“Göklerin
ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız
derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir
göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).
Vâr olmanın
ve yaşamın temelinde “çatışma” vardır. İçtiğimiz su bile bir çatışmanın
sonucudur. Meselâ bağışıklık sistemimiz mikroplarla ve virüslerle çatışmasa ve
savaşmasa, çoktan ölüp gitmiştik.
Târih boyunca
kesintisiz bir çatışma vardır; hak-bâtıl çatışması. Bu çatışma kıyâmete kadar
da sürecektir. Âdem/Havvâ ve Şeytan arasında başlayan çatışma, Hâbil ve Kâbil
ile devâm etmiş, sonra da bu çatışma, insanlar, toplumlaştıkça ve kavimlere
bölündükçe farklı çatışma-şekilleriyle sürüp gitmiştir. İnsanlar bölünüp
Dünyâ’ya yayıldıkça başta coğrafya, iklim ve insan karakteri olmak üzere
çeşitli nedenlerle oluşan düşünsel, eylemsel, maddî ve mânevî farklılıklar
çatışmayı sürdürmüştür ve günümüzde de çatışma daha farklı bir şekilde sürmektedir.
Anlaşılan o ki çatışma kıyâmete kadar da sürecektir. Zîrâ “imtihan” bu çatışma
üzerinden gerçekleşmektedir.
Çatışma en
temelde hak-bâtıl çatışmasıdır. Hak; Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber ve
din-merkezliyken ve bunlara dayanırken, bâtıl ise; Dünyâ, doğa, eşyâ, madde,
insan ve akıl-merkezlidir ve bunlara dayalıdır. Baştan bêri olan ve
kıyâmete-âhirete kadar sürecek olan çatışmanın iki temel noktası budur. Hak
taraf, mutlak anlamda Allah’a, vahye ve genel isimlendirme ile İslâm’a dayanır
ve bu hiç-bir zaman değişmeyerek hep aynı kalır ve hep bâtılın, şirkin, küfrün,
adâletsizliğin, eşitsizliğin, ahlâksızlığın, cehâletin ve zulmün karşısında
konumlanır.
Hak tarafın
düşünce sistemi ve hareket metodu hiç değişmez. Bu nedenle ilk peygamber Hz.
Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler bâtılı def etmek
için aynı hakîkati dile getirmiş ve aynı İslâmî hareket metodunu
kullanmışlardır. Bâtıl tarafta olanlar ise her zaman bâtılın farklı türlerini
ortaya koyar ve hakka karşı hep, bâtıl adına ortaya koydukları çeşitli
görünüşleri merkeze alarak mücâdele ederler. Hiç değişmeyen, aynı hakîkati ve
hareket metodunu kullanan İslâm’a karşı bâtıl hep Dünyâ’yı, doğayı, eşyâyı,
maddeyi, insanı ve aklı merkeze alan, meselâ; mülk çokluğu, mitoloji,
mistisizm, animizm, atavizm (atalara tapmak), ateizm, putperestlik, düalizm,
tabiatçılık, nihilizm, gnostisizm ve agnostisizm, ruhçuluk, İslâm’ın yozlaşmış
ve hurâfelere boğulmuş şekilleri olan mezhep, meşrep, tasavvuf, târikat, hizip,
grup, cemaat, parti vs., yakın zamanlarda da (klâsik felsefeden sonra) modern felsefe,
rönesans, aydınlanma, sanâyileşme, akılcılık vs. yâni küfrün ve şirkin
dallanıp-budaklanmış çeşitli fraksiyonları ile mücâdele etmiştir ve etmektedir.
Bu saydıklarımız, mutlak anlamda Allah’a, âhirete, gayba, vahye, peygamberliğe,
dîne ve kısaca İslâm’a karşı Dünyâ’yı, doğayı, eşyâyı, maddeyi, insanı ve aklı
merkeze almıştır-almaktadır.
İşte
günümüzde de hak-bâtıl çatışmasında hakka karşı merkeze alınan ve başat rôl
verilen şey; lâik, seküler, demokratik, kapitâlist, liberâl, komünist,
sosyâlist, feminist, rasyonâlist, modernist, post-modernist ve post-truth ile
uyumlu ve dirsek temâsında olan modern-bilim ve teknolojidir. Günümüzde
hak-bâtıl çatışması, İslâm ile modern-bilim/teknoloji üzerinden sürmektedir. Bu
nedenle “İslâm ile bilim çatışır mı?” sorusu çok absürd ve câhilce bir soru
olur. “Din ile modern-bilim arasında çatışma var mı?” sorusunun cevâbı; “çatışma
zâten günümüzde tek hak din olan İslâm ile modern-bilim (ilim değil)
arasındadır” şeklindedir.
Modern-bilim
ile din arasındaki çatışma yaklaşık 300 yıldır yaşanmaktadır. Bundan önce bilim
felsefeye bağlı idi. Bilim felsefeye bağlı iken ise din-felsefe çatışması
vardı. Dolayısı ile bilim-din çatışması, din-felsefe çatışması üzerinden devâm
etmektedir. Dînin bilim yada felsefe ile çatışmaması ancak, Allah ile bağını ve
bağlılığını koparmamış olan bilim ve felsefe iledir. Açıkçası bilim ve felsefe
Allah’a bağlı ve dînin kontrôlünde olunca çatışma biter ve zâten hem bilim hem
de felsefe ancak o zaman en doğruya ve “herkes için fayda”ya ulaşabilir.
Aksi-hâlde “azınlığın çoğunluğu kontrôl ve denetim altına tutarak sömürmesi”nin
âletleri olmaktan kurtulamayacaklardır. Evet; din ile çatışan bilim ve de
felsefe, Allah’tan kopuk olan, Allah’ı hiç hesâba katmayan ve akla ve insana
dayanan şeytânî-beşerî akımlardır.
Bu
çatışmanın bir nedeni de, “bilim felsefeden doğmuşken, felsefenin ise din’den
doğmuş olması” fakat sonra da felsefenin din’den, bilimin ise felsefeden kopmuş
olmasıdır. Felsefe, dînin Allahsızlaştırılıp akla ve insana, dolayısı ile
maddeye, eşyâya ve doğaya dayandırılmasıdır. Böylece “dînî” olmaktan çıkmıştır.
Öyle ki, felsefe “Tanrı ölmüştür” (Nietzsche) derken,
bilim ise “felsefe ölmüştür” (Hawking) demiştir.
Felsefe ve bilim, kendilerini bağımsız ve orijinâl gösterebilmek için
bir-önceki ile çatışmaya girmesi kaçınılmaz olmuştur. Hattâ zamanla bir-sonraki
bir-öncekinden nefret etmeye bile başlamıştır.
Modern-bilim ve tabî ki teknoloji, Allahsız tarafın dîni, îmânı,
şeriatı, peygamberi, vahyi ve ilahı durumundadır. Zîrâ modern insan, uğruna
Dünyâ’yı bile yakmaktan çekinmeyeceği çıkarını günümüzde modern-bilim ve
teknoloji üzerinden sağlamakta ve korumaktadır. Modern-bilim ve teknolojinin
çıkış-yeri olarak batı, işte bu nedenle İslâm’a karşıdır. Çünkü İslâm, Allahsız zihniyetin son 250
yıldır temsilcisi olan batı’ya karşı olduğu için, kışkırtılmış ve rayından
çıkarılmış olan modern-bilim ve teknolojiye de karşıdır, yada câhiller bilmese
ve kabûl etmese de karşı olmalıdır. Zâten çatışmasız yapamayan batı, kendi
iç-çatışmasını büyük ölçüde tamamladığı için İslâm’ı “öteki” ve İslâm
coğrafyasını da çatışma alanı olarak seçmiştir ki zâten sürekli olarak hak ile
savaşır durur. Kendisine karşı sâdece İslâm tarafından bir direniş olduğundan
dolayı da İslâm’ı “çatışmacı” olarak göstermektedir. İslâm elbette
çatışmacıdır; bâtıla, cehâlete, haksızlığa, ahlâksızlığa, küfre, şirke ve zulme
karşı sürekli çatışır ve mücâdele eder. Tabi bunu târihselci, evrenselci, tâvizci
modernist ezikler bilmezler yada bilseler de bâtılın tarafında oldukları hattâ
bâtılın günümüzdeki dayanağı olan modern-bilim ve teknolojiye meftûn, râm ve
hayrân oldukları için bunu kabûl etmek istemezler de saçmalayıp dururlar.
Peki İslâm
bilim ve tekniğe karşı mıdır?. İslâm elbette bilim ve tekniğe karşı değildir,
fakat modern-bilim ve teknolojiye karşıdır. Çünkü Allahsızlaşmış, bâtıla
meyletmiş ve kışkırtılarak rayından çıkmış olan her-şeye karşıdır. Bilim ve
teknik doğal, normâl ve fıtrîdir, parçalayıcı değildir, ihtiyâca göre hareket
eder ve kışkırtmaz. Modern-bilim ve teknoloji ise doğal, normâl ve fıtrî
değildir, parçalayıcıdır, ihtiyâca daha doğrusu ihtirâsa göre hareket eder.
Bilim ve de
teknik Hz. Âdem ile başlamıştır. Fakat modern-bilim M.Ö. 600’lü yıllarda
başlamış (Thales) ve kısa süre sonra kesintiye uğramış, 1.500’lerden sonra ise
yeniden hortlatılmıştır. Modern-bilimin ayrılmaz ekürisi olan teknoloji ise,
1.750’lerden sonra ortaya çıkmış ve yaygınlaştırılmıştır. Modern -bilim ve
teknoloji, bilim ve tekniğin doğal, normâl ve fıtrî olandan uzaklaştırılması
yâni Allahsızlaştırılmasıdır. Hak yâni İslâm bu nedenle elbette modern-bilim ve
teknolojiye karşıdır ve onunla çatışır.
Modern
Avrupa, uygarlığını Yunan ve Roma (greko-romen) üzerine kurduğu için, M.Ö.
600’lü yıllardan îtibâren Yunanlıların yaptığı gibi bilim ve tekniği yeniden
Allahsızlaştırarak, “modern-bilim ve teknoloji”ye çevirmişlerdir. “Bilim ve
teknik” ile “modern-bilim ve teknoloji” yada “doğal bilim ve teknik” ile
“Allahsız bilim ve teknoloji”, zamânın ve mekânın değişmesiyle birlikte
insanlar tarafından değiştirilmiştir ve bu değiştirme hâlen sürmektedir. Aslında
târih boyunca doğal ve normâl bilim ve teknik, bir “bayrak yarışı” şeklinde bir
milletten başka bir milletin eline geçmiş ve doğal seyrini sürdürerek zamânın
ihtiyaçlarına çâreler üretip kolaylıklar sunmuştur. Bu “doğal bilim”dir ve
ihtiyâca göre yada ihtiyaç kadar üretir. “İhtiyaç îcâdın anasıdır” denmiştir.
Fakat modern-bilim ve teknoloji ise, ihtiyâca göre ürün üretimi değil, üretilen
aşırı ürüne göre ihtiyaç üretir. Aslında ihtiyâca göre değil, ihtirâsa göre
üretim yapar. Aradaki farkın ve Dünyâ’daki zulmün nedeni işte budur:
Kışkırtılmış üretim ve kışkırtılmış tüketim. Buna târihte hiç olmadığı kadar
neden olan şey, şeytanın ve nefsin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olan
modern-bilim ve teknolojiden başkası değildir.
Modern-bilim
ve de teknoloji ihtiyaçlara çâre üretmekle değil, yeni sûnî ihtiyaçlar
üretmekle ilgileniyor ve bunu kabûl etmeyenlere ise baskı ve zulüm yapıyor.
Yâni modern-bilim ve teknoloji, zorla ilerletilmeye çalışılan bir zorbalık
hâline gelmiştir. Modern-bilim “ilerliyoruz” derken çok ileri gitmiştir ve
haddini çok fazla aşmıştır. Bilim olanca hızıyla ille de ilerlemek zorunda
değildir. Onun mâkûl ve doğal bir seyri ve sınırı vardır-olmalıdır. İlerleme
hızını “gerçek ihtiyaçlar” belirler, sûnî ihtiyaçlar (daha doğrusu ihtiraslar)
değil. Aşırı hız, yoldan sapmayı yanında getirir. Bu nedenle yoldan sapmaktansa
normâl bir seyirde gitmek daha doğrudur. Modern-bilimin kışkırtıcı zihniyette
olması, dinden ve Allah’tan vazgeçmesinin ve uzaklaşmasının bir sonucudur.
Allah’tan ve dinden vazgeçince onu tutacak ve yavaşlatacak bir şey kalmamıştır.
Modern-bilime ve teknolojiye bâzen düşmanlık derecesindeki karşıtlığımız bu
yüzdendir. Yoksa modern-bilim ve teknoloji iyi şeyler de yapmaktadır. Lâkin,
“modern-bilim ve teknolojide sizin için bâzı yararlar vardır, fakat zararları
ve günahları daha büyüktür” diye bir söz edebiliriz.
Modern-bilim ve de teknoloji “sâdece
bilim ve teknoloji” değildir ve modern-bilim ve teknoloji üzerinden bir
zihniyet ve inanç yâni bir “din” de üretilir. 19. yüzyılın bir-çok önemli
düşünürü, rasyonel düşüncenin ve bilimin zaman içerisinde dinlerin yerini
alacağını iddiâ etmişlerdir. Bu kişiler dinlerin gitgide daha az referans verilen
ve zaman içerisinde tamâmen yok olmaya mahkûm kurumlar olacağını
düşünmüşlerdir. Örneğin Engels bilimin açıklama gücünün artmasıyla berâber dîne
daha az ihtiyaç duyulacağını iddiâ etmiştir. Büchner, benzer şekilde, bilimin her
alanda hâkimiyetini îlân edeceğini ve dinlerin halk nazarında da geçerliliğini
yitireceğini düşünmüştür.
Bâzı çok-bilmiş müslümanlar İslâm Dîni
ile modern-bilimi kardeş gibi göstermeye çalışsalar ve İslâm’ın temel
ilkelerine birebir zıt ve saçma-sapan bir şekilde; “İslâm ile bilim çatışmaz,
çünkü ikisinin alanları farklıdır” deseler de, İslâm ile modern-bilim arasında
zıtlaşmanın olmaması mümkün değildir. Zîrâ çatışma, ikisinin temel
dayanaklarının birbirlerine düşman olacak seviyede farklı özellikte olmasıdır.
İslâm ve bâtılın günümüzdeki görünümü ve temsilcileri olan modern-bilim ve onun
ekürisi teknoloji, dayanak olarak birbirlerinin tam karşısındadırlar ve
birbirlerini yok etmeye çalışmaktadırlar. Hak-bâtıl dâvâsı günümüzde
(görebilenler için çok açık şekilde) İslâm ve modern-bilim/teknoloji üzerinden
yapılmaktadır. Çatışma ikisi arasındadır. Zâten modern-bilim bu düşmanlığı ve
çatışmayı açık bir şekilde yapmakta ve İslâm’ı yâni hak-dîni işe
karıştırmayarak ve dışlayarak dîne düşmanca davranmaktadır. Modern-bilim apaçık
bir şekilde Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberliği yâni dîni, dolayısı
ile hakkın tek temsilcisi olan İslâm’ı hesâba katmamakta, işe karıştırmamakta,
yok saymakta, devri geçmiş bir ilkellik olarak kabûl etmekte, gerici, yobaz ve
hattâ terörizm olarak görmekte ve göstermektedir.
Bu nedenle modern-bilim/teknoloji ile
dînin zıtlaşmaması ve çatışmaması mümkün değildir. Zîrâ ikisinin de dayanağı
farklıdır. Din Allah’a dayanırken, modern-bilim ise maddeye, insan ve akla
dayanmaktadır. Oysa hepsini Allah yaratmıştır. Modern-bilim işe Allah’ı dâhil
etmediği gibi onu hesap-dışı tutar. Hattâ işe Allah’ı karıştıranları da gerici yobazlar
olarak görür. Şimdi durum böyleyken din ile modern-bilimin zıtlaşıp da
çatışmaması mümkün müdür?.
Din’de akıl
“araç” iken modern-bilim ve teknolojide akıl “ilah”tır. Din akıl-dışı değildir
ama akıl-üstüdür. Bu nedenle akıl dînin kontrôlünde ve yönlendirmesinde
olmalıdır ki zâten ancak bu şekilde olursa insanlara zarar değil fayda
verir.
Eğer birinden
“akıl ile din aynı şeydir, birbirleriyle çatışmazlar ve birbirlerini tamamlarlar”
gibi laflar duyarsanız bilin ki onlar modern-bilimi din edinmiş ve merkeze
almış olan câhiller ve modern-bilimin verilerini dîne onaylatmak için kıçlarını
yırtan eziklerdir.
Gazâli dışında; Kindi, Farâbi, İbn
Rüşd gibi filozoflar da din ile bilimi uzlaştırmaya çalışmışlar ama başaramamışlardır
da sonuçta dîni yozlaştırmak zorunda kalmışlardır. Dîni felsefenin ve tasavvufun
saçmalıkları ve zırvalıkları arasında boğmuşlardır.
Bu ezikler,
modern-bilimin etkisiyle ve efsunuyla kendilerinden geçtikleri için
ağızlarından çıkanı kulakları duymaz da şöyle derler: “Peygamberimiz zamânında bilim
gelişmemiş olduğu için onların anlayamadığı şeyler şimdi modern-bilim sâyesinde
anlaşılır hâle gelmiştir”. Hâlbuki bu söz; “Peygamberimiz’in ve sahabenin dîni
anlayamadığı ve kendilerine inen âyetleri anlama noktasında câhil kaldıklarını
söylemek” demektir. Oysa Kur’ân apaçık olandır ve anlamak ve idrâk etmek için
kolaylaştırılmıştır. Fakat buna rağmen Peygamberimiz ve sahabe Kur’ân’ı yine de
anlayamamış da modern-bilime tapan bu ezikler anlayıp ortaya koymuşlar. Bu gibi
salakça laflar edenler hep, modern-bilim ve teknolojiyi din edinip onlara
taptıkları için böyle konuşmaktadırlar. Bunların dîni çok iyi bildiklerini ve
tam bir teslîmiyetle dîne teslim olduklarını falan sanmayın, hayır!; bunlar
dîne değil, modern-bilime ve teknolojiye îman etmişlerdir ve dîni ise sâdece
tuz-biber olarak kullanmaktadırlar.
Şu kesindir
ki, İslâm’ın kendinden başka hiç-bir açıklayıcıya ihtiyâcı yoktur. Hele
modern-bilim gibi Allahsızlıklara hiç ihtiyaç duymaz. Din ve Kur’ân ancak kendi
bütünlüğünde anlaşılabilir ve Sünnet örnekliğine göre amele-eyleme dökülebilir.
Aslâ açıklanmak için başka bir şeye ihtiyaç duymaz. Modern-bilimin Kur’ân’ı
açıklamaya kalkması haddi değildir ve zâten onun buna çapı ve gücü de yetmez. İslâm
ancak ilim-amel yada Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüdür ve tüm zamanlarda idrâk
etmek ve uygulamak için bu ikisi yeterlidir.
Kur’ân’ın
modern-bilime değil, modern-bilimin tekrar doğal, normâl ve fıtrî sınırlarına
dönebilmesi ve “bilim ve teknik” olabilmesi için Kur’ân’a ihtiyâcı vardır.
Her-şey ancak Kur’ân penceresinden bakıldığında kendini net ve doğru olarak
gösterir. Kur’ân’a modern-bilimin penceresinden bakmak ancak sapkınlıklara ve
sapıklıklara yol açar-açmaktadır. “Kur’ân’a modern-bilimin ışığında” değil,
modern-bilime ve her-şeye Kur’ân’ın yâni vahyin ışığında baktığınızda ancak
hakîkati görüp idrâk edebilirsiniz. İslâm “büyük mevzu ve büyük haber”dir. Onun
küçük mevzulara ve fikirlere ihtiyâcı yoktur. Modern-bilimin, Kur’ân’ı
aydınlatabilecek kadar güçlü bir ışığı yoktur, hiç-bir zaman da olmayacaktır.
Alimcan
Barudi, medeniyetin getirilerini düstur olarak alıp dîne o gözle bakmanın
yanlışlığına işâret eder ve tam-aksine dîni iyice öğrenip o gözle medeniyete
bakmak gerektiğini savunur. Renan’ın İslâm’a yaptığı suçlamanın etkisinde kalanların,
dîni bilime göre anlama çabaları, dîni modern-bilime boğdurmaktadır.
Modernist müslümanların; modern-bilim geliştikçe Kur’ân’ın
daha iyi anlaşılacağı ve bu yüzden de insanların İslâm’a daha çok ve daha kolay
dâhil olacağı, dindar olanların ise daha çok dîne sarılacağı beklentilerinin
boş beklentiler olduğu görülmüş hattâ tam-aksi bir sonuç ortaya çıkmıştır.
Modern-bilime meftûn, hayrân ve râm olanlar yâni modern-bilimi
putlaştırıp ona tapanlar, “akla mutâbık olmayan nasların sahih olmayacağını”
söyleyebilmişler ve böylece on numara kâfir olmuşlardır. Oysa tam tersi
geçerlidir ve vahiy ile mutâbık olmayan bilgi ve veriler sahih değildir. Modern-bilimin her-şeyi yok etmeye
programlı olması onları böyle düşünmeye zorlamış olmalıdır.
Modern-bilim
dîne niçin bu kadar düşmandır?. Çünkü modern-bilimin foyasını ortaya koyan ve
ona meydan okuyan tek şey İslâm Dîni’dir. Modern-bilimin tezgâhını ve
sahtekârlıklarını din ortaya koymaktadır. Modern-bilimin “tek gerçek” diyerek
millete yutturduğu yalanlara sâdece din karşı çıkmakta ve hakîkati de sâdece
din kesin şekilde ortaya koymaktadır.
Din alanında
yada bilim alanında olanlar arasında din ile bilimin çatışmadığını söyleyenler vardır
ama mesele bu değildir. Din için mesele, -ki biz “din” derken Allah katındaki tek
gerçek ve tek geçerli din olan İslâm’dan bahsediyoruz- “merkeze neyin alındığı”dır.
“Din ile bilim çatışmaz” diyenler, merkeze Allah sözü olan dîni değil de insan
sözü olan modern-bilimi alıyorlar ve hayattaki bir soruyu yada sorunu açıklarken
dîne değil de -modern-bilime atıf yapıyorlar ki İslâm açısından bu büyük bir sorundur.
İslâm’ı masa-başına ve dört duvar arasına hapsedenler hayatta karşılaşılan bir
soru yada sorunu din ile değil modern-bilim ile çözmeye çalışıyorlar. Fakat
tabî ki de çözemiyorlar, çözemezler.
Merkeze dîni
değil de modern-bilimi alan modernist ilâhiyatçılar bile vardır. Bunlardan
bâzıları şöyle diyor: “Bilimle daha çok uğraşmak veyâ artan bilimsel bilgi
insanı sekülerleştirir fikrinin mutlak bir kâide olmadığını söyleyebiliriz”.
Böyle deseler de artan bilimsel bilgi elbette insanları sekülerleştiriyor ve
sekülerleştirmiştir. Hattâ Dünyâ genelinde ve müslüman ülkelerde insanların sekülerleşmesine
neden olan en önemli ve etkili şey modern-bilim ve teknoloji olmuştur-olmaktadır.
Meselâ birilerinin Hz. Îsâ için; “babasız
insan mı olur” sözlerine karşı ezilip-büzülen ve komplekse kapılanlar, Hz.
Îsâ’nın babasız doğuşunu îmâna bağlayacaklarına modern-bilime ve bağlayarak
“dişi hermofraditlerin kendi-kendilerine hâmile kalabileceklerini” söylüyorlar.
Fakat işin önemli olan yanı şudur ki insanlık târihinde bunun böyle bir örneği
yoktur. Bu modernist eziklerden biri bu konuda şöyle der: “Peki dişi
hermafroditler evlenmeksizin kendi-kendilerine (otofertilizasyonla) gebe
kalabilirler mi?. Tıbbî literatürde rapor edilen böyle bir vakâ (insanda) henüz
olmamıştır. Ama hermafrodit memelilerde (tavşanlarda) rapor edilen
otofertilizasyon gebelikleri olmuştur. 1990 yılında Hollanda’da müstakil bir
odada izole edilerek tâkip edilen hermafrodit bir tavşan kendi-kendine
(otofertilizasyonla) gebe kalmış ve sağlıklı 7 tavşan doğurmuştur. Bu tavşanı
izole ederek tâkip etmeye devâm eden araştırmacılar, otopside tavşanın aynı-şekilde
(otofertilizasyonla) tekrar gebe kaldığını rapor etmişlerdir. Bu durum
otofertilizasyonun hermafrodit insanlarda da mümkün olabileceğini gösterir.
Çünkü insanlar da tavşanlar gibi memeliler grubundandır. Zâten hermafroditlerle
ilgili tıbbî literatür verileri insandaki dişi hermafroditlerin bu potansiyele
sâhip olduklarını yâni ‘potansiyel otofertil’ olduklarını göstermektedir. Bir
spermin kendisiyle aynı batın içinde bulunan bir oositi bulması ve onu
döllemesi ise potansiyel olarak dâima mümkündür.
Hz. Meryem’in gebeliği de muhtemelen böyle gerçekleşmiş olmalıdır”. Peki örnek
var mı?. Bunun olduğuna dâir insanlık târihinden tek bir örnek verebiliyor
musun?. Tabî ki de hayır!. Çünkü teoride “olur” gibi gözüken şeylerin hemen
hiç-biri pratikte gerçekleşmez. Zâten modern-bilim “olabilir” üzerine kuruludur
ve pratikte hiç gerçekleşmiş bir örnek olmasa bile yine de teoriyi savunmaya devâm
eder. Bu yüzden de hiç-bir zaman netliğe ulaşamaz. Hz. Âdem’i saymazsak babasız
olarak doğan tek insan sâdece Hz. Îsâ’dır ki onun doğumu hermofraditle falan
değil, mûcize ile olmuştur. Îman edenler için bu yeterlidir ve başka bir şeye
de ihtiyaç yoktur. Fakat bir türlü iknâ olamayanlar argüman arayıp dururlar ve
boş laflarla ve işlerle uğraşıp durmak zorunda kalırlar.
İşte bizim, “Kur’ân’ı modern-bilimin
nesnesi yapmak ve ona işkence ederek, kafasına-kafasına vurarak konuşturmak”
dediğimiz şey budur.
Peki Hz. İbrâhim’in karısı Sâra ve Hz.
Zekeriyyâ’nın karısı Elizabeth için de bir şeyler uyduracak mısınız?. Çünkü
onlar da yaşları ilerlemiş kısır kadınlardı ve hâmile kalmaları mümkün değildi.
Fakat normâl yollardan hâmile kaldılar, doğum yaptılar ve çocukları oldu. Hem
de o çocuklar peygamber oldu. Gerçi onlar için de uydurursunuz bir şeyler, ne
de olsa modern-bilim denilen yüce bir ilahınız var, ondan yardım istersiniz, o
da size lâzım olan verileri yâni vahiyleri indirir.
Hiç-bir zaman
olmamış ve olmayacak bir şeyi delil olarak getirmek ancak modern-bilimi din
yapmış ve modernizm karşısında ezik-büzük olmuş kişilerin işidir. Modern-bilime
o kadar inanıp güvenmişler ve îman etmişlerdir ki pratikte aslâ gerçekleşmeyecek
olan şeyleri bile, “beş para etmez teorilerle” kanıtladıklarını sanırlar ve
“gerçek budur” derler. Onları dinleyenler de mal bulmuş mağribi gibi bu boş
lafların peşine takılırlar da zihinsel orgazmlar yaşarlar. Fakat bu orgazm
meşrû ve helâl yoldan olan bir orgazm-şekli değildir.
Modern-bilim
ve de teknoloji, “doğruluğu sorgulanamaz” olarak görülüyor. Oysa görece
doğrusundan ziyâde yanlışları ve ortaya çıkardığı kötülükler vardır. Günümüzde
insanı ve Dünyâ’yı ifsâd eden ve fitne verip huzurları kaçıran şey modern-bilim
ve teknolojiden başkası değildir:
“İnsanların
kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı.
Umulur ki, dönerler diye (Allah) yaptıklarının bir kısmını kendilerine
tattırmaktadır” (Rûm
41).
Bilmek daha
doğrusu bilmeye çalışmak yada bildiğini sanmak sınırı ve haddini aştığında îmânı
azaltır yada zedeler. Çünkü her-şeyi bilirseniz ve bilmeye kalkarsanız yada
her-şeyi felsefeyle yada modern-bilim ile bildiğinizi veyâ bilinebileceğini
sanırsanız, geriye îman edecek bir şey kalmaz. Bu “îmansızlaşma”yı ortaya
çıkarır ki aklı ve bilgiyi ilahlaştırmış olan modernizmin îmansızlığı ve modern
insanın îmânının bitme noktasına gelmesinin nedeni budur.
İslâm önünde
de sonunda da tek hak ve hâkikat olandır. Bâtıl ise tüm zamanlarda farklı
görünüşlerle görünmekte, günümüzde ise “hakkın karşısındaki bâtıl” olarak
modern-bilim ve teknoloji olarak gözükmekte ve bâtıl böylece din ile olan
çatışmasını sürdürmektedir. Çatışma günümüzde din ile modern-bilim arasında
olmaktadır ve “bilim ile din çatışır mı?” sorusunun cevâbı “hak-bâtıl çatışması
günümüzde din yâni İslâm ile modern-bilim arasındadır” şeklinde verilir. Şu da
var ki, hak geldiğinde bâtıl def olup gider:
“De ki:
Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2023