20 Mart 2023 Pazartesi

Şehir ve Kent

 

“İşte bu (Kur’ân), önündekileri doğrulayıcı ve şehirlerin anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Âhirete îman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır” (En-âm 92).

 

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

Kur’ân, şehir ve kenti ayırır ve kente “karye” derken, şehre ise Medîne der. Bu bağlamda Mekke, “kenti”, Medîne ise “şehri” temsil eder. Peygamberler kent-merkezlerine gönderilirler ve tebliğ-dâvet ve mücâhede-mücâdelelerini kent-merkezlerinde başlatırlar. Tabi her peygamber daha sonra kent-merkezlerinden hicret eder ve Medîne’sini kurmak yoluna ve amacına girer. Zîrâ İslâm hakkıyla ancak şehirde yâni Medîne’de yaşanabilir. Kentteki imtihanı veremeyenler şehre-Medîne’ye hicret etmezler ve edemezler. Peygamberimiz de kentlerin anası olan Mekke’de doğmuş, büyümüş ve peygamberliğe Mekke’de yâni bir kentte başlamıştır. Fakat İslâm’ın Mekke’de yâni kentte hakkıyla yaşanamayacağını gördüğü için bir Medîne yâni şehir arama yoluna girmiştir. Allah o’na Medîne’yi nasip etmiştir. Kentler, şehirleri kuracak kurucu neslin oluşması için yapılan mücâhede ve mücâdelenin sonucunda, o kurucu nesli ortaya çıkarır. Bu nesildir işte liyâkatini gösterdiği için Allah’ın onlara Medîne’yi yâni şehri ikrâm edip ödüllendirdiği kişiler.

 

Eğer yaşanılan mekân “müslüman” değilse, insanlar da hakkıyla müslüman olamazlar. Mekân, şeyin niteliğini belirler. Mekân ney öne çıkmışsa, o mekânın dîni de odur. Aliya İzzetbegoviç, şehir (biz “kent” olarak değiştirdik) ve şehir yaşamı için şunları söyler:

 

“Dindarlık, kentin büyümesiyle azalır; kent ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar ufalır. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, o kadar da çok kitle oluruz. Kent ne kadar büyürse, cinâyetler de o nispette artar. Dindarlık kentin büyüklüğüne ters, cinâyetler ise doğru bir nispette bulunur”.

 

Medîne yâni şehir, her-şeyden vazgeçip de hicret edenlerin yaşadığı yerdir. Kentin yâni Mekke’nin şirk, küfür, adâletsizlik ve zulmünden uzaklaşarak; tevhid, adâlet, merhâmet, vicdan ve İslâm kardeşliğinin olduğu şehre yâni Medîne’ye hicret etmek, İslâm toplumunun, devletinin ve medeniyetinin başlaması demektir.

 

Semih Akşeker, özetle (ve bizim yorumladığımız şekilde) kent ve şehir ayırımını yaparken şunları söyler:

 

“Şehir ve kent farklı yerlerdir. Kentler ‘şehir’ değildir. Şehirler harem-haramdır. Kentler ise her türlü serkeşliğin yaşandığı yerlerdir.

 

Kur’ân yaşam-alanlarını; belde, karye ve medîne olarak üç farklı şekilde ifâde eder. Kur’ân yerleşim-yerleri için üç farklı kavram kullandıysa bunun mutlakâ dikkate alınması gerekir. Kent-şehir ayrımı, medeniyet ve uygarlık ayırımına benzer. Kent uygarlığın, şehir ise Medeniyetin hâkim olduğu yerlerdir. Uygarlık beşer-merkezli iken, Medeniyet ise Allah-merkezlidir.  

 

Kur’ân’da Mekke için geçen ifâde ‘karye’dir. Medîne cins isimdir ve ‘şehir’ demektir. Kur’ân’da karye ile medîne arasındaki fark vardır. Karye yâni kent, ‘dînî hükümlerin vâz edilmediği yerler iken, dînî hükümlerin vâz edildiği ve İslâm’ın hâkim kılındığı yerler ise Medîne’dir. Mekke’de tevhid, âhiret ve nübüvvetten bahsedilmiştir ve ahkâm âyeti yoktur. Medîne de ise, ahkâm âyetler çok fazladır. Zîrâ din hakkıyla ancak şehirde-Medîne’de yaşanabilir, kentte-Mekke’de değil. İslâm’ın hâkim olduğu yer Medîne yâni şehirdir, ‘kent’ değil.

 

Neden Mekke ‘kent’tir de Medîne ‘şehir’dir?. Mekke yâni kent ‘finans-merkezi’dir. Kentte-Mekke’de hayat para-merkezlidir. Kentler para ve finans-merkezleridir. Yâni kentlerde hayâta para hâkimdir. Allah Mekke’ye bu nedenle Medîne yâni ‘şehir’ dememiştir. Mekke’yi ‘şehir’ olmaya lâyık görmemiştir.

 

Mekke yâni kentte tefecilik ve fâizcilik hâkimdir. Eğer bir yerde fâiz hüküm sürüyorsa orası ‘kent’tir ve orası aslâ şehir değildir. Kentler fâizciliğin merkezleridir. Kentler, fakirlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerdir ve çoğu da fâizcilerin tuzağına düşmüş kişilerdir. Kentlerin aslî özelliği, tekelcilik-kartelciliktir. Orada belli bir kesim dışında hiç kimsenin etkili ve güçlü bir ticâret yapmasına izin verilmez. Kentler, sınıflı toplumların merkezleridir. Efendiler ve köleler ayrımı vardır kentlerde. Kentlerde küçük bir azınlık ‘patron’ iken çoğunluk ‘işçi’dir.

 

Kenetler ‘dikey mîmari’ merkezli iken şehirler ‘yatay mîmâri’ merkezlidir. Kentler apartmanların yükseldiği yerlerdir. Türkiye’de kilometrekare başına düşen nüfus 95 kişidir. Yüzölçümüne göre Türkiye’nin nüfûsu azdır. Türkiye’de TÜİK’e göre 20 milyon hâne vardır. Biz herkese 200-300 metrekare arsa versek, tüm Türkiye yüzölçümünün 200’de 1’i tutar. Yâni herkes müstakil evlerde otursa ülkenin yüzölçümünün %1’ine tekâbül eder. Nüfus kentlerde biriktiği ve homojen dağılım olmadığı için böyle oluyor. İstanbul’da kilometrekareye düşen nüfus 2.520 kişidir. Türkiye’de ilk apartmanları yapanlar gayr-ı müslimlerdir. Türkler 1.900 başına kadar apartmanda oturmaya direnmiş ama ondan sonra alışmaya başlamıştır.

 

Apartmanların artması ve kentlerin yoğunlaşmasıyla birlikte bir suç patlaması da yaşanmaya başlamıştır. İnsanlar çok değişmiştir. Çünkü modern mîmâri, insanları değiştirmiştir ve değiştirmektedir. İnsanlar evleri-kentleri-şehirleri yaparlar, sonra da kentler, şehirler ve evler de insanları yapar”.

 

Kentlerin merkezleri AVM’ler iken, şehirlerin merkezleri pazar-yerleridir. AVMler fâizciliğin de merkezi iken, pazar-yerlerinde fâiz olmaz. Marketler, meyve-sebze hâlleri ve AVM’ler şehirde yâni “dînin hâkim olduğu yerlerde barınamayacağı için bulunmaz. Bunlar ancak kentlerde kendilerine yer bulabilirler. Çünkü bu saydıklarımız ancak kentin yaşam-şekline uygundur.

 

Mekke beşer-merkezlilik, Medîne ise Allah-merkezliliktir. Mekke; tebliğ, dâvet ve mücâhede-mücâdelenin yapıldığı yerler iken, Medîne, kardeşliğin, İslâm toplumunun, devletin, cihadın, şahâdetin ve medeniyetin têsis edildiği yerdir.  

 

Dünyâ’nın her bölgesi şehre dönüşmeye müsâittir fakat gelin görün ki insanların 70 metrekare bir evi yok. Çünkü insanlar şeytânî bir proje nedeniyle köylerden kentlere )şehirlere değil) göçe zorlanmış ve de kentlerde yaşamaya şartlandırılmıştır. İdeolojik, siyâsî ve de nefsî nedenlerin sonucunda insanlar kentlere toplanmıştır ve orada yaşamaya (daha doğrusu bulunmaya) mecbur kalmışlardır. Kentleri topraktan asfalta taşınmaktır. Doğayı bırakıp sûnî olana sarılmaktır. Şeytan, zamânında Hz. Âdem-Havvâ’yı cennetten çıkardığı gibi; modern dönemlerin şeytanları da insanları bağ-bahçelerinden (cennet) çıkarıp kentlere hapsetti. Fakat kentler şehir gibi değildir. Kentler, insanları bir-birlerinden koparıyor. Kentler “en ufak bir yardım”ın bile esirgendiği yerlerdir. Şehirde ise misâfir-perverlik çok önemlidir. Modernite, kentleşme ve apartman, akrabâlık-bağını yok ederek insanları yalnızlaştırdı ve pısırıklaştırdı. Modern-şeytânî proje ve politikalar sonucu köyden kente göç, büyük çiftçi nüfûsun kentlerde işçilere dönüştürülmesine sebep olmuş ve büyük sermâyedarlar ortaya çıkarmıştır.

 

Kentler birer “açık-hava hapis-hânesi”ne dönüştü. Gerçi pek de “açık-hava” sayılmaz. Ağaçlar ormanın görülmesini engellediği gibi, gökdelenler de kentin görülmesini engelliyor. Kentler “uyumayan insanlar”ın mekânlarıdır, birileri hep uyanık kalır. Çünkü kentler hiç uyumaz. Şehirlerde ise insanlar uyur, zîrâ şehir de uyur. Kentler gürültünün merkezleridir, şehirler ise sessizliğin ve sükûnetin.

 

Şehirde kirâ ve kirâcılık yoktur, kentler ise kirâcıların canını çıkaran yerlerdir. Bir İslâm iktisâdı kurulmadan bir İslâm şehri kurmanın imkânı ve ihtimâli yoktur. İktisâdî yapı, ahlâk ve şehir, üçü bir-araya geldiğinde ancak, şehir yâni Medîne ortaya çıkar.

 

Kent “uygarlığın” şehirler ise “medeniyetin” hâkim olduğu yerlerdir ve ikisi aynı şey değildir. Uygarlık beşer-merkezli ilken medeniyet din-merkezlidir. Medeniyet, “dinli olmak”la alâkalıdır. Yaşadığınız yer nasılsa ona benzersiniz. Kentte yaşarsanız kente benzeyip uygar olurken, şehirde yaşarsanız şehre benzer ve medenî olursunuz.

 

Kenetler fâizin, adâletsizliğin, şirkin, küfrün ve zulmün olduğu yerler iken, şehirler ise, zekat, infâk, tevhid, adâlet, merhâmet, vicdân ve kardeşliğin hâkim olduğu yerlerdir.

 

Kentlerde ölüm bir trajedi gibi görülür. Zîrâ kentlerde, ölüm pek görülmez ve gösterilmez. Şehirlerde yaşandığında ise, ölüm kanıksanmıştır. Çünkü doğanın sürekli doğup-doğup öldüğü gözlenip durur. Modern kentler, Allah’ı hatırlamayı engelleyecek şeylerle çevrilidir. Modern kentler gün geçtikçe ruhsuzlaşıyor.

 

Modern kentler insana göre değil, insanlar modern kentlere göre şekillendiriliyor. Kent demek, “rant” demektir. Kentsel dönüşüm projesi aslında “kente dönüştürme” projesidir. Şehrin kente dönüşümü. Kentsel Dönüşüm, yoksulları kent-merkezlerinden “def etme” projesidir. Modern kent ve apartman bir dayatmadır. Modern kentin “apartman” denen betonları arasında “organik” beslenmek “doğallık” değildir. Kentler doğadan ve doğallıktan kopuk yerlerdir.

 

Modern mîmaride, insanın “kendine has hüneri”ni ortaya koyması ya çok zor, yada imkânsızdır.

 

Beldelerin de kâfiri ve müslümanı vardır. Bir de müşrikleri. Şehirler “mü’min beldeler” iken, kentler “kâfir-müşrik beldeler”dir.

 

Bâzı kentlerin alabildiğine büyümesi, ülkede ve de Dünyâ’da yerleşimin homojenliğini bozar. Böylece şehirler kentleşmeye başlar. Kentleşen ve büyüyen yerlerde ise hayır azalır, şer ise artar. Bu bağlamda Aliya İzzetbegoviç şunları söyler:

 

“Dindarlık şehrin büyümesiyle azalır. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar ufalır. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az ‘şahsiyet’, o kadar da çok ‘kitle’ oluruz. Şehir ne kadar büyürse cinâyetler de o nispette artar. Dindarlık şehrin büyüklüğüne ters, cinâyetler ise doğru bir nispette bulunur”.

 

Tabi burada bahsedilen şehir aslında “kent”tir. Çünkü “şehir” denilen yerler zâten belli bir orandan fazla büyümez. Şehirlerden oluşan ülkede tüm şehirler homojendir ve nüfus yoğunluğu aynı yada benzerdir. Kentlerde ise dengesiz bir nüfus olur. Kentlerden oluşan ülkelerde bir-kaç mega-kent bulunur ki bu kentlerde dînin hakkıyla yaşanması, Aliya’nın da dediği gibi çok zor olur.

 

Modern kentler, antik kentlerin taklididirler. Modern kentler, günaha girmeden yaşanamayacak olan yerlerdir. Modern Dünyâ/kent, günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir Dünyâ/kent hâline gelmiş ve getirilmiştir. İslâm medeniyetinin hâkim olmadığı belde yâni kent, şeytanın iktidâr alanıdır. İnsanın kurduğu kentler insanın günahıdır. Kentlerde yaşamak ise günahının cezâsı.

 

Şu taşlaşmış modern kentlere (şehir değil) bakıyorum da, neyini seveceğim ki?.

 

Eğer kenti terk edemiyorsanız küresel kapitâlizme ve emperyâlizme teslim olmak zorunda kalır, şeytan, nefs ve tâğutlar (küresel güçler) tarafından sömürülmek zorunda kalırsınız.

 

Büyükşehirler/kentler “memleket” değildirler. Modern kentler “yaşanılan yerler” değil; insanların “orada bulunmak” zorunda olduğu yerlerdir. Modern kentler, “harbî yaşamlar”ın blôke edildiği, “yalandan yaşanılan” yerlerdir. Modern kentler, “yaşanmışlık”ın yok edildiği merkezlerdir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder