11 Mart 2023 Cumartesi

Ezikliğin ve Kompleksin Dışavurumu: Târihselcilik

 

“Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 115).

 

İnsanlık târihinin en büyük fitnesi olan modernizmin ağır kuşatması ve baskından dolayı modern olamayanlar modern olmak için başta dinden olmak üzere her-şeyden sonsuz tâvizler verirken, modern olmak istemeyenler ve modernizme karşı olanlar ise ellerinden geldiğince direniş göstermektedirler. İşte yeterli dik duruşa sâhip ol(a)mayan ve modernizmin ağır kuşatması ve baskısı karşısında eziklik duyan ve komplekslere kapılan, en nihâyetinde de modernizme râm ve meftûn olmaktan başka çâre bulamayan târihselciler, dinden tâviz vermeyi şiar edinmişler ve bu bağlamda da Kur’ân’ı yâni İslâm’ı târihe hapsetmek istemektedirler.  

 

Kur’ân’ı ilk önce indiği târihi ortamında idrâk etmek yâni Kur’ân’ı ilk önce Hicaz-merkezli okuyup idrâk önemlidir. Fakat bunu Kur’ân’ın bir-çok âyetini târihselleştirmek için yapmak kişiyi kâfir yapar ve dinden çıkarır. Çünkü Allah’ın hitâbının belli bir zamanda, belli bir mekânda ve belli bir toplum üzerinden inmiş olması, onun “tüm Dünyâ, tüm zamanlar ve tüm mekânlar için inmiş” olduğu gerçeğini değiştirmez. Fakat târihselciler bunu kabûl etmez ve Kur’ân’ın sâdece Araplara gelen bir Kitap olduğunu söylerler. Meselâ İlhami Güler şöyle der:

 

“Kur’ân’ın kendisi, hitâbının târihsel oluşunu net olarak ortaya koyar. Örneğin: 6. En-âm Sûresi’nin 92. âyeti şöyle der: ‘Bu indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan, kentlerin anası (Mekke) ve çevresindekileri uyaran mübârek bir Kitap’tır’. Ayette geçen ‘kentlerin anası (Mekke) ve çevresindekiler’ tâbiri ile yatay anlamda yeryüzünün bütünü değil, Arap yarım-adasının kastedildiği açıktır. Yine 36. Yâsîn Sûresi’nin 5. ve 6. âyetleri aynı mâhiyette şöyledir: ‘Bu, babaları uyarılmadığından dolayı gâfil kalmış bir milleti uyarmak için güçlü ve merhâmetli olan Allah’ın indirdiği Kur’ân’dır’. Burada da ‘babaları uyarılmamış millet’ ile Arapların kastedildiği gâyet açıktır”.

 

Peki o halde Peygamberimiz niçin Îran, Yemen, Bizans, Mısır, Habeşistan vs. yâni Dünyâ’nın her yerine tebliğ ve dâvet mektupları gönderdi?. Sâdece Arap yarım-adası içine hitâp etmeli değil miydi?. Oysa Kur’ân her yerde “ey îman edenler!” ve “ey insanlar!” şeklinde yapar hitâbını. Îman edenler sâdece Araplar mıdır? ve “insan” olanlar sâdece onlar mıdır?. Zâten Kur’ân kıssaları da çeşitli kavimlerin yaşamlarından bahseder.

 

Peygamberimiz; “bu söylediklerimi Araplardan başka hiç kimse bilmesin, bu din sâdece sizin içindir ve ben de zâten sâdece siz gönderilmiş bir elçiyim” gibi bir şey mi demiştir?. Böyle bir söz yada bunu îmâ eden bir söz ve hareket duyulmuş mudur ki?. Bu belki Yahudilikte olabilir ama o bile sonradan yapılan bir düzenlemedir. Kur’ân’ın hiç-bir yerinde, “ey Araplar!” diye bir hitap yoktur. Sürekli olarak “ey insanlar!” denir ki bu elbette tüm insanlara yapılan  bir sesleniştir. Hitâbın târihin belli bir döneminde yapılmış olması mesajın hükmünü ve evrenselliğini önlemez ki. Bir dînin, düşüncenin ve ideolojinin ilk olarak ortaya çıkacağı bir mekânın, zamânın ve o ilk toplumun olması kaçınılmazdır. Başka türlü nasıl olacaktı ki?. Melekler tüm insanların göreceği şekilde göklere mi yazacaktı âyetleri?. Allah sâdece bir kavme ve topluluğa gönderdiği dîni ve vahyi, o kavme has ifâdelerle belirtiyor ama aslında onlar üzerinden tüm insanlara öğüt veriyor. Zâten Kur’ân son vahiy ve Peygamber son elçidir. Bu, mesajın tüm insanlığı kapsadığının delîlidir. Şu âyetler de Peygamberimiz’in tüm insanlığa gönderildiğinin delîlidir:

 

Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).

 

“Biz seni ancak bütün insanlara (kâffeten) bir müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar” (Sebe’ 28).

 

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa aslâ ondan kabûl edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır” (Âl-i İmran 85).

 

“De ki: Ey insanlar!; ben Allah’ın hepinize (cemîan) gönderdiği bir elçisi (peygamberi)yim. Göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmi peygamber olan elçisine îman edin. O da Allah’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır. Ona îman edin ki hidâyete ermiş olursunuz” (A’raf 158).

 

“Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkân’ı indiren (Allah) ne yücedir” (Furkân 1).

 

Kıssalarda hayat hikâyeleri anlatılan peygamberlerin örnekliklerinin tâkip edilmesi de vardır. Hz. İbrâhim’in örnekliği böyledir meselâ. Kur’ân, Peygamberimiz’den 2.500 yıl önce yaşamış olan bir peygamberin yâni Hz. İbrâhim’in örnek alınabileceğini söylüyorsa (Mümtehîne 4), o hâlde bize de 1.400 yıl önce yaşamış olan bir Peygamber’in örnek alınmasını söyleyebilir ve Ahzâb 21. âyetle söylemiştir de zâten. 4.000 yıl önce yaşayan bir peygamber’in şeriatı ve sünneti geçerliyse, 1.400 yıl önce yaşayan Peygamber’in şeriatı ve Sünnet’i de geçerlidir.

 

“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için ‘güzel bir örnek’ vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş-göstermiştir’… Ey Rabbimiz!; biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır” (Mümtehîne 4).

 

Görüldüğü gibi Kur’ân, Peygambemiz’den binlerce yıl önce yaşamış olan bir peygamberin sâdece îman, ahlâk ve ibâdetlerini takip etmeyi değil, şirke ve müşriklere karşı duruşlarını, şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa karşı mücâdele örnekliğinin de tâkip edilmesini emreder. O hâlde Kur’ân’ın târihsellikle ilgili bir sorunu yoktur.

 

Şu da var ki, Peygamberimiz savaşmak için Tebük’e gitmişti. Tebük Medîne’den 700 km. uzaklıktadır. Peygamberimiz’in bu kadar uzakta bir yere savaşmak için gitmesi “yerel peygamberlik”e aykırıdır. O hâlde Peygamberimiz’in ve indirilen vahyin sâdece Araplara gönderilmiş olmasını söylemenin bir anlamı yoktur. Çünkü Peygamberimiz, “bana ne Tebük’ten, ben kendi mıntıkama bakarım” dememiştir.

 

İnsanın değişmeyen yada çok da farklılaşmayan bir doğası vardır. Bu doğa tüm zamanlarda ve mekânlarda aynı yada benzerdir. O hâlde bir zaman önce yaşanmış hayatlar ile bir zaman sonra yaşanmış hayatlar birbirlerine benzeyecektir. Bu nedenle sorular ve sorunlar da benzer olacaktır. Yüzdeyüz farklı sorular ve sorunlar çıkmayacaktır. İnsanın başına gelebilecek olaylar sonsuz çeşitlilikte değildir ki!. Târih her zaman aynı yada benzer şekilde tekerrür eder. Çünkü doğa da bir zorunluluğa tâbidir. Yağmur yağar, bitkiler çıkar vs. Kevnî âyetler değişmez, o yüzden kevnî şeriat da değişmez. O hâlde doğal durumda insanların genel yaşam şekillerinde de pek bir değişiklik olmaz. Belki çok az bir farklılık olabilir ama bu farklılaşma aşırılaştığında insana zarar verecek sonuçlar açığa çıkar.

 

Kur’ân da, yâni kavlî âyetler de böyledir, değişmez. O yüzden şeriatta da fazla değişiklik olmaz. Toplumda da -sünnetullah değişmeyeceği için- sanıldığı gibi öyle çok fazla bir değişim olmaz. Eğer oluyorsa bu hak-merkezli bir değişim değildir ve bâtıl-merkezli bir değişim ortaya çıkmış demektir. Bâtılın ortaya çıkardığı a-normal bir yaşam-şekli içeren modernizm; şeytanın, nefsin ve tâğutların birlikte ortaya çıkardıkları bir sapkınlıktan başkası değildir. O hâlde yapılması gereken şey “modernizme uygun bir şeriat çıkarmak” değil, modernizmi bir-an önce ortadan kaldırmak yada epey bir ıslah etmek gerekmektedir. Bu ıslah elbette Kur’ân ve Sünnet-merkezli yapılacaktır. Bu ıslahta ancak vahiy-merkezli küçük güncellemeler olabilir. İçtihad budur. Güncellenmiş şeriat, tümevarım yöntemiyle değil, tümdengelim yöntemiyle olmak zorundadır. Zîrâ târih boyunca Allah’a dayanan hiç-bir şeriat tümevarım yöntemiyle olmamıştır.

 

İslâm’ın hiç-bir sâbitesi yokmuş gibi davranılamaz. İslâm’ın sâbiteleri Kur’ân’ın bütünlüğü içinde vahyin tamâmıdır. Çünkü İslâm’da Kur’ân’ın zamâna ve mekâna uyması değil, tam-tersine, zamânın ve mekânın Kur’ân’a uyması esastır. Uymayan yönler değiştirilir, uyan yönler ıslah edilir. Değişimin koordinatlarını zaman ve mekân değil, vahiy belirler. Çünkü vahiy bu nedenle indirilmiştir. O hâlde yapılacak olan şey, zamâna ve mekâna göre İslâm’ın hükümlerinin değiştirilmesi değil, zamânın ve mekânın İslâm hükümlerine ve şeriata göre değiştirilmesi, ıslah edilmesidir. Çünkü insanlık târihi boyunca böyle olmuştur. İslâm’ın amacı ve hedefi budur.

 

“Şüphesiz bu, önceki sâhifelerde de vardır; İbrâhim’in ve Mûsâ’nın sâhifelerinde” (Âlâ 18-19).

 

Küfür ve kâfirler tek bir millet olduğu gibi, tevhid ve mü’minler de tek bir millettir. O hâlde mü’minlerin tavırları aynı olacağı gibi, kâfirlerin tavırları da aynı olacaktır. Bu nedenle, ortaya çıkan sorular ve sorunlar modernizmde olduğu gibi gerçek sorunlar olmayıp da sapkınlıktan kaynaklanan sorunlarsa, bu sapkınlıklar tüm zamanlarda yapıldığı gibi hakkın hâkim olması ve bâtılın def edilip gitmesiyle çözülecektir.

 

Târihselcilik çok gereksiz ve kıymetsiz bir düşünce ve akımdır. Yapılan şey işgüzarlıktan başkası değildir. Bu işgüzarlığın nedeni batı ve modernizmin karşısında duymuş oldukları eziklik duygusu ve kompleksten başkası değildir. Çünkü modernizmin kuşatması ve psikolojik-sosyâl baskısı çok ağır. Târihselciler yeterli dik duruşu göster(e)medikleri için gevşemişlerdir ve bu gevşeklik modernizm lehine tâvizler vermelerine neden olmaktadır.

 

Târihselciler vahyin belli bir zamâna ve mekâna has olduğunu ve de vahyin o özel zaman ve mekânın soruları ve sorunlarına cevap üretmiş ve bâzı ahlâkî ilkeler getirmiş olduğunu söylerler. “Ahlâkî ilkeler evrenseldir ama diğerleri târihseldir ve sâdece kendi zamânını ilgilendirir, böyle olunca, ahlâkî yeterliliğe sâhip olanların da kendi zamanlarına ve mekânları için yeni hükümler koyması mümkündür” derler. Onlara göre 1.400 yıl önceki sorulara ve sorunlara verilen cevâbı bu güne taşımanın hiç-bir anlamı yoktur. İyi de, o zaman 1.400 yıl önceye yâni vahyin indiği zamâna gittiğimizde, yüzlerce ve binlerce yıl öncesinde yaşamış olan ve kıssalarda hayat hikâyeleri anlatılan önceki peygamberlerin örnekliklerinin 1.400 yıl önce inen Kur’ân’a alınması da bir sorun olmalıdır. Çünkü onlar da târihseldir. Bu yüzden meselâ Hz. Ömer, çok eskilerde kalmış, eski zamanlarda yaşamış olanların târihsel sorularına ve sorunlarına o zaman verilen cevapların, Peygamberimiz’in yaşadığı zamâna taşınmasına îtirâz etmeliydi ve sahabe de bu âyetleri târihsel olarak görmeliydi. Böyle olmuş mudur?. Tabî ki de hayır ve hâşâ!. Çünkü târihselcilik, modernizm ile ve onun psikolojik, ekonomik, siyâsî ve askerî dayatmasının sonucunda eziklik ve kompleks yaşayanların zırvalıklarıdır. Peygamberimiz ve diğer mü’minlerin böyle bir eziklik duygusu ve aşağılık kompleksi olmadığı için, önceki peygamberlerin hayatlarını ve soru(n)lara kendi çağlarında verdikleri cevapların kıssalarda anlatılmasını ve bunları “örnek” almayı sorun olarak görmemişlerdir.

 

Bu eziklik duygusu ve aşağılık kompleksi, târihselcilerin efendisi Fazlurrahman’a şunları söyletmiştir ki târihselciliğin ana felsefesi de budur:

 

“İlâhî emir, yedinci yüzyıl Arabistan’ının çevresel durumu ile ebedî Kelam arasındaki ilişkidir. Çevresel durumun değişmeye mâruz kaldığı besbellidir. Bâzen Hz.  Peygamber’in meşhûr ashâbı tarafından şiddetle karşı konulmasına rağmen Ömer İbnu’l-Hattab’ın, Kur’ân’daki bâzı içtimâi kânunlarda köklü değişiklikler yaptığını biliyoruz. Bu durumda görüyoruz ki Kur’ân’ın inişi ve İslâm toplumunun oluşumu târihî bir ortamda ve sosyo-kültürel bir gelişim karşısında cereyan etmiştir. Kur’ân, bu duruma bir cevaptır ve çoğunlukla somut târihi olaylar içerisinde karşılaşılan belli sorunlara cevap teşkil eden ahlâkî, dînî ve toplumsal açıklamaları içermektedir.

 

Günümüzdeki şartlar, sosyâl-yapı îtibâriyle önemli bâzı açılardan Hz. Peygamber’in zamânındaki duruma hiç-bir sûretle benzememektedir. Mesele sâdece aradan on dört asırlık bir sürenin geçmiş olması değildir. Çünkü artık sosyâl-yapı değişmiş bulunmakta ve değişmeye devâm etmektedir. Hz. Peygamber zamânında toplumun yapısı kabîlecilik anlayışına dayanıyordu, günümüzde ise sanâyileşmenin têsiri altında sâdece kabîleciliğe dayanan yapı değil, aynı-zamanda ortaçağın feodâl yapısı da yıkılmış bulunmaktadır.

 

Kur’ân’daki fiîli yasama, o asırda mevcut olan toplumu baş-vurulacak bir örnek olarak kısmen kabûl etmek zorunda kalmıştır. Bu açıkça demektir ki, Kur’ân’daki fiîli yasamanın bizzat Kur’ân tarafından lafzî anlamda ezelî olduğu kastedilmiş olamaz”.

 

İlhami Güler de: “Vahiy, toplumsal yönüyle oluştuğu târihin fıkhıdır. Bize düşen bu fıkhı aynıyla günümüz davranışlarına taşımak değil, kendi davranışımızın fıkhını oluşturmaktır” diyor. Yâni davranışlarımızı dönüştürmemiz gerekir, yeni bir din oluşturmamız gerekir diyor. Peki bu din neye dayanacak?. Diyecek ki ahlâka. Peki ahlâkı ne ve kim belirleyecek, modernizm mi?. Unutulmasın ki din ve şeriat-fıkıh belirleyecek olan “peygamber” olmuş olacaktır. Tüm uzmanlar peygamberlik yapacaktır. Böylece vahyin îtibârı azalacaktır. Herkes peygamber olunca herkesin sözü vahiy hâline gelecektir. Fakat bu soru olarak görülmeyecektir. Çünkü ne de olsa insan aklı artık en yetkin durumuna gelmiştir ve istediği gibi din ve şeriat belirleyebilir. Bu düşüncenin dayanağı şeytan, nefs ve tâğutlardan başkası değildir elbette. Çünkü İslâm Dîni ne yenilenebilir ne de güncellenebilir. Şeriat ise, Vahiy-Sünnet merkezli olmak şartıyla güncellenebilir fakat tümden ve konjonktüre uygun olarak yenilenemez. Zîrâ bambaşka bir şeriat İslâmî olmaz.

 

Modernizme ve çağdaşlığa uygun olmak iyi midir yada ne kadar iyidir?. “Evet iyidir” diyenler, moderniteyi kusursuz bir akım ve zihniyet olarak baştan kabûl ediyorlar, sonra da her-şeyi bu ön-kabûle göre yorumluyorlar ve uyduruyorlar.

 

Peki bir şeyin “târihsel” kabûl edilmesi için üzerinden ne kadar zaman geçmiş olması gerekir?. Meselâ Atatürk’ün ilke ve inkılapları da artık târihsel olmalı mıdır?. Çünkü Atatürk ilke ve inkılaplarının ortaya konduğu zamanlar demokrasinin doğru-dürüst uygulanmadığı ve tüm Dünyâ’da diktatörlüğün hâkim olduğu zamanlardı. Şimdi ise böyle şeyler yok. O hâlde “ilke ve inkılaplar da târihsel oldu, aklımız gelişti ve şartlar da değişti. Artık yeni temel ilkeler ve kânun-kurallar yapmalıyız” diyebilir miyiz?.

 

Târihselciler Kur’ân âyetlerinin sâdece mânâlarının ve anlamlarının değil, maksatlarının da olduğunu söylerler. Hattâ onlara göre önemli olan maksatlardır. Elbette Kur’ân’ın maksatları da vardır. Fakat bu maksatlar Kur’ân’ın lafızlarına aykırı olabilir mi?. Kur’ân apaçık bir şey söylerken, “maksadı ortaya koyuyorum” diyerek Kur’ân’ın lafzına aykırı bir şey söylenebilir ve bu söylem savunulabilir mi?. Eğer savunuluyorsa, bu savunmanın dayanağı ne olacaktır?. Elbette mevcut zaman ve modernizm. Çünkü târihselcilik ve bu bağlamda modernizm, mevcut zamânı putlaştırmaktadır. Mevcut zamânı baz almak vahyi nesneleştirir ve zamânın nesnesi yapar. Hâlbuki Kur’ân tüm zamanları ve mekânların öznesi olmak için indirilmiştir.

 

Her öğreti bir toplum ve ilk kurucu nesil üzerinden temsil edilir ve yaygınlaştırılır. Bu, vahiy için de, beşerî felsefe, öğreti ve ideolojiler için de aynıdır. Şimdi “demokrasi Yunan’a hastır, çünkü onlar bunu yaymak için uğraşmamışlardır” diyerek niçin demokrasiyi inkâr etmiyor ve onu baş-tâcı ediyorsunuz?. Bir şey niçin Allah ile bağlantılı olunca sınırlandırılmaya ve değiştirilmeye kalkışıyor da beşerî olunca ona tam uyulması gerekiyor?. Allah’ın sözünü sınırlandırdığınızda, değiştirilmesi gerektiğini söylediğinizde ve bunu yazıp-konuştuğunuzda bu kadar rahat olmanız, bir yaptırım ile karşılaşmayacağınızdan emin olduğunuz için olabilir mi?.

 

Târihselciler sürekli olarak değişimden bahsediyor. Fakat ne peygamberlere inen tahrif edilmemiş vahiyler ne de şeriatlar, birbirine aykırı düşecek şekilde değildir. Çünkü târih boyunca farklı toplumların davranışları ve tutumları çok farklı olmamıştır. Önceki peygamberlerin şeriatları da insanların kısır akıllarına ve keyiflerine göre değil, gönderilen yeni peygamber ve indirilen yeni vahye göre olmuştur. Târih boyunca hep böyle olmuştur. Bâriz farklılaşma ise modernizm ile başlamıştır. Târihselcilik de zâten modernizme bakarak yeni bir arayışa girmektir. Fakat “son Peygamber” ve “son Vahiy” gelmiş ve son bulmuştur. O hâlde yapılacak şeriat güncellemelerinin, son Vahye ve son Peygamber’e (Sünnet’e) uygun olması zorunludur. Çünkü son Vahiy ve son Peygamber ile birlikte din olgunlaşıp kemâle ermiş ve de tamamlanmıştır. Bu olgunluk ve kemâl ât tüm zamanlar ve mekânlar için yeterli hüküm kaynağı ve tâkip edilecek yegâne örnekliği ortaya koymuştur. Bu nedenle akıl yürütmeyle yapılacak olan değişimler, ancak İslâm’dan farklı “başka bir din ve şeriat” olabilir. İşte karmaşa da o zaman başlar.

 

“Zaman değişti” gerekçesiyle insanlar yeni hükümler koyduklarında ve yeni şeriatlar belirlediklerinde ve de bunlar Kur’ân’ın apaçık hükümleriyle çeliştiğinde ne olacak?. Târihselcilere göre eski hükümler iptâl edilecektir ve Kur’ân teberruken okunmaya devâm edilecektir. İyi de siz Dîn’i iptâl etmiş oluyorsunuz. Çünkü dînin iptâl edilmesi böyle olur. O hâlde târihselciler, “dîn değiştirile-değiştirile iptâl edilebilir” demektedirler. Hattâ evrensel olarak gördükleri îman, ahlâk ve ibâdet konuları bile zamanla yenilebilir. Çünkü modernizm yeni bir îman, ahlâk (etik) ve ibâdet tanımı ve uygulaması getirebilir. Böylece bunlar da değişmeye açık hâle gelir ve bunları da modernizme yâni yeni olana göre değiştirmek icâb eder.

 

İslâm’ı îman, ahlâk ve ibâdete indirgemek, İslâm’a girmenin ve müslüman olmanın bir ayrıcalığının olmadığını söylemek anlamına gelir. İnanç ve ahlâk için müslüman olmaya gerek yok çünkü. Oysa İslâm, hayâtın her alanına sözü olan ve hayâtın her alanına tüm zamanlarda ve mekânlarda hâkim olmayı emreden bir din’dir. Fakat modernizme tapan târihselcilerin bu hakîkati dillendirebilecek ve omuzlayabilecek dirâyetleri yoktur. O yüzden de İslâm’ı indirgemekten başkasını yapamıyorlar. “Dîni yalnız Allah’a has kılma’nın ne demek olduğunu bilmeyen yada bildiği hâlde inkâr ederek İslâm’ı indirgeyen târihselcilerden İlhami Güler, bu indirgemeyi şöyle yapar:

 

“Kur’ân’da söz-konusu edilen (3/19, 5/3) ‘İslâm’ teknik terim olarak Hz. Muhammed’e vahyedilen gövdeye değil; itaat, ibâdet, boyun eğme, giderek de bir inançlar ve ahlâkî değerler sistemine ve ondan doğan yükümlülüklere tekâbül eder. Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor; din değişmeyen, inanç, ibâdet, itaat ve ahlâkî değerler sistemi ve bunların bütünüdür. Yâni namaz kılmanın, zekat vermenin bizzat kendisi; âdil olma, iyilik yapma, günah olan ahlâksız eylemlerden çekinmedir. Yoksa bunların farz kılınması veyâ vahiyle aktüelleştikleri târihsel-toplumsal ilişkilerin şeklinin tâyin edilmesi değildir. Bu anlamda ‘din’ sâbittir, evrenseldir ve değişmez. Yâni mutlaktır. Ama vahiy yâni bu evrensel gerçeklerin târihî süreç içinde bir topluma, bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi ve aynı-zamanda toplumsal sorunlarının da çözülmeye çalışılması (şeriat) değişir. Görüldüğü gibi vahiy ‘din’ değil, dînin de içinde bulunduğu şeriat vâzeden şeydir”.

 

Böylece zımnen; “şeriat değişince ve hükmü kalkınca din de değişmiş ve hükmü kalkmış olur” demeye getiriyor. “Artık îman, ahlâk ve ibâdet bize yeter, biz şeriatımızı, dolayısıyla dînimizi kendi aklımızla oluşan vahiylerle ortaya çıkarırız” demeye getiriyor. Böylece ibâdetler bile -modern hayâta uygun olmadığı için- günümüze uyarlayabileceğiz. Ulan bu din ve şeriat senin babanın malı mı ki onunla istediğin gibi oynayıp değiştireceksin.

 

Yine diyor ki: “Nass, hakîkatinde ve özünde aynı-zamanda kültürel bir üründür. Nassın, metafizik, aşkın ilâhî bir kaynağı olması bu olguyu dışlamaz” diyerek vahyi kültüre indirgiyor. Vahyin tümüyle Allah kelâmı olduğunu inkâr ederken de şöyle der:

 

“Diğer taraftan vahyin içeriğinin zaman ve mekândan bağımsız, toplum-dışı, mutlak olduğunu iddiâ etmek, son derece anlamsızdır. İlâhî kelam ile beşerî kelam birbirine zıt şeyler değildir. Birisi, ‘Allah’ça’, diğeri ‘beşerce’ bir şey değildir. Aralarında derece farkı vardır, yoksa mâhiyet farkı değil. Gerçekte, baştan sona kadar vahiyde Allah kelâmı ile insan kelâmı birbirine karışmıştır. Hattâ bâzen vahiy, insana âit edebî orijinâl ifâdeleri, cümleleri aynen alıp kullanıyordu. Örneğin; Huneyn Gazvesi’nden sonra Hz. Peygamber’in Hz. Ali ve Fâtıma’yı çağırarak onlara söyledikleri, az değişiklikle Nasr Sûresi’nde aynen Allah’ın kendi cümlesi olarak ifâde edildi.

 

Allah’ın vermiş olduğu aklı ve ahlâkî değerlendirme yeteneğini kullanarak sorunlarını çözeceği yerde, olur-olmadık yerde, sofuca her-şeyin fetvâsını vahiyden almak ve günlük yaşamın her adımını noktasal olarak ilâhî emre göre yaşamak isteyenleri Allah eleştirmiştir: Mâide 101”.

 

Âyetleri bin takla attırarak (çünkü târihselciler, vahyi istedikleri gibi oynayacakları bir oyuncak zannederler) saptırıyorlar ve vahyin, insanı saptıran bir şey olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki Mâide 101. âyet, “işgüzarlık yapmayın, gündemde olmayan konuları günden etmeyin. Siz Allah’a teslim olun ve bu konuları ‘vahiy inerken’ konuşun” diyor.

 

Hızını almış olan İlhami Güler vahyi indirgemeye devâm ederken şunları söyler:

 

“Allah mâruf-münker, tayyibat-habâis , hakk-bâtıl, adâlet-zulm vs. bunların içeriklerinin insan sağduyusu, aklı, vicdânıyla her tekil ilişkide insan tarafından belirlenebileceğini varsayar. Fazlurrahman’ın dediği gibi, Kur’ân ne soyut bir etik, ne de hukûkî  bir dokümandır. O ne spesifik ahlâk kuralları önerir, ne de soyut ahlâkî önermeler içerir. Onun önerdiği ‘takvâ’ , her yerde ve her-an hazır olan Allah’ın gözetiminde, Allah’ın da sâhip olduğu ahlâkî değerleri O’nun hidâyeti ile görmek ve pratiğe geçirmektir.

 

Hukûkî yasamada (teşrî) Kur’ân, insânî çabaya bünyesinde önemli bir yer vermiştir.. Yasamada ‘Allah’tan başka hüküm koyan yoktur’ demek, bizzat göstermeye çalıştığımız gibi Kur’ân’la çelişir. Aynı-şekilde ‘din’ ile ‘şeriat’ arasında bir ayının yapmadan, Kur’ân’da olan her-şeyin din olduğu, dînin de yalnız Kur’ân’la sınırlı olduğu iddiâsı da büyük bir vehim ve yanılsamadır. Din, eğer daha önce Kur’ân çerçevesinde tanımlamaya çalıştığımız gibi, Allah ile insan arasında temeli saygı, itaat, ibâdet ve ahlâkî değerler sistemi içerisinde yürütülen bir ilişki ise; bu zorunlu olarak ‘vahyin’ değil, insanın olduğu her yerde olabilecek bir şeydir”.

 

Güler, Kur’ân’ı “Arabın dîni” olarak görmektedir. Bu konuda da en çok Şâfii’yi suçlar ve “Paulus’un Hristiyanlığa yaptığını Şâfii de İslâm’a yaptı” demeye getirir. Oysa Kur’ân’da insan sözlerinin vahiy ile aktarılması onun vahiy olduğu gerçeğini değiştirmez. Ne yâni, Kur’ân’da şeytan da konuştuğu için, vahyi “şeytan sözü” olarak mı kabûl edeceğiz?.

 

Vahyi kültürel bir olgu olarak görüyorlar. Onlara göre bu kültür Mekke Arap kültürüdür. O yüzden onları ilgilendirir, bizi ilgilendiren tarafı ise sâdece zâten tüm zamanlarda câri olan îman, ibâdet ve ahlâktır. Peki bir vahyin tüm insanlara hitâp etmesi için hangi dilde yada nasıl gelmesi gerekirdi?. Târihselciler buna elbette; “öyle bir vahiy olmaz” diyerek cevap vereceklerdir. Fakat iş 2.500 yıl önceki cumhuriyet ve demokrasi rejimi ve ideolojisine gelince, nedense bunlar hiç yıpranmıyor, eskimiyor, nesh olmuyor. Tüm zamanlar ve mekânlar için Allah’ın da güyâ onayladığı en ideâl değişmez ideolojiler olarak görebiliyorlar. Çünkü bunlara laf edecekleri anda kendilerini üniversitenin kapısında hattâ daha kötü bir yerde bulacaklarını biliyorlar. Hele Ankara Okulu, zâten lâikliğin ve demokrasinin bayraklaştırılması için kurulmuş olan bir fitne merkezi olduğu için, buraya öyle hakkı-hakîkati savunanları pek almıyorlar. O yüzden Ankara Okulu’ndan (bir-kaç kişiyi tenzih ediyoruz) hakkın ve hakîkatin çıkacağını beklemek pek mümkün değildir.

 

Târihselciler, değişimlerin ve yaşananların sapıklığına ve yanlışlığına bakmadan “yaşanmışlık” olarak kabûl ediyorlar ve artık âyetleri yaşanmışlığın denetleyicisi olarak değil de, nasıl olursa-olsun, yaşananların meşrûlaştırıcısı olarak görmek istiyorlar. Birilerinin, LGBT, fâiz, başörtüsü ve namaz gibi kesin hakîkatleri, modern hayâta ve yaşanmışlığa uymadığı için ve yaşanmışlık farklı seyrediyor diye âyetlerle bu sapkınlıkları düzeltmek yerine, âyetleri bu sapkınlıklara uyarlamaya çalışıyorlar.

 

Allah, âyetlerini insanın keyfine göre indirmez. Fakat insanın yapısını, psikolojisini ve şartları da gözeterek indirir. Lâkin Allah, âyetlerini şartları onaylamak için değil, değiştirmek yada düzeltmek için indirmiştir. O hâlde Allah’ın âyetleri zamâna, mekâna ve insanın davranışlarına uyarlanacak değildir. Tam-tersine, zaman, mekân ve şartlar âyetlere yâni Allah’a göre değiştirilecek ve düzenlenecektir.

 

Kur’ân’ın ortaya koyduğu hükümler ve Peygamber’in o hükümleri tatbiki, sâdece milâdî 7. yüzyıl için değil, tüm zamanlar ve mekânlarda, tüm insanlar için “en ideal, en güzel ve tutarlı hükümler ve örneklik”tir. Bu nedenle dinde değil de şeriatta yapılacak olan bir güncelleme, yine Kur’ân ve Sünnet’e göre olmalıdır.

 

Târihselciler aklı nakil ile denk görüyorlar fakat vahiy, insanın keyfine, çıkarına, kısır olan ve kısır kalmaya mahkûm olan aklına göre değiştirilip de bambaşka bir hâle getirilemez. Çünkü kıt-akıl mutlak hakkı ve mutlak adâleti ihâta edemez; umûmî maslahatı bilemez. Allah’ın tâyin ettiği hak, adâlet ve maslahat karşısında kıt-aklın bulabildiği şey, hak değil haksızlık, adâlet değil zulüm ve düşmanlık, maslahat değil mefsedet olacaktır.

 

Akıl tam ve yetkin değildir. Akıl tam olsaydı vahye gerek kalmazdı. Mekke’nin en akıllıları o zamâna has bir şeriat belirlerdi. Hele şeytanın ve nefsin kontrôlüne girmiş akıl ise, uzak olamayan bir vâdede mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. Fakat vahiy ile inşâ olmuş akıl, yine Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmak kaydıyla şeriatı güncelleyebilir. Yeni soru(n)lara cevap verebilir.

 

Kur’ân’ın ne demek istediği, “ne dediği”dir. Ne diyorsa odur. Kur’ân’ın ne dediği vahyin kavliyle ve Peygamber’in fiiliyle açıkça gösterilmiştir. Kur’ân bugün inseydi yine aynı şeyleri söyleyecekti. Bugün söylüyor olsaydı aynı şeyi söylerdi. Zîrâ Kur’ân zamânın nesnesi değil, öznesidir. Kur’ân doğal, normâl ve fıtrî olan bir hayat-şekline hitâp eder. Bu hayat-şekli tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr ve de tüccar şeklindeki hayattır. Böyle bir hayat-şeklinde değişim öyle çabuk ve sapkınca olmaz. Bu nedenle de vahiy yavaş değişimlerle ortaya çıkan sorulara ve sorunlara cevap verebilir. Bunu yaparken Kur’ân ve Sünnet-merkezli olmak şartıyla bâzı şeriat güncellemeleri yapılabilir. Fakat Kur’ân, sapkınlıkların sonucunda ortaya çıkan soru ve sorunlara cevap vermek zorunda değildir. Zîrâ Kur’ân sapkınlıkları ortadan kaldırmaya gelmiştir ve bunun yolu da tüm zamanlar için aynıdır.

 

İslâm’ı anlamak, Kur’ân ile bilgi ve bilinç kazanmak ve süreç içinde vahyi idrak etmek ve de amel-eylem ile onu hayatta tatbik etmekle olur. Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olan güncellemeler ve değişimler “idrâk” değil, cehâlet, küstahlık ve sapkınlık ortaya çıkarır. Târihselcilik işte böyle ortaya çıkmıştır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder