde konjonktüre paralel modern âyet yorumları yapmak odur.  

Klâsik Yunanlılar için “eski Yunan” derler. Hâlbuki “eski Yunan” diye bir şey yoktur, sâdece “Yunan” vardır. Çünkü “yeni Yunan” yoktur. Yunanistan, toplama bir devlettir. 

Klip, müziği-melodiyi blôke eder.

Kolay elde edilen fazla zevk vermez. Zor ve riskli olanlar daha çok tatmin edicidir. Ayrıca değeri bilinir.

Kolaycılık, insanı çürütür.

Koltuk sevdâsıyla kör olanlar, babaları dâhil hiç kimseyi tanımazlar.

Korktuğunuz şeyle yüzleştiğinizde, o şeyin aslında o kadar da korkulacak bir şey olmadığını görürsünüz.

Korku filmi izlerken korkmak istemiyorsanız, filmin sesini kapatın.

Korku, sevgiden daha öndedir. Zîrâ Dünyâ cennet değildir ve Dünyâ “imtihan dünyâsı”dır. İmtihanın olduğu yerde bir ürrkeklik olur ve sevgi daha siliktir. Yine, korku sevgiye göre daha etkileyicidir. Fıtratı daha çok etkileyen şey sevgiden ziyâde korkudur. İnsana; “anne-babanı, eşini ve çocuklarını yâni âileni, evini-arabanı ve sevdiğin her-şeyi sevme duygun mu?, yoksa onları kaybetme korkun mu daha fazla?” diye sorulsa, elbette kaybetme korkusu daha ağır basar. Dünyâ’nın formatı böyledir ve bu durum sevginin üstün olduğu cenneti farklı ve anlamlı kılar. Dünyâ’da ise insan, bildikçe yâni âlim oldukça Allah’tan daha çok korkar. Çünkü Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir.

Korona bir “porno”dur. Porno “bir şeye odaklanmak, o şeyi aşırı öne çıkarmak” demektir. Meselâ normâlde dönüp bakmayacağınız diz-altı bacak görüntüsüne, eğer kamera bacağa odaklanırsa o görülen şey tahrik edici ve erotik-porno olur. İşte korona da “aşırı gösterim”de olan tshrik edici pornografik bir virüstür. Yoksa normâl influenza virüsünden daha riskli ve tehlikeli değildir.

Korona bir virüs salgını değil, “korku salgını”dır.

Korona ile mücâdele için 6-7 aydır aşı-ilaç bulma çalışmaları yerine Allah’a duâ edilip yakarılsaydı daha olumlu sonuçlar alınırdı. Zîrâ bir arpa-boyu bile yol alınamamıştır.

Korona nedeniyle maske takmak, “maske” üstüne maske takmaktır. Zîrâ modern insan kendi olamadığı için zâten her dâim maskelidir.

Korona ve sosyâl mesâfe, aslında muhâtap olmaya gerek olmayan insanları belli etmiştir.

Korona-virüs bize, ihtiraslarımızın ihtiyaçlarımız olmadığını gösterdi.

Korona-virüs göstermiştir ki, şerrin yayılması, hayrın yayılmasından çok daha hızlı oluyor.

Korona-virüs ile birlikte insanların en çok neyden korktuğu ortaya çıktı. İnsanlar “ölüm-ötesi”nden değil, “ölmekten” korkuyorlar. Ölmemek için her-şeyden vazgeçebiliyorlar.

Korona-virüs ile birlikte salgınların ilkellikle bir alâkasının olmadığı anlaşılmıştır. Beton, asfalt ve hijyen korona-virüsü önleyememiştir ve insanlar kırsal alanlara kaçmaktadır. Böylece modernizmin bir teorisi daha çökmüştür. 

Korona-virüs nice modern teorileri çürüttü.

Korona-virüs olayı ile birlikte, modern aklın ortaya koyduğu bilim ve teknolojinin, bir abdest kadar bile gücünün olmadığı anlaşılmıştır.

Korona-virüs olayı, aklını kutsamış olan modern insanın aslında ne kadar da aptal olduğunu ortaya koymuştur.

Korona-virüs salgını, bir nevî “kıyâmet provası” gibidir.

Korona-virüs, modern insanın üç tanrısını yıktı: Akıl, para, modern-bilim ve teknoloji.

Korona-virüs’ün tüm Dünyâ’yı etkileyen bir salgın hâline gelmesi, tüm Dünyâ’nın sapkın hâle gelmesinden ve sapmış olmasından dolayıdır.

Korona-virüsten en çok etkilenenler, emperyâlizmi en yoğun kullananlardır.

Kozmetik değişiklikler-değişimler, gerçek değişiklikler-değişimler değildir.

Kozmetik, “yüzü örtmek” anlamında “küfür”dür.

Kök olma filiz ol. Kök karanlığa, filiz aydınlığa doğru gider. Karanlığı değil, aydınlığı seç.

Köle, borcunu ödeyemeyen ve alacaklısına esir olan kişidir.

Köle, kölelikten kurtulamayacak olduktan sonra, kölenin efendisinin değişmesinin köleye bir faydası olmaz. 

Köleliğin klâsik yada modern anlamda devâm etmesinin en önemli nedenlerinden biri de; Dünyâ’nın bir bölgesindeki kölelerin, kendilerini, Dünyâ’nın diğer bölgesindeki kölelerden üstün görmesidir. Meselâ Batı’nın köleleri, kendilerini, Doğu’nun kölelerinden üstün görmektedirler. “Profesyonel kölelik” de bir köleliktir.

Kölelik sisteminde köle sâhipleri kölelerinin ihtiyaçlarını “asgarî” seviyede karşılarlardı. Şimdiki “köle” sâhipleri onu bile yapmıyor.  

Köpek, nerede ulursa ulusun, köpektir.

Körü-körüne bağlılık, kişiyi, bağlı olduğunun lehine aşırı yoruma zorlar.

Körü-körüne bağlılıklar, bir süre sonra aynı şeye “körü-körüne düşmanlıklara” dönüşür.

Körü-körünelik olunca göz-ardı etmek kaçınılmaz olur.

Kötü fiiller ve kötü insanlar çoğaldıkça, kötü fiiller ve kötü insanlar “kötü” olmaktan çıkıyor.

Kötü görülen ve gösterilen “radikâl İslâm” sözü çok absürdtür. Zîrâ İslâm baştan-sona radikâldir.

Kötülükten uzak kalarak “iyi insan” olunamaz.

Köyden kente göçüş, köylünün kentlerde “modern sömürüye tabi tutulması projesi”dir.

Krizler çıkıp üretim ve ekonomi bozuldukça, doğa rahat bir nefes alır.

Krizler, insanları fakirleştirme-sömürge projesinin gerekçesi olarak ortaya çıkarılır.

Kulluk, sâdece ibâdetle ilgili konularda değildir. Sosyâl, siyâsal, ekonomik ve hukûki alanda da “sâdece Allah’a” kulluk yapılmalıdır. 

Kur’ân “Allah’ın sözü”dür, “Allah” değildir.

Kur’ân “dokunulmaz” bir Kitap değildir. Böyle olduğu için “okunulmaz” da değildir.

Kur’ân “İslâm’ın aklı”, Sünnet ise “İslâm’ın akıllı eylemi”dir. 

Kur’ân “kâlpler için” bir şifâdır; zihinleri ise allak-bullak eder, Dünyâ’nın altını üstüne getirir. Zîrâ o “büyük bir haber (Nebe’)”dir.

Kur’ân “ne yapılacağını” söylerken, Sünnet “nasıl yapılacağını” gösterir. Buradaki “gösterir” kelimesi önemlidir. Kur’ân ne yapılacağını söyler ama nasıl yapılacağını gösteremez.

Kur’ân bilim ile ilgili şeylerden bahsetse de, Kur’ân’ın hedefi ile bilimin hedefi aynı değildir.

Kur’ân bütünlüğünü yâni Mekkî ve Medenî âyetleri birlikte değerlendirmeyerek sâdece Mekkî âyetlerle ilgilenilmesinin nedeni, Mekkî âyetlerin yoruma ve farklı anlaşılmaya müsâit olmasından dolayıdır.

Kur’ân düşmanı olan “Kur’ân’cılar” var.

Kur’ân en çok, “Kur’ân bize yeter” diyenlere yetmemekte ve onu sürekli aşırı yoruma boğarak tahrif etmektedirler.

Kur’ân eyleme geçirilmediğinde anlamlandırma sorunu yaşanır. Böylece ilgisiz anlamlar zihinleri doldurur.

Kur’ân ezelî değilse ebedî de değildir. Ebedî değilse tüm zamanlar için olamaz. Tüm zamanlar için olmayan şey “değişebilir” düşüncesi oluşturur. 

Kur’ân için “bu zamanda uygulanamaz” demek, “ben bu mevcut modern hayattan memnunum” demektir.

Kur’ân için önemli olan “Ay’a çıkılması” değil, insanın “sırât-ı müstakîm üzre olması”dır.

Kur’ân kusursuz bir kitap, içinde aradığımız her-şey var, insana hem bilgi-bilinç hem de huzûr veren bir kitap, insanın hayâtını değiştiren kitap… Eee!. Ne olacak şimdi?.

Kur’ân varken, başka yerlerde ve şeylerde “Allah’ı aramak” sapıklıktır.

Kur’ân ve Sünnet bu zamâna ve mekâna uygun değilse -ki değildir-, mü’minlere düşen şey, Kur’ân’ı ve Sünnet’i değil, mekânı, dolayısıyla zamânı değiştirmektir.

Kur’ân ve Sünnet ile değil de modern-bilim ve teknoloji ile iknâ olanlar, modern-bilim ve teknolojiyi din yapmışlar demektir.

Kur’ân ve Sünnet yolunun dışındaki yollar, “İslâmî yaşamdan nasıl kurtulabilirim çabası”dırlar.

Kur’ân ve Sünnet, modern insanın “son fırsatı”ıdır.

Kur’ân, “ateist”lerle değil, “ataist”lerle uğraşır.

Kur’ân, “son kullanma târihi geçmiş” bir Kitap değildir, hiç-bir zaman da olmayacaktır. “Kâfirler” ne kadar kabûl etmese de..

Kur’ân, “tepeden inme”dir. Çünkü Kur’ân tepeden inme olduğu için hayâta müdâhildir.

Kur’ân, bilinmekten ziyâde, uygulanmayı bekleyen bir Kitap’tır.

Kur’ân, İslâm’ın son Peygamberi’ne indirilen İslâm’ın son vahyidir.

Kur’ân, kendisine takvâ ile yönelmeyeni saptırıp çarpar. Modern müslümanlar içinde “Kur’ân çarpmış” kişiler ortalığı doldurmuş durumdadır.

Kur’ân, modernite tarafından engellenip sınırlandırılabilecek bir Kitap değildir. Kur’ân moderniteyi de aşan bir Kitap’tır.

Kur’ân, Sünnet, bilim, akıl, mantık vs. istediğiniz delîli getirin, insanların çoğu yine de mevcut zihniyetlerine, alışık oldukları şeylere, hayâllerine, arzularına ve çıkarlarına göre hareket edeceklerdir. O yüzden “güzellikle” olmaz.

Kur’ân; “el” ve “dil” değmeden hazırlanmıştır.

Kur’ân’a en doğru yaklaşım şekli, Peygamber’in yaklaştığı gibi yaklaşmaktır.

Kur’ân’a îman edenler “âhiret cenneti”ne; Kur’ân’ı istismâr edenler ise “dünyâ cenneti”ne girerler.

Kur’ân’a îman etmek, “onun kapağına-cildine îman etmek” demek değil, “Kur’ân’ın içindekilere îman etmek ve gereğini yerine getirmek” demektir.

Kur’ân’cılar, “Kur’ân abdestin sâdece namaz için olduğunu söyler” derler, onlara; “tavaf için abdeste gerek yok mudur?” diye sormak gerekir.

Kur’ân’da “zamanla anlamsızlaşacak” âyetler yoktur.

Kur’ân’da bizi ilgilendirmeyen hiç-bir âyet yoktur.  

Kur’ân’da karşılığı olmayan bir Sünnet olamaz. Zîrâ Sünnet, zâten Kur’ân’ı hayâta aktarma tarzıdır.

Kur’ân’da sürekli söylenen; “yalnızca Allah’a kulluk edin” sözü, “yalnızca Allah’ın kânunlarına uyun” demektir.

Kur’ân’da, Peygamberimiz’den daha iyi anlayacağımız bir şey yoktur. 

Kur’ân’daki anlamın tamâmı metinde değildir. Anlamın belki de daha çoğu, onun hayatta mâkes bulmasındadır. Yâni anlamın çoğu amel-eylemdedir.

Kur’ân’daki tekrarlar Kur’ân’ın salt bilgi amaçlı olmadığını ve onun inanç, amel ve eylem yönünün de olduğunu gösterir.

Kur’ân’dan başka vahiy yoktur, fakat İslâm “sâdece Kur’ân” değildir.

Kur’ân’ı “en ideâl hayat senaryosu” olarak kabûl edersek, Hz. Muhammed de o senaryonun baş-rôl oyuncusudur.

Kur’ân’ı anlama sorununun nedeni, “Kur’ân’ı anlama çalışmaları”dır.

Kur’ân’ı anlama ve yorumla sorunu, “Kur’ân’ı neye göre anlayacağız ve yorumlayacağız” sorunudur.

Kur’ân’ı sürekli olarak yorumlanıp günümüze uydurma düşüncesi, modernitenin bir uygulamasıdır. Burada “her-şey değişiyorsa din de değişmelidir” mantığı işler.

Kur’ân’ı takvâsız okumak, amel-eyleme dönük olmayacak şekilde, “ruhsuz bir şekilde okumak” demektir. Rûh, amele-eyleme döndüğü anda açığa çıkar.

Kur’ân’ın Allah’ın değil de Muhammed’in kitabı olduğunu söylemek, “ondan hiç-bir çelişki yoktur” âyeti bağlamında, ya, “bir insanın kusursuz bir kitap yazdığını” yada o insanın yazdığı kitabın kusurlu olduğunu söylemek ve kabûl etmektir.

Kur’ân’ın âyetlerini anlayıp-kavramaktan ziyâde, o âyetleri kabûl edip savunmak ve o âyetlere göre hareket etmek önemlidir.

Kur’ân’ın bahsettiği akıl ile felsefenin bahsettiği akıl farklıdır, farklı çalışır.

Kur’ân’ın bâzı âyetleri akıl ile uyuşmaz. Zîrâ Kur’ân akıl-üstü bir Kitap’tır.

Kur’ân’ın bizden istediği, “Peygamber’i taklit etmek” değil, “Peygamber’i örnek almak”tır.

Kur’ân’ın değiştirdiği mü’minler, “değişik” işler yapmaya başlarlar. Bu onlara zor da gelmez. Değişip-değişmediğimiz, değişik işler yapıp-yapmadığımızla belli olur.

Kur’ân’ın güzelce tebliğ ettiği şeyleri reddederseniz, hayat, (sünnetullahın gereği olarak) o şeyleri size dayatır. İslâm’da zorlama yoktur ama, sünnetullahta zorlama vardır. Meselâ Kur’ân “günde beş kere abdest alın” der, “temiz ve helâl yiyin” der, “evlerinizde oturun” der, “Dünyâ’ya çok da tamah etmeyin” vs. der. İşte bunları (Kur’ân’ın bir emri olarak) güzellikle yapmazsanız, (sünnettullah gereğince) zorla yapmak zorunda kalırsınız. 

Kur’ân’ın hüküm koymada şirk koşulmasına bir şey diyemeyenler, şirk konusunu “din adamlarının haram-helâl koyması”na indirgiyorlar.

Kur’ân’ın hükümleri, “hareket hâlinde olan” toplumlarda billurlaşır ve yankı bulur. Hareketsiz toplumlar Kur’ân’ın hükümlerini anlamsız bulurlar ve “hükmü geçmiş” görürler.

Kur’ân’ın ilk emrini (oku!) yerine getirmeyenlerin diğer emirleri hakkıyla ve bilinçli bir şekilde yerine getirmeleri mümkün değildir.

Kur’ân’ın inişi ve uygulaması tamamlandıktan ve Peygamberimiz vefât ettikten sonra eğer kıyâmet kopmuş olsaydı, bu dinde hiç-bir eksiklik olmuş olmazdı.

Kur’ân’ın kelimelerini-harflerini öyle bir inceliyorlar ki, “sanki Sümer tabletlerini çözmeye çalışıyorlar” zannedersiniz.

Kur’ân’ın kendisi bir “kaynak Kitap”tır, başka kaynak kitaplara ihtiyâcı yoktur.

Kur’ân’ın ne dediğinden çok, Peygamberimiz’in Kur’ân’ın dediklerini kavlî ve fiîlî olarak nasıl yorumladığı önemlidir. 

Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi niçin Cumhûriyet ile başladı?. Çünkü Cumhûriyet ile birlikte Türkçe’den 60.000 kelime atıldı ve Türkçe’ye de Frenk dillerinden 15.000  kelime eklendi. Böylece Türkçe özünden uzaklaştı. Sonuçta, aslında “Türkçe” olan Kur’ân dili anlaşılmamaya başlandı. İşte bu nedenle de Türkçe meâllerin sayısı 300’leri geçti.

Kur’ân’ın yorumu Kur’ân bütünlüğüne ve sünnete göre olmalıdır, moderniteye ve keyfe göre değil.

Kur’ân’ın yüzünden arapça olarak okunması, onu okuyana en azından rûhen fayda verir ama; o kişinin Kur’ân’ı yüzünden arapça olarak okumasının bana yada mazlumlara ne faydası var?. Oysa Kur’ân “kâlplere şifâ” olduktan sonra, mazlumlara da dermandır.

Kur’âncıların dediği gibi, “Sünnet’e ihtiyaç olmaması”, “Peygamber’e ihtiyaç olmaması” demektir.

Kur’ân-merkezli âhiret îmânı ve bilinci olmayanların yapacağı yada hayâlini kuracağı şey, “refahı tâkip etmek”ten başkası değildir.

Kur'ân'da "öz" ve "kabuk" şeklinde iki farklı dînî anlayış yoktur.

Kurban Bayramı bir “vahşet” değildir, fakat “garibanların et yememesi” vahşettir.

Kuş beslemek istiyorsanız, balkona biraz buğday atmanız yeterlidir. Kuş beslemek için ille de kuşu kafese koymaya gerek yoktur.

Kutsal olan biraz “sıkı-cı”dır. Çünkü sıkı tutar.

Küçük çocuklar, merhâmeti celbeden en etkili varlıklardır.

Küçük kâinat olan insan bozulduğunda, büyük kâinat olan evren de bozulmaya başlar.

Küfür ve şirki yıkmak, ilk önce “küfrü ve şirki dile dolamakla başlar.

Küfür, “rengârenk” olsa da küfürdür.

Küfür, tüm zamanlarda aynı niteliksizliktedir.

Küfüv olmadığında “küfür” olur.

Kültürünü benimsemediğiniz şeyin müntesibi olamazsınız.

Küre, sonsuz olamaz. Evrendeki gökcisimlerinin çoğu küredir. Bu bakımdan tüm gök cisimleri bize, kînâtın sonsuz olmadığını söyler durur.

Küresel anlamda insanlarda ve müslümanlarda; dinden, ahlâktan ve insanlıktan bir “tâviz verme yarışı” var. Kim daha çok tâviz verirse, o kişi üstün tutuluyor.

Küresel sermâye para kazanmak için insanlara “üste bakmayı”, kendini garibanlardan korumak için ise “alta bakmayı” öğretiyor. Gerektiğinde de yeni bir “alt kesim” oluşturuyor. 

Küresel tâğutlar, yaptıkları şerefsizlikleri İslâm’a yıkarak sürdürüyorlar. Ahmaklar da “iyi olan ne varsa modernlikten dolayı”; “kötü olan ne varsa İslâm’dan dolayı” oluyor zannediyor.

Küresel tâğutlar, yaptıklarıyla, hayvan avlar gibi insan avlıyorlar aslında. Hem de tuzağa çekerek.

Lâ fâile illallah=”Yapan-eden Allah’tır” demek olduğuna göre, zorunlu olarak her-şey olması gerektiği gibidir. O hâlde bir kötülüğe karşı çıkmak Allah’a isyân etmek anlamına gelir.

Lafta kalacak laflar etmeyin.

Lâik-CHP’li kesimin muhâfazakârlara-dindarlara katlanamamasının nedeni, bu kişiler hakkında kafalarında; temizlikçi, hizmetçi kapıcı vs. gibi kalıpların oluşmuş olmasıdır. Son 20-30 yıldır kafasındaki dindar-muhâfazakâr insan-tipinin ama özellikle de kadının, devletin en başındaki kişinin hemen yanında olması, devletin başındakilerin hep bu tip insanlardan oluşması ve onların lüks yaşamlarını hazmedemeyişleridir. Çünkü lâik kesim başörtülü-tesettürlü kadını ancak temizlikçi olarak, onların kocalarını ise kapıcı olarak kabûl edebilmektedir. Cumhuriyet târihi boyunca kendilerini devletin sâhibi olarak gören bu kesim artık onlara diş geçiremediğini görünce çileden çıkmaktadır. 

Lâik-demokratik cumhûriyete geçiş, İslâm kânunlarından, Roma-Yunan kânunlarına geçiştir.

Lâiklik “dînin devletten ayrılması”dır; “devletin dinden ayrılması” değil.

Laiklik ve Demokrasi, modern müslümanların, “acıkınca yedikleri putlar”dır.

Lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist sisteme mevcut bir alternatif olmadığı için, modern sistem “uzatmalı Dünyâ ideolojisi” rolünü devâm ettirmektedir.

Lâik-seküler-demokratik-modern sistem, “sermâyedarların kendilerini garantiye alması”dır.

Lâilâheillallah demek, büyük bir riske girmek ve ağır bir işe girişmek demektir. Hem Lâilâheillallah diyeceksiniz, hem de gönlünüze göre bir hayât hayâli mi kuracaksınız?, bu imkânsız bir şeydir.

Lâilâheillallah sözü, fısıltıyla söylenecek bir söz değildir.

Ledünnî ilim, “lâ dînî ilim”dir.

Lîderleri biraz da, ona aşırı bağlı olan kitleler bozar-bozuyor.

Lüks ve sefahat içinde yaşayanlar, tatmine ulaştıkları ve artık bir ideâlleri ve hedefleri kalmadığı için, “yüce hedefler” için koşturmaktan vazgeçerler. 

Madde üzerinde -maddeyi merkeze alarak- aşırı araştırma yapmak ve çalışmak, “maddeyi ilahlaştırmak”la sonuçlanır.

Madde, nefisleri dizginleyemez, tam-aksine kışkırtır. Nefisler ancak vahiy ile dizginlenebilir. O-hâlde Allah’ı hesâba katmadan nefislerin dizginlenebilmesi mümkün değildir. 

Maddî-mânevî paylaşımın yerini, abuk-sabuk sosyâl-medya paylaşımları aldı. İlki şahsiyeti ve toplumu güzelleştirirken, ikincisi ise bireyi ve toplumu çirkinleştiriyor.

Makine, bir “standartlaştırma nesnesi”dir. Ondan çıkan her-şey aynıdır.

Makineler “tatmin etmeyen ürünler” üretirler. Zîrâ el değmeyince rûh olmuyor.

Makineleşme arttıkça insanın nesneleşmesi de artıyor.

Maksadı kâr olan sosyâl(!) kurumlar, iyilikten ziyâde zulüm üretirler.

Mâlûmat, mâneviyat değildir.

Mantık şu: “lâ fâile illallah” ise, o zaman “lâ mevcûde illallah”tır. “Lâ mevcûde illallah” ise de, “lâ mevcûde illâ ene”dir. O hâlde bir “efendi”ye gerek yoktur ki bir efendiye gerek duymak “şirk” olur. Sonuçta da “seyr-i sülûk” gereksiz hâle gelir. 

Mantıklı olan her-şey “dîne uygun” demek değildir. Modern insanın mantıklı kabûl ettiği bir-çok şey din-dışı olabilir.

Maraton koşusu, Yunanlıların, atlardan çok fazla faydalanamamalarının bir sonucudur.

Marksizm, kâinâtın formatına aykırı temel görüşleri olduğu için mitoloji hâline gelmeye mahkûmdu ve mitoloji oldu.

Mars’ta hayat yok; fakat öldükten sonra ebedî bir hayat var. Hazırlanılması gereken hayat âhiret hayâtıdır.

Marxizm, “kırmızı kapitâlizm”dir.

Masa-başında yapılan tartışmaların sonu gelmez.

Masa-başında yazılan tefsirler ancak yine masa-başında okunur. Hayâtın ortasında yazılan tefsirler ise, hayâtı şekillendirir.

Matbaa, telgraf, telefon, radyo, televizyon, bilgisayar, internet, sosyâl medya vs. her îcat, kendi kültürünü oluşturuyor. Oluşan yeni kültür, insanları kendilerinden ve birbirlerinden uzaklaştırıyor. 

Matematiğin doğada somut bir karşılığı yoktur. Bu yüzden bir yerden sonra tıkanmak zorundadır.  Mesela 10’u, tam ve net bir şekilde 3’e bölemez matematik.

Matematiğin sâbiteleri birer dayatmadır, zîrâ bu sâbitelerin doğada bir karşılığı yoktur.

Matematik bir “sâbite ve teori dayatma” ameliyesidir.

Matematik pornografidir. Her yeri meydandadır. Görünmez ve hayâl edilir tarafı yoktur. 

Matematik türedi bir şeydir. Nihâyetinde yazıya dayanır. Yazının olmadığı bir zamanda “sözel” vardı. 

Matematik, düşünmenin değil, ticâretin bir sonucu olarak başlamıştır. Zâten astronomi de, tüccarların gemi yolculuklarında yıldızlara bakarak yollarını bulma çalışmalarıyla başlamıştır.

Matematik; dînî, ahlâkî ve sosyâl sorunları çözemez.

Maymun, Evrim Teorisi’nin totemidir.

Mazlumun kâbus görmesine gerek yoktur. Zîrâ onun hayâtı kâbus gibidir.

Mecliste kânun çıkaran vekiller, “aleyhlerine olacak bir kânun” çıkarırlar mı?. Tabî ki de çıkarmazlar. O hâlde çıkarılan kânunlar, “vekillerin lehlerine” olan kânunlardır.

Medeniyet, münâsebetlerin sonucudur. Bu ister insan ferdi şeklinde, isterse de devletler-milletler şeklinde olsun fark etmez. Münâsebet varsa medeniyet, münâsebet yoksa barbarlık vardır.

Medyada boy gösterebilmek için, sistemi elinde tutanlara “yan bakmayan” biri olmanız gerekir.

Medyada reklâmı çok fazla yapılan kişiler ve şeyler “küresel bir proje”dir.

Mehdi bekleyeceğine, sen mehdi ol.

Mekân imkândır.

Mekânı olmayan fikirler, buharlaşıp yok olup giderler.

Mekânı ve zamânı dîne göre düzenlemezseniz, dîni zamâna ve mekâna göre anlama çabasına girer durursunuz. 

Mekânın modern anlamda değişmesi, nice imkânı bitirdiği gibi, îmânın da azalmasına ve bitmesine neden oldu-oluyor.

Mekke müşriklerinin Kâbe’de “el-lâh” adında taptıkları bir put da vardı. Allah’ın putuna tapmak da şirktir. Zîrâ şirk, “aracılı tapım”dır. 

Mekke’nin Fethi’nden sonra müslüman olmak kolaydır. Zor olan Hicret’ten önce müslüman olmaktır.

Meleke hâline gelmeyen şey ızdırap verir.

Metrekareye en çok insanın düşeceği yer cehennem, en az insanın düşeceği yer ise cennettir.

Mevcuda karşı bir güvensizlik oluşmadığı sürece bir değişim olmaz.

Mevcut Dünyâ, “insanın gelebileceği en ileri seviye” değil, “insanın gelebileceği en aşağılık seviye”dir.

Mevcut sistem bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ne kadar da kolaydır, zîrâ “nefsi merkeze almak” yeterlidir. Sisteme aykırı bir din (İslâm) bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ise ne kadar da zordur. Zîrâ nefsi karşınıza almanız gerekir.

Mevcut sistem nedeniyle ortaya çıkan adâletsizliklere, ahlâksızlıklara ve zulümlere sövmeyenler duyarsız insanlardır.

Mevlâ varken, Mevlâna’ya uyma!. 

Mevlâna Moğol, İbn-i Arâbi haçlı ajanıdır.

Mevlâna’nın hoşgörüsü, sâdece Moğollara karşı gösterdiği bir hoşgörüdür. Egemenlere gösterdiği hoşgörü.

Meylettiğiniz yada arzuladığınız şey doğal, temiz ve helâl değilse, nefsten kaynaklanıyor demektir.

Mezarlıklar “dünyâ hapis-hânesi”nden kaçmak için kazılmıiş tünellerdir. Ölenlere mezarlıklarda tünel kazarlar ki âhirete geçebilsinler.

Mezarlıklar insanların “ekildiği” yerlerdir. Dünyâ’da ekince-dikince âhirette çıkarlar. Tabi bir de ara-ara sulamak gerekir o ekilenleri. Mezarların üstüne su dökülmesinin nedeni bu mu acaba?.

Milet’li doğa bilginlerinden önce bir şey “mitolojiye göre” açıklanırken, bu kişilerle birlikte “akla göre” açıklanmaya başladı. Aslında buna, doğa bilginlerinden önce “eski mitolojiye göre”, bunlardan sonra ise “yeni mitolojiye göre” açıklanmaya başlamıştır denilebilir. Çünkü akla göre olan açıklamalar da birer mitolojik açıklamadır. Çünkü Allah’a dayanmadan yapılan her açıklama mitolojiye dayanır.

Milliyetçilik “kana tapmak”tır, İslâm’da kan haramdır.

Milliyetçilik bir bölme ve güçsüzleştirme projesidir.

Mîrâsa konmak için birilerinin ölmesi şarttır.

Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf, “işgüzarlık”tır. Allah’ın insandan böyle bir beklentisi yoktur.

Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf, “şeytana yapılan kıyakların toplamı”dır. Zîrâ insan fiillerinin %99’unun fâili şeytan olmasına rağmen, fillerin fâilinin Allah olduğunu söylemek ancak, şeytanı ve nefsi kurtarır.

Modern (yâni Allah’sız) tıp, insana “insan” gibi değil, bir makineymiş gibi muâmele ediyor ve bir makineymiş gibi davranıyor.

Modern Âdem ve Havvâ’lar, “Dünyâ cenneti”nde “elma” bırakmadı.

Modern akıl çağı, hırsızlıkla başlamıştır.

Modern aklın ve bilim-teknolojinin geldiği yer, “piçlere çip takma” olacak.

Modern batı uygarlığını, mahremiyetsizlik yıkacaktır. Bu mahremiyetin delinmesi en çok, karma eğitim ve kadının iş-hayâtına katılması noktasında ortaya çıkmaktadır.

Modern batı’nın her zaman yaptığı şey: “İşine gelmeyen şeyi yok saymak”tır.

Modern bir cümle olan; “erken evlenme, hayâtını yaşa!” sözü, “hemen sorumluluk alma, biraz sorumsuzca yaşa” anlamındadır.

Modern cehâletler, modern kölelikleri de yanında getirir.

Modern çağda ortaya çıkan sorunlar İslâm nedeniyle ortaya çıkmamıştır ki, o sorunları çözebilmek için “İslâm’ı yeniden okumak ve modern-yeni bir yorumla yorumlamak” meşrû olsun. Sorunları ortaya çıkaran şey modernizmdir. O hâlde değişmesi gereken şey modernizmdir. 

Modern değişimlerde “aralık” yoktur. Hiç ara vermez. Modernite safları sıkı tutuyor.

Modern devlet, çocuğun velâyetini âilesinden ayırarak kendi tekeline almıştır.

Modern dünyâ İslâm’a uygun bir mekân olmadığı gibi, insana uygun bir mekân da değildir.

Modern dünyâ, “patlamak üzere olan bir balon” şekline gelmiştir. Patlaması an meselesidir.

Modern dünyâ’nın yükselttiği çıtayı herkes için eşit yada benzer bir seviyeye indirmedikçe insanoğlunun azâbı bitmeyecektir.

Modern dünyâda adam vurmanın bile “af”fı var ama bankaya borçlu olmanın ve borcu ödeyememenin affı yok.

Modern dünyâda rahatlığın şiddeti, modernite lehine verilen tâvizlerin şiddetine bağlıdır.

Modern dünyâda, “hazzı en yüksek seviyede yaşayanlar, “en başarılı insan” olarak kabûl ediliyor. Kendini Allah’a adamış ve bu uğurda her-şeyden vazgeçerek malını ve canını ortaya koymuş olanlar ise; ahmak, gerici, yobaz ve terörist olarak görülüyor. 

Modern dünyânın yaşadığı sorunların %95’i modernite yüzündendir.

Modern dünyâyı kucaklarken gelenek eleştirisi yapmak samîmiyetsizliktir.

Modern düşünce, din yerine, “Allah’sız düşünceleri ikâme etme” sürecidir.

Modern eğitim kurumları “terbiyesiz insanlar yetiştirme merkezleri”dir.

Modern eğitim sistemi, insanları 25 yaşına kadar oyalıyor ve bir şey de öğretmiyor. Eğer yeni bir peygamber gelecek olsaydı üniversite okumamış (ümmî) biri olurdu.

Modern eğitim sistemindeki sınavlar, öğrencilerin “sistem”e yeterince adapte olup-olmadıklarını görmek içindir. Adapte olanlar îtibarlı ve paralı işlerle ödüllendirilir. Adapte olamayanlar ise “vasıfsız” olarak fişlenir.

Modern eğitim, mêzunları sermâyenin kulu yapar.

Modern Firavunları salmışlar, taşları bağlamışlar.

Modern hayat tarzı, Allah’ın rızâsını kazanmayı kesin bir şekilde blôke ediyor.

Modern hayâtın sunduğu hiç-bir şeyden geri kalmayanların müslümanlığı sorunludur.

Modern hayatta iş, küresel sistemin, "insanları kontrôl etme mekanizması”dır.

Modern ideolojilere karşı olmak, moderniteye de karşı olmayı gerektirir. Zîrâ modern-seküler ideolojiler modernitenin bir sonucudur. Eğer Dünyâ modernleşmeseydi, ideolojiler de modernleşip sekülerleşmezdi.

Modern insan “görmediğime inanmam” ve “görmediğimden korkmam” diyordu. Fakat görmediği koronavirüse hem kesin olarak inanıyor hem de ondan, her-şeyden daha çok korkuyor.

Modern insan “insan”a benzemiyor.

Modern insan “sırrı olmayan kişi”dir.

Modern insan 5000 yıllık Sümer tabletlerini değil, 64 GB’lık bilgisayar tabletlerini önemsiyor. İşin kötüsü, bunu “ilerlemişlik” olarak görüyor.

Modern insan Allah’a duâ etmeyi bırakınca, evrenin rûhuna mesaj göndermeye başlamıştır.

Modern insan çalışmadan para kazanılamayacağını ve zengin olunamayacağını çok iyi biliyor ama, Allah’ın emirlerini yerine getirmeden cennete girebileceğini umuyor.

Modern insan Güneş’in nereden doğup nereden battığını bilmiyor. 

Modern insan için “like” almak “sevap” almaktan daha önemli hâle gelmiştir.

Modern insan kitlesel anlamda Allah’tan koptuğu ve O’nu unuttuğu için, Allah da onları unutmuştur. Modern insanın sapkınlığı bu nedenledir.

Modern insan o kadar hızlı yaşlıyor ki, “an”ı  fark edemiyor.

Modern insan sâdece bedeniyle yaşıyor. Zîrâ rûhunu kaybetti.

Modern insan sağlık(sızlık) tarafından tutsak edilmiş olan kişidir.

Modern insan yaşlılarına da bebeklerine de bakamıyor. Aslında âciz olana bakamıyor.

Modern insan, “aklı” ve “aşkı” putlaştırmış durumdadır.

Modern insan, “gücünü tam anlamıyla kullanamayan insan”dır. Modern olan her-şey onu bundan mahrûm bırakır. Gücünü kullanamayan insan “tatminsiz insan” olup çıkar. 

Modern insan, “tüm doğal dürtülerini bastırmış” olan insandır.

Modern insan, acılardan kaçmak yada acılarını susturmak uğruna acılar içinde kalıyor. Oysa acı, “çekmek” içindir. Acıyı çekmeyen o acıdan kurtulamaz.

Modern insan, Ay’a ve Mars’a gitmeyi, cennete gitmekten daha önemli ve daha üstün tutuyor.

Modern insan, bâzılarının şehylere bağlandıkları gibi doktorlara bağlanmış durumdadırlar. Bağlandıkları doktorlar ne derse emir telâkki edip sorgusuz-suâlsiz itaat ediyorlar. 

Modern insan, bedenine öyle bir tapıyor ki, Allah’a tapmaya vakit bulamıyor.

Modern insan, bir şeyin “yapay” olanının, “doğal” olanından daha iyi ve üstün olduğunu kabûl edebilecek kadar aptal ve ahmak  bir varlıktır.

Modern insan, Dünyâ yaşamına gelince nefsine göre, dîni yaşama gelince keyfine göre hareket eden varlıktır. 

Modern insan, hakkâniyetli davranmayı kerizlik olarak görmektedir. Zîrâ modern insan, çıkarına göre hareket etmemeyi enâyilik olarak görüyor.

Modern insan, hiç-bir bilgisi olmamasına rağmen mevcut ve popüler olan şeye yalakalık yapmayı “bilmek” zanneden kişidir.

Modern insan, insanlık târihindeki en câhil insan kesimidir. Daha önce Dünyâ’da, böyle küresel çapta câhil insanlar topluluğu hiç olmamıştı.

Modern insan, kâlbini kullanamıyor, çünkü aklını çok kullanıyor, hattâ ona tapıyor.

Modern insan, Koronavirüs’ü ısrarla çağırdı, o da geldi. Bu belâ, tebliğ-dâvet-uyarı görevini yapmayan müslümanlara da geldi.

Modern insan, mevcut her kötü durumu eğitimsizliğe bağlıyor. Hiç kimse dinsizlikten ve beşerî-şeytânî hayat-tarzının kötülüğünden bahsetmiyor. Yılanın başı dinsizliktir.

Modern insan, modern îcatları gönül rahatlığıyla kullanamıyor. Tedirginlik içinde kullanıyor. Oysa kl>âsik îcatlar için sorun olmuyordu.

Modern insan, modern-bilim hatırına İslâm’a düşman olmaktadır. 

Modern insan, popüler olan her-şeyi hayâtına yansıtmaya başlıyor. O şey isterse şerefsizce ve ahmakça olsun fark-etmiyor.

Modern insan, şerefsizliği “akıllılık” zannediyor. Bu yüzden de yaptığı şerefsizlikle övünüyor. 

Modern insan, târih boyunca mevcut olan paganizmi her türlü ve seve-seve araştırıp incelerken, sıra İslâm’a gelince bâriz bir şekilde öteliyor ve gündeme getirmiyor.

Modern insan, ya kendisi it ve köpek durumuna gelmiştir, yada bir iti ve köpeği tâkip eder hâle gelmiştir.

Modern insana belâ yetmiyor. İlle de acı azap..

Modern insana; “sorgulamaktan korkma!” diye-diye onu -Allah dâhil- her-şeyi sorgular ve inkâr eder duruma getirdiler. Oysa İslâmîyet “teslîmiyet” demektir. Sorma vardır ama sorgulama yoktur. 

Modern insanı içten ve dıştan kuşatıp mahkûm eden şey, kendisine verilmiş olan “aşırı özgürlük”tür.

Modern insanın “modern-bilim iyidir” ön-kabûlü yanlıştır.

Modern insanın “sarışın ve mavi gözlü” tutkusunun ardında ırkçılık vardır.

Modern insanın aklı, “ilahlaştırılmış akıl”dır.

Modern insanın Allah ile arasına giren-girene. Fakat modern insan, nefsi ile arasına hiç kimseyi sokmuyor.

Modern insanın Ateizm’e ve Deizm’e kaymasının nedeni, modern-bilimin ortaya koydukları hârikalar(!) ve yaptığı araştırma ve açıklamalarla dînin değerini azaltması ve -hâşâ- dînin “yalan(!)” olduğunu ortaya çıkarmasından dolayı değil; yaptıklarıyla başta insanı ve tüm her-şeyi ifsâd edip fitneye düşürmüş olmasından dolayıdır. 

Modern insanın doyumsuzluğu ve domuzluğu, modern üretimlerin “sâdece bedene yönelik” olması ve “rûha hitâp etmemesi”nden dolayıdır.

Modern insanın düşündüklerinin, söylediklerinin, yazdıklarının, plânladıklarının ve hayâl ettiklerinin %90’ı “uygulanabilir” değildir. Kalan %10’u ise arzu ettiği ve beklediği gibi olmaz. 

Modern insanın en güçlü tutkularından biri de, “bolluk içinde yaşama” isteğidir.

Modern insanın târifi: “Cehâlet içinde, sürekli haz alma hâlinde yaşamak isteğinde olan varlık”.

Modern insanın yaptıklarından dolayı âhirette domuzlar bile bizden hesap soracak.

Modern insanlar ve de müslümanlar, akıllarını kullanarak(!) hurâfelerden kurtulacaklarını sanırlarken “din”den kurtuldular ve şeytanın, nefsin ve tâğutların kucağına düşerek dünyevileştiler.

Modern insanlar, efendilerini tanımayan kölelerdir. Bu sistemde efendi-köle ilişkisi hiyerarşik bir şekilde piramidin en tepesine kadar gider. 

Modern insanların yüzlerine taktıkları maskeler, “maskelerin üzerine takılmış maskeler”dir.

Modern kadın “izlenmenin nesnesi”dir. Kadınları hem erkekler hem de kadınların kendisi izler. Erkekler kadınları izlerken, kadınlar ise izlenmelerini izlerler. Kadın kendisini erkek üzerinden izler. İslâm’da ise buna izin verilmez ve bakışlar yere indirilir.

Modern mitoloji, modern-bilimden oluşur.

Modern müslümanlar “hılf-ûl fıdûl”a fit olmuş durumdadırlar.

Modern müslümanlar da dâhil modern insan, nefsine hitâp eden şeylere zinhar laf ettirmiyor.

Modern müslümanlar, “bâtıl içinde hakkı ikâme etmek” gibi imkânsız bir işin peşine düşmüş durumdadırlar.

Modern müslümanlar, dîne değil, modern din yorumuna îman ediyorlar.

Modern müslümanlar, ellerinden geleni yapmamak için “ellerinden geleni” yapıyorlar.

Modern müslümanlar, Kur’ân’ı kullanarak “modern-bilimi temellendirme” derdine düşmüş durumdadırlar.

Modern müslümanlar, nefislerine hitâp etmeyen dîne düşman oluyorlar.

Modern müslümanlar; “dinde şu yok, bu yok, şöyle değildir, böyle değildir, şu anlamdadır” vs. diye-diye İslâm’ı eleyip, tam da moderniteyle uyumlu bir felsefe ortaya çıkarıyorlar.

Modern müslümanların ilgisini çeken yazılar-kitaplar, “geleneğe vuran” yazılar ve kitaplardır.

Modern müslümanların söyleyip durduğu; "yapacak bir şey yok, çünkü gücümüz yok" sözü "imanın zayıflığının bir göstergesi"dir. Yapılması gereken şey şu: "Tayyib'in yada bakanlardan birinin karşısına çıkıp, moderniteye-batı'ya-şeytanlara uyacağız diye insanların ve de hayvan-bitkilerin zarar görmesine neden oluyorsunuz. Bundan vazgeçin. Vazgeçmezseniz sizin ananızı-avradınızı, yolunuzu-dâvânızı sikerim" demek, sonra da darp edilip hapse tıkılmaktır. Gerisi boş laftır.

Modern müslümanlık, “dînin vesâyetinden kurtulma mücâdelesi”ne döndü.

Modern müslümanlık, “domuzun etini yemeyen ama sütünü içen” bir müslümanlık(!) şeklidir.

Modern müslümanlık, “hadımlaştırılmış müslümanlık”tır.

Modern müslümanlık, “müslümanların kadim geleneğini taklit etmekten vazgeçip, batı modernitesini (geleneğini) taklit etmeye başlamak” demektir.

Modern nesil, “atalara tapmayalım” sözünü abartınca, ataların (anne-baba, dede-nine) değeri kalmadı, bir yük olarak görülmeye başladılar. 

Modern nîmetler, garibanların ulaşamaması için “camdan paravanlar”la çevrelenmiştir. Nîmet gözükmekte fakat ona ulaşmak mümkün olmamaktadır. 

Modern ordular, küresel zenginlerin tahsildarlarıdır.

Modern -sözde- müslümanların, Allah’ın hükümlerini pek de takmamalarının nedeni, mevcut batı kültürü ve modernizme sımsıkı bağlı olduklarından dolayıdır.

Modern târih, “avcı”ların yazdığı târihtir.

Modern zamâna geçiş, “kanın değeri”nden, “paranın değeri”ne bir geçiştir. Eskiden ülkeleri ve Dünyâ’yı “asil kana” sâhip olanlar yönetirken, modernizmle birlikte, (kansız biri olsa da)  “milyar dolar”a sâhip olanlar yönetiyor. İki durumda da takvâlı olanlar îtibâr görmüyorlar. Oysa Allah katında üstünlüğün ölçüsü takvâdır.

Modern-bilim  ve teknoloji, doğaya yapılan ağır saldırının bir sonucudur.

Modern-bilim (klâsik-bilim değil) de bâtıl dinlerden bir dindir. 

Modern-bilim “dîne karşı din”dir.

Modern-bilim “şüphe” (merak değil) ile başlayıp şüphe ile devâm eder. Kur’ân’da ise şüpheye aslâ yer yoktur: “Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakîler için yol gösterici bir kitaptır” (Bakara 2).

Modern-bilim “yanlışlanabilir olan” değil, “yanlış olan”dır.

Modern-bilim Allah’sız olduğundan dolayı, Allah’ın yarattığı kâinât hakkındaki gözlem ve yorum yöntemi mecbûren yanlış olacağından dolayı, çoğunlukla zarar vericidir.

Modern-bilim ve teknoloji çağı Allahsız olduğu için Allah’ı hatırlatmaz. Oysa doğal-geleneksel toplumda doğayla iç-içe yaşandığı için Allah sürekli hatırdadır. Bir çiçek doğal olarak insana Allah’ı hatırlatır, fakat bir entegre Allah’ı hatırlatmaz ve tam-aksine unutturur. Bu nedenle de doğallıktan uzaklaşıldıkça Allahsızlaşma başlar.

Modern-bilim ve teknoloji ilerlemesinin(!) bedeli, “insan özgürlüğünün kısıtlanması”dır.

Modern-bilim ve teknoloji isrâfa yöneliktir ve mutlakâ isrâf edilecek ve isrâfa alıştıracak ürünler ortaya çıkarır. İsraf etmeden üretim yapamaz.

Modern-bilim ve teknoloji, “Allahsız bilim ve teknoloji”dir.

Modern-bilim ve teknoloji, bizim “sorunlarımızın nedeni”dir, “çâresi” değil.

Modern-bilim ve teknolojide sizin için bâzı yararlar vardır, fakat zararları ve günahları daha büyüktür.

Modern-bilim yasalara bağlıdır. Bu yasaların çoğunu şeytan ilhâm eder.

Modern-bilim, “bilgiyi Allahsızca ve dinsizce kullanma yöntemi”dir.

Modern-bilim, “çürütülmüş-çürütülecek teoriler” üretme kurumudur.

Modern-bilim, açıklama yapamadığı konularda “vardır Allah’ın bir hikmeti” diyemediği için, bir gözlem ve sonuca dayanmayan hayâli şeyler kullanarak sözde açıklamalar yapıyormuş gibi görünür. Meselâ “paralel evrenler” uydurmasını kullanır.  Modern-bilim %90 bilimsel değildir.

Modern-bilim, Allah’ın yarattıkları üzerinde çalışırken, Allah’ı inkâr etme sapıklığıdır. 

Modern-bilim, dîne alerji duyanların sığınağıdır.

Modern-bilim, en popüler “çocuk masalları”dır.

Modern-bilim, örneği olmayan ama -sözde- “teorik olarak mümkün” olan şeyleri “gerçek ve doğru” olarak kabûl ediyor.

Modern-bilimi “din” edinen modern müslümanlar, Kur’ân’ın 1.400 yıl önce anlaşılmadığını ve daha ancak 100 yıldır anlaşıldığını söyleyerek Peygamber’i ve sahabeyi “câhil” îlân etmektedir. 

Modern-bilimin %90’ı “bilim” değil, “bâtıl bir inanç”tır.

Modern-bilimin en önemli söylemlerinden giri olan; “bilim yanlışlanabilir olandır” sözü, ortaya atılan hiç-bir teorinin “tam” olmadığını gösterir.

Modern-bilimin teorileri, “seküler projeler”dir.

Modern-bilimin verileri “nihâi sonuçlar” değil, yorumlardan bir yorumdur. Fakat modern-bilim Allahsız olduğu için her zaman eksiklik ve yanlışlıkla mâlûl olacaktır.

Modern-bilimin yasaları pozitivist-sosyâl bilimlere dayanır.

Modernite “bir haddini bilmezlik”tir.

Modernite bağlamında nefsini sımsıkı tâkip edenler, “akıllarına uyduklarını” zannediyorlar. 

Modernite bid’attır.

Modernite bir “deney uygarlığı”dır. Fakat deney, “deneyim” kadar sağlam ve kesin bilgi vermez. Bu nedenle de insana zarar verecek sonuçlar açığa çıkar. 

Modernite bir “göz ve görünürlük uygarlığı”dır. Kadınlar görünürlülüğe çok meyyâl oldukları için, modernite en çok da kadınları etkilemiştir.

Modernite bir “insan-altı uygarlık”tır. Modernitede merkeze alınan şeyler, insandan aşağı olan şeylerdir. İslâm ise, insan-üstü medeniyettir. İslâm medeniyetinin kaynağı Allah’tır.

Modernite bir “irâdesizlik uygarlığı”dır. 

Modernite bir “mesâfesizlik uygarlığı”dır

Modernite bir “pervâsızlık uygarlığı”dır.

Modernite bir “yalan uygarlığı”dır.

Modernite içinde bulunmak, aç kalındığında zorunlu olarak domuz yemek gibidir.

Modernite ile birlikte ağırlık batı’ya doğru kayınca, Dünyâ’nın dengesi bozulmuştur. Modernizm bir “dengesizlik uygarlığı”dır.

Modernite ile birlikte etkisi kaybolan “el âlem ne der?” sözü, bir “toplumsal denetim mekanizması” idi.

Modernite kadınları melekleştirirken, erkekleri ise şeytanlaştırıyor.

Modernite karşımıza o kadar çok sorun çıkarıyor ve bizi o kadar çok oyalıyor ki, nefsimizle mücâdele edecek fırsatı bulamıyoruz.

Modernite nedeniyle en çok işsiz kalanlar, “atlar”dır.

Modernite ve kentleşme, akrabâlık-bağını yok ederek insanları yalnızlaştırdı ve pısırıklaştırdı.

Modernite ve modern mîmâri, bir “dikkat dağınıklığı” oluşturuyor.

Modernite ve modern mîmâri, Güneş’e “batacak” yer bırakmadı.

Modernite ve ürünleri, “olmazsa-olmaz” değildir.

Modernite, “akıl-üstü”nü, “akıl-dışı” olarak kabûl ediyor.

Modernite, “dâhili vesâyet”ten kurtulup, “hârici vesâyet”e sığınmaktır.

Modernite, “kadına saygı”yı, “kadının götünü kaldırmak” zannediyor.

Modernite, “kendi-kendini aldatma uygarlığı”dır.

Modernite, Avrupa’nın din-birliğini kaybetmesinin bir sonucudur.

Modernite, cehennemi cennet diye kakalayan sistemin adıdır.

Modernite, dîni, ancak modern-bilimin süzgecinden geçtikten sonra gündemine alabiliyor. Modernitenin, dîni, o saf hâliyle kabûl edebilmesi söz-konusu bile değildir.

Modernite, erkeği kadın karşısında “öteki” durumuna getirmiştir.

Modernite, insandan, kendisi karşısında nesne olmasını istemektedir.

Modernite, insanoğlunun gördüğü ve mâruz kaldığı en ağır “kanser”dir. 

Modernite, İslâm karşısında oluşan bir kompleksin sonucudur.

Modernite, mahâretle ortaya atılmış sapık bir sistemdir. Mahâretli olunca meşrû ve doğru olacak diye bir şey yoktur.

Modernite, modern olmayan bilgi için “değildir” derken, sağlam bir şekilde “şudur” diyemiyor.

Modernite, sınırlı yaşamak isteyenleri cezâlandırıyor.

Modernite; Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber, din ve mâneviyat-merkezli düşünmek, konuşmak ve davranmaktan vazgeçip; insan, akıl, doğa ve madde ve eşyâ-merkezli düşünmek, konuşmak ve davranmaya geçişin adıdır. Yâni modernite bir Allahsızlıktır. Allah’ın yâni varlığı Yaratan’ın olmadığı yada hesâba katılmadığı şeyden bir hayrın çıkmasını beklemek ne kadar akla yada sağduyuya uygundur?.

Modernite; iyiliğe, ahlâka ve adâlete, “eğitim-öğretim ile” ulaşılacağını sanan bir ahmaklıktır.

Modernitenin ana öğelerinden ikisi, müzik ve spordur. Bu, eski Yunan ve Dorlar’a kadar gider.

Modernitenin başarılı gözükmesinin ve yaygınlaşmasının nedeni, insanın zaaflarına dayanmasından ve zaaflarına oynamasından dolayıdır. 

Modernitenin batı’da ortaya çıkması, batı’da köklü bir dînin çıkmamış olmasından dolayıdır. İslâm ve doğu dinlerinin, dinden vazgeçmeden tam anlamıyla modernleşmesi mümkün değildir. Bu nedenle doğu hâlen “doğu” olarak kalmaktadır.

Modernitenin kuşatıcılığında ne yaparsan-yap, moderniteye hizmet etmiş olursun.

Modernitenin pazarladığı en ucuz et, “kadın eti”dir.

Moderniteye karşı yeterli ve güçlü bir reddiye ortaya koyamıyoruz. Zîrâ modernite “yeni bir sapıklık türü”dür ve insanlık târihinde bu derece bir sapıklık örneği daha önce olmadığı ve buna karşı ortaya konmuş bir tecrübe bulunmadığı için ona karşı ilmen ve eylem olarak güçsüz kalıyoruz. 

Moderniteyle birlikte “târihin sonu” değil ama “medeniyetin sonu” gelmiştir.

Modernizm “dînin eleştirisi” ile başlamıştır; o hâlde dînin hâkimiyeti de “modernizmin eleştirisi” ile başlamalıdır.

Modernizm “insanlığın gelebileceği en ileri seviyedir” sözü, Peygambeimiz’in Medîne’si ilkel görüyor.

Modernizm “kuşku uygarlığı”dır (cogito).

Modernizm “neo-paganizm”dir.

Modernizm bir “abartı uygarlığı”dır.

Modernizm bir “inanç değişikliği mîlâdı”dır. Modernizm; Allah’a, gayba, peygamberlere, vahye ve dîne inanmaktan vazgeçilip, insana, akla ve bilime inanmanın başlangıcıdır. 

Modernizm bir “korsanlık uygarlığı”dır.

Modernizm bir “mahremiyetsizlik uygarlığı”dır. 

Modernizm bir “parçalama uygarlığı”dır. Zîrâ modernizm, “bütünlük” fikrine katlanamaz ve kabûl edemez.

Modernizm bir “porno uygarlığı”dır.

Modernizm bir “sahtelikler uygarlığı”dır. Gerçekten çok sahteler vardır onda.

Modernizm denilen şey hiç ortaya çıkmasaydı ve insanlar tarafından hiç bilinmeseydi, insanlık zerre kadar bir şey bile kaybetmemiş olurdu.

Modernizm en temelde köleciliğe, öldürmeye, sömürmeye ve zulme yâni şerefsizliğe dayandığı için hiç-bir zaman genel hayır getirmedi, getirmez, getirmeyecektir.

Modernizm ile birlikte günümüzde ilahlaştırılmamış bir şey kalmamıştır.

Modernizm ile birlikte hakîkat aleyhine olarak çember daraldıkça daralmaktadır. Fakat insanlar “çemberimde gül oya” türküsü çığırmaya devâm etmektedirler.

Modernizm kâfirdir. Varlığın gizemini örter.

Modernizm nerede ve ne zaman olursa olsun hep aynı sonuçları üretir. Çünkü Allahsızdır ve Allahsızlık hep aynı sonuçları üretir. Zira küfür tek bir millet ve tek bir zihniyettir.

Modernizm ve modern insan, gelinen an îtibârıyle “mümkün olan en iyi dünyâda yaşanıldığına” inanır ve der ki: “Bundan daha iyisi ne ve nasıl olabilir?”.

Modernizm, "kazanan her-şeyi alır" oyunudur.

Modernizm, “Allah’tan korkmak” yerine, “Allah’ı -sözde- sevme”nin ikâme edilmesidir. 

Modernizm, “dîne açılan savaşla” başlamıştır.

Modernizm, “Dünyâ’yı, insanın gözüne-gözüne sokmak” demektir.

Modernizm, “greko-romen hayranlığı” demektir.

Modernizm, “Greko-Romen uygarlığın modernize edilmesi”nden başkası değildir.

Modernizm, “hiç gereği yokken nesne ortaya çıkarmak ve nesne çoğaltmak”tır.

Modernizm, “insanın gelebileceği en ileri ve en son nokta” değil, târih boyunca yaşanan sapık dönemlerden biridir.

Modernizm, “insanın taleplerini” karşılamak için, “Tanrı’nın taleplerini” es geçen sistemdir.

Modernizm, “kadının değiştirilmesi” durumudur.

Modernizm, “paganizme geri dönüş”tür.

Modernizm, “varlığı olduğu gibi kabûl edememek” ve “ona sürekli müdâhale etmek” demektir.

Modernizm, ana-babanın, çocuğunun kucağında ölmesine izin vermez.

Modernizm, Aristo’nun terk edilip, Platon’a dönülmesi olayıdır.

Modernizm, başarının “sayısallık” ile ölçülmesidir. Modernizmde sözelliğe yer yoktur. Modernizmde dîne yer verilmemesinin bir nedeni de budur.

Modernizm, binlerce yıldır olmayan ve olmasına gerek de olmayan şeylerin açığa çıkarılması ve bunların aşırı şekilde yaygınlaştırılmasıdır.

Modernizm, bir “akıl yarıştırma” çağıdır.

Modernizm, eski hâkim paradigma olan İslâm’ı ötekileştirerek ve silmeye çalışarak hâkimiyetini kurmak istiyor ve büyük ölçüde kurdu. O hâlde İslâmî hâkimiyeti yeniden kurmak için modernizmi ötekileştirmek ve silmek şarttır. Zîrâ hiç-bir sistem bir-önceki hâkim sistemi silmeden hâkim olamaz. 

Modernizm, evlerin yamaca yapılmasından vazgeçilip ovaya yapılmaya başlamasıdır. Böylece tarım yerine sanâyi ortaya çıkar.

Modernizm, Helenizm’in güncellenmesidir.

Modernizm, insana verdiği kolaylığı ancak kendi sınırlarında kullanmasına izin verir. Meselâ bir yol yapar, sana araba verir ve o yolu izlemek zorunda bırakır. Fakat klâsikte böyle değildir. At ile eşek ile gidiyorsan bir yola bile gerek yoktur.

Modernizm, İslâm’a karşı alınmış bir “gard”dır.

Modernizm, modern insana, hayatta çok aşırı derecede yüksek bir tatmin ve beklenti düzeyi aşılamıştır. 

Modernizm, şeytanın; “onları her yönden saptıracağım” sözünü tezâhür ettiren uygarlığın adıdır.

Modernizm, tâviz vermeden çocuk yetiştirilemeyecek bir çağdır.

Modernizm; “Tanrı’nın önde ve yol gösterici” olmasından vazgeçip, Tanrı’yı arkaya atma ve bilimi öne alarak bilimin yol göstericiliğini(!) kabûl etme düşüncesinin sonucudur.

Modernizm; vahiy-merkezli yâni “Allah’a göre” olmaktan, akıl-merkezli yâni “insana göre” olmaya bir çevriliştir. Bu bağlamda modernizmi kabûl eden müslümanların bilgi ve düşünceleri yanlış (câhiliye) olduğu gibi, inançları sorunludur.

Modernizmde mimari evlâdiyelik olmaz. Fakat deprem bunu ne kadar yanlış bir düşünce olduğunu hatırlatıverir.

Modernizmden bêri şeytan hep cenâbet geziyor.

Modernizmin ortaya çıkardığı sorunlara İslâm ile çözüm bulma çalışmaları, “İslâm’ı moderniteye uydurmak”la sonuçlanıyor. Zîrâ bal (İslâm) ile zehir (Modernizm) karışınca bal, zehir olur. Çünkü Hak, aslâ bâtıl kabûl etmez.

Modernizmin târihi, “Allah’a meydan okuma”nın târihidir.

Modernizmin târihi, “dinden kopuş” ve “dîne düşman olma”nın târihidir.

Modernizmin târihi, insanın ilahlaşma serüvenidir.

Modern-layt erkekler, sanki Allah’ı değil de “kadınları râzı etmek için yaratılmışız” gibi davranıyor.

Modernler, “kesilen hayvan eti”ne (kurban) düşman olacaklarına, “metalaştırılan kadın eti”ne düşman olsunlar.

Modernler, “zaman değişti, artık din eskisi gibi anlaşılamaz” diyorlar ama “asr-ı saadet” örnekliği değişmedi ve aynen orada duruyor.

Modernler, Dünyâ’da sanki her-şey yolunda gidiyormuş da sâdece geleneksel İslâm sorunu varmış gibi konuşuyorlar.

Modernler, kadının erkek için yaratılmadığını söyleye-söyleye erkeği kadının emrine verdiler. Sonuçta “erkek kadın için yaratılmıştır” durumuna gelindi.

Modernler; “insan aklı gelişti, artık dinlere gerek yoktur” diyorlar ama Hristiyanlık ve İslâm’dan önce ortaya konan Yunan felsefesine dört elle sarılmaya devâm ediyorlar. 

Modernleşmek kaçınılmaz bir şey değildir.

Modernlik ilacının (daha doğrusu zehrinin) yan etkisi, “zâlimlik”tir.

Mozole, greko-romen bir taş kültüdür.

Mûcize “aklı âciz bırakan” demektir. Zîrâ mûcizeler, aklın değil, îmânın konusudur.

Muhâfazakâr demokrasinin eleştirilere îtirâzı, “hâlinize şükredin” sözünde ifâdesini bulan; “ölümü gösterip sıtmaya râzı etme” söylemidir.

Muhâfazakârlık, “İslâm geleneği”ni değil, “geleneksel İslâm”ı savunmaktır.

Muhâlif olmak Sünnet'tir.

Muhteşem eserler, muhteşem bir têsirin sonucudur.

Mutlak eşitlik, eşitsizliktir.

Mü’min olmak, biraz “deli” olmayı gerektirir. Zîrâ İslâm’ı, “İslâm’ın delisi” olanlar hâkim kılabilir ancak.  

Mü’min olmak; direniş ve sabır göstermek, îcâbında dayak yemek, Allah yolunda malını-mülkünü harcamak, her-şeyden vazgeçerek hicret etmek, cihad etmek, şehid olarak ölümü göze almak demektir. Mü’min olmak “kelle koltukta yaşamak”tır.

Mü’min, ölümden değil, ölüm-ötesinden korkan kişidir.

Mü’minler, “akıllarını iptâl edenler” ile “akıllarını ilah edinenler” arasında sıkışıp kalmış durumdadır.

Mü’minler; istediği gibi yiyip-içemez, giyinip-gezemez, istediği evde oturamaz, istediği arabaya binemez vs..  

Mü’minlerin görevi “Allah’ı aramak” yada “O’nu bulmak” değil, “O’na hakkıyla kul olabilmek”tir.

Mü’minlerin yaşama arzusu, “mü’mince yaşama arzusu” olabilir.

Mü’minlerin, “hakîkati hâkim kılmak” için muhtaç olduğu kuvvet, damarlarındaki kandan değil, “Allah’a olan îmanlarından” kaynaklanır.

Mücâdele, Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılma mücâdelesidir. Gerisi boş iş ve oyalanmadır.

Mücâhede ve mücâdele etmeyenler ilerleyemez.

Mükemmeliyetçilik, “Allahçılık”tır. Zîrâ tek mükemmel olan varlık Allah’tır.

Mülk, “küfr” üzere bâki kalır fakat “zulm” üzere bâki kalmaz diye ahmakça bir söz söyleniyor. Küfr ile de bâki kalmaz, zîrâ küfrün zulme dönmemesi imkânsızdır. Hattâ tüm zulümler, küfürden neş’et eder.

Münâfık, ağzıyla söylediği şeyi yüreğinde taşımayan kişidir.

Mürtedin öldürülmesini reddedenler, İslâmî bütünden koparak mürted oldukları için aslında kendilerini savunmaktadırlar.

Müslüman çocuğun vaftizi, “kulağına ezan okunması”dır. Sesle yapılan vaftizdir bu.

Müslümanca yaşamak, “nefsine göre yaşamak” değil, “Allah’ın emrine göre yaşamak” demektir.

Müslümanım diyenlerin %90’ının inandığı falan yok ve sâdece inandığını zannediyor. Îmânın ne demek olduğunu bile bilmiyor ki!.

Müslümanım diyenlerin bir-çoğunun din ile ilişkileri “cenâze namazı” ile sınırlıdır.

Müslümanım diyenlerin çoğu, İslâm’a değil, “İslâm toplumu”na mensuptur.

Müslümanlar da dâhil insanlar, Dünyâ’da bulunmanın yegâne amacının, “Dünyâ’dan olabildiğince zevk almak” ve “Dünyâ’nın tadının çıkarmak” olduğunu zannediyor.

Müslümanlar doğayla savaşmazlar. Zîrâ doğa bizim hizmetimize verilerek bize teslim olmuştur. Bize teslim olanla niye savaşalım ki?.

Müslümanlar fâiz olarak ödedikleri paraları, “karz-ı hasen” yâni güzel borç olarak verselerdi, Dünyâ cennete dönerdi.  

Müslümanlar hayâtı “Kur’ân-merkezli” okumuyorlar ve tam-tersine, Kur’ân’ı “modernite-merkezli” okuyorlar. Böyle olunca da Kur’ân modernitenin ve zamânın öznesi olacağına  nesnesi oluyor. Kur’ân özne yerine “nesne” olunca, müslümanlar da Kur’ân yerine modernitenin gölgesinde modernitenin ve zamânın nesnesi oluyorlar. Rezillikleri bu yüzdendir. Bâzen moderniteye uymaya mecbur kalmak, “bâzen domuz yemeye mecbur kalmak” gibidir.

Müslümanlar İslâm’dan uzaklaştıkça ve batı’lılaştıkça ahmaklaştılar, ahmaklaşıyorlar.

Müslümanlar olarak, sosyâl medya üzerinden “dâvetçi” olacağımıza “tâkipçi” olduk.

Müslümanlar sürekli olarak “müslümanlık” öğreniyorlar ama müslümanlık yapmıyorlar.

Müslümanlar, “sâdece Allah’a tapıyorum” demelerine rağmen, beşerin “gösterdiği yolda” gidiyorlar ve beşerin izini tâkip ediyorlar. Şirk işte budur.

Müslümanlarda “güçten yana olma” inancı ve güdüsü vardır. Müslümanlar, “yanlış kader inancı” nedeniyle, başa gelen hükümdârın Allah tarafından başa getirildiğine inandığı için hükümdâra kayıtsız-şartsız boyun büker ve destekler. Türklerde de kardeşler arasındaki savaşı kim kazanırsa onu Tanrı’nın seçtiği kabûlü vardır ve en güçlüden yana olurlar. Bu durum günümüzde de aynıdır. Seçimleri kazanandan yana oluyorlar.

Müslümanların %90’ı, “dînin gizli düşmanı”dır.

Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni; “ilimsiz amel” ile “amelsiz ilim”dir.  

Müslümanların siyâset yapması, “dînî siyâset yapması” demektir. Müslümanlar dîni karıştırmadan “dinsiz siyâset” yapamazlar.

Müslümanlar-Türkler, bilim ve teknolojide geri kalmamızı büyük bir felâket olarak göre-dursun, asıl büyük felâket; dinde, düşüncede, felsefede, sosyolojide, psikolojide ve târihte geri kalmaktır.

Müslümanlığı seçmek, hayâta 1-0 yenik başlamayı kabûl etmek ve göze almak demektir.

Müslümanlık “kısıtlanmayı kabûl etmek” demektir.

Müslümanlık adına hiç-bir şey yapmayanlar “müslüman” değildir.

Müslümanlık sâdece “İslâm’a mensup olmak” değildir, müslüman olmak “İslâm’ın gereğini yerine getirmek” demektir. 

Müsümanların ve doğu’nun batı karşısında -görece- geri kalmasının nedenlerinden biri de, müslümanların ve doğu’nun, batı ile ahlâk-dışı bir yarışa girmek istemeyişi idi. Çünkü İslâm’da ve doğu’da, ahlâk-dışı bir kulvarda yarışmak zihniyeti yoktur.

Mütekebbir Olan’dan geldiği için bilginin özünde bir kibir vardır. Bu kibir ancak, o bilgi Allah-merkezli olursa ve emele-eyleme dönerse kişiyi bozmaz.

Namaz kılmamak kibirdendir.

Namaz, oruç, hac ve zekat, insanı doyurur.

Nasıl ki belli bir zaman önce İslâm toplumlarında yaşayanlar, uydurma da olsa hadisleri-rivâyetleri, devlet başkanından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve halktan çekindikleri için inkâr edememiş ve o rivâyetleri kullanmışlarsa; şimdi de modern müslümanlar, yine modern devlet-adamlarından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve modern halktan çekindikleri için moderniteye aykırı olan İslâm uygulamalarını ve hattâ âyetleri ya aşırı yoruma tâbi tutuyor yada moderniteye aykırı olan âyetlerden hiç bahsetmiyorlar. Yâni aslında değişen bir şey yok.

Nasıl ki cep telefonlarında kullanmadığımız bir-çok gereksiz uygulama varsa, modern hayatta da kullanmadığımız-kullanmayacağımız gereksiz bir-çok üretim ve uygulama var.

Nasıl ki çok fazla tahlil ve tetkik yaptırınca insanda -aslında çok da önemli olmayan- bâzı hastalıklar-sorunlar ortaya çıkıyorsa, bu, Kur’ân için de geçerlidir. Kur’ân’ı aşırı inceleyip tahlil ettiğinizde onda bir-çok yanlış gibi görülen şeyler bulursunuz. Böylece Kur’ân’ın açık bir emrine bile eylemden kopuk bir anlam vermeye başlarsınız. Modern Kur’ân çalışmaları bunu yapmaktadır.

Ne gönlümüzde derman var, ne de dizimizde..

Ne için domalırsanız, kıçınıza o girer.

Ne kadar çıkar elde ettiğiniz, çıkarlarınız için ne kadar fedâkârlık yaptığınızla doğru orantılıdır.

Ne kadar çok para harcarsanız, o kadar az düşünürsünüz

Ne kadar çok üretemezsen, o kadar çok tüketirsin.

Ne yapılması gerektiğini biliyoruz fakat “gereken”i yapmak için gönlümüzde derman yok. Gönlümüzde derman olmayınca dizimizde de derman olmuyor.

Ne yapıyorsanız onu savunursunuz.

Ne yapmalı, ne yapmalı? diye sormaya gerek yok. Kur’ân-merkezli oku, bilgi-bilince er ve idrâk et; Sünnet-merkezli amelde-eylemde bulun. İslâm budur.

Ne yiyeceğinizi belirlemek için ne yemeyeceğinizi belirlemeniz gerekir. Ne yemeyeceğinizi öğrendiğinizde ne yemeniz gerektiğini de öğrenmiş olursunuz.

Neden-sonuç düşüncesinin bir sonu yoktur. Buna göre “neden” ilahlaşır. Çünkü her-şey “neden”e dayanır. Bir şeyin nedeni, onun yaratıcısı ve ilahı olur.

Nefis, “azdıkça azan” bir şeydir. Süreli azmak ister ve hep “bi-ilerisi”ni ister. En sonunda gide-gide kişiyi uçurumun kenarına kadar getirir. Uçurumun kenarına kadar geldiyseniz, büyük ihtimâlle düşersiniz.

Nefret ettikleriniz gibi yaparsanız, “nefret edilir” hâle gelirsiniz.

Nefret ile yapılan iş çok yorar.

Nefs bağımsızlaştıkça tatminsizlik artar.

Nefs ne kadar açık olursa, bilinç o kadar kapalı olur.

Nefs ne kadar palazlanırsa, hayvâniyet o oranda artar. Modernite “nefsin alabildiğine kışkırtıldığı” bâtıl bir sistemdir.

Nefsi kışkırtılmış ve yoldan çıkmış insana azap yetmez. Onu ancak “acı azap” kendine getirir.

Nefsin surlarını ve kalesini yıkmadan, düşmanın surlarını ve kalesini yıkamazsınız.

Nefsine karşı darbe-devrim yap(a)mayanlar, şirke-küfre karşı da darbe-devrim yap(a)mazlar.

Nefsine sâhip çıkamıyorsan, müslümanlığına da sâhip çıkamazsın.

Nesnel bilgi diye bir şey yoktur. Herkes inandığı şeyi bilir ve söyler. Bilmek, “ancak Allah’ın bildirdiği kadar idrâk etmek” demektir.

Netlik olmadığında bölünme başlar. Tezinizi çok iyi ortaya koymadığınızda, tezin eksik yönleri üzerinden yeni görüşler ve akımlar ortaya çıkar. Mezhepler ve târikatların çoğalmasının nedeni budur. Herkes tezin eksik yönleri kendisinin tamamladığını iddiâ eder.

Neyden etkileniyorsanız ona bağlısınızdır.

Neye inanıyorsanız onu temele koyarsınız. Temel olarak kabûl ettiğiniz şey sizin dîninizdir.   

Neye/kime îman ediyorsanız ona inanırsınız ve ona göre yaşarsınız.

Neyi kabûl ederseniz ona inanırsınız; neye inanırsanız onu kabûl edersiniz.

Neyi okuduğun ve ne kadar okuduğun önemli değil; “hangi bakışa-açısıyla okuduğun” önemlidir. 

Neyi yapıp-duruyorsanız, onu sevmeye başlarsınız. Böylece onu yapmak bir tutku hâline gelir.

Nice Kur’ân dersleri yapanlar vardır ki merkeze Kur’ân’ı almamaktadırlar.

Niçin hep “batılılaşmak”tan söz ediliyor da “doğululaşmak”tan söz edilmiyor?.

Nikâh, ruhlar arasında gerçekleşmeli, imam-nikâhı bu nedenle olmalı ve ruhsal bağ yapılmalı. Beden-nikâhı sağlam olmaz, zîrâ beden 6 ayda tümden değişir, 6 ay görüşmeyen eşlerin bedenen bağları kopmuş olur, ayrılmış olurlar, dolayısıyla 6 ay sonra karşılaştığınız kişi farklı bir kişidir. Nâ-mahremdir.

Nîsâ 34. âyet bağlamında, karısına laf geçiremeyen bir erkeğin İslâm’ı tam anlamıyla idrâk edip uygulaması mümkün değildir.

Nitelikli işler yap(a)mayanlar, sayılara (nicelik) râm olur.

Niyeti olmayan, hiç-bir şey yapmaz.

Nobel Barış Ödülü almak şerefsizliktir.

Normâl alış-verişte ilk önce mal alınıp sonra parası ödenirken, internet alış-verişlerinde önce para ödenip sonra malın gelmesi bekleniyor. Bu modernizm her-şeyi tersine çevirdi.

Normâl olmayan bir iş yapmaya kalkarsanız, a-normâl engellerle karşılaşırsınız.

Normâlden sapmış olanlar, a-normâli “normâl” olarak görürlerken, “normâl”i ise a-normâl olarak görmeye başlarlar. 

Nûh’un Gemisi’ne binmeyen, Nûh’un âilesinden değildir.

Okul bir “elek”tir. Elenenler, sistemin ameleleri olurlar.

Okul, başarı ve popüler işler.. İnsanın hayâtı ıskalamasına neden olan üç etkendir.

Okumak istemekle, “okumak” çok farklı şeylerdir.

Okumayan insanı ancak “çalışmak” zapt-eder. Yoksa insanın uyumaktan ve gezmekten başka bir düşüncesi olmaz.

Okuma-yazmaya önem vermeyen toplumlar, ağzı iyi laf yapanların peşinden giderler.

Okumayı “Yaratan Rabbinin adıyla” yapmak önemlidir. Modernite okumayı Allah adına yapmıyor.

Okunması gerekenler okundu, konuşulması gerekenler konuşuldu, yazılması gerekenler yazıldı, sıra “yapılması gerkenleri yapma”ya geldi.

Okuyan adam çok da “aktif” değildir, olamaz. A-sosyâl olmadan “okuyucu” olamazsınız.

Olayları yada bir şeyi açıklamada Allah’ı, sünnetullahı ve vahyi hesâba katmadan ve katmayan neyi kullanıyorsanız, “onunla şirke düşüyorsunuz” demektir.

Olgunluk, “eğitimlilik”le değil, “çiğlikten kurtulmak”la alâkalıdır. Nice eğitimliler vardır ki çiğdirler.

Olmayan bir şeyin yokluğu ispât edilemez.

Olmazsa-olmazınız ne ise, dîniniz de odur.

Onların dinlerine girinceye-uyuncaya kadar âyetinin bir anlamı da; “domuz yiyene kadar”dır.

Ordular güçlendikçe, savaş olasılığı artar.

Organik tarım, kişinin bizzat kendisinin yaptığı, ekip-biçtiği tarımdır.

Organize bir hareketin gücü, “inancının gücü” kadardır.

Orta-çağ karanlığı, hristiyanların “ictihad kapısını kapattığı” zamanlardır.

Orta-çağ, İslâm’ın ve doğu’nun değil, Avrupa’nın karanlığıdır. Fakat aslında Avrupa bile ortaçağda, modern çağda olduğu kadar “karanlık” değildi.

Ortaçağda bilim ile hastalıklar bir miktar azalınca, batı’lılar, “bizi Allah değil bilim korudu” diye, Allah yerine bilime tapmaya başladılar.

Oruç, metabolizmayı yavaşlatarak ömrü uzatır.

Oy kullanarak şirki AKP üzerinden yada CHP üzerinden gerçekleştirmek arasında fark yoktur. Demokratik sistem içinde oy kullanmak her hâlükârda şirktir.

Oy kullanmak ile, demokrasi adına bir heykel yapıp ona tapmak arasında fark yoktur.

Oyun kurucusunu mat etmediğiniz her oyunun piyonu olursunuz.

Oyunu kurallarına göre oynarsanız sürekli olarak “oyun”un içinde kalırsınız. Kurallara aykırı hareket etmedikçe kendi oyununuzu hiç-bir zaman kuramazsınız.

Ödül verilen kişilere, “sûnî bir otoriterlik” verilmiş demektir.

Öfkeli dil, acının sesli hâlidir.

Öfkenin olmadığı yerde “yavşaklık” başlar.

Öldükten sonra âhirette dirileceğimize olan “inanılmazlık”, Dünyâ’da vâr olmamızın inanılmazlığından fazla değildir. Yâni Dünyâ’da vâr olmuş olmamız da normâl değildir.

Ölmek basit bir şeydir. Zor olan ölüm-ötesidir.

Ölmek istememek, kendini fazla önemsemektir.

Ölmek üzere olan kişiye ancak Kur’ân okunur, başka bir şey söylenmez.

Ölmemiş olmak, yaşıyor olmak demek değildir.

Ölüm “güçlü bir format”tır.

Ölüm bir cezâ değildir. Cezâ, ölümden önce yada sonra başlar.

Ölüm düşüncesi yada ölümün kendisi, modern insanın bütün sistemini bozup hayâllerini yıkıyor. 

Ölüm korkusunun şiddeti, kişinin yaşamındaki tatminsizliğin şiddetine eşittir. Hayatta tam anlamıyla tatmin olamayanlar, ölümden çok korkarlar. 

Ölüm, savaşılacak bir şey değildir. Ölümle yapılacak savaş mutlakâ kaybedilecek bir savaştır.

Ölümden ne kadar korkuyorsanız, moderniteye o kadar yaklaşırsınız.

Ölümsüz olmanın yolu “ölmek”tir. 

Ömür-boyu “ne yapılması gerektiği” ile ilgili araştırma yapıp da hiç-bir şey yapmadan göçüp gitmek…

Önemli olan “nüfus” değil, “nüfûz”dur.

Önerilen çözüm-şekli “pratik bir çözüm-şekli” değilse, “çözüm” değildir.

Ön-yargının en büyük kaynağı cehâlettir.

Örnek alacak olan varlık bir insandır. İnsan ise ancak yine kendisi gibi bir insanı örnek alabilir. Peygamberlerin gönderilmesinin nedeni budur. 

Örtüsünü açtığınızda, güzelin güzelliği azalır.

Öyle bir duruma gelindi ki, herkes herkesle çatışıyor.

Öyle bir şey söyle ki, köleler seni izlemeye başlasın.

Özel olan hiç-bir şey, asgarî ücretliler ve emekliler için değildir.

Özgürlük sert ortamları sever. Yumuşak ortamlarda özgürlük olmayacağı gibi yavşaklaşma kaçınılmazdır.

Özü gür olmayanlar, özgür olamazlar.

Pâdişahlık yönetiminde pâdişah babadan-oğula belirlenirken, demokraside pâdişah, seçimle belirlenir.

Para çoğaldıkça merhâmet azalır ve acımasızlık başlar.

Para kazanmanın en yüce değer olduğu bir dünyâda hiç-bir şeye îtirâz edemezsiniz. Zîrâ tutarsız olur.

Para ve maddî çıkar için olmayan bir eyleminiz olsun.

Para, insanları değersizleştirir. Çünkü parası olan için karşıdaki insan çok da önemli değildir. Zîrâ bir ihtiyaç durumunda, bir insanın yerine başka bir-çok insan vardır.

Paranın “çıkışı” kolay olurken, “geri dönüşü” her zaman zor olur.

Paranın hâkim olduğu yerde ne rûh kalır, ne anlam kalır ne de ahlâk kalır.

Paraya kıyarak dünyevî şeylere ve eğlenceye aşırı para harcamak, uhrevî ve mânevî şeylere para harcamaya kıyamamakla sonuçlanır.

Parayı Lidya’lılar bulmuştur ama parayı her bulan “Lidya’lı” değildir.

Parçalamanın sonu yoktur. Temel parçacığa kadar parçalayabilirsiniz. Bundan sonra, günümüzde olduğu gibi “zihnî parçalanmalar” başlar ve devâm eder gider.

Parlamenterler “eski feodâller”dir.

Parlamentolar birer panteondurlar.

Parlamentolar, “demokrat kral”ın “tek adam”lığını perdelemekle görevlidirler.

Peçenek, Uz, Kuman ve Batı Bulgar Türkleri, İslâm’a girmedikleri ve dinlerini korumadıkları için, yayıldıkları balkanlarda Slavlaşmışlar ve hristiyanlaşarak asimile olmuşlardır. Halkların asimile olmalarına neden olan şey, dinlerini korumamaları ve hak dîne tâbi olmamalarıdır.

Peygamber döneminden sonrasını İslâm’dan saymayanlar, sıra demokrasiyi savunmaya gelince İslâm’ın “Peygamber’den sonraki” yönetim şeklinin “demokratik bir cumhuriyet” olduğunu söylerler. 

Peygamber’e güvenmeden Kur’ân’a îman edilemez. “Peygamberlere îman” bunun için vardır.

Peygamber’in hadisi ve sünneti yoktur diyenler, tâbi oldukları kişilerin sözlerini (hadis) can kulağı ile dinleyip tekrarlıyorlar ve onların yaptıklarını (sünnet) da aynen yapıyorlar.

Peygamber’in örnekliği amelî yöndedir. Yoksa Kur’ân’da olmayan bir şeyden bahsedemez. Rivâyetlere dayalı bir şeyi İslâm’da varmış gibi söyleyemez. O, din’de olan şeyin kavlî ve fiîlî yorumunu (Sünnet) yapar.

Peygamber’in yaşam-tarzını beğenmeyenler ve benimsemeyenler “müslüman” değildir.

Peygamber’siz İslâm, “Tayyip’siz AKP” gibi bir şeydir.

Peygamberimiz ve ilk iki halifeden sonra “gerçek İslâm” olarak ortada hiç-bir şey kalmamışsa eğer, o zaman -hâşâ- “İslâm güçlü ve sağlam bir temele sâhip olmayan bir din’dir” düşüncesi açığa çıkar.

Peygamberimiz ve onunla birlikte olanların yaptığı gibi; olağan-üstü şeyler yapmadıkça olağan-üstü değişimler ve olağan-üstü sonuçlar beklemek abes ve hayâldir.

Peygamberimiz, “doğuştan müslüman” değildir. Onun müslümanlığı, “babadan-oğula geçen bir müslümanlık” değildir.

Peygamberimiz, evlatlığı Zeyd’in, boşadığı hanım ile evlenmeseydi, insanlar Kur’ân’ın o âyetlerini pek de uygulamazlardı da yorumlamaya başlarlardı.

Peygamberimiz’in söyledikleri (hadis) ile yaptıkları (sünnet) birbirleriyle çelişmeyeceği için söyledikleri, yaptıklarıyla, yaptıkları da söyledikleriyle uyumlu olmalıdır. Aksi-hâlde bir çelişki olduğunda, çelişen şey “sahih” olmaz.

Peygamberimiz’in; “ilim Çin’de bile olsa gidin alın” dediği ilim, “modern-bilim” değildir. 

Peygamberler bilgileriyle değil; îman, ahlâk, takvâ ve amel-eylemleriyle öne çıkan ideâl örnekliklerdir.  

Peygamberler, “Allah’ın seçtikleri”dir. Allah’ın seçtikleri varken “insanların seçtikleri”ne göre düşünmek ve hareket etmek küfürdür, şirktir ve mutlakâ zulmü açığa çıkarır.

Peygamberler, insanların kafalarına göre yaptıkları yorumları iptâl etmek ve “Allah’a göre” yapmak için gönderilirler.

Peygamberler, vahiy-merkezli bir hikmet-sünnet ortaya koyabilecek ahlâkî bir potansiyele sahip oldukları için “peygamber” olarak seçilirler.

Peygamberlerin çok etkili olmalarının nedeni, bambaşka bir yol ve bambaşka bir dünyâdan bahsetmiş olmalarıdır.

Peygamberlerin söz ile yaptıkları yorumdan ziyâde fiîlen yaptıkları yorumlar bağlayıcıdır.

Pınarın gözünden, onu bulandırmadan içmek istiyorsan, “toprağa kadar” eğilmek zorundasın.

Pişmanlık iyi bir öğretmendir.

Plân yapmaktan ziyâde, plânı gerçekleştirebilmek önemlidir.

Porno, “bir şeye odaklanmak” ile başlar. Meselâ ayak-bileğine uzaktan bakılınca bir etki olmaz fakat ayak-bileğine yakın-çekim yapıldığında iş başkalaşır.

Pornografi, hayâl kurmayı ve keskin bakışı blôke eder. Zîrâ her-şey ortadadır.

Pornografi, örtüsüzlükle başlar ve gizemsizlikle son bulur.

Post-modern insan, korkuyu ve her-şeyden korkmayı bir hayat-tarzı hâline getirmiştir. Bu, “sâdece Allah’tan korkma” düşüncesi ve inancından vazgeçmenin bir cezâsıdır.

Post-modern zamanlarda dünyevîlik insanlara “damardan” verilmektedir. Bu nedenle hemen etki etmekte ve alışkanlık yapmaktadır. 

Pozitivist modernite “doğayı hâkimiyeti altına alma”ya dayanır. İnsan da doğanın bir parçası olduğu için insanı da hâkimiyeti altına alıp sömürmeyi sorun olarak görmez. 

Pozitivistler gaybî konulara inanmanın bir dayanağı olmadığını söylerler. Zîrâ pozitivistler açıklanamayan şeylere inanmazlar. Fakat gayb, “açıklanacak” değil “inanılacak olan” şeydir. İnanırsın yada inanmazsın. Şu da var ki, modern-bilimin Dünyâ-dışı verilerinin %90'ı da masa-başında üretilmiş zırvalıklardır.             Peki bunlara niye inanayım?. Görülmesi aslâ mümkün olmayan “elektron” denilen şeye niye inanayım ki?.

Pratiğe dökülmemiş şeyler için “sonsuz zannetmeler”den başka bir şey yoktur.

Pratiğe dönük olmayan düşünceler, unutulmaya mahkûmdur.

Psikologlar dinsizlerden ve dîni dar/zayıf olanlardan beslenirler.

Psikoloji, normâli “a-normâlleştirme” ameliyesidir.

Psikolojik ilaçlar gerçek anlamda sâdece üreticilerini-satıcılarını mutlu ediyor.

Put edinilmiş olanların çoğu, eski zamanlarda yaşamış “put-kırıcılar”dır.

Putçuluğun târihte kaldığını zannedenler bilmelidir ki, insanlık târihinde hiç-bir zaman, günümüzdeki kadar put ve putçuluk olmadı.

Putçuluğun, şirkin, küfrün ve dolayısıyla zulmün kökeninde “aşırı sevgi” vardır.

Putçuluk, kendi putunu yüceltirken, başkasının putunu aşağılamaktır. Oysa bunların ikisi de şirk ve küfürdür.

Putlar; önceki zamanlarda yaşayan kahramanlar, bilginler, yöneticiler vb. gibi insanlardı. İnsanlar bu kişileri çok sevmişlerdi. Bu kişilerin ölümlerinden sonra resimleri ve heykelleri yapıldı. Onlar ilk başta ölüm yıldönümlerinde, daha sonra ise sık-sık ziyâret edildi. Zamanla onlara tâzim gösterilmeye ve en nihâyet de tapılmaya başlandı. Demek ki şirkin kökeni “aşırı bağlılık” ve “aşırı sevgi”dir. Allah’tan başkasına aşırı bağlılık şirk sürecini başlatır. İslâm’da resim ve heykele iyi gözle bakılmamasının nedeni de budur.

Putlaştırma ve tabulaştırma, putlaştırılan ve tabulaştırılan üzerinden kaçamak yapılabilmesinden dolayıdır.

Putperestlik “sanat” adı altında pazarlanıyor.

Rabbiniz, “tâlimâtına göre hareket ettiğiniz”dir. Kimin tâlimâtına göre hareket ediyorsanız “onu râb edinmişsiniz” demektir.

Rabbiniz, eleştiremediğinizdir.

Ramazan; açlık ve susuzluktan başka bir de uykusuzluktur. Yoksa ayı gibi uyuyarak tutulan orucun etkisi çok da fazla olmaz.

Ramazan’ın ilk gününde Oruç Baba’ya gitmek ile, ulusal bayramlarda ve özel günlerde Anıtkabir’e gitmek arasında “hurâfe olmak bakımından” bir fark yoktur. İkisi de bir tapınmadır, şirktir, küfürdür.

Reel-politiğe destek verirken ve lâik-demokrasiye kuyruk sallarken; reel-politiğin ve lâik-demokrasinin ortaya çıkardığı ahlâksızlıklardan ve çirkeflerden dert yanmak ahmaklık ve münâfıklıktır.

Referans kaynağınız ne ise, dîniniz de odur. 

Risk olmadan rızk olmaz.

Romalılar, Roma Uygarlığı’nın köklü geleneklerinden nasiplenmemiş olanları “barbar” sözcüğüyle tanımlanıyorlardı. Bu tutum şu-anda da geçerlidir. Modernizm bir greko-romen uygarlıktır. Bu uygarlığa ayak uydur(a)mayanlar barbar, yobaz, ilkel, gerici ve terörist olarak kabûl ediliyor.

Rönesans, tabiatçılığa (paganizm) bir dönüştür.

Rûh karşısında nefse verilen en küçük bir tâvizde, nefs rûhu inkâr etmeye başlar.

Rûhun bedenden ayrı bir şey olmaması, maddenin mutlaklığıdır, mateyâlizmdir.

Saat gece 12.00 yâni 24.00.’den yarım sâlise önce yada yarım sâlise sonrası arasında ne fark var?. Yada 24.00’den bir sâniye önce ve sonrası; 1 saat önce ve sonrası?. Koca bir hiç. Ancak 1 saat önce yada sonra zâten her-gün olan periyodik döngüler sebebiyle yıldızlara farklı bir açıdan bakarız sâdece. O hâlde günün 24.00’de bitmesinin ne anlamı var?. Hattâ yeni yılın girmesi için bile 24.00’ü bekliyorlar. Bu saatlerde olağan-üstü bir şey olmuyor ki. İslâm’da ise gün, Güneş battığında biter. Hem de muazzam görünümlü bir batış/bitiş şekliyle. Akşam-ezanı okunduğunda.. Zâten “gün”, Gün-eş’in “gün”üdür. Güneş battığında gün biter. “Batmak” ile “bitmek” aynı yazılır arapçada. Gün-eşin batması, gün-ün bitmesidir.

Sâdece “müziğin klâsiği” değil, “hayâtın da klâsiği” güzeldir; arındırır, rahatlatır.

Sâdece Allah’a tapmaktan imtina edenlerin, en nihâyetinde nefislerine tapmaktan başka çâreleri kalmaz.

Sâdece îman ve ibâdet içeren dinler, bir peygambere ihtiyaç duymazlar. İslâm’ı kuru îman ve ibâdet dînine çevirmeye çalışanlar, bu nedenle  Peygamberimiz’i gündem-dışı etmek istiyorlar.

Sâdece kendini düşünen bencil insan “kimsesiz insan”dır.

Sâdece lâik, seküler, liberâl ve Atatürkçü olmakla “aydın insan” olduğunu zannedenler var.

Sâkin olmak için en iyi yol “sâkin” bir yerde sâkin olmaktır yâni sâkin bir yerde yaşamaktır.

Samanı süte dönüştürecek bir makine yapabilir misiniz?.

Samîmi mü’minlik, pirinç yemek yolunda bulgurdan da olabilmeyi göze almak ve bunu kabûl edebilmek demektir. 

Samîmi olması için, ille de “bilgece” olmasına gerek yoktur. 

Samîmiyet sorumluluk gerektirir. 

Sanal demek, sonsuz demektir.

Sanat, devrin siyâsi görüşüyle örtüşür. Zâlim siyâsetler, biçimsiz mîmâriler üretir.

Sanâyi, “işe hem Allah’ı hem de insanı karıştırmamak” demektir. Çünkü makine ne Allah’ı takar ne de insanı. Makineler el değmeden üretim yaparlar.

Sanâyileşme arttıkça, enâyileşme de artar.

Sapık akımlar târih boyunca, kendilerini eleştirenleri, “öğretilerini anlayamamakla” suçlamışlardır.

Sapık bir fikrin özgürlüğünü savunmak sapıklıktır.

Savaş, bulaşıcıdır.

Savaşmayan erkekler yavşaklaşmaya başlar. Sonunda da “kadın-erkek eşitliği” görünümü altında kadın tarafından ezilirler.

Savaşsız bir dünyâ yavan olur.

Savaşta mağlûb olanlar, eski kültür ve edebiyatlarına yönelmeye başlarlar.  

Savaşta ön cephede bulunmak, namazda ön safta bulunmanın fazîleti gibidir.

Savsaklanan iş ve savsakçının işleri yolunda gitmez ve bitmez.

Savunduğunuz şeyin “doğru” olması yetmez. Onu samîmi ve gayretli bir şekilde savunuyor olmanız gerekir.

Secde, eşitleyicidir.

Seçik olan bir şey aynı zamanda açık değil midir?. Kuşun kuş olduğu anlamak ve bundan emin olmak için kuş hakkında derin bir bilgiye mi sâhip olmamız gerekmez.

Seçimde aday olmak, “ben kâfirliği kabûl ediyorum” demektir.

Seküler aklın “tabiatı hâkimiyeti altına almak” sevdâsı, modern zamanlara kadar tabiatı ilahlaştırarak kendisine ceberrut edinmiş olmasının pişmanlığından dolayıdır. Batı, tabiatla hiç-bir zaman dengeli bir ilişki kuramamıştır.

Seküler bilgi arttıkça korku azalır, İslâmî bilgi arttıkça korku çoğalır.

Seküler devlet, ayrıcalıklı sınıfların temsilcisidir.

Seküler devletler her zaman, halkın çoğunluğunu ezik, gariban ve güçsüz bırakmak ister. Zîrâ zenginleşip, güçlenip de kendisine kafa tutmasın ister. Dolayısıyla halkın çoğunun gariban olması-bırakılması şeytânî bir politikadır.

Seküler devletlerde devletin güçlü olması, halkın da güçlü olması anlamına gelmez.

Seküler ideolojiler, eşitsizliğin -güyâ- meşrûlaştırılması uygulamalarıdır.

Seküler kânun ve kurallara sımsıkı bağlı olanların, Allah’ın kânun ve kurallarını hayâta hâkim kılmak yolunda adım atması mümkün değildir.

Seküler sâbiteler, “gerçek değişimi” imkânsızlaştırırlar.

Seküler sistem, modern dünyâdan domuz gibi yararlanmayanları deli ve sapık olarak îlân ediyor.

Seküler sisteme karşı teslim olarak ellerinizi havaya kaldırırsanız, “donlarınızı da aşağıya indirmiş” olursunuz.

Seküler sistemlerde insanlara verilmiş tek bir hak vardır, o da; “hâkim sınıfı alkışlama hakkı”dır.

Seküler siyâset, “insanın insan üzerindeki egemenliği” iken; İslâmî siyâset; “Allah’ın insan ve tüm varlık üstündeki hâkimiyeti”dir.

Seküler-dinsiz sistemler “seküler-dinsiz insanlar” ortaya çıkarır.

Seküler-kamusal alan, özel alanı ifsâd ettiği gibi, dijitâl alan ise hem kamusal alanı hem de özel alanı bitirmiştir.

Seküler-lâik-modernite ile birlikte insanlar “Tanrı Krallığı”ndan koparılıp, “Dünyâ Kralllığı”na bağlanmıştır.

Semirmiş insanda “anlamlandırma” ya çok az olur yada hiç olmaz. Anlamlandırma, bir şeyin eksikliği, yokluğu ve özleminde olur.

Sen Allah’a ne kadar “kulluk” yaparsan, Allah da sana o kadar “Allah’lık” yapar.

Senin îman ettiğini söylemen benim için önemli değildir. Senin o îmanla ne yaptığın benim için önemlidir.

Sermâyedarlar ekonomiyle “kedinin fâreyle oynadığı gibi” oynuyorlar.

Sermâyedarların servetlerini katlamaları “büyüme” değildir.

Serotonin seviyesi zirveye çıkmışsa, serotonin seviyesini yükselten şeyin ne olduğunun bir önemi yoktur.

Servet, sâhiplerinde şiddetli bir “yönetme ve yönlendirme isteği/arzusu” oluşturur. Parayı bulanlar, yönetimi de kendileri yapmak isterler. Servetin oranı, yönetilecek alanın büyüklüğünü belirler. Tüm insanların sâhip olduklarından daha çok servete sâhip olanlar, tüm Dünyâ’yı ve tüm insanları yönetmek ister. İşte şirk budur. Bu yüzden sınırı aşmış olan zenginlik, mutlakâ şirki, küfrü, sapmayı ve zulmü de yanında getirir.

Servet-sâhibi olmanın yolu akıllı/zeki olmaktan değil, şerefsiz olmaktan geçer.

Ses çıkarmak, “konuşmak” demek değildir.

Seyyar satıcılar (işporta) esnafların ilk hâlidir. Esnaflar, ilk hâllerini hatırlatan seyyarları (işportacıları) sevmezler, bu nedenle de onları zâbıtaya şikâyet ederler ki oradan uzaklaşsınlar da “psikolojik olarak” rahat etsinler.

Sıkılan şey rûhunuzdur. Boş kalınca sıkılmaya başlar.

Sınır, yâni ulaşamamak, fikri ve sanatı ortaya çıkarır. Sınırsızlıkta fikir ve sanat oluşmuyor. Bu nedenle, ulaşmayı çabuklaştıran ve kolaylaştıran makineleşme, fikri ve sanatı öldürdü.

Sınırlı akıl, sınırsız olan dîni sınırlayamaz. Tam-tersine din, aklı sınırlar.

Sınırsızlıkta anlam kaybolur. Zîrâ tek sınırsız olan Allah’tır. Meselâ kâinâta “sınırsız” derseniz Allah inkâr edilmeye başlanır. Allah olmayınca anlam da kaybolur.

Sıra-dışı şeyler şartları değiştirme gücü taşısa da, sıra-dışı şeyleri yapmak için şartların uygun olması gerekir. Sünnetullaha göre bu böyledir. Uygun değilse, şartların olgunlaşmasını beklemek ve uygun olması için onu tatlı-sert zorlamak gerekir. 

Silahtan vazgeçenler, sonsuz tâvizler vermeye başlarlar.

Sisteme sövmeyenlerin sonu, “kızını dövmeyenlerin” sonu gibi olur.

Sistem-içi sorunlara üretilen sistem-içi çözümler “gerçek birer çözüm” değildirler.

Sistemin ortaya çıkardığı sorunları sistem içinde kalarak çözmek imkânsızdır.

Siyâset dîne âlet edilmezse, din siyâsete âlet edilmeye başlar. Siyâset dîne âlet edilmediğinde, din, her türlü siyâsete her zaman âlet edilmeye çalışılmıştır. O-hâlde ya -doğru olarak- “siyâset dîne” âlet edilecek yada -yanlış olarak- “din siyâsete” âlet edilecektir.

Siyâset düzelmeden hiç-bir şey düzelmez.

Siyâset yalnızca İslâmî düzende “ekonomik güçler” tarafından belirlenmez.

Siz fark-etmiyorsunuz diye kötülük yok demek değildir.

Siz Kur’ân’ın hayâta dönük tarafından uzaklaşırsanız, Allah da -bir cezâ olarak- sizi rûhî-mânevî tarafından uzaklaştırır.

Siz ve sen tartışmaları yapılıyor. “Siz” hitâbı hem dilbilgisi kurallarına aykırı, (çünkü karşıdaki kişi tek bir kişi olsa da ona “siz” deniyor ve kişi “kendisi” olarak kabûl edilmiyor) hem de daha baştan “biz ayrıyız” uyarısını veriyor. Bâzı “siz”ler o kadar hakâret içeriyor ki.. hem de samîmiyetten yoksun; oysa bâzı “sen”ler o kadar yumuşak, samîmi ve ferahlık verici ki, “siz”den daha çok seviyorum ben o “sen”leri.

Sizden sürekli olarak saygı bekleyenler, size egemenlik kurmak isteyenlerdir.

Sizi hizâya sokan ne ise dîniniz odur.

Sizi motive etmiyorsa, dîne olan bağlılığınızda bir sorun var demektir.

Soğukkanlı insanlarda “tedbirde aşırılık” çok bâriz olarak gözükür.

Son 150 yıllık târih, aklın en az kullanıldığı târihtir. İnsanlar nefislerinin peşinde giderlerken “aklımızı kullanıyoruz” zannediyorlar. 

Son 200 yıldır “Dîn’i, hurâfelerden arındırma” çalışmalarında ölçü Kur’ân ve Sünnet olacağına, modernizm olmuştur. Böylece “Dîn’i modernizme uydurmak” sorunu ortaya çıkmıştır. Ölçü bu sefer de tersinden şaşmıştır.

Son 200 yıllık târih, Allah rızâsının en az gözetildiği” zamandır.

Son zamanlarda “selam sana” söylemi çok kullanılmaya başlandı. Allah bunun farklı nedenle söylenmesini isterken, şimdikiler ise, kendisi gibi düşünmeyeni aşağılamak için kullanıyorlar.

Sonradan olan “sonuna kadar” olmaz.

Sonsuz olan tek şey Allah’tır. O-hâlde uzay sonsuz değildir. Uzaya sonsuz diyenler onu tanrılaştırmaktadırlar.

Sorgulayamadığınız şey, ilahınızdır.

Sormayana cevap vermek Dünyâ’nın en zor işlerinden biridir.

Soru şu: Allah, takvasını güçlendirene mi yoksa ordusunu güçlendirene mi yardım eder?.

Sorumluluk (nikâh) olmadığında zinâ olur.

Sorun, “benim niye sinirli ve isyankâr oluşum” değil, “senin niye sinirli ve isyankâr olmayışın”dır.

Sorunları yok saydığınızda sorunlar “yok olmuş” olmaz.

Sosyâl medyada yapılan yemeklerin ve pastaların resimleri paylaşılıyor ama bu yemekler açları doyurmuyor. 

Sömürmeyen zenginleşemez.

Sövmeniz gerekip de sövmediğiniz şeyi, kısa süre sonra sevmeye başlarsınız.

Sövmeyen adam ciddî değildir.

Sövmeyen adam yavşağın tekidir.

Sövülecek o kadar çok şey ve kişi var ki, sövgünün hakkını vermek isteyen birinin, ölene kadar sürekli sövmesi gerekir.

Sövülecek olana sövmüyorsanız, bâri sövene engel olmayın.

Söylene-gelen; “sakalımız yok ki sözümüz dinlensin lafı; “sosyâl medyada bol tâkipçimiz yok ki sözümüz dinlensin” olarak değişti. 

Söylenip duran; “kızlar okuyup çalışıp kendi ayakları üzerinde durmalıdır” sözü bir fitnedir.

Söz ile yâni “müslümanım” demekle müslüman olunmaz, “müslümanlık yapmak”la müslüman olunur.

Sözün de nâmusu vardır ve sözün nâmusu; “Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” âyetinde ifâdesini bulur.

Spor karşılaşmalarında kötü oynayıp da haksız gâlibiyet alanlar gibi, cennete, İslâm’a aykırı yaşayarak haksızca girmek yoktur.

Stresin ve buhranların nedeni düzensizliktir. Düzenlilik, ilk başta ağır, sonra da hafif bedeller ister. Böylece düzenlilik sürdükçe stres ve huzursuzluk azalır.

Suyu (rahmet) kirletenler, dîni haydi-haydi kirletirler.

Suyun, formûl olarak H2O (iki hidrojen bir oksijen) olduğunu bilmenin insanlığa hiç-bir faydası yoktur.

Sünnet söz değil, amel-eylemdir. Bu nedenle gayr-ı metluv vahye değil, metluv vahye dayanır.

Sünnet, “Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesini söylemek” değil, “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek” demektir.

Sünnet, “İslâm’ın sosyâlleşmesi”dir.

Sünnet, “Kur’ân’ı idrâk etme ve uygulama yöntemi”dir.

Sünnet, “Peygamberimiz’in içtihâdı”dır.

Sünnet, “vahiy-merkezli bir motivasyon”dur.

Sünnet, “vahyin ete-kemiğe bürünmesi”dir.

Sünnet, bir “İslâmî hayat felsefesi” ameliyesidir.

Sünnet, Hz. Muhammed’in, resûl ve nebî olarak 23 yıl boyunca Kur’ân’ı merkeze alarak yaptığı kavlî ve fiîlî yorumlardır.

Sünnet, ilk İslâm toplumunun Kur’ân-merkezli tatbikâtıdır.

Sünnet, Kur’ân’ı değil ama İslâm’ı bütünler. Zîrâ İslâm, Vahiy ve Peygamber yâni Sünnet’tir.

Sünnet, Kur’ân’ın “aura”sıdır.

Sünnet, Kur’ân’ın amel-eylem şeklinde yansımasıdır. Bu bağlamda Kur’ân ve Sünnet (yada İslâm geleneği) ayrılamaz. Modernite ise parçalayıcıdır ve bölücüdür. Modernite Kur’ân ile Sünnet’i yâni İslâm geleneğini de, “eski”ye olan nefretinden dolayı (çünkü hayâtiyetini bundan almaktadır) ayırıp-bölmüş ve böylece geleneği kötü göstermiştir-göstermektedir. 

Sünnet, Sünnetullahın izdüşümüdür.

Sünnet; ideâl bir mü’minlik şeklidir.

Sünnet’i hesâba katmayıp da “Kur’ân yeter” demek, “İslâm sâdece gönüllerde yaşansın ve hayâta karışmasın” demektir. Zîrâ İslâm-Kur’ân hayâta Sünnet ile karışır.

Sünnetin kaynağı Kur’ân’dır.

Sünnetullah denen ilâhi sisteme ancak ve ancak “İslâm Dîni ve düşüncesi” ayak uydurabilir. İslâm-dışı ideolojiler ve düşünceler ise yakın-uzak vâdede bertarâf olmaya mahkûmdur. 

Sünnetullaha göre, biri zayıflamadan diğeri irileşemez.

Sünnî ve Şiîlerin toplam hadisleri 2,5-3 milyon civârındadır. Bunların sâdece ve en fazla 1.000 tânesi sahih olabilir. Gerisi uydurulmuştur ve hâlen de uyduruluyor.

Sürât, sersemleştirir.

Süreç şu şekilde işledi: Allah/Kitap-merkezlilik; insan-merkezlilik, eşyâ-merkezlilik..

Sürekli olarak Allah’ı aramak ve O’nu görmek-bilmek istemek “ateizm”den kaynaklanır.

Sürekli olarak başkalarının ürettiğini yemek, hastalıkların nedenidir. En sağlıklı beslenme şekli, “kendi ürettiğini yemek”tir.

Sürekli olarak dîn, zamâna ve mekâna uydurulmaya ve uyarlanılmaya çalışılıyor. Peki niçin zamân ve mekân dîne uyarlanıp uydurulmaya çalışılmıyor?.

Sürekli olarak kullanılan “gönlünce yaşa” dileği aslında “nefsince yaşa” demektir. 

Sürekli olarak söylenen; “Kur’ân’ın dilini günümüze göre değiştirmeliyiz” sözüyle Kur’ân’ı modernitenin nesnesi yaptılar.

Sürüden ayrılmayan, “çoban” olamaz.

Şamanizmin kaynağı, totemizmdir.

Şans dilemek, “duâ etmek” demek değildir.

Şartların değişmesi, “yeni araçların ortaya çıkması” demektir.

Şaşırılması gereken en ilginç şey, “sömürülen kitlelerin bir isyân başlatmaması”dır.

Şehâdet, saadettir.

Şehir, insanları bir-birlerinden koparıyor. Şehirler “en ufak bir yardım”ın bile esirgendiği yerlerdir. Göçebelikte ise misâfir-perverlik çok önemlidir. Hattâ hayatları pahasına.

Şehirler birer “açık-hava hapis-hânesi”ne dönüştü.

Şehrin merkezinde ne varsa, insanların merkezinde de o vardır.  

Şerefsizlere kânun/yasa yetmez.

Şerefsizlik, profesyonelce yapıldığında “şerefsizlik” olmaktan çıkmaz.

Şeytan “boş adam”ı hedef alır.

Şeytan ateist değildir, Allah’a inanır. Şeytanın “şeytan” olması, Allah’a inanmasına rağmen emrini yerine getirmemesiydi. “Secde et” emrini yerine getirmemek şeytanlaştırır.

Şeytan insanlara “virüs”ü iliklerine kadar yaymış olduğu hâlde, insanlar korona-virüsün tüm Dünyâ’ya yayılacağından endişe ediyorlar.  

Şeytan insanları bisiklete bindirdi. Ya sürekli pedal çevirip ilerleyeceksin, yada düşeceksin dedi. Böylece "ilerleme" denen şey ortaya çıktı.

Şeytan, yaptığı şeyi câzip gösterdikten sonra bir insanın yapmayacağı şey yoktur.

Şeytanı, nefsi, tâğutları ve moderniteyi sorgulamaya götü yemeyenler; Allah’ı, âhireti, vahyi, peygamberleri sorgulamaya başlarlar.

Şeytanın telkinleriyle nefse uyarak, her türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler nefse göre yapıldığında, bir süre sonra Dünyâ, tam da nefse uygun bir hâle gelirken; Allah’ın emir ve nehiylerine uyarak, her türlü düşünce, amel-eylem ve üretimler İslâm’a, Kur’ân’a ve Sünnet’e göre yapıldığında ise Dünyâ tam da İslâm’a, Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun hâle gelir. Dünyâ’yı nefse yada İslâm’a göre şekillendirmek için birilerinin on numara ve kusursuz bir plân yapmasına gerek yoktur. Mekân, şartlar ve dolayısı ile zaman, ne yaparsanız ve nasıl davranırsanız ona göre şekillenir.

Şiddet, fikirlerin somut şekilde çarpışmasıdır.

Şiir gibi bir dünyâda yaşamak varken; “zehir gibi” bir dünyada yaşıyoruz.

Şimdilerde sigara içenlere: “duman rahatsız ediyor, söndür sigaranı” dediğimiz gibi; cep telefonu ile konuşanlara da: “ışınlar rahatsız ediyor, kapat telefonu” denilecek zamanlar gelecek.

Şirk, “Allah’ı ikinci sıraya koymak”tır.

Şirk, “sirk”tir.

Şirk, “yer ile göğün uyumunun bozulması”dır. Yer, aynen gökler gibi Allah tarafından yönetilmediğinde şirk ve küfür başlar.

Şirk, Allah’a “Allahlık” yaptırmama ameliyesidir. Şirkte Allahlık, Allah dışındakilere verilir.

Şirk, Allah’ın “yaratıcı” olarak kabûl edilmesine rağmen, “yönetici” olarak kabûl edilmemesi ve “yöneticiliği başkalarına verme” demektir.

Şirk, Allah’ın kânunlarını çok da tınlamazken; Firavun’un, Kârûn’un, Bel’âm’ın ve Samîri’nin kânunlarını baş-tâcı etmek demektir.

Şirk, gökte mecbûren Allah’a bağlı, yeryüzünde ise Allah’tan bağımsız (özerk) bir düşünme ve yaşama şeklidir.

Şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa yâni zulme karşı isyân etmeyenler, nisyân (unutmak) ile cezâlandırılır.

Şirkin kökünde, “birilerine karşı duyulan aşırı sevgi” vardır. O kişiler yaşamlarında yada ölümlerinden sonra onları aşırı sevenler tarafından putlaştırılır.

Şirkten sâdece “şirki bilmek”le kurtulunamaz. Amel-eylem olarak da şirkten vazgeçip tevhide dönmedikçe şirkten de kurtulunmuş olmaz.

Şöyle bir çelişkimiz var; bizim düşüncemiz kent düşüncesi, fakat yaşamak istediğimiz yer kent değil. En azından “şehir”de (kent değil) yaşamak istiyoruz.

Şu 3 şey bir kadına aslâ yetmez: Zaman, mekân ve para.

Şu dâr-ı dünyâda, şöyle karşılıklı oturup da (şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa, ahmaklığa ve moderniteye) sağlamca ve iyice sövecek bir dostum olmadı ya, yanarım da ona yanarım.

Şu koca uzayda “sığınılacak ve güvenilecek” tek bir şey bile yoktur.

Şu-anda bulunduğunuz yer “ulaştığınız yer” değil, “sürüklenerek getirildiğiniz yer”dir.

Şu-andaki ekonomi sistemi ve tarzı, bir-zaman önce mâlikanelerde yaşayan burjuvanın ekonomi anlayışıdır.

Şüphe duymadığınız şey, dîninizdir.

Tâğutlar, insanların güdülerini kullanarak Dünyâ’yı yönetiyorlar.

Tâkipçilerine “kendisini eleştirmeyi” öğretmeyenler “âlim” değildir.

Taklit sâdece dîn alanında olmaz. Dînî olmayan konularda da taklit olabilir.

Takvâda yarışmayınca “nefste yarış” başlar.

Tam bir îmâna, “güçlü bir isyân” ile ulaşılabilir.

Tanklar, Enfâl 60. âyetteki: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın…” âyetinin karşılığı değildir; modern potansiyel düşmanların silahlarının karşılığıdır.

Tanrı göğe hapsedildiğinde, yeryüzünde yeni tanrılar peydâh olur.

Tanzimatta (1839) öyle bir tâviz verildi ki, hâlâ önü alınamıyor.

Tapmak, “tapılana göre yapmak” demektir. “Kime göre yapıyorsanız ona tapıyorsunuz” demektir.

Târih boyunca ahmaklık, başta İslâmî düşünce olmak üzere her türlü bilgeliye meydan okumuştur.

Târih boyunca anne ve babasının iyi niyetini, modern gençlik gibi istismâr eden bir nesil hiç olmamıştır.

Târih boyunca devletler, biriktirdikleri paraları, maddî gücü ve gençlerini savaşlarda harcamışlardır.

Târih boyunca Dünyâ’yı hep “derdi olanlar” değiştirmiştir. Dünyâ’da zevk, neşe ve refah içinde yaşayanların yada yaşamak isteyenlerin hakka uygun bir değişim yapabilmeleri hattâ bunu düşünebilmeleri bile söz-konusu değildir.

Târih boyunca hemen her zaman zenginlere “zengin fıkhı” uygulanmıştır.

Târih boyunca insanlar hep, “daha zevkli bir hayat” için çabalamışlardır.

Târih boyunca insanlar, uygarlığını edindiği ülkeleri fethetmeye kalkmışlardır.

Târih boyunca insanların dinden uzak durmaları ve nefse uygun düşünmeleri, konuşmaları ve hareket etmeleri, dînin “eğlenceli” olmaması nedeniyledir.

Târih boyunca insanların düşünceleri ve aldıkları kararların on tânesinden dokuzu bâtıldır, yanlıştır ve kötü sonuç vermiştir. Modernizm ile birlikte ise bu oran %99 oranına kadar ulaşmaktadır.

Târih boyunca köylüler hep baskı altında bırakılmış ve gariban kalmışlardır. Çünkü insanları besleyen üretimi yapan köylünün kalkınıp da farklı işlere yönelmesi önlenmek istenmiştir. Bu durum, zenginlerin, kendilerini besleyen köylüleri hep ezik görmesine sebep olmaktadır. Besle kargayı oysun gözünü..

Târih boyunca savaşlarda gâlip gelenler, etkili medeniyetler karşısında yenik düşmüştür.

Târih boyunca tüm devletler, halkı kendi dinlerine yâni yaşama felsefelerine bağlanmaları için örtülü şekilde zorlamıştır.

Târih boyunca tüm seküler devletler, aldığı kararlar ve uygulamalar nedeniyle halkını ya mallaştırmış yada “devlet düşmanı” yapmıştır.

Târih boyunca yönetim her zaman aristokrat zenginlerin ellerinde olmuştur. Bu durumu bozan Peygamberimiz’in kabûl edilmesinin zorluğu biraz da bundan dolayıdır.

Târih boyunca, aynen modern zamanlarda olduğu gibi, çeşmenin başını tutanların işine gelmediği için peygamberlerin yaptıkları ve dînî anlatılar kayda geçirilmemiştir.

Târih farklı işleseydi insanlar Dünyâ’yı hâlen kâinâtın merkezi olarak görmeye devâm edecekti. Peki bunun ne zararı olurdu?.

Târih hakkında konuşan herkes târihçi, felsefe hakkında konuşan herkes filozof, siyâset hakkında konuşan herkes siyâsetçi olmadığı gibi, İslâm hakkında konuşan herkes de “müslüman-mü’min” değildir.

Târih, “Allah’a tapanlar” ile “paraya tapanlar” arasındaki “yönetim döngüsü”nün târihidir. Merkezde ya Allah vardır, yada -çoğu zaman olduğu gibi- para. 

Târih, yaşanan olaylardan sonra yazılır. Olaylar olmadan önce yazılanlara kehânet denir.

Tarladan verim almak için tarla sürülür, tarlanın sürülmesi o tarlanın terbiyesidir.

Tasavvuf bir “mitoloji”dir.

Tasavvuf nedir? sorusuna verilecek tek kelimelik cevap şudur; “tembellik”tir.

Tasavvuf tüm dinlerden ve felsefelerden etkilenmiş ve alıntı yapmış eklektik bir felsefi sistemdir. Fakat en az alıntıyı Kur’ân’dan yâni İslâm’dan yapmıştır.

Tasavvuf ve bâtınîlik, bozuk psikolojilerin felsefesidir. Psikolojik bozulup anormâlleşince, tasavvûfî düşünce ortaya çıkıyor.

Tasavvuf, “müslüman kitlelerin afyonu”dur.

Tasavvuf, Allah’ın, pek-çoklarının karşısına aşmaları için çıkardığı bir imtihandır. Niceleri o imtihanı kaybetmiştir.

Tasavvuf, her türlü bâtıl düşünceyi kabûl edip içselleştirmeye uygun bir felsefedir.

Tasavvuf, laçkalığın bir sonucudur. İnsan laçkalaştıkça tasavvufçu olur.

Tasavvuf, panteizme yapılan -sözde- İslâmî yorumlardır. Panteizm, İslâm’ın alâkasız ve uzak yorumlarıyla yorumlanınca, tasavvuf ortaya çıkar.

Tasavvuf, zühd ve takvâ yerine, aşk ve cezbeyi ikâme eden bir düşüncedir. Bunun ise hiç-bir İslâmî dayanağı yoktur.

Tasavvufçularla aramdaki fark, onlar “Allah olmak” için uğraşıyorlar, ben ise “on numara bir kul” olmak için uğraşıyorum.

Tasavvufta sıralama şöyle yapılır; şeriat-târikat-hakîkat-mârifet. Bu sıralamada şeriat en alta konarak hafifletilmektedir.

Tasavvuftaki “Allah ile doğrudan bağ kurmak” sözü, “peygambere ve vahye gerek yoktur” demektir.

Tasavvuftaki “ölmeden önce ölmek” diye bir şey yoktur. Eğer ölmek varsa, bu, ölmeden önce olmaz. Bir insan ölmüşse, bu ölme “ölmeden önce” değil, ölmeyle birlikte olur.

Tasavvuftaki; “Allah’tan başka varlık olmadığı” kabûl edildiğinde, kadın-erkek arasındaki halvet “şirk” olur.

Tasavvufun çıkmaza girdiğinde dayandığı en son şey, “bunu ancak seyr-i sülûkta olanlar ve tasavvuf neşvesiyle zevk edenler anlayabilir” sözüdür. Oysa İslâm apaçıktır.

Tasavvufun kaynak sorunu yoktur, onlar haberlerini Allah’tan direkt olarak aracısız alırlar.

Tasavvufun mensubu olmak için bir Allah inancına sâhip olunmasına gerek yoktur.

Tasavvufun temeli zühd ve takvâ değil, Hint, Îran, Mısır, Hristiyan, Yahudi, Mezopotamya, Türk ve Anadolu mistik-bâtınî düşünceleridir.

Tasavvur, düşünce ve söyleminizin doğru olup-olmadığının sağlaması ve testi, ancak amel-eylem ve davranışlarla yapılabilir. Son 3-5 yıl içindeki düşünceniz ve inanışınız sizi -İslâmî anlamda- doğruya mı yoksa yanlışa mı götürdü? ona bakmak gerekir. Yâni son 3-5 yıl içindeki düşünceniz ve zihniyetiniz size artı bir katkı mı yoksa eksi bir katkı mı yaptı ona bakmak gerekir. Arttınız mı eksildiniz mi? ona bakın ve ona göre tasavvur, düşünce ve söyleminizin doğru yada yanlış olduğunu anlayın.

Tebliğ ve dâvet karşılık bulmazsa, helâkı celbeder.

Tecâvüz, zinânın bir üst aşamasıdır.

Tefekkür (fikretmek, fikir ortaya koymak), tedebbüre (tedbir almak) yol açar. Tefekkürü olmayanın tedebbürü de olmaz.

Teheccüde, “uyuyamayan”lar kalkar.

Tek meşrû olan şeriat yâni kânun, Şâri’nin koyduğu şeriattır.

Teknoloji ancak teknolojik olana zarar verebilir, doğal olan şeylere pek bir şey yapamaz.

Teknoloji ilerledikçe israf artar.

Teknoloji olmasa, millet, modern-bilimi sikine bile takmazdı.

Teknolojik-askerî gelişme, savaşı hoş gösterir. Askerî açıdan güçsüz olan devletlerin insanları çok barışçıldır.  

Teknolojinin “iyi” taraflarının alınıp da “kötü” taraflarının atılması diye bir şey yoktur. Ya tamâmını alırsınız yada tamâmını atarsınız.

Teknolojinin ilerlemesi, teknolojik parçaların küçülmesiyle oluyor. Fakat fizik yasaları buna sonuna kadar izin vermez.

Tekrarlar, sıradanlaştırır. Bir şey ne kadar tekrâr ederse, o kadar sıradanlaşır.

Tek-tek parçaların toplamı “bütün” etmez.

Telefonla yada internetten konuşunca, ha yan dâirede olmuşsun ha Dünyâ’nın öbür ucunda. Ne fark eder ki?.

Teleskop, bir “fitne aracı” olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır.

Televizyon bir “yalan kutusu”dur.

Temel ihtiyaçlarımız Allah’tan gelir, sûni ihtiyaçları ortaya çıkaran ve üretenler ise fabrikalardır.

Teoride olumlu gibi gözükmesine rağmen pratikte bilim ve teknoloji, insanlığın anasını ağlatmış durumdadır. Bilimin “mutlak iyi” olduğunu zannedenler, insanın nefsini hiç hesâba katmıyorlar. Bilim-adamları ahlâk-timsali kişiler değildir ki!. Bilim özünde “mutlak iyi” bir şey değildir. Kötüye kullanılmaya çok fazla müsâittir ve kullanılmaktadır da. Hattâ bilim ve teknolojinin kuşatmasında insanoğlu, târih boyunca hiç olmadığı oranda zulüm görmekte ve acı çekmektedir.

Teröre karşı olmak, “ABD’nin tarafında olmak” anlamına gelmemeli. Zîrâ değişen bir şey olmaz.

Tesettür, “Allah rızâsı için giyinmek”tir. Çıplaklık, “insan ilgisi için soyunmak”tır.

Teslîmiyet olmadan temsîliyet olmaz.

Teşrî hakkını siyâsetçilere vermekle, âlimlere vermek arasında fark yoktur. Bu hak sâdece Allah’a âittir.

Tevbe ve kefâret, “suçu üstlenmek” demektir.

Tevbe zorlaştıkça azap kolaylaşır.

Tevbe, nefsimize karşı şiddet ve zor kullanmaktır.

Tevhid acıdır, zîrâ bedeli vardır; şirk ise tatlıdır, insanı kendinden geçirir, zîrâ bedeli yoktur.

Tevhid dîni bozulunca yada unutulunca, Animizm ve Totemizm’e dönüşür.

Tevhid, kâinâtın en büyük ve en üstün kânunudur.

Ticârette potansiyel bir sömürü gizlidir. Ticâret büyüdükçe bu sömürü ortaya çıkmaya başlar.

Tok adamı ağırlamak ne kadar zor ise, okumayacak adama yazı beğendirmek de bir o kadar zordur.

Toplumu câhiller ve ahmaklar sarmış fakat, ne acı ki biz de aynı fotoğraf karesinin içindeyiz.

Toprağa basmamak “üstünlük” ve “gelişmişlik” değildir.  

Tövbesi yapılmamış her günah, şeytanla yapılan bir uzlaşmadır.

Traktörün kağnıdan daha gelişmiş olduğunun delîli nedir?. Ruhsuz olması mı?. 

Tüccarlar insanları budala ve düzenbaz olarak ikiye ayırmaya meyyâldirler. Bu nedenle iki tarafın inançlarından da şüphe ederler.

Tükürdüğünü yalamak, orucunu bozar.

Tüm devrimler, mevcut toplumdan farklılaşmayla başlar. Fark yoksa, farklı bir toplum da yok demektir. “Farklı” bir toplum yoksa devrim de yoktur.

Tüm Dünyâ’ya musallat olan korona-virüs, bir “tâlihsizlik” değildir, “Allah’ın bir cezâsı”dır.

Tüm Dünyâ’yı saran Korona-virüs, tüm Dünyâ’yı sarıp kuşatan “modernizm virüsü”nün somutlaşmış şeklidir.

Tüm kâinât akla göre değil “emre” göre işler. Zâten muhteşem nizâmını ve döngüsünü buna borçludur. Eğer akla göre hareket etmiş olsaydı, -aynen insanlarda olduğu gibi- sürekli bir karışıklık ve kaos içinde olurdu. 

Tüm modern kötülükler, “deneyim”in yerine “deney”in geçirilmesiyle başladı.

Tüm peygamberler, yaşadıkları zamanlarda yürürlükte olan resmî din anlayışına karşı çıkmıştır.

Tüm sorumluluğun devlete yüklenmesi, modern insanı “sorumsuz” hâle getirdi.

Tüm sorunlar nefsten kaynaklanır. O hâlde sorun giderici en iyi sistem, “nefse karşı olan sistem”dir ki nefse karşı olan sâdece İslâm’dır.

Tüm varlığı tüm ayrıntılarına kadar tahlilden geçirseniz de, “niçin yaratıldım” sorusunun cevâbını bulamazsınız. Zîrâ Allah olmadığında tüm varlık bir-araya gelse bile bir “anlam” ortaya çıkaramaz. Anlam, “varlığın sentezi”nden değil, “varlığın dışından” yâni Allah’tan gelen bir şeydir.

Tüm varlık için bu dünyâda hiç-bir şey “olmazsa-olmaz” değildir.

Türban yasağı kalktı ama “baş-örtüsü yasağı” devâm ediyor.

Türkiye “demokratik krallık”la yönetiliyor.

Türkiye Cumhûriyeti anayasasının “değiştirilemez” ilk üç maddesininin değiştirilmesini dile bile getiremeyen târihselci şerefsizler, sıra Kur’ân’a gelince, neredeyse %90’ının hükmünün kalmadığını ve mevcut modern zaman ve mekâna göre değiştirlmesi gerektiğini teklif edebiliyorlar. Bunu yapmaya cüret edebilmelerinin tek nedeni, bir yaptırım ile karşılaşmayacaklarına olan güvenleridir.

Türkiye cumhûriyetle birlikte greko-romen uygarlığa girmiştir. Türkiye bir “yunan uygarlığı”dır.

Türkiye Devleti 2. Dünyâ Savaşı’na girmediği ve büyük acılar yaşamadığı için, özellikle lâikler, hâlâ tüm Dünyâ’nın vazgeçtiği Pozitivizm propagandasına devâm ediyor.

Türkiye mevcut zaman ve durum olarak madden gelişmiş ve yükselmiş olsa da, hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve ahlâk olarak çürünmüş, kokmuş ve çökmüş duurmdadır.

Türkiye ve Türk insanı “batı’dan daha fazla batıcı”dır.

Türkiye, "parasını verdikten sonra" her türlü günahın işlenmesinin serbest olduğu bir yer hâline geldi.

Türkiye, türklüğünü değil, müslümanlığını öne çıkaran insanlarca fethedilmiştir.

Türkiye’de “vatan, toprak ve ülke bütünlüğü” sözünün çok fazla söyleniyor olmasının nedeni, aslında Türk insanında vatan, torak ve ülke bütünlüğü bilinci olmasına rağmen birlik düşüncesi ve uygulamasının olmaması nedeniyledir, yâni Türkiye’de birlik yoktur. Birlik olmadığı için bütünlüğün bozulması riski vardır. İşte bu riskten dolayı sürekli olarak vatan bütünlüğünün korunmasından bahsedilmektedir. Peki neden bütünlük bilinci varken birlik yoktur?. Bunun nedeni; lâik-seküler demokrasi ve cumhûriyet, kemalizm, Atatürkçülük, kapitâlizm, feminizm, hümanizm, modernizm vs. ne kadar Allahsız izm ve ideoloji varsa, bunların hiç-birinin birliği sağlayaöadığı ve sağlayamayacak olmasından dolayıdır. Zîrâ birliği sağlayabilcek olan tek şey İslâm’dır ve Kur’ân bu nedenle “mü’minler kardeştir” der.

Türkiye’de kıyılara yaklaşıldıkça “batı’lılaşma-hristiyanlaşma temâyülü” görülür yada artar.

Türkiye’de mevcut neslin ve insanların terbiyecisi, “dinden uzaklaşmış Cumhuriyet nesli” ve hemen sonraki nesildir. 

Türkiye’nin “bekâ sorunu” vardır. Çünkü diğer devletlerin ve ülkelerin de bekâ sorunu vardır. Bekâ sorunu olmayan hiç-bir devlet ve ülke yoktur. İnsan, hayvan, bitki, canlı-cansız her-şeyin bekâ sorunu vardır. Hattâ Dünyâ’nın, Güneş Sistemi’nin, Samanyolu Galaksisi’nin ve kâinâtın bekâ sorunu vardır. Tüm yaratılmış olan varlığın bekâ sorunu vardır. Zîrâ hiç-bir varlık bâki değildir. Bâki olan tek varlık Allah’tır. Bekâ sorunu olmayan tek varlık Allah’tır.

Türkiye'de kerhâneye gitmek suç olmadığı için zînâ yapmak da suç değildir. Resmî kayıtlara göre Türkiye’de 61 tâne kerhâne vardır. Bu da Allah’ın “günah” diyerek haram kıldığı zinâyı meşrûlaştırmaktadır. Bu meşrûlaştırmaya, oy vererek halk da katılmış olmaktadır.

Türkler her dîne kolayca girip-çıktılar. Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da Kitap-merkezli olarak değil, tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve kendi şaman geleneklerine uydurduktan sonra benimsediler. Bu -istisnâları saymazsak- hâlen de büyük oranda böyledirler.

Türkler inanç konusunda iki bin sene önce ne durumdaysalar, şimdi de aynı durumdadırlar.

Türkler kalemden ziyâde kılıç ile yükselmişlerdir. Lâkin kılıç işe yaramamaya başlayınca da Dünyâ hâkimiyetlerini yitirmişlerdir.

Türkler müslümanlığı kabûl ettiklerinde aslında İslâm’a çok da sıkı bağlanmamışlardı. O yüzden de şamanlığı da andıran tasavvufî-mistik bir anlaşı benimsediler. İşin aslı şu ki, Türkler (istisnâlar hâriç) İslâm’a hiç-bir zaman dört elle sarılmadırlar. Örf her zaman bir adım öndeydi.

Türkler târih boyunca kitap okumayı hiç sevmemiştir.

Türkler târih boyunca meydanda bir-çok savaş kazanmış olmalarına rağmen, kültürlere, uygarlıklara ve konformizme yenilmişlerdir. At üstünde kazandıkları savaşı attan indiklerinde kaybetmişlerdir.

Türklerin baskın dînleri, Şamanlık’tır.

Türklerin, “Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm”ı kabûl edip de İslâm’a geçmesi kolay olmamıştır. Fakat Türklerin, Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olan “tasavvuf-merkezli” “müslümanlık”a geçmesi çok kolay olmuştur. Zîrâ Şamanizm ile tasavvuf arasında çok da fark yoktur.

Türler tamâmen ortadan kalkmaz, türün varyasyonları ortadan kalkar.

Uçakla bir yere gitmek, “yolculuk yapmak” demek değildir. Zâten uçağın ardından su da dökülmez.

Uluslar-arası politikada her zaman “orman kânunları” işler. “Güçlü” olan her zaman kazanır.

Umutsuzluk, mutsuzluktur.

Uyarının etki etmediği kişiye duâ da etki etmez.

Uydurma hadislerin-rivâyetlerin bulunması, doğru-sahih hadislerin ve rivâyetlerin de olduğu anlamına gelir.

Uydurulmuş din “bir zamanlar uydurulmuş ve bırakılmış” değildir. Şu-anda da modern şekilde uydurulmaya devâm ediyor.

Uygarlık (medeniyet değil) altında ezilen köleler ayaklanmadıkça uygarlık çökmez.

Uygarlık (medeniyet değil) devletin ilahlaşmasıdır.

Uygarlık biriktirmeyle, medeniyet paylaşmayla başlar.

Uygarlık, “kaynak uygarlığıdır”. Kaynaklar değiştikçe uygarlıklar da değişir. Taş uygarlığı, bronz uygarlığı, demir uygarlığı vs. gibi. Günümüz uygarlığı “petrôl ve uranyum uygarlığı”dır. Daha sonraki uygarlık meselâ “toryum uygarlığı” yada değerini şimdilik bilmediğimiz başka bir kaynağın uygarlığı olabilir. Mesele, bu uygarlığın yöneticiliğini kimin yapacağıdır.

Uygulanabilirliği olmayan çözüm önerilerinin beş paralık bile değeri yoktur.

Uykuda değilseniz, başınıza gelen her-şey gerçektir.

Uymazsan Kur’ân’a, olursun Korona. 

Uzaktan “yuvarlak” gibi gözüken ve yuvarlak olduğuna inanılan bir nesnenin, yanına gidildiğinde “kare” olduğu görülebilir. Fakat yanına gidilmediğinde bir sorun yoktur ve o şey nasıl görünüyorsa öyledir.

Uzayda gördüğümüz ve uzaklığı 4.10 ışık-yılı uzaklıktan fazla olan gökcisimlerinin varlığı kesin değildir.

Uzun süren barış, fitne çıkarır.

Uzun yaşamak, “daha fazla hayatta kalmak” demek değildir.

Uzun yılları kapsayan zorunlu eğitim, bir “beceri köreltme ve insanları tek-tipleştirme uygulaması”dır.

Üç harflilerden (cin, ruh) değil, dört harflilerden (şirk, küfr, zulm) korkun.

Ülkenin zenginleşmesi, fiyatların yükselmesine, dolayısıyla da garibanların daha gariban hâle gelmesine bağlıdır.

Ümmetin “ölüsüne” bile hasret kaldık.   

Üniforma “tek-tip”tir. Zamanla içindekileri de “tek-tip” yapar. 

Ütopyalar, sanatsal yazı-söz ifâdeleridir.

Üzerine menkîbe uydurulmayan şeyler ve olaylar kutsallaşmaz.

Üzerlerine azap gelen kavimlerin işledikleri günahların tümü ve daha fazlası şu-an modern dünyâda modern insan tarafından hırsla işlenen günahlardır. Bu günahların cezâsı “salgın” olarak gelmiştir.

Vahdet-i Vücûd, her-şeyin Allah olduğu düşüncesiyle “Allah’ı inkâr ve iptâl etme” sapkınlığıdır.

Vahiy, hakîkati “aklın ötesinde” idrâk etme bildirimidir.

Vahiy, zamandan ve mekândan etkilenmez. Fakat zamandan ve mekândan etkilenenler müslümanlardır.

Vahye göre olmadığında insanın ne içi ne de dışı “temiz” olabilir.

Vahyi moderniteye uydurmak için yapılan yorumlar, vahyin özgün, gerçek ve doğru anlamını savunmak istemeyenlerin uğraşısıdır. 

Vahyin dışında hiç-bir şey büyük bir sorunu çözemez. İnsanlık târihinde bunun bir örneği yoktur.

Vahyin rehberliği olmadığında aklın sapmaması mümkün değildir.

Vâkıa 61. âyette; “biz sizi bilmediğiniz bir şekilde yeniden yaratacağız” denir. O hâlde bu yaratılış bildiğimiz karbon temelli yaratılış olmayacaktır. Çünkü biz bu yaratış şeklini biliyoruz. Buna göre, âhiretteki-cennetteki yaratış, “rûhun yeni bir şekilde yaratılması” şeklinde olacaktır. Demek ki; cennnete sâdece ruh -sâhipleri girebilecektir. Hayvanlarda “idrâk” anlamında bir rûh olmadığı için cennette hayvan olmayacaktır. Zâten cennetin varlıkları da bilmediğimiz şekilde çok daha güzel şeyler olmalıdır.

Vâr olmak için kıyâm etmek şarttır. İnsanların varlık sebebi bile bir kıyâmın sonucudur. Cimâ sırasında yaşanan kıyâmın sonucu.

Vâr olmanın ve yaşamın temelinde “çatışma” vardır. İçtiğimiz su bile bir çatışmanın sonucudur. Meselâ bağışıklık sistemimiz mikroplarla ve virüslerle çatışmasa, çoktan ölüp gitmiştik.

Varlığın formatı, imtihan ve sünnetullah gereğince, yarar ve zarârı birlikte taşır. Başka türlüsü olmaz. Yoksa Dünyâ da cennetlerden bir cennet olurdu. Cennetin Dünyâ’dan farkı, kötülüğün ve zarârın olmamasıdır.

Varlığın her zerresi meta-fizik özelik taşır. Bu nedenle pozitivizm imkânsızdır.

Varlık çeşitli bilimlerle ve düşüncelerle açıklanmaya uygundur. Matematikle olduğu gibi fizik ile ve edebiyat ve felsefeyle de açıklanabilir. Tabî ki din ile de açıklanabilir. Önemli olan, hangi açıklamanın doğru ve en doğru olduğudur.

Varlıktaki anlam, maddenin kendisinde değil, “yaratılması”ndadır. Madde “yaratılmış” olduğu için anlamlıdır, yoksa kendi-kendine olan bir şeyde anlam bulunma

Varlık-yokluk konusunda, “var”ın tersi “yok” değildir. “Var”ın tersi, “vâr olmayan”dır. Çünkü yokluğun ne olduğu bilinemez. “Yok” olan bir şey târif edilemez.

Vasıfsızlıktan kurtulmak istiyorsanız, Allah’ın gözüne girmeye bakın.

Vazgeçemediğiniz fâni şeyler, cehenneminizdir.

Vazgeçmek rahatlatır.

Vazgeçmeyenler, “vazgeçememek”le cezâlandırılırlar.

Vücûdumuzdaki tüm kanı değiştirdiğimizde, kan-bağımız olanlarla aramızdaki kan-bağı biter mi?.

Ya “tek ilah” vardır, yada İlah yoktur.

Ya İslâm yada saçmalık; üçüncü bir şık yoktur.

Ya kıyam, ya kıyâmet.

Ya kurban kes, yada kurbân ol!.

Yağma olmadan yığma olmaz.

Yağmur duâsı yağmur bombasından üstündür. Zîrâ yağmur bombasının bir faydası yoktur.

Yağmur, Allah’ın ordularından biridir. Allah’ın ordusu, yıkıcılıktan çok yapıcılıkla alâkalıdır.

Yahudiler yarılan Kızıldeniz’i bir günde geçtiler ama, Tih Çölü’nü kırk yılda geçemediler. Koca deniz onlara kuru bir yol olurken, dümdüz çöl onlara hapis ve mezar oldu.

Yahudilerin bir ülkeye sızmak ve ülkeyi ele geçirmek için uyguladığı kadim taktik, “fâizle borç vermek”tir.

Yalan içinde yaşamak kolaydır; hakîkat ise adamın belini büker.

Yalan, bir kişi tarafından söylense de, bir milyon kişi tarafından söylense de yine de yalandır. Bütün Dünyâ bir yalana inansa ve o yalanı kabûl etse bile o şey yine de yalandır.

Yalanı kim söylerse söylesin, yalan yalandır.

Yalanın büyüklüğü, insanların ahmaklığının büyüklüğü kadardır. İnsanlar ne kadar ahmaksa, “yalancılar” da o kadar büyük yalan söylerler. Modern insan, insanlık târihinin en büyük ahmağıdır.

Yalanın içinde yalana destek olurken, yalanı görebilmek ve ifşâ etmek pek mümkün olmaz.

Yalın bilgi, görünenin üzerinde basit bir bakışla ilk bakışta görülebilecek şekilde nesnenin üzerinde bulunur. Bilimsel bilgi bunun üzerine kurulur.

Yamyamlık, ilkelliğin değil, sapıklığın bir sonucudur.

Yanlış adım atıp dururken, “iyilik” için yapılan duâ kabûl olmaz.

Yanlış yolda olanlar herkesin her-şeyi yanlış anladığını zanneder.

Yapanlar, bilenlerden üstündür. “Bilerek yapanlar” ise en üstünü.

Yapılacak işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar.

Yapılan çılgınlıklar bir süre sonra kişiyi çıldırtır.

Yapılması gereken şeyleri yap(a)mıyorsanız, bâri “yapılmaması gereken şeyler”i yapmayın.

Yapılması gerekeni ben yapmıyorsam, başkası da yapmaz.

Yapılması gerekeni yapamıyorsan, ne yapılacağını bilmenin bir yararı yoktur.

Yapmayacakları şeyi söyleyenler, söylediklerini yapmayanlardır.

Yaptığın işler kendinin yada başka birinin yükünü kaldırsın, yeni bir yük yüklemesin.

Yaptığınız şeyler, “değer verdiğiniz” şeylerdir.

Yaptıklarınız, inançlarınızdır.

Yaratılmışlar üzerinden Yaratıcı’nın zâtını kavramak mümkün değildir. Zîrâ yaratılmış olanlar “geçici” iken, Yaratıcı ise “bâkî”dir. Yaratılmış olanlar üzerinden Yaratıcı’nın zâtı değil, belli ölçüde sanatı ve yasaları kavranabilir ancak.

Yasa, “yürütme” olmadan görünür olamaz. Bu durum Kur’ân ve Sünnet için de geçerlidir. Sünnet olmadığında Kur’ân, “zihinlerin ve kâlplerin kitabı” olarak kalacaktır. 

Yaşamak “imtihanda olmak” demektir. Hiç-bir şeyle imtihan olmak istememek, yaşamak istememek demektir. O hâlde yapılacak duâ: “Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz-taşıyamayacağımız şeyi bize yükleme” (Bakara 286) duâsıdır.

Yaşamak için ulvî bir nedeni olmayanlar, “gerçekten yaşıyor” değillerdir. Yaşamak, “Dünyâ’da bulunuyor olmak” demek değildir.

Yaşamak yerine “hayatta kalmak” endişesi içinde olmak, “yaşamak” değildir.

Yaşanıp duran din “kutsal” olmaktan çıkar ve “hayat dîni” hâline gelir.

Yaşayanlar ölenlere “rahat uyu” derler. Hâlbuki ölüm bir uyku değildir ve uyuyanlar yaşayanların kendileridir.

Yazacak şeyleri olmayanlar, anlamsız cümleler kurarlar.

Yediğimiz-içtiğimiz şeyler fabrikasyon-sanâyi ürünü olduğu için, onların vücuttan atılırken bıraktığı kirler de “fabrikasyon kirler” oluyor. O kirler doğal şeylerle çıkmıyor. O yüzden de temizlik için de sanâyi ürünleri kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu her-şeyde böyledir. Sanâyinin ortaya koyduğu sorunları temizlemek için de sanâyi ürünleri gerekiyor ki, “kapitâlist döngü” budur ve kapitâlizm buradan besleniyor zâten. Bu nedenle kesin vazgeçişler ile kapitâlist-modern mekânlardan uzaklaşmadan ve doğala dönmeden bu sorunlara çâre bulunamaz. Sistem-içi sorunların gerçek çözümü sistem-içinde bulunamaz.

Yemeği herkesin ayrı-ayrı yemesi ilkel bir beslenme biçimidir. 

Yemeği sulandırmak onu “zenginleştirmek ve fazlalaştırmak” demek olmadığı gibi, İslâm’ı sulandırmak da onu genişletmek ve zenginleştirmek demek değildir.

Yeni bir bilinçli nesil için, sezaryenin yasaklanması mı gerekir acaba?. Zîrâ sezaryen “bilinçsiz ve acısız doğum”dur. “Doğum”, bilinçsiz ve acısız olamaz.

Yeni nesil genç kuşak, “ânı yaşa” sözünü fazla ciddiye aldı. Zîrâ hiç-bir şeyin önünü-arkasını düşünmüyor.

Yeni neslin daha az anısı var. Zîrâ hatırlamaya değer yaşanmışlıkları çok az.

Yerde “aklımızı başımızdan alacak” ve bizi oyalayacak o kadar çok şey var ki, gökyüzüne bakmaya fırsat bulamıyoruz.

Yerine daha iyisini yada başka bir şey koyamadıysan, uygulamadan kaldırdığın hurâfelerin faydası değil zarârı olur. Çünkü uygulamadan kalkan “eski hurâfeler”nin yerini “yeni hurâfeler” alır. 

Yerine daha iyisini yap(a)mayacaksanız, “yıkma”nın bir anlamı olmaz. 

Yersiz suçlama, ilmin yetersiz kaldığı yerde başlar.

Yeterli araçlara sâhip ol(a)mayanlar, amaçlarını yeterince gerçekleştiremezler.

Yeterli îman, dirâyet ve cesâretleri olmayanların, dolayısı ile bir eleştiri, îtiraz ve isyânda bulunamayanların sonu, “modernizm ile günah çıkarmak”tır. 

Yıkmadan yapmak Allah’a mahsustur.

Yılbaşında 2020 yılından; sağlık, mutluluk, huzur, para, barış vs. dileyenler ve bekleyenler; 2020 yılında başımıza gelen her türlü pisliğin nedenini de 2020 yılına yükleyecekler mecbûren. “Kara yıl” diyecekler her türlü iyiliği bekledikleri 2020 yılına. 

Yıldızların ışıkları, onların eserleridir.

Yok olmamak, “vâr olmak” demek değildir.

Yokluk, gözümüzü kapattığımızda gördüğümüz şeydir. Rengi karadır.

Yolda yürürken karşımıza birden kırmızı bir ışık çıkıyor ve kırmızı ışığın sönüp yeşilin yanmasına kadar yürümeden öylece duruyoruz. Bu hiç normâl bir şey değil.

Yorumunu yaşamıyla göstermeyenler, her-şeye sonsuz yorumlar yapmak zorunda kalırlar.

Yöneticiler kötü ve sert yönetim gösterdiklerinde, orada yaşayan insanlar, sert yönetim altında onur ve cesâretlerini kaybedeceklerinden dolayı yavşaklaşmaya başlarlar.

Yönetimin -güyâ- halkta olması demek, “yönetimin zenginlerde olması” demektir.

Yunan ve Roma yâni greko-romen uygarlığın ekonomisi köleciliğe dayanıyordu. Bu sistem yıkılınca uygarlık çöktü. Modern greko-romen uygarlık olan batı uygarlığı da modern anlamda köleciliğe ve sömürüye dayanmaktadır. Bu sömürü ve kölecilik çökünce o da çökecektir.

Yunan’dan yapılan çeviriler, Îran uygarlığına karşı argüman için yapılmıştır.

Yüce hedeflerden yoksun olan insanlık, haramlarla teselli buluyor.

Yürürlükteki bâtıl, insanlar ona inanmaya ve uymaya devâm ettiği için geçerliliğini sürdürür. Bâtıl, hayâtiyetini, ona körü-körüne inananlar olduğu müddetçe sürdürebilir.

Yüz-göz boyama (makyaj) pagan bir olgudur. Bir pagan ibâdet görünüşüdür. Paganlar ibâdet ederken yaparlardı. “Gerici” bir olaydır.

Zâlim olmaktansa mazlum olmayı seçmesi ve Habil’in Kabil’e karşı çıkmayarak boyun bükmesi, insanlığın kaderini belirlemiştir. Böylece Dünyâ, zâlim olmakla mazlum kalmanın seçiminin yapılacağı bir yer hâline gelmiştir. İslâm ise, zâlim olmaktansa mazlum kalmayı emretmez ve adâleti ortaya koyar.

Zaman diye bir şey yoktur, dolayısıyla zaman değişmez. Değişen şey mekândır. “Bu zamanda olmaz” demek, “bu mekânda olmaz” demektir.

Zaman izâfi değildir. Bizim zamânı algılayışımız izâfidir.

Zaman ve mekân dîni değil, din, zaman ve mekânı belirlemelidir. Aksi-hâlde din, “dinlerden bir din” hâline gelir.

Zaman, anlamaya ve açıklamaya çalıştığımız anda yok olur. Zaman, hissedilen bir şeydir.

Zaman, mekân ve koşullar değiştiği için artık İslâm’ın günümüzde uygulanamayacağı söyleniyor. İyi de zamânı ve mekânı Allah mı değiştirdi?. Eğer Allah’ın râzı olmayacağı bir değişme varsa, o zaman o değişen şeyi yeniden Kur’ân’a göre değiştirmek gerekir. Zîrâ değişen şey sapıklığa doğru değişmiştir.

Zamânın çok çabuk geçmesini hissetmemizin en önemli nedeni, “bereketsizlik”tir. Bereketsiz olunca, zaman, insana “çok çabuk geçiyor” gibi görünür.

Zamânın değişmesi aslında “mekânın değişmesi” demektir. Mekân İslâm’a aykırı ve İslâm’ın hayat bulamayacağı bir şekilde değiştirilmişse, orada yapılacak “İslâmî değişim”, “bir süreç içinde olacak olan bir değişim” değil, “devrim ile olacak âni bir değişim” şeklinde olabilir. Zîrâ şeytânî bir mekân ve zaman içindeyken insanın değişmesi ve dolayısıyla İslâm’ın, kişileri değiştirip-dönüştürmesi pek mümkün değildir.  

Zamânın değişmesiyle yeni sorunların ortaya çıkması insanların nefislerinden kaynaklanır. Yoksa doğa, dağlar, denizler, çiçekler, hayvanlar ve bitkiler aynı şekilde hareket etmektedirler ve onlarda herhangi bir değişiklik olmamaktadır. Bir zaman önce düzeltilmiş ve ideâl hâline getirilmiş bir düşünce ve amel-eylem zamanla bozulmaya uğramışsa, bu nefisten kaynaklanmıştır. Nefisten kaynaklanan bozulmalara her zaman “aynı ilaç” verilir.

Zamânın farzı ikidir; gelmek ve geçip gitmek.

Zamânın ve mekânın değişimi, “nefsin ve kâlplerin değişiminin bir sonucu”dur.

Zarar vermemek yetmez, yarar vermek şart.

Zebânilerin en çok yaptığı söylem: “Âhirette yoğun olacağız”.

Zekat seve-seve, vergi .ike-.ike verilen şeydir.

Zekâtın hedefi, “zekât alacak” ve “zekât verecek” bir kimsenin kalmamasıdır.

Zengin ile yoksul arasındaki fark, ilk başta giysilerden anlaşılır.

Zengin olmak şirktir: “Allah ise, Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz” (Muhammed 38).

Zengin olmamak, “yoksul olmak” demek değildir.

Zenginlik ille de refah demek değildir. Ferahlık olmadan refah olmaz.

Zerdüştlükte ateş, “ışık ve nûrûn bir kaynağı” olarak kutsanır. Hiç söndürülmeyerek ateş-ışık kutsanır. Modern dünyâda da ampulün îcadıyla birlikte, “hiç söndürülmediği için” ışık kutsallaştırılmaktadır.

Zinâ “sınırı aşma” iken, tecâvüz “işgâl”dir.

Zincire vurularak sömürülenler, zincire vurulmadan sömürülenlerden üstündür.

Zorladıkça güzellik bozulur. “Zorla güzellik olmaz” bu demektir. Güzellik “doğal güzellik”tir.

Zoru sevmeyenler, kolaylığın ve rahatın kölesi olurlar.

Zulüm 1789’da başladı.

Zulüm, “az şer”=“ehven-i şer” ile başlar.

Zulüm, fakirlerin, “yeter artık” deyip de ayaklanacağı zamâna kadar devâm edecektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.  

Hârûn Görmüş

Ocak 2015 (ilk taslak)

 

Devamını Oku »