“Onlar
neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni
fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni
sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim
gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtın da kat-kat, ölümün de kat-kat
(acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın” (İsrâ 73-75).
“Allah nezdinde hak din
ancak İslâm’dır” (Âl-i İmran 19).
Modern:
“İçinde yaşanılan çağa ve günlere uygun olan; asrî, çağdaş, çağcı, yeni; batı’ya,
Avrupa’ya ve Amerika’ya uygun, batı’lı; köksüz, geleneksiz” anlamındadır.
Modernist de; “Bu tarzda yaşamayı seven ve seçen kişi” anlamındadır.
Modernitede, dînin etkisi ve
sınırlandırması hesâba katılmadığından dolayı modernite her zamana dîne aykırı
olmak zorundadır. Çünkü din demek “sınır” demek iken, modernitede bir
sınırsızlık düşüncesi yada pratiği vardır. Modernitenin doğasında kırmızı çizgi
yoktur. Modernitenin sorunu budur. Bu nedenle modern olunca illâ ki “Allah’a
göre” olmaktan çıkıp, “insana göre” olmaya doğru bir seyir izlenmek zorunda
kalınır. Klâsik olan elbette moderniteden iyidir. Fakat İslâm’da modernlik
yoktur. Bir tekâmül olabilir. Fakat bu tekâmül bile sınırlıdır. Zîrâ din demek “sınır”
demektir. Çünkü din insana haddini bildirmek için vardır. Sınırı olmayan insanın
haddini bilmesi mümkün olmayacağından dolayı din, insanlara sınırlar koyarak ve
sınırlayarak hadlerini bildirir.
Modernite, insan ve akıl-merkezlidir.
İnsan-merkezlilik demek “akıl-merkezlilik” demektir. Yoksa modernizmde insana
îtibâr etmek çok da yoktur. Belki sâdece insanda bulunan akıldan dolayı bir
ayrımcılık olur.
Modernite, Allah’ı, âhireti,
dîni ve kitapları merkeze almaktan vazgeçip, insanı, aklı, maddiyatı, nefsi yâni
şeytanı merkeze almaya başlamaktır. İnsanlar imtihandan dolayı bir nefse de sâhiptir
ki nefs şeytanın nazar mahâli ve fısıltı yeridir. Fakat Allah buna karşı olarak
sürekli olarak kitaplar, peygamberler ve din göndermiştir insanlara. İnsanlar
peygamberlere ve kitaplara çok zor inanmışlar ve Dünyâ’nın geçici bir imtihan yeri,
âhiretin ve cennetin ise ebedî bir nîmet diyârı olduğuna inanmak istememişler
ve nefs “şimdi olan”ı yâni peşin olanı istediğinden dolayı Dünyâ’yı
seçmişlerdir. Bunlar içinden zulme dönenler Allah tarafından azapla cezâlandırılmıştır.
Modernite, Dünyâ’nın geçici bir imtihan yurdu olduğunu bir türlü kabûl etmek
istememektedir. Zâten modernite “hemen şimdi, şu-an” demektir. Din ise işi tâ
baştan başlatır ve en sona yâni âhirete dayandırır. Bu nedenle modernite hem
dinden hem de eski olandan nefret eder. Zâten hayâtiyetini de bu nefretle ile
sürdürür.
Taha Abdurrahman, “modernitenin
bir rûhu bir de pratiği vardır, biz şu-an batı modernitesinin pratiğinin kuşatması
altındayız. Fakat modernite sâdece mevcut şekilde olmak zorunda değil. Başka
türlü de modernite olabilir, modernitenin rûhu insanlık târihi boyunca sürekli
mevcuttur” diyor. Fakat modernitenin doğasında dîne aykırılık olduğunu hesâba
katmıyor. Çünkü modernitenin doğasında sınır yoktur. Din ise kişiyi sınırlar.
Çünkü Dünyâ sınırlıdır ve o yüzden insan da sınırlı hareket etmesi gerekir.
Modernite ise buna aykırı davranır ve Dünyâ ile cennete şirk koşar. Modernite
hangi zamanda ve hangi mekânda ortaya çıkarsa-çıksın, her zaman dinle çatışmak
gibi bir sorunla karşı-karşıya kalır ve başlar dinle çatışmaya ki zâten modernite
hayâtiyetini her zaman dinle çatışmadan alır. Demek ki modernite, tüm zamanlarda
ve mekânlarda ortaya çıkmış olsa bile, her zaman dîne aykırı söylemler ve davranışlar
ortaya koymuştur. Çünkü dinde uygarlığın bile bir sınırı vardır. Hattâ denilebilir
ki tüm büyük devletler ve imparatorluklar bile aşırı uygarlık yada modernlikten
dolayı yıkılmıştır.
Modernitenin rûhu ne ise
pratiği de odur. Modernitenin rûhu, mevcut pratik şeklinde ortaya çıkmıştır ve
farklı bir şekilde ortaya çıkamazdı. Çünkü modernite “dînin sınırlayıcılığından
kurtulmak ve Allah’a bağlamaktan çıkıp, akla ve insana bağlanmak” demektir. Bu
her zaman ve mekânda böyledir. Çünkü modernitenin doğasında bu vardır.
Modernite ile medeniyeti
karıştırmaktan dolayı yanlış şekilde modernite iyi bir şey zannedilmektedir.
Eğer modernitenin rûhu denilen
şey Âdem’den bêri olan bir şey olsaydı ve insanlar moderniteyi bu rûh ile
ortaya koymuş olsalardı, o zaman peygambere, vahye, Sünnet’e ve İslâm geleneğine
de gerek kalmazdı. Fakat modernite nefs-merkezlidir, din-merkezliliğe karşı
olduğundan dolayı da küfürdür. Küfür ise tek millettir. Her ne kadar modern
olanlar birbirlerinden bâzı noktalarda ayrıymış gibi dursalar da aslında küfür
tek millet olduğundan dolayı temelde birleşirler.
Modernitenin temelinde,
asrın gereklerine uymak vardır. Oysa dinde, “asrı dîne göre inşâ etmek ve dîne
uydurmak” vardır. Bu çok temel bir ayrımdır. Modernitede din merkezde değildir.
Modernite rasyonel ve akılcı
olmak zorundadır. Böyle olunca lâiklik de şart olur. Fakat bu, dîni arka-plâna
atmak, ikinci sıraya koymak demek olur ki ikinci sıraya atılan din hem etki
edemez hem de modernite onun ikinci sırada kalmasından bile râzı olmaz da
hayattan dışlar.
Modernite gelenek ile barışık
da olamaz. Seküler gelenek ile irtibâtı tespit edilmiş olsa bile, o geleneği
güncellemiş ve zaman içinde bambaşka bir hâle getirmiştir. Gelenek din ile
irtibâtını kopardığı anda modernleşir yâni din-dışına çıkar ve medeniyetten
uygarlığa doğru değişir. İslâm geleneği Kur’ân’ın güzel örneklik dediği Sünnet’tir.
Bu gelenek, bambaşka şekle sokulamaz ve modernleştirilemez. Çünkü Kur’ân emri
ile tâkip etmemiz gereken bir örneklik ve gelenektir. Hz. Âdem’e kadar dayanan
bir gelenektir. Yeni olmak zorunda hissetmez kendini. Yeni bir şey söylese bile
eskiyle irtibatlandırmadan söylemez. Bu nedenle zamanla geleneği Kur’ân’a ve
İslâm geleneğine aykırı şekilde moderniteyle sentezleyerek yeni bir geleneğe
dönüştürmek demek, gelenekten kopmak ve Kur’ân’a aykırı davranmak demek olur.
Modernlikte estetik aramak
da boşunadır. Çünkü modernlik dinden koptuğu anda rûha arkasını döner. Rûhun
olmadığı yerde bir estetikten ve sanattan bahsedilemez.
Maalesef etkileyici sözler
söylemelerine-yazmalarına ve hatırı sayılır işler yapmalarına rağmen yeterli
dirâyete sâhip olmadıklarından dolayı İslâm’ı moderniteyle sentezleyerek, yada
İslâm’ı modern hâle getirerek günümüzde güçlendirmek isteyenler vardır. Bunlar
arasında, modernistler, târihselciler, muhâfazakârlardan başka, Aliya
İzzetbegoviç ve Taha Abdurrahman da vardır. Herkes İslâm ile moderniteyi sentezlemeden
yada İslâm’ı modernleştirmeden bir yere gelemeyeceğini düşünmektedir. Oysa
Kur’ân’ın yarıya yakın âyetleri modern olmayan şekilde eski peygamberlerin
kıssalarında bahsetmek ve onlardan ibret almayı emretmektedir. İslâm’ı
modernleştirerek bir yerlere varmaya çalışmak boş iştir. Zîrâ İslâm’ın özü ile
modernitenin içeriği birbirlerinden en aykırı olacak şekilde farklıdır. Bu
modernlik, modernliğin her türü için geçerlidir. Modernlik kelimesinin
kendisinde bile sorun vardır çünkü. Zîrâ modernitenin kesin bir dayanağı yoktur
ve bu nedenle de hiç-bir netliğe ulaşamaz. Hiç-bir konuda hiç-bir doyurucu
yanıt vermemektedir. Çünkü bağlandığı bir temel yoktur. Bu da onu sonsuza kadar
kısır kılmaktadır. Meselâ bilim konusunda binlerce açıklama yaptıktan sonra,
ortaya çıkan bir çelişkiden dolayı sorulan yeni soruya yeni cevaplar vermeye
çalışır ama bir türlü iknâ edemez. Çünkü “Allah böyle yaratmıştır” cevâbını veremediğinden
dolayı bir türlü netliğe ve kesinliğe ulaşamaz. Bu yüzden de mecbûren sürekli
olarak yeni bir teori üretmek zorunda kalır.
Vel-hâsıl kelam, modernlikle
dîni sentez etmek de, İslâm’ı modernleştirmek de mümkün değildir. Zâten İslâm
hem batı modernitesiyle hem de olacak tüm modernitelerle senteze girmeyecek
yapıda bir dindir. O kendi iç-dinamiği ile hayâta yeni şeyler söyler. Bunu
yapmak için moderniteye ihtiyâcı yoktur. Kur’ân ve Sünnet ona sorunları çözmek
için yeterli olacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder