28 Mayıs 2019 Salı

Doğru, İyi, Hak


“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz ‘iyilik’ değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile; zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî (takvâ sâhibi) olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

 

Bir şey doğru ise “her zaman” doğrudur, “bâzen doğru” olan doğru değildir.

 

Bir şey “doğru” olabilir ama “iyi” olmayabilir. Örneğin, “yağmur duâsı”na çıkan insanların doğal bir fenomen olan yağmuru bu yolla yağdıramayacakları nesnel olarak bilinir; ancak yağmur duâsına çıkmak insanların içinde bulundukları sıkıntılara daha iyi dayanmalarını sağlayabilir. Bu durumda açıkça yanlış olan bir inanç sistemi, toplumsal bir yarara sâhip olabilir. Vilfredo Pareto, bir kuramın deneysel doğruluğu ile toplumsal yararının farklı şeyler olduğunu ve bu nedenle bir öğretinin deneysel açıdan reddedilebileceğini ancak toplumsal yararı açısından kabûl edilebileceğini yada bunun tersinin olabileceğinin altını çizer.

 

Bir şeyin doğru ve iyi olmasından ziyâde, “hak” ve “hakîkat” olması önemlidir. Müslümanlar da dâhil insanlık büyük bir yanlışın içinde olabilirler. Batı 400-500 yıldır, müslümanlar ise 150-200 yıldır “iyi”yi bıraktı, “doğru”nun peşine düştü ama sonuçta “iyi” oldu mu?. Hayır olmadı. Olmadığını başımız kaldırıp baktığımızda çok net olarak görebiliyoruz. İnsanlar “doğru”nun peşine düştüler ve “iyi” olanı bıraktılar. Peki “doğruyu öğrendiler de ne oldu?. Baktığımızda görülen şey, kâlplerin bomboş olduğudur. Oysa eskiden hak ile hurâfe karışıktı ama “iyi”lik vardı. Peki “doğru” olan sonuçta ortaya bir iyilik çıkardı mı?. Meselâ Türkiye’de ve de müslüman coğrafyasında 30 senedir “Kur’ân’ı anlayarak okuma” çalışmaları yapılıyor fakat müslümanlar iyiliğe ve hakka ulaşamadılar ve tam-aksine bir laytlaşma ve laçkalaşma var. Oysa eskiden “anlamadan” okuma yapanlar daha samîmi ve ciddî idi, daha mutlu, huzurlu ve “iyi” idi.

 

Kur’ân’ı anlayarak okumak “doğru” olandır fakat, “yüzünden anlamadan okumak” gibi “iyi” sonuç vermedi-vermiyor. Anlamadan yapılan okumalar “iyi” sonuç verirken, “anlayarak” yapılan okumalar “iyi” sonuç vermiyor. Çünkü ortada “iyi”ye yönelik bir gidişat yok. Anlamadan okuyanlar kendilerini daha iyi hissediyor. Kur’ân’ı mezarda arapçasından okumak “doğru” değil ama “iyi”. Çünkü iyi sonuç veriyor. En azından kişiye huzur veriyor. Tabi bu yapılan şey “iyi” olsa da hakka ve hakîkate ulaştırmıyor. Zâten “doğru”nun peşine düşmemizin sebebi bu değil miydi?. “Doğru”yu bulup da “iyi”ye ve hakka ulaşmayacak mıydık?. Peki neden ulaşamadık ve ulaşamıyoruz?. En kötüsü de artık böyle bir derdimiz de kalmadı. Kur’ân’ı mezarlıkta arapçasından anlamadan okumayı bırakanlar; evde, işte, vakıfta, dernekte Türkçe’sinden ve anlayarak okuyunca ne yaptılar ki?.

 

Yine meselâ, şimdiki lâik-demokratik imamların arkasında namaz kılmamak “doğru”dur ama “iyi”midir?. Bir bakalım kendimize… Sisteme uymamak için câmiye gitmiyoruz yada resmî bir imamın arkasında namaz kılmıyoruz. Fakat câmiye giderken ve câmide namaz kılarken mi daha “iyi” idik yoksa şimdi mi?.

 

Tabî ki asıl önemlisi “hakk”ın yolunda olmaktır.

 

Önemli olan “doğru”ya ulaştıktan sonra hakka da ulaşabilmektir. Yoksa “doğru” zannedilen şey insanları uçuruma da götürebilir. Çünkü “doğru” olan şey “iyi”ye ulaştırmıyor, hakkı açığa çıkarmıyor, ortaya koymuyor ve hakkı hayâta hâkim kılmıyor. Kılması gerekirken kılmıyor. Çünkü hedefi yitirdik. Bunu “doğru”ya ulaşınca gördük-görüyoruz. Doğru bilgi iyiye ve hakka niye ulaştıramıyor?. Belki de bilginin doğasında vardır bu. Hakka ve hakîkate ulaşmak için sâdece doğru bilgiyle değil, doğru amelle de yürümek gerekiyor. Böyle olmayınca “doğru” ile “yanlış” arasında fark kalmıyor. Sonuçta da “iyi”ye ulaşılamıyor. İyiye ve hakka yönlendirmeyen doğru, ile “iyi”ye ulaştıran yanlış aynı sonucu veriyor.

 

 Doğrunun peşinde gitmek müslümanları hakka, dolayısı ile de huzûra ulaştırmadı. İlkeli, dürüst, temiz örnek insanlar ortaya çıkmadı. Oysa 1.200 yıl boyunca İslâm’ı-Kur’ân’ı anlamadan okuyanlar ve yaşayanlar böyle değildi. Onlar “doğru”yu bilmemelerine ve anlamalarına rağmen “yaşıyorlardı” çünkü. Doğruyu yaşıyorlardı ve iyi oluyordu. Fakat modern müslümanlar doğruyu bilmelerine ve anlamalarına rağmen doğruyu yaşamadıkları için “iyi” olmuyor ve hattâ kötülük artıyor.

 

Öncekiler “iyi”ye ulaşmışlardı ama onlar da hakka ulaşamamışlardı. Çünkü hakka ancak “doğru” ve “iyi” ile birlikte ulaşılabilir. Biz “iyi” iken doğruyu, “doğru” iken “iyi”yi unuttuk. “Doğru” olan ile “iyi” olan birleşince “hak” ve “hakîkat” ortaya çıkar. Bu da düşünce ve amelin birlikte olmasıdır. Bu konu çok önemli, çünkü bu konuda büyük bir yanlış var. İnsanlar “doğru”yu sâdece öğrendiklerinde ve bildiklerinde “iş bitiyor” zannettikleri için hayatlarında lakaytça davranıyorlar. İşin ciddîyeti azalıyor çünkü. Bir şeyi bildikten sonra o şeyi yapmamak ciddiyeti azaltıyor. Sonuçta da ortaya iyilik ve hak çıkmıyor.  

 

Kur’ân’ı Arapça’sından anlamadan okuyup da “hakka ulaşamamak”la, anlayarak okuyup da hakka ulaşamamak arasında fark yok. Zîrâ netîcede İslâm adına iki hâlde de bir şey yapılmıyor. Pratik yoksa “doğru”, “iyi” ve “hak” ortaya çıkmıyor. Doğru bilgi çoğaldıkça hak ve hakîkat gizleniyor sanki, iyilik gizleniyor. Baktığımızda bir değişiklik yok.

 

Sürekli “doğru”dan bahsetmekle doğru olan şey hayatta tezâhür etmiyor ki. “Doğru”yu konuşmaktan ziyâde “doğruyu yapmak” önemlidir. Sanki eskiden anlamadan okumalar yapınca ve doğruyu bilmeyince müslümanlar zulme uğruyordu da şimdi zulümden mi kurtuldular?. Madden yada rûhen yaşanan çöküntülere bakınca bunu söylemek imkânsız. “Doğru”nun peşine düşeli insanlar daha mı mutsuz oldu ne!. Hâlbuki “iyi”nin peşindeyken daha mutlu-huzurluydular. Fakat asıl önemli olan hakka ulaşmaktır ki hak, “doğru”nun ve “iyi”nin birlikteliğidir. Buna ise “bilmek” ve “yapmak”la ulaşılır. İşte o zaman ancak insanlar bilgili-bilinçli ve “haddini bilen” insanlar olarak hem Dünyâ’da hem de âhirette “iyi”liğe kavuşurlar.

 

Lâkin bu işte bir yanlışlık var… Doğru olan çok da “doğru” değil. Bir keresinde hurdacılık yapan bir tanıdığım, Ağustos sıcağında 6-7 kilometre ileriden bir yerden hurda almış, bisikletli arabasına atmış ve sürerek geldi ve yanımdaki gölgede dinlenmeye başladı. Târikatçı bir arkadaş. Dedi ki; “çok sıcak, tâ şurdan-şurdan geliyorum, sıcaktan kafam yandı” dedi. Dedim ki, “bir şapka taksaydın kafana, niye takmıyorsun?”. Dedi ki; “âbiler şapka takmak câiz değil dedi, o yüzden takmıyorum”. Dedim ki; “olur mu öyle şey, yanlış, kendini koruman gerekir”. “Olsun, sorun değil, hem böylece nefsimi terbiye edip dizginliyorum” dedi. Yâni yaptığı “doğru” değildi ama “iyi”ydi, “iyi” sonuç vermişti. Çünkü o sözleri söylerken çok mutlu ve huzurluydu. Ben gölgede isyân ederken o sıcakta şükrediyordu. Bakıyorum da, o kişi şimdi hâlâ mutlu ve huzurlu, ben ise öfke ve isyân içindeyim. İsyânım, doğrusunu bildiğimden dolayı bâtıla ama, bâtıla karşı kendimde bir güç bulamıyorum ki kalkıp da bir şey yapayım. Hâlbuki hurdacı arkadaş o sıcakta şapkasızlığa katlanıyordu “yanlış” olan inancı nedeniyle. O yanlış inanç onu motive ederken, bendeki doğru düşünce ve inanç niçin beni motive etmiyordu?. Ben “doğru”yu bulmuşken ve biliyorken niçin “doğru”nun hatırına bir şeye katlanamıyordum?. Adam “bâtıl” için zorluğa katlanıyor da, ben “doğru” için niye bir zorluğa katlanamıyordum?. Hadi diyelim benim dermânım yok. Fakat “doğru”yu bulmuş ve bilmiş olan müslümanlar “doğru”nun hatırına niye bir şey yapmıyorlar da konjonktürü din ediniyorlar?.

 

“Doğru”yu biliyorum ama işe yaramıyor, “iyi”nin peşinden giderken acaba daha mı “iyi”ydi?. Adam târikatçı, bir-çok hurâfe inancına sâhip, yanlış bir inanışı ve amel-eylemi var ama sonucu “iyi” oluyor. Bâtıl dediğimiz hurâfe içerikli din, hakka ulaştırmasa da “iyi”ye ulaştırıyor. Ben ise “doğru yol”u biliyorum ve “yanlış”tan uzaklaşıyorum ama sonucu “iyi” olmuyor. Çünkü sonuç bâriz bir şekilde ortada. Ee; ne olacak şimdi?. “Doğru”nun peşinden gide-gide uçuruma mı yuvarlanacağız?. O hâlde bâtılın peşinden gide-gide uçuruma yuvarlanmak daha iyi. Zîrâ en azından Dünyâ’da “iyi”ye ulaştırıyor.

 

Doğrunun peşinden gitmek kolay değil. Çünkü “doğru”nun peşinden gitmek sâdece onu “bilmek” demek değil, “doğruyu uygulamak” ve onu hayâta hâkim kılmaktır. Şeytan ve tâğutların her taraftan sımsıkı bir şekilde kuşattığı bir dünyâda kolay mı bu.. Fakat sünnetullah gereği, Allah doğruyu bilip de uygulamayanları cezâlandırır. Bu cezâ ilk başta “bâtılın peşine düşme cezâsı”dır.

 

Evet; bu işte bir yanlışlık var… Çünkü, sonuç ortada. İyi mi oldu sanki. İyi mi olduğu kötü mü olduğu, insanların ahlâkî durumlarına bakarak görülebilir. Benim Kur’ân’dan hiç haberim yokken fakat hurâfe dîni üzereyken bir keresinde basit bir küfür etmiştim. Bunun öyle bir sıkıntısını yaşadım ki, Allah affetsin diye 3 gün oruç tutmuştum. Bunu bana yaptıran neydi ve “doğru” olanı bulduğum bugün niye bir yanlışıma bu kadar yanmıyorum?. Demek ki o zaman Allah’a daha çok güveniyordum ve daha çok korkuyordum. Ee; şimdi ne oldu?. Çünkü ben şahsen hâlimi hiç beğenmiyorum. Geçen gün hiç tanımadığım biri bana dedi ki; “sen çok ön-yargılı bir adamsın”. Düşündüm de, doğru söylüyor. Ön-yargılıyım ve örnek bir müslüman-mü’min olmaktan çok-çok uzağım. İnsanlar benden kaçıyor. Oysa “doğru”yu buldum ve sürekli olarak “doğru”yu konuşuyorum ve yazıyorum. Peki buldum da ne oldu?. “Doğru”yu buldum ama “iyi”yi kaybettim, hakkı kaybettim, birilerinin söylediğine göre yüzümde nûr kalmadı. O hâlde bu işte çok büyük bir yanlışlık olmalı.

 

“Doğru”nun peşinden gidenler ahlâksızlaştı, üstelik “iyi”leri de ahlâksızlaştırıyorlar. “İyi”nin peşinde gidenler de artık “iyi” değil. Hakka ulaşmak düşüncesi çok zayıfladı. Böyle olunca da hak uzaklaştıkça uzaklaşıyor, Bu durumdan kurtulmak lâzım. Bunun yolu herhâlde Kur’ân’a yâni “doğru”ya devâm etmekle fakat ibâdetlere daha fazla ağırlık vermekle olur. Çünkü insanın hâlini “Kur’ân’ı anlayarak okumak” değiştirmiyor, “çok ibâdet yapmak” değiştiriyor. Bunu biliyorum. Belki de daha fazla oruç, daha fazla namaz, Kur’ân’ı arapçasından daha fazla okumak, hattâ tesbihatlar yapmak belki de. Tanıdığım biri vardı. Sürekli tespih çekiyor, ağzı devamlı kıpırdıyor, öyle huzurluydu ki. Fakat bâtıl denen yolun üyesiydi. Ama mutlu ve huzurlu. Dedim “dümeni yerinde gâliba”. Meğerse adamın 20 yaşındaki kızı trafik kazasında ölmüş yenilerde. “Biz Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz; veren de O, alan da O” diyordu.

 

Bakın Kur’ân dersi verenlere, sürekli olarak “Kur’ân’ı anlayarak okuyun” diyenlere. “Sistem”in adamı olmuşlar. Hâlbuki daha önce bu gayri İslâmî sisteme karşıydılar. Hakkı ve hakîkati savunuyorlardı. Şimdi ise bir zamanlar “küfür” dedikleri demokrasiyi savunuyorlar, üstelik Kur’ân’ın apaçık emirlerini ve mesajlarını da değiştiriyorlar aşırı yorum yaparak. Eee, tabi; ne de olsa artık Kur’ân’ı anlayarak okuyorlar ve biliyorlar ya, “doğru”nun peşindeler ya, diğerleri câhil ve müşrik ya. Peki sen nesin?. Hadi söylemeyeyim ne olduğunu..  Kur’ân Kur’ân diye-diye Kur’ân’ın 1.400 yıllık anlamını değiştirip farklılaştırıyorlar. Sisteme uygun hâle getiriyorlar. Sen kimsin be adam!. Bu Kur’ân senin babanın malı mı?. Şunu bil ki, “anlayarak uygulamamak”, “anlamadan uygulamamak”tan daha “doğru” da değil, daha “iyi” de değil. Zîrâ hakka ulaşamamışsın, bâtılın kucağına düşmüşsün demektir.

 

Biz son 200-250 yıldır “doğru” ve “yanlış”a göre bir düşünme sürecine girdik ama iyiliğe ve hakka ulaşamadık, ulaşamıyoruz. Zihniyetimiz değişti, kriterlerimiz değişti. Biz 1.200 yıl boyunca müslümanlar olarak “helâl ve haram”, “günah ve sevap” merkezli bir düşünme ve yapıp-etme yolundaydık. Şimdiyse “yapmamak” için her-şeyi yapıyoruz. “Doğru”yu da yapmamak için kullanıyoruz.

 

Tekrar bâtıla ve hurâfelere dönelim demiyorum tabî ki. Fakat bize şimdiki gibi davranmak ne kazandırdı?, onu sorguluyorum. Şimdi bana sorsanız görüşüm aynı; “bâtıla ve hurâfelere yanaşmak bile tehlikelidir” diyorum. Fakat yanlıştan vazgeçtik de hakka-hakîkate mi ulaştık?. Hayır, ulaşmadık.

 

Tabi hiç-bir somut sonucu olmazsa da bu bir tepkidir. Lâkin hep böyle olmaz. Bir getirisi olması lâzım bu tepkinin, eleştirinin, îtirâzın ve isyânın. Fakat şu-an îtibârıyla bir îtirâzı ve itaatsizliği göstermekten başka görünen bir şey yok. Değişen yine bir şey yok.

 

Belki de an îtibârıyla yapacak başka bir şey yoktur. O hâlde bir de iç-âlemimizde olumlu yada olumsuz bir değişme oluyor mu yâni “doğru”ya yönelince “iyi”ye de yönelmiş olduk mu? ona bakmamız lâzım.

 

Maalesef yönetim aynı bâtıl yönetim, “doğru”nun içinde hakka yönelik bir fark ortaya koyamamışız. Şeytan ve tâğutlar yine bildiğini yapıyor. Böyle olunca da bizim “doğru” istikâmetinde gittiğimiz yol anlamını kaybediyor ve toplumda yankı bulmuyor gibi oluyor. O şekilde hissettiriyor en azından. Bâtıla karşı sözlü-yazılı tepkimizi koymuş oluyoruz, bu da “iyi” bir şey tabi.

 

Sorun şu ki; hedefimiz hak ve hakîkat olmasına ve yanlıştan “doğru”ya ve oradan da “iyi”ye ve hakka gitmemiz gerekirken, yanlıştan dönüyoruz ve doğruya giriyoruz ama orada donup kalıyoruz. Böyle olunca da hak ve hakîkat ortaya çıkmıyor ve hayâta hâkim olmuyor.

 

Şu da var ki, sürekli olarak “aklı kullanmak ve mantıklı düşünmek” insanları ve de müslümanları yoldan çıkardı. Çünkü kâlpler bomboş kaldı. Biz “doğru”nun yolunda giderken kâlbimiz karardı.

 

Önceden “yanlış”tan “iyi”liye doğru giderken şimdi ise “doğru”dan “kötü”ye doğru yol alıyoruz. Sonuçta değişen bir şey olmadı, olmuyor. İyi yönde değişen bir şey olmuyor. Hattâ belki de kişisel anlamda kötü yönde değişen şeyler oldu-oluyor. Çünkü “doğru”yu bulmadan önce daha “iyi”ydik, daha kararlı, daha îmanlı, daha tâvizsiz, daha merhâmetli ve vicdanlı, daha özverili ve daha..daha.

 

O hâlde “yanlış yoldan ‘iyi’ye gitmek”, “doğru yoldan ‘kötü”ye gitmek”ten aslında bir tık daha iyidir. Fakat hedefimiz “iyi” değildir. Hedefimiz “doğru” da değildir. Yada bunlar “ara hedef”tir. Asıl hedef, “doğru”dan “iyi”ye ve oradan da hakka ve hakîkate gitmek ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe ulaşmak olmalıdır. Müslümanlar ve de tüm insanlar moderniteyle birlikte yanlıştan yada “iyi” den ayrılıp “doğru”ya yöneldi ama sonuçta “iyi”ye ve “hakka-hakîkat”e ulaşamadı.

 

Bu bir süreçtir tabî ki. Bu süreç şu şekilde işler: Bâtıldan ve hurâfelerden ayrılıp, “doğru”ya, “iyi”ye ve nihâyet hak ve hakîkate ulaşmak. Şu da bilinmelidir ki, bu hedefe oturulup durulan yerde ulaşılamıyor, ulaşılamaz da..

 

“Hayır!, biz hakkı bâtılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah’a karşı) nitelendire-geldiklerinizden dolayı eyvahlar size” (Enbiyâ 18).

 

Yanlış ile varılan “iyi”lik ile “doğru” ile varılan pasiflik ve kötülük aynı sonucu verdi. Zîrâ hakka ve hakîkate ulaşamadık. İfrattan sonra tefrit yoluna girdik. Hak ve Hakîkat ile bir sentez yapmazsak daha çok acılar çekeriz ve çok bunalımlar yaşarız.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2019

 

 

Devamını Oku »

23 Mayıs 2019 Perşembe

İnfâk ve Zekât


“Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler” (Bakara 3).

“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin” (Bakara 43).

Zekât: “Nisab miktârı (zekât verebilecek kadar) mala yada paraya sâhip olan müslümanın, en az kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve verilen sadaka. Ziyâdeleşme, artma. Temizlik. Tahâret” anlamlarındadır.

İnfâk: “Nafaka verme. Besleme. Geçindirme. Harcayıp tüketme” demektir.

“İfsâd olmamış insan fıtratı”nda, “kendinde olanı elden çıkarmak” duygusu vardır. Bu yüzden dînî duyarlılığı olmayanlar bile kendinde olanı elden çıkarmak yoluna giderler. Yada bunu en azından konuşurlar. Fakat onlar bunu hak yoldan “Allah için” değil de, bâtıl yoldan “gösteriş için” yaparlar. Böylece tüm yaptıkları boşa gider. Zîrâ zekât ve infâk, ancak Allah rızâsı için yapıldığında makbûl olur.

“Zekât zorunlu, infâk ve sadaka ise isteğe bağlıdır” deniyor, fakat bu ancak resmî anlamda böyle olabilir. Yoksa infâk etmek zarûrettir.

İslâm, zekât, infâk, sadaka ve “yardım”dan önce, “adâletli bir paylaşım”ı emreder. Böylece birilerine yapılan yardımı, “sürekli yapılması gereken” bir şey olmaktan çıkarır ve ancak olağan-üstü durumların konusu yapar. Çünkü İslâm toplumunda ve devletinde paylaşım-bölüşüm ve gelir, adâletli bir şekilde yaygınlaşmış olacağından dolayı, İslâm devleti içinde sürekli olarak birileri yardım almak durumunda olmaz. Tabi bu, zekât ve infâkın verilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü “imtihan gereği olarak” Dünyâ genelinde mutlakâ yardıma ihtiyaç duyan birileri olacağından dolayı, toplanan zekât ve infâk gelirleri ihtiyaç olan yerlere kanalize edilir.

Namaz ve zekât-infâk, müslüman olmanın en bâriz göstergesidir. Namaz kılmak bâzen gösteriş olarak yapılabilse de, mallardan sürekli vermek kolay olmayacağı için, samîmi olmayanlar infâkı hakkıyla yapamazlar ve kendilerini belli ederler.  

Zekât Kur’ân boyunca “namaz” ile birlikte gelmiştir. Zımnen şöyle denilmek istenmiştir: “Namazı kılın ve namazın tamamlanması yâni amacının yerine gelmesi için de zekâtı da verin. Arınma ancak o şekilde tamamlanır. Yoksa namaz öyle kuru-kuruya yapılıverecek bir şey değildir”. Namaz zekâtın verilmesi ile ikâme edilmiş olur. Aksi-takdirde “din yalanlanmış” olur. Zâten Mâûn Sûresi de bunu söyler:

“Dîni yalanlayanı gördün mü?. İşte yetimi itip-kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz kılanların vay hâline ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar. Gösteriş yapmaktadırlar ve ‘ufacık bir yardımı (veyâ zekâtı) da’ engellemektedirler” (Mâûn Sûresi).

Müslüman, en iyi ve bâriz şekilde Ramazan ayında belli olur; oruç ve zekât ile. Çünkü din, ferâgattir ve yeme-içmeden belli oranda kesilmek ve mallardan vermek (ki bu mallardan ve canlardan vermek anlamına gelir) her yiğidin kârı değildir.

Zekât “para”dan olur. Zekât verecek kişi, zekâtı alacak olan kişiye nakit olarak belli bir miktar parayı takdim etmelidir. Günümüzde olduğu gibi, marketlerden alınıp paketlenen yada hazır paketleri alıp da birilerine vermek zekât değil, “infâk” yada “sadaka” olabilir.

Yardım-kolileri, standart olarak hazırlanmış yiyecek-içeceklerle sınırlıdır. Hâlbuki kişinin ihtiyâcı çok farklı olabilir. Belki de onun bir ayakkabıya, giyeceğe, kitaba, borcunu karşılayacak paraya vs. ihtiyâcı vardır. Çok farklı nedenlerden dolayı nakit paraya ihtiyâcı olan kişilere “zekât” adı altında yardım kolileri vermek çok absürd olur. Kişiye zekât olarak belli bir miktar “para” verilmelidir. Zekâtı alan kişi o parayı nereye harcarsa harcar. Neye ihtiyâcı varsa onun için kullanır. Zekâtta “dayatma” olmamalıdır. Yardım-kolileri bir “dayatma”dır. Bu kolileri ihtiyaç sâhibi olana getirerek; “mecbursun, bunları yiyip-içeceksin, sen ancak bunları tüketebilirsin, başka bir ihtiyâcın olamaz” der gibi bir durum oluşur çünkü. Sanki doğal bir felâketten çıkılmış da âcil ihtiyaç olarak yiyecek-içecek tedârik eder gibi herkesin yardım kolileri taşıyarak zekât vermeye kalkması doğru değildir.

Yardım yaparken, yardım edilen âilelerin nüfûsu da göz-önüne alınmalıdır. 3 kişilik bir âileye verilenle 5-6 kişilik bir âileye verilen yardım aynı ölçüde olmamalıdır. “Yardım Paketi” olarak hazırlanan paketler, -sanki âile sayıları herkeste aynıymış gibi- standart olarak hazırlanmaktadır. Bu da, yapılan şeyin şekilcilikten ibâret olduğunu göstermektedir.

Zekât “para”dan olur. Yardım kolileri, market ürünleri üretenlerin ve marketlerin ortaklaşa oluşturdukları kapitâlist bir projedir. Böylece marketler; “yeme-içmenin, dolayısı ile de alış-verişin azalacağı Ramazan Ayı”nda düşen gelirlerini bu şekilde önleyip tamamlamak ve hattâ kazançlarını katlayarak arttırma yoluna gitmek isterler. Bu yöntem, yardım-kolileriyle zekâtını vermek isteyenlerin de işine gelmektedir. Zîrâ yardım-kolisi, insanlara “çok” ve “fazla” görünmektedir ve “bir sürü şey verildiği” zannı oluşturmaktadır. Hâlbuki verilen kolilerin toplam fiyatı 50-60 lirayı geçmemektedir. Oysa zekât olarak 50 TL vermek olmaz. Çünkü 50 TL’den zekât olmaz. Bu nedenle zekât en azından, sahabenin “zekât-ı bâhil” yâni “cimrinin zekâtı” dediği “1/40 oranında nakit para olarak” verilmelidir ki isâbetli olsun ve işe yarasın. Evet; infâk her-şeyden, zekât ise ancak paradan olur. Bu nedenle zekât ile infâkı ayırmak önemlidir. 

Namazın sünneti olduğu gibi, zekâtın da sünneti olmalıdır. Tüm ibâdetlerin sünneti olmalıdır. O hâlde mü’min için malının 1/40’ını vermek yetmez ve infâkını-sadakasını da yapmalıdır. Hattâ takvâya göre infâkın oranı, “ihtiyaçtan artan”dır:

“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

Zekât için “vergidir” deniliyor. Zekât vergidir ama bu vergi “Allah vergisi”dir ve “devletin kendi işlerine kullanması için verilecek bir vergi” değildir. Allah vergisi, “insandan devlete” değil, “insandan-insana” verilir. Zenginden fakire verilen bir vergidir zekât. Tabi devlet bir kurum oluşturarak bu vergiye profesyonel bir aracılık yapabilir ve zâten yapmalıdır da. Fakat zekât, devletin bâzı işleri ve düzenlemeleri amacıyla kullanılması için devlete verilen bir vergi değildir. Fakat devlet bunu, ihtiyaç sâhiplerine dağıtmak için kullanacaksa, yâni zekât, “zekât kurumu” tarafından zekât verilecek olanlara ulaştırılıyorsa ve başka bir amaçla kullanılmıyorsa, işte o zaman zekât devlete verilebilir ve verilmesi daha uygun olur. Bu devlet tabî ki de İslâm Devleti olmalıdır. Şu da var ki, eğer zekât bir vergiyse, o hâlde İslâm Devleti kurulmadıkça dînî bir vecîbe olan zekât verilemez.  

En asgarisi %2,5’e tekâbül eden zekâtı tüm herkes İslâm Devleti’ne vermek zorundadır. Gerçi sahabeler bu zekât miktârına “zekât-ı bâhil” yâni “cimrinin zekâtı” derler ve bu oranla yetinmeyip ellerinden gelen ne varsa ilâve ederek verirlerdi. Çünkü namazın sünneti olduğu gibi, zekâtın da sünneti olmalıdır ki bu, “zekâtın şükrü”dür.

İnfâk gece-gündüz ve açık-gizli olarak vs. her şartta olur. Bir zamânı ve mekânı yoktur. Allah böylece infâk edenleri korkularından arındırır:

“Onlar ki, mallarını gece-gündüz; gizli ve açık infâk ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzûn olmayacaklardır” (Bakara 274).

İnfâk “Allah yolunda” olmalıdır ve bu infâk, insanı özellikle âhiret azâbından olmak üzere kişisel ve toplumsal ifsâdlardan korur:

“Allah yolunda infâk edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever” (Bakara 195).

Kur’ân’da infâkın kime yapılacağı da belirtilmiştir:

“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: Hayır olarak infâk edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir” (Bakara 215).

“(Sadakalar) Kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir” (Bakara 273).

İnfâkın ne kadar olacağı da söylenir ve müslümanların en çok tartıştığı konulardan biri de budur. Oysa âyet, tartışmaya açılmaya gerek olmayacak kadar açıktır:

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: ‘Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür’. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

İnfâkın Allah tarafından kabûl olması için, infâk yapıldıktan sonra infâk edilen kişinin başına kakılmaması gerekir. Ancak buna dikkat edildiğinde infâk kabûl edilecek ve karşılığı Allah tarafından verilecek, aksi-hâlde yapılan iyilik geçersiz olacak ve boşa gidecektir:

“Mallarını Allah yolunda infâk edenler, sonra infâk ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzûn olmayacaklardır” (Bakara 262).

“Ey îman edenler!, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infâk eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağanak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiç-bir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet vermez” (Bakara 264). İnfâktan sonra başa kakmak ne kadar çirkin bir davranıştır.

İnfâk, kişinin en sevdiği ve en iyi mallardan yapılmalıdır. Gözden çıkarıp da “birisi çıksa, şunu versem de kurtulsam” anlayışı infâk değildir:

“Ey îman edenler!, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infâk edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır, övülmeye lâyık olandır” (Bakara 267).

“Sevdiğiniz şeylerden infâk edinceye kadar aslâ iyiliğe eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir” (Âl-i İmran 92).

İnfâk, varlıklı olmaktan ziyâde, gönül işidir. Gönlü olmayanlar çok varlıklı olsalar da “küçücük bir yardım=mâûn” bile veremezler. “Var ki veriyor” sözü herkes için geçerli değildir. İnfâk, sâdece bollukta yapılacak olan bir şey değildir. İnfâk zekât gibi değildir, bollukta da darlıkta da olur. Bollukta yapılacağı gibi, darlıkta da yapılır. Böyle mü’minler de vardır ve Allah bu mü’minleri Kur’ân’da şu şekilde tanıtır:

“Onlar, bollukta da, darlıkta da infâk edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever” (Âl-i İmran 134).

Müslümanlar infâk etmedikçe, Dünyâ’yı Allah’ın istediği şekle sokamayacakları gibi, zulüm ve adâletsizlik de ortadan kalkmayacaktır. Zîrâ inkâr edenler kendi bâtıl sistemlerini ayakta tutmak ve hâkim kılmak için çalışıp durmakta ve bu yolda mallarından harcama yapmaktadırlar:

“Gerçek şu ki, inkâr edenler, (insanları) Allah’ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır” (Enfâl 36).

 Görüldüğü gibi kâfirler “Allah yolundan alıkoymak için” infâk ediyorlar, buna karşı müslümanlar Allah için nasıl olur da infâk etmezler?..

İnkârcıların ve münâfıkların infâkları kabûl olmaz. Çünkü gösteriş içindedirler ve samîmi değildirler. İslâm’da samîmi bir şekilde yapılmayan işlerin karşılığı yoktur. Zîrâ samîmice yapılmayan şeyler Allah tarafından kabûl edilmez:

 “İnfâk ettiklerinin kendilerinden kabûlünü engelleyen şey, Allah’ı ve elçisini tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infâk etmeleridir” (Tevbe 54).

Tabi infâk edecek hiç-bir şeyleri olmayanlar sorumlu değildirler. Allah böyle kişilerin, Allah’a ve Resûlüne içtenlikle bağlı olmalarını ve hayra çağırmalarını ister:

“Allah’a ve elçisine karşı ‘içten bağlı kalıp hayra çağıranlar oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infâk etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Tevbe 91).

Allah Kur’ân’ da mü’minlerin özelliklerinden bahsederken infâk edenleri de sayar ve şöyle der:

“Ve onlar, Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infâk ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (Dünyâ’nın güzel) sonucu (âhiret mutluluğu) onlar içindir” (Ra’d 22).

İnfâk, gizli yapılabileceği gibi açıkça da yapılabilir. İnfâkın ertelenmesi tehlikelidir. Zîrâ “hesap günü”nün ne zaman geleceği belli değildir:

“Îman etmiş kullarıma söyle: Alış-verişin ve dostluğun olmadığı o gün gelmezden evvel, dosdoğru namazı kılsınlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infâk etsinler” (İbrâhim 31).

İnsan imtihanın bir gereği olarak cimri bir yaratılışa sâhiptir. Fakat fıtratı ve vicdânı daha baskındır ve bu nedenle de fıtratını ve vicdânını aksi istikâmette baskılamamış olanlar için infâk etmek zor olmaz. Fakat nefsinin güdümüne girmiş olan insan Dünyâ’lara sâhip olsa da, cimriliğinden dolayı infâk etmekten çekinir:

“De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazînelerine mâlik olsaydınız, bu durumda harcama endişesiyle gerçekten (cimrilik edip elinizde) tutardınız. İnsan pek cimridir” (İsrâ 100).

Takvâ sâhibi olmanın yolu da infâk etmekten geçer:

“Fakat kim verir ve korkup-sakınırsa (vetteka) (Leyl 5).

Tabi cimrilik yapmayacağım diye, ellerinde ne var ne yoksa tümden dağıtıp infâk etmek de doğru değildir:

“Onlar, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur” (Furkân 67).

İnfâk, aslında “kendine infâk etmek”tir. Vermek “kendine vermek”tir. İnfak kâlpte başlar, niyette devâm eder, “el”de sonlanır.

İnfâk olmayınca isrâf başlar. İnfâk, nifâkın ve isrâfın panzehiridir. İnfâk edenler ne nifâk çıkarırlar ne de isrâf ederler.

İnfâkın hesâbını yapmak ayıptır. Bu nedenle de mü’minler için 1/40 vermek “ayıp” olur.

İslâm’da harcamak, “Allah yolunda harcamak” iken (infâk), modernizmde harcamak, “isrâf yolunda tüketmek”tir.

Mü’minlerin önderleri olan peygamberlerin başlıca özellikleri içinde zekât da vardır. Tıpkı namaz ve oruç gibi zekât da tüm insanlara emredilmiştir ve peygamberler de bunu dile getirmişler ve insanlara örnek olmuşlardır:

“Ve onları, kendi emrimizle hidâyete yönelten önderler kıldık ve onlara hayrı kapsayan-fiilleri, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize ibâdet edenlerdi” (Enbiyâ 73).

Müşriklerle olan savaş, müşrikler ancak namazı kılıp zekâtı verirlerse sonlandırılır. Allah onları ancak o zaman bağışlayacağını söyler:

“Haram aylar (süre tanınmış dört ay) sıyrılıp-bitince (çıkınca) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekâtı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Tevbe 5).

“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız” (Tevbe 11).

Görünürde müslüman olmalarına rağmen, inkârları ve münâfık oldukları yaptıklarından açıkça belli olan, İslâm’a aykırı davranan, İslâm’ın gereği olan namazdan, zekâttan-infâktan uzak olan ve müslümanlardan yüz çevirip de İslâm düşmanlarıyla iş tutanların mescidleri onarmaları ve îmar etmeleri yasaktır:
 
“Allah’ın mescidlerini, yalnızca Allah’a ve âhiret gününe îman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayanlar onarabilir. İşte, hidâyete erenlerden oldukları umulanlar bunlardır” (Tevbe 18). Âyetin de söylediği gibi, Allah’ın mescidlerini îmar edecek olanların başlıca özelliği, namaz ve zekâttır.

Ticâret ve alış-veriş işinde bir hırs ve hevâ-heves vardır. Bu durum insanları ticârete ve alış-verişe kilitler ve bu-arada namaz ve zekâttan uzaklaştırabilir. Fakat mü’minler bundan istisnâdır:

“(Öyle) Adamlar ki, ne ticâret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten tutkuya kaptırıp alıkoymaz; onlar, kâlplerin ve gözlerin inkılâba uğrayacağı (dehşetten allak-bullak olacağı) günden korkarlar” (Nûr 37). Örnek gösterilen kişiler, ticâretin namaz ve zekâttan alıkoymadığı kişilerdir.

Zekât, âhiret bilinci ve îmânı olanlar için sorun teşkil etmez. Fakat âhiret bilinci ve inancına sâhip olmayanlar için zekât vermek ve infâk etmek çok zordur. Zekât ve infâk böyle kişilere çok ağır gelir. Zîrâ onlar âhirete de gerçekten inananlar değillerdir:

“Ki onlar, zekâtı vermeyenler ve âhireti inkâr edenlerdir” (Fussilet 7).

Modern dünyâ zekât ve infâktan kopunca kitleler hâlinde açlıktan ve susuzluktan ölen insanlar görülür ki, modern zamanlarda bu durum zirve yapmıştır. İnsanları hem sömürüp hem de onlara yardım yapmayarak açlıktan-susuzluktan ölmelerine sebep olmak ağır bir şerefsizliktir.

Modernizm bir “infâksızlık uygarlığı”dır. Bu nedenle namaz kılmak, oruç tutmak, hacca-umreye gitmek, bolca zekât vermek ve infâk yapmak, kurban kesmek, başörtüsü takmak, tesettürlü giyinmek, fâize bulaşmamak, ihtiyaç hârici alış-veriş yapmamak, seküler siyâseti eleştirmek, yâni Kur’ân ve Sünnet merkezli bir hayat yaşamak… İşte bunları yapmak, lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-modernist-konformist-modern dünyâya karşı yapılan bir isyândır.

Kaybettiği malı için; “sadakam olsun” demek sadaka olmaz. Sadaka ve infâk, bilinçli bir şekilde ve gönüllülükle verilen şeyde olur.

Aşırı mal, aşırı mal-sevgisi doğurur. Aşırı mal-sevgisi kâlbi karartır ve zamanla köreltir. Böylece kişi artık her-şeyi “mal-mülk” ile değerlendirmeye başlar. Bundan kurtulmanın tek çâresi infâktır, zekât ve sadakadır.

Unutulmasın ki yapılan her infâk eksiktir. İleride bunun pişmanlığı yaşanacaktır:

“Sizden birinize ölüm gelip de: Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin” (Münâfikun 10).

“..Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).

“Malınızı-mülkünüzü zekât ve infâk ile harcayıp bitirin” demez Kur’ân. Dengeli bir harcamadan bahseder. Fakat bu, ille de 1/40’a denk gelmez. Sahabenin de dediği gibi bu oran, zekât-ı bâhil=cimrinin zekâtıdır:

“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın” (İsrâ 29).

Mustafa İslamoğlu, zekât ve infâk hakkında şunları söyler:

“Zekât, infâktan bir bölümdür. Allah’tan başka hiç kimseden karşılık beklemeden yapılan şeye infâk denir. İnfâkla nifâkın aynı kökten olmasının nedeni, yeterince infâk yapmayınca nifâk doğacağından dolayıdır. Servetin tek elde toplanmasıyla nifâk doğar. Bunu yapana da münâfık denir. İnsanların ilk sınavı infâkla olmuştur, bu infâk sonucu kaybeden Kâbil nifâk çıkarmıştır. İnfâk etmeyenler nifâk çıkarırlar. Mü’mini münâfıktan infâk ayırır. İnfâk ahlâkı yoksa vermek ezmektir. Bir şeylerin artması için bir şeylerden arınmak gerekir. Bu: ‘zekka=zekât’ kelimesiyle ifâde edilir. Sahabeler zekât verdiklerini; “cennetimizi sırtında taşıyan insanlar” diye târif ederlerdi. Yâni biz onları değil, onlar bizi sırtında taşıyor. Zekât, ‘çubuğu budamak’ gibidir. Budayınca çubuk hacimce küçülür ama, iyi meyve verir”. 

İnfâk, berekettir. İnfâk edenler karşılığını hem Dünyâ’da hem âhirette alırlar:

“Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tâne bulunan bir-tek tânenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat-kat arttırır. Allah (ihsânı) bol olandır, bilendir” (Bakara 261).

İnfâk ile tüketmeyenler, isrâf ile tüketirler ve tükenirler. Zîrâ “infâk” etmeyince mecbûren “isrâf” edenler mutlakâ “nifâk” çıkarırlar. Sonuçta o nifâk onları da kuşatır. Üstelik âhirette de derin pişmanlıklar içinde kalırlar.   

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018



















Devamını Oku »

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Vatandaşlık Görevi, Kulluk Görevi

 

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Her-şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her-şeyin üstünde bir vekildir” (En-âm 102).

 

Son 200-250 yıllık bir süredir yaşanan “büyük fitne modernite” ve bundan kaynaklanan sistemler, insanların, ilk insandan bêri sürüp gelen tasavvur, düşünme, söyleme ve amel-eylem şeklini ve tarzını değiştirdi. Bu değişiklik, modern insanın “klâsik olan”a karşı cephe almasına ve 250 yıl öncesi dünyâya karşı bir cehâlet meydana getirdi. Modern insan “klâsik” tâbir edilen zamânı ve dünyâyı üstün-körü bir bilginin dışında bilmiyor. Edindiği üstün-körü bilgi ise zâten modernitenin dayattığı bilgidir ki, bu bilgi klâsik zamanlara düşman olmayı empoze eden bir bilgidir. Bu bilgi bir düşünce ve dil oluşturmuştur ki, dîne ve dînî düşünceye hiç de uygun olmayan bir dildir. Artık modern insan, Allah ile olan bağını kâlp, vicdan ve zihin ile sınırlandırmıştır. Böyle olunca da hayâtın hiç-bir alanında Allah’ın hükmü ve emri görülmemektedir.   

 

İşte bu bilgiyle yoğrulan modern insan, en çok da din ve siyâset konusunda düşüncesini moderniteye uydurmuştur. Bu konularda çeşitli kaynaklardan ve araçlardan kolayca bilgi edinebilmesine rağmen yine de cehâlet ve de düşmanlık sürmektedir. Modern insan -ki buna müslümanların büyük bir kısmı da dâhildir-, modernitenin sunduğu daha doğrusu dayattığı; tasavvur, düşünme, söyleme ve eyleme konularında, hiç-bir şüphe duymadan ve sorgulamadan uygun adım yürümekte ve moderniteye uygun hareket etmektedir. Zîrâ doğala, normâle ve fıtrata uygun olandan kopmuş, nefse uygun olan bu yeni yaşam ve eyleme tarzını benimsemiştir.

 

Modern insan bir “ilerleme” hâlinde yaşadığını zannetmektedir. Bu sözde ilerleme onu, ilerlemenin en uç noktası olan moderniteye ve post-moderniteye kadar getirmiştir. Bu noktaya ilerlemeyle geldiği için, gelinen bu yerin en iyi ve doğru bir yer olduğunu hiç sorgulamadan kabûl etmekte, böyle olunca da mevcut düşünce ve yaşam tarzını da “en iyisi” zannetmektedir. Tabi buna karşı olan aksi bir söz ve eyleme-tarzı duyduğunda da afallayıp kalmakta ve sanki “Allah’ın farzı”ymış gibi inandığı moderniteye olan aykırılığa karşı tavır almaktadır. Çünkü dediğimiz gibi, gelinen noktayı yâni moderniteyi “en iyi yer” zannetmektedir. Oysa  mevcut durum tam bir sapmışlık hâli ve fitne durumudur. Çünkü mevcut düşünce ve yaşama-tarzı, Dünyâ’yı ifsâd edip durmaktadır. Moderniteye meftûn ve râm olmuş olan modern insan ise, cehâletinden-nefsinden ve düşünüp-sorgulamadan kopuk ve mahrûm olduğu ve bu nedenle modernitenin ne menem bir şey olduğunu göremediği için mevcut zamâna göre davranmak zorunda kalıyor.

 

Modernite, modern insanı yönlendirmek ve yönetmek için sürekli olarak çeşitli “manşet sözler” ve cümleler uydurur. İnsanlar da bu cümleleri benimser ve buna göre düşünür, konuşur ve hareket eder. İşte bu cümlelerden biri de, “vatandaşlık görevi”dir. Vatandaşlık görevi bilindiği gibi en çok, demokrasinin eylemi olan “oy kullanma” konusuyla alâkalıdır. Oy kullanmanın İslâm’a aykırılığından bahsedildiğinde; “olur mu canım, o senin vatandaşlık görevin” deyiverirler.

 

Vatandaşlık görevi nedir?. Ne zaman çıkmıştır?. Hem “vatan” denilen şey yada yer nedir?. Vatan dediğin, belli bir sınırla çevrilmiş alan içindeki taş-toprak-deniz-göl-dere-su-yayla-dağ vs. değil midir?. Vatan dediğin yer bunların bulunduğu, Dünyâ’nın belli bir bölgesinde olan bir kara-parçası değil midir?. Vatandaş da, bu kara-parçasında birlikte yaşayanlar değil midir?. Oy kullanmakla vatandaşlık görevinin ne alâkası vardır?. Aynı kara-parçasında yaşayan insanlar birbirleriyle çeşitli dayanışma ve yardımlaşma yapabilirler ve yapmalıdırlar. Buna da “vatandaşlık görevi” denebilir. İnsanların birbirlerine ihtiyaçları olduğu için birbirlerine karşı görevleri vardır ve buna da aynı vatanda yaşadıkları için “vatandaşlık görevi” denilebilir. Fakat “demokrasinin âyini” olan oy kullanmakla vatandaşlık görevinin ne alâkası vardır?.

 

Vatandaş: “Bir yurt ahâlisinden ve tebâsından olan kişi” demektir. Fakat bu kavram, Fransız Devrimi’nden sonra milliyetçiliğin-ulusçuluğun ortaya çıkarılmasıyla birlikte ve herkes kendi kabûl ettiği bölgeleri sûni sınırlarla çizince büyük parçalanmalar başladı ve daha düne kadar “kardeş” (din kardeşi) olanlar düşman oldular. Toplumları düşman etmenin yolu, onları Allah’a kullar olmaktan çıkarıp “vatandaş” yapmaktan geçer. Vatandaşlar, sûni sınırlarla belirlenmiş sınırları olan bir vatanda yaşayanlardır. Buralarda yaşayanların ölçüleri ilâhi ölçüler olmaktan çıkıp, kendi ve diğer vatanlara ve vatandaşlara göre olan ölçüler olur. En hâkim olan vatan, diğer vatanları kendine bağlar. Modern zamanlarda vatandaşlık kulluğun yerine geçmiş ve Allah’a olan kulluk zamanla vatana yapılan ve “vatandaş” diye isimlendirilen kulluğa (ç)evrilmiştir. Artık en iyi ve üstün insan, Allah için değil de vatan için özverili bir şekilde çalışan kişidir. Âdetâ vatan için en sıkı kulluğu kim yapıyorsa, en iyi ve üstün insan olarak o kabûl edilir. Bu kulluk, Allah’a kul olmanın sınırlandırılmış ve hattâ iptâl edilmiş bir şeklidir. Dolayısı ile şirktir.

 

Oy kullanma ile “vatandaşlık görevi” arasındaki ilişki şöyle kurulur.. Moderniteyle birlikte artık “kulluk” değil, “vatandaşlık” vardır. Bu, Allah ile irtibâtı keserek Dünyâ’ya ve vatana tapmanın bir göstergesidir. Böyle olunca da Allah’a karşı görevler (kulluk) yerine “vatana karşı görevler olmalıdır” düşüncesi açığa çıkar. Mesele budur. Artık kulluk Allah’a değil vatana yapılacaktır ama bu “vatana kulluk” şeklinde değil, “vatandaşlık görevi” şeklinde söylenmektedir ki vatandaş rahatsız olmasın. Evet; “vatandaşlık görevi” denilen şey, “Allah yerine vatana kulluk yapmak” sözünün moderniteye uygun cümleleştirilmiş şeklidir.

 

Peki “vatandaşlık görevi” deniyor da, “Allah’a kulluk görevi” ne olacak?. Vatandaşlık görevini din yapanlar ve aslâ aksatmayıp da yerine getirenler, kulluk görevini de hesâba katıyorlar mı?. “İnandım” demekle yetinen modern insan ve müslüman, sıra “Allah’a kulluğa” gelince yâni “kulluk görevi”ni yapmaya gelince “çıt”ı çıkmazken, Allah’a kulluk yerine ikâme edilen “vatandaşlık görevi”ni mutlakâ yerine getirir ve zinhar bunu yapmamayı düşünmez bile. Hattâ “Allah’a kulluk görevi” nedeniyle oy kullanmamayı anlayamaz da şaşırır kalır ve “nasıl oy kullanmazsın, o senin vatandaşlık görevin” deyiverir. “Vatandaşlık görevi” “kulluk görevi”nin önüne geçirildiği için, “vatandaşlık görevi” nedeniyle yapılan oy kullanma denilen şeyin küfre ve şirke yol açacağını düşünemez ve bilemez.  

 

“Kul” denilen “abd” kelimesi; “Kul, köle, Allah’ın kulu, mahlûk, insan, hizmetçi” anlamındadır.

 

Allah’ın istediği kulluk “sâdece Allah’a yapılan kulluk”tur. Kulluk Allah’tan başkasına yapıldığında şirk olur. Allah’a “sınırlı kulluk” da yapılamaz. Sınırlı kulluk, “sâdece Allah’a olan kulluk” olmaktan çıkar ve kulluk paylaştırılır. Meselâ hem Allah’a hem de vatana kulluk (vatan ve vatandaşlık görevi) yapılır ki “şirk” denen şey işte tam da budur. Bir kâlpte iki sevgi olmaz. Hiç-bir şey Allah gibi sevilmemelidir. Allah’tan başkaları ”Allah gibi” sevildiğinde o sevilen şeyle Allah’a şirk koşulmuş olunur. Bu bağlamda; insanların yaşadıkları yer olan vatan bile Allah gibi sevilemez. Zâten böyle bir sevgi olduğunda o kişi Allah’a kul olmaktan çıkar ve “vatana kul” olur. Vatana kulluk “vatandaşlık” olarak isimlendirilmiştir. “Sıkı vatandaş” anlamında bâzıları çocuklarına “Yurdakul” ismini bile vermişlerdir ki câhilcedir. Yurt sevilebilir, korunabilir, vatan için savaşılabilir fakat ona kul olunamaz. Bir vatanda yaşayan tüm vatandaşların, birbirlerine ve çevrelerine karşı görevleri vardır fakat Allah’ın hükümleri yerine beşerin hükümlerinin din yapıldığı demokrasi ve onun eylem-şekli olan oy kullanma ameliyesi için “vatandaşlık görevi” tanımlaması şirktir. Zîrâ “vatandaşlık görevi”, Allah’a kulluğun yâni “kulluk görevi”nin önüne geçirilmektedir. Kulluk görevi, “Allah’tan başkalarının hüküm koyma yetkisi yoktur” derken, vatandaşlık görevi, beşerin hüküm koyuculuğunun yâni şirkin onayıdır. Vatandaşlık görevini yapanlar küfre ve şirke düşmekte, beşerin ilahlaşmasını oylayarak onaylamaktadırlar.

 

Kulluk görevi, oy kullanmayarak; fâizi, zinâyı, içkiyi, kumarı, yalanı, iftirâyı inkârı gerektirirken, “vatandaşlık görevi” ise tüm bunların serbest bırakılmasının oylanarak onaylanması demektir. Allah’ın yasakladıkları ve “haram”, “yasak” ve “pis” dedikleri, “vatandaşlık görevi” yerine getirilerek yasal, meşrû ve temiz hâle getirilmektedir. Dolayısıyla, oy kullanma bağlamında söylenen “vatandaşlık görevi”, Allah’a karşı yapılan bir küstahlıktır.

 

Oy kullanmak İslâm’a aykırı bir durumdur. Zîrâ İslâm’a göre “tek hüküm koyucu” olan Allah’tır ve kânunlar-kurallar O’nun Kitabı’na göre olmalıdır. Kur’ân anayasa olmalı, uygulamalar ise Peygamber’in “güzel örnekliği” (Ahzâb 21) olan sünneti göz-önüne alınarak yapılmalı, bâzı küçük ve geçici kurallar da yine vahye aykırı olmayacak şekilde ve vahye uygun olarak yapılmalıdır. Zâten tüm kâinât muhteşem düzenini Allah’a göre hareket etmeye borçludur. Dünyâ’da insanlar Allah’ın kânunlarını uygulamadıkları ve O’nun emrine göre yaşamadığı için kaos çıkmakta, adâletsizlik artmakta ve insanlar mutsuz olmaktadırlar. O hâlde insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, siyâsi ve ekonomik alanlar, “Allah’ın belirlediği”ne göre düzenlenmelidir. Demokrasi ise tam tersine, Allah’ın kânunlarını iptâl edip, beşerin keyfine göre ve nefse uygun olarak çıkardığı kânun ve kurallarla hayâtı belirlemek ister. Oy kullanmak da demokrasinin yâni demokrasiyi ortaya çıkaranların iktidarlarını sürdürmek ve güçlendirmek için ortaya çıkardıkları bir şirk ve küfür, dolayısıyla da zulüm sistemidir.

 

Vatandaşlık, kulluğun yerine ikâme edilmiştir. Allah’a kulluğun gereklerini yerine getirmeyi umursamayanlar, sıra vatandaşlığın gereğini yâni oy kullanmayı yerine getirmeye geldiğinde, sanki çok da matah ve ulvî bir görevi yerine getiriyormuş gibi bir hava içine girerler. “Müslümanım” demesine rağmen; namaz kılmaz, oruç tutmaz, zekâtı zâten vermez, durumu müsâit olmasına rağmen hacca gitmez, Kur’ân’ı okumaz, Peygamber’i tanımaz ve Allah’ın emrettiği hemen-hemen hiç-bir şeyi yapmaz ama, “vatandaşım” dediği için, oy kullanmayı zinhar ihmâl etmez ve hattâ onu büyük bir ibâdet aşkıyla yerine getirir. Bir de oy verdiği parti-kişi kazanmışsa, sanki cenneti kazanmışçasına sevinir.  

 

Allah’ın örnek müslüman ve kul tanımı, “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” diyen insan iken; demokrasinin istediği örnek insan ve kul (vatandaş) tanımı: “Ben sâdece demokrasiye uyarım ve kânunları Allah’ın değil de beşerin yâni bir-takım insanların yapması için oy kullanırım, bunu da ‘vatandaşlık görevi’ olarak bilirim” diyen insandır.

 

Diyorlar ki “oy kullanmayanlar ikinci sınıf vatandaştır”. Bu söz liberâl-demokrasiye göre doğrudur. Evet; oy kullanmayanlar ikinci sınıf vatandaştır. Fakat oy kullananlar da “üçüncü sınıf kuldur”lar.

 

İslâmî açıdan “vatandaşlık görevi”ni yerine getirmek, “kulluk görevini inkâr etmek” demek olur. Zîrâ vatandaşlık görevinden dolayı oy kullanmak, “ben Allah’ın değil, benim seçtiğim kişilerin kânun koyucu olmalarını istiyorum” demektir ki bu durum vatandaşlık görevi uğruna “kulluğu inkâr etmek” demektir.

 

“Kulluk görevi”nin yerine “vatandaşlık görevi”ni ortaya koymak şirk, küfür ve dolayısı ile de zulümdür. Allah bunu aslâ kabul etmez ve zâten peygamberler de, Allah’a kulluğun yerine başkasına yada başka bir şeye yapılan kulluğu iptâl etmek için gönderilmişlerdi. Bir müslümanın, “kulluk görevi” yerine “vatandaşlık görevi” gibi başka kulluk görevlerini ortaya koyması söz-konusu olamaz:

 

“Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitab’ı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kulluk edin’ deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, ‘öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitab’a göre Rabbaniler olunuz’ (deme görevindedir)” (Âl-i İmran 79).

 

Vatandaşlık görevi yüceltilirken kulluk görevi unutulup gitmektedir. Hattâ modern insan bunu “aşağı” bir şey olarak görmektedir. Oysa insanların en üstünü olan peygamberler ve melekler bile kulluktan kaçınmazlar:

 

“Mesih ve yakınlaştırılmış (yüksek derece sâhibi) melekler, Allah’a kul olmaktan kesinlikle kaçınmazlar. Kim O’na ibâdet etmekten kaçınırsa ve büyüklenirse (bilmeli ki,) onların tümünü huzûrunda toplayacaktır” (Nîsâ 172).

 

“Göklerde ve yerde olan (herkesin ve her-şeyin) tümü Rahmân (olan Allah)a, yalnızca ‘kul’ olarak gelecektir” (Meryem 93).

 

İnsanlar ikiye ayrılır; 1-Sâdece Allah’a teslîmiyet göstererek “kul” olanlar; 2-Vatana ve beşerî ideolojilere teslîmiyet göstererek “vatandaş” olanlar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2019

 

 

Devamını Oku »