“Yüzlerinizi
doğuya ve batıya çevirmeniz ‘iyilik’ değildir. Ama iyilik; Allah’a, âhiret
gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine
rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene
ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve
ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile; zorda, hastalıkta ve savaşın
kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar,
doğru olanlardır ve müttakî (takvâ sâhibi) olanlar da bunlardır” (Bakara 177).
Allah bu âyetler ile
“iyi”nin ne demek olduğunu da iyiliğin nasıl olacağını da göstermiştir. İyilik
net olarak Bakara Sûresi 177. âyetin söylediği ve Peygamberimiz’in uyguladığı
gibidir. Mü’minler için artık başka bir iyilik târifi ve uygulaması yoktur.
Gerçek ve sürdürülebilir iyilik ancak Allah, âhiret, gayb, vahiy ve peygamber
yâni İslâm-merkezli olabilir.
Allah’tan, Kur’ân’dan,
Peygamberden ve İslâm’dan tamâmen yada kısmen umûdunu kesmiş olanların
yaptıkları yeni iyilik tanımları mü’minleri bağlamaz. Çünkü İslâm-merkezli
olmayan tüm iyilik tanımları beşerîdir, maddîdir ve geçicidir. Bu nedenle de
gerçek anlamda uygulanıp sürdürülebilir olamazlar ve olmamışlardır. Meselâ bu
bağlamda modernlerin -sözde- ahlâkı ve adâleti merkeze alarak söyleyip
durdukları “ortak iyi” kavramı uygulanıp sürdürülebilir değildir. Zâten “ortak
iyi” diye bir şey yoktur. Çünkü hem “iyi” sâdece İslâm’ın-Kur’ân’ın “iyi”
dediğidir -ki o da Bakara Sûresi 177. âyette çok açık bir şekilde ifâde
edilmiştir- hem de ortak bir iyilik tanımının ortaya konulabilmesi mümkün
değildir. Zîrâ insan nefs sâhibidir ve nefs her insanda farklı arzular ve
düşünceler uyarır.
Aklı vahyin kontrôlünde ve
yönlendirmesinde olmayanların akılları şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından
yönlendirilip belirlendiğinden dolayı da insanların ortak bir düşüncede,
söylemde ve eylemde bulunmaları mümkün olmaz. İnsanlar için sürdürülebilir ve
kalıcı olacak bir şeyde birleşmenin olmazsa-olmaz şartı, “o şeyin aşkın bir
değerden kaynaklanması ve o değere bağlı olması”dır. Bu bağlılık da elbette
vahye olan bağlılıktır. Zâten peygamberlerin “güzel örneklik” ve “iyiliğin
timsâli” olmalarının nedeni, vahye tam bir bağlılıkla bağlı olmaları ve
yaptıklarını mutlak anlamda vahye göre yapmış olmalarıdır. Demek ki iyilik tek
bir kaynağa ve tek bir şeye dayanınca gerçek anlamda “iyi” ve “iyilik” olur.
Buna göre, gelmiş, geçmiş ve gelecek olan tüm insanların ortaya
koydukları-koyacakları düşüncelerden ve fikirlerden ortak bir iyinin çıkması
mümkün olmadığı-olmayacağı gibi böyle bir sonuca ulaşmak söz-konusu değildir.
Zâten târih boyunca da böyle bir şey hiç olmamıştır. İyi diye ortaya
konulanların çok da uzun olmayan vâdede nice kötülükler ve zararlar ortaya
çıkardığı -bâzen acı bir şekilde- görülmüştür.
Ortak iyide iyiyi
belirleyecek olanlar kimlerdir?. “Ortak” olunca tabî ki hiç kimse eksik
kalmadan tüm insanlar katılacaktır bu belirlemeye. Böyle olunca da kâfirler,
müşrikler, ahlâksızlar, zâlimler, sapıklar, dinden nefret edenler vs. de
katılacaktır ortak iyiyi belirlemeye. Çünkü “ortak iyi” belirlenecek ya!.
Peki bu ortak iyi neye göre
belirlenecektir?. Herkes İslâm’a inanmadığı yada İslâm’ı benimsemediği için
tabî ki İslâm-merkezli olarak çalışmayan akıllarına, düşüncelerine, bağlı
oldukları beşerî düşünce, sistem ve ideolojilere, arzularına, ihtiyaç ve
ihtiraslarına, hırslarına ve çıkarlarına vs. göre belirleyeceklerdir ortak
iyiyi. Dolayısı ile “ortak iyi” dedikleri şey, şeytana, nefse ve insanları
yönlendiren tâğutlara göre belirlenmiş olacaktır. Fakat sorun şu ki, bunlara
göre belirlendiğinde, belirlenen şey gerçek anlamda bir iyilik olmayacaktır.
Çünkü aşkın bir hakîkate dayanmayan ve bağlı olmayan şey, sâdece bâzılarına
fayda verecek, o da geçici bir zaman için olacaktır. Birilerinin hevâ ve
heveslerini geçici bir süreliğine tatmin etmekten başka bir işe yaramayacaktır.
İslâm’da esas olan nakildir
yâni vahiydir, akıl değil. Akıl zâten ancak vahiy-merkezli olduğunda doğru
çalışabilir ve iyilik ortaya koyabilir, aksi-hâlde şeytanın, nefsin ve tâğutların
oyuncağı olur ki bunun sonuncunda da ancak fitne üretip ifsâd eder.
İslâm bir sentez değildir.
Doğu ile batı’nın yada madde ile rûhun birleştirilmesi değildir. İslâm kendi
iç-dinamiğine göre hareket eder ki, bu da hem iç-âlemi ve rûhu, hem de
dış-âlemi ve maddeyi inşâ ile sonuçlanır. O-hâlde İslâm’ın, ne doğu’nun
ruhçuluğuna ve mistisizmine, ne de batı’nın maddeciliğine ve Allahsız aklına
ihtiyâcı vardır. Bunlar çoğulcuların düşünceleri ve söylemleridir. İslâm ise
çoğulculuk değil tevhidtir. Tevhid, göklerde olduğu gibi yeryüzünde de “sâdece Allah’a
göre” olan bir işleyişin ortaya konması ve hâkim kılınmasıdır.
“Ortak iyi” demek, “hakkı bâtıl ile karıştırmak” demektir.
Ortak iyi ve ortak akılda, hak ile bâtılın birbirine karışmaması mümkün değildir.
Zîrâ aşkın bir hakîkate dayanmadıkça herkes ortak iyiyi belirlemek için aynı
düşünce ve amelde birleşemez. Birleşse bile bu hem sâdece dünyevî, maddî,
seküler, lâik, beşerî, modern zihniyete sâhip olanların katılacağı bir
belirleme olacağından dolayı “ortak” olmayacak, hem de belirleyecekleri anayasa
batı’lı, lâik, seküler, modern ve beşerî bir zihniyete sâhip olacaktır. Ortak
iyinin savunucuları ortak akılla belirlenecek yeni bir anayasadan bahsederken
hem batı’nın anglo-sakson merkezli sistemini, ideolojisini ve düşüncelerini,
hem de Kur’ân’ın âyetlerini birleştirerek ortak bir karâra ve senteze gitmekten
bahsediyorlar ki işte bu “hak ile bâtılı karıştırmak” demektir. Hak ile bâtılı
karıştırmak ise küfür, şirk ve zulümdür. Üstelik hak ile bâtılın karışmasından
hak değil bâtıl ortaya çıkar. Zîrâ hakkın bâtıl ile bir senteze girmesi
söz-konusu bile değildir.
Ortak iyide, Allah merkezde
değildir. Allah ile birlikte insan da merkezdedir. Allah ile insan ortaktır. Bu
da “insanı Allah’a ortak koşmak” anlamına gelir. Ortak iyiyi savunanlar için ha
Allah, ha insan, fark etmez. İkisi arasında fark gözetmedikleri gibi, ortak
iyiye ancak Allah-insan birlikteliği ve yaratıcılığı ile ulaşılabileceğini söylerler.
Fakat bu şirktir ki şirk zâten budur. Allah tek olarak anıldığında buna
katlanamazlar da ille de yanına başka şeyler de koymak isterler:
“Sâdece Allah anıldığı
zaman, âhirete inanmayanların kâlbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları
anıldığında hemen sevince kapılırlar”
(Zümer 45).
Ortak iyi savunucuları, “çoğulculuk”tan
bahsedip dururlar. İşe ne kadar çok insan karışırsa o oranda daha doğru olana
ulaşılacağını düşünürler. Oysa Kur’ân bu düşünceyi yanlışlar:
“Yeryüzünde olanların
çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar
ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).
Ortak iyiye göre ne dîn-u
devlet, ne de din-devlet ayrılığı olmalıdır. Olması gereken din-devlet
birliğidir. Fakat bu, din ile beşerin yâni seküler aklın birlikteliğidir ki
hakkı bâtıl ile karıştırmanın başka bir şeklidir. Devlet, dînin kontrôlünde ve
denetiminde olmadıkça hiç-bir zaman doğru çalışmaz ve sonuçta değişen bir şey
olmaz da bozukluk devâm eder. Unutulmamalıdır ki Peygamberimiz Hz. Muhammed hem
devlet başkanı hem de peygamberdi. Hem dînin hem de devletin lîderiydi. Üstelik
ikisini de vahiy-merkezli olarak ve Allah’ın ve vahyin kontrôlünde yapıyordu.
Çünkü gerçek ve sürdürülebilir iyiliğe ancak Allah’a ve vahye bağlı olarak
ulaşılabilir. Beşere, maddeye, seküler akla vs. göre değil.
Şûrâ yada meşveret, çoğulculuk
yada demokrasi falan değildir. Çoğulculuk kısa-vâdede mutlakâ çoğunlukçuluğa
dönmeye mahkûmdur. Bu da çoğunluğunun sözünü dinleştirmek ve dîni
ötekileştirmekle sonuçlanır. Dîni ötekileştirmek ve bir kenara koymakla zinhar
gerçek iyiliğe ulaşılamaz.
Gerçek ve sürdürülebilir iyiliğe ancak vahiy ve vahye
göre amel ve eylemde bulunan peygamberlerin güzel örneklikleriyle ulaşılabilir;
yoksa târih boyunca ortaya çıkmış ve çeşitli ve farklı fikirler ortaya atmış
olanların düşünce ve zihniyetleriyle değil. Gerçek iyiliğe meselâ Budha,
Laotse, Konfüçyüs, Zerdüşt, Mani, Sokrates, Platon, Aristo, Descartes, Marx vs.
gibi kişilerin birbirleriyle çelişkili beşeri düşünce ve fikirleriyle değil; Hz.
Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed ile billurlaşan aşkın hakîkate
bağlanarak ve bu aşkın hakîkati yâni İslâm’ı merkeze alarak ulaşılabilir. Çünkü
insanlığın gerçek önderleri ve güzel örneklikleri olan peygamberler, gerçek ve
sürdürülebilir iyiliğe bu şekilde ulaşmışlardı.
Mâruf demek “ortak iyi”
demek değildir. Allah’ın iyi olarak gördüğü yâni vahye uygun olan ve aykırı
olmayan şeydir mâruf. Şeriatın beğendiği, uygun
gördüğü ve buyurduğu şeydir mâruftur.
Çoğulculuk her rengi
birleştirmek ve aslında ortaya absürd bir renk çıkarmak demektir. Bu renk gerçek
bir renk olmadığı gibi bu renkten bir hayır da gelmez. Mü’minler ancak Allah’ın
boyasıyla boyanmakla mükelleftirler. Çünkü çok-renkli olmak renksizleşmektir: “Allah’ın boyası... Allah(ın boyasın)dan
daha güzel boyası olan kimdir?. Biz (yalnızca) O’na kulluk edenleriz” (Bakara
138).
Ahmet
Kalkan bu âyet bağlamında şöyle der: “Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın
katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla
sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca-bulaca olmak, ‘çok-renkli
olacağım’ diye renksizleşmektir. Bukalemun bir hayvandır, düşmanından korunmak
için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellîsidir. Ama,
insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı iki-yüzlülüktür; onurlu
müslümanın değil, şahsiyetsiz münâfığın karakteridir”.
Doğu maddesiz rûh, batı ise ruhsuz maddedir. İslâm,
doğu’dan rûhu, batı’dan ise maddeyi alıp birleştirmenin sonucundaki bir sentez
değildir. İslâm bambaşka bir harekettir. Maddeyi ve rûhu kendi iç-dinamiği ile
bağımsız bir şekilde birleştirip ortaya çıkarır ve hâkim kılar. Böylece
Allah’ın rızâsı doğrultusunda iç-âlemleri inşâ edip nurlandırdığı gibi,
dış-âlemi de aynı-şekilde inşâ edip nurlandırır. Böylece Dünyâ’da iyiliğe
erişildiği gibi âhirette iyiliğe ve mutluluğa erişilir ki zâten bunun başka da
bir yolu yoktur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder