“İşte bu (Kur’ân),
önündekileri doğrulayıcı ve şehirlerin anası (Mekke) ile çevresindekileri
uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Âhirete îman edenler buna inanırlar.
Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır” (En-âm 92).
“Kendilerinden önce o
yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret
edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç
(arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini)
öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’
korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).
Kur’ân, şehir ve
kenti ayırır ve kente “karye” derken, şehre ise Medîne der. Bu bağlamda Mekke, “kenti”,
Medîne ise “şehri” temsil eder. Peygamberler kent-merkezlerine gönderilirler ve
tebliğ-dâvet ve mücâhede-mücâdelelerini kent-merkezlerinde başlatırlar. Tabi
her peygamber daha sonra kent-merkezlerinden hicret eder ve Medîne’sini kurmak
yoluna ve amacına girer. Zîrâ İslâm hakkıyla ancak şehirde yâni Medîne’de
yaşanabilir. Kentteki imtihanı veremeyenler şehre-Medîne’ye hicret etmezler ve edemezler.
Peygamberimiz de kentlerin anası olan Mekke’de doğmuş, büyümüş ve peygamberliğe
Mekke’de yâni bir kentte başlamıştır. Fakat İslâm’ın Mekke’de yâni kentte
hakkıyla yaşanamayacağını gördüğü için bir Medîne yâni şehir arama yoluna
girmiştir. Allah o’na Medîne’yi nasip etmiştir. Kentler, şehirleri kuracak
kurucu neslin oluşması için yapılan mücâhede ve mücâdelenin sonucunda, o kurucu
nesli ortaya çıkarır. Bu nesildir işte liyâkatini gösterdiği için Allah’ın
onlara Medîne’yi yâni şehri ikrâm edip ödüllendirdiği kişiler.
Eğer yaşanılan
mekân “müslüman” değilse, insanlar da hakkıyla müslüman olamazlar. Mekân, şeyin
niteliğini belirler. Mekân ney öne çıkmışsa, o mekânın dîni de odur. Aliya
İzzetbegoviç, şehir (biz “kent” olarak değiştirdik) ve şehir yaşamı için
şunları söyler:
“Dindarlık,
kentin büyümesiyle azalır; kent ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar
ufalır. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar
çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, o kadar da çok kitle oluruz. Kent ne
kadar büyürse, cinâyetler de o nispette artar. Dindarlık kentin büyüklüğüne
ters, cinâyetler ise doğru bir nispette bulunur”.
Medîne yâni şehir,
her-şeyden vazgeçip de hicret edenlerin yaşadığı yerdir. Kentin yâni Mekke’nin
şirk, küfür, adâletsizlik ve zulmünden uzaklaşarak; tevhid, adâlet, merhâmet,
vicdan ve İslâm kardeşliğinin olduğu şehre yâni Medîne’ye hicret etmek, İslâm
toplumunun, devletinin ve medeniyetinin başlaması demektir.
Semih Akşeker, özetle (ve
bizim yorumladığımız şekilde) kent ve şehir ayırımını yaparken şunları söyler:
“Şehir ve
kent farklı yerlerdir. Kentler ‘şehir’ değildir. Şehirler harem-haramdır.
Kentler ise her türlü serkeşliğin yaşandığı yerlerdir.
Kur’ân
yaşam-alanlarını; belde, karye ve medîne olarak üç farklı şekilde ifâde eder. Kur’ân yerleşim-yerleri için üç
farklı kavram kullandıysa bunun mutlakâ dikkate alınması gerekir. Kent-şehir
ayrımı, medeniyet ve uygarlık ayırımına benzer. Kent uygarlığın, şehir ise
Medeniyetin hâkim olduğu yerlerdir. Uygarlık beşer-merkezli iken, Medeniyet ise
Allah-merkezlidir.
Kur’ân’da
Mekke için geçen ifâde ‘karye’dir. Medîne cins isimdir ve ‘şehir’ demektir.
Kur’ân’da karye ile medîne arasındaki fark vardır. Karye yâni kent, ‘dînî
hükümlerin vâz edilmediği yerler iken, dînî hükümlerin vâz edildiği ve İslâm’ın
hâkim kılındığı yerler ise Medîne’dir. Mekke’de tevhid, âhiret ve nübüvvetten
bahsedilmiştir ve ahkâm âyeti yoktur. Medîne de ise, ahkâm âyetler çok
fazladır. Zîrâ din hakkıyla ancak şehirde-Medîne’de yaşanabilir, kentte-Mekke’de
değil. İslâm’ın hâkim olduğu yer Medîne yâni şehirdir, ‘kent’ değil.
Neden Mekke
‘kent’tir de Medîne ‘şehir’dir?. Mekke yâni kent ‘finans-merkezi’dir. Kentte-Mekke’de
hayat para-merkezlidir. Kentler para ve finans-merkezleridir. Yâni kentlerde
hayâta para hâkimdir. Allah Mekke’ye bu nedenle Medîne yâni ‘şehir’ dememiştir.
Mekke’yi ‘şehir’ olmaya lâyık görmemiştir.
Mekke yâni
kentte tefecilik ve fâizcilik hâkimdir. Eğer bir yerde fâiz hüküm sürüyorsa
orası ‘kent’tir ve orası aslâ şehir değildir. Kentler fâizciliğin
merkezleridir. Kentler, fakirlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerdir ve çoğu da
fâizcilerin tuzağına düşmüş kişilerdir. Kentlerin aslî özelliği, tekelcilik-kartelciliktir.
Orada belli bir kesim dışında hiç kimsenin etkili ve güçlü bir ticâret
yapmasına izin verilmez. Kentler, sınıflı toplumların merkezleridir. Efendiler
ve köleler ayrımı vardır kentlerde. Kentlerde küçük bir azınlık ‘patron’ iken
çoğunluk ‘işçi’dir.
Kenetler ‘dikey
mîmari’ merkezli iken şehirler ‘yatay mîmâri’ merkezlidir. Kentler
apartmanların yükseldiği yerlerdir. Türkiye’de kilometrekare başına düşen nüfus
95 kişidir. Yüzölçümüne göre Türkiye’nin nüfûsu azdır. Türkiye’de TÜİK’e göre
20 milyon hâne vardır. Biz herkese 200-300 metrekare arsa versek, tüm Türkiye
yüzölçümünün 200’de 1’i tutar. Yâni herkes müstakil evlerde otursa ülkenin yüzölçümünün
%1’ine tekâbül eder. Nüfus kentlerde biriktiği ve homojen dağılım olmadığı için
böyle oluyor. İstanbul’da kilometrekareye düşen nüfus 2.520 kişidir. Türkiye’de ilk apartmanları yapanlar gayr-ı
müslimlerdir. Türkler 1.900 başına kadar apartmanda oturmaya direnmiş ama ondan
sonra alışmaya başlamıştır.
Apartmanların artması ve kentlerin
yoğunlaşmasıyla birlikte bir suç patlaması da yaşanmaya başlamıştır. İnsanlar
çok değişmiştir. Çünkü modern mîmâri, insanları değiştirmiştir ve
değiştirmektedir. İnsanlar evleri-kentleri-şehirleri yaparlar, sonra da
kentler, şehirler ve evler de insanları yapar”.
Kentlerin merkezleri AVM’ler
iken, şehirlerin merkezleri pazar-yerleridir. AVMler fâizciliğin de merkezi
iken, pazar-yerlerinde fâiz olmaz. Marketler, meyve-sebze hâlleri ve AVM’ler
şehirde yâni “dînin hâkim olduğu yerlerde barınamayacağı için bulunmaz. Bunlar ancak
kentlerde kendilerine yer bulabilirler. Çünkü bu saydıklarımız ancak kentin
yaşam-şekline uygundur.
Mekke beşer-merkezlilik,
Medîne ise Allah-merkezliliktir. Mekke; tebliğ, dâvet ve mücâhede-mücâdelenin yapıldığı
yerler iken, Medîne, kardeşliğin, İslâm toplumunun, devletin, cihadın,
şahâdetin ve medeniyetin têsis edildiği yerdir.
Dünyâ’nın her bölgesi şehre
dönüşmeye müsâittir fakat gelin görün ki insanların 70 metrekare bir evi yok. Çünkü
insanlar şeytânî bir proje nedeniyle köylerden kentlere )şehirlere değil) göçe
zorlanmış ve de kentlerde yaşamaya şartlandırılmıştır. İdeolojik, siyâsî ve de
nefsî nedenlerin sonucunda insanlar kentlere toplanmıştır ve orada yaşamaya
(daha doğrusu bulunmaya) mecbur kalmışlardır. Kentleri topraktan asfalta
taşınmaktır. Doğayı bırakıp sûnî olana sarılmaktır. Şeytan,
zamânında Hz. Âdem-Havvâ’yı cennetten çıkardığı gibi; modern dönemlerin
şeytanları da insanları bağ-bahçelerinden (cennet) çıkarıp kentlere hapsetti.
Fakat kentler şehir gibi değildir. Kentler, insanları
bir-birlerinden koparıyor. Kentler “en ufak bir yardım”ın bile esirgendiği
yerlerdir. Şehirde ise misâfir-perverlik çok önemlidir. Modernite, kentleşme ve apartman, akrabâlık-bağını yok ederek
insanları yalnızlaştırdı ve pısırıklaştırdı. Modern-şeytânî proje ve
politikalar sonucu köyden kente göç, büyük çiftçi nüfûsun kentlerde işçilere
dönüştürülmesine sebep olmuş ve büyük sermâyedarlar ortaya çıkarmıştır.
Kentler birer
“açık-hava hapis-hânesi”ne dönüştü. Gerçi pek de “açık-hava” sayılmaz. Ağaçlar
ormanın görülmesini engellediği gibi, gökdelenler de kentin görülmesini
engelliyor. Kentler “uyumayan insanlar”ın mekânlarıdır, birileri hep uyanık
kalır. Çünkü kentler hiç uyumaz. Şehirlerde ise insanlar uyur, zîrâ şehir de
uyur. Kentler gürültünün merkezleridir, şehirler ise sessizliğin ve sükûnetin.
Şehirde kirâ ve kirâcılık
yoktur, kentler ise kirâcıların canını çıkaran yerlerdir. Bir İslâm iktisâdı
kurulmadan bir İslâm şehri kurmanın imkânı ve ihtimâli yoktur. İktisâdî yapı,
ahlâk ve şehir, üçü bir-araya geldiğinde ancak, şehir yâni Medîne ortaya çıkar.
Kent “uygarlığın”
şehirler ise “medeniyetin” hâkim olduğu yerlerdir ve ikisi aynı şey değildir.
Uygarlık beşer-merkezli ilken medeniyet din-merkezlidir. Medeniyet, “dinli
olmak”la alâkalıdır. Yaşadığınız yer
nasılsa ona benzersiniz. Kentte yaşarsanız kente benzeyip uygar olurken,
şehirde yaşarsanız şehre benzer ve medenî olursunuz.
Kenetler fâizin,
adâletsizliğin, şirkin, küfrün ve zulmün olduğu yerler iken, şehirler ise, zekat,
infâk, tevhid, adâlet, merhâmet, vicdân ve kardeşliğin hâkim olduğu yerlerdir.
Kentlerde ölüm
bir trajedi gibi görülür. Zîrâ kentlerde, ölüm pek görülmez ve gösterilmez.
Şehirlerde yaşandığında ise, ölüm kanıksanmıştır. Çünkü doğanın sürekli
doğup-doğup öldüğü gözlenip durur. Modern kentler, Allah’ı hatırlamayı
engelleyecek şeylerle çevrilidir. Modern kentler
gün geçtikçe ruhsuzlaşıyor.
Modern kentler
insana göre değil, insanlar modern kentlere göre şekillendiriliyor. Kent demek,
“rant” demektir. Kentsel dönüşüm projesi aslında “kente dönüştürme” projesidir.
Şehrin kente dönüşümü. Kentsel Dönüşüm, yoksulları kent-merkezlerinden “def etme”
projesidir. Modern kent ve apartman bir dayatmadır. Modern kentin “apartman” denen
betonları arasında “organik” beslenmek “doğallık” değildir. Kentler doğadan ve
doğallıktan kopuk yerlerdir.
Modern mîmaride,
insanın “kendine has hüneri”ni ortaya koyması ya çok zor, yada imkânsızdır.
Beldelerin de
kâfiri ve müslümanı vardır. Bir de müşrikleri. Şehirler “mü’min beldeler” iken,
kentler “kâfir-müşrik beldeler”dir.
Bâzı kentlerin alabildiğine büyümesi,
ülkede ve de Dünyâ’da yerleşimin homojenliğini bozar. Böylece şehirler
kentleşmeye başlar. Kentleşen ve büyüyen yerlerde ise hayır azalır, şer ise
artar. Bu bağlamda Aliya İzzetbegoviç şunları söyler:
“Dindarlık şehrin
büyümesiyle azalır. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar
ufalır. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar
çok olur. Biz de o kadar az ‘şahsiyet’, o kadar da çok ‘kitle’ oluruz. Şehir ne
kadar büyürse cinâyetler de o nispette artar. Dindarlık şehrin büyüklüğüne
ters, cinâyetler ise doğru bir nispette bulunur”.
Tabi burada
bahsedilen şehir aslında “kent”tir. Çünkü “şehir” denilen yerler zâten belli bir
orandan fazla büyümez. Şehirlerden oluşan ülkede tüm şehirler homojendir ve nüfus
yoğunluğu aynı yada benzerdir. Kentlerde ise dengesiz bir nüfus olur.
Kentlerden oluşan ülkelerde bir-kaç mega-kent bulunur ki bu kentlerde dînin
hakkıyla yaşanması, Aliya’nın da dediği gibi çok zor olur.
Modern
kentler, antik kentlerin taklididirler. Modern kentler, günaha girmeden yaşanamayacak olan yerlerdir. Modern
Dünyâ/kent, günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir Dünyâ/kent hâline gelmiş
ve getirilmiştir. İslâm medeniyetinin hâkim olmadığı belde yâni kent, şeytanın
iktidâr alanıdır. İnsanın kurduğu kentler insanın günahıdır. Kentlerde yaşamak
ise günahının cezâsı.
Şu taşlaşmış
modern kentlere (şehir değil) bakıyorum da, neyini seveceğim ki?.
Eğer kenti terk
edemiyorsanız küresel kapitâlizme ve emperyâlizme teslim olmak zorunda kalır,
şeytan, nefs ve tâğutlar (küresel güçler) tarafından sömürülmek zorunda
kalırsınız.
Büyükşehirler/kentler
“memleket” değildirler. Modern kentler “yaşanılan yerler” değil; insanların
“orada bulunmak” zorunda olduğu yerlerdir. Modern kentler, “harbî yaşamlar”ın
blôke edildiği, “yalandan yaşanılan” yerlerdir. Modern
kentler, “yaşanmışlık”ın yok edildiği merkezlerdir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder