“Yaratan Rabbinin adıyla
oku” (Alâk 1).
“Nûn!. Kaleme ve
satır-satır yazdıklarına andolsun!”
(Kalem 1).
Avrupa’nın, uygarlığını
(medeniyet değil) ve sözde gelişmişliğini matbaa sâyesinde kurduğu koca bir
yalan ve zırvalıktır. Avrupa yâni batı, o uygarlığı, ilk başta Amerika
Kızılderililerini sömürerek ve öldürerek, daha sonra ise Afrika ve Uzak-doğudaki
insanları sömürerek ve öldürerek kurmuştur. Bunu 16. yüzyıla kadar yap(a)mamasını
nedeni, onu en başta dînin, sonra da Osmanlı ve Bâbürlüler’in engellemiş
olmasıdır. Dînin o târihe kadar hâlen geçerliliği vardı. Doğu’nun zenginliği
ile aklı başından giden ve daha sonra da Protestanlık etkisiyle “dînin
tutmasından” uzaklaşan batı, sömürü, öldürme ve zulüm ile madden zenginleşti ve
o zenginlikle zulüm-merkezli şerefsiz bir uygarlık-sistem kurdu. Hem kurduğu
uygarlığın sebebi olarak hem de yaptıkları şerefsizlikleri perdelemek ve gizlemek için; “uygarlığımızı matbaaya
borçluyuz, çünkü bu uygarlığı matbaa sâyesinde kurduk” yalanını uydurdu. Bunu
hâlen de savunmaktalar ve bir-çokları da buna kanmaktadır.
Matbaanın 1450’li yıllarda bulunmasına ve
kullanılmasına rağmen önem kazanması daha sonra olmuştur. Çünkü matbaa, kitap
basmaktan çok, batı’nın yaptığı katliamların ve hırsızlığın üstünü örtmek için
önem kazanmıştır. Matbaa zulmün paravanı yapılmıştır ve hâlen de yapılmaktadır.
Batı, ortaya çıkardığı uygarlığı (medeniyet değil) matbaaya bağlamakta ve güyâ
ilim ile bu uygarlığı kurduğunu söylemektedir. Oysa batı uygarlığı, katliam ve
soygunların bir sonucudur. Hırsızlığın sonucudur. Amerika’da yapılan katliam ve
soygunlar, batı’nın bâtıl uygarlığını kurmak için gereken maddî gereksinimi
karşılamıştır. Amerika’yı mahvederek kurulan bir uygarlıktır batı uygarlığı.
Celaleddin Vatandaş, Amerikan’ın yaşadığı katliam ve zulüm hakkında şunları
söyler.
“1492 yılında, Avrupalılar Amerika’ya
ulaştıkları zaman bu koca kıtada milyonlarca insan yaşamaktaydı. Yaşayan insan
sayısı ile ilgili tahminler en düşük 8 milyon, en yüksek ise 12 milyon olarak
ifâde edilmektedir. Ancak bu nüfus 1650 yılı îtibârıyla 6 milyonun altına
düşmüştür. Coğrafya profesörü William M. Denevan, konuyla ilgili olarak en çok
atıf yapılan çalışmalardan birisi olan The Native Population of the Americas in
1492 adlı ünlü çalışmasında Amerika kıtasında 1492’de 53,9 milyon olan yerli
nüfûsunun 1650’de 5,6 milyona düştüğünü ve nüfusta % 90'lık bir azalma
görüldüğünü belirterek, ‘Amerika’nın keşfini dünyâ târihindeki belki de en
büyük demografik
felâket tâkip etmiştir’ tespitini yapmıştır. Rakamlar ne kadar tartışılırsa
tartışılsın, tartışılamayacak şey, kıtada bir demografik katliamın
yaşandığıdır. Bu sebepledir ki gerçekleşen katliam Papa’yı rahatsız etmiş ve
Papa III. Paul 1537’de Sublimus Dei başlıklı bütün hristiyanlara hitâben
yazdığı resmî mektupta, Amerikan yerlilerinin insan oldukları, Nûh Peygamber’in
çocukları oldukları ve özgürlüklerinin veyâ mallarının ellerinden zorla
alınamayacağını îlân etmek zorunda kalmıştır”.
Kâğıt ve baskı tekniği
Uygurlarca da bilinmekte idi. Baskı tekniğini (matbaa) ilk kullananların
Çinliler olduğu görüşü yanında, bir kısım araştırmacılar da matbaanın ilk önce
Uygurlarda kullanıldığı görüşündedirler. Bununla berâber, daha IX. yüzyılda Çin
ve Uygur ülkesinde varlığı görülen matbaanın batı’ya yayılmasında Uygurların
büyük rôlü olmuştur. Avrupa, XIII. yüzyılda Moğollar aracılığı ile Uygur baskı
tekniğinden haberdar oldu. Bu tekniği Uygurlardan öğrenen Moğollar, XIII.yüzyıl
ortalarında matbaanın Almanya’da tanınmasında rôl oynadılar. Bundan iki yüzyıl
sonra matbaa, Gutenberg eliyle Avrupa’da ortaya çıktı. Bu sebeple, Gutenberg
matbaanın mûcidi değil, sâdece geliştiricisidir.
Kâğıt, ilk devirlerde kalın,
parlak cilalı, son devirlerde ise ipekten ince bir şekilde yapılıyordu. Uygurlar,
Avrupa’dan yüzyıllar önce kâğıdı biliyorlardı. Kâğıdı, önce Araplar VIII.
yüzyılda ele geçirdikleri esirlerden öğrendiler. Semerkant’da kâğıt
îmâlâthânesi kurdular. Kâğıt yapım tekniği, daha sonra Arapların fethiyle
İspanya’ya ve dolayısıyla XI. yüzyılda Avrupa’ya yayıldı.
Osmanlıya matbaa geç gelmiş falan
değildir. Zâten çok daha önce Çin’de îcât edilmişti. Aslında Avrupa’nın ve batı’nın
neredeyse tüm îcatları taklittir. Daha önceleri yapılmış olanları değiştirip güncellemişlerdir
sâdece. Soygundan ve yağmadan kazandıkları paralarla bunları yapmak zor
olmamıştır. O kadar para olduğunda kim olsa yapardı. Bir-çoklarının zannettiği
gibi, insanlar binlerce yıl hiç-bir şey yapmamış ve îcât etmemiş de Avrupa-batı
bir-anda îcatlar yapmaya başlamış değildir.
Gutenberg’ten biraz sonra Osmanlı’ya
da matbaa gelmişti. Fakat hem yeterli talebin olmaması hem de binlerce kâtibin
işsiz kalacak olması matbaanın yaygınlaşmasını önlemiştir. Zâten Avrupa’da da
matbaa o kadar etkili ve yaygın olmamıştır. Sanki tüm insanlar matbaa ile
bir-anda allâme kesilmişler gibi konuşuluyor. İnsanlık târihinde “orantı
olarak” en çok kitabın bulunduğu yıllar, el yazma eserlerin olduğu zamanlardır.
Özellikle İslâm coğrafyasında her evde bir kütüphâne bulunuyordu. Öyle ki bâzı
evlerin kütüphânesindeki kitapların sayısı, tüm Avrupa’daki kitapların sayısından
fazlaydı. Yâni önemli olan kitap basmak değil, kitap okumaktır, kitabı matbaa
ile basarak sayısını çoğaltmanın kendi başına bir değeri yoktur. Peki Avrupa’lı
halka ne oldu da hiç kitap okumazlarken matbaanın ortaya çıkmasıyla ile
bir-anda kitap kurdu oldular?. Gerçekten çok kitap okumaya mı başladılar?
Matbaa Osmanlıya ve
müslümanlara ilk îcât edildiği zaman gelseydi ne olacaktı?. İnsanlar allâme mi
kesilecekti?. Avrupa insanı allâme mi oldu ki Osmanlı ve müslüman insanı allâme
olsun.
“Avrupa’yı Avrupa yapan şeylerden
biri de pusuladır” denir. İyi ama pusula çok önceden de vardı, Çinliler
bulmuştu ve müslümanlar kullanıyordu. Zâten Avrupa’ya da müslümanlar aracılığı
ile girdi. Peki Amerika’ya niçin Çinliler ve Osmanlılar gitmedi de Avrupalılar
gitti?. Bu bir tercih meselesidir. Amerika’ya târih boyunca bir-çok millet
defâlarca gitti zâten. Fakat bir sebep yokken bir ülkeye kalıcı olarak gitmek
demek, orayı sömürmek için gitmek demektir. Bunu her millet kabûl etmez ve
böyle bir işe girişmez. Hem Amerika’ya ilk gidenler Avrupalılar değildi, hem de
matbaayı ilk bulanlar Avrupalılar değildi. Peki modernizm niçin Avrupa’da
ortaya çıktı?. Çünkü dîni-îmânı bir kenara bırakmayı ve dolayısı ile zâlimlik yapabilmeyi
göze alanlar Avrupalılardı. Zîrâ Avrupa mevcut uygarlığını (medeniyet değil)
hırsızlığa, talana, yolsuzluğa, köleliğe, sömürüye ve cinâyetlere borçludur.
Yoksa Avrupa’nın kendi iç-dinamikleriyle bunu yapabilmesi için gerekli maddî
gücü ortaya çıkarabilmesi mümkün değildir. Zâten bu, şu-anda da böyledir ki
farklı formattaki sömürülerine devâm etmektedir.
Matbaanın Osmanlı’ya ve
müslümanlara geç gelmesi, modernizmin ve modernitenin ortaya çıkardığı
sapkınlıkların Osmanlı ve müslüman coğrafyaya geç ulaşmasına sebep oldu.
Böylece sapkın akımlar, düşünceler ve ideolojiler de geç gelmiş oldu. Bu
durumun Osmanlı’ya tersinden yarârı oldu.
Evet; batı’yı güyâ “güçlü”
yapan, bir-zaman önce merhâmeti terk etmesiydi. Çünkü dîni terk etmişti. Merhâmeti
terk edince artık insanları sömürmesinin önünde bir engel kalmadı ve her-şeyi
kolayca sömürebilecek ve bu sömürünün netîcesinde zenginleşebilecek hâle geldi.
Bunu, özü merhâmet olan İslâm toplumuna mensup Osmanlı yapmadı. Yapamazdı
çünkü. Vicdânı izin vermezdi her-şeyden önce. İç-içe yaşadığı vahiy ve medeniyet
izin vermezdi ve vermedi. Batı merhâmeti terk etti ama Osmanlı terk etmedi.
Terk edenler “zengin” olurken, Osmanlı doğal kaldı. İşte doğu ile batı
arasındaki maddî fark aslında bu nedenle ortaya çıktı. Yoksa Osmanlı; “yok
matbaayı geç kurmuş, yok teknolojiden uzak kalmış, yok bilmem ne”. Bunlar
“fark”ın oluşmasındaki asıl neden değil. Osmanlı, yâni müslümanlar doğru
olarak; yapmamaları gereken şeyi yapmadılar. Birilerinin canları pahasına
sömürüyü ve “sınırsızlığı” seçmediler. Ama “batı” seçti. Batı, merhâmetten,
yâni dinden uzaklaşarak koptu gitti. Böylelikle zenginliği yakaladı.
Amerika’yla başlamıştı soygunculuğa ve sömürüye. Sonra da zengin olmayı “dînin
engellediğini” göstermeye çalıştı, hâlen de çalışıyor. Biraz da vicdan
azâbından dolayı rahatsız oluyor ve vicdânını baskılamak için “varlık yaması”
kullanıyor. Bâzı hayvan karakterli olanlar da “keşke Osmanlı da sömürseymiş,
biz de “zengin” olurduk” diyorlar. Avrupa’nın cins kafası Montaigne, “Denemeler”
isimli eserinde bu zihniyeti şu şekilde destekler:
“Osmanlı
ahmak bir millettir. Çünkü fethettiği ülkelerin ham-maddesini, insan-gücünü ve
toprağını kullanmaz, tam-tersi yatırım yapar, yol yapar, köprü yapar,
hasta-hâne yapar vs… Evet; Osmanlı, sömürgeci Avrupa kafasının gözünde bir
ahmaktır. Çünkü sömürmez. Buna en başta inandığı dîni müsâde etmez, sonra
insanlığı”..
Matbaa çok fazla
kutsanmıştır. Oysa matbaa aracılığı ile bir-çok zırvalıkların hızla yayıldığını
da unutmamak gerekir. Matbaayla birlikte “modern yozlaşmalar” da olmuştur. Karl
Marx şöyle der: “Matbaanın, hattâ baskı makinelerinin olduğu bir çağda İlyada
mümkün müdür?. Matbaanın doğuşuyla birlikte şarkı söylemenin, hikâye
anlatmanın, hattâ derin-derin düşünmenin geçerliliğini yitirmesi kaçınılmaz
değil midir?”.
İnsanlar târih boyunca
konuşmalarını, “söz ile ve insanlara göre” olmaktan; “yazıya, matbaaya,
telgrafa, telefona, televizyona, bilgisayara, internete ve sosyâl medyaya göre”
şeklinde değiştirmiştir. Çünkü araçlar konuşmanın yönünü ve yöntemini belirler.
Matbaa, insanların artık matbaa ürünlerine göre düşünüp konuşmalarına, daha
sonra da; telgrafa, daha sonra telefona, radyoya, televizyona, bilgisayara,
internete, sosyâl medyaya vs. göre düşünüp konuşmasına neden olmuştur. Böylece
herkes bir-örnekleşmiştir. Çünkü bir kültüre bir alfabeyi sokarsanız o kültürün
bilme alışkanlıklarını, toplumsal ilişkilerini, topluluk, târih ve dinle ilgili
kavramlarını değiştirmiş olursunuz. Bu kültüre matbaayı soktuğunuzda da aynı
sonuçlarla karşılaşırsınız.
Açıkçası matbaanın
müslümanlara ve doğu’lulara geç gelmesi doğal ve normâldir. Çünkü doğu kültürü,
sözel bir kültürdür. Sözel kültüre uygun olmayan ve bu alanda başarılı olamayan
batı’nın, yazılı kültürü yaygınlaştırmaktan başka çâresi yoktu.
Müslüman coğrafyanın “geri” kalmasının nedeni öyle
dendiği gibi matbaanın geç gelmiş olması falan değildir. Zâten bahsedildiğinden
çok-çok daha önce yahudiler getirmişti matbaayı. 1493 yılında önemli Yahudi din
akademilerine (yeşiva) sâhip olan İstanbul’da ilk basımevini kuran David ve
Samuel ibn Nahmias kardeşler, başta meşhûr Yahudi şeriat kitabı Arba’a Turim
olmak üzere pek-çok Yahudi klâsiğini basmışlardı. İslâm medeniyeti 1.000 yıl
boyunca sürdürdüğü medeniyetini matbaa ile kurmamıştır ki!. Kalem ve kılıçla
kurdu, merhâmet ve vicdanla kurdu. Hem müslümanlar matbaanın Avrupa’da bastığı
kitapları isteseler alamazlar mıydı?. Tabî ki de alabilirlerdi. Alınıyordu da
zâten. Batı’dan her-şeyi alıyorlardı, matbaaların bastığı kitapları mı alamayacaklardı?.
Hem, matbaası olanlara parasını verince; “al şu kitabı bas” dersin, o
istediğiniz kadar basar getirir. Meselâ o zamanlar bu işte gelişmiş olan
Venedik’e el-yazısı ile yazılmış örnek bir kitap gönderirsiniz, binlercesi basılıp
geri gelir. Hattâ matbaanın kendisini bile alırdınız isteseydiniz. Mesele o
değil. Mesele, aynen şimdi olduğu gibi, “böyle bir talebin olmaması” idi.
Mesele, matbaanın yokluğu değil, matbaanın bastığı kitapları okuyacak ve ilim
elde edip kendi iç-dinamiğine göre o ilmi üretip yükseltecek adamların olmayışı
idi. Çünkü ilim böyle gelişir ve yayılır. Kitaba-ilme yönelecek adam sayısının
azlığı idi sorun. Hem yıllarca uzak kalındığından, hem de hazırı vâr olduğundan
dolayı böyle bir kadro oluşmadı. Olanlar da en son Çanakkale’de toprağa düştü.
Sorunu matbaanın geç
gelişinde görenlere sormak lâzım; şimdi her taraf kitap kaynıyor da ne oluyor?.
Küçücük bir hâfıza kartına, insanın ömrü boyunca okuyamayacağı sayıda kitap
sığıyor. Elimizi attığımız her yerde kitap var. Peki ne değişiyor?. Matbaanın
ürünlerinden çok, o ürünleri değerlendirecek kadro eksikliğidir sorun. Bu sorun
tüm dünyânın sorunudur. Bu konuda İlber Ortaylı şöyle der:
“Matbaanın gelmesi için bir sebep
yok, gelmemesi için de bir sebep yok. Camı alıyorsun Venedik’ten, Acemistan’dan
kendi malını beğenmeyip halı getiriyorsun, kitabı da getirirsin ihtiyaç
duyarsan. Venedikliler basar, getirir. Viyana’da var Mekitarist matbaası,
Venedik’te var. Bunlar Anadolu Türkçesi, Arapça, Farsça bilen Ermeniler. Döküm
hurûfat var orada. Arapça hurûfat bu memlekette ortaya çıkmış değil ki!. O
zaman da var. Onu da abartıyorlar. 18. asırda onun evveliyatı var teknik olarak
oralarda. Niye gelmiyor?. Okumuyoruz çünkü. Ben söyleyeyim, en çok
okunan kitap Menâkıbnâme-i Mahmud Paşa-yı Veli meselâ. Elden-ele kopya
edile-edile pek-çok nüshası var. Bunu okuyorlar meselâ. Demek ki millet Nâima
Târihi’ni bile çok bilmiyor. Ortada 20 nüsha dolaşsa okuyup dinleyen 200 kişi
oluyor, o da yetti!. Fazlasını da zâten aradığı yok. Burada matbaa olmaz.
Matbaa gelmiş ve hakîkaten çok fazla bir şey yapamamış, durgunlaşmış ve öylece
asrı tamamlamıştır. Ne zaman ki sistematik eğitim müesseseleri, yeni
bürokrasi kuruluyor, o zaman iş değişiyor. O zaman Karamanlı Rum bile İncil
istiyor artık. Çünkü Yunan harfleriyle Türkçesi basılıyor.
‘Yobazlar istemedi de matbaa gelmedi’
deniyor. Evet, belki bâzı yobazların bâzı lafları vardır ama mekanizmayı bu
fazla îzah etmez. ‘Efendim hattatlar karşı geldi’. Hayır, hattatlar karşı
geldiği için de durmaz. Çünkü iki bin kişi kitap okuyacak olsa İstanbul’da, iki
bin tâne nüsha istenecekse bir eserden, hattatlar o işe kolay-kolay
yetişemezler zâten. Patlar arz-talep mekanizması. Meselâ Mushaf-i Şeriflerin
matbû olması 19. asırda bile yasaktı. İrâdelerde görülüyor toplatılması.
Dinlediler mi?. Her ev Kur’ân istedi de ondan. Vazgeçildi yasaktan”.
Eğer yazılmış olanın
yaygınlaşması kişiyi okumaya sevk ediyorsa, niçin milyonlarca yayını elinin
altında bulan insanlar okumuyorlar?. Matbaa ile ilgisi yok işin. Bu nedenle
hayatlarında hiç kitap okumayanların, matbaayı savunmaları gibi bir absürdlük
olamaz.
Aslında aslolan “sözlü
kültür”dür. Vahiyler sözlü kültür ürünüdürler. Sözlü anlatılınca tam idrâk edilir.
Vurgular, mimikler ve üslûb sözlü anlatımda çok etkili olur. Bir düşünce sözden
yazıya geçtiğinde az da olsa anlam daralmasına uğrar ve etkisini yitirir. Matbaa
bu etkiyi fazlalaştırmıştır. Görsel kültüre geçildiğindeyse işin boku çıkmıştır.
Artık hiç-bir şey hiç-bir mesaj vermemeye hattâ verdiği mesaj asbsürd görülmeye
başlar.
Artık yazılı kültür bitmek
üzere ve görsel kültür başladı. Görsellik her yanı sardı. Şimdi bu mantıkla
düşündüğümüzde; ilerlemek için sürekli olarak görsel şeyleri mi izlememiz
gerekiyor?. Günde 7-8 saati internette, tablet, bilgisayar ve telefon başında
geçirmek mi gerekiyor. Yapılması gereken bu mudur?. Bunu yapanların okumaya vakti
yok. Kitap okuyamıyorlar uzun olduğu için, makâle tarzındaki yazılar da artık
uzun geliyor. Bir-kaç cümlecik olanları zor okuyorlar. O yüzden kısa olan sosyâl
medya paylaşımlarını ancak okuyabiliyorlar. Onda bile cümle sayısı fazlalaşınca
sıkıntı basıyor.
Matbaa îcât edildiğinde kaç
kişi okur-yazardı da matbaa ile herkes bol-bol okuma fırsatı buldu ki?. Peki matbaa
ortaya çıkınca niçin eski âlimler, filozoflar ve bilim-adamları yeniden ortaya
çıkmadı ve çok fazlalaşmadı?. Günümüzde elimizin altındaki cep telefonlarında binlerce
kitap var. Bu kitaplara şöyle bir bakılmamasından bile anlaşılacağı gibi, aslen
yazılı kültürün yayılması, kültürü-uygarlığı ortaya çıkarmaz, tam tersine
azaltır. Uygarlığın olumlu yada olumsuz şekilde ortaya çıkması başka nedenlerden
dolayıdır. Bunun delîli, insanlık târihinde, kitapların ve yazıların hiç olmadığı
kadar artmasına rağmen, kitapların insanın gözünün içine-içine sokulmasına rağmen,
yine de insanların zır câhil olmalarıdır. O kadar kitap, okumayı ve
bilgilenmeyi sağlamamaktadır. Çünkü okunmamaktadır. Kitap okuma sorunu ezelî
bir sorundur. Kur’ân o yüzden ilk âyetine “oku” diyerek başlar.
Niceliğin artması, niteliği
mutlakâ zayıflatır. Olan şey budur. Matbaa da o sözlü kültürün ürettiği
derinliği baltalamış ve yüzeysel hâle getirmiştir. İnsanlar matbaa ürünlerinin
buna sebep olduğunu görmüşlerdi. Matbaa, ilmi ve bilgiyi değil, dinsizliği
yaygınlaştırmıştır. Yazılı kültürün yayılması ilginçtir ki, târih boyunca ters
tepmiş ve insanın mânevî derinliğini baltaladığı gibi, onu ahlâken ve dînen de
aşağılara indirmiştir.
Şu da var ki, günümüzde her
yer matbaa, hattâ insanların kendi kitaplarını kendileri basacak imkânları var.
Fakat insanlar yine de kitaba ulaşmakta zorluk çekiyor. Çünkü kitaplar çok
pahalı. O yüzden de kitaba değer verenler ve hızlı okuyucular e-kitap olarak
okuyuculuk yapıyor daha çok. Yâni matbaa hikâyedir. E-kitaplar matbaayı
bitirmiştir. Peki e-kitaplar bedâva da olmasına rağmen okuyan var mı?.
Sözlü kültürden sonra yazılı
kültür oluştu. Bu da aslında görsel kültüre göre iyiydi. Yazılı kültür ile
birlikte “işitsel kültür” diyeceğimiz radyolar çıktı ki bu, bir noktaya kadar
iyiydi. Çünkü insanlar bir-araya gelip onu dinliyordu. Televizyon çıkınca bu
kalabalık dağıldı ve her âile kendi televizyonunu izlemeye başladı. Görsel
kültür başlamıştı. Diziler varken kimsenin roman okumasına gerek kalmamıştı. Ama
görsel kültür gelişip fazlalaşınca ve daha sonra internet, tablet ve
telefonlarla herkes bir kenara çekilince, millet gözünü ayırıp da yazıya bakmaya
fırsat bulamamaktadır. Yâni matbaa da artık işe yaramamaktadır. Bir yazıda
şunlar söylenir:
“İnternet
öncesi analog kültürde câhilliğimizin farkındaydık. Okumadığımızı ve bu yüzden
de eksik olduğumuzu biliyorduk. En azından bunun ezikliğini, utancını,
pişmanlığını yaşıyorduk. Ama dijital kültürde bu özelliğimiz dumura uğradı.
Evet, yine okumuyoruz. Ama ‘okumamızı gerektirecek bir durum da yok zâten’
bahanesine sığınıyoruz. Post-cehâlet döneminin sloganları: ‘Kitaplar demode,
dergiler nostaljik, uzun yazılar sıkıcı. Bak geç, seyret yeter, tıkla öğren’
oldu”.
Batı, uygarlığını; yaptığı
hırsızlıklara, cinâyetlere, yolsuzluklara, köleleştirmeye ve sömürüye
borçludur. Fakat bunu gizlemek için “biz uygarlığımız matbaaya borçluyuz,
matbaayı îcât ettik ve ilmen geliştik” diye milleti kandırmaya çalışıyorlar.
Yaptıkları şey, matbaayı zulümlerine ve dinsizliklerine paravan yapmaktan başka
bir şey değildir.
İslâm ülkelerine matbaanın
geç gelmesini “yobazlık” olarak görenlere sormak istiyorum; son bir yılda kaç tâne
kitap okudunuz?. Kitap bir matbaa ürünü ya, o bakımdan.. E-kitaplar çıktı, hâlâ
“matbaa geç geldi” muhabbeti yapılıyor. Okuyan mı var sanki.
Söz dinlemeyen, sonra kitap
da okumayan ve sürekli olarak öküzün trene baktığı gibi televizyona, bilgisayara,
tablete ve cep telefonuna bakanlar, matbaayı önemsemeyenlerden daha
yobazdırlar. Artık teknolojik yobazlıktan bahsetmek zamânıdır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2020