“Allah’a ve Resûlü’ne
karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezâsı, ancak
öldürülmeleri, asılmaları yada elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veyâ
(bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, Dünyâ’daki aşağılanmalarıdır, âhirette
onlar için büyük bir azap vardır” (Mâide
33).
Yazıya, ağır yaptırımları
olan bu âyetle başlamamızın nedeni, müslümanların bir-çoğu da dâhil,
insanların, İslâm’ın Dünyâ’da herhangi bir yaptırımının olmadığını ve cezâların
da sâdece âhirette olacağını zannetmelerinden dolayıdır. “Din’de zorlama
yoktur” âyeti -yanlış şekilde- çokça kullanılınca insanlar İslâm’ı pasif,
omurgasız, güçsüz, pısırık ve zayıf bir din gibi görmeye başladılar. Oysa
din’de zorlama olmaması, sâdece “dîne dâhil olma” noktasında geçerlidir.
İslâm’a dâhil olmak ancak gönül rızâsıyla olabileceği için, dîne dâhil etmede
bir zorlama zinhar yapılamaz fakat dîne bile-isteye dâhil olduktan sonra dînin
kişiye yüklediği görevler, yükler, sorumluluklar ve yaptırımlar vardır. Zâten
hem sünnetullahtan hem de imtihanın bir gereği olarak Dünyâ’da insana bir
zorluğu din yüklemezse şeytan, nefs yada tâğutlar yükler ve insanlar varlığın
yapısından ve kurallarından dolayı mutlakâ zorluklarla karşılaşırlar. Dînin yüklediği
zorluklar ise, “insanlar -imtihan dolayısıyla- karşılaştıkları doğal
zorluklardan başka zorluklarla karşılaşmasınlar” diyedir. Zîrâ din, doğal,
normâl ve fıtrî olduğu için aslında insana doğal olmayan ve taşınamayacak
yükler yüklemez.
Müslümanlık, (müslimlik ve
mü’minlik değil) “İslâm toplumuna, devletine, ümmetine ve milletine katılmak,
bağlanmak ve şartlarını kabûl etmek” demektir ki bu “öylesine” olan gevşek bir
bağ değil, ciddî ve îcâbında ağır yaptırımları olan bir bağlılıktır. Bu aynen
günümüzde; Nato’ya, Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne vs. katılmak
gibidir. Bu kuruluşlara ve toplumlara olan bağlılıklarda oluşacak bir sorunda
bu kuruluşlar, bağını gevşeten ülkelere ve devletlere çeşitli îkaz ve yaptırım
uygulayabilirler ve hattâ iş savaşa kadar da gidebilir. İslâm’da, namaz ve
zekat müslümanlığın asgarî iki şartıdır. Müslüman olmuşsanız yâni İslâm
toplumunun hâkimiyetini kabûl edip o topluma üye olmuşsanız, bu asgarî iki
şartı her hâlükârda yerine getirmeyi kabûl etmişsiniz demektir ve bu nedenle de
bu iki şartı yerine getirmeniz gereklidir ve bu iki şart olmazsa-olmazdır. Bu
iki şarttan aslâ tâviz verilmez, tâviz verenlere yaptırım uygulanır ve savaş
açılabilir.
Modernizm
dîninde her-şey modernizm dînine birebir uygun olmak zorundadır ve uygun
olmadığında ağır yaptırımları vardır. Her
dînin kuralları olduğu gibi modernizm dîninin de kuralları vardır. Bu kurallara
uyanlar ödüllendirilirken, uymayanlar farklı şekilde cezâlandırılırlar. Meselâ eğitim konusunda okullar “sosyâl Darwinizm”
kuralına göre işler: “Sınıfı geçemeyenler hayatta yer bulamazlar”. Okullar
modernizm dînine tam uygun ve uyan insanlar yetiştirmek için kurulmuş
kurumlardır. Böylece modernizm dîni, hayâtiyetini bu şekilde devâm ettirir.
İslâm’ın da yaptırımları vardır.
Gerçi İslâm’da kurallar daha merhâmetli ve vicdanlı olarak uygulandığı için
insanları yıldıracak ve bezdirecek kadar olmaz ama İslâm’ın da affetmediği ve
cezâlandırdığı günah ve suçlar vardır. Vahye göre tüm zamanlarda “insanların
uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir. 1.Öldürme, 2-Hırsızlık,
3-Zinâ, 4-İftirâ. İslâm’da affedilmeyecek tek günah şirktir. Çünkü şirk büyük
bir zulümdür. Şirkin cezâsı da sâdece âhirete bırakılamaz. Çünkü eğer zulmü
açığa çıkarıyorsa bu zulüm Dünyâ’da insanlar ve hattâ diğer varlıklar için
zorluklar ortaya çıkaracak demektir. O-hâlde şirkin bile bir yaptırımı
olmalıdır. Bu yaptırım, Allah’a, âhirete, İslâm’a ve vahye aykırı şekilde bir
yasama, yargı ve yürütmenin yapılabilmesine izin vermemek ve bunu yasaklamak
şeklinde olur.
İslâm’ın yaptırımı olan bir
din olduğunun bilinmemesi ve görülmemesi, hakkıyla kurulmuş olan bir İslâm
devletinin olmaması nedeniyledir. Yaptırımları uygulayacak, güce sâhip bir
İslâm devleti olduğunda, en azından o devlette hiç kimse Allah’a, Peygamber’e
ve Dîn’e hakâret edemez, kötü bir laf söyleyemez hattâ bunu düşünemez bile.
Zîrâ meydan boş değildir ve gerektiğinde yaptırımları uygulayacak bir güç
vardır.
Meydanı boş bulanlar ve bir
yaptırımın olmadığını zannedenler, Allah, Din ve Peygamberimiz ile alay etmenin
hiç-bir yaptırımının olmadığını söyleyerek, Peygamberimiz’in her türlü
aşağılanmasına ses çıkarmayanların gözünde Peygamberimiz’in îtibârı azalmış yada
azalmaya başlamış demektir. O-hâlde Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına
ses çıkarmayanlar Peygamberimiz’in îtibarsızlaştırılmasına çalışıyorlar
demektir. “Bir şey yapamayız, onlar başka söze dalıncaya kadar onlardan
uzaklaşmalıyız” diyorlar. Çünkü gözlerinde Peygamberimiz’in bir değeri ve
îtibârı kalmamış yada azalmıştır. Ama aynı kişiler, meselâ Atatürk hakkında dış
ülkelerden birinde bir gazete yada dergi tarafından yapılan aşağılanmaya yada
alay edilmeye -din adına konuşarak- “bir yaptırımı yoktur” diyebilir mi?. Tabî
ki de diyemezler. Pişmân ederler ve hayâtlarını karartırlar çünkü. Peki bu
aşağılanma, hakâret ve alay etme, âlemlere rahmet, muhteşem bir ahlâka sâhip
olan Peygamberimiz’e yapılınca niçin hiç-bir yaptırımı olmadığını söyleyebiliyorsunuz?.
Bunu söylemenin herhangi bir yaptırımı olmayacağından emin olduğunuz için
olabilir mi?. Yada lâik-seküler ve Allah’ı hesâba katmayan bir ülkede
yaşadığınız için mi Peygamberimiz’in alaya alınmasının bir yaptırımı
olmayacağını bu kadar kolayca söyleyebiliyorsunuz?. Peygamberimiz’e hakâret
edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hafif yada ağır bir
yaptırımdır. Çünkü bir İslâm Ülkesinde İslâm’dan kaynaklanan kânunlarda, hem
Peygamberimiz’le alay etmenin hem de alay edilmesine karşı pasif söylemlerde
bulunmanın bir yaptırımı olurdu. Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay
edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hem Dünyâ’da hem de âhirette hafif
yada ağır bir yaptırımdır.
Bir cezâ suçun şiddetine
göre olur. Kur’ân’ın “gidin adamın kafasını-kolunu kırın” diye bir âyet
indirmesini beklemek abestir. Bu nedenle Peygamberimiz’le alay edildiğinde ne
tür yaptırımların olacağını anlamak için, Peygamberimiz’in böyle durumlarda ne
yaptığına bakıldığında, âyetlerden anlaşılması gereken şey apaçık bir şekilde
açığa çıkar. Peygamberimiz zamânında İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e
yapılan alaylar ve çirkinliklere pratikte de sert karşılıklar verilmiştir.
Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:
“Resûlullah,
bâzı İslâm düşmanlarını, İslâm’ı şiir ve sözleriyle tahkir eden kimseleri,
Kur’ân ve Peygamberimiz aleyhine diğer insanları kışkırtan fesatları yüzünden
bâzı sahabeleri görevlendirerek onları gizlice öldürtmüştür. Bunlardan beş
kişinin isimleri şöyledir: Kâ’b bin Eşref, Ebû Râfi Sellam bin Ebu’l-Hukayk,
Asma bin Nübeyh el-Anzî, Hâlid b. Nübeyh el-Anzî, Ebû Afek. Hepsinin nasıl
öldürüldüğünü de biliyoruz.
Resûlullah,
yirmi üç yıllık dâveti sırasında İslâm dâvâsı önünde set olmaya çalışanların
öldürülmesi gibi tehlikeli bir işte bâzı sahâbeleri görevlendirmiştir. Bu
sahâbeler görevlerini hiç korkmadan îfâ etmişler, İslâm’ın yayılması yolunda
engellerin bertarâf edilmesi uğruna büyük fedâkârlıklar göstermişlerdir. Bu işi
gönüllü olarak yapmışlardır. Bu şekildeki her bir faaliyetin
gerçekleştirilmesindeki hedef, İslâm’ın azılı düşmanlarından birini ortadan
kaldırmak olmuştur ve yapılanlar, plânlı birer öldürme eylemidir. Bununla bir
mânâda düşmanlara göz-dağı da verilmiştir. Yapılan bu eylemlerle küfrün
ele-başlarının ortadan kaldırılması/susturulması esas alınmış ve bunda başarılı
olunmuştur. Resûlullah’a düşmanlık edip hakkında kötü konuşanlar arasında
müşriklerden olan Hâlid b. Nübeyh el-Anzî ve Ebû Afek hâriç, diğerlerinin ortak
özellikleri yahudi olmalarıdır. Zîrâ Medîne’de ona en fazla düşmanlık edenler
yahudiler oldular. Münâfıkların aksine bu işi alenen yaptılar. Kur’ân öyle
diyor: ‘Andolsun!; insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak
yahudileri ve müşrikleri bulursun…’ (5/Mâide, 82)”.
Bu öldürülenler İslâm’a
düşmanlık etme, müslümanlara dil uzatma ve başkalarını müslümanlar aleyhinde
kışkırtma suçundan bu cezâya çarptırılmışlardır. Yahudiler Medîne’de
oturdukları ve müslümanlarla aralarında birlikte yaşamaya dâir bir sözleşme
bulunmasına rağmen Resûlullah aleyhine insanları kışkırtma gibi bir cür’eti
gösterebilmişlerdir. Bu da ortadan kaldırılmalarında en büyük sebep olmuştur.
Zîrâ sergiledikleri tavır, müslümanlarla aralarındaki sözleşmeye ihânet olarak
kabûl edilmiştir. Öldürülen üç yahudiden biri de (Asma bin Nübeyh el-Anzî)
kadındır. Bu eylemlerin tümü, Medîne İslâm Devleti Başkanı olan Resûlullah’ın
izni ve emri ile gerçekleşmiştir”.
Çünkü “yapılan şey düpedüz
İslâm’a ve dîne hakârettir” diyerek ağır bir kınama, eleştiri, îtirâz ve isyân
edilerek bir daha böyle bir şeyin yaşanmaması için dîne hakâret eden kişiye
gerekli yaptırım uygulanmalı ve ağır bir cezâ verilmelidir. İslâm cezâ
hukûkunda “cezânın âhirete bırakılması” her günah için değildir. İslâm’da
dünyâ’da verilecek cezâlar da vardır. Bir de kefâret şeklinde cezâlar ve
yaptırımlar vardır.
Artık dîni önemsemeyen
insanlardan farkları kalmayan modern müslümanlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve
Peygamber’e ne denirse-densin ve nasıl küfredilirse-küfredilsin bir şey
dememektedirler ve din düşmanları da bunun farkındadırlar. Zîrâ şimdiye kadar
dîne karşı yaptıkları hakâretlerden dolayı, bırakın bir yaptırıma ve cezâya
uğramalarını, bir ayıplama bile görmemektedirler. Hiç-bir îtirâza ve eleştiriye
bile mâruz kalmamaktadırlar. Çünkü özellikle Türkiye’li müslümanlar
pasifleşmişler, korkaklaşmışlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve Peygamber’e olan
bağları modernistleştikleri ve konfora taptıkları oranda gevşemiş, zayıflamış
ve kopma aşamasına gelmiştir. Bunu çok iyi bilen İslâm düşmanları, istedikleri
hakâretleri kolayca yapmakta, istedikleri iftirâları atabilmektedirler.
Ateistler, deistler, modernistler
ve günümüzde özellikle târihselciler; Allah, âhiret, gayb, Kur’ân, vahiy, din,
peygamber vs. hakkında hiç-bir ölçü kullanmadan istedikleri gibi şerefsizce
konuşabiliyorlar. TC’ye, Ata’ya, bayrağa, İstiklâl Marşı’na, vatana, millete,
devlete vs. kutsallaştırıldığı için ama daha da önemlisi ağır yaptırımları
olduğu için tek bir kelime edemezken, bir eleştiri ve îtirâz yöneltemezken
hattâ bir îmâda dâhi bulunamazken, meydanı boş buldukları yâni herhangi bir yaptırımla
karlaşmaları ihtimâli olmadığı hattâ sistem, ideoloji ve seküler etkenler ile
önleri açıldığı ve teşvik edildikleri için İslâm, Kur’ân ve Peygamber düşmanlığı
yapabiliyorlar. Oysa Peygamberimiz yada ilk halifeler döneminde böyle bir şeyin
olabilmesi mümkün değildi. Hattâ Osmanlı’da bile böyle laflar edebilmek sağlam
bir mâbâd isterdi.
Türkiye Cumhûriyeti
anayasasının “değiştirilemez” ilk üç maddesinin değiştirilmesini dile bile
getiremeyen modernizm ve oryantâlist yalakaları olan târihselciler, sıra İslâm’ın
“değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dâhi edilemez” olan Kur’ân’ın
hükümlerine ve şeriatına gelince, neredeyse %90’ının hükmünün kalmadığını ve
mevcut modern zaman ve mekâna göre değiştirilmesi gerektiğini teklif
edebiliyorlar. Bunu yapmaya cüret edebilmelerinin tek nedeni, bir yaptırım ile
karşılaşmayacaklarına olan güvenleridir. Bundan çok emin oldukları için açık
bir günah, haram ve suçun cezâsını ise âhirete bırakıyorlar. Oysa somut bir dünyâda
yaşıyoruz ve şeytan, nefs ve tâğutlar somut anlamda ekini ve nesli ifsâd edip
durmaktadırlar. İslâm’ın bunlara karşı bir yaptırımının olmadığını söylemek
derin bir cehâlet değilse, ağır bir şerefsizliktir.
Bir yaptırım ile zinhar
karşılaşmayacaklarından çok emin olanlar Allah, din, İslâm, Kur’ân ve peygamber
hakkında ne isterlerse söyleyebiliyorlar. Hattâ öyle bir duruma gelinmiş ki, bu
atıp-tutanları eleştirmek fizîkî yada psikolojik yaptırımlara neden oluyor.
Sekülerizmin ve çeşitli
sapkınlıkların etkisi ile kâlpleri parçalanmış, ruhları silinmiş ve nefisleri
kışkırtılmış olanların râm ve meftûn olup da taptıkları modernizm aracılığı ile
şeytan, zihinleri iğdiş olmuş olanları bir it gibi kullanıyor ve isteği yöne
koşturuyor. Bunlara karşı sâdece sosyâl medya aracılığı ile bir tepki
gelebiliyor.
Ateist, gnostik, deist,
feminist, târihselci vs. ne kadar İslâm düşmanı varsa, bunların hemen tamâmı,
kıllarına bile zarar gelmesinden dehşete kapıldıkları için yaptırımı olan bir
şeye karşı tek bir laf edemeyecekleri gibi bir îmâda dâhi bulunamazlar. Meselâ mevcut
sisteme karşı en ufak bir kötü îmâda bulunamaz, bir eleştiri ve îtirâz seslendiremezler.
Çünkü bunlar sisteme göbeklerinin tam ortasından bağlıdırlar ve bu sâyede aşırı
şekilde semizleşmiş ve yağlanmışlardır. Zâten küstahlıkları da biraz bundan
kaynaklanmaktadır.
Hem meydanı boş buldukları
hem de bir yaptırım olmadığı için salladıkça-sallayan ve
uydurdukça-uyduranların çoğu lâik, seküler ve demokrasi yanlısıdırlar. Fakat
bunlar niçin 1.400 yıl öncesini târihsel görürken ve de artık “hükmü kalmadığı ve
devri geçtiği(!)” için Kur’ân’ın hükmünün ve işlevselliğinin bittiğini
söylerken, 2.500 yıl öncesinin demokrasisini
“târihsel” olarak görmüyorlar ve niçin demokrasinin işlevselliği
bitmiyor?. Yoksa beşerin uyduruk ideolojilerini Allah’ın sözünden daha mı üstün
görüyorlar?. Elbette!, zâten bu bir soru değil, tespittir. Elbette beşeri, insanı
ve aklı ilahlaştırıp tapıyor oldukları için Allah’ın sözünü iptâl ve inkâr
edebiliyorlar. Beşerin-insanın sözünü baş-tâcı etmelerinin nedeni işte budur.
Kul olmak zordur ve bedeli
ağırdır. Bu yüzden herkes “kul” olamıyor yada hakkıyla kulluk yapamıyor. Kul
olamayınca da -hâşâ- Allah olmaya soyunuyorlar. Allah olmak kolay çünkü. “Enel
hak” dersiniz olur biter. Hele ki İslâm’ın hükümlerinin bir değerinin ve
yaptırımının olmadığı zamanlarda Allah olmak kadar kolay bir şey yoktur.
İslâm’ın tüm değerleri
ayaklar altına alınırken sesleri çıkmayanlar hattâ kılları bile kıpırdamayanlar,
sıra modern-seküler -sözde- değerlere gelince sistemin muhâfızı kesiliyorlar ve
İslâm’dan çıkmayı bile göze alarak sistemin şirk, küfür ve zulüm içeren yönlerini
baş-tâcı ediyorlar. Çünkü artık kâlpleri parçalanmış ve kararmış, ruhları
silinmiş, bilinçleri iğdiş edilmiş ve nefisleri kışkırtılmıştır. Zâten
modernizme ve batı’ya âdetâ tapar hâle gelmelerinin gerçek nedeni budur.
Peki bir İslâm Devleti ve
dolayısı ile bir yaptırım olsaydı ne olurdu?. Vahye dayanan bir İslâm devleti
olduğunda, işte o zaman ısrarla işlenen bir günahın, haramın, suçun ve ayıbın
cezâsı olarak yaptırımların çok etkili olduğu ve sorunların “kısa yoldan” nasıl
da çözülebildiği açıkça görülebilir olacaktı. Çünkü insanın aklını gerçek anlamda
başına getirebilecek olan şey, çok etkili konuşmalar, yazılar, kitaplar ve
söylemler değil, başa gelebilecek yada gelme ihtimâli olan yaptırımlar,
sıkıntılar ve belâlardır. Çünkü o zaman “yaşayarak” öğrenilir ve bir daha da
aynı yanlış yapılmaz olur. Meselâ küçük çocuklara istediğiniz kadar “sobayı
elleme, elini yakar” deyin yine de işe yaramaz da, çocuk sobaya elini bir kere
değirdiğinde ve eli yandığında sobadan hep uzak durmaya başlar.
Mevcut durumda bir yaptırım
durumu olmadığı için meydanı boş bulanlar modern, seküler, lâik, demokratik,
beşerî, dünyevî sapkınlıklar adına Allah’a, Kur’ân’a ve Peygamber’e meydan okurcasına
hakâret etmekte ve savaş açmaktadırlar. Zâten modernizmin târihi, “Allah’a
meydan okuma”nın târihidir. Dünyâ, “hak ile bâtılın savaş meydanı”dır. Bu savaş
ancak, hak gâlip olduğunda biter. Lâilaheillallah sözü; kâfirlere, müşriklere,
adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme karşı bir meydan okumadır. Allah’a
küstahça meydan okuyanlara karşı, bir “karşı meydan okuyuş”tur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2023