“Şimdi de
Allah size kitabı, içinde her-şey inceden-inceye açıklanmış olarak göndermişken
Allah’tan başkasını mı hakem isteyeceğim?. Kendilerine kitap verdiklerimiz de
bilirler ki, o tamâmıyla gerçek olarak Rabbin tarafından indirilmiştir. Sakın
şüphelenenlerden olma!” (En-âm 114).
Modern:
“İçinde yaşanılan çağa ve günlere uygun olan; asrî, çağdaş, çağcı, yeni;
batı’ya, Avrupa’ya ve Amerika’ya uygun, batı’lı; köksüz, geleneksiz”
anlamındadır. Modernist de; “bu tarzda yaşamayı seven ve seçen kişi”
anlamındadır. Anti-modernist ise; “bu mevcut kültürden, uygarlıktan ve bu
uygarlığın ortaya koyduklarından nefret eden ve onun yerine klâsik hayâtı
özleyen kişi”dir.
Yaklaşık 10
bin yıllık “klâsik insanlık târihi”nden sonra Dünyâ bambaşka bir yola girdi:
Modernite yolu. Bu yol öncekilerden çok farklı bir yol. Çünkü öncekiler gibi
ilâhî olanı, dîni, kitabı, peygamberi, mânâyı, değerleri, vicdânı ve merhâmeti
önemsemiyor ve onun yerine; sürekli bir değişimi, her-an tâzelenen ve
kesilmeyen bir hazzı, zevki ve kazancı isteyen, dînî ve dünyevî değerleri değil,
kendi dinleştirdiği değerlerini önemseyen insanların olduğu ve Dünyâ’nın da
buna göre şekillendiği bir yoldur bu. Tabî ki bu, bâtıl ve sapık bir yoldur. “Allah’sız”
ve “anlamsız” olunca mecbûren bâtıl ve sapık olur çünkü.
İnsanlık son
200-250 yıldır bu yolun yâni modernitenin ağır kuşatması ve de görece tatlı-sert
baskısı altındadır. Kimileri fizîkî, kimileri mânevî, kimileri zihnî ve
kimileri de psikolojik olarak, (fark-etsin yada etmesin) modernitenin zulmü ve
saptırıcılığı altındadır. Öyle ki çoğu insan artık bunu görememekte ve görmek
de istememektedir. Modernitenin, şeytanın en büyük oyunu olduğu aslında apaçık
olmasına rağmen, nefis-merkezli olduğu ve hazza oynadığı için modern insan moderniteden
vazgeç(e)miyor ve onun zulmünü ve sapıklığını, parmağına çalınan bir damla balı
yalayarak görmezden geliyor.
Tabi modernitenin
zulmünden ve sapıklığından kurtulmak ve insanları bu zulüm ve sapıklıktan
kurtarmak isteyenler de vardır. Peki bunu nasıl yapacaklar ve bu nasıl
yapılır?. Çünkü modernite her alanda ağır bir kuşatma hâlinde tüm Dünyayı
sarmıştır. Kaçacak-gidecek ve mevcudun antisini yapacak bir alan bırakmıyor ki
insanlara. İnsan bir karar alıp dağlara çekip gitse bile modernite, “kötü örnek”
teşkil etmesin diye insanları orada da bulup aşağıya indiriyor ve
modernite-merkezli yaşamaya zorluyor kişileri. O-hâlde moderniteden kurtulmak
nasıl olacaktır?. Moderniteden kurtulmak “moderniteyi aşmakla” olur. Peki
modernite nasıl aşılacaktır?.
Modernite;
Allah, gayb, din, peygamber, kitap, dînî-dünyêvî değerler, mâneviyat, vicdan ve
merhâmetin yokluğu durumudur. Modernizm, klâsik insana karşı modern insanın yeğ
tutulmasıdır. Güzel ve iyi olan her-şeyi tersine çevirdiğinizde modernite
ortaya çıkar. Bu bağlamda şeytan insana pabucunu ters giydirmiştir ama insanlar
onu “düz” olarak görmekte ve doğru zannetmektedir.
Peki moderniteyi
aşmak ve ondan kurtulmak için, modernitenin taktiğini uygulamak yâni moderniteye
aykırı işler yapmakla moderniteyi aşabilir miyiz?. Bu bir noktaya kadar
yardımcı olur ama asıl önemli olan, “hakkın gelip bâtılın ortadan kalkması”dır.
Bâtıl bir sistem olan modernite ancak hakkın yâni Kur’ân ve de Sünnet’in
ikâmesi ile aşılabilir ve böylece modernite zamanla etkisini kaybederek defolur
gider. O-hâlde moderniteye eleştiri, îtirâz ve hattâ isyân edilmeli fakat
ortaya konacak şey, özgün bir şekilde tam da Kur’ân ve Sünnet örnekliğine göre
olmalıdır. Aksi-hâlde yeni bir bâtıllık ile karşılaşırız. Kur’ân ve Sünnet
örnekliğine göre yaşayan ve Allah’a kendini ispât etmiş hakkıyla kulluk yapan insanlar
olunca, Allah’ın yardımı mutlakâ yetişecek ve Allah mü’minlerini şeytanın
yolundan uzaklaştırıp kendi yoluna sokarak bâtıl bir yol olan moderniteyi yok
edecektir. Zîrâ hak ortaya konacak ve hak geldiğinde bâtıl yok olacaktır. Modernite
Kur’ân ve Sünnet ile aşılmış ve yıkılmış olacaktır.
Evet; yapılması
gereken kesin şey budur. Başka da bir yolu yoktur. Peygamber örneklikleri bunu
gösterir ve târihte hakkın, hakîkatin, adâletin, eşitliğin ve şirkin, küfrün
yok edilip tevhidin ikâme edilmesinin başka bir örneği ortaya çıkmamıştır. Târih
boyunca bâtılın karşısına İslâm’dan başka bir şey çıkmamıştır. Şeytanın sistemine
ve yoluna karşı sâdece Allah’ın sözüyle ve peygamberlerin gayretleriyle gerçek
bir karşı çıkış gösterilmiştir. Öyleyse yine aynısı olacak ve “en büyük bâtıl
olan modernite”nin karşısına da yine İslâm ile çıkılacaktır ve çetin bir
“savaş” yaşanacaktır. Zâten imtihan, hak ve bâtılın savaşında hangi tarafta ne
şekilde olunacağı ile ilgilidir.
Kanımca
moderniteyi aşmak için ilk önce moderniteye karşı sağlam ve esaslı bir şekilde
eleştiri, îtirâz ve sonunda da isyân etmek gerekecektir ki zâten moderniteyi yâni
“bâtılı vahiy ile aşma süreci” bu şekilde başlar ve devâm eder.
An îtibârıyla
moderniteyi aşmak ve yerine tevhidi hâkim kılmak hedefi için bilinçli ve
kararlı insanların sayısı yok denecek kadar azdır. Bu yüzden de bu konuda
sesler çok kısık çıkmakta ve gündemi etkileyecek şekilde yükselememektedir.
Fakat bu, târih boyunca o “kutsal hedef” yolunda yürüyenler için her zaman
böyle olmuştur ki bu işin raconu da bedeli de budur. Bâtılın sesi her zaman gür
çıkmış ama hakkın sesi ilk başta kısık olmuştur. Buna biraz da, müslümanların
korkaklığı, tembelliği, kararsızlığı, ciddiyet ve samîmiyetsizliği ve
bilinçsizliği neden olmaktadır. El-Maarrî şöyle der: “İğrenç yalanları söylemek
için sesimi yükseltiyorum; ama gerçeği söylediğim zaman sesim ancak fısıltı
şeklinde çıkıyor”. Modern müslümanlar da bu şekildedir. Bâtılın sesini
haykırıyorlar fakat söz-konusu İslâm olunca sesler kısıldıkça kısılıyor. Lâkin
sesimiz ilk başta kısık çıksa ve yaptıklarımız etkisiz olsa bile önemli olan
kararlı ve azimli olmaktır. Peygamber ve sahabelere baktığımızda da kim bilir hangi
duygulara kapılmışlar ve bırakın gittikleri hedefe ulaşmayı, bu yolda
ilerleyemeyeceklerini bile düşünmüş olmalıdırlar. Artık sabırların sonuna gelindiğinde: “Allah’ın yardımı ne zaman”
sözünü boşuna söylememişlerdir.
Bâtıl bir yol,
Hakkın sözleri ve eylemleriyle etkisi sarsılmadan yeni bir etki ortaya çıkmaz. Popüler
olan bir şeyin etkisini azaltmak için onu eleştiriye tâbi tutmak şarttır. Bu
eleştiri vahiy-merkezli olunca çok sağlam bir yere yaslanılmış olur. O-hâlde modernitenin
esaslı bir eleştirisi yapılmalı ve ortaya koyduğu bâtıla ve de zulme esaslı bir
şekilde îtirâz edilmelidir. Onun olumsuzlukları ve bâtıl tarzda ve zulüm
yoluyla nasıl ortaya çıktığı yoğun bir şekilde ve eleştirel bir dille yazılmalı,
konuşulmalı ve anlatılmalıdır. Tebliğ bunu da kapsamalıdır. Biz moderniteyi
aşmayı ve yıkmayı istediğimiz için, ilk önce onun etkisini azaltmak
gerekeceğinden bunu ilk başta İslâm-merkezli yoğun eleştiriyle yapacağız. Bu
uğurda Kur’ân ve Sünnet-merkezli eleştiriler ve îtirâzlarda bulunulmalı ve
vahyin doğruluğu-güzelliği ve “güzel örneklikler” ile gündem oluşturulmaya
çalışılmalıdır. Başlangıç böyle olur. Her zaman da böyle olmuştur ki Peygamber
örnekliğinde de bunu görüyoruz. Mekke müşriklerinin küfür ve şirk düzenine
karşı nasıl da karşı çıkmışlar ve Allah’tan başka ilah olmadığı kesin gerçeğini
şehrin tam merkezi olan Kâbe karşısında nasıl da haykırmışlardı.. İşte örneklik
yâni Sünnet budur. Hem de bu örneklik, “usvetun hasenatun” denilen “güzel
örneklik”tir.
Bu bağlamda
moderniteyi “hakîkat” zannederek yol edinmiş olan ve mücâdele edilmesi gereken
“müslümanlar” da vardır ki, bunlar vahyi tam da moderniteye uydurmaktadırlar ve
işleri-güçleri budur. Bunun için Sünnet’i ve müslümanların 1.400 yıllık târihini
tümden inkâr etmektedirler. O-hâlde eleştiri ve îtirâz sürecince onlar da
“modernite yanlısı olarak” karşımıza çıkacak yada çıkartılacaktır. Bu kişiler, Kur’ân’ın
âyetlerini konjonktürel talepler doğrultusunda te’vile-yoruma-tefsire tâbi tutarak
modernite lehine ifsâd etmektedirler. Böylece İslâm’ı, “entelektüel zevkin konusu”
ve “zihinlerin neşesi” yaparak işlevsiz bırakmaktadırlar. Zâten Kur’ân’ın
apaçık hükümlerini de modern talepler doğrultusunda te’vil etmektedirler. Belki
bâzıları bununla görevlendirilmiştir. Tabi bunlardan başka dîni uydurmaların ve
zırvalıkların konusu yapan vahye göre değil de uydurmalara göre anlatanlar da
vardır.
Müslümanların
bir kısmı vahyi “anlamadan” Arapça’sından okumayı âdet edinmişken ve diğerleri
buna fenâ hâlde kızarken, diğerleri de Türkçe ve “anlayarak” okumaktalar. Bir
taraf Arapça’yla ve “anlamayarak okumayla” büyülenmişken diğerleri de Türkçe’yle
ve “anlayarak” okumayla büyülenmiş hâldedir. Oysa “Kur’ân’ı okumak ve gereklerini
yerine getirmek” önemlidir. Yapılması gerekeni yapmadıktan ve vahyin emirlerini
yerine getirmedikten sonra ha anlamadan Arapça olarak okunmuş, ha anlayarak Türkçe
okunmuş fark etmez. Netîcede her ikisi de moderniteye kapılmışlar ve
sürüklenmektedirler. Vahyi idrâk etmek çok önemlidir tabî ki, ama esas önemli
olan, okuyup idrâk ettikten sonra harekete geçmektir. Eğer anladıktan sonra
harekete geçilmiyorsa anlayarak okumakla anlamayarak okumak arasında fark
olmaz. Zîrâ her iki durumda da zamanla moderniteye eklenmek ve sapıklığa düşmek
kaçınılmaz olacaktır ki bunun örneğini günümüzde çok net olarak görüyoruz. Gereklerini
yerine getirmedikten sonra vahiy ha Arapça okunmuş ha Türkçe, fark etmez. Gereğini
yerine getirdikten sonra da ha Arapça okunmuş ha Türkçe, yine fark etmez. Fakat
vahyi idrâk ederek sonra da gereğini yerine getirmek en iyisi ve doğrusudur.
Çünkü Kur’ân sâdece “okunmak” için gönderilmemiş ve “okunup gereğinin yerine
getirilmesi için” gönderilmiştir. Gereği yerine getirilmediğinde Kur’ân’dan
anlaşılanlar da farklılaşmaya başlıyor ve herkes farklı bir yorum yapıyor. Çünkü
Kur’ân’ın dediğini yapmayınca mevcut dünyâya yâni moderniteye göre yorumlanıp
ona uydurulmaya çalışılıyor.
Müslümanlar
hayâtı “Kur’ân-merkezli” okumuyorlar ve tam-tersine, Kur’ân’ı
“modernite-merkezli” okuyorlar. Böyle olunca da Kur’ân modernitenin ve zamânın
öznesi olacağına nesnesi oluyor. Kur’ân özne yerine “nesne” olunca, müslümanlar
da Kur’ân yerine modernitenin gölgesinde yaşamak zorunda kalarak modernitenin
ve zamânın nesnesi oluyorlar. Rezillikleri bu yüzdendir. Tabi bâzen moderniteye
bi-ince uymaya mecbur kalınabiliyor. Bâzen moderniteye uymaya mecbur kalmak,
“bâzen domuz yemeye mecbur kalmak” gibidir.
Şu da var ki,
eleştiriyi, îtirâzı ve de hakîkati ortaya koymayı çok net ve güzel ifâdelerle
yapmak şarttır.
Bizim
hedefimiz, ilk başta iç-âlemimizi vahiy ile aydınlatmak ve sonunda yine vahiy
ile dış-âlemi de aydınlatmak olmalıdır. Böylece Allah’ın sözünü ve dînini
hayâta-Dünyâ’ya hâkim kılmış oluruz. Çünkü İslâm “hakkıyla” ancak böyle olursa
yaşanır. Aksi-hâlde eksik ve yanlış müslümanlıklarla karşılaşmaya ve yaşamaya
devâm ederiz.
İslâm sâdece
zihinlerin ve kâlplerin dîni değil, hayâtın her alanı için gönderilmiş bir din
olduğundan, hayâtın tüm alanında belirgin olmalı ve hattâ hâkim olmalıdır. İşte
bunun için bu hedefe ulaşmada mutlakâ aşmamız gereken şey modernitedir. Modernitenin
hâkimiyeti içinde İslâm’ı hakkıyla yaşamak mümkün değildir. Moderniteyi aşma ve
sonra da onu yıkarak yerine İslâm-merkezli olarak şirkin, küfrün ve de zulmün
olmadığı, onun yerine merhâmetin, vicdânın, iyiliğin, paylaşmanın, adâletin ve
tevhidin hâkim olduğu bir dünyâ kurmak hedefimizdir. Bu yolda hedefe ulaşamasak
da bu yolda olmak-ölmek önemlidir. Zafer Allah’tandır. Lâyık bulursa bize zafer
nasip eder ve Dünyâ İslâm ile yeniden şereflenir. Bu nedenle biz en azından bu
hedef için gayretle çalışmalıyız. Bunun için de modernitenin bu ağır
kuşatmasını yararak ve aşarak yapmaya başlamak şart gibi görünüyor. Zîrâ an-îtibârıyla
Dünyâ’yı kuşatmış olan tasavvur, düşünce ve amel-eylem, modernite-merkezlidir.
Bu, gün geçtikçe ağırlığını daha fazla hissettirmektedir. Bu nedenle bilgi,
bilinç, direniş, dirâyet, liyâkat ve vazgeçişler ile modernitenin etkisi
azaltılmalı ve bu ilk başta eleştiri, îtirâz ve isyân ile olmalıdır. Bu dâvâ
tabî ki vahiy-merkezli olacak ve haddini aşmayacaktır. Zîrâ biz zâten bâtılı yok
edip hakkı-hakîkati-adâleti-tevhidi ortaya koymayı ve hâkim kılmayı hedeflemekteyiz.
Eğer aynen
Peygamber ve sahabe örnekliğinde olduğu gibi, gerekli dirâyeti, liyâkati,
gayreti, azîmeti, fedâkârlığı, vazgeçmeyi, ilmi ve dik duruşu gösterirsek, yâni
Allah’ın rızâsını kazanırsak Allah’ın tüm zamanlarda “adanmış mü’minler”e
yaptığı hesapsız yardım bize de yetişecek ve “Allah’ın yardım ettikleri mutlakâ
zafere ulaşacağı için” hedefe ulaşacağız ve moderniteyi alaşağı edip yıkarak
Tevhidi hâkim kılacağız.
Allah lâyık
bulduğunda “ol” diyecek ve İslâm yeniden hayâta hâkim olacaktır. Aksi-halde modernitenin
ağır kuşatmasında rezilce yada utanç içinde bir hayat yaşayacak ve bu hayat içinde
ölüp gideceğiz.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder