“Eğer onları doğru yola
çağırırsanız işitmezler. Onları sana bakar (gibi) görürsün, oysa görmezler
bile” (A’raf 198).
İnsanlık târihi, “imtihan târihi”dir.
Nerede insan varsa orada mutlakâ imtihan da vardır. İmtihanın olduğu yerde ise
nefsin etkisi ve ona karşı vahyin nûru olur. Nefse uymak çok kolayken, vahye
uymak insanın belini büker. Bu nedenle insanlık târihinde “nefsine uyanlar ve
ona göre yaşayanlar” her zaman çoğunlukta olmuştur. Fakat bunların karşısında her
zaman “emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münker” göreviyle görevli olan ve vahyi
kılavuz eden bir toplum da bulunmuştur.
Çoğunluğa uyarak nefsten
yana olanlar; âlemleri, Dünyâ’yı ve insanları yaratan Allah’ı, adâletsizliğe,
eşitsizliğe, küfre, şirke, ahlâksızlığa ve hurâfeye dur diyen dîni ve dîni en
ideâl şekilde yaşayarak güzel bir örneklik bırakan Peygamber’i görmezden
gelirler. Zîrâ “görmek” için nefisleri dizginlemek ve onu kışkırtmaktan
vazgeçmek gerekir. Nefs, vazgeçmekten nefret eden şeydir. İşte bu vazgeçişi
yapmak istemeyenler, mecbûren mânevi yönü görmezden gelecekler ve bir zaman
sonra da görmezden gelmek onlarda doğal bir şey hâline gelecektir.
Aslında küfür, şirk, zulüm,
adâletsizlik, ahlâksızlık ve her türlü şerefsizlik insanın gözüne-gözüne çarpmakta
ve batmaktadır. Hele ki modern insan, her türlü çirkefle kuşatılmış durumdadır.
Tüm kötülükler ve pislikler gözünün ucuna değip durmaktadır, gözünün ucundan
göründüğü gibi, aslında sorunları, kötülükleri ve yanlışı sürekli olarak
hissetmektedir de. Lâkin o başını çevirip de bu çirkeflikleri profilden görmeyi
istemez, zîrâ bunun bedeli vardır. Bu bedeli cennet karşılığında bile ödemeyi
göze alamayanlar, mecbûren görmezden gelmek zorunda kalırlar ve bir süre sonra
bu durum onların hâli olur. Çünkü onlara göre en iyisi görmemektir, görmemenin
en kolay yolu da görmezden gelmektir. Nede olsa göz görmeyince gönül katlanmaktadır(!).
O gözünün ucuna çarpıp duran şeylere bakmamayı ona çıkarı, şeytan, nefs ve
öğrendikleri fısıldamakta, “baktığın anda sorumluluk altına girmiş olursun”
demektedir. Sorumluluğunu yerine getirmediğinde vicdânı rahatsız olacak, günaha
girecektir. Bu durumda kaçmak ve görmezden gelmek en iyi çözümdür.
Görmezden gelenler “negatif
insanlarla muhâtap olmamak lâzım” deyip dururlar. Oysa negatif insanlarla
mücâdele etmek peygamber mesleğidir. Hayâtı ıskalamamak, yaşamaya bakmak, hayâtın
tadını çıkarmak, hayâtını yaşamak gibi sorumsuzluk sözleri, görmezden gelenler
için motto olur. Üstelik bunları söyleyenler kendilerinin iyi laf ettiklerini
ve haklı olduklarını zannederler. Bunu “müslümanım” diyenler de söylemeye
başladı ki, işte işin en kötü tarafı burasıdır. İyi de Peygamber örnekliğini
göz-önüne aldıklarında bu düşüncelerini ve yaptıklarını nereye oturtacaklardır
ki? Yâni; Allah, Kur’ân ve Peygamber dedikleri hâlde nefsine uyanlar gibi
olmaları nasıl olacak ve hâlen nasıl müslüman kalabilecekler ki!.
Görmezden gelmek için nice
felsefeler yapılmış ve düşünceler üretilmiştir. Niceleri kafa patlatmış,
hakkı-hakîkati ve doğruyu görmemek ve nefse uymak için teoriler
geliştirmişlerdir. Tüm beşerî teoriler böyledir. Modernite bir “görmezden gelme
uygarlığı”dır. Çünkü beşerî teoriler mecbûren nefse uygun teorilerdir. Şeytan,
nefs ve tâğut üçlüsüyle ortaya çıkmıştır. Bu teoriler, tüm varlığın “Allah!”
dediğini duymamak ve görmemek için neredeyse tüm Dünyâ’yı yakmaya râzıdırlar. Allah’ı
ananlara olan düşmanlıkları bu yüzdendir. Zîrâ alabildiğine kışkırtılmış olan
nefisler, “görülmesi gereken”lere katlanamamaktadır. Bu nedenle görmezden gelenler,
görmemek için neredeyse gözlerini çıkaracaklar.
Bâzen gördükleri hâlde kabûl
etmeyenler de vardır. Apaçık bir şekilde gördüğünü bir yorumla görmezden gelirler.
Bir keresinde bir tasavvuf-melâmi sohbetinde şöyle denmişti: “Mürid, mürşidini,
karısının üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle
düşünmelidir: ‘Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında, gördüğüm gibi
değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli
bâtınî âlemlerde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan J, şu gördüğüm
şey zâhirî ve aldatıcıdır ve de hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri
görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra
yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar. Len ahmak! “Şeyh-efendi”
dediğin o şerefsiz, senin karıyı kafaya almış ve zînâ yapıyor ve birazdan da iş
nihâyete erecek. Ne bâtınından-zâhirinden bahsediyorsun sen. Git de nâmusuna el
uzatan o şerefsize haddini bildir. Evet, tasavvuf bir “görmezden gelme felsefesidir.
Bu nedenle sürekli olarak “mânevî keşifler”den bahsederler. Gözlerinin
önündekini görmeyenler, mânâ âleminde neler-neler görürler(!).
Görmezden gelmek, adamı
yoldan çıkarır. Yada yoldan çıkanlar görmezden gelmeye başlarlar. Görmezden gelmeye
başlayınca da en yakınındakini bile göremez. Âilesi, akrabâsı, eşi-dostu,
komşusu ne hâldedir göremez. Zâten görmek de istememektedir. Görmezden gelmek
kişiyi “görmek istememe” hâline getirir.
Târih boyunca tüm peygamberlerin
karşısına çıkan kâfirler ve müşrikler, uyarılar karşısında peygamberleri ilk
önce İlk önce görmezden gelirler. Tüm zamanlarda peygamberlerin başına gelen
budur. Fakat tebliğ-dâvet çok ciddî bir şekilde devâm edince alay etmeye başlarlar
ve daha sonra da süreç boykot, şiddet ve savaş olarak devâm eder. Hakkı görmezden
gelmenin sonu savaşa kadar varır. Çünkü nefsiyle savaşmayanlar her-şeyle
savaşmaya başlarlar.
Görmezden geliyorlar, çünkü görmek istemiyorlar.
Şeytan ve tâğutlar, görmek istemeyen ve görmezden gelenlere, görecekleri ve
hattâ gözlerinin önünden hiç gitmeyecek şeyleri gösterip durular. Bir-çok
konuda bugünün insanı “bakan ama göremeyen” konumuna düşmüştür. İnsanlar
bakıyorlar ama baktığını değil, kendisinden istenileni görüyor.İnsanların sürekli
olarak gördükleri şeyler, “görmeleri gereken” şeyleri perdeliyor ve insanların görmezden
gelmelerine neden oluyor.
İnsanların görmezden gelmelerine
neden olan şey, görüp durdukları şeylerin etkisi ve hazzıdır. Modernite her
tarafı nefse tam uygun olan zevklerle ve hazla döşeyip kuşattığı için, insan
sürekli olarak fıtrata aykırı şeyleri görmek zorunda kalıyor. Modern insanın
gördükleri, kendisine dayatılanlardır. İşte bu yüzden mü’minlik ve
delikanlılık, hakkı ve hakîkati görmek için görünenden yüz çevirmekle başlar.
Hakkı ve hakîkati görenler ise, ya onu kabûl edip hayatlarını hakka ve hakîkate
göre düzenleyecekler, yada hakkı ve hakîkati apaçık görmelerine rağmen inkâr edecekler
ve görmezden geleceklerdir. Artık ne görmek istiyorlarsa onu görmeye devâm
edeceklerdir. Görmezden gelmeyecek kadar temiz ve dirâyetli olanlar ise, hakkın
ve hakîkatin gösterdiklerine göre hareket edeceklerdir.
Modernizm, aslında uygarlığının
bilgisini İslâm’a borçludur. İslâm’dan İspanya, İtalya ve Balkanlar
aracılığıyla yapılan tercüme eserler onların bilgiyle tanışmasına sebep
olmuştur. Fakat onlar İslâm’dan gelen şeylerin sâdece bilgisini aldılar ve ahlâkını
almadılar. Böyle olunca da o bilgiyi nefse uygun olarak değiştirdiler ve
geliştirdiler. Nefse uygun olan bilgi onları Kızılderilileri, kara derilileri
ve sarı derilileri öldürmek, köleleştirmek ve sömürmeye yol açtı. Bunu
yapmaktan sakınmadılar. Zenginliklerini bu şekilde şiddet, cinâyet ve hırsızlıkla
elde ettiler. Bilgiyi İslâm’dan aldıklarını inkâr ettiler, çünkü onu Yunandan
aldıklarını iddia ettiler-ediyorlar. Oysa o bilgileri müslümanlar zenginleştirerek
batı’ya taşımıştı. Bir greko-romen uygarlık olan batı, İslâm aracılığıyla gelen
medeniyeti görmezden gelmiştir.
Fransız târihçi Maurice
Lombard; “batı’lı ülkeler, İslâm ordularının fetihleri sâyesinde yeniden
uygarlıkla (ekonomi, bilim, kültür ve felsefe) buluştu; İslâm’ın ulaşabildiği
yerler 13. yüzyıldan îtibâren gelişme göstermiş, ulaşamadığı bölgelerse (Orta
ve Kuzey Avrupa, Afrika’nın iç kısımları) uygarlık sürecine çok geç bir süreçte
katılmıştır. Ekonomik ve entelektüel hayâtın çekildiği yerde çöküş; canlandığı
yerde ise uygarlık yeşerir ki bu özellikle İslâm dünyâsının altın çağı olan 8.
yüzyılın ortalarından 11. yüzyılın sonralarına kadarki süreç için geçerlidir.
İktisâdi ve kültürel gelişmenin motoru, o andan îtibâren Müslüman Doğu’dur.
Batı ise Roma’nın yıkılışından ve barbarların saldırısından sonra, bu bölgelerden
çekilmiş olan iktisâdi ve entelektüel hayâtın yeniden canlandırılmasını bekleyen
çölleşmiş bir coğrafyadır”.
Pozitivist modernite “doğayı
hâkimiyeti altına alma”ya dayanır. İnsan da doğanın bir parçası olduğu için
insanı da hâkimiyeti altına alıp sömürmeyi sorun olarak görmez. Kendilerinden
olmayan insanların acılarını ve feryatlarını kolayca görmezden gelebilirler.
Kanımca modern müslümanların
Kur’ân’da görmezden geldiği en baştaki âyet Ahzâb Sûresi 21. âyettir. Çünkü bu
âyet modernite ile uygun değildir. Zîrâ Peygamber’in güzel örnekliğinden
bahseder ki Kur’ân’a birebir uygun bir mü’minlik örneğidir. Lâkin Peygamber
örnekliği tüm zamanlar ve mekânlar için örnek gösterildiğinden ve moderniteyle
ters düştüğü için, dolayısıyla vazgeçmeyi gerektirdiği için insanlar Sünnet’i
görmezden geliyorlar. Sanki Peygamber yokmuş gibi davranıyorlar. Böylece
Kur’ân’ı güyâ moderniteye uygun olarak istedikleri gibi yorumluyorlar. Tabi
alsında yapılan yorumlar sırıtıyor.
Kâfirin
küfrü, müşrikin şirki ve zâlimin zulmü görmezden geliniyor. Fakat şunu
unutmayın ki zulmü görmezden gelirseniz zâlimleşirsiniz. Kâfirin küfrünü
görmezseniz, kâfire âşık olursunuz ve bir süre sonra siz de o duruma
düşerisiniz. Çünkü mü’minler hiç-bir sorun yokmuş gibi davranamazlar.
Dünyâ’da
sanki hiç-bir sorun yaşanmıyormuş gibi hayatlarımızı sürdürebiliyoruz. Çünkü
sorunları görmezden eliyoruz. Zîrâ Allah’ın bizi sürekli olarak gördüğünü
unutuyoruz ve bilmezden geliyoruz. Lâkin bu işin sonu hüsrandır. Kur’â bunu şu
şekilde dile getirir:
“Öyleyse bu (azab)
gününüzle karşılaşmayı unutmanıza karşılık azâbı tadın. Biz de sizi gerçekten
unuttuk; yaptıklarınıza karşılık ebedî azâbı tadın” (Secde 14).
“Denildi ki: Bugününüzle
karşılaşmayı unuttuğunuz gibi, biz de sizi bugün unutuyoruz. Barınma yeriniz
ateştir. Ve sizin için hiç-bir yardımcı yoktur” (Câsiye 34).
Biz dünyâda Allah’ı
unutursak, Allah da âhirette bizi unutur ve yüzümüze bakmaz. İşte asıl felâket
budur. Allah, kendisine lâyık kullar olmayan insanları görmezden gelir. Allah’ı
görmezden gelirseniz, Allah da sizi görmezden gelir.
“Andolsun, cehennem için
cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kâlbleri vardır
bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır
bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hattâ daha aşağılıktırlar. İşte
bunlar gafil olanlardır” (A’raf 179).
Modern
insan “garb’ı bilmez, şark’ı görmez, edepten yok pâyesi, bir utanmaz yüz, yaşarmaz
göz, bütün sermâyesi” sözünde olduğu gibi bir aymazlıkla mâlûldür.
“Gerçek olan vaâd yaklaşmıştır, işte o zaman, inkâr edenlerin gözleri
yuvalarından fırlayacak: Eyvahlar bize, biz bundan tam bir gaflet içindeydik,
hayır, bizler zâlim kimselerdik (diyecekler)” (Enbiyâ 97).
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder