“Bunlar, îman edenler ve
kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler
yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).
“Öyleyse sen yüzünü
Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki
insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme
yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).
Türk Dil
Kurumu Sözlüğünde “bel bağlamak” deyiminin açıklaması şöyle yapılmıştır: “Birisinin kendisine yardımcı olacağına inanmak,
güvenmek”. Bu durumda, “Dünyâ’ya bel bağlamak”
dediğimizde şunu anlıyoruz; “sanki, Dünyâ ebedî ve sanki biz bu dünyâda ebedî
kalacağız”.
Dünyâ’nın
en boş şeyi, “Dünyâ’ya bel bağlamak”tır. Allah’ın rızasını kazanmak için
yeterli ama “gönlünce yaşamak” için çok kısa olan Dünyâ’ya ve dünyâ-hayâtına bel
bağlamak, nereden baksanız mantıksızdır. Çünkü Allah’tan başka bir şeye bel
bağlamak hüsranla sonuçlanması kaçınılmaz bir şeydir. Üstelik bu hüsran Dünyâ’da
bitmez de âhirette de devâm eder.
Dünyâ’ya
bel bağlandığında artık sâdece Dünyâ’dan medet umulduğu için, gayr-i ilâhî olan
ne kadar fikir, düşünce, yazı, söylem, ideoloji, eylem vs. varsa onlara bel
bağlanmak zorunda kalınır fakat -bunların bâzı kısmî doğruluk yanları olsa da- insanı
sonuna kadar tatmin edici olamazlar ve bu nedenle de bir yerden sonra sönüp
gidiverirler. Öyle bir zaman ve an gelir ki, Allah’ı hesâba katmadan söylenen
sözler, yazılan yazılar, yapılan eylemler vs.nin hepsi de bir fiskeyle yıkılıp
gidiverir de çer-çöpe döner. Sonra da yine boşuna ve kısır-döngü yapacak yeni
arayışlar, beklentiler ve inanışlar başlar.
Dünyâ’ya
bel bağladığınızda, tek derdiniz; daha uzun, daha kaliteli, daha zevkli, kesintisiz
haz içinde, îtibarlı vs. dünyevî anlamda aklınıza ne geliyorsa ona kavuşmak
olur. Fakat imtihan ve sünnetullah gereğince bu bir türlü gerçekleşmez, çünkü
târih boyunca bu hiç-bir zaman olmamıştır-olmayacaktır. Nice sultanlara,
krallara, zenginlere ve şöhret sâhibi olanlara kalmamış olan bu dünyâya bel
bağlamak insanları hep hayâl kırıklığına, umutsuzluğa ve hüsrâna düşürmüştür. Çünkü
Dünyâ’nın -herkes için- böyle bir karşılığı verebilecek hem imkânı yoktur hem
de gücü yoktur. Zâten insan, hayvanlar gibi tek-boyutlu bir varlık olmadığı ve
bir kâlbe, rûha, vicdâna ve bilince sâhip olduğundan dolayı, tüm dünyevî
nîmetlere ve imkânlara kavuşsa da yine de tatmin olmayacak ve gönlü
huzursuzluktan kurtulamayacaktır. İnsanın tatmin olması ve huzur bulması için
iç ve dış-âlemi birlikte tatmine ulaşması gerekir. Tek-taraflı tatmin çabasıyla
insan bir türlü iknâ olmaz, tatmin bulmaz, yüzü gülmez ve en önemlisi de
şükredemez. Şükredemeyen insanın huzurlu olması mümkün değildir. Dünyâ’ya bel
bağlamakta ise şükür yoktur.
İnsanın gerçek
değerini bulması ve şerefini kazanması ancak ve sâdece Allah’a bel bağladığında
olabilir. Aksi-hâlde oradan-oraya savrulur gider de Dünyâ’da rezil olduğu gibi
âhirette de azap yakasını bırakmaz.
Hayâtı değerli kılacak şey,
hangi değerler uğrunda yaşandığıdır. Dünyâ’ya bel bağlayarak yaşamanın hazzı
vardır ama gerçek bir değeri yoktur. Çünkü Dünyâ “sonuna kadar” değer verici
değildir. Geçici değerler ve zevkler bir süre sonra biter gider. Oysa Allah’a
bel bağlayarak yaşayanlar gerçek değeri ve şerefi kazanırlar ve bunu âhirete de
taşırlar.
Bu nedenle
Allah’tan başkasına ve başka bir şeye bel bağlamak geçici, boş ve sonu hüsranla
biten bir zavallılıktır. Âlemlerin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’tan başka bir
şeye bağlanmaktan ve teslim olmaktan başka çâremiz yoktur, ki insan zâten ancak
“sâdece Allah’a” teslim olup, “sâdece O’na” bel bağladığında insanlığını
bulabilir ve mutluluğa ve huzûra kavuşabilir. Sonunda da hem Dünyâ’da hem de
âhirette kazananlardan olur. Zâten bunun başka da bir çâresi, yolu ve yöntemi
yoktur.
Meselâ
kraliçe Elizabeth’i düşünelim.. Dünyâ’dan neyi alamadı?, ne istedi de olmadı?.
En iyisini ve güzelini yedi, içti, giydi, en güzel yerleri gezdi, en güzel
evlerde oturdu, en güzel eşyaları kullandı ve tüm imkânlar önüne serildi. Ama
bitti!. Hayat bitti, yaşam sonlandı, birileri “çok iyi yaşadı be!” dese de onun
için artık hiç-bir şeyin anlamı kalmadı ki!. O şimdi mezarında, “ohh!, iyi,
kaliteli ve uzun yaşadım, ne iyi oldu, sefâm olsun” diye mi düşünüyor ve keyifle
kendi-kendine mi konuşuyor?. Dünyâ’da on numara yaşamış olmak ona hâlen haz mı
veriyor?. Tabî ki de hayır!; o eğer âhireti ve cenneti kazanacak şekilde
yaşadıysa âhirette rahat eder ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyi bir yaşamı
olacağı için Dünyâ yaşamı da anlamlı hâle gelir. Yok eğer cehennemi hak edecek
şekilde yaşadıysa, Dünyâ’da az-biraz zevklenmiş olsa da artık bunun bir anlamı
kalmamış olacağı için ebedî âlemde pişmanlıklar içinde olacak ve Dünyâ’da
yaşadığı -görece- iyi hayâtın ona bir faydası olmayacaktır.
Dünyâ’ya
yâni eskimeye, bozulmaya, erimeye, bitmeye, tükenmeye, yok olmaya mahkûm olan Dünyâ’ya
yâni maddeye bel bağlamak, kişiyi elbette en sonunda da olsa pişmanlığa
götürecektir. Çünkü insan “sünnetullah” denen, Allah’ın kâinâta koyduğu
yasaları, kânunları ve kuralları aşamaz. Zîrâ eskimenin, yaşlanmanın, değişmenin,
bitmenin ve ölmenin önüne geçilemez ve sürekli olarak yenilemeye de ayak uydurulamaz.
Çünkü buna insanın ne parası, ne dermânı ne de dirâyeti yeter. Sünnetullaha
mâruz kalmaktan kurtulamayacağı için, insan ancak Allah’a bel bağlamalı, O’na
hakkıyla kul olabilmeli ve hem böylece Dünyâ’da insanca-müslümanca
yaşayabilmeli, hem de âhirette ebedî mutluğu kazanabilmelidir. Zâten Dünyâ’da
da âhirette de iyiliğe ermenin başka bir yolu-yordamı ve çâresi yoktur.
Bencilce,
sâdece kendisi için, kesintisiz ve yüksek perdede haz-zevk-neşe içinde yaşamak
düşüncesi zinhar sonuna kadar gitmez ve hayat size, bir yere geldiğinizde “dur
bakalım, nereye gidiyorsun?” der ve şöyle devâm eder: “Bundan sonra nefsini
ilah edinerek ve keyfince-gönlünce yaşamak yok. Ya seve-seve Allah’ın istediği
ve emrettiği gibi yaşayacaksın yada mecbûren Allah’ın yasalarına-kânunlarına mâruz
kalarak yine O’nun dediği gibi yaşamak zorunda olacaksın. Çünkü bu dünyâyı ve
hayâtı sen yaratmadın ki!; kimin malını-mülkünü harcıyorsun ve bedenini
istediğin gibi kullanmaya kalkıyorsun?. Bundan böyle ya isteyerek seve-seve sâdece
Allah’ı rab bilip O’nun yasalarına göre insan ve müslüman gibi yaşayacaksın
yada sünnetullahın zoruyla karşılaşacak ve yine sünnetullah gereğince seni zor
bir hayat bekleyecek. Bu dünyâda sürekli ve kesintisiz olarak şeytanın, nefsin
ve tâğutların istediği ve belirlediği gibi yaşayamazsın, çünkü hem bu dünyâ
senin babanın malı değil hem de varlığın şaşmaz kuralları var ve o kuralları
koyan Allah’tır. İmtihandan kaçamazsın, sünnetullahtan kaçamazsın, omuzlaman
gereken yükleri yüklenmekten kaçamazsın. Hele ölümden ve âhiretten hiç kaçamazsın.
O-hâlde ya seve-seve Allah’ın istediği gibi yaşacaksın, yada mecbûren Allah’ın
istediği gibi yaşacaksın. Çünkü artık gençlik bitti, gücün azaldı, kemiklerin
gevşedi, artık eskisi gibi yiyip-içip giyinip gezemezsin. O günahları dilediğin
gibi işleyemezsin. Bunlardan ya seve-seve yada mecbûren el çekeceksin. Çünkü bu
Dünyâ hiç kimseyi sonuna kadar güldürmez”.
Ne o?;
gençlik hiç bitmeyecek, Dünyâ’nın sonu hiç gelmeyecek ve ölüm kapına
dayanmayacak mı zannettin?. Hep böyle; sürekli ve kesintisiz şekilde haz, neşe,
zevk, sefâ içinde, “sâdece Dünyâ’ya bel bağlayarak yaşarım” diye mi
düşünüyordun?. Hesap-kitap, âhiret, sorgu-suâl, cennet-cehennem, ödül ve cezâ
yok mu zannediyordun?. Helâl yönden yiyip-içip gezeceksin tabi, Allah’ın
nîmetlerini helâl yoldan kullanacaksın. Fakat Allah’ın tüm kâinâta ve Dünyâ’ya
koyduğu kurallara ve kânunlara ya isteyerek yada istemeyerek mâruz kalacaksın.
Sâdece ferdî emirleri de değil, toplumsal emirleri de yerine getireceksin.
Yoksa seni istediğin ve dilediğin gibi yaşatmazlar. Sen gönlünce yaşarken
birileri zor ve kötü bir yaşama sonuna kadar katlanmaz. O-hâlde en başta
paylaşacaksın, çünkü bu dünyâ herkese neşeyi, hazzı ve zevki en zirvede
yaşatacak kadar bir potansiyele sâhip değildir. Bu yüzden Dünyâ’ya bel bağlayarak
ve bencilce, neşe, haz ve zevk içinde sürekli ve kesintisiz bir şekilde yaşamak
düşüncesi ağır ve şerefsiz bir bencillikten başka bir şey olamaz.
Bencilce;
hazzı, neşeyi ve zevki en yüksek perdede yaşamak düşüncesi, Allah’tan,
âhiretten, din’den, îmandan, vicdandan, merhâmetten ve adâletten kopulmuş
olduğunu gösteren en güçlü göstergedir.
Şu da var
ki, insan tek-boyutlu bir varlık olmadığı ve bir kâlbe, rûha ve bilince de
sâhip olduğu için, sâdece maddî yönüne yâni nefsine yönelik olarak yaşadığında,
çok da uzun olmayan bir zaman sonra boşluğa düşmesi kaçınılmaz olur. Çünkü hayâtın
anlamı ve tadı olmaz. Zîrâ bir yerden sonra Dünyâ nefsin ihtiyaçlarını, daha
doğrusu ihtiraslarını karşılayamaz hâle gelir, yâni “Dünyâ’da hedefe ulaşmak” aslında
insanı perişân eder. İnsan bu Dünyâ’da “yarı-mahrûmiyete göre” yaşamalıdır.
Çünkü o şekilde yaşamaya uygun yaratılmıştır. Modern insan mahrûmiyetten mahrûm
olduğunun farkında değildir. Bu nedenle de Dünyâ’ya asıldıkça-asılmakta ve
sâdece Dünyâ’ya bel bağlamaktadır. Oysa mahrûmiyetsiz bir yaşam ancak cennette
mümkün olabilir.
Hayat, kelimelere, sayılara
ve formüllere, zevke, neşeye, hazza ve dünyevî olan her-şeye hapsedilemeyecek
kadar anlamlıdır. Bu anlam, Dünyâ’ya bel bağlamakla ve dünyevîleşmekle yok
olmaktadır. Mala-mülke, eve, eşyâya, arabaya, paraya, kadına-erkeğe, çocuklara,
makâma kilitlenmek hep “sâdece Dünyâ’ya” bel bağlamanın sonucudur. Oysa “sâdece
Dünyâ’ya bel bağlama”nın sonu cehennemdir, ateştir. Çünkü bu Dünyâ’da “sâdece
Dünyâ’ya” bel bağlayarak yaşayan ve Allah’ı-âhireti unutarak tüm nîmetleri alabildiğine
tüketmek hırsına kapılanlar, âhirette ancak ateşi bulurlar:
“İnkâr edenler ateşe
sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz dünyâ-hayâtınızda bütün güzelliklerinizi
ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte
yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan
dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2023