“Asra andolsun!;
Gerçekten insan ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar,
bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler
başka” (Asr Sûresi).
Allah katındaki tek din olan
İslâm, salt bir söylem-şekli değil, sözün en güzeline ulaştıktan sonra “sözü
sâlih amel ile taçlandırma dîni”dir. Zîrâ Allah’a ancak güzel sözler yükselir
fakat o güzel sözleri de ancak sâlih amel yükseltir. Çünkü İslâm söz ve
amel-eylem bütünlüğüdür:
“Kim izzeti istiyorsa,
artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, sâlih amel de onu
yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir
azab vardır. Onların tasarladıkları boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).
Eylem, söylemin tefsiridir,
yorumudur, aynasıdır. Söylemin doğruluğunun sağlaması ancak eylem ile yapılabilir
ve ancak eylem ile ortaya konulunca açığa çıkar. Yoksa bir düşüncenin ve
söylemin doğruluğu başka bir düşünce ve söylem ile herkesin iknâ olacağı
şekilde ortaya konulamaz. Zâten insanların söylemde bir türlü anlaşamamalarının
nedeni budur. Meselâ 3-5 kişinin bir konuda farklı düşünceler ortaya attığını
ve anlaşamadıklarını çok görürüsünüz. Fakat bu kişiler hep birlikte bir işi
yapmaya gelince daha kolay anlaşabilirler. Meselâ ağır bir şeyi taşımak için
hep berâber o şeyin birer ucundan tutarlar ve onu götürülmesi gereken yere
götürürler. Yâni insan söylemde pek anlaşamaz ama eylemde çabuk ve kolay
anlaşır. Zîrâ eylem yoruma açık değildir ve eylemin kendisi zâten bir yorumdur.
Çünkü eylem sırasında doğru ve yanlış çok çabuk ve net olarak belli olur.
Meselâ o ağır şeyi kaldırmak için yanlış bir şey yaptıklarında, o şeyin öyle
olmayacağına hep beraber ve anında karar verirler. Amel-eylem, yanlışı hemen
gösterir.
Tevhid bir söylem-şeklinden
ziyâde bir eylem-şeklidir. Yanlış bir inanış, düşünce ve söylemle kendilerini “tevhid
ehli” olarak gören tasavvufçular, dîni, “söylemden ibâret” zannederler ve bu nedenle
de söylemi çok fazlalaştırmışlardır. “Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz”
sözü bağlamında, çok aşırı söylemde bulunan tasavvufta, bir-çok eksik, yanlış
ve absürd laflar-sözler edilmesi bu nedenledir. Öyle ki “şatahat” denilen
sözler yenilir-yutulur cinsten değildir. Eylem ile sağlaması yapılmamış ve
yapılamayacak olan bu sözler tasavvufta çok matah bir şey zannedilir ve çok
üstün, sırlarla dolu ve ancak tasavvuf eğitiminden geçenlerin anlayabileceği
sözler gibi yansıtılır. Oysa bu sözler-söylemler apaçık birer küfürdür,
şirktir, safsatadır.
Söz ve söylem, amel-eyleme
dönmek içindir. Çünkü amel-eylem işin meyvesidir. Bu nedenle amel ve eylem,
söylemden üstündür. Fakat aşırı söylem, amel ve eylemi zayıflatır, blôke ve
iptâl eder. Bir söylem eyleme dönmüyorsa, o söylem eksik yada yanlış bir söylemdir.
Eyleme dönmeyen ve dönmeyi düşünmeyen söylemler çok da fazla bir işe yaramıyor.
Çünkü eyleme geçmedikten sonra bilgi ve söylemler bir eğlence, oyun ve
oyalanmaca olmaktan ileri gidemez.
Tasavvuf, İslâm ile birlikte
ortaya çıkmamıştır. Tasavvuf sâdece belki adı İslam ile birlikte ortaya
çıkmıştır. Tasavvuf, bâtınî, mistik ve felsefi bir söylemdir. Tasavvuf aşırı ve
aykırı söylemler ile birlikte ortaya çıkmıştır. Aslında mistisizm, bâtınîlik ve
tasavvuf, hakîkate karşı aşırı, aykırı ve bâtıl sözler ve söylemler bütünüdür.
Tasavvufun söylemleri ve düşüncesi bizzat İslâm’dan-Kur’ân’dan ve Peygamber’den
değil; Hint, Îran, Mısır, Yunan, Anadolu, Mezopotamya yâni Hinduizm, Budizm,
Şamanizm, Zerdüştlük, Manicilik, Yahudilik, Hristiyanlık, Yeni Platonculuk,
Hermetizm, Anadolu pagan dinleri-inanışları ve de alâkasız ve aşırı yoruma
boğulmuş İslâmî eklemelerle şekillenmiştir.
Tasavvuf, İslâm’ın yayılma
sürecinde yeni fethedilen bölgelerle tanışıp etkileşimde bulunulduktan sonra ve
de iktidârın zayıflayıp güçsüzleştiği zamanlarda ortaya çıkmış ve
yaygınlaşmıştır. Zâten baktığınızda tasavvufun ulularının ve o aşırı söylemlerin
(şathiye), İslâm ülkelerinin batı’dan Haçlı Seferleri ve doğu’dan ise Moğol
işgâli ile zayıflayıp medeniyetin ağır yara aldığı zamanlarda ortaya çıkıp
yayıldığını görürüsünüz. Tasavvuf her zaman, meydanı boş bulduğunda ortaya
çıkar ve gündeme gelir. Böyle zamanlarda dilinin kemiğini kaybeder ve Allah’a,
dîne, kitaba, peygamberlere yâni gayba karşı ağır iftirâlar ve hakâretlerde
bulunur. Bu söylemler, ezilen, horlanan, zayıflatılmış, sömürülmüş ve perişân olmuş
olan halkta hemen çok kolay karşılık bulur. Çünkü tasavvufta ana düşünce, “hiç-bir
şeyin göründüğü gibi olmadığı ve Allah’ın zâhirde söylediklerinin aslında
söylendiği gibi olmadığı bâtıl ve yanlış düşüncesidir. Bu “farklıdır” söylemi
insanlarda bir merak uyandırır ve tam da halkın genel beklentisine, hayâline ve
ihtiyâcına uygun sûnî ve rahatlatıcı söylemler ile halkın ilgisi çekilir ve
tasavvufa katılımı sağlanır.
İşte böyle zamanlarda “şatahat”
denilen alaycı, hakâret-vâri ve absürd söylemlerin de etkisiyle müntesip kazanan
tasavvuf, kalabalıklaşınca ve kendini güçlü görünce mevcut otoriteye karşı
eleştiri ve îtirazdan sonra isyân etmeye başlar, yâni eyleme geçer.
Bu yazının ana-konusu,
tasavvufun hangi düşünce ve söylem-merkezinde eylem başlattığı, eylemin ve
isyânın haklı-haksız tarafları ve modern zamanlarda da aynı söylemlerde bulunan
tasavvufçuların benzer adâletsiz durumlar karşısında niçin eylemde ve isyanda
bulunmayışıdır.
Tasavvufa göre hiç-bir şey
bilindiği ve göründüğü gibi değildir. Meselâ, Allah’ın gönderdiği vahiylerde
söylenenler, aslında herkesin anlayamayacağı bâtınî hakîkatler(!) içerir ve bu
bâtınî söylemler zâhirdeki söylemlerden çok farklıdır. Peygamber’in söyledikleri
ve yazılıp-çizilenlerin hiç-birisinin anlamı da zâhirde anlaşıldığı gibi değildir.
Hepsinin bir görünen tarafı bir de görünmeyen tarafı yâni bâtını vardır. Kur’ân’ın
görünen zâhiri tarafı câhil avam içindir. Çünkü onlar ancak işin zâhiri yönünü
anlayabilirler ve zâhire göre amel-eylemde bulunabilirler. Fakat Kur’ân’ın bir
de bâtınî tarafı vardır ve bunu anlamak için sıkı bir tasavvuf eğitiminden
(seyr-i sülûk) geçmek gerekir.
Tasavvufa göre -hâşâ- her-şey
ve herkes Allah’tır. Fakat bunun bilincine varanlar sâdece bu ezoterik eğitimden
geçmiş olan tasavvufçular, bâtınîler ve mistiklerdir. Bu bilince en çok varmış
olanlar ise gavs, gavs-ûl âzam, kutub, kutb’ûl aktab denilen insan-ı kâmillerdir.
Bu kişiler -güyâ- kâinâtı ellerinde tesbih gibi oynayarak istedikleri gibi
evirip-çevirebilecek güce sâhiptirler. Çünkü dediğimiz gibi bunlar kendilerine Allah’ın
hulûl ettiği kişilerdir. Onlardan yapan-eden ve konuşan Allah’tır. Allah -hâşâ-
onlarda ete-kemiğe bürünmüş ve ne yapıyorsa onlar üzerinden yapmaktadır. Böyle
olunca da tasavvufun müntesipleri ve militanları bu kişileri “âlemin kralı”
olarak görürler.
Modernizm ile birlikte
tasavvufçular işin eylem ve isyân yönünü unuttular ve söyleme ağırlık verdiler.
Günümüz tasavvufçularının söz-konusu etmediği bir durum vardır: İsyân ve eylem.
Modern tasavvufçular isyân ve eylemden hiç bahsetmiyorlar ve artık sâdece
söylemde bulunmaktadırlar. Oysa şöyle bir durum vardır; mâdem ki Allah, avam
halkın anlayamayacağı şeyler söylüyor ve bunu en üst seviyede idrâk edebilenler
de “insan-ı kâmil” denilen ve kâinâta hükmeden gavslar ve kutuplardır, o hâlde
onlar niçin Dünyâ’ya da hükmetmiyorlar?. Bir ülkede ve devlette, “yüce güçlere
sâhip” olan gavs ve kutub makâmındaki kişiler dururken, câhil ve âciz bir insanın
yönetimin başında olması nasıl kabûl edilebilir?. Bir devleti yönetecek olanlar
câhil ve âcizler değil, kâinâtı bile yönetebilen gavslar ve kutuplar olmalıdır.
Bu düşünce eski tasavvufçular ve bâtınîlerde vardı ve insan-ı kâmil dedikleri
ve Allah’ın ete-kemiğe büründüğü insanların Dünyâ’yı yönetmesi gerektiğini
düşünüyorlardı. Çünkü “mâdem kâinâtı ellerinde-avuçlarında tutuyorlar ve her-şeyi
bilip düzenliyorlar, o hâlde Dünyâ’nın kralı da onlar olmalıdır” düşüncesiyle
isyân edip eyleme geçmişlerdi. Sözde, Hallac-ı Mansur, Karmatiler, Zenc
Hareketi, Hürremiler, Babâi ve Celâli İsyanları, Şeyh Bedrettin isyânı vs. hep
bu düşünce ile yapılmıştır. Çünkü hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve düzen ancak
böyle bir yönetimle ikâme edilip sağlanabilirdi. Tabi vahiy-merkezli güzel
örneklikler ortaya koyan peygamberlerde hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği ve
tevhidi hâkim kılma yöntemi böyle değildir. Onlar bunu vahiy-merkezli olarak
yapmışlardır, tasavvuf ve bâtınîlik-merkezli olarak değil. Zâten vahiy-merkezli
olmayınca, bir zulümden başka bir zulme düşmek kaçınılmazdır ve de öyle
olmuştur. Tasavvuf ve bâtınîlik yüzünden niceleri perişân olmuştur.
Eski tasavvufçuları isyâna
ve eyleme geçiren düşünce, bâtınî-tasavvûfî düşüncelerin bir sonucuydu. Fakat
halkı isyân ve eyleme geçiren bir neden de, tasavvufa intisap edenlerin genelde
köylü, işçi, gariban, yoksul kesim olarak çok zor bir hayatlarının olması;
hükümdarların, onların avânesinin ve küçük bir azınlığın mutlu-mesut yaşarken,
kendilerinin ise yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşaması, sürekli ve çeşitli
sıkıntılarla boğuşmaları gibi nedenlerdi. Bu kişiler öyle bir yoksulluk
yaşıyorlarmış ki, kazandıkları bir savaştan sonra ganîmetten aldıklarıyla ilk
defâ yünden elbise giymişler ve ilk defâ karınları tam olarak doymuş. Bu durum elbette
eleştiri, îtirâz, isyân ve eylem için geçerli bir sebeptir fakat “sâdece eski zamanlar”
için değil, tüm zamanlar ve mekânlar için de geçerli olan bir şeydir. Çünkü insanlık-târihi
boyunca küçük bir mutlu azınlığa karşı çoğunluk maddî-mânevî zorluklar içinde
yaşamakta, bu azınlık tarafından maddî ve mânevî olarak yönlendirilmekte,
yönetilmekte ve kaderleri belirlenmektedir. Bu durum kritik eşiği aştığında
elbette eleştiriye, îtirâza ve isyâna dönmelidir. Bu bağlamda eski
tasavvufçular bir-çok isyân ve ayaklanma gerçekleştirmişler ve söylemlerini
eylemleri ile de göstermişlerdir. Böylece söylemlerinde ciddî oldukları açığa
çıkmıştır. Eleştiri, îtirâz, isyân ve eylem, modern tasavvufçularda ve
bâtınîlerde gözükmemektedir. Çünkü aşırı söylem onları bundan engellemektedir.
O çok övdükleri kişilerin sözlerini hâlen baş-tâcı yapmalarına rağmen onların eylem
yönlerini söz-konusu bile etmiyorlar, isyân ve eylemlerini gerektiğinde
tekrarlamayı düşünmüyorlar. Oysa isyân ve eyleme dönmek için aynı yada benzer
şartlar şimdi de vardır. O hâlde neden bir tepki ortaya koymuyorlar?. Modern
tasavvufçular niçin böyledir?. Çünkü modern tasavvufçular modernite ile birlikte
değişmişler ve başkalaşmışlardır. Zîrâ sistemi alabildiğine benimsemişlerdir.
Peki bu niçin ve nasıl olmuştur?.
Neden böyle olmuşlardır?. Bunun nedeni şudur: Aslında tasavvufun ana-gâyesi,
“işin bâtınî yönü vardır” diyerek, -sözde- hakkı ve hakîkati ortaya koymak
değil, İslâm’a düşmanlık yapmaktır. Çünkü İslâm’ın hızlı bir şekilde mistisizmin,
bâtınîliğin ve tasavvufun çıktığı bölgeleri ele geçirmesini hazmedemeyenler, İslâm’a
kılıç ile karşı koyamayınca, karşı çıkışlarını tasavvufla yapmak istemişler,
hak olan İslâm’a bâtıl olan tasavvufu karıştırmışlar, fitne ortaya çıkarmışlar,
tasavvuf ile birlikte İslam’ın saflığını bozmaya kalkmışlar ve bunda başarılı
da olmuşlardır. Ercüment Özkan’ın dediği gibi; “küfür ehli İslâm’dan intikâmını
tasavvufla almıştır”.
Tasavvuf, İslâm’ı bir bütün
olarak ve olduğu gibi kabûl etmez ve İslâm’a, “olduğu gibi” îman edemez. Çünkü
mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf İslâm’dan değildir ve aslında İslâm’a çok
aykırıdır. Tasavvufun temel düşüncesi ve felsefesi İslâm ile birebir farklıdır
ve İslâm aslında, mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf düşüncesini de yıkmaya
gelmiştir ve büyük oranda da yıkmıştır. Fakat bunların kalıntıları İslâm’a
içerden zarar vermek için, dinlerini ve düşüncelerini İslâm ile karıştırarak
hak gibi göstermişler ve câhil, ezilmiş, gariban halktan bir-çok kişi de
bunlara inanmıştır. Zîrâ garibanlık, eziklik, çâresizlik ve cehâlet, zor zamanlarda
bâtıla çok çabuk kanar ve kapılır. Zîrâ böyle zamanlarda âcil bir çıkış-yolu
aranmaktadır.
Şimdi; klâsik tasavvufçular,
söylemlerinin de bir gereği olarak isyâna ve eyleme geçmelerine rağmen modern
tasavvufçular niçin isyân etmemekte ve harekete geçmemektedirler?. Çünkü mevcut
sisteme karşı bir eleştiri, ve
îtirazları yoktur. Hâlbuki eskisi gibi eşitsizlik, adâletsizlik, ezilmişlik,
sürü gibi yönlendirilme ve yönetilme,
bâtıl ve cehâlet, şirk, küfür ve zulüm yine vardır. Buna rağmen tasavvufçularda
niçin isyân ve eylem yoktur ve bunun yerine aşırı söylem vardır?.
İşte bunu nedeni, eski klâsik
tasavvufçuların amaçlarının, halka sürekli söyledikleri; “hakkı-hakîkati,
adâleti-eşitliği ve tevhidi hâkim kılmak” değil, “mistisizmi, bâtınîliği ve
tasavvufu İslâm’ın yerine hâkim kılarak İslâm’ı temellerinden yıkmak”tır. Bunun
nedeni İslâm’a karşı olan derin düşmanlıktır. Çünkü İslâm klâsik ortaçağda
Dünyâ’ya hâkimdir ve modernizme gelinceye kadar da geçerliliği vardır. Üstelik
İslâm’ın o temel söylemleri ve eleştirileri mistisizm, bâtınîlik ve tasavvufla
zinhar uymamaktadır. Böylece tasavvuf ezik kalmakta, ezik kalınca tasavvufçular
da ezik kalmakta ve ötekileşmektedir. İşte bu nedenle onların asıl amaçları,
İslâm’a düpedüz aykırı olan mistisizmin, bâtınîliğin ve tasavvufun yâni -güyâ-
Kur’ân’ın bâtınî tarafının, İslâm’a ve Kur’ân’ın zâhirine üstün çıkması ve
ancak tasavvufla uyuşan yönlerinin bırakılması, tasavvufa aykırı olan taraflarının
ise yok edilmesi isteği ve çabasıdır. Yâni olan şey bir din ve inanç savaşıdır:
İslâm Dîni ile Tasavvuf dîni arasındaki savaştır bu. İşte klâsik tasavvufçular,
hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve tevhid söylemiyle çıktıkları yolda aslında Allah’ı,
âhireti, melekleri, peygamberliği, vahyi, Kur’ân’ı, gaybı, İslâm’ın
ibâdetlerini ve uygulanışlarını kaldırıp yâni İslâm’ı kaldırıp, yerine şeytana,
nefse ve tâğutlara dayanan tasavvûf dînini-felsefesini hâkim kılmak, en azından
İslâm’ın hâkimiyetini ortadan kaldırmaktır. Onlar bunu sağlamak için isyân ve eylemde
bulunmuşlardır.
Peki modern tasavvufçular
son 200 yıldır ama özellikle de 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra, o klâsik
tasavvufçularla aynı söylemde bulunmalarına, isyân ve eyleme geçen o eski tasavvufçuların
söylemlerini aynen alıp baş-tâcı yapmalarına rağmen niçin isyân ve eylemde
bulunmuyorlar?. Bunun cevâbı çok basittir: Çünkü genelde son 200 yıldır ama
özelde 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İslâm’ın hâkimiyeti ve geçerliliği büyük oranda
devletten, kânunlardan, halkın zihninden ve yürürlükten kalkmıştır. İşte bu
yüzden artık bir eleştiri, îtirâz ve isyânda bulunmuyorlar ve bir eylemden söz
etmiyorlar da söylemi çoğaltıyorlar. Yâni modern tasavvufçuların isyân ve
eylemde olmalarına artık gerek kalmamıştır. Çünkü modern ve post-modern zamanlarla
birlikte İslâm hayâta hâkim değildir ve bir geçerliliği yoktur, yürürlükte değildir
ve herkes istediği düşünceyi edinebilmekte, felsefeyi yapabilmekte, sapkınca
davranışlarda bile bulunabilmekte, İslâm’a hakâret derecesinde istediğini
söyleyebilmekte ve istediği ve inandığı gibi yaşayabilmektedir. Modern insanı
kısıtlayan bir şey yoktur. Zîrâ modern insanın kırmızı çizgisi kalmamıştır.
Peki bu durumda kime niye çatsın ki!.
Tasavvufun hak-hakîkat,
adâlet-eşitlik ve tevhid zannettiği absürdlükler aslında ana-gâye için kullanılan
araçlardan başka bir şey değildir. Tabi ana-gâyeye ulaşmak için bunlar mutlakâ
kullanılmak zorundaydı ve kullanıldı. Tasavvufa katılmış halkın büyük
çoğunluğunun isyânı ve eylemi, adâlet, eşitlik ve garibanlıktan, yoksulluktan,
eziklikten, haksızlıktan kurtulmak içindi. Fakat İslâm’a karşı tasavvuf dîninin
godamanlarının ana-amacı başkaydı ve İslâm’ın yerine alabildiğine serbest
düşünceyi, inanışı ve yaşantıyı hâkim kılmaktı ki bu yaşantı, Allah katındaki
tek hak din olan İslâm’a birebir aykırı olan ve Hint, Îran, Yunan, Mısır,
Anadolu, Mezopotamya, Asya vs. gibi bölgelerde ortaya çıkmış ve ifsâd olup bozulmuş
olan inanışlara göre bir dînî-felsefî inanış, düşünce ve yaşantı ortaya koymak
olmuştur ki bu inanış, düşünce ve yaşayış -şekli, şeytana, nefse ve tâğutların
arzu ve isteklerine birebir uygun olan inanış ve yaşayışlardır. Klâsik
tasavvufçular, İslâm’ın düşünce, inanış ve yaşayışına göre değil, nefislerine
ve serbest düşüncelerine göre yaşamak için isyâna ve eyleme kalkışmışlardı.
Yüzyıllar boyunca ulaşamadıkları hedefi onlara modernizm sağlayınca, artık
sisteme karşı bir eleştiri, îtirâz, isyân ve eyleme gerek kalmamıştır ve o
absürd, sapkın ve küfür dolu söylemleriyle oyalanmaktadırlar.
İslâm’ı ortaçağa has bir inanış
olarak görmek, şeriata “kahrolsun” demek, yaşasın Aydınlanma, Rönesans, Sanâyileşme,
Modernleşme, lâik, seküler, demokratik cumhuriyet, yaşasın kapitâlizm, liberâlizm,
feminizm, post-modernizm vs. gibi düşünceler İslâmî bir yaşantıya karşı olan
ideolojik-beşerî dinler ve yaşayışlardır. İşte şimdi İslâm düşmanları nasıl ki
Allah-merkezli tek hak din olan İslâm’a karşı, beşerî, nefsî, şeytânî, tâğûtî
ideolojilerle düşmanlık ediyorlarsa, klâsik zamanlarda da klâsik tasavvufçular
bâtınîlik, mistisizm ve tasavvuf ile İslâm’a düşmanlık etmişlerdi. Bu düşmanlığı
yaparken bâzı haklı argümanlar da ortaya koymuşlardı. Çünkü saray ile halk arasında
aynen şimdi olduğu gibi aşırı bir fark
vardı ve halk maddî-mânevî sömürülmekte ve ezilmekteydi.
Bu durum şimdi de böyledir. Halk
yine parmağına çalınan bir parça bal ile avutulmakta ama birileri yine
götürdükçe götürmektedir. Bu durumda modern tasavvufçular da isyân ve eylemde
olmaları gerekir. Fakat klâsik zamanlara göre bir fark vardır: İslâm; sosyâl,
kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, siyâsî vs. hayâta hâkim değildir ve hattâ
bu konularda bir şey söylemesine bile izin verilmemektedir. İslâm hiç-bir şeye karıştırılmamaktadır.
Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf (Mevlâna, Yûnus, Yesevi vs.) gibi kişilerin isimleri
karıştırılabilmekte ama İslâm karıştırılmamaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in
o güzel örnekliği söz-konusu edilememekte ve örnekliği orta-çağın yobaz
söylemleri ve davranışları olarak görülmektedir. Artık modern insanlar İslâm’ın
etkisinden, yönlendirmesinden, uyarmasından, hatırlatmasından ve yönetmesinden
kurtulmuşlardır. Zîrâ modern insan Dünyâ’da gününü gün etmek istemekte ve hiç-bir
bedel ödemeden bu modern nîmetlerden dibine kadar faydalanmak istemektedir.
İslâm “Dünyâ’dan kısma” anlamına geldiği
için ama nefis kısıtlanmaktan nefret ettiği için, modern insan ve modern tasavvufçular
da hem düşüncede hem de yaşayışta bu kısıtlamayı kabûl etmediklerinden dolayı
mevcut gayr-ı İslâmî sisteme bir şey dememekte, zulümlere ses çıkarmamaktadırlar.
İsyân ve eyleme geçme ise söz-konusu bile değildir.
Peki modern tasavvufçuların
böyle olduklarının delîli nedir?. Modern tasavvufçulara baktığınızda, tecelli,
zevk ve hattâ vahiy zannettikleri, aslında zihinlerine o anda şeytan tarafından
telkin edilen absürd şeyleri konuştuklarını, her türlü absürd ve yanlış sözleri
edebildikleri, bir kırmızı çizgileri olmadan serbest bir düşünceyle nefislerini
şenlendiren her türlü düşünceyi ve sözü kullandıklarını görürsünüz. Sanki çok
önemli ve ciddî şeyler konuşuyorlarmış gibidirler. Fakat ne namaz, ne oruç, ne
zekat, ne hac, ne kurban, ne Kur’ân, ne İslâm’ın emir ve yasakları bunların pek
de gündemlerinde değildir. Hele sisteme yâni lâik-seküler-demokratik-modern-liberâl-kapitâlist-feminist
sisteme herhangi bir söz söylediklerini göremezsiniz ve tam-aksine bu beşerî-şeytâni
ideolojileri ve sistemi desteklerler. Hattâ bu sistemi meşrûlaştırmak için de
kendilerine Allah tarafından gelen tecellilerle desteklerler. Kur’ân’ı da
bâtınî yönden yorumlayarak mevcut düşüncelerini ve yaşayışlarını meşrûlaştırırlar.
Çok az kişi belki biraz daha düzgündür.
Modern tasavvufçuların
söylemleri ile eylemleri çok farklı ve çelişiktir. Tasavvufçulara bakınca;
dernek, kafe, çay bahçesi gibi dört duvar arasında konuşurlar ve sanki her-şeyden
geçerek tasavvufa tam bir teslîmiyetle teslim olmuş, Dünyâ’dan geçmiş ve tamâmıyla
mistik bir zihniyette ve yaşayışta olduklarını zannedersiniz. Öyle bir hâl
takınırlar. Oysa sohbetten ayrılıp da dışarı çıktıklarında, tam bir
rasyonâlist, akılcı, kapitâlist, liberâl, demokratik, feminist ve modernist
gibi düşündüklerini ve davrandıklarını görürsünüz. Sohbet sırasında Dünyâ’dan
geçmiş gibi konuşur ve davranırlar fakat sonrasında Dünyâ’ya sıkı-sıkıya yapışırlar.
Dünyâ’da günlerini gün etmek derdindedirler. Hiç-bir sıkıntı, endişe ve stres
yaşamak istemezler ve bu nedenle hiç-bir yükün altına girmezler. Tasavvufçular
hiç-bir eleştiriye de katlanamazlar. Oysa tasavvufta melâmilik vardır ki,
melâmi, “hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmayan” demektir. “Hiç-bir eleştiriyi
ve kınamayı dert etmemek” demektir. Oysa bunlar hiç-bir eleştiriyi kabûl etmemekte
ve sözlerinin karşısında bir söz edilmesine katlanamamaktadırlar.
Tabi şu da var ki, yazı
boyunca bahsettiğimiz tasavvufçular “felsefî tasavvuf” tarafında olanlardır.
Tasavvufta bir de “amelî tasavvuf” vardır ki, amelî tasavvufçular da şatahat
denilen sözleri ve o sözleri söyleyenleri inkâr etmeseler de hem fazla
abartmazlar hem de en azından iyi ve güzel amelleri vardır. Meselâ âhilerin,
esnaf ve ticâret kuralları gâyet başarılıdır. Senûsi hareketi ve Şeyh Şâmil
hareketi işgâle karşı direnmesini bilmiştir.
Evet; bu felsefî tasavvufçular
söyleme gelince, her-şeyden geçmiş ve mânâ âleminde yaşarlar gibi görünürler,
fakat kendi başlarına kaldıklarında tam bir dünyâ-perest gibi düşünürler,
konuşurlar ve davranırlar. Söylemleri aslâ eylemlerine uymamaktadırlar. Çünkü
dediğimiz gibi, onlar artık amaçlarına ulaşmışlar ve İslâm kâlplere, vicdanlara,
zihinlere ve dört duvar arasına gömülmüştür. (aslında burada bile kalmasına katlanamamaktadırlar).
Böyle olduğu için de artık hiç-bir endişeye kapılmadan mistik, bâtınî,
tasavvûfî ve Dünyâ-merkezli bir hayâtın tadını çıkarmaktadırlar. İnkâr ettikleri
gerçek cennet yerine, Dünyâ cennetinin keyfini ve sefâsını sürtmektedirler.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder