30 Kasım 2023 Perşembe

Şehvetin Kölesi Olmak

 

“Kadınlara, oğullara, kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan ‘tutkulu şehvet’ insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünyâ-hayâtının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır” (Âl-i İmran14).

 

Şehvet: “Arapça şhw kökünden gelen şahwa(t) şiddetle isteme, cinsel istek, şiddetli arzu” demektir.

 

Modernizm bir “şehvet uygarlığı”dır. Üstelik insanlık-târihi boyunca şehvet, modernizmde olduğu oranda hiç-bir zaman bu kadar kışkırtılmamıştı. Öyle ki modernizmde “şehveti kölesi olmak” bile şehvetli bir söz hâline gelmiş ve çoğu kişiye hoş görünür olmuştur. Bu yüzden olsa gerek, modernizm; “şehvetin kölesi” olmaya “özgürlük” diyor. Ne kadar özgürseniz o oranda şehveti hak edersiniz. Şehveti engelleyen ve sınırlamak isteyen şeyler ve kişiler ise ilkel, yobaz, gerici ve bağnazdır. Modernizme göre haz ve şehvet kendisine sıkı-sıkıya bağlanılacak bir din’dir ve bu dînin müntesipleri Dünyâ’nın en şanslı ve mutlu insanlarıdırlar. Hâlbuki gerçekte, şehvet köleliği en yaygın ve âdi bir köleliktir. İnsanlık târihinde hiç-bir zaman şehvet bu kadar övülmemişti ve insanlar hiç-bir zaman küresel anlamda bu kadar kışkırtılıp da şehvetin kölesi ve esîri olmamıştı.

 

Günümüzde 3 sahte tanrı; güç, şiddet ve şehvettir. Aslında şehvet Allah’ın bir nîmetiydi, fakat modernizm ile belâya dönüştü. Şehvet Allah’ın bir nîmeti ise, onu öldürmek değil terbiye etmek önemlidir. Çığırından ve rayından çıkmış bir şehveti dizginlemek elbette çok zor olacaktır.

 

Artık insanların çoğu câhilce, servete, siyâsete, şöhrete ve şehvete tapmaktadırlar. Müslümanların da düşüp yıkıldığı yer burasıdır. Sahabe ile modern müslümanlar arasındaki bâriz fark, sahabelerin şehâdete koştukları şevkle, modern müslümanların servete ve şehvete koşmasıdır. Çünkü modernleşme küreselleşmiştir ki bu “şehvetin küreselleşmesi” demektir. Froyd, şehveti merkeze aldığından bêri şehvet insanların en büyük hedefi hâline gelmiştir. Artık herkes bir şeyler üzerinden hazza ve şehvete ulaşmaya çalışmaktadır. Üstelik de bunu doğru ve mantıklı bir şey olarak görmektedir. 

 

Müslümanlar da dâhil modern insan şehvetle olan imtihanda dökülmüş ve imtihanı kaybetmiştir. Artık Hz. Yûsuf gibi adamlar bulmak neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Zîrâ herkes şehvetin kulu-kölesi olmuştur. Zâten Dünyâ da şehvetin kurbânı olmuştur yada şehvet nedeniyle hızla çöküşe doğru gitmektedir.

 

Peki bu nenden böyledir?. Şehvet niçin bu kadar etkili olmaktadır ve yaygınlaşmaktadır?. Çünkü artık Allah, âhiret, gayb, Kur’ân, peygamber ve İslâm hesâba katılmıyor. Îmanlar ve takvâlar zayıfladı, buy da amel-eylemi azalttı ve yok etti. Böylece insanlar şehvete yöneldi. Îmânın, takvânın ve amel-eylemin azalmasının hattâ bitme noktasına gelemsinin cezâsı şehvet oldu. Kur’ân bu konuda şöyle der:

 

“Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namaz (kılma duyarlılığın)ı kaybettiler ve şehvetlerine kapılıp-uydular. Böylece bunlar azgınlıklarının cezâsıyla karşılaşacaklardır” (Meryem 59).

 

Modern insan gençleşmeye en azından genç görünmeye çok önem veriyor  ve bu uğurda zayıflamak ve spor yapmak başta olmak üzere çeşitli işlemler yaparak gençleşmek yada genç görünmek istiyor. Peki neden?. Çünkü şehvetin kölesi olmuştur ve kesintisiz şehveti yaşamak istemektedir. Zîrâ şehevî olarak en yüksek seviye gençlikte yaşanabileceği için gençleşmek istiyorlar. İnsanlıktaki en iyi yaşı, şehvetin en çok ve en hızlı yaşanabileceği gençlik çağı olarak görüyorlar ve bu yüzden de birileri sürekli olarak gençliğe oynuyor. Her-şey en çok gençlere hitâp ediyor. Bu nedenle gençlik şehvetin içinde boğulmaktadır.

 

Servet-siyaset, şehvet-şöhret.. Şeytan ve nefs, insana bu dört şey ile tüm cihetlerden saldırır. Sağdan siyâsetle, soldan servetle, arkadan şöhretle, önden şehvetle ve tepeden cehâletle saldırır ve kuşatır insanı, tâ ki alttaki toprağa girinceye kadar. Zâten şeytan daha ilk başta insanlara tüm bu yönlerden saldıracağını söylemişti:

 

“Dedi ki: Mâdem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlakâ senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Çoğunu şükredici bulmayacaksın” (A’raf 16-17).

 

İhtiyaçtan fazla olan her-şey ihtirastır ve haramdır. Modernizm ise bir ihtiraslar uygarlığıdır ve hayâtiyetini de ihtirasları arttırarak sürdürür. İhtirasları da şehveti arttırarak fazlalaştırır. Şehvet; fazla konuşmak, yemek, içmek, giymek, gezmek, eğlenmek vs. aşırıya kaçan her-şey için kullanılabilir. Şehvet en çok cinsellikte yaşansa da, sâdece kullanılamaz. Şiddetli ihtiras, arzu, istek ve tutku ile yaptığınız her-şeyi şehvetle yapıyorsunuz demektir. Her-şeyin fazlası ve aşırısı şehvet olarak adlandırılır. Besmeleyle başlamayan her-şey şehveti kışkırtır ve insanı şehvetin kölesi yapar. Allah’ı, âhireti, İslâm’ı, Kur’ân’ı, dîni ve peygamberi unutturan her-şey kişiyi şehvetin kulu, kölesi, esiri ve kurbânı yapar. 

 

Modernizm ile birlikte her-yer insanı şehvetin kölesi yapacak şeyler ile kuşatılmıştır. Yeme, içme, giyme, gezme ve en önemlisi de televizyon, cep telefonu, internet ve sosyâl medya hep şehveti kışkırtmaya ve arttırmaya yöneliktir. Kolayca ulaşılabilen çıplaklık, erotik ve porno içerikler insanları şehvetin kulu, kölesi ve esîri yapmıştır-yapmaktadır ve insanlar Dünyâ’da ve âhirette -mâzallah- şehvetin kurbânı olacağa benzemektedirler.

 

Şehvet kişiye olmayacak aykırı şeyleri yaptırabilir ve kişi o anda yaptığı şeyin yanlışlığını göremez ve görse de engelleyemez. Meselâ Allah’ın nikâh şartıyla helâl kıldığı tertemiz kadınlar varken erkekler ile cinsellik yaşamayı şehvetin saptırması olarak gösterir:

 

“Siz gerçekten, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?. Hayır, siz (yaptığı şeyi) bilmeyen bir kavimsiniz” (Neml 55).

 

“Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz” (A’raf 81).

 

Şehvet özünde ve normâlde kötü değildir. Hattâ normâl sınırında duran şehvet bizim hayâtiyetimizi devâm ettirmemizi sağlar. Meselâ temel şehvet güdüsü “yemek”tir. Yemeği genelde şehvetle yâni iştah ile yeriz.

 

Kışkırtılarak şirâzesinden kaymış olan şehvet, yaklaşılmayacak bir şeydir. Çünkü yaklaştığınızda sizi içine çeker. Aynen zinâda olduğu gibi. Çünkü yaklaşırsan kapılır gidersin.

 

Şehvetin panzehiri, her-an namaz, niyaz ve bir iş üzere olmaktır. Şehveti normâl sınırlarında ancak böyle tutulur ve bunun başka da bir yolu yoktur.

 

Unutulmasın ki şehvetin kölesi olanlar hem Dünyâ’da hem de âhirette şehvetin kurbânı da olurlar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

 

Devamını Oku »

Îmânın Akla İhtiyâcı Var Mıdır?

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100)

 

Âyette, “Allah’ın izni olmaksızın îman etmek yoktur” deniliyor da -meselâ- “aklını kullanmayanlar îman edemezler” denmiyor. Bu, “îmânın akla değil de “Allah’ın izin vermesine” bağlı olduğunu gösteriyor. Böylece îmânın akla değil de “Allah’ın izin vermesine” ihtiyâcının olduğunu gösteriyor.

 

Peki Allah kime ve ne olduğunda îman etmeye izin veriyor?. Allah, aklını kullanan, sorumluluğunu bilen, takvâsını kuşanan ve îman etmenin yükünü omuzlamayı kabûl ederek delikanlılığını ortaya koyabilenlere ve bunda samîmiyetini ispât edebilenlere îman etme izni veriyor. Böyle insanları îman ile ödüllendiriyor. Yoksa ciddî, samîmi, gayretli ve kararlı olmayanların ettiğini zannettiği îman sahih olmuyor da o -sözde- îman kişiyi amel-eyleme, hakka-hakîkate ve adâlete ve ahlâka yönlendirmiyor yada bunlarda sâbit tutmuyor.

 

Aklı olmayanların îman etme ve îmânına göre edip-eyleme sorumluluğu elbette yoktur. Fakat îmânın mutlak anlamda akla ihtiyâcı yoktur, fakat dolaylı yönden vardır. Îman edebilmek için aklı en üst seviyede kullanmak şart değildir. Fakat gerçek anlamda îman edebilmek için tam bir teslîmiyetle teslim olmak şarttır. Çünkü akıl kişiyi ancak îmânın kapısına kadar getirebilir. Ondan sonra teslîmiyet devreye girer. Aklın kişiyi getirdiği “îmân kapısı”ndaki insan teslîmiyet gösteremediğinde -ne kadar üstün bir akla sâhip olursa-olsun- yine de îmân edemeyecek ve çeşitli mâzeretler göstererek ve mantıklar yürüterek îmânın kapısından gerisin-geri dönecektir. Îman etmek mutlak anlamda akıl ile olabilseydi ve imânın akla ihtiyâcı mutlak olsaydı, tüm üstün akıllıların îman etmesi gerekirdi. Fakat öyle olmuyor da, tam-aksine, aklını pek de kullanmayanlar sahih bir îmâna ulaşabiliyorlar. Çünkü tam bir teslîmiyetle teslim olabiliyorlar.

 

Demek ki îmânın akla değil, tam bir teslîmiyete ihtiyâcı vardır. İslâm’ın yükünü omuzlamayı kabûl edenlere ve icâbında malından ve canından îmân için vazgeçebilmeyi göze alabilen delikanlılara ve delikanlılığa ihtiyâcı var. Allah sahih îmânı işte bu delikanlılara nasip ediyor. İnsanlık târihinde bu delikanlıların timsâlleri peygamberlerdir. Tam değil de yarı-teslîmiyet gösterenlere ise:

 

“Azap size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez” (Zümer 54).

 

“Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah’a ve İslâm’a teslim etmeyenler) bir ticâret yada bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: ‘Allah’ın katında bulunan, eğlenceden ve ticâretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır” (Cum’a 11).

 

Teslîmiyet akıldan daha üstün ve daha önemlidir. Çünkü teslîmiyet hem îman etmede hem de îmânın gereğini yapmada kişiyi yönlendirebilir. İnsan akıl yürütmeyle bir emri savsaklayabilir ama teslîmiyet gösterenler savsaklayamaz, eteleyemez ve bir işi yarım-yamalak yapamazlar.  

 

Aklı kullanmak ve bilmek, kişiyi îmân noktasına kadar getirir. Zâten aklın verilmesinin amacı budur. Bu nedenle “aklınızı kullanmaz mısınız” denir. Zımnen: “Aklınızı kullanın da îmânın kapısına kadar gelin” denmek istenir. Ayrıca îman ettikten sonra îmânın gereğini yapmak için de akla ihtiyaç vardır. O kapıya ulaşınca da artık “yüreği kullanmak” gerekecektir. Çünkü ancak yürekli olanlar îmâna ulaşacaklardır. O-hâlde akla, îman etme ânında değil, îmânın kapısına varma ve îman ettikten sonra amel-eylem noktasında ihtiyaç vardır.

 

Akıl kullanıldığında ve bir bilme ortaya çıktığında, bu bilme her zaman kişiyi doğru amel-eyleme yönlendirmez yada yanlış amele-eyleme de yönlendirebilir. Çünkü kuru-kuru bilmenin o kadar etkisi yoktur. Zâten akıl ancak vahiy-merkezli olunca ve vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olduğunda doğru ve hakka yönelik kararlar verebilir. Aksi-durumda ise işe şeytan ve nefs karışacaktır. Fakat îman kişiyi mutlakâ hakka-hakîkate ve buna göre olan sahih amele-eyleme ve hayra yönlendirir. Îmânın o kendisine has gücü bunu yaptırır. Îmânın akla üstünlüğü bu sebepledir. Zâten o yüzden “îman eden ve sâlih amel işleyenler” deniyor da; “akledenler ve sâlih amel işleyenler” denmiyor. Çünkü akıl kişiyi îmânın kapısına kadar getirip bırakıyor ve bundan sonra bir adım bile atamıyor.

 

Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O-hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet. Akıl yoluyla îmânın kapısına kadar gelip de gösterilmesi gereken bu teslîmiyeti gösteremeyenler îmâna ulaşamazlar. Allah’ı akıl değil îman görür. Tabi bu görme, “îmânî bir görme”dir. Akıl sâdece îmânın kapısına ulaştırır. Akılla gaybı bilmeye çalışmak, “boşuna yorulmak”tır.

 

Îmân etmek demek, “kabûl etmek” demektir. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Îman, “uğruna çabaladığın şey”dir. Îman, bedel ödemeye zorlayan şeydir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında sorun var demektir.

 

Akıl bir “yaratıcı” olduğunu bilebilir, fakat O’nun mâhiyetini bilemez. Çünkü O’nun mâhiyetini bilmek diye bir şey yoktur. O’nun emirlerini yerine getirmek ve teklif edilen yükü yüklenmeyi kabûl etmek önemlidir.

 

Akıl ve aklı kullanmak çok önemli olmasına rağmen, aklın da bir sınırı vardır ve akıl, daha varlık âlemini bile kesin olarak idrâk edip de açıklayamaz. Çünkü evrende vâr olan şeyler arasındaki sonsuz ilişki, insan zihninin kavrayışının ötesindedir. O-hâlde akıl, ne olduğunu bilmediği ve bilemeyeceği îman için mutlak anlamda ihtiyaç değildir.

 

Bizim gözümüz “mutlak olan”ı görmeye programlanmadığı gibi, aklımız da “mutlak olan”ı idrâk etmeye programlı değildir. Bu nedenle daha varlığı bile net olarak idrâk edip de açıklanamayan akıldan, gaybî konuları açıklayabilmesini beklemek abestir. Bakın 1.400 yıldır okunan Kur’ân, bir anlamda gayb ve dolayısıyla îman ile ilgili olduğundan, onu anlama işi bitirilememiştir ve de bitirilemez. Gaybın özelliği budur. Gayb çok-boyutlu ve derinlikli olduğundan dolayı, sâdece üç veyâ dört boyutlu olan varlığı anlamlandırabilme kapasitesine sâhip olan akıl, gayb konusunda çâresizdir. Zâten akıl, daha kendisinin yâni aklın ne olduğunu bile açıklayamaz. Bu nedenle sâdece aklı kullanmakla Îman edilebileceğini söylemek yanlıştır.

 

Bir milyon tâne akıl, bir milyon yıl uğraşsa da, gayb hakkında “Allah’ın bildirdiğinden başka”sını akledip de bilemez. Çünkü akıl gaybı idrâk edemez. Böyle bir yetisi ve gücü yoktur. Bu nedenle de akıl gayba bağlıdır. Gayb demek “îman” demektir. Çünkü îman “gabya îman”dır. Bu gayb meselâ vahiydir. Vahyin açıklamadıklarını ve onaylamadıklarını akıl istediği kadar açıklamaya çalışsın, o açıklama yine de yanlıştır ve geçersiz olacaktır.

 

Îman “gayba îman”dır ve gayb akılla idrâk edilebilecek bir şey değildir:

 

“Allah sizi gayb üzerine muttalî kılacak değildir” (Âl-i İmran 179).

 

Akıl, Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak içindir. Akla, îman etmek için değil, îmânın gereğini yapmak için ihtiyaç vardır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

Devamını Oku »

İnsanlığın Kaderi: Göç


“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret/göç edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz-nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

İnsanlık-târihi, “göç-târihi”dir. İnsanın cennetten kovulmayla yada çıkarılmayla başladığı göç hâlen sürmektedir. İnsanların göçü, “insanlık için ilk kurulmuş olan ev” olan Mekke’deki Kâbe’den, Mezopotamya ve çevresine doğru yayılmayla başlamış ve zamanla şimdiki duruma kadar gelmiştir. Yâni insanlar göç ede-ede Dünyâ’nın her yanına gitmişler ve oraları yurt edinmişlerdir ve bu “bir yerden başka bir yere gitmek” demek olan göç hâlen de sürmektedir.

 

Allah’ın, göçü insanların kaderi yapması, insanın göç etmedikçe hâlinin, bilgisinin, bilicinin, görgüsünün, geleneğinin ve genel durumunun değişmeyeceği, göç etmedikçe bir toplum ve devlet ve en nihâyetinde de bir medeniyete sâhip olmasının mümkün olmamasından dolayıdır. İnsanı hayvandan ayıran en önemli unsuru bir devlet-medeniyet sâhibi olmaktır. Bu-nedenle insanlık sürekli göç hâlinde olmuştur ve olmaktadır.

 

Aslında yaşanan göçlerin %90’ı mecbûrî göçlerdir. Bu-bağlamda Ekrem Memiş göç hakkında şunları söyler:

 

“Göçün tanımı şöyle yapılabilir: İnsanların, doğdukları yerden başka yerlere geçici yada sürekli olmak üzere taşınmasına göç denir. Göç kelimesi, dînî, iktisâdî, siyâsî, sosyâl ve diğer sebeplerle insan topluluklarının bir yerden bir başka yere gitmesi olarak da tanımlanmaktadır. Göçler, iç-göçler ve dış-göçler olmak üzere iki ana-başlık altında ele alınabilir. Ülke içerisinde, nüfûsun yer değiştirmesine iç-göç denir. İç-göçlerle bir ülkenin toplam nüfûsunda değişme olmaz. Sâdece, bölgelerin ve illerin nüfûsunda artma yada azalma meydana gelir.

 

Medeniyetlerin oluşumundaki en önemli faktörlerden biri göçlerdir. Geçmişten günümüze uzanan zaman-dilimi içerisinde Dünyâ coğrafyası sayısız göç hareketlerine sahne olmuştur. Açlık, kıtlık, sel felâketi, deprem, kuraklık, toprak yetmezliği, otlak yetmezliği, iç çekişmeler, dış baskılar, ırksal ve dinsel dayatmalar başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle meydana gelen göçler bir-çok yıkımlara yol açmakla birlikte, yepyeni medeniyetlerin doğmasına da zemin hazırlamışlardır. Aslına bakılacak olursa, insanoğlunun Adem’le Havva’nın cennetten kovulmasıyla başlayan göç serüveni, günümüzde de bütün hızıyla devâm etmektedir. Ancak günümüzün ulaşım şartları insanların bir yerden başka bir yere göç etmesi hadisesinde fazla bir zaman-kaybına yol açmazken, günümüzden binlerce yıl önce insanların yada toplumların bir yerden başka bir yere göç etmesi aylarca, hattâ yıllarca sürebiliyordu.

 

Hz. Muhammed’in 622 yılında Mekke’den Medîne’ye Hicret Etmesi ve Oğuz Göçleri gibi, dünyâ-târihinin önemli dönüm-noktaları olarak kabûl edilen hadiseler ele alınmıştır. Bir insan yada bir toplum yaşadığı yeri niçin terk eder?. İnsanların, alıştıkları bir yeri, şartlar zorlamadığı sürece bırakıp gittikleri görülmemiştir. Demek oluyor ki, aslında her göç hareketinin görünen yada görünmeyen nedenleri vardır. Açlık, kıtlık, sel felâketi, deprem, toprak yetmezliği, işsizlik, iç çekişmeler ve dış baskılar başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle meydana gelen göçler bir-çok yıkımlara yol açmakla birlikte, yepyeni medeniyetlerin doğmasına da zemin hazırlamışlardır. Medeniyetlerin ortaya çıkmasında göçlerin önemli bir payı vardır”.

 

Tabi insanlar iç-göçe bile tahammül edememekte, nüfus olarak çoğalan topluluklardan, “ilerisi için” korkmaktadır.

 

Göç etmenin sebepleri vardır. Bunlar; kuraklık yâni ekonomik sebepler, doğal âfet, salgın, çeşitli baskılar ve en önemlisi ve yaygını, savaş gibi sebeplerdir. Hattâ târih boyunca yaşanan göçlerin en büyük sebebi savaşlar olmuştur. Savaş sonucu ölmemek yada zarar görmemek için insanlar yaşadıkları toprakları bırakıp güvenli olduğunu düşündükleri yerlere göç edip gitmişler ve oralarda yaşamaya başlamışlardır. Tabi göç edenler göç ettikleri yerlerde de çeşitli baskılara ve sıkıntılara mâruz kalmışlardır. Zîrâ yerleşikler göçerleri sevmezler ve yanı-başlarında istemezler. Bu nedenle de sürekli olarak göçebelerle mücâdele etmişler ve onları geldikleri yere geri dönmeleri için zorlamışlardır. Bu bir tek İslâm’da böyle değildir. Çünkü İslâm’a göre yeryüzü Allah’ındır ve müslümanlar da kardeştir. Zâten İslâm’da ülkeler arasında sınır falan da yoktur, olamaz. Sâdece sûnî sorumluluk alanları belirlenmiştir. O-hâlde müslümanların, çeşitli baskılar ve zorluklar nedeniyle göç etmiş olanları hakir görmesi ve onların, ülkelerinden def olup gitmelerini istemeleri söz-konusu olmamalıdır. Fakat göçebeleri, geldikleri ülkenin durumunu düzeltip her-şeyine alışkın oldukları vatanlarında yeniden emniyetli bir şekilde yaşamalarını sağlamaya yâni onları yeniden vatanlarına kavuşturmak için çalışmaları gerekir.

 

İslâm’ın yayılması ve hâkim duruma gelmesi de bir göçün sonucunda başlamış ve gerçekleşmiştir. Peygamberimiz ve sahabenin Medîne’ye gelmesi birilerini rahatsız etmiştir ve birileri “nerden geldi bunlar, durumumuzu bozdular” demiştir. Hicret yâni Mekke’den Medîne’ye göç İslâm’ın önemli bir süreci ve dönüm noktalarından biridir. Hicret tüm peygamberlerin yaşadığı bir şeydir. Hicreti diğer göçlerden ayıran şey, yapılan göçün “din için” olmasıdır. Bedir Savaşı’nda 330 kişiden oluşan İslâm ordusunun mevcudu, 6 yıl sonra gerçekleştirilen Mekke’nin Fethi esnasında 10.000 kişiye ulaşmıştır. Üstelik bu sayı sâdece eli silah tutan ve savaşan erkeklerden oluşmaktadır. Yaşlılar ile kadın ve çocuklar bu sayıya dâhil değildir. Demek oluyor ki, Hicret’ten sonra müslümanların sayısında umulanın çok-çok  üzerinde bir artış gerçekleşmiştir. Hâlbuki Hz. Muhammed, Mekke’den Medîne’ye göç etmeseydi, İslâzm Dîni’nin hızlı yayılması mümkün olmazdı. Mekke’nin Fethi’nden sonra müslümanların sayısı daha da artmıştır. Nitekim 632 yılındaki Veda Haccı’nda Hz. Muhammed’in son hutbesine 124.000 müslüman tanıklık etmiştir.

 

Baştaki âyette de gösterildiği gibi, ensar’ın muhâcirleri koruması ve misâfirliği örnek bir davranış şeklidir. Öyle ki ensar kendi ihtiyaçlarına rağmen muhâcirleri yâni göç-hicret edenleri sevmişler ve onlara verebileceklerini seve-seve vermişlerdir. İslâm’da buna “îsar” denir. Muhâcirler de Medîne’ye hem bereket hem de barış getirmişlerdir. Evs ve Hazreç kavimleri, muhâcirler gelmeden önce birbirleriyle can düşman idiler, ama İslâm ve muhâcirler geldikten sonra kardeş oldular. Şimdi de İslâm ülkeleri, hicretten önceki Evs ve Hazreç gibiler ve birbirlerini öldürmekle meşgûller. Yâni “ateş çukuru”nun tam kenarında duruyorlar. Çünkü birbirlerini sevmiyorlar ve birbirlerine katlanamıyorlar.

 

Günümüzde (2023) savaştan kaçan Sûriyelilere de aynı gözle bakılıyor ve onlara katlanılamıyor. Bu sâdece onların taşkınlıkları nedeniyle değildir. Türklerde lâiklikten kaynaklanan bir Arap, müslüman ve doğu’lu düşmanlığı vardır. Bu da Sûriyelî Arap, müslüman ve doğu’lu halka karşı bir ön-yargı oluşturuyor. Oysa Türkiye’ye başka yerlerden, savaş ve ekonomik nedenlerden dolayı göç edenler de vardır. Meselâ ekonomik nedenlerden dolayı Afganistan’dan gelenler vardır ve onlara karşı da bir ön-yargı vardır Türklerde. Oysa şu-anda (2023) Türkiye’de savaş nedeniyle ülkelerini terk eden ve sayıları ilk başta 100.000 üzerindeyken sonradan başka ülkelere dağıldıkları için sayıları 50-60.000’e inen mâvi gözlü ve sarı saçlı olan batı’lı-hristiyan Ukraynalılar da vardır. Peki Ukraynalılar niçin gündem yapılmıyor ve “ülkelerine def olup gitsinler” denilmiyor?. Tabî ki de denilmesin. Fakat demek istediğimiz şey, insanların çoğunun bilgisizce ve birilerinin ağzına bakarak Sûriyeli ve doğu’lu müslümanlara “gitsin” denirken, Ukraynalılara “gitsin” denilmemesinin nedeni, göçebelerin sâdece Türkiye’yi ve Türkleri sosyâl ve ekonomik olarak etkilemesi değildir. Bir ön-yargı ve bilgisizlik vardır. Tabi, göç edenleri  barındırmanın da bedelleri ve zorlukları vardır, fakat yeryüzü ve mülk de Allah’ındır. Adâlet gereğince ödül ve cezâ göçebelere de uygulanacaktır ve durumu bir-an önce normâlleştirmek için çalışılacaktır. Lâkin şu iyi bilinsin ki müslümanlar göçebelere bâzen zulüm derecesine varan baskılar yapmamalıdırlar ve yapamazlar da.

 

Şu da var ki, uluslar-arası hukûka göre bir mülteciyi zorla ülkeden göndermek yasaktır. Geri göndermeme ilkesine göre, sığınma talebinde bulunan kişi, yaşam ve özgürlüğünün tehlike altında olacağı varsayılan bir ülkeye geri gönderilemez. Türkiye’nin de onayladığı 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK)’a göre “kânun kapsamındaki hiç kimse, işkenceye, insanlık-dışı yada onur-kırıcı cezâ veyâ muâmeleye tâbi tutulacağı veyâ ırkı, dîni, tâbiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensûbiyeti veyâ siyâsî fikirleri dolayısıyla hayâtının veyâ hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir yere gönderilemez”. Tabi siyâsilerin de bu durumu kullanmaya kalkıp da göçebelerden oy ve rant devşirmeye çalışmaları kabûl edilemez. Eğer her-şey müsâitse göçebeler yada mülteciler ülkelerine güvenli bir şekilde geri gönderilmelidir ve bu konuda onlara her türlü destek sağlanmalıdır. İnsanlık ve İslâmlık bunu gerektirir.   

 

Yaşanan savaş ile birlikte evsiz ve emniyetsiz kalan Sûriyeliler mecbûren Lübnan ve Türkiye gibi en yakın ülkelere göç etmişlerdir. Tabi göç edenlerin çok sayıda olması ister-istemez düzende değişikliğe ve bâzı rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur ve olmaktadır. Bu doğaldır. Fakat yerleşiklerin ve özellikle İslâmî duyarlılığı olmayan bilgisiz câhillerin, İslâm’ın bu konudaki uygulamalarını bilmeden ve hiç hesâba katmadan söyledikleri sözler ve yaptıkları baskılar karşısında söylenecek sözler vardır…

 

Şöyle ki, insanların içinde göç yaşamamış bir kavim yoktur. Gerek Kavimler-Göçü gerekse Amerika’nın keşfini yada göçüyle günümüzde Dünyâ’ya tahakküm kurmuş olan ABD-AB bir göçün sonucudur. Roma’yı yıkan yada Roma’nın yıkılmasından sonra Avrupa’yı şekillendiren şey Kavimler Göçü’ydü. Çinliler bile M.Ö. 200’lü yıllarda göçler yaşamışlardır. Hintliler de en azından kendi ülke ve bölgeleri içinde iç-göçler yaşamışlardır. Göçebe ve yarı-göçebe Türkler ise târihte en çok göç eden kavimlerden biri hattâ belki birincisidir. Unutulmasın ki Anadolu Türklerin kadim yurdu değildir ve Türklerin Anadolu mâzisi en fazla 1.000 yıla dayanır. “Türkler 10.000  bin sene önce de Anadolu’da yaşıyorlardı, Çatalhöyük’ü Türkler kurdu” gibi boş lafları uydurma teorileri hiç hesâba bile katmıyoruz.

 

Bilindiği gibi Türkler, ana-yurtları olarak kabûl edilen Ural-Altay dağlarında yaşarken çoğaldıkça geniş alanlara ihtiyaç duydukları için göç etmiş ve çevreye yayılmışlardır. Fakat son 1.500 yıllık târihte Türklerin batı’ya, Îran’a ve Anadolu’ya doğru gelişlerinin nedeni Çin savaşları ve özellikle de Moğol yayılmacılığı ve işgâllerinin bir sonucudur. Moğollar acımasız oldukları için önlerine gelene kıyım yaptıklarından dolayı halklar onların önünden kaçıp çeşitli bölgelere gelmişlerdir. İşte Türkler de Moğollardan kaçarak batı’ya ve özellikle de Anadolu’ya doğru göçmüşlerdir. Aslında ondan önce de Çin’den kaçmışlardı ve kaçışın başlangıcı aslında Çinlilerden kaçıştı. Bu kaçış hep batıya doru olmuştur. Zîrâ doğu genelde Çin idi. Hattâ, Türkler büyük ihtimâlle, Hiung-nu denilen Hun ve Hint-Avrupa ırkının, Rusya’nın güneyinde bir yerlerde karşılaşması onlarla olan ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkan ve adına Turâniler denilen ırktır. Yâni Türklerin ortaya çıkışı bile, batı’ya doğru göç eden bir kavimle olan ilişkilerinin sonucudur.

 

Tabi Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu bomboş bir yer değildi ki zâten hiç boş olmamıştı. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde orada Roma-Bizans vatandaşları olan rumlar vardı. Rumlar bu yeni gelen göçebeleri elbette iyi karşılamadılar, kabûl etmediler ve onları sevmediler. Hattâ ilk başta Malazgirt ile sonra da Miryokefalon savaşları ile Türkleri geldikleri yere göndermek için savaştılar. Onları “geldikleri, Orta-Asya’ya geri gönderme” politikaları hep uygulandı ve bu söz bir motto oldu ki şimdilerde bile yunanlılar ve batı’lılar tarafından “Türkleri geldikleri Orta-Asya’ya kadar geri gönderme”nin söylemleri hâlen yapılmaktadır. Güçleri yetecek olsa bunu yapmak için harekete de geçerler. Yâni demem o ki, Sûriyelilerin gelişinden hoşnut olmayarak (haklı sebepler elbette vardır) onları bir-an önce Sûriye’ye geri göndermek düşüncesinde olan Türkler de bir zamanlar ve hattâ şimdilerde bile aynı sözlere ve baskılara mâruz kalıyorlardı ki aslında bu tüm ırklar, kavimler ve halkalar için de geçerlidir. Göçün sebeplerinden biri ve en önemli sebebi, bahsettiğimiz “savaşlar” nedeniyledir ki göçün başka sebepleri de vardır..

 

İkinci sebep ise doğal âfetler ve kuraklık yâni ekonomidir. Yeryüzü Allah’ın olduğuna, mülk de tümüyle Allah’a âit olduğuna ve Allah nîmetlerini tüm insanlar için eşit olmak üzere yarattığına göre, savaş ve işgâlden başka âfet ve kuraklık, geçim-mâişet sıkıntısı yâni ekonomik nedenlerle de insanlar kendi yurtlarından başka yerlere göç etmişlerdir ve edebilirler. Bu Allah için bir sorun değildir. Zîrâ dediğimiz gibi, yeryüzü de O’nundur, mülk de O’nundur ve O nîmetlerini herkes eşit şekilde yararlansın diye yarattığını söylemektedir: “Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet10).

 

Üçüncü sebep siyâsîdir. İnsanlar düşüncelerini, haklı ve doğru gördüklerini söylemekten, yazmaktan ve uygulamaktan yasaklanırlarsa elbette başka bir yurda göç edeceklerdir. Günümüzde bu “ilticâ” şeklinde olmaktadır. Çünkü düşünceyi söylemek, yazmak ve uygulamak yasağı, insanı kahreden şeylerden biridir ve genellikle küçük kitleler  hâlinde bu sebeple göçler yaşanmıştır.

 

Dördüncüsü sosyolojik nedenlerdir. İnsanlar bir uygarlık ve medeniyet içinde yaşamak isterler. Böylece sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, hukûkî, kânûnî her alanda daha iyi ve geniş koşullar içinde olmayı isterler. Bu doğal bir şeydir. Kendi ülkelerinde ve yurtlarında bu sağlanamadığında bunu sağlamış olan başka yurtlara ve ülkelere gitmek isterler  ve bunun için de göç ederler. Savaş, işgâl, âfet, kuraklık, adâletsizlik, siyâsî vs. nedenlerle ilkel şartlar içinde yada kısıtlı olarak yaşayanların göç sebeplerinden biri de budur ve bu doğal ve normâl bir şeydir.

 

Beşinci sebep ise dînî nedenlerdir. Şirk, küfür, ahlâksızlık, zulüm ve baskı gibi nedenlerle dinlerini istedikleri gibi yaşayamayanlar ve yayamayanlar başka yerlere ve ülkelere göç ederler ve etmelidirler. Çünkü bu Allah’ın emridir:

 

“Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da. Allah’a ve Resûlü’ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah’a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir” (Nîsâ 100).

 

“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları Dünyâ’da güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür” (Nâhl 41).

 

Hattâ bu uğurda vatanını-yurdunu, malını-mülkünü ve yakınlarını terk ederek gitmek zorunda kalanların, yolda yada gittikleri yerde başlarına bir şey gelip de hayatlarını kaybettiklerinde, bunun âhirette telâfi edileceği söylenir:

 

“Allah yolunda hicret edip öldürülen veyâ ölenlere gelince; muhakkak Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. Onları, kendisinden gerçekten hoşnut kalacakları bir yere sokacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, halimdir” (Hac 58-59).

 

Zâten tüm peygamber din nedeniyle göç yâni hicret etmiştir ki, hicret ve göç etmeyen hiç-bir peygamber yoktur. Allah katındaki tek din olan İslâm’ın raconu budur. Hiç-bir peygamber doğduğu memleketinde peygamberlik etmemiştir. Her peygamber, onlara inananlarla birlikte hicret edip yurt değiştirmiştir. Çünkü medeniyet din ile ilgilidir ve medeniyeti kurmak için dînîn hakkıyla yaşanabileceği bir yere gitmek gerekir. O-hâlde İslâm’ı kabûl edenlerin icâbında hicreti ve göçü de göze alabilmeleri gerekir. Vatan sevgisi ile “hicret” bir-arada bulunamaz. Müslümanların perişân hâllerinin sebebi, “Mekke’den Medîne’ye” hicret edemeyişlerindendir. Bir-türlü Mekke’den çıkamıyorlar. Şehir, insanları bir-birlerinden koparıyor. Şehirler “en ufak bir yardım”ın bile esirgendiği yerlerdir.

 

Sistemden vazgeçmeden “sistem” içinde kalarak sistemi eleştirmek ve sisteme îtirâz etmek, çok da samîmi bir şey olmasa gerek. Çünkü -bir yerden sonra- “sistem” içinde kalarak sistemle mücâdele etmek mümkün olabilseydi, bu mücâdeleyi en iyi şekilde Peygamberimiz yapardı. Hicret, sistem içinde kalarak sistemle “hakkıyla” bir mücâdelenin yapılamayacağının delîlidir.

 

Hicret yani göç bir “kültür değişimi”dir. Hicret etmeden medenî olmak, yâni göçmeden bir devlet-medeniyet kurmak mümkün değildir. Hicret, insanlığın kaderidir.

 

Göçebelikten yerleşikliğe geçildikçe, etten sebzeye doğru bir geçiş olur. Bu kişide bir yumuşaklık ve bencillik oluşturur. Bu da yabancılara karşı tepkili olmayı getirir. Kahramanmaraş ve Hatay-merkezli depremlerin sonucunda geçici olarak büyük şehirlere gelmek zorunda olanlar bile, oranın yerli halkınca sorun ve dert olarak görülmüştür ve “bir-an önce gitseler” diye söylenenler olmuştur. Kendi vatandaşlarının bile göç ederek yanlarına gelmelerinden rahatsız olanlar olmuştur. Zîrâ yeryüzünün ve mülkün Allah’ın olduğunu ve Allah’ın mülkü ve nîmetlerini tüm insanlar için eşit olmak üzere yarattığının bilincinde değildirler. Mü’minlerin ise böyle bir şey söylemesi mümkün olamaz.

 

Göçebe ve yarı-göçebeler her zaman dışlanmışlardır. Yörükler hep dışlanırlar. Çadırlarda yaşayan göçebeler dışlanırlar ve düzen-bozucu ve rahatsız-edici olarak görülürler. Oysa göçebelikte misâfir-perverlik çok önemlidir. Hattâ göçebeler misâfirlerini hayatları pahasına korurlar.

 

Hayvanlar da göç ederler. Hattâ göç etmeyen bir hayvan yoktur. Mevsimlere göre hayvanlar bir yerden bir yere uçarak, yüzerek ve yürüyerek yer değiştirir ve göç ederler.

 

Bir de doğal ve mecbûrî olandan başka, insanlara şeytânî plânlar çerçevesinde yapılan daha doğrusu yaptırılan göçler vardır. Köyden kente göçüş, köylünün kentlerde “modern sömürüye tabi tutulması projesi” olarak en başta gelen şeytânî göç plânıdır.

 

Teoman Duralı, târihte meydana gelen göçleri anlatırken özetle şunları söylüyor:

 

“Târihte uzun mesâfeli kavimler göçü vardır. Bunlardan en eskisi insanlığın Afrika’dan çıkışıdır. Yaklaşık 100 bin yıl önce cereyan eden bir olaydır ve daha sonra defâlarca büyük göçler oluyor. Meselâ, 17 bininci yılda İç Asya’dan Amerika’ya Kızılderili dediklerimizin göçü var. 3. Binde Avrasya kıta-bütünlüğünde yeniden büyük bir Kavimler Göçü var. Burada 3. Binde büyük bir  göç baş gösteriyor. Bugünkü Rusya’nın güney kesimlerinde yaşayan bir kavim var: Hint-Avrupa dilini kullanan Arîler. Göç eden Hint-Avrupalılar birkaç yöne sapmışlardır. Bir kısmı doğu’ya gidiyor, doğu’ya gidenler ikiye ayrılıyorlar. Bir kısmı Orta Asya üzerinden Îran yaylasına iniyorlar. Bunlar Perslerle Medlerin -Medler bugün kaybolmuş durumda ama Persler duruyor- atalarıdır. Öbür bir kısmı Hint Yarımadası’na iniyor. Bunlar Hindistan’ın iki esas ahâlisinden birini teşkil ediyorlar: Ak-tenli Arîler, öbürleri de kara-tenli Dravidler. Bir başka kol Kafkas üzerinden Anadolu’nun doğusuna geliyor ve Ermenilerin atalarını oluşturuyor. Diğer bir kol Balkan dağlarını aşarak Yunan Yarımadası’na ve oradan da güneye Mora’ya (Peloponnesos) iniyor. Öteki kollar Avrupa’ya yöneliyorlar: Keltler, Germenler, Latinler ve Slavlar”.

 

Göçün olmadığı ve olmayacağı bir zaman hiç-bir zaman olmadı ve olmayacaktır. İnsanlar ya savaşlardan ya doğal âfetlerden yada iklimden vs. dolayı sürekli olarak yer değiştirecek ve Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde yaşayacaklardır. Çünkü göç insanlığın hem kaderi hem de sigortasıdır.

 

Sanki bir plân dâhilinde bir güç insanları Dünyâ’da döndürüp durmakta ve zaman içinde Dünyâ’nın her yerinde yaşatmaktadır.

 

Göç insanın hiç değişmeyecek kaderidir. Göç ile başlayan hayâtı yine zorunlu bir göç ile bitecek ve en sonunda da ebedî diyâra göç edecektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

Devamını Oku »

Düşünce ve Amel

 

“(Bu Kur’ân,) âyetlerini, iyiden-iyiye düşünsünler ve temiz akıl-sâhipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübârek bir kitaptır” (Sâd 29).

 

“Andolsun Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17, 22, 32, 40).

 

İnsanı diğer varlıklardan ayıran şey düşüncedir. Bu nedenle Kur’ân boyunca “düşünenler için..”, “düşünmez misiniz?”, “düşünmeniz için” gibi ifâdeler kullanılır ve mü’minler yoğun bir şekilde düşünmeye sevk edilir. Düşünmeye bu kadar yer ayrılmasının nedeni elbette sâdece kuru-kuru düşünmek değil, İslâmî düşünceye göre amel-eylemde bulunma ve İslâmî düşünceyi hayâta hâkim kılma hedefidir.

 

 İnsanlar düşüncelerine göre amel-eylemde bulunuyorlar yâni hareket ediyorlar gibi bir düşünce olsa da, aslında kendilerine öğretilen ve çevresinden gördüğü gibi hareket eder. Düşündüğü ile amel-eylemi farklı olur. Çünkü her düşündüğünün hayatta bir karşılığı yoktur yada düşündüğü gibi olmaz. Bu nedenle de insanlar düşünce ile ameli ayırırlar ve düşüncenin başka amelin ise başka bir şey olduğunu zannederler. Öyle ki özellikle modern insanın ve müslümanın düşüncesi “dînî” iken ameli ve eylemi “seküler” olabilmektedir ki modernist-seküler ilâhiyatçıların alâmet-i fârikası bu olmuştur. Kur’ân’ı okuyorlar ve hattâ “Kur’ân’ı sâdece Kurân’a göre yorumlamak” gerektiğini söylüyorlar fakat iş amele-eyleme gelince onu lâik-seküler-demokratik Allahsız uygulamaların belirlemesine ve düşüncesine bırakıyorlar. Böyle yapmakla Allah’ı ve dîni hayâta karıştırmamış ve Allahsız-dinsiz bir davranışın ve hayâtın ortaya çıkmasına neden olmuş oluyorlar. Bu, amel-eylemin Allah’a yâni vahye göre değil de insana yâni akla göre olmasını istemek demektir ki küfür, şirk ve zulüm işte bu noktada açığa çıkar.

 

Düşünce ikiye ayrılır; 1-Akıl-merkezli düşünce; 2-Vahiy-merkezli düşünce. Akıl, vahiy-merkezli olunca düşünce de meşrû olur. Aksi-hâlde akıl nefis-merkezli olur ki bu aklın ürettiği düşünce hiç-bir zaman kesin ve net olamaz. Kesin ve net olmayan düşünce ise, insana yakın-uzak vâdede mutlakâ sıkıntı ve zorluk olarak geri döner.

 

İslâm konusunda insanların ne düşündüğü ve ne dediği değil, Kur’ân’ın ne dediği ve Peygamber’in nasıl yaptığı önemlidir. İslâm bir “anket dîni” değildir. İslâm vahiy-merkezli düşünce, ilim ve amel-eylem dînidir. Zâten hak düşünce ve iyi amel-eylem ancak böyle olduğunda ortaya çıkar. Amele-eyleme dönük olmayan hayattan ve pratiklikten uzak düşünceler “uygulanabilir olmayan” düşüncelerdir ki ancak zihnin eğlencesidir. Modern düşüncenin çoğu böyle düşüncelerdir.  Modern yâni Allahsız düşünce ya uygulanabilir değildir yada uygulandığında faydasız veyâ “herkes için faydalı olmayan” sonuçlar üretir. Modern insanın düşündüklerinin, söylediklerinin, yazdıklarının, plânladıklarının ve hayâl ettiklerinin %90’ı “uygulanabilir” değildir. Kalan %10’u ise arzu ettiği ve beklediği gibi olmaz.

 

Modern düşünce ve uygulamalar tüm Dünyâ’ya yayıldığı ve her yeri kuşattığı için ve kendisine şirk koşulmasına katlanamadığından dolayı, modern müslümanlar da bundan etkilenmişlerdir, bu da, modern paradigmaya uygun olmayan İslâmî düşünceyi, aşırı yoruma tâbi tutup değiştirmeden kabûl edememelerine neden olmaktadır. Modern müslümanların ilmî çalışmaları, batı’nın “din tekâmül ve terakkiye mânidir” düşüncesine yapılmış şerhlerden ve düşülmüş dipnotlardan ibâret olmaya başlamıştır.

 

“Müslümanım” diyor fakat, “İslâm’a göre” değil de “seküler sisteme göre” yiyor-içiyor, giyinip-kuşanıyor ve tabî ki sekülere göre düşünüp-konuşuyor. Böylece düşüncesinden sonra amelini-eylemini-söylemini de seküler sistem belirliyor. Çünkü müslümanlar Kur’ân’a bakarak hayâtı yorumlamıyor ve düzenlemiyorlar; mevcut hayâta, modern düşünceye yâni konjonktüre bakarak Kur’ân’ı yorumluyorlar ve ona göre eylemde bulunuyorlar. Ellerinde Kur’ân olmasına rağmen düşüncelerini ve eylemlerini Kur’ân değil, konjonktür belirliyor. Eylemlerini ekonomileri belirliyor; partileri belirliyor; üstadları belirliyor; malları-mülkleri, sevdikleri, işleri  vs. belirliyor. İşte şirk budur!.

 

İnsanlar “akıllarına göre” düşünceler ürettiklerini sanırlar. Oysaki ürettikleri bu düşüncelerin büyük bir çoğunluğu, “nefislerine göre” ürettikleri düşüncelerdir. Düşünceleri nefislerine göre olduğu için davranışları da nefislerine göre oluyor.

 

İnsanlar tüketme-şekline göre düşünürler ve hareket ederler. Bu aslında “paraya ve paranın miktârına göre düşünmek” demektir. Para, “adanmış” mü’minlerin dışında, kişilerin düşüncelerini değiştirip şekillendirir. Ne kadar çok para harcarsanız, o kadar az düşünürsünüz. O düşündüğünüz az şey de İslâmî düşünce olmaz.

 

Aklı ve düşünceyi Allah’tan bağımsızlaştırmak, seküler aklı ve düşünceyi ilahlaştırmak ve hatta “en yüce ilah yapmak” anlamına gelir.

 

İslâm, uzak-doğu dinleri gibi salt soyut “düşünce dîni” değildir. Aksine İslâm, “somut”a dönüşmeyi hedef edinen bir dindir. Bu-bağlamda, kişisel şartları ve toplumsal şartları değiştirmeyi düşünmeden okunan Kur’ân, ancak tâğutlara alan açar. Kur’ân-Kur’ân deyip durmalarına rağmen, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma hayâli, düşüncesi ve çalışması olmayanlar, ya câhildirler yada yalancı.

 

Kur’ân’ın bir zihniyeti var. Kişi, hayâtında o zihniyet ile düşünüp, edip-eyleyen biri değilse Kur’ân’ı idrâk edemez ve “mushaf incelemeleri”nden öte bir-şey yapmış olmaz. Bu da eksik düşüncelerin açığa çıkmasına eden olur. Bu düşüncelerin eleştirisinin yapılmamasının nedeni, bu düşüncelerin amel-eyleme dönük olmaması yada pratiğe dökme çabasının olmamasındandır. Kur’ân hakkında düşüncelerimizdeki yanlışlar, sağlamasını yapmadığımız yâni vahyi pratiğe dökmediğimiz için açığa çıkmıyor. Üstelik eyleme geçmeyen düşünce ve bilgi, sonsuz soruların kuşatmasından da kurtulamıyor. Böylece İslâm, “tartışma dîni” olup çıkıyor.

 

Bir düşüncenin sağlamasının doğru olarak yapabilmesinin tek yolu, o düşüncenin amel-eylemde nasıl tezâhür ettiğine-edeceğine göre olabilir ancak. Yoksa bir düşüncenin başka bir düşünceyle doğru olarak sınanması zordur. Zîrâ o bir düşünceyi sınayacak olan düşüncenin de sınanmaya ihtiyâcı vardır. O-hâlde amel ve eylemle sınanmamış düşüncelerin “kesin doğruluğuna” güvenilemez. Dört duvar arasına sıkıştırılan düşünceler, mutlaka bâtıla meyleder.

 

Maddî âlemde “düşünce” bakımından “en ideâl olan” düşünülür. Fakat pratikte, düşünüldüğü gibi çıkmaz. Çünkü maddî olan, en ideâl olandan daha az ideâldir. Bir düşüncenin, sözün, eleştirinin, pratiğe döndüğünde teorik etkisi azalır, pratik etkisi artar. Fakat bu durum cennet için tam tersidir. O düşündüğümüzden ve düşünebileceğimizden çok-çok daha ideâl bir yerdir.

 

Modernizm materyâlizmdir. Materyâlizm ise, “her-şeyi madde ile düşünmek” demektir. Fakat madde sınırlı bir şey olduğundan, madde-merkezli düşünce de sınırlı oluyor. Modern düşünce sınırlı bir düşüncedir. Bu nedenle de “herkes için” bir fayda ortaya koyamadığı gibi, “hârika eserler” de çıkmıyor ortaya. Zîrâ modern düşünce, tanımını yapamadığı şeyi yok kabûl ediyor. Bu onu eksik bırakıyor, kısır yapıyor.

 

Modernizm kendine göre bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik hayat-şekli, belli bir düşünce-şekli oluşturuyor ve o kişi artık ona göre düşünüyor ve hareket ediyor. Vahiy ise, müslümanlar için tüm durumlarda düşünce ve amel-eylemin kaynağıdır.

 

Genel anlamda batı: Siyâsette Roma, düşüncede Yunan’dır. Yunan düşüncesi pagan/çok-tanrılı; Roma siyâseti de emperyâlisttir. Batı bu iki olguyu modernleştirmiştir. Fakat sonuçları aynı olmuştur/oluyor. Muhâfazakârlarla lâiklerin buluştuğu yer, “batı-merkezli tasavvur, düşünce, refah ve eylem şekli”dir.

 

Demokrasi, tüm insanlara demokrat bir düşünme-şekli dayatan baskıcı bir yönetim-şeklidir. Demokrasi: Herkesin aynı düşündüğü, davrandığı bir ideolojidir.

 

Bâzıları, felsefe ve sosyolojiyi gereksiz alanlar olarak görüyorlar ve matematiğe yönelinmesini savunuyorlar. Bilmiyorlar ki, Dünyâ şu-anda, 1.700 ve 1.800’lü yıllarda yaşayan filozof ve sosyologların düşünceleriyle yönetiliyor. Bu düşünceler elbette Allahsız ve İslâmsız düşüncelerdir ve uzun vâdede sapkın eylemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle gayri-İslâmî düşüncelerle mücâdele etmeyenler, bir zaman sonra mecbûren “gayri-meşrû eylemler”le mücâdele etmek zorunda kalıyorlar. Zîrâ eleştirilmeyen düşüncelerin hem kendileri hem de açığa çıkarttığı davranışlar sapmaya başlar.

 

Bir düşünce ve inanç kişiyi eyleme yönlendirmiyorsa, o düşünce ve inanç samîmi değildir. Bu samîmiyetsizliğin ilk göstergesi ve cezâsı “tâviz vermek” olur. Dâvâsından tâviz verenler, kısa bir süre sonra, tâviz verdikleri düşünceyi, hizbi, ideolojiyi ve eylemi savunmaya başlarlar.

 

Vahyin bilincine erememiş olan insan, eşyâya göre düşünür. Çünkü düşünceler hayattan kopuk ve yaşam-tarzlarından bağımsız olamaz. Fakat yaşantılarımızla çelişen düşüncelerimiz de vardır.

 

Bir din, inanç, düşünüş ve felsefe “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.

 

Bir düşüncenin yada davranışın doğru olup-olmadığının sağlaması, eleştirmek ve eleştirilmekle yapılabilir.

 

İnsan ya düşüncelerine göre, ya duygularına göre yada dürtülerine göre yaşar.

 

İnsanın düşüncesi, amaçladığı hedef ile şekillenir. Hedefi olmayanın ise, zâten düşüncesi de yoktur.

 

Bizi “içimizden geçen” değil, “içimizde kalan” düşünce günaha sokar.

 

Düşüncede tutarlı gibi gözüken nice önermeler ve teoriler vardır ki, pratiğe döküldüğünde kısa sürede çöküp moloz hâline gelir.

 

Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım” sözü, “düşünüyorum, öyleyse tanrıya ihtiyâcım yok” anlamındadır.

 

Düşünceleriniz ve eylemleriniz kime yarıyorsa ona hizmet ediyorsunuz demektir. “Kime-neye hizmet ediyorsanız, onun ve o şeyin dînindensiniz” demektir.

 

Düşünmekle konuşmak aynı şeydir. Ne düşünüyorsanız onu konuşursunuz.

 

Düşünce-suçu, aslında “düşündüğünü söyleme ve yazma suçu”dur.

 

Felsefe, “Allah’ı hesâba katmadan” düşünme, konuşma ve yazma sanatıdır.

 

İnsanlar, işlerine gelen bir konuyu, etraflıca düşünmeden konuşur.

 

İnsanın “ölüm hakkında düşünmek”ten başka “ölüm” için yapabileceği hiç-bir şey yoktur.

 

İnsanın kutsalı ne ise ona göre düşünür, konuşur ve amel-eylemde bulunur. Günümüzün kutsalı “görsellik”tir. Aşırı görsellik, düşünselliği blôke ettiği için modern insanın düşüncesi “düşüncesizlik” olmuştur.

 

İnsanlar, düşüncelerine, görüşlerine ve davranışlarına hiç eleştiri ve îtirâz almadıkları için, düşüncelerinin ve yaptıklarının doğru ve sorunsuz olduğunu zannediyorlar.

 

Pratiğe dönük olmayan düşünceler, unutulmaya mahkûmdur.

 

İnsan, “bildiğine” göre değil, “yaşadığına” göre düşünür, konuşur ve edip-eyler.

 

İnsan, inkâr etmesi gerekirken inkâr etmediği şeyin/kişinin/düşüncenin kulvarına girer ve onunla birlikte koşturmaya başlar.

 

Her düşüncenin hayatta ille de bir karşılığının olacağı garanti değildir. Bu nedenle “hayatta bir karşılığı olan düşünceler” insanları etkiler

 

Allah’ın zâtı düşünüldükçe Allah inancı zayıflar, oysa yaratılmış varlık düşünüldükçe inanç artar.

 

İnsanlık târihi boyunca Allah’ın zâtı için yapılan düşünce ve araştırmalar alanında bir arpa-boyu bile yol alınamamıştır, alınamaz.

 

Düşmeyen düşünemez.

 

Kur’ân: “…Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz” (Neml 62) der. Bu zımnen, “düşünceniz yok ki ona göre amel-eyleminiz olsun” demektir.

 

Yüce bir hedef-amaç üzere olmayanlar, ya hazzın kuşatması, yada ölümü düşünmenin buhrânı içinde yaşarlar ve ölüp giderler.

 

Kuru-kuru düşünüp de düşündüğünü gerçekleştirmeyi düşünmeyenlerin âhirette yaşayacağı pişmanlık Kur’ân’da şöyle târif edilir:

 

“O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda.. Der ki: Keşke hayâtım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim” (Fecr 23-24).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

Devamını Oku »