26 Temmuz 2023 Çarşamba

Dünyâ’ya Bel Bağlamak


“Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

 

“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).

 

Türk Dil Kurumu Sözlüğünde “bel bağlamak” deyiminin açıklaması şöyle yapılmıştır: “Birisinin kendisine yardımcı olacağına inanmak, güvenmek”. Bu durumda, “Dünyâ’ya bel bağlamak” dediğimizde şunu anlıyoruz; “sanki, Dünyâ ebedî ve sanki biz bu dünyâda ebedî kalacağız”.

 

Dünyâ’nın en boş şeyi, “Dünyâ’ya bel bağlamak”tır. Allah’ın rızasını kazanmak için yeterli ama “gönlünce yaşamak” için çok kısa olan Dünyâ’ya ve dünyâ-hayâtına bel bağlamak, nereden baksanız mantıksızdır. Çünkü Allah’tan başka bir şeye bel bağlamak hüsranla sonuçlanması kaçınılmaz bir şeydir. Üstelik bu hüsran Dünyâ’da bitmez de âhirette de devâm eder.

 

Dünyâ’ya bel bağlandığında artık sâdece Dünyâ’dan medet umulduğu için, gayr-i ilâhî olan ne kadar fikir, düşünce, yazı, söylem, ideoloji, eylem vs. varsa onlara bel bağlanmak zorunda kalınır fakat -bunların bâzı kısmî doğruluk yanları olsa da- insanı sonuna kadar tatmin edici olamazlar ve bu nedenle de bir yerden sonra sönüp gidiverirler. Öyle bir zaman ve an gelir ki, Allah’ı hesâba katmadan söylenen sözler, yazılan yazılar, yapılan eylemler vs.nin hepsi de bir fiskeyle yıkılıp gidiverir de çer-çöpe döner. Sonra da yine boşuna ve kısır-döngü yapacak yeni arayışlar, beklentiler ve inanışlar başlar.

 

Dünyâ’ya bel bağladığınızda, tek derdiniz; daha uzun, daha kaliteli, daha zevkli, kesintisiz haz içinde, îtibarlı vs. dünyevî anlamda aklınıza ne geliyorsa ona kavuşmak olur. Fakat imtihan ve sünnetullah gereğince bu bir türlü gerçekleşmez, çünkü târih boyunca bu hiç-bir zaman olmamıştır-olmayacaktır. Nice sultanlara, krallara, zenginlere ve şöhret sâhibi olanlara kalmamış olan bu dünyâya bel bağlamak insanları hep hayâl kırıklığına, umutsuzluğa ve hüsrâna düşürmüştür. Çünkü Dünyâ’nın -herkes için- böyle bir karşılığı verebilecek hem imkânı yoktur hem de gücü yoktur. Zâten insan, hayvanlar gibi tek-boyutlu bir varlık olmadığı ve bir kâlbe, rûha, vicdâna ve bilince sâhip olduğundan dolayı, tüm dünyevî nîmetlere ve imkânlara kavuşsa da yine de tatmin olmayacak ve gönlü huzursuzluktan kurtulamayacaktır. İnsanın tatmin olması ve huzur bulması için iç ve dış-âlemi birlikte tatmine ulaşması gerekir. Tek-taraflı tatmin çabasıyla insan bir türlü iknâ olmaz, tatmin bulmaz, yüzü gülmez ve en önemlisi de şükredemez. Şükredemeyen insanın huzurlu olması mümkün değildir. Dünyâ’ya bel bağlamakta ise şükür yoktur. 

 

İnsanın gerçek değerini bulması ve şerefini kazanması ancak ve sâdece Allah’a bel bağladığında olabilir. Aksi-hâlde oradan-oraya savrulur gider de Dünyâ’da rezil olduğu gibi âhirette de azap yakasını bırakmaz.

 

Hayâtı değerli kılacak şey, hangi değerler uğrunda yaşandığıdır. Dünyâ’ya bel bağlayarak yaşamanın hazzı vardır ama gerçek bir değeri yoktur. Çünkü Dünyâ “sonuna kadar” değer verici değildir. Geçici değerler ve zevkler bir süre sonra biter gider. Oysa Allah’a bel bağlayarak yaşayanlar gerçek değeri ve şerefi kazanırlar ve bunu âhirete de taşırlar.

 

Bu nedenle Allah’tan başkasına ve başka bir şeye bel bağlamak geçici, boş ve sonu hüsranla biten bir zavallılıktır. Âlemlerin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’tan başka bir şeye bağlanmaktan ve teslim olmaktan başka çâremiz yoktur, ki insan zâten ancak “sâdece Allah’a” teslim olup, “sâdece O’na” bel bağladığında insanlığını bulabilir ve mutluluğa ve huzûra kavuşabilir. Sonunda da hem Dünyâ’da hem de âhirette kazananlardan olur. Zâten bunun başka da bir çâresi, yolu ve yöntemi yoktur.

 

Meselâ kraliçe Elizabeth’i düşünelim.. Dünyâ’dan neyi alamadı?, ne istedi de olmadı?. En iyisini ve güzelini yedi, içti, giydi, en güzel yerleri gezdi, en güzel evlerde oturdu, en güzel eşyaları kullandı ve tüm imkânlar önüne serildi. Ama bitti!. Hayat bitti, yaşam sonlandı, birileri “çok iyi yaşadı be!” dese de onun için artık hiç-bir şeyin anlamı kalmadı ki!. O şimdi mezarında, “ohh!, iyi, kaliteli ve uzun yaşadım, ne iyi oldu, sefâm olsun” diye mi düşünüyor ve keyifle kendi-kendine mi konuşuyor?. Dünyâ’da on numara yaşamış olmak ona hâlen haz mı veriyor?. Tabî ki de hayır!; o eğer âhireti ve cenneti kazanacak şekilde yaşadıysa âhirette rahat eder ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyi bir yaşamı olacağı için Dünyâ yaşamı da anlamlı hâle gelir. Yok eğer cehennemi hak edecek şekilde yaşadıysa, Dünyâ’da az-biraz zevklenmiş olsa da artık bunun bir anlamı kalmamış olacağı için ebedî âlemde pişmanlıklar içinde olacak ve Dünyâ’da yaşadığı -görece- iyi hayâtın ona bir faydası olmayacaktır.

 

Dünyâ’ya yâni eskimeye, bozulmaya, erimeye, bitmeye, tükenmeye, yok olmaya mahkûm olan Dünyâ’ya yâni maddeye bel bağlamak, kişiyi elbette en sonunda da olsa pişmanlığa götürecektir. Çünkü insan “sünnetullah” denen, Allah’ın kâinâta koyduğu yasaları, kânunları ve kuralları aşamaz. Zîrâ eskimenin, yaşlanmanın, değişmenin, bitmenin ve ölmenin önüne geçilemez ve sürekli olarak yenilemeye de ayak uydurulamaz. Çünkü buna insanın ne parası, ne dermânı ne de dirâyeti yeter. Sünnetullaha mâruz kalmaktan kurtulamayacağı için, insan ancak Allah’a bel bağlamalı, O’na hakkıyla kul olabilmeli ve hem böylece Dünyâ’da insanca-müslümanca yaşayabilmeli, hem de âhirette ebedî mutluğu kazanabilmelidir. Zâten Dünyâ’da da âhirette de iyiliğe ermenin başka bir yolu-yordamı ve çâresi yoktur.

 

Bencilce, sâdece kendisi için, kesintisiz ve yüksek perdede haz-zevk-neşe içinde yaşamak düşüncesi zinhar sonuna kadar gitmez ve hayat size, bir yere geldiğinizde “dur bakalım, nereye gidiyorsun?” der ve şöyle devâm eder: “Bundan sonra nefsini ilah edinerek ve keyfince-gönlünce yaşamak yok. Ya seve-seve Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşayacaksın yada mecbûren Allah’ın yasalarına-kânunlarına mâruz kalarak yine O’nun dediği gibi yaşamak zorunda olacaksın. Çünkü bu dünyâyı ve hayâtı sen yaratmadın ki!; kimin malını-mülkünü harcıyorsun ve bedenini istediğin gibi kullanmaya kalkıyorsun?. Bundan böyle ya isteyerek seve-seve sâdece Allah’ı rab bilip O’nun yasalarına göre insan ve müslüman gibi yaşayacaksın yada sünnetullahın zoruyla karşılaşacak ve yine sünnetullah gereğince seni zor bir hayat bekleyecek. Bu dünyâda sürekli ve kesintisiz olarak şeytanın, nefsin ve tâğutların istediği ve belirlediği gibi yaşayamazsın, çünkü hem bu dünyâ senin babanın malı değil hem de varlığın şaşmaz kuralları var ve o kuralları koyan Allah’tır. İmtihandan kaçamazsın, sünnetullahtan kaçamazsın, omuzlaman gereken yükleri yüklenmekten kaçamazsın. Hele ölümden ve âhiretten hiç kaçamazsın. O-hâlde ya seve-seve Allah’ın istediği gibi yaşacaksın, yada mecbûren Allah’ın istediği gibi yaşacaksın. Çünkü artık gençlik bitti, gücün azaldı, kemiklerin gevşedi, artık eskisi gibi yiyip-içip giyinip gezemezsin. O günahları dilediğin gibi işleyemezsin. Bunlardan ya seve-seve yada mecbûren el çekeceksin. Çünkü bu Dünyâ hiç kimseyi sonuna kadar güldürmez”.

 

Ne o?; gençlik hiç bitmeyecek, Dünyâ’nın sonu hiç gelmeyecek ve ölüm kapına dayanmayacak mı zannettin?. Hep böyle; sürekli ve kesintisiz şekilde haz, neşe, zevk, sefâ içinde, “sâdece Dünyâ’ya bel bağlayarak yaşarım” diye mi düşünüyordun?. Hesap-kitap, âhiret, sorgu-suâl, cennet-cehennem, ödül ve cezâ yok mu zannediyordun?. Helâl yönden yiyip-içip gezeceksin tabi, Allah’ın nîmetlerini helâl yoldan kullanacaksın. Fakat Allah’ın tüm kâinâta ve Dünyâ’ya koyduğu kurallara ve kânunlara ya isteyerek yada istemeyerek mâruz kalacaksın. Sâdece ferdî emirleri de değil, toplumsal emirleri de yerine getireceksin. Yoksa seni istediğin ve dilediğin gibi yaşatmazlar. Sen gönlünce yaşarken birileri zor ve kötü bir yaşama sonuna kadar katlanmaz. O-hâlde en başta paylaşacaksın, çünkü bu dünyâ herkese neşeyi, hazzı ve zevki en zirvede yaşatacak kadar bir potansiyele sâhip değildir. Bu yüzden Dünyâ’ya bel bağlayarak ve bencilce, neşe, haz ve zevk içinde sürekli ve kesintisiz bir şekilde yaşamak düşüncesi ağır ve şerefsiz bir bencillikten başka bir şey olamaz.

 

Bencilce; hazzı, neşeyi ve zevki en yüksek perdede yaşamak düşüncesi, Allah’tan, âhiretten, din’den, îmandan, vicdandan, merhâmetten ve adâletten kopulmuş olduğunu  gösteren en güçlü göstergedir.

 

Şu da var ki, insan tek-boyutlu bir varlık olmadığı ve bir kâlbe, rûha ve bilince de sâhip olduğu için, sâdece maddî yönüne yâni nefsine yönelik olarak yaşadığında, çok da uzun olmayan bir zaman sonra boşluğa düşmesi kaçınılmaz olur. Çünkü hayâtın anlamı ve tadı olmaz. Zîrâ bir yerden sonra Dünyâ nefsin ihtiyaçlarını, daha doğrusu ihtiraslarını karşılayamaz hâle gelir, yâni “Dünyâ’da hedefe ulaşmak” aslında insanı perişân eder. İnsan bu Dünyâ’da “yarı-mahrûmiyete göre” yaşamalıdır. Çünkü o şekilde yaşamaya uygun yaratılmıştır. Modern insan mahrûmiyetten mahrûm olduğunun farkında değildir. Bu nedenle de Dünyâ’ya asıldıkça-asılmakta ve sâdece Dünyâ’ya bel bağlamaktadır. Oysa mahrûmiyetsiz bir yaşam ancak cennette mümkün olabilir.

 

Hayat, kelimelere, sayılara ve formüllere, zevke, neşeye, hazza ve dünyevî olan her-şeye hapsedilemeyecek kadar anlamlıdır. Bu anlam, Dünyâ’ya bel bağlamakla ve dünyevîleşmekle yok olmaktadır. Mala-mülke, eve, eşyâya, arabaya, paraya, kadına-erkeğe, çocuklara, makâma kilitlenmek hep “sâdece Dünyâ’ya” bel bağlamanın sonucudur. Oysa “sâdece Dünyâ’ya bel bağlama”nın sonu cehennemdir, ateştir. Çünkü bu Dünyâ’da “sâdece Dünyâ’ya” bel bağlayarak yaşayan ve Allah’ı-âhireti unutarak tüm nîmetleri alabildiğine tüketmek hırsına kapılanlar, âhirette ancak ateşi bulurlar:

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz dünyâ-hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn  Görmüş

Temmuz 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Aptallık Üzerine


“Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi” (Zuhrûf 54).

 

Târih boyunca kendilerinde -hâşâ- Allah gibi güç vehmedenlerin halklarına yaptığı şey, onları küçük görmek, onları oyalamak ve aptal yerine koymaktır. Eğer bir insanı -size göre- aptal yerine koyarsanız ve o kişi de buna inanırsa, ölüme bağlınız hâline gelir. Artık her konuda ağzınıza bakar, ne derseniz onu yapar, onu konuşur. İşte bunun farkında olan Firavun da halkını küçümseyip aptal yerine koyunca halkı da ona boyun büküp her konuda ona tâbi oldu. Zâten bu tutum tüm tâğutlar için geçerlidir. İşte Allah bundan râzı olmayınca peygamberler ve vahiyler göndererek insanları uyarır ve tâğutlara eleştiri, itiraz ve isyân ile karşı çıkarak aptal durumdan kurtulmalarını ister. Çünkü insan en güzel sûrette yaratılmış, kendisine akıl verilmiş, vahiy indirilmiş şerefli bir varlıktır. Bu nedenle de aslâ aptal yerine konamaz.  

 

Aptal: “Zekâsı pek gelişmemiş olan, alık, bön, budala, ahmak kimse. Küçümseme belirten seslenme sözü”. Aslında aptal sözü “abdal” kelimesinden gelir ve “saf, aldanan, aldatılan, yüreği temiz insan” demektir. Abdal, “bedel ödemek” ile alâkalıdır. “Bedel ödemekten çekinmeme durumu”nu içerir. Belki de “abdal” kelimesine, bedel ödemekten kaçmayıp “enâyi” olarak görüldüğü için “geri zekâlı” gibi bir anlam yüklenmiştir kelimeye ve “aptal” olarak ifâde edilmektedir. Türkçede “zihinsel gerilik” anlamı verilmiştir. Arapça bedel ve bedîl’in çoğulu budelâ’dır. Ebdâl da budelâ sözü gibi bedel ve bedîl yâni “bir şeyin karşılığı, bir bahiste aldanan kimsenin vereceği şey” anlamındadır. Tabi biz yazıda “aptal” kelimesini “enâyilik” anlamında kullanıyoruz.

 

Efsâneleştirdiğiniz ve yücelttiğiniz kişinin yada şeyin “aptalı” olursunuz. Kimi yada neyi kutsarsanız, onun aptalı olursunuz. Tabi sonra da aptal gibi kullanılır durursunuz. İnsanlık târihi, birilerinin, halkı aptal olarak kullanmasının yada kullanmak istemesinin ve buna karşı Allah’ın, bu durumdan râzı olmayarak peygamberler ve vahiyler göndererek insanları uyarmasının ve insanların da bu durumdan kurtulmak için verdiği mücâdelenin târihidir.

 

İnsanların sömürülmesine ve dolayısıyla zor bir hayat yaşamalarına neden olan şey aptallıktır. Bu durumdan kurtulmanın en kesin ve kısa-yolu, İslâm-merkezli bir bilince ve amel-eyleme dönmektir. Çünkü Allah’ın sözünü bayraklaştıran ve Peygamber’in güzel örnekliğini izleyenlerin aptalca şeyler yapmaları mümkün olmayacağı için, bu merkezde olanların aptallaşması da mümkün değildir. Aklını İslâm-merkezli olarak kullananların aptal duruma düşmesi ve iğrençlikler içinde yaşaması söz-konusu değildir. Fakat aksi durum, kişinin aptal bir şekilde pislik içinde kalmasına neden olur:

 

“… O, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

Demek ki aptal durumuna düşmemek için akıl kullanılacak ama bu kullanım İslâm-merkezli olacaktır. Aksi-hâlde şeytan-nefis-tâğut merkezli kullanılır ki o zaman da ortalık hem pislikten hem de aptallardan geçilmez olur. Çünkü akıl hem ilahlaştırılacak kadar kusursuz değildir hem de şaşmaz bir ölçü değildir. Vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olmadığında sapabilen bir şeydir.

 

Eğer İslâm-merkezli bir bilinç oluşmamışsa, insanlar iç-âlemlerini ve sonra da dış-âlemi İslâm-merkezli olarak inşâ etmemişse ve buna göre eylemde bulunmuyorsa, o zaman işe, meydanı boş bulan şeytan, nefs ve tağutlar karışacak ve “azınlık sayıdaki kurnazlar”a göre çoğunluk aptallaşacaktır. Çünkü şeytan, nefs ve tâğutlar insanların top-yekün aptallıktan kurtulmasını istemez. Zîrâ onlar insanların aptallığından geçinirler. Böyle olunca da, insanları uyarıp aptallıktan kurtaracak tek etken olan İslâm’ı-dîn’i ber-tarâf etmek yada pasifleştirerek etkisiz hâle getirmek isterler ve onun yerine de aklı, insanı, felsefeyi, ideolojileri, bilimi, teknolojiyi ve sahteyi koyarlar. Böylece insanlar kitleler hâlinde aptallaşmaya başlarlar. Çünkü İlâhî olmayan hiç-bir tasavvur, düşünce, söylem, yazı, amel-eylem, ideoloji ve uygulama, hem tüm insanlık ve Dünyâ için iyilik istemez, hem de İlâhî olmayan hiç-bir tasavvur, düşünce, söylem, yazı, amel-eylem, ideoloji ve uygulamanın gücü ve çapı, tüm insanlık ve Dünyâ için iyiliği sağlamaya güç yetiremez. 

 

Şeytanın ve nefsin  fısıldamalarına göre iş yapan tâğutlar, insanları aptallaştırmaya okullardan başlarlar. Hem de bunu güyâ, “insanları aptallaşmaktan kurtarmak” için yaparlar. Böylece okullar zorunlu hâle gelir. Fakat aslında okullar, “insanları aptallaştırma ve aptal hâlde tutma politikası”nın merkezleridir. 500 erkek ile 500 kızın bir-arada bulunduğu yerde insanların sapkınlıklara düşmesi ve aptallaşması kaçınılmazdır. Zâten okullar, Allah’ın, âhiretin, gaybın, dînin, İslâm’ın, peygamberlerin, vahyin, ahlâkın, merhâmetin, vicdânın, adâletin vs. hesâba katılmadığı ve bunların yerine, şeytânî-beşeri düşünce, fikir, ideoloji, eylem ve davranışların benimsetildiği ve alıştırıldığı yerlerdir. Fakat beşerî kurallara aşırı bağlılık, kişiyi aptallaştırır, saptırır. Okullar aracılığı ile aptallaştırılanlar en başta, zenginliğe hayrân olmayı öğrenirler ve bu da zenginlere saygı duymayı yanında getirir. Gün geçtikçe zenginlerin daha zengin, fakirlerin de daha fakir olması meşrû görülmeye başlanır ki modern-seküler-demokratik-lâik sistemi kuran zenginler için en önemli şey işte budur. Çünkü böylece okullarda yetişip büyüyen insanlar bir aptallaşmanın sonucu olarak zenginlerden yana olurlar. Sonuçta gün geçtikçe insanlar daha fazla aptal olurlar.

 

 Eğer İslâm’ın bir uygulaması olarak “îsar” (îsar­=bir şeye muhtâç olasına rağmen o şeyi Allah için başkasına vermesi) yapmıyorsa, sürekli olarak başkasının çıkarını kendi çıkarından üstün görmesi de aptallık olabilir. Kirâsını ödeyemediği hâlde “saray”ı desteklemek, aptal bir cehâlettir meselâ.

 

İnsanlık târihinde insanları aptallaştıracak bir-çok etken olmuştur. Fakat hiç-bir zaman Modernizm’de olduğu kadar çok ve etkili aptallaştırma (Ali Şeriati buna istihmar=eşekleştirme der) yolları olmamıştı. Modernizm’de insanları aptallaştırmak çok kolaydır zîrâ aptallaştırma araçları ve seçenekleri çoktur.

 

Modern Dünyâ’da insanları en çok aptallaştıran şey, teknolojidir. En basitinden, telefonlar akıllandıkça insanlar aptallaşıyor. Teknolojik ürünlere çok güveniliyor ve sürekli olarak bu cihazlarla haşir-neşir olununca, insanlar bönleşiyor ve aptallaşıyor. İnsanlık târihinde hiç-bir zaman insanlar bir şeye bu kadar dikkatli, gözünü kırpmadan ve uzun-uzun bakmamıştı. İşte bu davranış, insanları en çok aptallaştıran şeydir. Telefonlar ve internet nedeniyle özellikle yeni nesil, hem konuşmayı unutmuş durumda hem de söyleneni anlamakta da zorlanıyor. Anlamsız-anlamsız bakışlar, değişik-değişik konuşmalar, dandik hareketler vs. Yeni nesil, en çok aptallaşan insanlar olmuştur.

 

Modern gençlik yada yeni nesil; çok bayağı, gereksiz ve hattâ iğrenç bir şey için bir-çok fedâkârlığa bile katlanabilirken, Allah rızâsı için bir şey yapmayı ve hattâ, ana-babasına bir bardak su vermeyi bile zûl görmektedir. Zîrâ bunda kendileri için maddî bir çıkar yada haz yoktur. Allah rızâsını çoktan unutmuş yada hiç tanımayan bu nesil, karşılıksız bir şey yapmaya anlam veremiyor ve hattâ belki de “aptallık” olarak görüyor. Bu nedenle de insan ilişkilerinde hiç-bir çıkar olmadan ve sırf Allah rızâsı için yada “iyilik” için bir şey yapamaz duruma geliyor.

 

Bâtıl ve sapkın dinler ve inanışlar da insanı aptallaştırır. Baba-oğul-kutsal rûh şeklinde teslisi savunmak hiç de normâl değildir. Allah’ın en güzide halkının kendileri olduğunu söyleyenlerin düşünceleri hiç normâl değildir. Uzak-doğu dinlerinin inanç ve uygulamaları hiç de normâl değildir ve sapıklıktır. Sayısız putu tanrılaştırmak ancak bir aptallığın sonucu olabilir. Tüm bunlar insanları daha fazla aptallaştırmaktadır.

 

Yine târikat ve tasavvufun düşünceleri, söylemleri ve eylemleri hiç de normâl değildir ve bunlar bağlılarını aptallaştırmaktadırlar. Bağlı olduğu târikâtın şeyhini gördüğünde havlamak ve “senin köpeğiniz” mesajı vermek aptallıktan başka bir şey değildir. Bir şeyhin, deprem oluşturabileceğini yada depremi durdurabileceğine  inanmak, çeşitli belâları def edebileceğini söylemek ancak bir aptallaşmanın sonucudur. Tasavvuf da öyledir, insanı içten-içe tüketen sapık bir felsefedir. Kişinin beynini yer ve işlemez hâle getirir. Kişiyi; aptallaştırır, korkaklaştır, tembelleştirir (lâ fâile illallah), vurdum-duymaz bir hâle getirir. Meselâ derler ki: Mürid, mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî âlemlerde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan J, şu gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar. Bunun gibi neler-neler. Bunlar aptallaştırmanın zirveleridir.

 

İmam Şâfi şöyle demiştir: “Bir kimse eğer sabahleyin tasavvufla meşgûl olacak olursa, öğlen vakti gelmeden aptallaşır. Bir kimse eğer 40 gün sofilerle düşüp-kalkarsa onun artık ebediyen aklı başına gelmez”.

 

Aynı yanlışları yaparsanız aynı sonuçlarla karşılaşırsınız. Bir insanın aynı delikten iki kere ısırılması ancak aptallıkla açıklanabilir. Bir mü’min aynı delikten iki kere ısırılmaz. 

 

Sürekli zevk, neşe, haz içinde ve relâks durumda olmak, insanı aptallaştırır. İnsan, zorluklarla da karşılaşacak ki onu çözmeye çalışsın ve bir mücâdele içine girsin.Böylece bönlükten kurtulsun.

 

Kur’ân aptallara gelmediği için, 2+2’nin sonucunu söylemesine gerek yoktur. Bir kimseye -eğer kişi aptal değilse- “süpürgeyi getir” denilince “küreği de getir” denmesine gerek yoktur. Allah’ın kitabı olan Kur’ân aptallara ve akılsızlara mı gelmiştir ki her ayrıntıyı detayıyla versin. İnsan “leb” deyince leblebiyi anlayabilecek bir varlıktır. Akıl denen şey buna yarar zâten.

 

Korona-virüs olayı, aklını kutsamış olan modern insanın aslında ne kadar da aptal olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü korona nedeniyle en olmayacak aptallıkları bile yapabilmiştir. Meselâ bir uzun yolculuk sırasında arabadan dışarıya bakarken, ıssız bir alanda maske takmış bir adamı görmüştüm. Korona nedeniyle insanlar akıllarını-fikirlerini askıya alıp, televizyondan ve  internetten ne duydular ve gördülerse sorgusuz-suâlsiz yerine getirdiler. Aptal-aptal konuştular. Ne olduğunu bilmedikleri testleri yaptırdılar ve kötü sonuçları çıkmaya başlayan aşıları vuruldular. Üstelik bunlara karşı çıkanları da aptal olarak gördüler ve eleştirdiler. Korona-virüs olayı, küresel ve kitlesel bir aptallaştırma ameliyesi idi. İnsanların aptallıklarını gördüler. Artık istedikleri zaman istedikleri gibi manipülasyon yapabilirler.  

 

Spor, film, müzik “sanat” zannedilen modern absürdlükler insanları aptallaştırmaktadır. Yüz bin kişinin bir-araya gelerek, büyük bir dikkatle ve gözlerini hiç kırpmadan bir topu izlemesi hiç de normâl değildir.  

 

Gece sabaha kadar oturup da sabah güneş doğarken yatan ve akşama doğru kalkanlar çok geçmeden aptallaşırlar.

 

Yediğine-içtiğine dikkat etmeyen ve abur-cubur yada fast-food beslenenler kısa zaman sonra aptallaşırlar.

 

Abdürd kıyâfetleri giyerek dolaşanlar aptaldırlar.

 

Ana-babası yanında olduğu hâlde cenneti kazanamayanlar aptaldırlar.

 

Eşek olup da sırtlarına semer yükletenler ve kaldıramayacakları yükleri yüklenenler aptaldır.

 

Dünyâ’da bir kötülüğün, adâletsizliğin, ahlâksızlığın, eşitsizliğin, şirkin, küfrün ve zulmün; gürültüsüz-patırtısız, kavgasız-belâsız, kırmadan-dökmeden sâdece sevgi ile, aşk ile, hoşgörü ile, konuşarak, anlaşarak ve uzlaşarak düzelebileceğini sananlar ve bunu bekleyenler aptaldır.

 

Kendisini iyi yöne kanalize eden, doğruyu gösteren, maddî-mânevî yardım eden hattâ canını dişine takanlar varken, onu kullanan, sevmeyen ve kötülüğünü isteyen kişilerle takılanlar aptaldır.

 

Çocuklarına çok fazla acıyanlar ve üstüne çok düşenler, aptallık yapmış olurlar. Çünkü çocuklarınıza ne kadar acırsanız, ileride o kadar pişman olursunuz. Modern çocuk yetiştirme tarzı aptallıktır.

 

İyi, başarılı ve îtibarlı insanlar olmak için en iyi okullarda okumak, en üstün işlerde çalışmak ve yüksek bir ücret almak gerektiğini zannetmek aptallıktır.

 

Kur’ân’ı amele-eyleme-yaşam-a-hayâta dökmeden, sâdece yoğun şekilde okuyarak, araştırarak, herkesi allâme yapmaya çalışarak, meâlini-tefsirini-te’vilini yapabilmeyi öğrenmekle bir şeylerin düzeleceğini beklemek boş bir bekleyişten başka aptallıktır. Çünkü hiç-bir peygamberde böyle bir örneklik yoktur.

 

Modern-bilimin, teknolojinin, beşerî ideoloji, düşünce ve yeniliklerin insanlara hep iyilik getireceğini ve onları sürekli olarak ileriye-güzele ileteceğini sanmak aptallıktır.

 

Modern dünyânın ortaya çıkardığı kronik hastalıkların modern tıp ile kökünden çözülebileceğini sanmak ve beklemek aptallıktır.

 

Modern sorunların modern yollarla çözülebileceğini beklemek aptallıktır.

 

Aynı şeyleri yapmasına rağmen farklı sonuçlar belemek aptallıktır.

 

Ateistler, deistler, agnostikler, feministler vs. aptaldırlar         

 

Temeli ve istikbâli olmayan sözde dâvâlar uğruna çaba göstermek, malını-canın ortaya koymak ve sonunda hiç-bir şey kazanamamak aptallıktır.

 

Uzayın derinliklerine yolculuk yapılabileceğini, meselâ Mars’ta koloniler kurulabileceğini, başka yıldız-sistemlerine ve galaksilere gidilebileceğini sanmak ve buna inanmak aptallıktır.

 

Komplo teorilerine inanıp da onlara göre düşünmek, konuşmak ve tedbir almaya kalkmak aptallıktır.

 

Bu-bağlamda meselâ, modern-bilim ve özellikle son sürüm teknolojiyle; çeşitli şekillerde bulutların oluşturulabileceğine, yağmur, kar ve dolu yağdırılabileceğine, fırtına ve tipi oluşturulacağına yâni mevsimlerin değiştirilebileceğine, sellerin, heyelanların, yangınların ve en önemlisi de depremlerin ve -hâşâ- Allah’ın bile yapmadığı-yapamadığı büyük depremlerin yapılabileceğine, havanın, suyun, toprağın, bitkilerin, hayvanların ve insanların başkalaştırılabileceğine, sûnî Güneş, Ay ve yıldızların yapılabileceğine, bir gök-taşının bir uzay aracına çarpmasıyla yönünün değiştirilebileceğine, bilmem kaç milyon ışık-yılı uzaklıktaki bir asteroite Dünyâ’dan, üzerinde bir sondaj makinesinin bulunduğu bir uzay aracının gönderildiğine ve asteroit üzerinde sondaj yapılıp verileri Dünyâ’ya gönderdiğine, Ay’da ve Mars’ta koloniler kurulabileceğine ve neredeyse Güneş’in ve Ay’ın karartılabileceğine, dağların yürütülebileceğine, denizlerin kaynatılabileceğine, yıldızların düşürülebileceğine vs. ve en nihâyet, insanın ilahlaşabileceği gibi absürd ve olmadık-olmayacak şeylere bile inanır hâle gelmiş olmak aptallık belirtisidir. İnsan etkisiyle ancak çok küçük etkiler oluşturulabilecekken, modern-bilim ve teknolojiyi elinde tutan büyük devletlerin ve bilim-adamlarının, HAARP, Chemtrail ve uydularla istedikleri her-şeyi yapabileceklerine inanmak aptallık alâmetidir.Peki neden?. Çünkü modern-bilim ve teknolojiye hiç-bir zaman ulaşamayacağı bir güç verilmektedir. “Büyük” denilen devletlerin ve bilim-adamlarının olağan-üstü bilgilere ve güçlere sâhip olduklarını zannedilmektedir. Bu nedenle de modern-bilim ve teknolojiye hiç-bir eleştiri getirmeden, hiç îtirâz etmeden sonsuz bir îman ve güven duyulmaktadır. Fakat bilinsin ki bu hem aptallıktır hem de şirktir ki şirk zâten budur. Eğer sizin birilerine yada bir şeye karşı sorgusuz-suâlsiz ve koşulsuz-şartsız bir güveniniz varsa ve bunları hiç eleştirmiyor ve îtirâz etmiyorsanız, aptallaşmışsınız ve bunlar üzerinden şirk koşuyorsunuz demektir. Bu-bağlamda modern-bilim ve teknoloji neredeyse tüm Dünyâ’da putlaştırılmış ve ilahlaştırılmıştır ve bunlarla şirk koşulmaktadır, bunlara tapılmaktadır. Modern dünyâda modern şirk, modern-bilim ve teknolojiyle koşulmaktadır ve bu şirk ve de küfür, insanlık târihinde ortaya çıkmış olan en yaygın aptallık, şirk, küfür ve zulümdür.   

 

Aptallık; tahsilsizliğin giderilmesiyle, okulda yüksek öğrenim almış olmakla, zekânın üstünlüğü ile yada özel eğitim almakla giderilebilecek bir şey değ-ildir. Aptallık, insanın aklının ancak belâ ile başına gelmesi durumunda farkına varılan ve vazgeçilen bir şey olabilir. Aptallık ancak, derin pişmanlıkların sonucunda fark edilebilir ve aptallıktan ancak bu şekilde vazgeçilebilir. Eğer aptallık bu şekilde de son bulmuyorsa, o zaman o kişiye; “aptallığına doymasın” demek gerekir.

 

Evet; aptalca işler yaparsanız, kendinizi aptal gibi hissedersiniz. Bir insan için, yaptığının bir sonucu olarak “kendini aptal gibi hissetmesi” ona cezâ olarak yeter.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

22 Temmuz 2023 Cumartesi

En Üstün İlim

 

“Sizin ilahınız yalnızca Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. O, ilim bakımından her-şeyi kuşatmıştır” (Tâ-hâ 98).

 

En üstün ilim, amele-eyleme ve nihâyet âhirete dönük olan ilimdir. Zîrâ ilmin üstünlüğü, genişliği ile alâkalıdır. En geniş ilim ise, hem Dünyâ’yı-kâinâtı hem de madde-ötesini birlikte ele aldığı için “din ilmi”dir ki bu din elbette Allah katındaki tek hak din olan İslâm’dır ve en üstün ilim bu nedenle İslâm ilmidir.

 

En üstün ilim, Allah’a dayanan ilimdir. Allah’a, âhirete, gayba, vahye, dîne-İslâm’a dayanan ilim en üstün ilimdir. Zîrâ sonu yoktur, sınırı yoktur. İnsanın çapı-kapasitesi belli bir noktaya kadar gitse de İslâm ilmi bitirilemez, çünkü sonu ve sınırı yoktur. Kur’ân’da bu şöyle ifâde edilir:

 

“Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokmân 27)

 

İlim zâten İslâm’a mahsustur ve ancak İslâm-merkezli olursa ve İslâm’a dayanırsa o şeye “ilim” denir. Aksi-hâlde ona ilim değil “bilim” denir. O da sâdece “bilmek” ile alâkalıdır. Bilmek “sâdece bilmek” iken, ilim ise “ilmek-ilmek dokuma”ya dönüktür. İlim, bilmeyi ve yapmayı birlikte taşıyan şeydir ki bu sâdece İslâm’a has olan bir şeydir. Zîrâ sâdece İslâm ilmi Allah’a dayanır. İslâm’ın dışındaki bilimler ise insana, akla ve maddeye dayanır, yâni sınırlı olana dayanır ki bu yüzden de ona “bilim” denir ve “sâdece bilmek”le yetinilir. Sınırlı olması bu nedenledir.

 

İslâm “sâdece bilme” ile yetinmez, çünkü İslâm “bilim” değil ilimdir. Bu nedenle de iki kapak arasında bir Kitap olarak değil de, belli bir süre içinde bir peygambere-insana safha-safha indirilerek gelmiştir ki “bilindikten sonra ikâme de edilsin” ve amele-eyleme dökülsün, hattâ “hayâta hâkim kılınsın” istenmiştir. Peygamberler ve onların güzel örneklikleri yâni sünnetleri bu nedenle vardır. Yoksa Kur’ân; masa-başında okunup-okunup meâllendirilsin, tefsir edilsin, kritiği yapılsın, te’vil edilsin ve sâdece bilginin ve bilmenin konusu yapılsın diye değil, idrâk edildikten sonra eyleme de dökülsün diye indirilmiştir. İşte bunu en iyi yapanlar yada yapmak için çabalayanlar peygamberlerdir. Zâten literatürde Sünnet denilen örneklik işte bunun örnekliğidir.

 

İslâm dışındaki tüm alanlar ilme değil de bilime dayanır. Çünkü sınırlıdır. Zîrâ akla, insana ve maddeye dayanır. Bunların kendi aralarında daha üstünü ve daha düşüğü vardır. Meselâ felsefe “bilim” noktasında diğerlerinin en üstünüdür. Zâten bilimler felsefeden dolayı vardır. O bilimleri filozoflar ortaya çıkarmıştır. Meselâ matematik bilimini sistemli şekilde ortaya atan -eğer onu filozof olarak görürsek- Pisagor ve Pisagorcular’dır. Onlar işi târikat noktasına getirmişlerdi.

 

Matematik, bir filozofun felsefî düşüncesinin sonucunda ortaya çıkmaya başlamış bir şey olduğu için matematik felsefeden üstün olamaz. Zâten matematik sınırlıdır ve esnek olmadığı için belli bir çalışma alanıyla sınırlıdır. Aslında matematik sâdece bir kurgudur. Kâinatta matematik diye bir şey yoktur. Sayılar, rakamlar, işâretler, -dâire hâriç- geometrik şekiller, sabîteler, formüller falan yoktur kâinatta. Tüm bunlar insanların yaptıkları kurgular ve kurdukları hayâllerin bir sonucudur. Üstelik matematiğin, kâinâtın her noktasında aynı sonucu verip-vermediği de bilinmiyor ki, dönen nötron yıldızları olan pulsarlarda hesapların alt-üst olduğu söylenir. Bu nedenle de birilerinin zannettiği gibi Allah kâinâtı matematik ile donatmış falan değildir. Eğer öyle olsaydı peygamberler matematik dâhileri olurlardı.

 

Matematik soyut olmadığı için sınırlı kalmaya mahkûmdur. Meselâ 2+2’nin sonucuna kesin bir ifade ile 4 demek zorundasınız ki bu da onun hakkında konuşmayı ve düşünmeyi ânında bitirir. Şu şu nedenle 2+2’nin sonucu 4.0000,1 diyemezsiniz ki matematik bilimi genişlesin. Matematikte bir işlemi bir-kaç şekilde yapabilirsiniz, ama hepsi o kadar. Matematik sınırlıdır, sınırları vardır, zâten sınırları olduğu için üzerinde çalışılabilir. Böyle olduğu için de modernlerin zannettiği gibi matematik hem “ilim” değildir hem de “en üstün bilim” değildir. Günümüzde matematiğin bu kadar popüler olmasının ve ona âdetâ tapılmasının nedeni, modern-bilim ve teknoloji nedeniyle mühendisliğin çok fazlalaşmış ve yaygınlaşmış olmasından dolayıdır.   

 

Aynı şey edebiyat için de geçerlidir. Eğer Allah ve İslâm-merkezli değilse edebiyat da “bilim” olarak kalmaya mecburdur. Fakat edebî bir dil ile Allah’ı, âhireti ve İslâm’ı anlatmanın bir sonu olmayacağı için, İslâm-merkezli olduğunda edebiyat ilim olmayı hak eder ve üstün bir hâle gelir. Aksi-hâlde edebiyat çok sınırlı bir bilimdir. Çünkü harfler, kelimeler, imlâlar ve kurallar sınırlıdır. Bir yerden sonra biter yada gelişmesi çok-çok yavaşlar ve artık tat  vermez hâle gelir ki edebiyat alanında ilerleyen kişilerin belli bir yerden sonra din, felsefe, sosyoloji gibi alanlara kaydıkları çok görülür. Açıkçası edebiyat hep başka şeylere ihtiyaç duyar. Üzerinde edebiyat yapacak şeylere ihtiyaç duyduğu için edebiyat hem ilim değildir hem de “en üstün bilim” değildir. Şu da var ki edebiyatçılar -herhâlde edebiyatın sınırlı olmasından olsa gerek- biraz gevşek insanlardır. Ya yanlış kararlar verip dururlar ya işi sâdece sözde bırakırlar yada sisteme kolay entegre olurlar. Tabi edebiyat ile çok derin şiirler yazılır, edebi bir dille ççok etkili hitâbetler gerçekleştirilir. Fakat bu, edebiyatı bir araç olmaktan kurtarmaz.

 

Diğer sayısal (fizik, kimyâ, biyoloji vs.) ile sözel (sosyoloji, psikoloji vs.) gibi tüm dallar da insana, akla ve maddeye dayandığı ve dayanmak zorunda olduğu için hem ilim değildirler hem de en üstün bilim değildirler. Bu bilimlerin içinde en üstünü felsefe olsa da o da akıl, insan ve madde ile sınırlıdır ve oradan ileriye bir adım bile gidemez. Zâten madde-ötesini çoğunlukla inkâr eder. Bu da onu kısıtlar, sınırlar. En üstün bilim olan felsefe bile sâdece “nasıl”ı açıklar ve “neden-niçin” hakkında tek bir tutarlı laf edemez. Sâdece atıp tutar ve boş-boş konuşur. Bu nedenle felsefe için “hakîkati arama ilmi” sözü zinhar geçerli bir söz olamaz. Çünkü hem felsefenin hakîkati bulmaya çağı ve dirâyeti yetmez -ki şimdiye kadar bulamadıysa bundan sonra niye bulsun- hem de felsefe hakîkati değil “gerçek”i arar, arar ama bir türlü de bulamaz ve bulamamıştır, hiç-bir zaman da bulamayacaktır. Çünkü hakîkat bilinmedikçe gerçek de bilinemez. Hakîkat Allahsız bilinemezken, gerçek de ancak Allah’a bağlandığında netlik kazanabilir. Yoksa felsefenin ulaştığı gerçekler de “geçici ve sahte gerçekler” olmaktan kurtulamaz.

 

Felsefe günümüzde modern-bilim ve teknoloji olarak görünmektedir. Tüm dünyâ da bu ikisini ilah edinmiş, tapınıp durmaktadır. Birileri modern-bilim ve teknoloji geliştikçe soruların ve sorunların biteceğini hattâ bâzıları da insanın tanrılaşacağını bekleye-dursun, bu gerçekleşmediği gibi hiç-bir zaman da gerçekleşmesi mümkün değildir. Zîrâ felsefenin modern bir görünümü olan modern-bilim ve teknoloji, mecbûren insan, akıl ve madde üzerinde çalışabildiği ve hattâ madde-ötesini inkâr ettiği için net, kesin ve üstün bilgiye hiç-bir zaman ulaşamaz, ulaşamıyor da. Modern-bilim ve teknoloji ancak, suyun başını tutmuş olanlar tarafından insanları büyülemek ve kandırmak için kullanılıyor.

 

İlim yâni İslâm yoksa, yâni bir şey, kudreti sonsuz, âlemlerin Rabbi Allah’a dayanmıyorsa, hem ilim olamaz, hem en üstün olamaz, hem de en doğruya yâni hakîkate ulaşamaz: 

 

“İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur. Şüphesiz, senin Rabbin; kendi yolundan sapanı en iyi bilen O’dur ve hidâyet bulanı da en iyi bilen O’dur” (Necm 30).

 

Peki modern insan neden ilmi değil de bilimi üstün görmek istiyor?. Çünkü:

 

“Hayır siz, dünyâ-hayâtını seçip üstün tutuyorsunuz” (A’lâ 16).

 

Evet; dünyâ-hayâtını üstün tutuyorlar, çünkü dünyâ-hayâtının belli şartları sağladıktan sonra çok da ağır bir yönü yoktur ve haz ve zevk verip durur. Zâten bilim insana, akla ve maddeye dayandığı için mecbûren haz-merkezlidir .İnsana bir sorumluluk yüklemez ve onu nefsiyle baş-başa bırakır. 

 

Bir sözümüz de modern müslümanlara olsun: “Kur’ân’ı; modern aklın, modern-bilimin, teknolojinin ve modern çağın ışığında yorumlama ve bunlara uydurma düşüncesi” içindeler. Bu “en üstün” olanı daha düşük olana göre okumak-anlamak-yorumlamak demektir. İslâm ve Kur’ân aklın, insanın ve maddenin nesnesi yapılacak bir kitap değildir ve tam-aksine, aklı, maddeyi ve insanı şekillendirmek için indirilmiştir. Zâten “ne üstün” olan vahyin, düşük olan bilimlere göre yorumlanması ve idrâk edilmesi imkânsızdır. İslâm ve Kur’ân, ancak kendi iç-dinamiğine göre okunup idrak edilebilir ki zâten ancak o zaman amel-eylem olarak kendini gösterip etkili olabilir. O-hâlde müslümanlar şu uyarıyı akıllarından çıkarmasınlar:

 

“İşte böylece biz onu (Kur’ân’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâ(istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir yardımcı-dost, ne bir koruyucu vardır” (Ra’d 37).

 

Buna rağmen Allah’ın indirdiği yerine, insanların bildirdiğini din yapmak, küfür, şirk, zulüm ve küstahlıktan başkası değildir:

 

“Ey insan!. Sana bu kadar cömert olan Rabbine karşı, seni bu kadar gururlu kılan nedir?” (İnfitâr 6).

 

Allah katında tek din İslâm’dır. Allah katında en üstün ilim İslâm ilmidir. Zâten “ilim” bir tek İslâm’dadır. Bu yüzden sözlerin en üstünü Allah’ın sözleri olan vahiylerdir, insanların en üstünü de “güzel örneklik”leri kıyâmete kadar geçerli olan peygamberlerdir. Müslümanlar Kur’ân’a uymalı ve Peygamber’i örnek almalıdır. Bunun için de şu âyetin direktiflerini yerine getirmelidirler:

 

“Hak olan, biricik hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur’ân’ı (okumada) acele etme ve de ki: Rabbim, ilmimi arttır” (Tâ-hâ 114).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

Devamını Oku »

10 Temmuz 2023 Pazartesi

Boş İşlerle Uğraşmak


“Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): “Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrâna uğrayanlardan olacaksın” (Zümer 65).

 

Yapılması gereken işleri yapmayanlar, yapılmaması gereken işleri yapmaya başlarlar. Yapılmaması gereken işleri yapanlar, boş işlerle uğraşmış olurlar.

 

Sonu gelmeyecek ve işe yaramayacak şeylerle uğraşmak bile insana el becerisi ve tecrübe kazandırabilir. Bu nedenle sonuç vermeyecek işlerle uğraşmanın da iyi bir yönü vardır. Zâten Dünyâ’da yüzde yüz kötü-yanlış bir şey yoktur. Çünkü mutlakâ bir kazanımı olur. Allah’ın yasakladığı kumar ve içkide bile bâzı yararlar vardır ama zararları daha büyük olduğu için haram-günah kılınmıştır.

 

Tümüyle boşa gidecek olan işler, şirk koşularak yapılan işlerdir. Şirk koşulan işler ise, Allah’ın emir ve nehiylerine aykırı olan işler yapmaktır. Bizim bu yazıda bahsetmek istediğimiz boşuna yapılan işler; Allah, âhiret, din, İslâm için yapılmayan yada bu merkezde yapılmayan işlerdir. Zîrâ Allah’ın hesâba katılmadığı ve O’na dayanmayan işler yapmak boşa gitmeye mahkûmdur. Çünkü ne de olsa Allah-merkezli yapılmayan işler en nihâyetinde kişinin ölmesiyle yada Dünyâ’nın yıkılmasıyla yok olup gidecek ve kişiye ebedî bir yararı olmayacak işlerdir.

 

Allah için yapılmayan şey boşa gider. Çünkü boşa gitmekten başka gidecek bir yer yoktur. Bir “büyük amaç”a hizmet etmeyen şey, en-nihâyetinde boşa çıkmak zorundadır. Şu da var ki, bir iş en iyi şekilde yapılmamışsa, o iş boşa gitmiş bir iş olmuş olur. Yada yarârı kadar zarârı vardır.

 

Tüm beşerî sistemlerin kânunlarında “boşluk” varken, bir tek Kur’ân’ın kânunlarında “boşluk” yoktur. Böyle olduğu içindir ki İslâm’a göre yaşamada boş işlerle uğraşılamaz ve yapılan hiç-bir iş boşa gitmez..

 

İnsan boş bırakılmaya gelecek bir varlık değildir. Çünkü boş bırakıldığında boş işler yapamaya başlar. Gerçek hayatlar yaşa(ya)mayanlar, boş hayâllerle avunurlar ve sürekli olarak hayâl dünyâsında yaşarlar. Zîrâ boş işlerle uğraşmaktadırlar. İnsanlık târihinde boş işlerle uğraşmada modern gençliği kimse yakalayamaz. Alıştırıldıkları boş şeylerle oyalanıp durmaktadırlar. Tabi bunda, modernitenin insanları getirdiği yerin çok etkisi vardır. 

 

Müslümanların boş işlerle uğraşmaları kabûl edilemez. Zîrâ Kur’ân onları uyarıp durmaktadır:

 

“Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (duâ ve ibâdetle) yorulmaya devâm et” (İnşirah 6-7).

 

Müslümanların içinde Kur’ân’ı merkeze aldığını söylemelerine ve Kur’ân okuyup durmalarına rağmen yaptıkları boşa gidenler vardır. Çünkü önemli olan Kur’ân okumak değil, “Kur’ân’ı Kur’ân-merkezli olarak hayâtın tam ortasında okumak”tır. Zîrâ Kur’ân hayâtın tam ortasına inmiştir, boşluğa değil. Son 30 yıldır Kur’ân’ın bu kadar çok okunmasına rağmen İslâm âleminde ve Dünyâ’da olumlu anlamda bir değişikliğin olmamasının nedeni, Kur’ân’ın hayâta değil de, “boşluğa” okunmasıdır. Kur'ân'ın ideâl pratiği olan Sünnet’i terk edenler ve hesâba katmayanlar, ömürlerini boş yere “Kur’ân âyetlerinin anlamının ne olduğunu araştırmak”la tüketiyorlar ve boşuna uğraşmış oluyorlar. Kur’ân’ı sâdece bilmek bir yaraya merhem olmamaktadır. Tamam; bilenlerle bilmeyenler bir olmaz ama bilmek yapmayı gerektirdiği için amel-eylem aşamasında işe yarar. Yoksa amele-eyleme dönmeyen bilgi kuru bir bilgi olmaktan kurtulamaz ve boşa çıkar ve bir işe de yaramaz. Sonuçta da boşuna uğraşılmış olunur. Zîrâ Allah bizi bildiklerimizden değil yaptıklarımızdan hesâba çekecektir. Onca bilgiye rağmen hiç-bir şey yapmamışsanız Kur’ân’ı bilip-bilmemek arasında fark olmaz.

 

İslâm târihi boyunca müslümanlar, enerjilerini, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uymak” yerine, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uymamak” bağlamında boşluklar aramakla harcamışlardır. “Nasıl uygulasak” yerine, “nasıl yapsak da uygulamasak”ın derdine düşmüşlerdir. Kur’ân’ı modernizm, modern-bilim, teknoloji ve beşerî ideolojiler adına okumak boşuna iş yapmak ve boş işlerle uğraşmaktır. Kur’ân’ın düşman olduğu ve yıkmaya çalıştığı şeyi Kur’ân ile savunmak elbette bir yararı olmayan ve tam-aksine zarar verici olan boş bir iştir. Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist-demokratik-bireyci-milliyetçi ideolojilere nefret beslemeyen ve onlara küfretmeyenler, hiç boşuna din ile kitap ile uğraşmasınlar. Zîrâ yaptıkları şey patinajdan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü bu tür mesâilerle bir arpa-boyu bile yol alınamaz.

 

Müslümanlar sâdece tebliğ, dâvet, bilgi, eğitim vs. ile İslâm’ı yeniden diriltmenin hayâline kapılıyorlar ama bu boş bir hayâl olmaktan öteye gidemez. Peygamberlerin mücâdelelerin anlatıldığı kıssalara bakıldığında bu tür bir çabanın sonuç verdiği görülmez. Tabi bu, tebliğ ve dâvet ile hiç uğraşılmayacak demek değildir. Fakat sâdece böyle bir çabayla sonuç alınamayacağı bellidir. Aynen peygamberler gibi bütüncül bir çaba ile bir şeyler yapmak mümkün olabilir. Hele Türklerin sâdece tebliğ, dâvet, bilgi, eğitim ile bir sonuca varmaları pek mümkün değildir. Çünkü Türk târihinde, “iknâ yolu” ile gerçekleşen bir değişim hiç-bir zaman yaşanmamıştır. Türklerin târihi “devrimler târihi”dir. Bu nedenle Türkiye’de, bir devrim yapmadan, salt iknâ yolu ile köklü değişimler olabileceğini zannetmek ve beklemek boşuna bir bekleyiştir.

 

Hayâtı “olduğu gibi” kabûl edemeyenler yada etmek istemeyenler, -boşu-boşuna- hayâtın kabûl edebilecekleri derin anlamlarını arıyorlar. Fakat bu boş bir iş olduğundan dolayı bir sonuca ulaşamıyorlar.

 

İnsanlar boşu-boşuna ölümsüzlüğü arıyor. Hâlbuki ölümsüzlüğün yolu bellidir. Ölümsüzlüğün yolu şahâdetten geçer. Ölmedikçe ölümsüzlüğe ulaşamazsınız.

 

Kadınlar boş kaldığında çenelerine vurur ve boş laflar edip dururlar. Uzun-uzun ve en ince ayrıntısına kadar konuşmalarının nedeni budur. O yüzden sürekli olarak bir şeylerle meşgûl olmaları gerekir. Bu meşgûliyet ev-dışında değil de ev-içinde olursa bir sorun çıkmaz.

 

Modernler boşu-boşuna, “ruhsal-psikolojik” sorunlara maddî nedenler ve maddî çözümler bulmakla uğraşıyorlar. Psikolojik bir sorunun maddî bir ilaçla düzeleceğini beklemek boş bir bekleyiştir. Tabi seküler tıp maddî olandan başkasını kabûl etmediği için alternatif çâreler uygulamıyor ve insanları uyuşturan ilaçlarla oyalıyorlar.  

 

Dünyâ’nın en zor şeyi, “boş adam”ı avutmaktır. İnsan boş kalınca sıkılmaya başlar. Tabi şeytan da “boş adam”ı hedef alır.

 

Allah’ın zâtını boşu-boşuna idrâk etmekle uğraşırsanız, hiç-bir zaman O’na hakkıyla îman edemezsiniz. Allah, “bilinebilecek ve ulaşılabilecek” değil, emirleri ve nehiyleri yerine getirilmesi gereken varlıktır. Boş işler yapıp durduğunuzda O’nun emir ve nehiylerini yerine getiremezsiniz.  

 

İslâm’da boş kalmak ve boş işler yapmak yoktur. “Yorulduğunda başka bir işe koyul” der Kur’ân (İnşirâh 7).

 

Boş zaman yoktur İslâm’da. Kâinatta hiç-bir varlık boşuna değildir ve boş iş yapmaz. Kâinâtın hiç-bir noktasında boş işlerle uğraşan bir varlık yoktur. Aksi-hâlde kaos olurdu ve muhteşem döngü, düzen ve nizâm bozulurdu. Bu durum Dünyâ’da ve bizim vücûdumuzda da böyledir. Kanser denen şey, boş işler yapan hücrelerin bir sonucudur. Boş işler yapınca iş tersine döner ve zarar verici olmaya başlar.

 

Modern dünyâda bir-çok şey boşu-boşuna vardır. Sokrates pazarda gezerken “ne kadar da çok ihtiyâcım olmayan şey var” demiş. Üretilen şeylerin büyük çoğunluğu aslında ihtiyaç değildir.

 

Evliliklerin çoğu boşanmayla sonuçlanmaya başladı. Fakat bu boşanmaların bir-çoğu boşu-boşuna olan boşanmalardır.

 

Ana-teması yanlış olan birinin, ne kadar çok olursa-olsun tüm bildikleri boşa çıkar. Bu aynen; içinde milyonlarca e-kitap barındıran bir bilgisayarın, bir virüs yüzünden çökerek, tüm kitapların silinmesi gibidir.

 

İnsanların-müslümanların yaptıklarının boşa gitmesinin bir nedeni de, seslerini Peygamberimiz’in sesi üstüne yükseltmeleridir. Modernist müslümanlar(!) Peygamberimiz’in sesini-amelini beğenmiyor da kendi sesini-sözünü yükseltiyor. Böyle yapanların boşa kürek çektiklerini “görebilenler” çok net olarak görmektedirler. Bu haddini bilmezler Kur’ân’ın şu uyarısını da takmıyor:

 

Ey îman edenler, Allah’ın Resûlü’nün huzûrunda öne geçmeyin ve Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. Ey îman edenler!; seslerinizi Peygamber’in sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider” (Hucurât 1-2).

 

İslâm’ın kânunları yerine beşerî kânunlarla Dünyâ’nın bir “barış yurdu”na döneceğini beklemek de, “boşuna bir bekleyiş”tir. Bu uğurda çalışmak ise hem boş işlerle uğraşmaktan dolayı hem de şirk olduğu için boşa gidecek çabalamalardır.

 

Allah Kur’ân’da; “namazlarınızı titizlikle yerine getirin”, “yalvara-yalvara duâ edin”, “ana-babanıza “öf” bile demeyin” vs. gibi emirler verir. Peki bu emirleri %100 olarak değil de, %90 olarak yerine getirdiğimizde, yaptıklarımız kabûl edilmez ve boşa mı gider?. Şöyle ki; teori, -bâzı sınırlı zamanlar hâriç- hiç-bir zaman %100 pratiğe dökülemez. Kur’ân’ın gösterdiği “ulaşılabilir olan” bir “hedef” vardır. Fakat o hedefe bir-anda ulaşılamadığı gibi, çokları ulaşamaz da. O-hâlde İslâm; o hedefe ulaşma yolunda tüm güçle samîmi bir şekilde gayret sarf etmeyi önemser. Fakat, bir de “tevhid” vardır ki, ya %100 olur, yada %0. Tevhid yâni “şirksizlik”, yarım-yamalak olacak şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın yardımının ulaşması söz-konusu bile olmadığı gibi, azâbı her yönden kuşatır bizi.

 

Îmân edip sâlih amel işlemekten başka her-şey “boş işler yapmak” demektir. Îmân edip sâlih amel işlemekten başkası kişiyi hüsrandan kurtaramaz. Îman, sabır, tebliğ, dâvet, hicret, devlet, şahâdet ve medeniyet süreci hâricindeki hiç-bir çaba insanı kurtaramaz. Çünkü ancak bu merkezde yapılan işler boşa gitmemiş “dolu işler”dir.

 

Mücâdele, Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılma mücâdelesidir. Gerisi boş iş ve oyalanmadır.

 

“Çalışanlar bunun için çalışsın” (Sâffât 61).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

Devamını Oku »

Kırmızı Çizgiyi Geçmek Yada Sınırı Aşmak


“Yoksa insana her dileyip arzu ettiği şey mi var (zannediyor)?” (Necm 24).

 

Din, “kırmızı çizgi” (sınır) demektir. İslâm demek “sınır” demektir. Bu, “haddini bilmek” sözüyle ifâdesini bulur. Sınırsızlık düşüncesi ise şirktir. Müslüman, “Allah’ın sınırlarına göre hareket eden” kişidir.

 

____ı_______________________ Bu çizgiyi sonu belli olmayan bir çizgi olarak düşündüğümüzde, eğer kırmızı çizginin olduğu yerde durmuyorsanız, kırmızı çizginin biraz ilerisinde yada onun biraz daha ilerisinde de durmazsınız. Çünkü kırmızı çizgiyi yâni sınırı bir kez aştığınızda, artık sizi durduracak bir sınır olmaz. Çünkü kırmızı çizgide durmuyorsanız çizginin herhangi bir yerinde niçin durasınız ki!?. Kırmızı çizgi ile belirtilen sınırda durmadığınızda sizin için bir sınır kalmamış demektir. Zîrâ “bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur”. Bir sınırda durmayınca artık hiç-bir sınırda durmazsınız. Çünkü bu size anlamsız ve gereksiz gelmeye başlayacaktır. Sonuçta da bir süre sonra sınırsızlık bir “din” olarak Dünyâ’ya hâkim hâle gelecektir ki olan şey an îtibârıyla budur. Sınırsızca yaşamak düşüncesi artık modern insanın dîni ve felsefesi olmuştur.

 

Bir tanıdığımın çocuğu çok fazla bilgisayarda ve internette kaldığı için ona bir süre ve sınır koymak isteyen anne-babasına, “niye sizin belirlediğiniz sınırda bırakayım ki” demişti. Ona bir sınırda durmak anlamsız gelmişti. Çünkü bir sınır-bilinci yoktu.

 

Bir sınır olması için bir merkez olması gerekir. Bu merkezin bir yaptırım gücü olması için de mutlakâ ilâhi bir merkez olması gerekir. İnsan, kendini ancak içeriden sınırlarsa o sınır anlamlı olur. Yoksa dışarıdan sınırlandığında o sınırı aşmak için mutlakâ çâreler arayacak ve bulacaktır. Sınırı belirleyen bir merkez olmadığında gerçek anlamda bir sınır da olmayacaktır. Allah’ın sınırlarını takmayanlar, başkalarının sınırlarını hiç takmazlar.

 

Allah’ın kırmızı çizgisi ile seküler-modern dünyânın ve insanın çizdiği kırmızı çizgiler vardır. İnsan Allah’ın kırmızı çizgilerini pek de takmazken insanın ve seküler sistemin koyduğu sınırlara harfiyen uymaktadır. Meselâ bomboş bir yolda ve kavşakta kırmızı ışıkta geçmeyi bile göze alamayan insan, sıra Allah’ın sınırlarına gelince o sınırlara basmadan ve o sınırları aşmadan duramıyor. Trafiğin olmadığı yada çok seyrek olduğu bomboş bir yolda yürürken karşımıza birden kırmızı bir ışık çıkıyor ve kırmızı ışığın sönüp yeşil ışığın yanmasına kadar yürümeden öylece duruyoruz. Bu hiç normâl bir şey değil. Böyle insanlar Dünyâ’yı kurtarma hayâlleri kurmasın boşuna. Çünkü Dünyâ, modern dünyânın “kurallara uyularak” kurtarılamaz. Kırmızı ışıkta âni fren yaparak duran fakat Allah’ın “dur” dediği yerde durmayan insanlarla olacak iş değildir bu.

 

Sınırın “sınır” olması için, bir şeyi aşkın bir varlığın sınırlandırması gerekir. İlâhî olmayan şey gerçek bir sınır îcâd edemez, şaşmaz bir kırmızı çizgi belirleyemez ve hattâ ilâhî olmayınca kırmızı çizgiler kalmaz ve tüm sınırlar aşılır. Aşkın bir varlığın inşâ ettiği sınır ise ebedîdir, çünkü ilâhi sınır, îman ve vicdan ile birlikte inşâ edilmiştir. Bu nedenle ilâhî sınırlara uyanların o sınırları aşmak gibi bir düşüncesi bile olamaz. 

 

Kâinâtın işleyebilmesi için mutlakâ sınırlar gerekir. Meselâ göz, görebilmesi için görmek istediği şeyi sınırlandırması gerekir. Çünkü göz, sınırsız olanı göremez. Sınırlar Allah’ın bir lütfudur. Meselâ sınırlı duyarız, sınırlı görürüz, sınırlı hissederiz. Aksi-hâlde istenmeyen sesleri duyar, nesneleri görür ve bizi huzursuz edecek şeyleri hissederdik.

 

Aklın da bir sınırı vardır ve o sınır gaybın kapısıdır. Buradan ileriye bir adım bile atabilmesi söz-konusu değildir. Akıl ancak sınırlı olan üzerinde çalışabilir. Çünkü kendisi de sınırlıdır. Modern insan, aklı sınırsız zannediyor ve bu nedenle de ona tapıyor. Oysa vahiyle sınırlanmayan akıl, insanı Dünyâ’da rezil edeceği gibi âhirette de uçuruma götürür.

 

Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, ülkelerinin arasına sınır koymalarından dolayıdır. Bu sınırlar ulus-devlet düşüncesiyle “aşılamaz sınırlar” hâline gelmiştir. Bu da müslümanların arasında “aşılamaz sınırlar”ın oluşmasına neden olmuştur.  

 

Devletin ve ülkenin sınırlarını aşmayanlar, dînin sınırlarını kolayca aşabiliyorlar. Sanki dînin hiç-bir kırmızı çizgisi yokmuş gibi sınırları ezip geçiyorlar. Oysa modern dünyâda bir devletin sınırlarını geçmek için büyük riskleri göze alabilmek gerekir.

 

İnsandan bahseden âyetler sınırı, Allah’tan bahseden âyetler ise sınırsızlığı anlatır. Çünkü sınırsız olan tek varlık Allah’tır.

 

Her-şeyi sınırsız ve serbest bırakmak, bir değersizleştirmeyi de yanında taşır. Hiç-bir kırmızı çizgi yoksa ve kişiyi sınırlayan bir sınır yoksa, artık değerli bir şey de kalmaz. Çünkü değerli olan, sınırlı olan demektir. Meselâ altın neden diğer metâllere ve mâdenlere göre daha değerlidir?. Çünkü Dünyâ’da sınırlı miktarda bulunur.    

 

Sevgide bile bir sınır olmalıdır Bir sevgi, Allah’ın koyduğu sınırları çiğnetiyorsa, o sevgi şeytânî bir sevgidir. Hz. Îsâ’yı o kadar sevdiler ki, sonunda o’nu Tanrı îlân ettiler. Hâlbuki Hz. Îsâ bir insandır ve dolayısıyla sınırlı bir varlıktır.

 

Sınırsız olan, insanın ihtiyaçları değildir, ihtiraslarıdır, hırslarıdır. Çünkü ihtirasların ve hırsların kaynağı olan insan nefsi bir türlü doymak bilmez de hep ister durur. Şeytan insanı cennette “sonu olmayan bir mülk” yâni sınırsızlık ile kandırmıştı (mülk-ü lâ yeblâ). İnsanın ihtiyaçları sınırsız olamaz. Çünkü insanın kendisi sınırlıdır.

 

İnsanlar bâzı şeylere sınır koymayı hiç istemezler. Meselâ sürekli ve sınırsız olarak eğlenmek isterler. Sınırsız eğlenmekle değer kazandığını zannedenler vardır. “Ne kadar eğleniyorsam o kadar iyi yaşıyorumdur” diye düşünenler vardır.

 

Domuz sınırsızlığı ifâde eder. Yemede-içmede hiç-bir sınırı yoktur, cinsellikte hiç-bir sınırı yoktur. Bu yüzden domuz yasağı aslında domuzlaşma yasağıdır. Domuz yasağı ile “gözün, elin, dilin, belin kırmızı çizgiyi ve sınırı aşıp da domuzlaşmasın” mesajı verilir. Zîrâ insan sınırsızlaşınca mutlakâ domuzlaşır yada domuzlaşınca kırmızı çizgisi kalmaz da tüm sınırları çiğner.

 

Mûsâ-Hızır kıssası “ilmin de bir sınırı olduğu”ndan bahseder. İlim, ilm-i ledün yâni Allah katından bir ilim olsa da, Dünyâ’da geçersizdir. Zîrâ sünnetullah vardır, imtihan vardır. Mûsâ-Hızır kıssası, tasavvufçular, “ilm-i ledün” diye bir ilmin ve bu ilme sâhip olanların olduğunu zırvalaya-dursun, Dünyâ’da hem böyle bir ilmin geçersiz olacağının ve hem de böyle bir ilme ulaşmanın mümkün olmadığının göstergesidir.

 

Dünyâ’da sınırsızca yaşamanın bir karşılığı ve imkânı yoktur. Zîrâ Dünyâ sınırlıdır. İnsanın hayvâniyeti, yeme-içme ve cinselliktir. Oruç işte bunları sınırladığından dolayı insanı hayvanlıktan arındırır. Böylece oruçlu insan melek gibi olur.

 

Modernizm, “kırmızı çizgilerin yokluğu” durumudur. Kırmızı çizgilerin yokluğu, “dînin yokluğu”dur.

 

Allah: “Cum’a günü alış-verişi bırakın (Cum’a 9)” derken; “Balack Friday”=”Kara Cuma”, “sınırsız alış-veriş edin” diyor.

 

Zinâ “sınırı aşma” iken, tecâvüz “işgâl”dir.

 

Modernite, sınırlı yaşamak isteyenleri cezâlandırıyor.

 

Sınır, yâni ulaşamamak, fikri ve sanatı ortaya çıkarır. Sınırsızlıkta fikir ve sanat oluşmuyor. Bu nedenle, ulaşmayı çabuklaştıran ve kolaylaştıran makineleşme, fikri ve sanatı öldürmüştür.

 

Aklın sınırı vardır ve Akıl-merkezlilik, Dünyâ yaşamı ile sınırlıdır. Îman ile sınırlanmayan akıl, nefsin güdümüne girer ve ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Modernizm, “îmânın, akıl karşısında sınırlandırılması”dır. Modernizm, “îmân ne kadar sınırlandırılırsa, aklın da o kadar gelişeceği”ni zannetme ahmaklığıdır.

 

Teknoloji sınırsızlaştıkça insan sınırlanıyor. Çünkü teknoloji, insanın o özel insânî özelliklerini körelttiği için, insana has o özellikler kullanılamıyor. 

 

Kullanılan internet, “sınırsız internet paketi” olsa da, müslümanlar, interneti “sınırsız” şekilde kullan(a)mazlar. İnternetin hızı ve sınırsızlığı arttıkça, ahlâksızlığın hızı ve sınırsızlığı da artar.

 

İnsanlık târihi, tâğutların, “İslâm’ı sınırlandırmaya çalışması” ve kendi sınırlarını çizmek istemelerine karşı, mü’minlerin, Allah’ın sınırlarını hâkim kılmaya çalışmasının târihidir. Bu-bağlamda ABD’nin Türkiye’de uyguladığı “Ilımlı (sınırlı) İslâm Projesi” başarılı olmuştur. Zîrâ Türk insanı ve müslümanı, Dünyâ’da son 20 yılda en çok değer kaybı yaşayan, takvâsı en çok azalan ve dinden en çok uzaklaşan halk olmuştur. Zîrâ Dünyâ’da kırmızı çizgileri ve Allah’ın sınırlarını en çok çiğneyenler, İslâm yerine demokrasiyi, lâikliği ve modernizmi bayraklaştırıp ikâme eden Türkler olmuştur. Tabi Dünyâ’da genel anlamda kırmızı çizgiyi en çok çiğneyen ve sınırları en çok aşanlar Türkler değildir. Zîrâ Türkiye’de ve Türkler arasında İslâm ve İslâmî gelenek hâlen geçerlidir. Biz son 20 yıldaki mânevî kopuş istatistiğinden bahsediyoruz.    

 

Anlamlı yaşamak “sınırlı yaşamak”tır, sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında getirir.

 

İnsanlık târihinin en büyük yanlışı-günahı-felâketi, liberâlizm adına “insanı sınırsızca serbest bırakmak” olmuştur. Böylece kırmızı çizgiler yâni ilâhî sınırlar kaybolmaya yüz tutmuştur. Bu da anlamsız ve Allah’sız bir dünyâ ortaya çıkarmıştır. Böyle bir dünyâda yaşamak çok büyük bir tâlihsizliktir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2023

 

 

Devamını Oku »