21 Mart 2023 Salı

Teorik ve Pratik


“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak ‘îman edip sâlih amellerde bulunanlar’, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

Bu âyetler teori ve hemen ardından da pratiği emreder. Pratiğe dönmemiş olan teorinin kısır kalacağı için ziyâna dönüşeceğini söyler. Çünkü İslâm’a göre teori yâni îman, mutlakâ pratiğe dönmelidir ve bu bağlamda îman, sâlih-amel ile taçlandırılmalıdır. Aksi-hâlde “teorik bir îman”dan bahsetmiş oluruz ki teorik îman, “îmânın yarısı”dır. Teorik îman, îmânın bilgisi”dir, kendisi değil. Çünkü bir şey yarım olunca o şeyin kendisi olmaz ve yarısı olur ki, îman “yüzde-yüz îman” olduğu için yarım bir îmandan bahsedilemez.

 

Îman, teoride kalacak bir şey de değildir ve ille de pratiğe yâni amel-eyleme dönmek ister ve insanı buna zorlar. Tabi Allah îmanları zâyi etmez: “..Allah, îmânınızı boşa çıkaracak değildir..”(Bakara 143). Fakat mevcut durum îtibârıyla ne yazık ki müslümanların büyük çoğunluğu, “teoride müslüman” durumundadırlar. Zîrâ Allah’a îman etmekteler (yada Allah’a îman ettiklerini söylemekteler) iken, tâğutlara göre hareket etmektedirler. Oysa tâğutu inkâr ile emrolunmuşlardı:

 

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

 

İslâm’da teori ve pratik, neden-sonuç gibidir. Îman “neden”, sâlih-amel ise “sonuç”tur. Mü’min kişi, îman ettiği için sâlih-emel ve hasenat işler-işlemelidir. Böylece îmânını ispât etmiş olur. Zîrâ îman bir iddiâdır ve tüm iddiâlar gibi ispât ister. İspât ise ancak pratik ile olur. Çünkü İslâm, kâğıt üzerinde kalan soyut bir teori değildir. Bu bağlamda, tâbiri câizse Kur’ân teori, Sünnet ise pratiktir. Sünnet, “teoriye yâni vahye göre olan bir pratikliktir. Pratik demek amel-eylem demektir. Hayâtın tam da ortasında gerçekleştirilen amel ve eylemdir pratik. Bir pratiklik ancak vahiy-merkezli olursa ve vahye dayanırsa sahih olur, yoksa bâtıl bir teorinin sonucu olan pratik de bâtıldır.

 

Bizim bu yazıda bahsetmek istediğimiz konu şudur ki, teori pratiğe döndüğünde bâzı farklılaşmalar olur. Teori ideâl olandır, fakat pratik, hayâtın tam ortasında gerçekleştirilecektir ve hayâtın çeşitli durumları ve yönleri, pratiğin hiç-bir zaman, aynen teoride olduğu gibi ideâl olmasına izin vermez. Fakat en ideâl şekilde ve Allah’ın râzı olduğu bir pratikliğin ortaya konması mümkündür ki bu pratiklik “en güzel örneklik” olarak ifâde edilen (Ahzâb 21) Sünnet’tir. Dolayısıyla teoriyi yâni Kur’ân’ı Sünnet’e uygun olarak pratiğe döktüğünüzde, olabilecek en ideâl pratikliği yapmış olursunuz. Çünkü Hz. Muhammed’in “güzel örneklik” denilen “en ideâl vahiy pratikliği” olan sünneti, “aşılamaz bir örneklik”tir. Sünnet zâten bu yüzden vardır.

 

Allah, vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî Hareket metodu-modeli, bir toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet modeli ortaya koymuştur. Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. Bu “örnek model” son olarak Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel örneklik” denen ve adına literatürde “Sünnet” denilen şey, bu örnek modeldir. Bu “örnek model”, yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl modeldir. “Allah kontrôlünde” ortaya konmuş bir modeldir. En ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve eylemin kaynağı” olmak bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “bilgi ve bilincin kaynağı” iken, Sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır.

 

İslâm târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih sünnetinin yaşanmamasıdır. Kur’ân âyetlerinin hakîkati ve en doğru anlamı, Peygamberimiz’in pratiğe döktüğü gibidir. Kur’ân hakkında düşüncelerimizdeki yanlışlar, sağlamasını yapmadığımız yâni vahyi pratiğe dökmediğimiz için açığa çıkmıyor. Kur’ân’ın “güzel örneklik” (Ahzâb 21) dediği “Sünnet pratiği” göz-ardı edildiği için, sürekli olarak; “Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitaplar ve yazılar yazılıp duruluyor fakat “ne yapılması” ve “nasıl yapılması” gerektiğine bir türlü karar verilemiyor. Kur'ân'ın ideâl pratiği olan Sünnet’i terk edenler ve hesâba katmayanlar, ömürlerini boş yere “Kur’ân âyetlerinin anlamının ne olduğunu araştırma”la tüketmektedirler.

 

Kur’ân ve “vahyi pratiğe dökmek” demek olan Sünnet (güzel örneklik) yolunun dışındaki tüm yollar, “dîne karşı din”dir. Bu nedenle Modernizm için en büyük sorun, Kur’ân ve onun pratiği olan Sünnet’tir.

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Bir yazıda bu âyet hakkında şunlar söylenir: “Âyette, Hz. Peygamber’in, Allah’ın rızâsını kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazîlet numûnesi olduğu anlatılmaktadır. Böylece, Resûlullah’ın, hislerine mağlûp insanları memnun etmek ve onlara pratik değerden mahrum bir-takım teorik kurallar öğretmekle görevli olmayıp, ‘onun hedefinin, insanlığa amelî kâideler öğretmek ve bu kuralları kendi yaşayışıyla canlı Kur’ân olarak îzah ve târif etmek olduğu anlaşılmış olmaktadır. O bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın emrine uyarak; ‘Rabbim, benim ilmimi artır!’ (-hâ 114) diye bilgisinin arttırılması için Allah’a yalvarır ve bu uğurda çaba sarf-ederken, diğer taraftan; ‘Allah’ım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasib et!’ (İbn Mâce, Mukaddime 23) diye yakarıyor; ‘faydasız ilimden Allah’a sığınırım’ (Müslim, Zikir 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu. 

 

Bir şeyin teoride olduğu gibi pratikte de tıpa-tıp aynı olamayacağı pratiğe geçildiğinde belli olur. Bu nedenle “ameller niyetlere göredir” denir. Allah Kur’ân’da; “namazlarınızı titizlikle yerine getirin”, “yalvara-yalvara duâ edin”, “ana-babanıza öf bile demeyin” vs. gibi emirler verir. Peki bu emirleri %100 olarak değil de %90 olarak yerine getirdiğimizde, yaptıklarımız kabûl edilmez ve boşa mı gider?. Şöyle ki; teori, -bâzı sınırlı zamanlar hâriç- hiç-bir zaman %100 pratiğe dökülemez. Kur’ân’ın gösterdiği “ulaşılabilir olan” bir “hedef” vardır. Bu hedef “ideâl bir hedef”tir. Fakat o hedefe ideâl şekilde bir-anda ulaşılamayacağı gibi, çokları ulaşamaz da. Fakat İslâm, o hedefe ulaşma yolunda tüm samîmiyetin, çabanın ve gayretin sarf edilip-edilmediğine bakar. Lâkin İslâm’ın temeli “tevhid”tir ki, ya %100 olur, yada %0. Tevhid yâni “şirksizlik”, yarım-yamalak olacak şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın yardımının ulaşması söz-konusu bile olmadığı gibi, azâbı her yönden kuşatır bizi.

 

Dünyâ hayâtında da işler teorideki gibi sonuçlanmaz ve pratikteki etkisi farklılaşır. Meselâ bir hastalık için bir ilaç kullanıyorsunuzdur. Reçetedeki yan-etkiler saymakla bitmez. İnsan ilacı kullanmaya çekinir. Tabi tüm kimyasal ilaçların kısa-uzun vâdede mutlakâ zararları olur. Fakat reçetedeki yâni teorideki yan-etkiler pratikte o kadar olmaz. Çünkü pratikte iş değişir. Bahsedilen yan-etkilerin çoğu görülmez.  

 

Eskiden kızlar evlerinde ev-hanımlığını ve anneliği pratik olarak öğrenirlerken, erkekler ise çıraklık yaparak kalfa ve usta olurlardı. Böylece hayâta erkenden atıldıkları için hayat onlara ağır gelmezdi. Çünkü pratiklik kişiye daha fazla direnç sağlar ve kişiyi hayatla uyumlu kılar. Fakat şimdi hep teoriyle meşgûl olan modern gençlik, hayatta karşılaştıkları ilk zorlukta çok olumsuz etkileniyorlar. Zîrâ her-şeyin teoride ve sanalda olduğu gibi olacağını zannediyorlar. Fakat hayâta atılınca, iş başa düşünce, sorumluluklar almak zorunda kalınca yâni iş pratiğe gelince hayâtın hiç de sandıkları ve bekledikleri gibi olmadığını görüyorlar ve afallayıp kalıyorlar. Pratikten yâni hayattan kopuk oldukları için zorluklara karşı direnç gösteremiyorlar yada uyum sağlamada çok zorluk çekiyorlar.

 

Modernizm bir teori uygarlığıdır. Bu nedenle insanlar modern-dünyâda her-şeyi teoriye göre ölçüp-biçiyorlar. Hâlbuki bir şey teoride olduğu gibi olmaz ve pratikte biraz farklı olur. De Facto her zaman farklıdır. Modern insanlar bunu göz-ardı ediyor ve teori ile pratiği tıpa-tıp aynı olacağını zannediyorlar. Oysa soyut ile somut, sanal ile gerçek birbirine tam benzemez.

 

Bir düşüncenin, sözün, eleştirinin; pratiğe döndüğünde teorik etkisi azalır, pratik etkisi artar. Amel yâni pratik azaldıkça, teori yâni fikir artar. Teorinin kaydedilmesi ise pratiği-ameli daha da azaltır. Çünkü kaydedildiğinde pratik ertelenmiş yada iptâl edilmiş olur. Oysa eskiden amel, pratik ile kaydedilirdi. Bir teori, pratikte işliyorsa ve teoriyle uygunluk gösteriyorsa onaylanır ve kaydedilmiş olurdu.

 

Bir mücâdelenin teorisi tamâmen önceden hazırlanamaz, teori kendini mücâdelenin içindeyken tamamlatır. Kervan biraz da yolda düzülür. Zâten halkın büyük kesimi teoriden ziyâde pratik örneklere ihtiyaç duyar ve ona göre hareket eder. Bir şeyin gerçek anlamda ne olduğu, pratiğe döküldüğünde net olarak ortaya çıkar. Pratiğe dökülemeyecek olan şeyler her zaman teori olarak kalmaya mecbur olur. Bu da o şeyi inancın ve dogmanın konusu hâline getirir. Düşüncede tutarlı gibi gözüken nice önermeler, modellemeler ve teoriler vardır ki, pratiğe döküldüğünde kısa sürede çöküp moloz hâline gelir.

 

Komplo teorileri de,-adı üstünde- sâdece kuru birer “teori” oldukları için yarısı “boş laf” olarak kalmaya mahkûmdur. Komplo teorileri olarak ortaya atılanların en az yarısı gerçekleşmez ve pratiğe dönmez.

 

Modern teorilerin çoğu pratiğe dökülemeyeceği ve deneyimlenemeyeceği için bir “anlamsızlaştırma” aracı olurlar. Modern-bilim, pratikte örneği olmayan ve olmayacak olan ama -sözde- “teorik olarak mümkün” olan şeyleri “gerçek ve doğru” olarak kabûl ediyor. Bu nedenle modern-bilimin teorileri, “seküler projeler” olmaktan kurtulamıyor. Pratiğe dökülmemiş şeyler için “sonsuz zannetmeler”den başka bir şey yoktur. Pratiğe dönük olmayan düşünceler çok da uzun olmayan vâdede unutulmaya mahkûmdur.

 

Önerilen çözüm-şekli “pratik bir çözüm-şekli” değilse, “çözüm” değildir. Şu da var ki, hiç-bir deney yüzde-yüz başarılı olamaz. Çünkü pratiğe gelince iş değişir. Meselâ suyun formülüne göre iki hidrojeni ve bir oksijeni pratikte laboratuarda birleştirince su oluşmaz, oluşmuyor. 2 hidrojen ile 1 oksijen birleştirildiğinde su oluşmuyor. Çünkü pratikte hiç-bir şey teoride olduğu gibi değildir. Teori kuru önermeler ve modellemelerden oluşur. Oysa pratik başkadır ve pratikte, insanların bilemeyeceği, göremeyeceği ve anlayamayacağı bir rûh, bir mânevîyat, bir meta-fizik ve bir mûcize vardır. Su bu yüzden bir mûcizedir, rahmettir, hayattır.   

 

Atom da böyledir. Teoride bölünse de bir atom pratikte aslâ bölünemez. Bir elektron teoride târif edilse de gözle görülmesi mümkün değilidr. Hattâ hızının ve yerinin aynı-anda bilinmesi de mümkün değildir.

 

Fotosentez de bir mûcizedir. Beğenmediğiniz ve üstüne basıp geçtiğiniz bir ot, o mûcizeyi sürekli gerçekleştirir. Fakat teoride formülü çözdüğünü zanneden bilim-adamları, fotosentezi laboratuarda gerçekleştirmeye çalışmışlar, fakat onca para ve emek harcanmasına rağmen bunu başaramamışlar ve teorilerinin pratikte işlemediğini görmüşlerdir. Evet; bir otun yaptığını bile yapamamışlardır. Sonuçta proje çöpe atılmıştır. Teoriye tam olarak uyulmasına rağmen fotosentezi yapay şekilde oluşturmayı başaramamışlardır.

 

Evrim Teorisi ve Big-Bang Teorisi gibi teoriler neticede sâdece birer teoridirler. Bunlar pratiğe dökülemeyeceği ve pratik aşamada denenemeyeceği için hiç-bir zaman doğrulanmazlar. Zâten bu nedenle bu teoriler ve modern-bilimin ortaya attığı gözlemlenemeyecek ve deneylenemeyecek olan masa-başı teoriler, inancın konusu ve “modern-bilimin dogmaları” olmaktan kurtulamayacak, en sonunda da başka dogmalar ile değiştirilecek ve çöpe atılacaktır. Nihâyet modern insanın şimdilerde taparcasına inandığı bu teorilerin, günü geldiğinde birer “bilimsel mitoloji” olduğu ortaya çıkacaktır. Modern bilimsel teoriler, “henüz çürütülememiş” yada şu-an için çürütülmek istenmeyen ve çok getirisi olan teorilerdir.

 

Demokrasi, nazarî (teorik) seviyede kalmaya mahkûmdur. Hiç-bir zaman tam anlamıyla pratiğe dökülemez. Demokrasi bir hayâl olarak kalmaya mahkumdur, çünkü demokrasinin pratiğe dökülmesi insanın ve varlığın yapısına uygun değildir. Zîrâ insan nefs sâhibidir. Nefs, demokrasinin beklendiği oranda pratikte mâkes bulmasını imkânsızlaştırır. Bu yüzden sürekli olarak “daha fazla demokrasi” terânesi tekrarlanıp duracaktır. Tâ ki gün gelip de demokrasinin şeytan-işi boş bir ideoloji olduğu anlaşılana ve demokrasiden kesin olarak vazgeçilene kadar.  

 

Allah rızâsına uygun yapılan en küçük bir amel-eylem yâni pratiklik, aklın ortaya koyduğu en ileri “soyut” teoriden üstündür.

 

Ortada bir masa ve masanın üstünde de bir kibrit kutusu olsa; insanlık târihi boyunca yaşamış tüm peygamberler, tüm sâlih insanlar ve tüm iyi insanlar bir-araya gelseler, bu kişiler bin yıl boyunca yemeden, içmeden, uyumadan ve bir-an dâhi gaflete düşmeden, tâ yürekten yalvara-yalvara ve göz-yaşları içinde, o kibrit kutusunun bir arpa-boyu da olsa ileri doğru hareket etmesi için Allah’a duâ etseler, -sünnetullah gereğince- o kibrit kutusu yine de yerinden kımıldamaz. Fakat bir müşrik, bir kâfir, bir ahlâksız, bir zâlim de olsa, bir insanın yada bir hayvanın, kibrit kutusuna şöyle bir dokunuvermesiyle kibrit kutusu hareket eder. Çünkü pratik başkadır.

 

Aynen bunun gibi; raflarda okunmadan tozlanıp duran Kur’ân, insana nasıl ki bir bilgi, bilinç, şuur ve îman vermeyecekse, Kur’ân’da yapılması emredilen bir âyet, milyonlarca ve milyarca insan tarafından, milyonlarca ve milyarlarca kez okunsa ama âyetin gereği pratik olarak yerine getirilmese yâni amele-eyleme dökülmese, o âyette verilen emir ve gözetilen hedef yerine gelmez. Çünkü pratik başkadır.     

 

Bir şey pratiğe dönüştüğünde korktuğumuz gibi yada korktuğumuz kadar olmaz, umduğumuz gibi yada umduğumuz kadar olmaz, beklediğimiz gibi yada beklediğimiz kadar olmaz. Bu nedenle bir hep “inşaallah” deriz.

 

Maddî âlemde “düşünce” bakımından “en ideâl olan” düşünülür. Fakat pratikte, düşünüldüğü gibi çıkmaz. Çünkü maddî olan, en ideâl olandan daha az ideâldir. Fizik, meta-fizikten daha az ideâldir. Fakat bu durum cennet için tam tersidir. O düşündüğümüzden ve düşünebileceğimizden çok-çok daha ideâl bir yerdir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2022

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder