4 Ağustos 2023 Cuma

Meydanı Boş Bulmak Yada Yaptırımsız Müslümanlık


“Allah’a ve Resûlü’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezâsı, ancak öldürülmeleri, asılmaları yada elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veyâ (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, Dünyâ’daki aşağılanmalarıdır, âhirette onlar için büyük bir azap vardır” (Mâide 33).

 

Yazıya, ağır yaptırımları olan bu âyetle başlamamızın nedeni, müslümanların bir-çoğu da dâhil, insanların, İslâm’ın Dünyâ’da herhangi bir yaptırımının olmadığını ve cezâların da sâdece âhirette olacağını zannetmelerinden dolayıdır. “Din’de zorlama yoktur” âyeti -yanlış şekilde- çokça kullanılınca insanlar İslâm’ı pasif, omurgasız, güçsüz, pısırık ve zayıf bir din gibi görmeye başladılar. Oysa din’de zorlama olmaması, sâdece “dîne dâhil olma” noktasında geçerlidir. İslâm’a dâhil olmak ancak gönül rızâsıyla olabileceği için, dîne dâhil etmede bir zorlama zinhar yapılamaz fakat dîne bile-isteye dâhil olduktan sonra dînin kişiye yüklediği görevler, yükler, sorumluluklar ve yaptırımlar vardır. Zâten hem sünnetullahtan hem de imtihanın bir gereği olarak Dünyâ’da insana bir zorluğu din yüklemezse şeytan, nefs yada tâğutlar yükler ve insanlar varlığın yapısından ve kurallarından dolayı mutlakâ zorluklarla karşılaşırlar. Dînin yüklediği zorluklar ise, “insanlar -imtihan dolayısıyla- karşılaştıkları doğal zorluklardan başka zorluklarla karşılaşmasınlar” diyedir. Zîrâ din, doğal, normâl ve fıtrî olduğu için aslında insana doğal olmayan ve taşınamayacak yükler yüklemez.  

 

Müslümanlık, (müslimlik ve mü’minlik değil) “İslâm toplumuna, devletine, ümmetine ve milletine katılmak, bağlanmak ve şartlarını kabûl etmek” demektir ki bu “öylesine” olan gevşek bir bağ değil, ciddî ve îcâbında ağır yaptırımları olan bir bağlılıktır. Bu aynen günümüzde; Nato’ya, Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne vs. katılmak gibidir. Bu kuruluşlara ve toplumlara olan bağlılıklarda oluşacak bir sorunda bu kuruluşlar, bağını gevşeten ülkelere ve devletlere çeşitli îkaz ve yaptırım uygulayabilirler ve hattâ iş savaşa kadar da gidebilir. İslâm’da, namaz ve zekat müslümanlığın asgarî iki şartıdır. Müslüman olmuşsanız yâni İslâm toplumunun hâkimiyetini kabûl edip o topluma üye olmuşsanız, bu asgarî iki şartı her hâlükârda yerine getirmeyi kabûl etmişsiniz demektir ve bu nedenle de bu iki şartı yerine getirmeniz gereklidir ve bu iki şart olmazsa-olmazdır. Bu iki şarttan aslâ tâviz verilmez, tâviz verenlere yaptırım uygulanır ve savaş açılabilir.

 

Modernizm dîninde her-şey modernizm dînine birebir uygun olmak zorundadır ve uygun olmadığında ağır yaptırımları vardır. Her dînin kuralları olduğu gibi modernizm dîninin de kuralları vardır. Bu kurallara uyanlar ödüllendirilirken, uymayanlar farklı şekilde cezâlandırılırlar. Meselâ eğitim konusunda okullar “sosyâl Darwinizm” kuralına göre işler: “Sınıfı geçemeyenler hayatta yer bulamazlar”. Okullar modernizm dînine tam uygun ve uyan insanlar yetiştirmek için kurulmuş kurumlardır. Böylece modernizm dîni, hayâtiyetini bu şekilde devâm ettirir.

 

İslâm’ın da yaptırımları vardır. Gerçi İslâm’da kurallar daha merhâmetli ve vicdanlı olarak uygulandığı için insanları yıldıracak ve bezdirecek kadar olmaz ama İslâm’ın da affetmediği ve cezâlandırdığı günah ve suçlar vardır. Vahye göre tüm zamanlarda “insanların uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir. 1.Öldürme, 2-Hırsızlık, 3-Zinâ, 4-İftirâ. İslâm’da affedilmeyecek tek günah şirktir. Çünkü şirk büyük bir zulümdür. Şirkin cezâsı da sâdece âhirete bırakılamaz. Çünkü eğer zulmü açığa çıkarıyorsa bu zulüm Dünyâ’da insanlar ve hattâ diğer varlıklar için zorluklar ortaya çıkaracak demektir. O-hâlde şirkin bile bir yaptırımı olmalıdır. Bu yaptırım, Allah’a, âhirete, İslâm’a ve vahye aykırı şekilde bir yasama, yargı ve yürütmenin yapılabilmesine izin vermemek ve bunu yasaklamak şeklinde olur. 

 

İslâm’ın yaptırımı olan bir din olduğunun bilinmemesi ve görülmemesi, hakkıyla kurulmuş olan bir İslâm devletinin olmaması nedeniyledir. Yaptırımları uygulayacak, güce sâhip bir İslâm devleti olduğunda, en azından o devlette hiç kimse Allah’a, Peygamber’e ve Dîn’e hakâret edemez, kötü bir laf söyleyemez hattâ bunu düşünemez bile. Zîrâ meydan boş değildir ve gerektiğinde yaptırımları uygulayacak bir güç vardır.

 

Meydanı boş bulanlar ve bir yaptırımın olmadığını zannedenler, Allah, Din ve Peygamberimiz ile alay etmenin hiç-bir yaptırımının olmadığını söyleyerek, Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanların gözünde Peygamberimiz’in îtibârı azalmış yada azalmaya başlamış demektir. O-hâlde Peygamberimiz’in her türlü aşağılanmasına ses çıkarmayanlar Peygamberimiz’in îtibarsızlaştırılmasına çalışıyorlar demektir. “Bir şey yapamayız, onlar başka söze dalıncaya kadar onlardan uzaklaşmalıyız” diyorlar. Çünkü gözlerinde Peygamberimiz’in bir değeri ve îtibârı kalmamış yada azalmıştır. Ama aynı kişiler, meselâ Atatürk hakkında dış ülkelerden birinde bir gazete yada dergi tarafından yapılan aşağılanmaya yada alay edilmeye -din adına konuşarak- “bir yaptırımı yoktur” diyebilir mi?. Tabî ki de diyemezler. Pişmân ederler ve hayâtlarını karartırlar çünkü. Peki bu aşağılanma, hakâret ve alay etme, âlemlere rahmet, muhteşem bir ahlâka sâhip olan Peygamberimiz’e yapılınca niçin hiç-bir yaptırımı olmadığını söyleyebiliyorsunuz?. Bunu söylemenin herhangi bir yaptırımı olmayacağından emin olduğunuz için olabilir mi?. Yada lâik-seküler ve Allah’ı hesâba katmayan bir ülkede yaşadığınız için mi Peygamberimiz’in alaya alınmasının bir yaptırımı olmayacağını bu kadar kolayca söyleyebiliyorsunuz?. Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hafif yada ağır bir yaptırımdır. Çünkü bir İslâm Ülkesinde İslâm’dan kaynaklanan kânunlarda, hem Peygamberimiz’le alay etmenin hem de alay edilmesine karşı pasif söylemlerde bulunmanın bir yaptırımı olurdu. Peygamberimiz’e hakâret edenlerin, alay edenlerin ve o’nu aşağılayanların cezâsı hem Dünyâ’da hem de âhirette hafif yada ağır bir yaptırımdır.

 

Bir cezâ suçun şiddetine göre olur. Kur’ân’ın “gidin adamın kafasını-kolunu kırın” diye bir âyet indirmesini beklemek abestir. Bu nedenle Peygamberimiz’le alay edildiğinde ne tür yaptırımların olacağını anlamak için, Peygamberimiz’in böyle durumlarda ne yaptığına bakıldığında, âyetlerden anlaşılması gereken şey apaçık bir şekilde açığa çıkar. Peygamberimiz zamânında İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e yapılan alaylar ve çirkinliklere pratikte de sert karşılıklar verilmiştir. Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:

 

“Resûlullah, bâzı İslâm düşmanlarını, İslâm’ı şiir ve sözleriyle tahkir eden kimseleri, Kur’ân ve Peygamberimiz aleyhine diğer insanları kışkırtan fesatları yüzünden bâzı sahabeleri görevlendirerek onları gizlice öldürtmüştür. Bunlardan beş kişinin isimleri şöyledir: Kâ’b bin Eşref, Ebû Râfi Sellam bin Ebu’l-Hukayk, Asma bin Nübeyh el-Anzî, Hâlid b. Nübeyh el-Anzî, Ebû Afek. Hepsinin nasıl öldürüldüğünü de biliyoruz.

 

Resûlullah, yirmi üç yıllık dâveti sırasında İslâm dâvâsı önünde set olmaya çalışanların öldürülmesi gibi tehlikeli bir işte bâzı sahâbeleri görevlendirmiştir. Bu sahâbeler görevlerini hiç korkmadan îfâ etmişler, İslâm’ın yayılması yolunda engellerin bertarâf edilmesi uğruna büyük fedâkârlıklar göstermişlerdir. Bu işi gönüllü olarak yapmışlardır. Bu şekildeki her bir faaliyetin gerçekleştirilmesindeki hedef, İslâm’ın azılı düşmanlarından birini ortadan kaldırmak olmuştur ve yapılanlar, plânlı birer öldürme eylemidir. Bununla bir mânâda düşmanlara göz-dağı da verilmiştir. Yapılan bu eylemlerle küfrün ele-başlarının ortadan kaldırılması/susturulması esas alınmış ve bunda başarılı olunmuştur. Resûlullah’a düşmanlık edip hakkında kötü konuşanlar arasında müşriklerden olan Hâlid b. Nübeyh el-Anzî ve Ebû Afek hâriç, diğerlerinin ortak özellikleri yahudi olmalarıdır. Zîrâ Medîne’de ona en fazla düşmanlık edenler yahudiler oldular. Münâfıkların aksine bu işi alenen yaptılar. Kur’ân öyle diyor: ‘Andolsun!; insanlar içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun…’ (5/Mâide, 82)”.

 

Bu öldürülenler İslâm’a düşmanlık etme, müslümanlara dil uzatma ve başkalarını müslümanlar aleyhinde kışkırtma suçundan bu cezâya çarptırılmışlardır. Yahudiler Medîne’de oturdukları ve müslümanlarla aralarında birlikte yaşamaya dâir bir sözleşme bulunmasına rağmen Resûlullah aleyhine insanları kışkırtma gibi bir cür’eti gösterebilmişlerdir. Bu da ortadan kaldırılmalarında en büyük sebep olmuştur. Zîrâ sergiledikleri tavır, müslümanlarla aralarındaki sözleşmeye ihânet olarak kabûl edilmiştir. Öldürülen üç yahudiden biri de (Asma bin Nübeyh el-Anzî) kadındır. Bu eylemlerin tümü, Medîne İslâm Devleti Başkanı olan Resûlullah’ın izni ve emri ile gerçekleşmiştir”.

 

Çünkü “yapılan şey düpedüz İslâm’a ve dîne hakârettir” diyerek ağır bir kınama, eleştiri, îtirâz ve isyân edilerek bir daha böyle bir şeyin yaşanmaması için dîne hakâret eden kişiye gerekli yaptırım uygulanmalı ve ağır bir cezâ verilmelidir. İslâm cezâ hukûkunda “cezânın âhirete bırakılması” her günah için değildir. İslâm’da dünyâ’da verilecek cezâlar da vardır. Bir de kefâret şeklinde cezâlar ve yaptırımlar vardır.

 

Artık dîni önemsemeyen insanlardan farkları kalmayan modern müslümanlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve Peygamber’e ne denirse-densin ve nasıl küfredilirse-küfredilsin bir şey dememektedirler ve din düşmanları da bunun farkındadırlar. Zîrâ şimdiye kadar dîne karşı yaptıkları hakâretlerden dolayı, bırakın bir yaptırıma ve cezâya uğramalarını, bir ayıplama bile görmemektedirler. Hiç-bir îtirâza ve eleştiriye bile mâruz kalmamaktadırlar. Çünkü özellikle Türkiye’li müslümanlar pasifleşmişler, korkaklaşmışlar, Allah’a, dîne, İslâm’a ve Peygamber’e olan bağları modernistleştikleri ve konfora taptıkları oranda gevşemiş, zayıflamış ve kopma aşamasına gelmiştir. Bunu çok iyi bilen İslâm düşmanları, istedikleri hakâretleri kolayca yapmakta, istedikleri iftirâları atabilmektedirler.

 

Ateistler, deistler, modernistler ve günümüzde özellikle târihselciler; Allah, âhiret, gayb, Kur’ân, vahiy, din, peygamber vs. hakkında hiç-bir ölçü kullanmadan istedikleri gibi şerefsizce konuşabiliyorlar. TC’ye, Ata’ya, bayrağa, İstiklâl Marşı’na, vatana, millete, devlete vs. kutsallaştırıldığı için ama daha da önemlisi ağır yaptırımları olduğu için tek bir kelime edemezken, bir eleştiri ve îtirâz yöneltemezken hattâ bir îmâda dâhi bulunamazken, meydanı boş buldukları yâni herhangi bir yaptırımla karlaşmaları ihtimâli olmadığı hattâ sistem, ideoloji ve seküler etkenler ile önleri açıldığı ve teşvik edildikleri için İslâm, Kur’ân ve Peygamber düşmanlığı yapabiliyorlar. Oysa Peygamberimiz yada ilk halifeler döneminde böyle bir şeyin olabilmesi mümkün değildi. Hattâ Osmanlı’da bile böyle laflar edebilmek sağlam bir mâbâd isterdi.

 

Türkiye Cumhûriyeti anayasasının “değiştirilemez” ilk üç maddesinin değiştirilmesini dile bile getiremeyen modernizm ve oryantâlist yalakaları olan târihselciler, sıra İslâm’ın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dâhi edilemez” olan Kur’ân’ın hükümlerine ve şeriatına gelince, neredeyse %90’ının hükmünün kalmadığını ve mevcut modern zaman ve mekâna göre değiştirilmesi gerektiğini teklif edebiliyorlar. Bunu yapmaya cüret edebilmelerinin tek nedeni, bir yaptırım ile karşılaşmayacaklarına olan güvenleridir. Bundan çok emin oldukları için açık bir günah, haram ve suçun cezâsını ise âhirete bırakıyorlar. Oysa somut bir dünyâda yaşıyoruz ve şeytan, nefs ve tâğutlar somut anlamda ekini ve nesli ifsâd edip durmaktadırlar. İslâm’ın bunlara karşı bir yaptırımının olmadığını söylemek derin bir cehâlet değilse, ağır bir şerefsizliktir.

 

Bir yaptırım ile zinhar karşılaşmayacaklarından çok emin olanlar Allah, din, İslâm, Kur’ân ve peygamber hakkında ne isterlerse söyleyebiliyorlar. Hattâ öyle bir duruma gelinmiş ki, bu atıp-tutanları eleştirmek fizîkî yada psikolojik yaptırımlara neden oluyor.

 

Sekülerizmin ve çeşitli sapkınlıkların etkisi ile kâlpleri parçalanmış, ruhları silinmiş ve nefisleri kışkırtılmış olanların râm ve meftûn olup da taptıkları modernizm aracılığı ile şeytan, zihinleri iğdiş olmuş olanları bir it gibi kullanıyor ve isteği yöne koşturuyor. Bunlara karşı sâdece sosyâl medya aracılığı ile bir tepki gelebiliyor.

 

Ateist, gnostik, deist, feminist, târihselci vs. ne kadar İslâm düşmanı varsa, bunların hemen tamâmı, kıllarına bile zarar gelmesinden dehşete kapıldıkları için yaptırımı olan bir şeye karşı tek bir laf edemeyecekleri gibi bir îmâda dâhi bulunamazlar. Meselâ mevcut sisteme karşı en ufak bir kötü îmâda bulunamaz, bir eleştiri ve îtirâz seslendiremezler. Çünkü bunlar sisteme göbeklerinin tam ortasından bağlıdırlar ve bu sâyede aşırı şekilde semizleşmiş ve yağlanmışlardır. Zâten küstahlıkları da biraz bundan kaynaklanmaktadır.

 

Hem meydanı boş buldukları hem de bir yaptırım olmadığı için salladıkça-sallayan ve uydurdukça-uyduranların çoğu lâik, seküler ve demokrasi yanlısıdırlar. Fakat bunlar niçin 1.400 yıl öncesini târihsel görürken ve de artık “hükmü kalmadığı ve devri geçtiği(!)” için Kur’ân’ın hükmünün ve işlevselliğinin bittiğini söylerken, 2.500 yıl öncesinin demokrasisini  “târihsel” olarak görmüyorlar ve niçin demokrasinin işlevselliği bitmiyor?. Yoksa beşerin uyduruk ideolojilerini Allah’ın sözünden daha mı üstün görüyorlar?. Elbette!, zâten bu bir soru değil, tespittir. Elbette beşeri, insanı ve aklı ilahlaştırıp tapıyor oldukları için Allah’ın sözünü iptâl ve inkâr edebiliyorlar. Beşerin-insanın sözünü baş-tâcı etmelerinin nedeni işte budur.

 

Kul olmak zordur ve bedeli ağırdır. Bu yüzden herkes “kul” olamıyor yada hakkıyla kulluk yapamıyor. Kul olamayınca da -hâşâ- Allah olmaya soyunuyorlar. Allah olmak kolay çünkü. “Enel hak” dersiniz olur biter. Hele ki İslâm’ın hükümlerinin bir değerinin ve yaptırımının olmadığı zamanlarda Allah olmak kadar kolay bir şey yoktur.

 

İslâm’ın tüm değerleri ayaklar altına alınırken sesleri çıkmayanlar hattâ kılları bile kıpırdamayanlar, sıra modern-seküler -sözde- değerlere gelince sistemin muhâfızı kesiliyorlar ve İslâm’dan çıkmayı bile göze alarak sistemin şirk, küfür ve zulüm içeren yönlerini baş-tâcı ediyorlar. Çünkü artık kâlpleri parçalanmış ve kararmış, ruhları silinmiş, bilinçleri iğdiş edilmiş ve nefisleri kışkırtılmıştır. Zâten modernizme ve batı’ya âdetâ tapar hâle gelmelerinin gerçek nedeni budur.

 

Peki bir İslâm Devleti ve dolayısı ile bir yaptırım olsaydı ne olurdu?. Vahye dayanan bir İslâm devleti olduğunda, işte o zaman ısrarla işlenen bir günahın, haramın, suçun ve ayıbın cezâsı olarak yaptırımların çok etkili olduğu ve sorunların “kısa yoldan” nasıl da çözülebildiği açıkça görülebilir olacaktı. Çünkü insanın aklını gerçek anlamda başına getirebilecek olan şey, çok etkili konuşmalar, yazılar, kitaplar ve söylemler değil, başa gelebilecek yada gelme ihtimâli olan yaptırımlar, sıkıntılar ve belâlardır. Çünkü o zaman “yaşayarak” öğrenilir ve bir daha da aynı yanlış yapılmaz olur. Meselâ küçük çocuklara istediğiniz kadar “sobayı elleme, elini yakar” deyin yine de işe yaramaz da, çocuk sobaya elini bir kere değirdiğinde ve eli yandığında sobadan hep uzak durmaya başlar.

 

Mevcut durumda bir yaptırım durumu olmadığı için meydanı boş bulanlar modern, seküler, lâik, demokratik, beşerî, dünyevî sapkınlıklar adına Allah’a, Kur’ân’a ve Peygamber’e meydan okurcasına hakâret etmekte ve savaş açmaktadırlar. Zâten modernizmin târihi, “Allah’a meydan okuma”nın târihidir. Dünyâ, “hak ile bâtılın savaş meydanı”dır. Bu savaş ancak, hak gâlip olduğunda biter. Lâilaheillallah sözü; kâfirlere, müşriklere, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme karşı bir meydan okumadır. Allah’a küstahça meydan okuyanlara karşı, bir “karşı meydan okuyuş”tur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Kur’ân’ı Anlamak ve Yaşamak


“Andolsun Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17-22-32-40).

 

Tüm vahiylerde olduğu gibi Kur’ân vahyi de, dinlenildiğinde yada okunduğunda ne dediği ânında anlaşılabilecek olan ifâdeler içerir. Çünkü vahiy sâdece; üstün zekâlılara, allâmelere, filozoflara, dâhilere, bilginlere, belli seviyede bir eğitim almış olanlara, zeki insanlara vs. değil, hayatlarında bir kitap bile görmemiş, herhangi bir yazı okumamış ve okunan bir yazıyı yada kitabı dinlememiş insanların da bulunduğu bir topluma gelmiştir. Bu nedenle ne dediği çok açık bir şekilde indirilmiştir. Zâten Allah, mesajını “hemen idrâk edilebilsin de, o idrâk ile hareket edilsin ve yaşansın” diye göndermiştir.

 

Kur’ân’ı okumak ile anlamak ayrı-ayrı şeyler değildir. Kur’ân’ı okuduktan sonra “şimdi bir de anlayayım” diye bir çaba olamaz. Kur’ân okunduğu anda yada onu dile getiren birinden dinlenildiği anda hemen anlaşılan bir hitâp ve kitaptır. Zâten okumak ile anlamak aynı şeydir, yâni Kur’ân okunduğu anda ne dediği hemen anlaşılabilecek bir Kitap’tır. Çünkü Arapça konuşanlara apaçık bir Arapça hitâp ile gelmiştir. Tabi Kur’ân’ı bir de “idrâk etmek” vardır ki bunun için onu odaklanarak, dikkatli bir şekilde, ağır-ağır ve düşüne-düşüne okumak gerekir. Fakat buna anlama değil, “idrâk etmek ve kavramak” denir. Böylece Kur’ân kişide meleke hâline gelir ve Kur’ân o kişide ete-kemiğe bürünür:

 

“Ve Kur’ân’ı ağır-ağır, düşüne-düşüne oku” (Müzzemmil 4).

 

Kur’ân, insanlar boş zamanlarında okuyup üzerinde konuşsunlar, beyin fırtınaları yapsınlar, onu te’vil ve tefsir etsinler, onu çeşitli şekillerde açıklayacak yorumların ve onu derin araştırmaların konusu yapsınlar diye değil, bunlardan ziyâde, okuyup idrâk edip hem iç-âlemlerini hem de dış-âlemi vahiy-merkezli olarak değiştirsinler diye indirilmiştir-gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın sözlerini yorumlamanın ve araştırmanın bir sonu yoktur:

 

“De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi. De ki: Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık sâlih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın” (Kehf 109-110).

 

Kur’ân bir ansiklopedi yada felsefe kitabı değildir ki ha-bire üstünde akıl yürütülsün ve değişik düşüncelerin nesnesi yapılsın. Böyle bir tavır ancak, yenilmiş, ezilmiş, hayattan kopmuş kompleks sâhibi kişiler ve toplumlar arasında olur. Kur’ân’ı okuma-araştırma-anlama çalışmaları bir noktadan sonra amel-eyleme dönmüyorsa ve hayâta aktarılmıyorsa, yapılan o şey artık “din” olmuş oluyor. Böylece “din” deyince insanlar sâdece din ile ilgili bilgilenmeyi anlıyorlar. Dînî bilgiye en çok sâhip olanları en koyu dindar ve en takvâlı insanlar olarak görmeye başlıyorlar.

 

Yine din deyince kimisi tasavvuf müziğini, kimisi târikat zikirlerini, kimisi dînî kitaplar ve araçların satılmasını, kimisi bir partiye üye olmayı ve oy vermeyi, kimisi modern batı kültürünü ve Allahsız zihniyeti benimsemeyi, kimisi modern-bilimi ve teknolojiyi sımsıkı tâkip edip onu ilahlaştırırcasına üstün görmeyi, kimisi liberâl sapkınlıkları, kimisi putperestliği vs. din olmayan her türlü şeyi anlıyor. Hiç kimse dînin sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî ve siyâsî yönlerinin de olduğunu hattâ İslâm’ın tüm bu alanlara hâkim olmak isteyen bir din olduğunu bilmiyor ve bunu düşünemiyor bile. İnsanlar Peygamberimiz’i de; sürekli elinde tespih ile zikir çeken, namaz kılan, etrâfa gülücükler dağıtan, mûcizeler gösterip duran, deveyle bir yerden bir yere giden, etrâfına nur paçacıkları saçarak gezen biri olarak hayâl ediyor. Bir keresinde yaşı ilerlemiş bir kadına, “Peygamberimiz devlet başkanı ve ordu kumandanıydı” denildiğinde kadın, “hadi canım, olur mu öyle şey” demişti. Çünkü “dînin bu alanlarla ne işi olur ki!” düşüncesi “müslümanım” diyenlerin çok büyük çoğunluğunun genel düşüncesidir. Oysa Peygamberimiz Medîne Site Devleti’nin devlet başkanı, ümmetin imamı ve İslâm ordusunun baş komutanıydı. Hayatla ilgili her konuyla ilgilenen ve bunları vahyin kânunları çerçevesinde düzenleyen birisiydi. Bir anayasa yapmıştı.

 

Çünkü İslâm ve Kur’ân, sâdece dört duvar arasında, özel mekânlarda ve zamanlarda okunup-okunup sevap biriktirilmesi ve kuru-kuruya bilgilenilmesi için değil, söylenenlerin bir hayat-düsturu yapılarak hayâtın her alanına hâkim kılınması için indirilmiştir. Zîrâ Allah, İslâm’ı tüm zamanlarda ve mekanlarda hayâtın her alanında hâkim kılmak ve aynen göklerdeki gibi bir düzeni Dünyâ’da da kurmak ister ve mü’minlere de bu görevi verir:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı), sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Kur’ân’ı anlamak deyip duranların söylem ve eylemlerine bakıldığında, Kur’ân’ın apaçık söylediklerini değil de, daha ziyâde, kendi anlamak istedikleri şeyler için Kur’ân’ı okuyup araştırdıklarını görürsünüz. Aslında Kur’ân’da hevâ ve heveslerini arıyorlar, mevcut zaman ve mekânda sırıtmayacak, modernizmden eleştiri görmeyecek şekilde kabûl edebilecekleri bir yorumu arıyorlar ve bulamayınca da Kur’ân’a çeşitli işkenceler yaparak bulmak istediklerini Kur’ân’a zorla söyletiyorlar. Aslında ortaya çıkan sonuç çok absürd ve din ile hiç-bir alâkası olmayan hattâ dînin şirk, küfür, zulüm ve saçmalık olarak gördüğü için yıkmak istediği şeyler olmasına rağmen bunları “dînin özü” gibi göstermeye çalışıyorlar. Hiç-bir değeri ve kıymeti olmayan zırvalıkları modernizmin desteği ile yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Modern kâfirlik böyle oluyor işte. Neden böyledir?; çünkü bu kişiler Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak okumuyorlar, güzel örneklik (Ahzâb 21) olan Sünnet’i göz-ardı ediyorlar, modernizme meftûn ve râm oldukları için dîni din-düşmanları olan oryantâlist ajanlardan öğreniyorlar. Bu yüzden de bunlara aşırı atıfta bulunuyorlar ve yalakalık yapıyorlar.

 

Aslında dîne ve Kur’ân’a düşman ve gıcık oldukları için dînin özünü ve temelini sarsacak yorumlar ve açıklamalar yapabiliyorlar. Kur’ân üzerinde istedikleri gibi oynuyorlar, istedikleri âyetleri iptâl ve inkâr ediyorlarken istedikleri âyetleri de nesh edebiliyorlar. İslâm’ı mevcut zamâna, mekâna ve arâziye göre yorumluyor ve küresel seküler Allahsızlığa ve şerefsizliğe uydurmaya çalışıyorlar. Tabi uymayınca da uyduramadıkları âyetleri inkâr ve iptâl ediyorlar. Bunlar aslında -hâşâ- “Allah diye bir şey yok, din denilen şey uydurmadır, Kur’ân insan ürünüdür” demeye getiriyorlar ve Allah’ı, âhireti, vahyi, Kur’ân’ı, Peygamber’i ve dîni “olmasa da olur” şeyler olarak göstermeye çalışıyorlar. Çünkü dediğimiz gibi, bunlar Allah’a ve İslâm’a değil; batı’ya, insana, akla, modern-bilime, teknolojiye, felsefeye, şeytânî ideolojilere, nefislerine, yalakalık yaptıkları oryantâlist şerefsizlere ve göbeklerinden bağlı oldukları sisteme tapıyorlar.

 

Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam-aksine, derinlemesine araştırma yapanı eleştirdiği/kınadığı görülür:

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra aklı almıyor ve onun inkâr ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitap eder. “Kâlpleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?.

 

İslâm’ı ilme ve eğitime indirgeyenlerin en çok söz ettikleri şey “anlama sorunu”dur. Bu nedenle de anlama yoluna girerler ve ömürlerini anlamakla daha doğrusu anlayamamakla geçirirler. Aslında anlama konusunu da yanlış anlamışlardır. Yasin Aktay bu bağlamda şunları söyler:

 

“Kur’ân’ı anlamak Kur’ânî bir sorun mudur?. Kur’ân bizden kendisini bu anlamda kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfuz etmemizi, tâbiri câizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı beklemektedir?. Kur’ân’dan edindiğim izlenim bu anlamıyla Kur’ân’ı anlamak gibi bir yükümlülüğe sâhip olmamak bir-yana, öyle bir anlamaya da hiç-bir zaman ulaşamayacağımız yönündedir. Basit bir veri şudur: ‘Kur’ân’da insanların, Kur’ân’ı bu anlamıyla anlamaları gerektiğine dâir en ufak bir vurgu yoktur’ desem emînim çoğu kişi epey şaşıracaktır, belki de îtirâz edecektir. Türkçesi: ‘Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız’ diye yaygınlaşan âyetin veyâ genel olarak siyâkında ‘anlayasınız’ olduğu zannedilen âyet meâllerinin Arapça aslında ‘anlama’ değil de ‘düşünme’, ‘ibret alma’yla karşılanabilecek sözcüklerle geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik objektivist irâdenin zihnimizin derinliklerine kadar nasıl işlediğini örneklemesi açısından oldukça mânidârdır. Evet, Kur’ân’da Türkçe’nin bu tür çağrışımlarıyla birlikte sâhip olduğu ‘anlama’ sözcüğüne tekâbül eden hiç-bir sözcük yok. Örneğin bir ‘f h m’ kökünden gelen sözcük Kur’ân’da sâdece bir yerde geçmekte, (Enbiyâ 79 H.G.) o da  Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman’a anlaşılır kılınan bir meseleyle ilgilidir. Netîcede şunu söyleyebilmek için sanırım yeterince gerekçemiz var. Bizim Kur’ân’la ilişkimiz bu tür objektivist çağrışımlarıyla birlikte bir ‘anlama-anlaşılma’ ilişkisi değildir, belki bir öğüt alma, kulak verme, itaât etme, üzerinde düşünme ilişkisidir vs. Burada da sorunumuz bizim bir şeyi anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup-bittiği konusundaki bilgiye insan olarak yeterince vâkıf olamayışımızdan kaynaklanıyor”.

 

Kur’ân’ı okuma çalışmaları gereklidir ve fayda verir, lâkin Kur’ân’ı amel-eylem merkezli idrâk etmek asıl hedefe ulaştırır. Çünkü Kur’ân salt bir “çalışma kitabı” değildir. Ahzâb Sûresi 21. âyette ifâde edilen “güzel örneklik” denilen Sünnet, vahyi idrâk etmenin sonucunda o idrâke göre en ideâl amelde-eylemde bulunmanın göstergesidir ki, bu amel-eylem şekli Allah kontrôlünde olduğu ve bir yanlışlık ve hatâ olduğunda Peygamberimiz’e hemen uyarılar yapıldığı ve yanlışlık düzeltildiği için en ideâl bir amel-eylem şekli olmuştur. Peygamber’in Sünnet’i, ilim ve eğitimden ziyâde, amel-eylem yönündedir. Esâsen Kur’ân’ın en iyi tefsiri ve te’vili amel-eylem hâlindeyken yapılabilir. Aksi-hâlde hem çelişkiler hem de ihtilaflar gırla gidecektir ki günümüzde durum bu hâle gelmiştir.

 

Aşırı okuma-anlama çalışmaları Kur’ân’ı hayâta taşımayı blôke ettiği için amele-eyleme geçmeyi erteliyor ve iptâl ediyor.

 

Herkes okuma-anlama çalışması yapıyor ama bir yaraya merhem olunduğu da görülmüyor. Bu okuma-anlama merkezinde yapılan çalışmalar başlayalı bêri, insanlar çok bilgili oldular ama îmanları, takvâları, haşyetleri ve amelleri azaldı. Çünkü aşırı okuma-anlama çalışmaları büyüyü bozdu-bozuyor, beyni-zihni aşırı öne çıkarıp, rûhu, kâlbi, vicdânı, merhâmeti, iyiliği, eleştiriyi, îtirâzı, isyânı ve dik duruşu geride bırakıyor-bıraktı. Müslümanlar kendilerini okuyorum-araştırıyorum-öğreniyorum diyerek kandırıyor. Aslında bir çöküşün olduğunu çünkü îman ve takvâlarının azaldığını çok net olarak görüyorlar ve biliyorlar.    

 

Çok net olarak; Kur’ân “okunsun, idrâk edilsin ve yaşansın” diye indirilmiştir. Zâten hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe ancak bu yolla ulaşılabilir. Aksi-hâlde ziyandan başkası yoktur:

 

“Asra andolsun!; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2023

 

Devamını Oku »