21 Mart 2023 Salı

Tasavvufun Söylemi ve Eylemi

 

“Asra andolsun!; Gerçekten insan ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

Allah katındaki tek din olan İslâm, salt bir söylem-şekli değil, sözün en güzeline ulaştıktan sonra “sözü sâlih amel ile taçlandırma dîni”dir. Zîrâ Allah’a ancak güzel sözler yükselir fakat o güzel sözleri de ancak sâlih amel yükseltir. Çünkü İslâm söz ve amel-eylem bütünlüğüdür:

 

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).

 

Eylem, söylemin tefsiridir, yorumudur, aynasıdır. Söylemin doğruluğunun sağlaması ancak eylem ile yapılabilir ve ancak eylem ile ortaya konulunca açığa çıkar. Yoksa bir düşüncenin ve söylemin doğruluğu başka bir düşünce ve söylem ile herkesin iknâ olacağı şekilde ortaya konulamaz. Zâten insanların söylemde bir türlü anlaşamamalarının nedeni budur. Meselâ 3-5 kişinin bir konuda farklı düşünceler ortaya attığını ve anlaşamadıklarını çok görürüsünüz. Fakat bu kişiler hep birlikte bir işi yapmaya gelince daha kolay anlaşabilirler. Meselâ ağır bir şeyi taşımak için hep berâber o şeyin birer ucundan tutarlar ve onu götürülmesi gereken yere götürürler. Yâni insan söylemde pek anlaşamaz ama eylemde çabuk ve kolay anlaşır. Zîrâ eylem yoruma açık değildir ve eylemin kendisi zâten bir yorumdur. Çünkü eylem sırasında doğru ve yanlış çok çabuk ve net olarak belli olur. Meselâ o ağır şeyi kaldırmak için yanlış bir şey yaptıklarında, o şeyin öyle olmayacağına hep beraber ve anında karar verirler. Amel-eylem, yanlışı hemen gösterir.

 

Tevhid bir söylem-şeklinden ziyâde bir eylem-şeklidir. Yanlış bir inanış, düşünce ve söylemle kendilerini “tevhid ehli” olarak gören tasavvufçular, dîni, “söylemden ibâret” zannederler ve bu nedenle de söylemi çok fazlalaştırmışlardır. “Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz” sözü bağlamında, çok aşırı söylemde bulunan tasavvufta, bir-çok eksik, yanlış ve absürd laflar-sözler edilmesi bu nedenledir. Öyle ki “şatahat” denilen sözler yenilir-yutulur cinsten değildir. Eylem ile sağlaması yapılmamış ve yapılamayacak olan bu sözler tasavvufta çok matah bir şey zannedilir ve çok üstün, sırlarla dolu ve ancak tasavvuf eğitiminden geçenlerin anlayabileceği sözler gibi yansıtılır. Oysa bu sözler-söylemler apaçık birer küfürdür, şirktir, safsatadır.

 

Söz ve söylem, amel-eyleme dönmek içindir. Çünkü amel-eylem işin meyvesidir. Bu nedenle amel ve eylem, söylemden üstündür. Fakat aşırı söylem, amel ve eylemi zayıflatır, blôke ve iptâl eder. Bir söylem eyleme dönmüyorsa, o söylem eksik yada yanlış bir söylemdir. Eyleme dönmeyen ve dönmeyi düşünmeyen söylemler çok da fazla bir işe yaramıyor. Çünkü eyleme geçmedikten sonra bilgi ve söylemler bir eğlence, oyun ve oyalanmaca olmaktan ileri gidemez.

 

Tasavvuf, İslâm ile birlikte ortaya çıkmamıştır. Tasavvuf sâdece belki adı İslam ile birlikte ortaya çıkmıştır. Tasavvuf, bâtınî, mistik ve felsefi bir söylemdir. Tasavvuf aşırı ve aykırı söylemler ile birlikte ortaya çıkmıştır. Aslında mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf, hakîkate karşı aşırı, aykırı ve bâtıl sözler ve söylemler bütünüdür. Tasavvufun söylemleri ve düşüncesi bizzat İslâm’dan-Kur’ân’dan ve Peygamber’den değil; Hint, Îran, Mısır, Yunan, Anadolu, Mezopotamya yâni Hinduizm, Budizm, Şamanizm, Zerdüştlük, Manicilik, Yahudilik, Hristiyanlık, Yeni Platonculuk, Hermetizm, Anadolu pagan dinleri-inanışları ve de alâkasız ve aşırı yoruma boğulmuş İslâmî eklemelerle şekillenmiştir.

 

Tasavvuf, İslâm’ın yayılma sürecinde yeni fethedilen bölgelerle tanışıp etkileşimde bulunulduktan sonra ve de iktidârın zayıflayıp güçsüzleştiği zamanlarda ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır. Zâten baktığınızda tasavvufun ulularının ve o aşırı söylemlerin (şathiye), İslâm ülkelerinin batı’dan Haçlı Seferleri ve doğu’dan ise Moğol işgâli ile zayıflayıp medeniyetin ağır yara aldığı zamanlarda ortaya çıkıp yayıldığını görürüsünüz. Tasavvuf her zaman, meydanı boş bulduğunda ortaya çıkar ve gündeme gelir. Böyle zamanlarda dilinin kemiğini kaybeder ve Allah’a, dîne, kitaba, peygamberlere yâni gayba karşı ağır iftirâlar ve hakâretlerde bulunur. Bu söylemler, ezilen, horlanan, zayıflatılmış, sömürülmüş ve perişân olmuş olan halkta hemen çok kolay karşılık bulur. Çünkü tasavvufta ana düşünce, “hiç-bir şeyin göründüğü gibi olmadığı ve Allah’ın zâhirde söylediklerinin aslında söylendiği gibi olmadığı bâtıl ve yanlış düşüncesidir. Bu “farklıdır” söylemi insanlarda bir merak uyandırır ve tam da halkın genel beklentisine, hayâline ve ihtiyâcına uygun sûnî ve rahatlatıcı söylemler ile halkın ilgisi çekilir ve tasavvufa katılımı sağlanır.

 

İşte böyle zamanlarda “şatahat” denilen alaycı, hakâret-vâri ve absürd söylemlerin de etkisiyle müntesip kazanan tasavvuf, kalabalıklaşınca ve kendini güçlü görünce mevcut otoriteye karşı eleştiri ve îtirazdan sonra isyân etmeye başlar, yâni eyleme geçer.

 

Bu yazının ana-konusu, tasavvufun hangi düşünce ve söylem-merkezinde eylem başlattığı, eylemin ve isyânın haklı-haksız tarafları ve modern zamanlarda da aynı söylemlerde bulunan tasavvufçuların benzer adâletsiz durumlar karşısında niçin eylemde ve isyanda bulunmayışıdır.

 

Tasavvufa göre hiç-bir şey bilindiği ve göründüğü gibi değildir. Meselâ, Allah’ın gönderdiği vahiylerde söylenenler, aslında herkesin anlayamayacağı bâtınî hakîkatler(!) içerir ve bu bâtınî söylemler zâhirdeki söylemlerden çok farklıdır. Peygamber’in söyledikleri ve yazılıp-çizilenlerin hiç-birisinin anlamı da zâhirde anlaşıldığı gibi değildir. Hepsinin bir görünen tarafı bir de görünmeyen tarafı yâni bâtını vardır. Kur’ân’ın görünen zâhiri tarafı câhil avam içindir. Çünkü onlar ancak işin zâhiri yönünü anlayabilirler ve zâhire göre amel-eylemde bulunabilirler. Fakat Kur’ân’ın bir de bâtınî tarafı vardır ve bunu anlamak için sıkı bir tasavvuf eğitiminden (seyr-i sülûk) geçmek gerekir.

 

Tasavvufa göre -hâşâ- her-şey ve herkes Allah’tır. Fakat bunun bilincine varanlar sâdece bu ezoterik eğitimden geçmiş olan tasavvufçular, bâtınîler ve mistiklerdir. Bu bilince en çok varmış olanlar ise gavs, gavs-ûl âzam, kutub, kutb’ûl aktab denilen insan-ı kâmillerdir. Bu kişiler -güyâ- kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynayarak istedikleri gibi evirip-çevirebilecek güce sâhiptirler. Çünkü dediğimiz gibi bunlar kendilerine Allah’ın hulûl ettiği kişilerdir. Onlardan yapan-eden ve konuşan Allah’tır. Allah -hâşâ- onlarda ete-kemiğe bürünmüş ve ne yapıyorsa onlar üzerinden yapmaktadır. Böyle olunca da tasavvufun müntesipleri ve militanları bu kişileri “âlemin kralı” olarak görürler.

 

Modernizm ile birlikte tasavvufçular işin eylem ve isyân yönünü unuttular ve söyleme ağırlık verdiler. Günümüz tasavvufçularının söz-konusu etmediği bir durum vardır: İsyân ve eylem. Modern tasavvufçular isyân ve eylemden hiç bahsetmiyorlar ve artık sâdece söylemde bulunmaktadırlar. Oysa şöyle bir durum vardır; mâdem ki Allah, avam halkın anlayamayacağı şeyler söylüyor ve bunu en üst seviyede idrâk edebilenler de “insan-ı kâmil” denilen ve kâinâta hükmeden gavslar ve kutuplardır, o hâlde onlar niçin Dünyâ’ya da hükmetmiyorlar?. Bir ülkede ve devlette, “yüce güçlere sâhip” olan gavs ve kutub makâmındaki kişiler dururken, câhil ve âciz bir insanın yönetimin başında olması nasıl kabûl edilebilir?. Bir devleti yönetecek olanlar câhil ve âcizler değil, kâinâtı bile yönetebilen gavslar ve kutuplar olmalıdır. Bu düşünce eski tasavvufçular ve bâtınîlerde vardı ve insan-ı kâmil dedikleri ve Allah’ın ete-kemiğe büründüğü insanların Dünyâ’yı yönetmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü “mâdem kâinâtı ellerinde-avuçlarında tutuyorlar ve her-şeyi bilip düzenliyorlar, o hâlde Dünyâ’nın kralı da onlar olmalıdır” düşüncesiyle isyân edip eyleme geçmişlerdi. Sözde, Hallac-ı Mansur, Karmatiler, Zenc Hareketi, Hürremiler, Babâi ve Celâli İsyanları, Şeyh Bedrettin isyânı vs. hep bu düşünce ile yapılmıştır. Çünkü hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve düzen ancak böyle bir yönetimle ikâme edilip sağlanabilirdi. Tabi vahiy-merkezli güzel örneklikler ortaya koyan peygamberlerde hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği ve tevhidi hâkim kılma yöntemi böyle değildir. Onlar bunu vahiy-merkezli olarak yapmışlardır, tasavvuf ve bâtınîlik-merkezli olarak değil. Zâten vahiy-merkezli olmayınca, bir zulümden başka bir zulme düşmek kaçınılmazdır ve de öyle olmuştur. Tasavvuf ve bâtınîlik yüzünden niceleri perişân olmuştur.      

 

Eski tasavvufçuları isyâna ve eyleme geçiren düşünce, bâtınî-tasavvûfî düşüncelerin bir sonucuydu. Fakat halkı isyân ve eyleme geçiren bir neden de, tasavvufa intisap edenlerin genelde köylü, işçi, gariban, yoksul kesim olarak çok zor bir hayatlarının olması; hükümdarların, onların avânesinin ve küçük bir azınlığın mutlu-mesut yaşarken, kendilerinin ise yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşaması, sürekli ve çeşitli sıkıntılarla boğuşmaları gibi nedenlerdi. Bu kişiler öyle bir yoksulluk yaşıyorlarmış ki, kazandıkları bir savaştan sonra ganîmetten aldıklarıyla ilk defâ yünden elbise giymişler ve ilk defâ karınları tam olarak doymuş. Bu durum elbette eleştiri, îtirâz, isyân ve eylem için geçerli bir sebeptir fakat “sâdece eski zamanlar” için değil, tüm zamanlar ve mekânlar için de geçerli olan bir şeydir. Çünkü insanlık-târihi boyunca küçük bir mutlu azınlığa karşı çoğunluk maddî-mânevî zorluklar içinde yaşamakta, bu azınlık tarafından maddî ve mânevî olarak yönlendirilmekte, yönetilmekte ve kaderleri belirlenmektedir. Bu durum kritik eşiği aştığında elbette eleştiriye, îtirâza ve isyâna dönmelidir. Bu bağlamda eski tasavvufçular bir-çok isyân ve ayaklanma gerçekleştirmişler ve söylemlerini eylemleri ile de göstermişlerdir. Böylece söylemlerinde ciddî oldukları açığa çıkmıştır. Eleştiri, îtirâz, isyân ve eylem, modern tasavvufçularda ve bâtınîlerde gözükmemektedir. Çünkü aşırı söylem onları bundan engellemektedir. O çok övdükleri kişilerin sözlerini hâlen baş-tâcı yapmalarına rağmen onların eylem yönlerini söz-konusu bile etmiyorlar, isyân ve eylemlerini gerektiğinde tekrarlamayı düşünmüyorlar. Oysa isyân ve eyleme dönmek için aynı yada benzer şartlar şimdi de vardır. O hâlde neden bir tepki ortaya koymuyorlar?. Modern tasavvufçular niçin böyledir?. Çünkü modern tasavvufçular modernite ile birlikte değişmişler ve başkalaşmışlardır. Zîrâ sistemi alabildiğine benimsemişlerdir.

 

Peki bu niçin ve nasıl olmuştur?. Neden böyle olmuşlardır?. Bunun nedeni şudur: Aslında tasavvufun ana-gâyesi, “işin bâtınî yönü vardır” diyerek, -sözde- hakkı ve hakîkati ortaya koymak değil, İslâm’a düşmanlık yapmaktır. Çünkü İslâm’ın hızlı bir şekilde mistisizmin, bâtınîliğin ve tasavvufun çıktığı bölgeleri ele geçirmesini hazmedemeyenler, İslâm’a kılıç ile karşı koyamayınca, karşı çıkışlarını tasavvufla yapmak istemişler, hak olan İslâm’a bâtıl olan tasavvufu karıştırmışlar, fitne ortaya çıkarmışlar, tasavvuf ile birlikte İslam’ın saflığını bozmaya kalkmışlar ve bunda başarılı da olmuşlardır. Ercüment Özkan’ın dediği gibi; “küfür ehli İslâm’dan intikâmını tasavvufla almıştır”.

 

Tasavvuf, İslâm’ı bir bütün olarak ve olduğu gibi kabûl etmez ve İslâm’a, “olduğu gibi” îman edemez. Çünkü mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf İslâm’dan değildir ve aslında İslâm’a çok aykırıdır. Tasavvufun temel düşüncesi ve felsefesi İslâm ile birebir farklıdır ve İslâm aslında, mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf düşüncesini de yıkmaya gelmiştir ve büyük oranda da yıkmıştır. Fakat bunların kalıntıları İslâm’a içerden zarar vermek için, dinlerini ve düşüncelerini İslâm ile karıştırarak hak gibi göstermişler ve câhil, ezilmiş, gariban halktan bir-çok kişi de bunlara inanmıştır. Zîrâ garibanlık, eziklik, çâresizlik ve cehâlet, zor zamanlarda bâtıla çok çabuk kanar ve kapılır. Zîrâ böyle zamanlarda âcil bir çıkış-yolu aranmaktadır.

 

Şimdi; klâsik tasavvufçular, söylemlerinin de bir gereği olarak isyâna ve eyleme geçmelerine rağmen modern tasavvufçular niçin isyân etmemekte ve harekete geçmemektedirler?. Çünkü mevcut sisteme karşı bir eleştiri,  ve îtirazları yoktur. Hâlbuki eskisi gibi eşitsizlik, adâletsizlik, ezilmişlik, sürü gibi yönlendirilme  ve yönetilme, bâtıl ve cehâlet, şirk, küfür ve zulüm yine vardır. Buna rağmen tasavvufçularda niçin isyân ve eylem yoktur ve bunun yerine aşırı söylem vardır?.

 

İşte bunu nedeni, eski klâsik tasavvufçuların amaçlarının, halka sürekli söyledikleri; “hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği ve tevhidi hâkim kılmak” değil, “mistisizmi, bâtınîliği ve tasavvufu İslâm’ın yerine hâkim kılarak İslâm’ı temellerinden yıkmak”tır. Bunun nedeni İslâm’a karşı olan derin düşmanlıktır. Çünkü İslâm klâsik ortaçağda Dünyâ’ya hâkimdir ve modernizme gelinceye kadar da geçerliliği vardır. Üstelik İslâm’ın o temel söylemleri ve eleştirileri mistisizm, bâtınîlik ve tasavvufla zinhar uymamaktadır. Böylece tasavvuf ezik kalmakta, ezik kalınca tasavvufçular da ezik kalmakta ve ötekileşmektedir. İşte bu nedenle onların asıl amaçları, İslâm’a düpedüz aykırı olan mistisizmin, bâtınîliğin ve tasavvufun yâni -güyâ- Kur’ân’ın bâtınî tarafının, İslâm’a ve Kur’ân’ın zâhirine üstün çıkması ve ancak tasavvufla uyuşan yönlerinin bırakılması, tasavvufa aykırı olan taraflarının ise yok edilmesi isteği ve çabasıdır. Yâni olan şey bir din ve inanç savaşıdır: İslâm Dîni ile Tasavvuf dîni arasındaki savaştır bu. İşte klâsik tasavvufçular, hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve tevhid söylemiyle çıktıkları yolda aslında Allah’ı, âhireti, melekleri, peygamberliği, vahyi, Kur’ân’ı, gaybı, İslâm’ın ibâdetlerini ve uygulanışlarını kaldırıp yâni İslâm’ı kaldırıp, yerine şeytana, nefse ve tâğutlara dayanan tasavvûf dînini-felsefesini hâkim kılmak, en azından İslâm’ın hâkimiyetini ortadan kaldırmaktır. Onlar bunu sağlamak için isyân ve eylemde bulunmuşlardır.

 

Peki modern tasavvufçular son 200 yıldır ama özellikle de 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra, o klâsik tasavvufçularla aynı söylemde bulunmalarına, isyân ve eyleme geçen o eski tasavvufçuların söylemlerini aynen alıp baş-tâcı yapmalarına rağmen niçin isyân ve eylemde bulunmuyorlar?. Bunun cevâbı çok basittir: Çünkü genelde son 200 yıldır ama özelde 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İslâm’ın hâkimiyeti ve geçerliliği büyük oranda devletten, kânunlardan, halkın zihninden ve yürürlükten kalkmıştır. İşte bu yüzden artık bir eleştiri, îtirâz ve isyânda bulunmuyorlar ve bir eylemden söz etmiyorlar da söylemi çoğaltıyorlar. Yâni modern tasavvufçuların isyân ve eylemde olmalarına artık gerek kalmamıştır. Çünkü modern ve post-modern zamanlarla birlikte İslâm hayâta hâkim değildir ve bir geçerliliği yoktur, yürürlükte değildir ve herkes istediği düşünceyi edinebilmekte, felsefeyi yapabilmekte, sapkınca davranışlarda bile bulunabilmekte, İslâm’a hakâret derecesinde istediğini söyleyebilmekte ve istediği ve inandığı gibi yaşayabilmektedir. Modern insanı kısıtlayan bir şey yoktur. Zîrâ modern insanın kırmızı çizgisi kalmamıştır. Peki bu durumda kime niye çatsın ki!.

 

Tasavvufun hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve tevhid zannettiği absürdlükler aslında ana-gâye için kullanılan araçlardan başka bir şey değildir. Tabi ana-gâyeye ulaşmak için bunlar mutlakâ kullanılmak zorundaydı ve kullanıldı. Tasavvufa katılmış halkın büyük çoğunluğunun isyânı ve eylemi, adâlet, eşitlik ve garibanlıktan, yoksulluktan, eziklikten, haksızlıktan kurtulmak içindi. Fakat İslâm’a karşı tasavvuf dîninin godamanlarının ana-amacı başkaydı ve İslâm’ın yerine alabildiğine serbest düşünceyi, inanışı ve yaşantıyı hâkim kılmaktı ki bu yaşantı, Allah katındaki tek hak din olan İslâm’a birebir aykırı olan ve Hint, Îran, Yunan, Mısır, Anadolu, Mezopotamya, Asya vs. gibi bölgelerde ortaya çıkmış ve ifsâd olup bozulmuş olan inanışlara göre bir dînî-felsefî inanış, düşünce ve yaşantı ortaya koymak olmuştur ki bu inanış, düşünce ve yaşayış -şekli, şeytana, nefse ve tâğutların arzu ve isteklerine birebir uygun olan inanış ve yaşayışlardır. Klâsik tasavvufçular, İslâm’ın düşünce, inanış ve yaşayışına göre değil, nefislerine ve serbest düşüncelerine göre yaşamak için isyâna ve eyleme kalkışmışlardı. Yüzyıllar boyunca ulaşamadıkları hedefi onlara modernizm sağlayınca, artık sisteme karşı bir eleştiri, îtirâz, isyân ve eyleme gerek kalmamıştır ve o absürd, sapkın ve küfür dolu söylemleriyle oyalanmaktadırlar.

 

İslâm’ı ortaçağa has bir inanış olarak görmek, şeriata “kahrolsun” demek, yaşasın Aydınlanma, Rönesans, Sanâyileşme, Modernleşme, lâik, seküler, demokratik cumhuriyet, yaşasın kapitâlizm, liberâlizm, feminizm, post-modernizm vs. gibi düşünceler İslâmî bir yaşantıya karşı olan ideolojik-beşerî dinler ve yaşayışlardır. İşte şimdi İslâm düşmanları nasıl ki Allah-merkezli tek hak din olan İslâm’a karşı, beşerî, nefsî, şeytânî, tâğûtî ideolojilerle düşmanlık ediyorlarsa, klâsik zamanlarda da klâsik tasavvufçular bâtınîlik, mistisizm ve tasavvuf ile İslâm’a düşmanlık etmişlerdi. Bu düşmanlığı yaparken bâzı haklı argümanlar da ortaya koymuşlardı. Çünkü saray ile halk arasında aynen  şimdi olduğu gibi aşırı bir fark vardı ve halk maddî-mânevî sömürülmekte ve ezilmekteydi.

 

Bu durum şimdi de böyledir. Halk yine parmağına çalınan bir parça bal ile avutulmakta ama birileri yine götürdükçe götürmektedir. Bu durumda modern tasavvufçular da isyân ve eylemde olmaları gerekir. Fakat klâsik zamanlara göre bir fark vardır: İslâm; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, siyâsî vs. hayâta hâkim değildir ve hattâ bu konularda bir şey söylemesine bile izin verilmemektedir. İslâm hiç-bir şeye karıştırılmamaktadır. Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf (Mevlâna, Yûnus, Yesevi vs.) gibi kişilerin isimleri karıştırılabilmekte ama İslâm karıştırılmamaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in o güzel örnekliği söz-konusu edilememekte ve örnekliği orta-çağın yobaz söylemleri ve davranışları olarak görülmektedir. Artık modern insanlar İslâm’ın etkisinden, yönlendirmesinden, uyarmasından, hatırlatmasından ve yönetmesinden kurtulmuşlardır. Zîrâ modern insan Dünyâ’da gününü gün etmek istemekte ve hiç-bir bedel ödemeden bu modern nîmetlerden dibine kadar faydalanmak istemektedir. İslâm “Dünyâ’dan kısma” anlamına  geldiği için ama nefis kısıtlanmaktan nefret ettiği için, modern insan ve modern tasavvufçular da hem düşüncede hem de yaşayışta bu kısıtlamayı kabûl etmediklerinden dolayı mevcut gayr-ı İslâmî sisteme bir şey dememekte, zulümlere ses çıkarmamaktadırlar. İsyân ve eyleme geçme ise söz-konusu bile değildir.

 

Peki modern tasavvufçuların böyle olduklarının delîli nedir?. Modern tasavvufçulara baktığınızda, tecelli, zevk ve hattâ vahiy zannettikleri, aslında zihinlerine o anda şeytan tarafından telkin edilen absürd şeyleri konuştuklarını, her türlü absürd ve yanlış sözleri edebildikleri, bir kırmızı çizgileri olmadan serbest bir düşünceyle nefislerini şenlendiren her türlü düşünceyi ve sözü kullandıklarını görürsünüz. Sanki çok önemli ve ciddî şeyler konuşuyorlarmış gibidirler. Fakat ne namaz, ne oruç, ne zekat, ne hac, ne kurban, ne Kur’ân, ne İslâm’ın emir ve yasakları bunların pek de gündemlerinde değildir. Hele sisteme yâni lâik-seküler-demokratik-modern-liberâl-kapitâlist-feminist sisteme herhangi bir söz söylediklerini göremezsiniz ve tam-aksine bu beşerî-şeytâni ideolojileri ve sistemi desteklerler. Hattâ bu sistemi meşrûlaştırmak için de kendilerine Allah tarafından gelen tecellilerle desteklerler. Kur’ân’ı da bâtınî yönden yorumlayarak mevcut düşüncelerini ve yaşayışlarını meşrûlaştırırlar. Çok az kişi belki biraz daha düzgündür.

 

Modern tasavvufçuların söylemleri ile eylemleri çok farklı ve çelişiktir. Tasavvufçulara bakınca; dernek, kafe, çay bahçesi gibi dört duvar arasında konuşurlar ve sanki her-şeyden geçerek tasavvufa tam bir teslîmiyetle teslim olmuş, Dünyâ’dan geçmiş ve tamâmıyla mistik bir zihniyette ve yaşayışta olduklarını zannedersiniz. Öyle bir hâl takınırlar. Oysa sohbetten ayrılıp da dışarı çıktıklarında, tam bir rasyonâlist, akılcı, kapitâlist, liberâl, demokratik, feminist ve modernist gibi düşündüklerini ve davrandıklarını görürsünüz. Sohbet sırasında Dünyâ’dan geçmiş gibi konuşur ve davranırlar fakat sonrasında Dünyâ’ya sıkı-sıkıya yapışırlar. Dünyâ’da günlerini gün etmek derdindedirler. Hiç-bir sıkıntı, endişe ve stres yaşamak istemezler ve bu nedenle hiç-bir yükün altına girmezler. Tasavvufçular hiç-bir eleştiriye de katlanamazlar. Oysa tasavvufta melâmilik vardır ki, melâmi, “hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmayan” demektir. “Hiç-bir eleştiriyi ve kınamayı dert etmemek” demektir. Oysa bunlar hiç-bir eleştiriyi kabûl etmemekte ve sözlerinin karşısında bir söz edilmesine katlanamamaktadırlar.

 

Tabi şu da var ki, yazı boyunca bahsettiğimiz tasavvufçular “felsefî tasavvuf” tarafında olanlardır. Tasavvufta bir de “amelî tasavvuf” vardır ki, amelî tasavvufçular da şatahat denilen sözleri ve o sözleri söyleyenleri inkâr etmeseler de hem fazla abartmazlar hem de en azından iyi ve güzel amelleri vardır. Meselâ âhilerin, esnaf ve ticâret kuralları gâyet başarılıdır. Senûsi hareketi ve Şeyh Şâmil hareketi işgâle karşı direnmesini bilmiştir.

 

Evet; bu felsefî tasavvufçular söyleme gelince, her-şeyden geçmiş ve mânâ âleminde yaşarlar gibi görünürler, fakat kendi başlarına kaldıklarında tam bir dünyâ-perest gibi düşünürler, konuşurlar ve davranırlar. Söylemleri aslâ eylemlerine uymamaktadırlar. Çünkü dediğimiz gibi, onlar artık amaçlarına ulaşmışlar ve İslâm kâlplere, vicdanlara, zihinlere ve dört duvar arasına gömülmüştür. (aslında burada bile kalmasına katlanamamaktadırlar). Böyle olduğu için de artık hiç-bir endişeye kapılmadan mistik, bâtınî, tasavvûfî ve Dünyâ-merkezli bir hayâtın tadını çıkarmaktadırlar. İnkâr ettikleri gerçek cennet yerine, Dünyâ cennetinin keyfini ve sefâsını sürtmektedirler.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2021

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder