“Rabbinin sözü, doğruluk
bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun sözlerini
değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 115).
İnsanlık târihinin en büyük
fitnesi olan modernizmin ağır kuşatması ve baskından dolayı modern olamayanlar
modern olmak için başta dinden olmak üzere her-şeyden sonsuz tâvizler verirken,
modern olmak istemeyenler ve modernizme karşı olanlar ise ellerinden geldiğince
direniş göstermektedirler. İşte yeterli dik duruşa sâhip ol(a)mayan ve
modernizmin ağır kuşatması ve baskısı karşısında eziklik duyan ve komplekslere
kapılan, en nihâyetinde de modernizme râm ve meftûn olmaktan başka çâre
bulamayan târihselciler, dinden tâviz vermeyi şiar edinmişler ve bu bağlamda da
Kur’ân’ı yâni İslâm’ı târihe hapsetmek istemektedirler.
Kur’ân’ı ilk önce indiği
târihi ortamında idrâk etmek yâni Kur’ân’ı ilk önce Hicaz-merkezli okuyup idrâk
önemlidir. Fakat bunu Kur’ân’ın bir-çok âyetini târihselleştirmek için yapmak
kişiyi kâfir yapar ve dinden çıkarır. Çünkü Allah’ın hitâbının
belli bir zamanda, belli bir mekânda ve belli bir toplum üzerinden inmiş
olması, onun “tüm Dünyâ, tüm zamanlar ve tüm mekânlar için inmiş” olduğu
gerçeğini değiştirmez. Fakat târihselciler bunu kabûl etmez ve Kur’ân’ın sâdece
Araplara gelen bir Kitap olduğunu söylerler. Meselâ İlhami Güler şöyle der:
“Kur’ân’ın
kendisi, hitâbının târihsel oluşunu net olarak ortaya koyar. Örneğin: 6. En-âm
Sûresi’nin 92. âyeti şöyle der: ‘Bu indirdiğimiz, kendinden öncekileri
doğrulayan, kentlerin anası (Mekke) ve çevresindekileri uyaran mübârek bir Kitap’tır’.
Ayette geçen ‘kentlerin anası (Mekke) ve çevresindekiler’ tâbiri ile yatay
anlamda yeryüzünün bütünü değil, Arap yarım-adasının kastedildiği açıktır. Yine
36. Yâsîn Sûresi’nin 5. ve 6. âyetleri aynı mâhiyette şöyledir: ‘Bu, babaları uyarılmadığından
dolayı gâfil kalmış bir milleti uyarmak için güçlü ve merhâmetli olan Allah’ın
indirdiği Kur’ân’dır’. Burada da ‘babaları uyarılmamış millet’ ile Arapların
kastedildiği gâyet açıktır”.
Peki
o halde Peygamberimiz niçin Îran, Yemen, Bizans, Mısır, Habeşistan vs. yâni
Dünyâ’nın her yerine tebliğ ve dâvet mektupları gönderdi?. Sâdece Arap yarım-adası
içine hitâp etmeli değil miydi?. Oysa Kur’ân her yerde “ey îman edenler!” ve
“ey insanlar!” şeklinde yapar hitâbını. Îman edenler sâdece Araplar mıdır? ve “insan”
olanlar sâdece onlar mıdır?. Zâten Kur’ân kıssaları da çeşitli kavimlerin
yaşamlarından bahseder.
Peygamberimiz;
“bu söylediklerimi Araplardan başka hiç kimse bilmesin, bu din sâdece sizin içindir
ve ben de zâten sâdece siz gönderilmiş bir elçiyim” gibi bir şey mi demiştir?.
Böyle bir söz yada bunu îmâ eden bir söz ve hareket duyulmuş mudur ki?. Bu
belki Yahudilikte olabilir ama o bile sonradan yapılan bir düzenlemedir. Kur’ân’ın
hiç-bir yerinde, “ey Araplar!” diye bir hitap yoktur. Sürekli olarak “ey insanlar!”
denir ki bu elbette tüm insanlara yapılan
bir sesleniştir. Hitâbın târihin belli bir döneminde yapılmış olması mesajın
hükmünü ve evrenselliğini önlemez ki. Bir dînin, düşüncenin ve ideolojinin ilk
olarak ortaya çıkacağı bir mekânın, zamânın ve o ilk toplumun olması
kaçınılmazdır. Başka türlü nasıl olacaktı ki?. Melekler tüm insanların göreceği
şekilde göklere mi yazacaktı âyetleri?. Allah sâdece bir kavme ve topluluğa
gönderdiği dîni ve vahyi, o kavme has ifâdelerle belirtiyor ama aslında onlar
üzerinden tüm insanlara öğüt veriyor. Zâten Kur’ân son vahiy ve Peygamber son
elçidir. Bu, mesajın tüm insanlığı kapsadığının delîlidir. Şu âyetler de Peygamberimiz’in
tüm insanlığa gönderildiğinin delîlidir:
“Biz seni âlemler
için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).
“Biz seni ancak bütün
insanlara (kâffeten) bir müjde
verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar” (Sebe’
28).
“Kim İslâm’dan başka bir
din ararsa aslâ ondan kabûl edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır” (Âl-i İmran 85).
“De ki: Ey insanlar!; ben
Allah’ın hepinize (cemîan)
gönderdiği bir elçisi (peygamberi)yim. Göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur.
O’ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmi
peygamber olan elçisine îman edin. O da Allah’a ve O’nun sözlerine
inanmaktadır. Ona îman edin ki hidâyete ermiş olursunuz” (A’raf 158).
“Âlemlere uyarıcı olsun
diye, kuluna Furkân’ı indiren (Allah) ne yücedir” (Furkân 1).
Kıssalarda
hayat hikâyeleri anlatılan peygamberlerin örnekliklerinin tâkip edilmesi de
vardır. Hz. İbrâhim’in örnekliği böyledir meselâ. Kur’ân, Peygamberimiz’den
2.500 yıl önce yaşamış olan bir peygamberin yâni Hz. İbrâhim’in örnek alınabileceğini
söylüyorsa (Mümtehîne 4), o hâlde bize de 1.400 yıl önce yaşamış olan bir Peygamber’in
örnek alınmasını söyleyebilir ve Ahzâb 21. âyetle söylemiştir de zâten. 4.000
yıl önce yaşayan bir peygamber’in şeriatı ve sünneti geçerliyse, 1.400 yıl önce
yaşayan Peygamber’in şeriatı ve Sünnet’i de geçerlidir.
“İbrâhim ve onunla
birlikte olanlarda sizin için ‘güzel bir örnek’ vardır. Hani kendi kavimlerine
demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten
uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir
olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş-göstermiştir’… Ey
Rabbimiz!; biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır” (Mümtehîne 4).
Görüldüğü
gibi Kur’ân, Peygambemiz’den binlerce yıl önce yaşamış olan bir peygamberin
sâdece îman, ahlâk ve ibâdetlerini takip etmeyi değil, şirke ve müşriklere
karşı duruşlarını, şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa karşı mücâdele
örnekliğinin de tâkip edilmesini emreder. O hâlde Kur’ân’ın târihsellikle ilgili
bir sorunu yoktur.
Şu
da var ki, Peygamberimiz savaşmak için Tebük’e gitmişti. Tebük Medîne’den 700
km. uzaklıktadır. Peygamberimiz’in bu kadar uzakta bir yere savaşmak için
gitmesi “yerel peygamberlik”e aykırıdır. O hâlde Peygamberimiz’in ve indirilen
vahyin sâdece Araplara gönderilmiş olmasını söylemenin bir anlamı yoktur. Çünkü
Peygamberimiz, “bana ne Tebük’ten, ben kendi mıntıkama bakarım” dememiştir.
İnsanın
değişmeyen yada çok da farklılaşmayan bir doğası vardır. Bu doğa tüm zamanlarda
ve mekânlarda aynı yada benzerdir. O hâlde bir zaman önce yaşanmış hayatlar ile
bir zaman sonra yaşanmış hayatlar birbirlerine benzeyecektir. Bu nedenle
sorular ve sorunlar da benzer olacaktır. Yüzdeyüz farklı sorular ve sorunlar
çıkmayacaktır. İnsanın başına
gelebilecek olaylar sonsuz çeşitlilikte değildir ki!. Târih her zaman aynı yada
benzer şekilde tekerrür eder. Çünkü doğa da bir zorunluluğa tâbidir. Yağmur yağar,
bitkiler çıkar vs. Kevnî âyetler değişmez, o yüzden kevnî şeriat da değişmez. O
hâlde doğal durumda insanların genel yaşam şekillerinde de pek bir değişiklik
olmaz. Belki çok az bir farklılık olabilir ama bu farklılaşma aşırılaştığında
insana zarar verecek sonuçlar açığa çıkar.
Kur’ân da, yâni kavlî âyetler de böyledir, değişmez.
O yüzden şeriatta da fazla değişiklik olmaz. Toplumda da -sünnetullah değişmeyeceği
için- sanıldığı gibi öyle çok fazla bir değişim olmaz. Eğer oluyorsa bu
hak-merkezli bir değişim değildir ve bâtıl-merkezli bir değişim ortaya çıkmış
demektir. Bâtılın ortaya çıkardığı a-normal bir yaşam-şekli içeren modernizm;
şeytanın, nefsin ve tâğutların birlikte ortaya çıkardıkları bir sapkınlıktan
başkası değildir. O hâlde yapılması gereken şey “modernizme uygun bir şeriat
çıkarmak” değil, modernizmi bir-an önce ortadan kaldırmak yada epey bir ıslah
etmek gerekmektedir. Bu ıslah elbette Kur’ân ve Sünnet-merkezli yapılacaktır. Bu
ıslahta ancak vahiy-merkezli küçük güncellemeler olabilir. İçtihad budur. Güncellenmiş
şeriat, tümevarım yöntemiyle değil, tümdengelim yöntemiyle olmak zorundadır.
Zîrâ târih boyunca Allah’a dayanan hiç-bir şeriat tümevarım yöntemiyle olmamıştır.
İslâm’ın hiç-bir sâbitesi yokmuş gibi davranılamaz. İslâm’ın
sâbiteleri Kur’ân’ın bütünlüğü içinde vahyin tamâmıdır. Çünkü İslâm’da Kur’ân’ın
zamâna ve mekâna uyması değil, tam-tersine, zamânın ve mekânın Kur’ân’a uyması
esastır. Uymayan yönler değiştirilir, uyan yönler ıslah edilir. Değişimin
koordinatlarını zaman ve mekân değil, vahiy belirler. Çünkü vahiy bu nedenle
indirilmiştir. O hâlde yapılacak olan şey, zamâna ve mekâna göre İslâm’ın
hükümlerinin değiştirilmesi değil, zamânın ve mekânın İslâm hükümlerine ve
şeriata göre değiştirilmesi, ıslah edilmesidir. Çünkü insanlık târihi boyunca
böyle olmuştur. İslâm’ın amacı ve hedefi budur.
“Şüphesiz bu, önceki sâhifelerde de vardır;
İbrâhim’in ve Mûsâ’nın sâhifelerinde”
(Âlâ 18-19).
Küfür ve kâfirler tek bir millet olduğu gibi, tevhid
ve mü’minler de tek bir millettir. O hâlde mü’minlerin tavırları aynı
olacağı gibi, kâfirlerin tavırları da aynı olacaktır. Bu nedenle, ortaya çıkan
sorular ve sorunlar modernizmde olduğu gibi gerçek sorunlar olmayıp da
sapkınlıktan kaynaklanan sorunlarsa, bu sapkınlıklar tüm zamanlarda yapıldığı
gibi hakkın hâkim olması ve bâtılın def edilip gitmesiyle çözülecektir.
Târihselcilik
çok gereksiz ve kıymetsiz bir düşünce ve akımdır. Yapılan şey işgüzarlıktan
başkası değildir. Bu işgüzarlığın nedeni batı ve modernizmin karşısında duymuş
oldukları eziklik duygusu ve kompleksten başkası değildir. Çünkü modernizmin
kuşatması ve psikolojik-sosyâl baskısı çok ağır. Târihselciler yeterli dik duruşu
göster(e)medikleri için gevşemişlerdir ve bu gevşeklik modernizm lehine tâvizler
vermelerine neden olmaktadır.
Târihselciler vahyin belli
bir zamâna ve mekâna has olduğunu ve de vahyin o özel zaman ve mekânın soruları
ve sorunlarına cevap üretmiş ve bâzı ahlâkî ilkeler getirmiş olduğunu
söylerler. “Ahlâkî ilkeler evrenseldir ama diğerleri târihseldir ve sâdece
kendi zamânını ilgilendirir, böyle olunca, ahlâkî yeterliliğe sâhip olanların da
kendi zamanlarına ve mekânları için yeni hükümler koyması mümkündür” derler.
Onlara göre 1.400 yıl önceki sorulara ve sorunlara verilen cevâbı bu güne
taşımanın hiç-bir anlamı yoktur. İyi de, o zaman 1.400 yıl önceye yâni vahyin
indiği zamâna gittiğimizde, yüzlerce ve binlerce yıl öncesinde yaşamış olan ve
kıssalarda hayat hikâyeleri anlatılan önceki peygamberlerin örnekliklerinin 1.400
yıl önce inen Kur’ân’a alınması da bir sorun olmalıdır. Çünkü onlar da
târihseldir. Bu yüzden meselâ Hz. Ömer, çok eskilerde kalmış, eski zamanlarda
yaşamış olanların târihsel sorularına ve sorunlarına o zaman verilen cevapların,
Peygamberimiz’in yaşadığı zamâna taşınmasına îtirâz etmeliydi ve sahabe de bu âyetleri
târihsel olarak görmeliydi. Böyle olmuş mudur?. Tabî ki de hayır ve hâşâ!.
Çünkü târihselcilik, modernizm ile ve onun psikolojik, ekonomik, siyâsî ve
askerî dayatmasının sonucunda eziklik ve kompleks yaşayanların zırvalıklarıdır.
Peygamberimiz ve diğer mü’minlerin böyle bir eziklik duygusu ve aşağılık kompleksi
olmadığı için, önceki peygamberlerin hayatlarını ve soru(n)lara kendi çağlarında
verdikleri cevapların kıssalarda anlatılmasını ve bunları “örnek” almayı sorun
olarak görmemişlerdir.
Bu
eziklik duygusu ve aşağılık kompleksi, târihselcilerin efendisi Fazlurrahman’a
şunları söyletmiştir ki târihselciliğin ana felsefesi de budur:
“İlâhî
emir, yedinci yüzyıl Arabistan’ının çevresel durumu ile ebedî Kelam arasındaki
ilişkidir. Çevresel durumun değişmeye mâruz kaldığı besbellidir. Bâzen Hz. Peygamber’in meşhûr ashâbı tarafından
şiddetle karşı konulmasına rağmen Ömer İbnu’l-Hattab’ın, Kur’ân’daki bâzı
içtimâi kânunlarda köklü değişiklikler yaptığını biliyoruz. Bu durumda görüyoruz
ki Kur’ân’ın inişi ve İslâm toplumunun oluşumu târihî bir ortamda ve
sosyo-kültürel bir gelişim karşısında cereyan etmiştir. Kur’ân, bu duruma bir
cevaptır ve çoğunlukla somut târihi olaylar içerisinde karşılaşılan belli sorunlara
cevap teşkil eden ahlâkî, dînî ve toplumsal açıklamaları içermektedir.
Günümüzdeki
şartlar, sosyâl-yapı îtibâriyle önemli bâzı açılardan Hz. Peygamber’in zamânındaki
duruma hiç-bir sûretle benzememektedir. Mesele sâdece aradan on dört asırlık
bir sürenin geçmiş olması değildir. Çünkü artık sosyâl-yapı değişmiş bulunmakta
ve değişmeye devâm etmektedir. Hz. Peygamber zamânında toplumun yapısı kabîlecilik
anlayışına dayanıyordu, günümüzde ise sanâyileşmenin têsiri altında sâdece
kabîleciliğe dayanan yapı değil, aynı-zamanda ortaçağın feodâl yapısı da
yıkılmış bulunmaktadır.
Kur’ân’daki
fiîli yasama, o asırda mevcut olan toplumu baş-vurulacak bir örnek olarak
kısmen kabûl etmek zorunda kalmıştır. Bu açıkça demektir ki, Kur’ân’daki fiîli
yasamanın bizzat Kur’ân tarafından lafzî anlamda ezelî olduğu kastedilmiş olamaz”.
İlhami
Güler de: “Vahiy, toplumsal yönüyle oluştuğu târihin fıkhıdır. Bize düşen bu
fıkhı aynıyla günümüz davranışlarına taşımak değil, kendi davranışımızın
fıkhını oluşturmaktır” diyor. Yâni davranışlarımızı dönüştürmemiz gerekir, yeni
bir din oluşturmamız gerekir diyor. Peki bu din neye dayanacak?. Diyecek ki
ahlâka. Peki ahlâkı ne ve kim belirleyecek, modernizm mi?. Unutulmasın ki din
ve şeriat-fıkıh belirleyecek olan “peygamber” olmuş olacaktır. Tüm uzmanlar
peygamberlik yapacaktır. Böylece vahyin îtibârı azalacaktır. Herkes peygamber
olunca herkesin sözü vahiy hâline gelecektir. Fakat bu soru olarak
görülmeyecektir. Çünkü ne de olsa insan aklı artık en yetkin durumuna gelmiştir
ve istediği gibi din ve şeriat belirleyebilir. Bu düşüncenin dayanağı şeytan,
nefs ve tâğutlardan başkası değildir elbette. Çünkü İslâm Dîni ne yenilenebilir
ne de güncellenebilir. Şeriat ise, Vahiy-Sünnet merkezli olmak şartıyla güncellenebilir
fakat tümden ve konjonktüre uygun olarak yenilenemez. Zîrâ bambaşka bir şeriat
İslâmî olmaz.
Modernizme
ve çağdaşlığa uygun olmak iyi midir yada ne kadar iyidir?. “Evet iyidir”
diyenler, moderniteyi kusursuz bir akım ve zihniyet olarak baştan kabûl ediyorlar,
sonra da her-şeyi bu ön-kabûle göre yorumluyorlar ve uyduruyorlar.
Peki
bir şeyin “târihsel” kabûl edilmesi için üzerinden ne kadar zaman geçmiş olması
gerekir?. Meselâ Atatürk’ün ilke ve inkılapları da artık târihsel olmalı mıdır?.
Çünkü Atatürk ilke ve inkılaplarının ortaya konduğu zamanlar demokrasinin
doğru-dürüst uygulanmadığı ve tüm Dünyâ’da diktatörlüğün hâkim olduğu zamanlardı.
Şimdi ise böyle şeyler yok. O hâlde “ilke ve inkılaplar da târihsel oldu,
aklımız gelişti ve şartlar da değişti. Artık yeni temel ilkeler ve
kânun-kurallar yapmalıyız” diyebilir miyiz?.
Târihselciler
Kur’ân âyetlerinin sâdece mânâlarının ve anlamlarının değil, maksatlarının da
olduğunu söylerler. Hattâ onlara göre önemli olan maksatlardır. Elbette Kur’ân’ın
maksatları da vardır. Fakat bu maksatlar Kur’ân’ın lafızlarına aykırı olabilir
mi?. Kur’ân apaçık bir şey söylerken, “maksadı ortaya koyuyorum” diyerek
Kur’ân’ın lafzına aykırı bir şey söylenebilir ve bu söylem savunulabilir mi?.
Eğer savunuluyorsa, bu savunmanın dayanağı ne olacaktır?. Elbette mevcut zaman
ve modernizm. Çünkü târihselcilik ve bu bağlamda modernizm, mevcut zamânı
putlaştırmaktadır. Mevcut zamânı baz almak vahyi nesneleştirir ve zamânın
nesnesi yapar. Hâlbuki Kur’ân tüm zamanları ve mekânların öznesi olmak için
indirilmiştir.
Her
öğreti bir toplum ve ilk kurucu nesil üzerinden temsil edilir ve yaygınlaştırılır.
Bu, vahiy için de, beşerî felsefe, öğreti ve ideolojiler için de aynıdır. Şimdi
“demokrasi Yunan’a hastır, çünkü onlar bunu yaymak için uğraşmamışlardır”
diyerek niçin demokrasiyi inkâr etmiyor ve onu baş-tâcı ediyorsunuz?. Bir şey
niçin Allah ile bağlantılı olunca sınırlandırılmaya ve değiştirilmeye
kalkışıyor da beşerî olunca ona tam uyulması gerekiyor?. Allah’ın sözünü
sınırlandırdığınızda, değiştirilmesi gerektiğini söylediğinizde ve bunu yazıp-konuştuğunuzda
bu kadar rahat olmanız, bir yaptırım ile karşılaşmayacağınızdan emin olduğunuz
için olabilir mi?.
Târihselciler
sürekli olarak değişimden bahsediyor. Fakat ne peygamberlere inen tahrif
edilmemiş vahiyler ne de şeriatlar, birbirine aykırı düşecek şekilde değildir.
Çünkü târih boyunca farklı toplumların davranışları ve tutumları çok farklı olmamıştır.
Önceki peygamberlerin şeriatları da insanların kısır akıllarına ve keyiflerine
göre değil, gönderilen yeni peygamber ve indirilen yeni vahye göre olmuştur.
Târih boyunca hep böyle olmuştur. Bâriz farklılaşma ise modernizm ile başlamıştır.
Târihselcilik de zâten modernizme bakarak yeni bir arayışa girmektir. Fakat
“son Peygamber” ve “son Vahiy” gelmiş ve son bulmuştur. O hâlde yapılacak
şeriat güncellemelerinin, son Vahye ve son Peygamber’e (Sünnet’e) uygun olması
zorunludur. Çünkü son Vahiy ve son Peygamber ile birlikte din olgunlaşıp kemâle
ermiş ve de tamamlanmıştır. Bu olgunluk ve kemâl ât tüm zamanlar ve mekânlar için
yeterli hüküm kaynağı ve tâkip edilecek yegâne örnekliği ortaya koymuştur. Bu
nedenle akıl yürütmeyle yapılacak olan değişimler, ancak İslâm’dan farklı
“başka bir din ve şeriat” olabilir. İşte karmaşa da o zaman başlar.
“Zaman
değişti” gerekçesiyle insanlar yeni hükümler koyduklarında ve yeni şeriatlar
belirlediklerinde ve de bunlar Kur’ân’ın apaçık hükümleriyle çeliştiğinde ne
olacak?. Târihselcilere göre eski hükümler iptâl edilecektir ve Kur’ân teberruken
okunmaya devâm edilecektir. İyi de siz Dîn’i iptâl etmiş oluyorsunuz. Çünkü
dînin iptâl edilmesi böyle olur. O hâlde târihselciler, “dîn
değiştirile-değiştirile iptâl edilebilir” demektedirler. Hattâ evrensel olarak
gördükleri îman, ahlâk ve ibâdet konuları bile zamanla yenilebilir. Çünkü modernizm
yeni bir îman, ahlâk (etik) ve ibâdet tanımı ve uygulaması getirebilir. Böylece
bunlar da değişmeye açık hâle gelir ve bunları da modernizme yâni yeni olana
göre değiştirmek icâb eder.
İslâm’ı
îman, ahlâk ve ibâdete indirgemek, İslâm’a girmenin ve müslüman olmanın bir ayrıcalığının
olmadığını söylemek anlamına gelir. İnanç ve ahlâk için müslüman olmaya gerek
yok çünkü. Oysa İslâm, hayâtın her alanına sözü olan ve hayâtın her alanına tüm
zamanlarda ve mekânlarda hâkim olmayı emreden bir din’dir. Fakat modernizme tapan
târihselcilerin bu hakîkati dillendirebilecek ve omuzlayabilecek dirâyetleri
yoktur. O yüzden de İslâm’ı indirgemekten başkasını yapamıyorlar. “Dîni yalnız
Allah’a has kılma’nın ne demek olduğunu bilmeyen yada bildiği hâlde inkâr
ederek İslâm’ı indirgeyen târihselcilerden İlhami Güler, bu indirgemeyi şöyle
yapar:
“Kur’ân’da söz-konusu edilen (3/19,
5/3) ‘İslâm’ teknik terim olarak Hz. Muhammed’e vahyedilen gövdeye değil;
itaat, ibâdet, boyun eğme, giderek de bir inançlar ve ahlâkî değerler sistemine
ve ondan doğan yükümlülüklere tekâbül eder. Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor;
din değişmeyen, inanç, ibâdet, itaat ve ahlâkî değerler sistemi ve bunların
bütünüdür. Yâni namaz kılmanın, zekat vermenin bizzat kendisi; âdil olma,
iyilik yapma, günah olan ahlâksız eylemlerden çekinmedir. Yoksa bunların farz
kılınması veyâ vahiyle aktüelleştikleri târihsel-toplumsal ilişkilerin şeklinin
tâyin edilmesi değildir. Bu anlamda ‘din’ sâbittir, evrenseldir ve değişmez. Yâni
mutlaktır. Ama vahiy yâni bu evrensel gerçeklerin târihî süreç içinde bir
topluma, bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi ve aynı-zamanda toplumsal
sorunlarının da çözülmeye çalışılması (şeriat) değişir. Görüldüğü gibi vahiy ‘din’
değil, dînin de içinde bulunduğu şeriat vâzeden şeydir”.
Böylece zımnen; “şeriat
değişince ve hükmü kalkınca din de değişmiş ve hükmü kalkmış olur” demeye
getiriyor. “Artık îman, ahlâk ve ibâdet bize yeter, biz şeriatımızı,
dolayısıyla dînimizi kendi aklımızla oluşan vahiylerle ortaya çıkarırız” demeye
getiriyor. Böylece ibâdetler bile -modern hayâta uygun olmadığı için- günümüze
uyarlayabileceğiz. Ulan bu din ve şeriat senin babanın malı mı ki onunla istediğin
gibi oynayıp değiştireceksin.
Yine diyor ki: “Nass, hakîkatinde ve özünde aynı-zamanda
kültürel bir üründür. Nassın, metafizik, aşkın ilâhî bir kaynağı olması bu
olguyu dışlamaz” diyerek vahyi kültüre indirgiyor. Vahyin tümüyle Allah kelâmı
olduğunu inkâr ederken de şöyle der:
“Diğer taraftan vahyin içeriğinin zaman
ve mekândan bağımsız, toplum-dışı, mutlak olduğunu iddiâ etmek, son derece
anlamsızdır. İlâhî kelam ile beşerî kelam birbirine zıt şeyler değildir.
Birisi, ‘Allah’ça’, diğeri ‘beşerce’ bir şey değildir. Aralarında derece farkı
vardır, yoksa mâhiyet farkı değil. Gerçekte, baştan sona kadar vahiyde Allah
kelâmı ile insan kelâmı birbirine karışmıştır. Hattâ bâzen vahiy, insana âit
edebî orijinâl ifâdeleri, cümleleri aynen alıp kullanıyordu. Örneğin; Huneyn Gazvesi’nden
sonra Hz. Peygamber’in Hz. Ali ve Fâtıma’yı çağırarak onlara söyledikleri, az
değişiklikle Nasr Sûresi’nde aynen Allah’ın kendi cümlesi olarak ifâde edildi.
Allah’ın vermiş olduğu aklı ve ahlâkî
değerlendirme yeteneğini kullanarak sorunlarını çözeceği yerde, olur-olmadık
yerde, sofuca her-şeyin fetvâsını vahiyden almak ve günlük yaşamın her adımını
noktasal olarak ilâhî emre göre yaşamak isteyenleri Allah eleştirmiştir: Mâide
101”.
Âyetleri bin takla attırarak
(çünkü târihselciler, vahyi istedikleri gibi oynayacakları bir oyuncak
zannederler) saptırıyorlar ve vahyin, insanı saptıran bir şey olduğunu söylüyorlar.
Hâlbuki Mâide 101. âyet, “işgüzarlık yapmayın, gündemde olmayan konuları günden
etmeyin. Siz Allah’a teslim olun ve bu konuları ‘vahiy inerken’ konuşun” diyor.
Hızını almış olan İlhami Güler vahyi indirgemeye
devâm ederken şunları söyler:
“Allah mâruf-münker, tayyibat-habâis
, hakk-bâtıl, adâlet-zulm vs. bunların içeriklerinin insan sağduyusu, aklı,
vicdânıyla her tekil ilişkide insan tarafından belirlenebileceğini varsayar.
Fazlurrahman’ın dediği gibi, Kur’ân ne soyut bir etik, ne de hukûkî bir dokümandır. O ne spesifik ahlâk kuralları
önerir, ne de soyut ahlâkî önermeler içerir. Onun önerdiği ‘takvâ’ , her yerde ve
her-an hazır olan Allah’ın gözetiminde, Allah’ın da sâhip olduğu ahlâkî
değerleri O’nun hidâyeti ile görmek ve pratiğe geçirmektir.
Hukûkî yasamada (teşrî) Kur’ân,
insânî çabaya bünyesinde önemli bir yer vermiştir.. Yasamada ‘Allah’tan başka
hüküm koyan yoktur’ demek, bizzat göstermeye çalıştığımız gibi Kur’ân’la
çelişir. Aynı-şekilde ‘din’ ile ‘şeriat’ arasında bir ayının yapmadan, Kur’ân’da
olan her-şeyin din olduğu, dînin de yalnız Kur’ân’la sınırlı olduğu iddiâsı da
büyük bir vehim ve yanılsamadır. Din, eğer daha önce Kur’ân çerçevesinde
tanımlamaya çalıştığımız gibi, Allah ile insan arasında temeli saygı, itaat,
ibâdet ve ahlâkî değerler sistemi içerisinde yürütülen bir ilişki ise; bu zorunlu
olarak ‘vahyin’ değil, insanın olduğu her yerde olabilecek bir şeydir”.
Güler, Kur’ân’ı “Arabın dîni”
olarak görmektedir. Bu konuda da en çok Şâfii’yi suçlar ve “Paulus’un
Hristiyanlığa yaptığını Şâfii de İslâm’a yaptı” demeye getirir. Oysa Kur’ân’da
insan sözlerinin vahiy ile aktarılması onun vahiy olduğu gerçeğini değiştirmez.
Ne yâni, Kur’ân’da şeytan da konuştuğu için, vahyi “şeytan sözü” olarak mı kabûl
edeceğiz?.
Vahyi kültürel bir olgu
olarak görüyorlar. Onlara göre bu kültür Mekke Arap kültürüdür. O yüzden onları
ilgilendirir, bizi ilgilendiren tarafı ise sâdece zâten tüm zamanlarda câri
olan îman, ibâdet ve ahlâktır. Peki bir vahyin tüm insanlara hitâp etmesi için
hangi dilde yada nasıl gelmesi gerekirdi?. Târihselciler buna elbette; “öyle bir
vahiy olmaz” diyerek cevap vereceklerdir. Fakat iş 2.500 yıl önceki cumhuriyet
ve demokrasi rejimi ve ideolojisine gelince, nedense bunlar hiç yıpranmıyor,
eskimiyor, nesh olmuyor. Tüm zamanlar ve mekânlar için Allah’ın da güyâ
onayladığı en ideâl değişmez ideolojiler olarak görebiliyorlar. Çünkü bunlara
laf edecekleri anda kendilerini üniversitenin kapısında hattâ daha kötü bir
yerde bulacaklarını biliyorlar. Hele Ankara Okulu, zâten lâikliğin ve demokrasinin
bayraklaştırılması için kurulmuş olan bir fitne merkezi olduğu için, buraya
öyle hakkı-hakîkati savunanları pek almıyorlar. O yüzden Ankara Okulu’ndan (bir-kaç
kişiyi tenzih ediyoruz) hakkın ve hakîkatin çıkacağını beklemek pek mümkün değildir.
Târihselciler,
değişimlerin ve yaşananların sapıklığına ve yanlışlığına bakmadan “yaşanmışlık”
olarak kabûl ediyorlar ve artık âyetleri yaşanmışlığın denetleyicisi olarak
değil de, nasıl olursa-olsun, yaşananların meşrûlaştırıcısı olarak görmek
istiyorlar. Birilerinin, LGBT, fâiz, başörtüsü ve namaz gibi kesin hakîkatleri,
modern hayâta ve yaşanmışlığa uymadığı için ve yaşanmışlık farklı seyrediyor
diye âyetlerle bu sapkınlıkları düzeltmek yerine, âyetleri bu sapkınlıklara
uyarlamaya çalışıyorlar.
Allah,
âyetlerini insanın keyfine göre indirmez. Fakat insanın yapısını, psikolojisini
ve şartları da gözeterek indirir. Lâkin Allah, âyetlerini şartları onaylamak
için değil, değiştirmek yada düzeltmek için indirmiştir. O hâlde Allah’ın âyetleri
zamâna, mekâna ve insanın davranışlarına uyarlanacak değildir. Tam-tersine,
zaman, mekân ve şartlar âyetlere yâni Allah’a göre değiştirilecek ve düzenlenecektir.
Kur’ân’ın
ortaya koyduğu hükümler ve Peygamber’in o hükümleri tatbiki, sâdece milâdî 7.
yüzyıl için değil, tüm zamanlar ve mekânlarda, tüm insanlar için “en ideal, en
güzel ve tutarlı hükümler ve örneklik”tir. Bu nedenle dinde değil de şeriatta
yapılacak olan bir güncelleme, yine Kur’ân ve Sünnet’e göre olmalıdır.
Târihselciler
aklı nakil ile denk görüyorlar fakat vahiy, insanın keyfine, çıkarına, kısır
olan ve kısır kalmaya mahkûm olan aklına göre değiştirilip de bambaşka bir hâle
getirilemez. Çünkü kıt-akıl mutlak hakkı ve mutlak adâleti ihâta edemez; umûmî maslahatı
bilemez. Allah’ın tâyin ettiği hak, adâlet ve maslahat karşısında kıt-aklın
bulabildiği şey, hak değil haksızlık, adâlet değil zulüm ve düşmanlık, maslahat
değil mefsedet olacaktır.
Akıl tam ve
yetkin değildir. Akıl tam olsaydı vahye gerek kalmazdı. Mekke’nin en akıllıları
o zamâna has bir şeriat belirlerdi. Hele şeytanın ve nefsin kontrôlüne girmiş akıl
ise, uzak olamayan bir vâdede mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. Fakat vahiy ile
inşâ olmuş akıl, yine Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmak kaydıyla şeriatı
güncelleyebilir. Yeni soru(n)lara cevap verebilir.
Kur’ân’ın
ne demek istediği, “ne dediği”dir. Ne diyorsa odur. Kur’ân’ın ne dediği vahyin
kavliyle ve Peygamber’in fiiliyle açıkça gösterilmiştir. Kur’ân bugün inseydi
yine aynı şeyleri söyleyecekti. Bugün
söylüyor olsaydı aynı şeyi söylerdi. Zîrâ Kur’ân zamânın nesnesi değil,
öznesidir. Kur’ân
doğal, normâl ve fıtrî olan bir hayat-şekline hitâp eder. Bu hayat-şekli
tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr ve de tüccar şeklindeki hayattır. Böyle
bir hayat-şeklinde değişim öyle çabuk ve sapkınca olmaz. Bu nedenle de vahiy
yavaş değişimlerle ortaya çıkan sorulara ve sorunlara cevap verebilir. Bunu yaparken
Kur’ân ve Sünnet-merkezli olmak şartıyla bâzı şeriat güncellemeleri
yapılabilir. Fakat Kur’ân, sapkınlıkların sonucunda ortaya çıkan soru ve sorunlara
cevap vermek zorunda değildir. Zîrâ Kur’ân sapkınlıkları ortadan kaldırmaya
gelmiştir ve bunun yolu da tüm zamanlar için aynıdır.
İslâm’ı
anlamak, Kur’ân ile bilgi ve bilinç kazanmak ve süreç içinde vahyi idrak etmek
ve de amel-eylem ile onu hayatta tatbik etmekle olur. Kur’ân ve Sünnet’e aykırı
olan güncellemeler ve değişimler “idrâk” değil, cehâlet, küstahlık ve sapkınlık
ortaya çıkarır. Târihselcilik işte böyle ortaya çıkmıştır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat
2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder