29 Nisan 2019 Pazartesi

Dünyâ’yı Merkeze Almak




“Bu Dünyâ hayâtı, yalnızca bir oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten âhiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi” (Ankebût 64).

          İslâm medeniyetinde yaşamanın huzûrundan ilmel-yakîn de olsa haberi olmayanlar; modern yaşamın hazlarıyla büyülenmiş durumdadırlar ve modern dünyâyı “cennet” zannetmektedirler. Öyle ki, müslümanlar da dâhil, insanlar; “Dünyâ’da ne kadar rahat edersem, âhirette de o kadar rahat ederim” zannıyla yaşıyorlar. Zîrâ Dünyâ’daki görece mutlu-huzurlu durumunu bir “ödül” ve “cennetin ayak sesleri” olarak görmektedirler. Bu durum modern müslümanların İslâm’ı yanlış anlamalarına ve anlatmalarına neden oluyor. Böyle olunca da İslâm’a en büyük zarârı “Dünyâ’nın yuttuğu müslümanlar(!)” vermiş oluyor.  

Modern insan ve artık müslümanlar da, “Dünyâ’da rahat etme”ye kilitlendi. İyi de Dünyâ bir “imtihan dünyâsı” değil miydi?. İmtihanın olduğu yerde rahatlık olur mu?. İnsanların-müslümanların büyük çoğunluğu artık şunu deme noktasına geldi: “Artık Dünyâ bildiğimiz mevcut durumda. Bu dünyâyı sorgusuz-suâlsiz ve seve-isteye kabûl edelim ve modern dünyâyı ‘kazanımımız’ olarak görelim. İslâm’ı da mevcut modern Dünyâ’ya göre yorumlayalım ve yaşayalım. Modern dünyâya karşı çıkmanın bir anlamı yok”. Modern müslüman zannediyor ki, Allah da, bu mevcut Dünyâ’yı hayâl ediyordu ve her yönüyle aynen böyle bir Dünyâ inşâ etmelerini istiyordu insanlardan. Şimdi böyle bir Dünyâ oluştuğuna göre, Allah bu durumdan çok memnun ve râzıdır(!). 

Oysa mü’minler, Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Fakat gelin görün ki, müslümanlar imtihan dünyâsında değil de, sanki cennetteymiş gibi davranıyorlar. Mü’minliğin özelliklerinden biri de, “Dünyâ’nın ona yetmememsi ve onu kesmemesi”dir. Çünkü mü’min ancak cennet ile tatmin bulur. Biz Dünyâ’ya “cennetteymiş gibi yaşamaya” değil, “cennette yaşamayı kazanmak için” geldik. O hâlde ey mü’min; sen hem Allah’a ve Peygambere râm olmayı; hem de bu Dünyâ’da “gönlünce” yaşayabilmeyi mi arzuluyorsun?.

Bir müslümanın Dünyâ hayâtını âhirete tercih etmesi günah, ayıp ve suçtur. Bu suçun bir cezâsı vardır ve bu suçun cezâsı bizzat o şeyin kendisidir. Yâni âhirete rağmen Dünyâ’yı tercih etmek bir cezâdır. Peki müslümanlar neden değiştiler ve âhiret-merkezli yaşamak yerine Dünyâ’ya bağlandılar?. Buna neden olan şey nedir?. Evet; bu bir îman zaafiyeti”dir. Îman zaafiyetinin en önemli göstergesi, “Dünyâ’yı ıskalama korkusu”dur. İnsan, “Dünyâ’yı ıskalamamak uğruna Dünyâ’yı yakabilecek” bir varlıktır. Modern insan, Dünyâ’daki “uzun yaşamı”, cennetteki “ebedî yaşama tercih eder hâle geldi. Bu Dünyâ/âlem ile yetinen insan, zavallı bir insandır.

Dünyâ’ya bağlılığın derecesi, “âhirete îmân”ın zayıflığıyla alâkalıdır. Dünyâ’ya olan bağlılık ne kadar artarsa, âhirete olan îman da o oranda azalır. Fakat şu da var ki, “Dünyâ’ya tamah etmeme” düşüncesi aşırıya kaçınca ters teper. O hâlde Dünyâ’da, âhiret inancı ve bilinciyle, Dünyâ’dan da ölçülü bir şekilde nasiplenerek yaşamak, en doğru yaşama biçimidir.

Bu dünyâ, müslüman için “imtihan dünyâsı”dır, “zevk ve sefâ sürme yeri” değil. Zevk ve sefâ cennete olacak inşaallah. Müslümanlığı seçmek, Dünyâ’dan ziyâde cenneti seçmek demektir. Zâten bu dünyâda “cennet-vâri bir yaşam isteği”nin karşılığı yoktur. Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve bu imtihandan kurtuluş yoktur. Fakat müslümanlara ne oluyor ki, dünyevileşerek imtihanı zorlaştırıyorlar ve hayâtı çekilmez bir hâle getiriyorlar?.

Allah’ın bizden istediği ve emrettiği şey, “gayba îman” ve Dünyâ’da, îmâna taâlluk eden aklın, vahiy-merkezli kullanılarak Dünyâ’yı bu minvâlde inşâ etmemizdir.

Dünyâ’daki sorunların ana nedeni, “ilâhi sistem” yerine, “beşerî sistemler”e uymaktır. Din ve devlet işlerinin ayrılması (lâiklik), “dînin göz-ardı edilmesi ve Dünyâ’ya öncelik verilmesi” projesidir. İslâm ise “âhiret-merkezli bir Dünyâ düzeni” ister. Bunun için de İslâm’ı Dünyâ’ya hâkim kılmak şarttır. İslâm’ı hayâta hâkim kılma amacı ve hedefi olmadığında, Dünyâ bir oyun ve oyalanma alanı olur. Modern müslümanların İslâmî bir hareketi düşünmemeleri ve buna yönelik eylemde bulunmamaları, Dünyâ ile iyice tatmin olmalarından, yada Dünyâ ile tatmin olmak istemelerindendir. Oysa Dünyâ bir kötülük diyârı hâline gelmiştir. Kur’ân, böyle bir Dünyâ’yı “dârüs-selam”=”barış yurdu”na çevirmek için vardır. Bu nedenle tüm mü’minlerin şöyle bir hayâli olmalıdır: “Keşke tüm Dünyâ’yı bir “barış yurdu”na (Dâr-üs Selam) çevirebilsem”. Tabî ki Dünyâ’ya meftûn ve râm olmuş olanların bunu anlaması ve bu uğurda mücâdele etmesi mümkün değildir. Modern “günah dünyâsı”na karşı içlerinde bir bulantı duymayanlar, Kur’ân’ı ve İslâm’ı henüz idrâk edememişler demektir.

Mevcut lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-emperyâl sisteme göre işleyen Dünyâ’dan gönüllerince bir pay almak isteyenler, bu beşerî sistemlere koşulsuz-şartsız uymak zorundadır. Bu sistemlere göre yaşamak zorundadır. Kim bu sisteme daha iyi uyarsa, o kişi sistemden daha fazla yararlanır. Fakat bu, Dünyâ-merkezli yaşayanlar ve Dünyâ’yı merkez alanlar için geçerlidir. Âhireti merkeze alanlar ve Kur’ân-merkezli yaşayanlar için tek başına (yâni âhiretsiz) bu Dünyâ, ancak bir oyun ve oyalanma alanıdır. Müslüman için Dünyâ, ancak âhireti de hesâba katınca anlamlı olur. Mü’minler için Dünyâ, “imtihan Dünyâsı” olduğu için anlamlıdır.   

2. Dünyâ Savaşı’ndan sonraki Dünyâ, “zokayı yutmuş” bir dünyâdır. Bu târih, Dünyâ’nın apaçık bir şekilde merkeze alındığı târihtir. Üstelik nefis-merkezli bu anlayış ve yaşama tarzı tüm Dünyâ’ya bu târihten sonra yayılmaya başlamıştır. Bundan ancak, bilinçli mü’minler istisnâdır. Fakat ne yazık ki bu bilince sâhip mü’minlerden oluşmuş örnek bir toplum ve “örnek bir devlet” yoktur. Zâten tâğutların sistemlerini sürdürebilmelerinin ana-nedeni de, örnek bir müslüman toplumun ve örnek bir İslâm Devleti’nin ve ümmetinin bulunmayışıdır.

İlâhi olandan kopmuş ve beşerî olan yönelmiş olan Dünyâ, bir “mazlumlar yurdu” hâline gelmiştir. Mazlûmiyetin nedeni, Dünyâ’nın hak ve hakîkate göre yönetilmemesi yâni Dünyâ’yı merkeze almak yerine âhireti merkeze alarak düzenlenmemesi ve yönetilmemesidir. Çünkü beşerî düzenlerde bütün Dünyâ eksiksiz bir-araya gelip Allah’ın kânunlarına aykırı bir kânun ortaya koysa, o kânun yine de küfürdür, şirktir. Dolayısı ile de zulüm üretir. Çünkü bu âlemde şirkin ve küfrün olumlu anlamda bir karşılığı yoktur. Zîrâ şirk, Allah’ın aslâ affetmeyeceği bir günah ve zulümdür. Küfür ve şirkin zulüm doğurmama ihtimâli yoktur. İlâhi kânunlar yerine beşerî kânunları din yapanlar müşrik, kâfir, fâsık, zâlim ve câhiliyedir. (Mâide Sûresi). Câhiller idrâk edemese ve fâsık, zâlim, kâfir, müşrik, münâfık ve şerefsizler kabûl etmese de, Dünyâ ancak vahyin hükümleriyle düzene kavuşabilir. Bunun için de ilk önce, müslümanların “mü’minleşmeleri” gerekir ki bu, Dünyâ’yı merkeze almaktan vazgeçip, âhiret bilinci ve inancıyla yaşamakla başlatılabilir. Oysa müslümanlar tam aksine, Dünyâ’yı dibine kadar merkez almış durumdadırlar:

“İşte bunlar, âhireti verip Dünyâ hayâtını satın alanlardır; bundan dolayı azabları hafifletilmez ve kendilerine yardım edilmez” (Bakara 86).

“Onlar, Dünyâ hayâtını âhirete tercih ederler. Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler (veyâ onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler” (İbrâhim 3).

Mü’minler ise tam-aksine, Dünyâ’dan âhiret için vazgeçenlerdir. Bu nedenle Allah onlara şu müjdeyi verir:

“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlakâ cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaâddir. Allah’tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir?. Şu hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur” (Tevbe 111).

Ölümün kesin olduğu aldatıcı bir Dünyâ’da, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı istemek mü’minlere yakışmaz. Onlar bu Dünyâ’dan, Allah’ın istediği ve emrettiği gibi yaşayıp, Allah rızâsını ve cenneti hak etmiş olarak göçmek isterler:

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyâmet günü elbette ecirleriniz eksiksizce ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünyâ hayâtı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir” (Âl-i İmran 185).

Dünyâ’yı merkez alanlar, Dünyâ hayâtına meftûn ve râm oldukları, onun nîmetleriyle kendinden geçmişçesine keyif içinde yaşadıkları için, Dünyâ’yı ebedî bir yurt zannetmekte ve imtihanı ve ölümü unutmaktadırlar: 

“Bilin ki, Dünyâ hayâtı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

Dünyâ’dan ferâgat etmeden cennet hak edilemez. Peygamberlerin içinde göbeğini kaşıya-kaşıya yaşayan bir peygamber örneği yoktur. Dünyâ’dan kısmadan, İslâm’ı-müslümanlığı yükseltemezsiniz. Dünyevî sınırsız hazlar, dinden verilen tâvizlere bağlıdır. Dünyâ’yı merkeze alarak dinden ne kadar tâviz verirseniz, Dünyâ’dan da o kadar haz alırsınız. Fakat Dünyâ’da haz içinde yaşayanların cennetten nasibi yoktur:

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

Âhiret-merkezli yaşamayanlar, “Dünyâ ile cezâ”landırılırlar. Âhiretteki “büyük gelecek” ve “ağır hesap” için hiç kaygı duymayanlar, Dünyâ’daki “küçük gelecekler” için bunalımdan bunalıma girmek zorunda kalırlar. Dünyâ’nın geçici bir imtihan alanı, âhiret ve cennetin ise ebedî bir saadet yurdu olduğuna inanan mü’minlerin ise “kaybedeceği” dünyevî bir şey yoktur.

“Dünyâ hayâtı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için âhiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (En-âm 32).

Modernite, “Dünyâ-merkezli” kozmolojiyi değiştirerek, “Güneş-merkezli” olarak kabûl etmiştir. Dünyâ’nın dışında yâni uzayda Dünyâ’yı “merkez” olmaktan çıkarmış fakat yeryüzünde Dünyâ’yı tam da merkeze almıştır. Hattâ Dünyâ’nın merkezde olmadığı bir düşünceye ve anlayışa îtibâr etmemektedir. Bu nedenle de aslında “Dünyâ’yı merkeze almak”tan vazgeçmemiş olmaktadır. Oysa merkeze alınması gereken şey, Allah’tır. Allah, âhiret, Kitap ve Peygamber-merkezlilik ancak; insanı en doğruya, hakka ve hakîkate ulaştırabilir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2018


Devamını Oku »

26 Nisan 2019 Cuma

Milenyum Müslümanlığı




“Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim...” (Mâide 3).

Peygamberimiz’den sonra Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısına kadar müslümanlar durumu iyi götürdüler. Fakat şeytanın fısıldamaları her-an devâm ediyordu ve en ufak bir açık bile yetiyordu vesvesenin damara karışması için. İşte şeytan bu dönemden sonra bâzı açıklıklar buldu ve zehrini boşalttı müslümanların şah damarına ve sonra da kâlbine. Bundan sonra ara-ara bâzı ferâsetli ve dirâyetli kişilerin gayretleriyle sakinleşmeler yaşandıysa da, en büyük fitne kaynağı olan maddiyat-çıkar (para) işin içine girmişti ve ümmetin -halk tabanında olmasa da-, yönetim tabanında çatlamalar ve kırılmalar baş-gösterdi. Bu durum yanında, Kitab’ı ve Peygamber’i geri plâna atmayı getirmişti ki asıl felâket budur zâten. Tüm felâketlerin başı da ortası da, sonu da; Kitap (Kur’ân) ve Peygamber’in (sünnet) geri plâna atılması ve nefs ve çıkar-merkezli bir yola girilmesidir. Nefs ilk başta buradan vurur insanı. “2S”, “2Ş” ve 1C şeklinde tâbir edilen; servet-siyâset, şöhret-şehvet ve cehâlet fitneyi ve ifsâdı başlatan belirleyici unsur oldu. Ferâsetli ve dirâyeti bâzı kişileri saymazsak İslâm âlimleri de buna engel ol(a)madı. Böylece artık kitap/sünnet-merkezli değil, kitap ve sünneti de tümden yok saymayan ama servet-siyâset, şehvet-şöhret ve cehâlet-merkezli (2S, 2Ş ve 1C) bir yönetim ve hayat başladı.

Kitaptan ve sünnetten kopma, çok uzak olmayan vâdede büyük kopuşu ve yıkılışı da yanında getirir. Fakat İslâm’ın temelleri çok sağlam atılmıştı ve “halk tabanı” da samîmiyetini hâlâ sürdürüyordu. Bu-arada “gönüllerin fethinden” bağımsız “toprakların fethi” tüm hızıyla devâm ediyordu. “Gönüllerin fethinden” önce “toprakların fethine” kilitlenilmişti. İşte bunun sağladığı maddî güç ile, dış etkiler çok da zorlanılmadan bertarâf edilebiliyordu. Yunan felsefesiyle gelen kültürel dalga ve haçlı-moğol saldırıyla gelen askerî-siyâsi dalga bu sağlam temel ve kitap ve sünnete hâlâ îtîbar edildiğinden dolayı bertarâf edilebildi. Fakat özellikle ikinci dalga olan Moğol istilâsı çok sarstı ve büyük yıkımlar getirdi. Aslında kanımca, haçlı seferleri ile yıpratılıp Moğol işgâlleriyle gelen yıkım, devleti olmasa da medeniyeti durdurmuş, hattâ büyük oranda yıkmıştır. Osmanlı belki biraz bunu tersine çevirebilmiştir fakat o da, askerî-siyâsi-yönetim-mîmâri-edebiyat yönünden çok zengin ve başarılı olsa da, ilim yönünden zayıf olduğu için ilmi ve medeniyeti yeniden diriltememiştir. Zîrâ medeniyet sâdece savaşla-devlet ile kurulmaz. Bir ilim, kültür, vicdan merhâmet de üretilmesi ve yayılması gerekir. Moğolların yıkımları içinde bilindiği gibi kütüphâneler de vardır. Bir kütüphânenin yıkımı bir devletin yıkımı gibi kötü sonuçlar doğurur. İşte moğol işgâlleri ve saldırıları ilmi ve dolayısı ile medeniyeti sekteye uğrattığı için, devletler de sekteye uğradı ve sâdece dış yönü kurtarmanın yoluna düşüldü.

Tüm bunlar İslâm medeniyetini zayıflattı ve yıkımın eşiğine getirdi. Artık müslümanların “son dalgaya” dayanacak gücü pek kalmadı. Batı’nın Rönesans ile başlayan, Aydınlama, Sanâyileşme ve Fransız Devrimi süreçleri ile birlikte maddî anlamda ilerlemesi ve güçlenmesi, zamânın cihangir devleti olan Osmanlı’yı da güçsüzleştirdi. Osmanlı da bu yıkılışa karşı koyamadı. Çünkü dediğimiz gibi, ilim yönünden zayıf olması, onun kendi iç-dinamikleriyle ilim-merkezli yeniden yapılanmasını önlüyordu. Böylece mecbûren dışa bağımlı bir devlet oldu ve bilindiği gibi dışa bağımlı olanlar, bağımlı olduklarına göre hareket etmek zorunda kalırlar. Osmanlı Tanzimat’tan sonra 19 yy.’ın sonu îtibâriyle modernizmin kıskacına girmişti. Osmanlı en güçlü çağında eğer Endülüs’ün bakiyesi ile birleşebilseydi, zannımca şu-andaki Dünyâ çok farklı olabilirdi.

Haçlı Seferleri’yle yıpranıp, Moğol İşgâli’yle çatırdayan İslâm toplumu ve medeniyeti, Rönesans, Aydınlanma ve Sanâyileşme’yle birlikte etkinliği yitirdi. Bunda en büyük etken, içtihad kapısının kapanması, tasavvufun palazlanması ve Osmanlı’nın ilim alanındaki cılızlığıdır. Üstelik Osmanlı’nın “imparatorluk” hâline geldiği zamanlarda İslâm medeniyetinin gözbebeği olan Endülüs de yıkılmış ve o “ilim medeniyeti” mirâsını Osmanlı’ya aktaramamıştı. Osmanlı ilimden ziyâde kültürle yol almıştır. Başarılı devlet adamları, asker ve şâir yetiştirmiş fakat İslâm-merkezli ilim alanında zayıf kalmıştır. İslâm’dan gelen ve Selçuklular’la yükselen kültür, Osmanlılar’la zirve yapmıştır. Fakat bu durum aynı-zamanda bu kültürün harcandığı bir zaman da olmuştur. Zîrâ yeterli ilmî çalışma olmadığı için kültürün yükselmesi durmuştur. İslam-merkezli ilmî çalışmaların yokluğu, kültürü doğuramamış, üretememiş ve ilerletememiştir. “Kâlem kılıçtan üstündür” sözü yabana atılmış ve kalemler sivrilmeyince, kılıçlar da körelmiştir. 

Müslümanlar bu kötü gidişâtı fark etmiştir ve tedbir alma yoluna da girmiştir tabî ki. Fakat batı hızını almış, bu hızla “zirve”yi aşmış ve yokuş-aşağı inmeye başlamıştır. Üstelik yokuş aşağı inerken bir “yol” da oluşturmuştur ve arkadan gelenler artık bu hazır yolu -biraz da mecbûren- tâkip etmeye başlamıştır.

İstanbul’un Fethi ile birlikte batı’lılar doğal olarak bir telâşa kapıldılar ve harekete geçmek zorunda kaldılar. Çöken uygarlıkları ve güçleri onlara bunun nedenini aratmıştı ve sonuçta kötü durumun nedeni olarak cehâleti görmüşlerdi. O hâlde, cehâleti yenmek için bilgi yoluna düşülmeliydi. Tabi bu ilk başta bâzı filozoflar ve ileri gelenlerden oluşan kişilerle sınırlı kalmıştı. Bu ilk kıpırdanıştı ve ilk başta sâdece ilmî noktada kalmak zorundaydı. Zîrâ cihangir devlet olan Osmanlılar güçlerinin zirvesine ulaşmışlardı ve tüm Dünyâ’yı kontrôl ediyorlardı. Onlara silahla, siyâsetle yada medeniyetle karşı koymak mümkün değildi.

Fakat bir kere “hedef” belirlenmişti. Hedef, kişiyi-toplumu değiştirecek dinamiktir. Rönesans ve Aydınlanma denilen akımlarla bu yola giren batı’lılar uzun yıllar bu yolda oldular yada bu yolda kalmak zorunda kaldılar. Çünkü Osmanlı’ya karşı koyacak askerî ve siyâsal güçleri yoktu. Nihâyet Osmanlı, zirveyi gördükten sonra 1.500’lü yılların sonuna doğru gevşemeye başladı ve İnebahtı Bozgunu ile afalladı. Gerçi ondan sonra da yeni fetihler yaptılar ama bir durgunluk göze çarpıyordu. Bu durum 1.600’lü yıllarda belirgin hâle gelince bâzı kişiler uyarılarda da bulundu. Fakat Osmanlı hâlen Dünyâ’nın süper gücüydü. Büyük devletleri yıkan şey, ulaşmış oldukları güçtür. O gücün altında ezilirler de yıkılış sürecine girerler. Bu üstün durum 2. Viyana Kuşatması başarısızlığı ve 1699’da Karlofça Anlaşması’na kadar sürdü. Bu-arada batı’lılar ezber bozacak bilimsel buluşlar ve îcatlar yapmış, bilgi, teknolojiye ve dolayısıyla güce dönmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti Lâle Devri’nde bile en güçlü bir ekonomiye sâhipti ama artık kâlpler değişmişti. Bir yorgunluk, isteksizlik ve dirâyetsizlik baş-göstermişti.

Nihâyet 1800’lü yıllarla birlikte batı’nın gücü açığa çıktı ve Osmanlı’nın duraklayışı belirginleşti. Tanzimat ve Islahat fermanları batı’nın ağır baskısının görünümleriydi. Bu zamanda Osmanlı’nın aldığı önlemler kendi iç-dinamikleriyle değil de “batı’yı taklit etmek” şeklinde olunca, hâlen Dünyâ’da söz-sâhibi bir-kaç devletten biri olmasına rağmen, bu işin sonunun çöküşe doğru gittiği hissedilmeye ve görülmeye başlandı.

Balkan ve Rus savaşlarıyla iyice hırpalanan ve büyük borçlara giren Osmanlı’nın çöküşünü 2. Abdulhamit bâzı siyâsi tedbirlerle bir nebze uzattı. Bu-arada müslüman ve hristiyan devletlerin çoğu Osmanlı’dan koptu. 2. Abdulhamit’in hâl edilmesi ve İttihad Terakki hükûmetinin Osmanlı’yı 1. Dünyâ savaşına sokması, Çanakkale ve bir-iki yerde başarı sağlanmasına rağmen Osmanlı’nın dağılmasına ve Türkiye’de sâdece bir kısım bölgelere kadar gerilemesine neden oldu. Hânedânın ve hilâfetin ilgâ edilmesiyle birlikte Cumhuriyet ulus-devleti kuruldu ve Türklerin diğer müslüman ülkelerle ilişkisi kesilmiş oldu. Üstelik artık İslâm’ın yerine, bir tezat olarak, yendiğimiz(!) batı’nın kânunlarını, kurallarını ve yaşam-tarzını kabûl ettik. Her-şey zorlama ve dayatmalarla batı’ya yâni gayri İslâmî modele uyduruldu. Bu uydurma son hızıyla devâm ediyor.

Bu-arada Dünyâ’da büyük değişimler oluyordu ve hem Türkler hem de diğer müslümanlar bu değişime uymak zorunda kalıyorlardı. Zâten bir-ikisi hâriç müslüman ülkeler işgâl edilmiş ve sömürgeleştirilmişti. Artık Dünyâ’nın gidişâtını müslümanlar belirlemiyorlardı. 2. Dünya Savaşı, büyük plânların ve projelerin yapıldığı “Dünyâ’nın paylaşılma savaşı”ydı. Bu savaştan iki yeni süper güç ortaya çıktı: ABD ve SSCB. Bu, “iki farklı ideoloji ve sistem” demekti. Kapitâlizm ve Komünizm. Dünyâ bu iki sistem tarafından paylaşıldı. Türkler kapitâlizm ve ABD tarafında yer aldılar. Demokrasinin “uygulanma aşaması” da böylelikle başladı. 1950’li yıllar, Dünyâ’nın klâsik olandan koparak farklı bir yola girdiği ve değiştiği zamanlardı. 1970’de ise ekonomik kıstaslar değişince ABD ve kapitâlizm bir miktar daha öne çıkmaya başladı. Türkiye ise bu sırada darbelerle yönetiliyordu. Lâkin Türkiye’de ve de tüm Dünyâ’da insanlar henüz kökten değişecek ve başkalaşacak kadar Dünyâ o noktaya gelmemişti.

1980 ve Özal ile birlikte liberâl-kapitâlist değişimler ve yenilikler görülmeye başlandı. Özal ile birlikte eşyâ değişmeye başlayınca, kâlpler de değişmeye başladı. Müslümanlar henüz pes etmemişlerdi ama insanlar liberâl-kapitâlist değişimlerin büyüsü altındaydı ve hâllerinden de memnundu. Bir kısım müslümanlar ise 1950’li yıllarda artan Siyâsal İslâmcılık akımı ve 1979 İran Devrimi ile bir canlanma yaşadılar ve devleti, ülkeyi ve hattâ Dünyâ’yı İslâm-merkezli değiştirme yolunda hedefler belirlediler. Bu hedefleri yada en azından hayâlleri 1997 yılına kadar sürdü.

Nihayet 28 şubat 1997 yılına gelindiğinde, bir post-modern darbeyle samîmi müslümanların geride kalan umutları da kırıldı. Çünkü ağır baskılara mâruz kaldılar ve kovuşturmaya uğradılar. Hapsedildiler, eziyete uğradılar. Bu durum artık müslümanların son enerjilerini de tüketmişti. Yeterli bir direnç de gösteremediler. 28 Şubat “başarılı” oldu. AKP ve Tayyip Erdoğan ile birlikte “müslümanların geneli” diyebileceğimiz kesimi, “İslâm gömleği”ni çıkardılar ve bir zamanlar “küfür” olarak gördükleri ve düşman oldukları lâik, seküler, demokratik, kapitâlist, liberâl ve modern sistemlere angaje oldular ve eklemlendiler. Birileri bunu bir “takıyye” zannededursun, çıkarılan o “gömlek”in çıkarılmakla kalmadığını, yere paspas yapıldığına şâhit olundu. Artık Türkiye’li müslümanların İslâm ile pek işleri yoktu, zîrâ İslâm’ı kâlplerin-gönüllerin-vicdanların en derin noktalarına hapsetmişlerdi.

SSCB’nin 90’lı yıllarla berâber yıkılışı ABD ve liberâl kapitâlizmin tek başına Dünyâ’ya hâkim oluşu, bir-kaçı hâriç tüm Dünyâ’ya kendi sistemini dayattı. Hele ki 2001 yılında İkiz Kuleler’in yıkılışından sonra artık Dünyâ’nın yeni ve post-modern sömürüsü de başladı.

Milenyum ile birlikte -cihadçılar hâriç- müslümanlar bu sömürüye karşı koy(a)mamaktadır. Çünkü artık gardlarını düşürdüler ve teslim oldular. Artık “bireysel müslümanlık” şeklinde bireysel hazlarıyla başbaşa kaldılar. “Milenyum müslümanı” oldular.

Milenyum müslümanlarının tek hedefi, hiyerarşik olarak; kendi ülkelerinin, kendi şehirlerinin, kendi sokaklarının, kendi evlerinin, kendi âilelerinin ve hattâ kendilerinin güvenli, mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamasını düşünmek ve arzulamak oldu. Kadın ile erkeğin rôlleri değişti. Çocuklarda saygı sevgi kalmadı. Eğitim sistemi onları yozlaştırdı ve başkalaştırdı. Artık hiç-bir şey kesin ve net değil. Her alanda bir kaos hâkim, Üstelik müslümanların gönüllerinde derman kalmadığı için dizlerinde de adım atacak derman kalmadı. Şeytanın senaryosunu yazdığı, tâğutların yönetmenliğini yaptığı figüranlıklarla tatmin olmuş durumdalar. Sömürülme eğer “haz” içeriyorsa sorun edilmez oldu. Zevk veren “profesyonel sömürüler” yaşanıyor artık.

Dünyâ’nın bir kısmı refah içindeyken bir kısmı perişân, açlıktan-susuzluktan, üzerine yağan bombalardan ölüyor. İnsanlar aç, susuz, çıplak, evsiz, güvenlikten yoksun, umutsuz bir şekilde hayatlarını sürdürüyorlar ki buna “yaşamak” denemez. Müslümanların tek çâresi birlik ve beraberlik olmasına rağmen buna adım atamadıkları gibi, bunu düşünemiyorlar yada düşünmek bile istemiyorlar. Çünkü müslümanlar da dâhil, insanların çok büyük kesimi “çökmüş” birer miskin olup çıkmış durumda. Modern cehâletin dumanı tütüyor evlerin bacalarından. Bencillik, cehâlet, şerefsizlik, kibir, hırs, para, insanların kâlplerine içirilmiş durumda. Modern insan ve milenyum müslümanları, “modern bir sarhoşluk” hâlindeler.

Milenyum müslümanı bezgin, dermansız, durgun, yenik, ezik, ümitsiz.. Hele bir de “Kur’ân Kur’ân” demelerine rağmen tâğutlara, adâletsizliğe, şirke, küfre ve zulme tek kelime bile edemeyen ve tam-aksine gayri İslâmî merkezde hareket etmeyi şiâr ediniş olanlara duâ edip duranlar ve destek olanlar yok mu.. Artık şeytan ne vahyederse, ne telkin ederse, ne vesvese verirse onu dinleştirmekle meşgûller.

Sâdece bir kısım bilinçli müslüman var ve bunlar da sayıca çok az ve bir güçleri de yok. “Cihatçı” denilen bir kesim müslümanlar direniyor ve savaşıyor ama onlarda da hem mezhep taassubu var hem de îtikad farklılıkları ve sorunlarından dolayı yeterli desteği bulamıyorlar. “Ne yapmalı, nasıl yapmalı, ne zaman ve nasıl” soruları ve cevapları kütüphâneleri dolduruyor ama harekete geçirmiyor. Ortalıkta İslâm-merkezli bir tasavvur, düşünce ve amel-eylem yok. Ahlâkı diriltecek topluluklar yok. Zâten harekete geçirecek bilgi, bilinç, şuur, hedef, gayret ve en önemlisi de îman yok. Ufukta bir ışık yok, hattâ bir kıvılcım bile gözükmüyor.

Müslümanlar, hâli pür melâllerine neden olan şeye meftûn olmuş durumdalar. Renkli ama pis kokulu Dünyâ, insanları ya maddî olarak yada mânevî olarak yıkmış bitirmiş ve bunaltmış durumda. Gerçek mutluluklar ve huzûr yaşan(a)mıyor. Geçici hazlarla idâre ediliyor.

Vel hâsıl kelam.. Mazlumların ve mâsumların feryatları gökleri deliyor ve kıyâmeti celbediyor fakat “milenyum müslümanı”nda “tık” yok.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2018


















Devamını Oku »

18 Nisan 2019 Perşembe

Sınırsızlık Üzerine




“Yoksa insana her dileyip arzu ettiği şey mi var (zannediyor)?” (Necm 24).

Anlamlı yaşamak “sınırlı yaşamak”tır, sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında getirir. Zîrâ bir “sınır” yoksa “anlam” da yoktur. Sınırsızlıktan ancak anlamsızlık çıkar. Anlamsızlık, âhireti, mânâyı ve gaybı inkâr etmekle ilgilidir. Anlam ise, “Sınırsız Olan”ın emrettiği gibi yaşamakla olur. Sınırsız Olan’a kulluk yapılmayınca fâni olana sınırsızlık yüklenir ve fâni olan ilahlaşmaya başlar.

İslâm demek “sınır” demektir. Sınırsızlık düşüncesi şirktir. Çünkü sınırsızlık sâdece Allah’a hastır. Müslüman, “Allah’ın sınırlarına göre hareket eden” kişiir. Bu, “haddini bilmek” sözüyle ifâdesini bulur. Haddini bilenler sınırsızca yaşama peşine düş(e)mezler.

Dünyâ’da sınırsızca yaşamanın bir karşılığı yoktur. Sürekli eğlence ve haz içinde, sürekli relâks hâlinde yaşamanın Dünyâ’da karşılığı yoktur. Zîrâ bu, cennete özel bir yaşama-şeklidir. Dünyâ’nın formatı ise sınırsızca yaşamaya elverişli değildir. Çünkü insan çok kırılgan bir varlıktır. Ölüm, hastalık, işsizlik, eleştirilmek, aç kalmak, işsiz kalmak korkuları -ki bunlar temel korkulardır- içinde yaşar ve bunlar sürekli olarak Dünyâ’nın fâni olduğu mesajını verir. İnsan sevdiklerini kaybedebilir, bir şeye morâli bozulabilir, işler yolunda gitmez vs. Bu nedenle de cennet-vâri bir Dünyâ-yaşamının olması imkânsızdır. Modern insan her ne kadar sınırsızca yaşam ve sürekli haz içinde bir hayat sürme arzusunda olsa da, mevcut Dünyâ’da bunun bir karşılığını bulamaz, üstelik bu düşüncesinin karşılığını bulamadığı için “şok” yaşar ve bunalıma girer. Artık onun en yakın dostu psikolojik ilaçlar olur.

Modernitenin ağır kuşatması altında yaşayan modern insan, çağımızda psikolojik hastalıkların, psikiyatrist ve psikologların, kişisel gelişimcilerin ve yaşam koçlarının vs. kontrôlü altına girmiştir. Bu, “Allah’ın kontrôlünde olmaktan kaçma”nın bir cezâsıdır. İnsan Dünyâ’da ancak Allah’ın kontrôlündeyken gerçek anlamda tatmin olup huzûra kavuşabilir. Fakat modernite tarafından kandırılmış insan, bundan kaçıp sûni tatmin araçlarına yönelmiş ama aradığını bulamadığı gibi ağır bir sömürüye de mâruz kalmıştır. Zîrâ Allah’tan, âhiretten, gayba îmandan kopuk bir hayat sürmek, kişiyi ancak bir bunalımdan başka bir bunalıma sürükler. Modern insanın sınırsızca yaşama isteği, sınırlı yaşamını zindana çevirmiştir. Oysa gerçek sınırsız yaşam için (cennet) yaşasaydı, hem Dünyâ’da özgüvenli bir şekilde yaşayacak hem de âhirette de sonsuz nîmet diyârı olan cennet ile sevinecekti:

“Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) çaba gösterip-yarışın, ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne îman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sâhibidir” (Hadîd 21).

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

“De ki, davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

Modern insan, “cennet için yarışın” (Hadîd 21) âyetini ,”yeryüzü cenneti” için yarışın şeklinde anlıyor. Modern yeryüzü cennetinden bir nebze de olsa yüz çevirmeyenler, âhiretteki ebedî cennete ulaşamazlar.

Mü’minler, Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar. Mü’minliğin özelliklerinden biri de, Dünyâ’nın onu “kesmemesi”dir. Mü’min ancak cennet ile tatmin bulup sevinir. Cennete kavuşmanın şartı ise, Dünyâ’da “sınırlı” bir şekilde yaşamaktır ki sınırlı yaşamak, şeytanın sınırsızca yaşama telkinlerinden vazgeçip, “Allah’ın izin verdiği ölçüde yaşamak” demektir. İslâm medeniyetinde yaşamanın huzûrundan ilmel-yakîn de olsa haberi olamayanlar; modern yaşamın hazlarıyla büyülenmiş durumdadırlar ve modern dünyâyı “cennet” zannetmektedirler.

Hiç kimse, cennetten daha iyi bir teklif sunamaz. Dünyâ’nın en âlâ nîmeti, âhiretin ebedî nîmetleri karşısında az kalır. Fakat insanlar cennete gitmeye korkuyorlar. Çünkü Allah yolunda olmaya-ölmeye ve kendilerini sınırlamaya istekli değiller. Fakat o ebedî nîmetlere kavuşmak için Allah yolunda olmak ve ölmek gerekiyor. Müslümanlığı seçmek, Dünyâ’dan ziyâde cenneti seçmek demektir. Müslümanın “ebedî tâtil yeri” cennettir. “Cenneti Dünyâ’da kurma ve yaşama” isteği “cinnet” ile sonuçlanmaya mahkûmdur. “Cenneti Dünyâ’da kurma ve yaşama isteği cinnet”tir. Dünyâ’da sınırsız haz içinde yaşayarak cenneti Dünyâ’da yaşamak isteyenler bu amaçlarına ulaşamayacakları gibi, âhirette ise sonsuz cehennem ile üzüleceklerdir.

İslâm’da tek sınırsız olan Allah olduğu için, insan sınırlıdır. Zâten sınırlı olmak zorundadır, aksi-hâlde nefsi onu sınırsızca saptırır.

Sınırsız olan sâdece Allah’tır. Kâinatta her-şeyin bir sınırı olduğu gibi kâinâtın bile bir sınırı vardır. Sınırsızlık, amacı ve hedefi yok eder. Fakat insan amaç ve hedef sâhibi bir varlıktır yada öyle olmalıdır ki diğer canlı-cansız varlıklardan onu ayıran etkenlerden biri de budur. İnsanın bir hedefinin olması sınırlı bir varlık olmasından ve sınırlı varlıkların olduğu sınırlı bir mekânda bulunmasından dolayıdır. Sâdece Allah sınırsızdır ki zâten O’nun da bir “hedef”i yoktur, O “hedefleri yaratan”dır.

Kur’ân’ın en çok kullandığı kelimelerden biri de “sınır”dır. Bu bağlamda İslâm aslında bir “sınır dîni”dir desek yeridir.

Sınır, yâni ulaşamamak, fikri ve sanatı ortaya çıkarır. Sınırsızlıkta fikir ve sanat oluşmuyor. Sınırsızca yaşama isteği kişinin insânî yönünü blôke eder ve zamanla da insâniyetten eser kalmaz. O kişi artık sâdece görünüşüyle insandır. Hâlbuki insan, insana has özelliklerini ancak sınırlılıkta ve “Sınırsız Olan”a îman etmekte iken açığa çıkarabilir. İnsanların ortaya koyduğu tüm güzellikler ve muhteşem eseler hep sınırın bir sonucudur. Çünkü sınırı olamayan şeyin anlamı da olmaz. Bir şeye güzelliğini ve rûhunu, anlamlı olması katar.

Bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur.

____ı_______________________ Bu çizgiyi sonu belli olmayan bir çizgi olarak düşündüğümüzde, eğer kırmızı çizginin olduğu yerde durmuyorsam, kırmızı çizginin biraz ilerisinde yada onun biraz daha ilerisinde niçin durayım?. Çizginin herhangi bir yerinde niçin durayım ki?. Çünkü kırmızı çizgide durmadım. O hâlde benim için bir sınır kalmamış demektir. Bir sınırda durmayınca artık hiç-bir sınırda durmam. Sonuçta da sınırsızlığı “din” yaparım. Sınırsızca yaşamak düşüncesi benim dînim ve felsefem olur.

Bu durum servet ve mal varlığı konusunda da böyledir. Meselâ bir evim-dâirem olabilir ve ihtiyâcımdır. Herkesin bir evi olmalıdır. Çocuklarım için de meselâ iki tâne çocuğum varsa onlara da birer dâire alabilirim. Fakat niçin 10 tâne dâirem olmalıdır?. Bu meşrû mudur?. Çünkü on tâne dâirem olursa yüz tâne de olabilir; bin tâne, milyon tâne ve en nihâyet Dünyâ’daki tüm evler ve dâirelerin benim olmasında sorun olmaz. Dünyâ’da herkes benim kirâcım olabilir. Peki bu meşrû olur mu?. Çünkü eğer bir sınırım yoksa hiç-bir sınırım yoktur. Nerede duracağımı ve tatmin olacağımı bana kim, neye dayanarak ve ne hakla söyleyecektir ki eğer İslâm’ı yâni sınırı hesâba katmıyorsam. O hâlde sınırsızlık, İslâmsızlıktır.

Bir insan belli bir miktar paradan fazlasını ne yapar?. Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı yıllık 4.000 dirhem, yâni  (2019 Mart ayı îtibârıyla) yaklaşık 30.000 TL eden bir para var. Bu para aylık 2.500 TL civârındadır. (4.000 dirhem=12 kg gümüş=30.000 TL). Bu 2.500 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile çarparsak 10.000 lira eder. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı, dayanıklı eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı bir-zaman sonra alabilecek bir gelirdir. Bu temel-ihtiyaçları alana kadar dikkatli bir harcama yaparak artan parayı biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın, yukarıda bahsettiğimiz aylık 10.000 lira geliri olduğunu kabûl ederek konuştuğumuzda; bu âile 10.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz?. Neyden mahrum kalırlar?. Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde geçinebilecekler, zekat/sadaka/hayır anlamında infaklarını bile bu parayla yapabileceklerdir. Bu miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda bir paradır. Bu nedenle bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün içinde infâk etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimiz’in dediği gibi “ateş” olur. Zâten bir âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf eder.

Dîni konularda da böyledir. Eğer ki dinden hele en temel olan dînî kurallardan bir kez tâviz verdiğinizde şirke düşmekle sonuçlanacak bir yere gelirsiniz. Allah’ın ehadiyetinden verdiğiniz tek bir tâviz, tüm varlığın -hâşâ- Allah olduğu kabûlüne yâni “sınırsız şirk”e kadar sizi sürükler. Hattâ her-şeyden şüphe etmeye başlarsınız ve “Allah’tan şüphe ettiğimde, diğer varlıklardan niye şüphe etmeyeyim?” düşüncesiyle tüm varlığı ve kendinizi bile inkâr etmeye başlayabilirsiniz. Günah, hemen arkasından tevbe etmeyi gerektirir. Tevbe edilmediği zaman günah durduğu yerde durmayacağı için kişiyi kâfir ve müşrik yapar. Sonuçta da ebedî cehennemlik olarak sonsuz azâba dûçar olunur. Çünkü bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur.

Îman ile sınırlanmayan akıl, nefsin güdümüne girer ve ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Îman sınırsız, akıl ise sınırlıdır. Modernizm bunu tersine çevirerek; aklı sınırsızlaştırıp, îmânı sınırlandırdı. Modernizm, “îmân ne kadar sınırlandırılırsa, aklın da o kadar gelişeceği”ni zannetme ahmaklığıdır. Modernizm, “îmânın, akıl karşısında sınırlandırılması”dır.

İnsanlık târihi, tâğutların, “İslâm’ı sınırlandırmaya çalışması”nın târihidir. Oysa maddî bilgi sınırlıdır ama İslâmî bilgi Allah’ın bilgisi olduğu için sınırsız bir kaynaktan gelir:

“Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27).

Maddî bilgi sınırlı bir bilgidir. Çünkü maddenin bir sınırı vardır. Bu nedenle sınırlı olan maddî bilgiyle kesin bir yargıya varılamaz. Vahyî bilgi ise Sınırsız Olan’dan gelen bilgidir. Kesinlik içerir. Modernizm materyâlizmdir. Materyâlizm ise, “her-şeyi madde ile düşünmek” demektir. Fakat madde sınırlı bir şey olduğundan, madde-merkezli düşünce de sınırlı oluyor. Modern düşünce sınırlı bir düşüncedir. Bu nedenle de “hârika eserler” koyamıyor ortaya.

Allah (sınırsızca) farklı-farklı yarattığında eşitlik; insan (sınırsızca) ayrı-ayrı ürettiğinde eşitsizlik/adâletsizlik meydana gelir. Çünkü insan, sınırı yâni haddini aştığında mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder.

Modernite Allah’a ve İslâm’a aykırı hareket eder. Meselâ Allah: “Cum’a günü alış-verişi bırakın” (Cum’a 9)” derken; “Balack Friday”=”Kara Cuma”, “sınırsız alış-veriş edin” diyor.

Kur’ân’da namazın rekât sayılarının verilmeyişinin nedeni, namaza bir sınır koyulamayacağındandır.

Teknoloji geliştikçe insan sınırlanıyor. Teknoloji, insanın o özel insânî özelliklerini körelttiği için, insan, o özelliklerini kullanılamıyor. Kullanılan internet, “sınırsız internet paketi” olsa da, müslümanlar, interneti “sınırsız” kullan(a)mazlar.

Modernite “özgürlük” mottosuyla sınırsızca bir yaşam modeli ortaya koymaya çalışır ama başaramaz. Çünkü başarması imkânsızdır. Zîrâ bunun bu kâinât formatında bir karşılığı yoktur. Çünkü madde “sınır” demektir. Sınırsızlığa ise ancak mânâ ile ulaşılabilir ki o mânâ da vahiy-merkezli yaşamanın sonunda ortaya çıkar.

Evet; Din, “kırmızı çizgi” (sınır) demektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2019



Devamını Oku »

4 Nisan 2019 Perşembe

Modern Kadın



“Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. Evlerinizde okunmakta olan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah lâtiftir, haberdâr olandır” (Ahzâb 33-34).

Kadınlar yaratılış îtibâriyle nârin yapılı insanlardır. Bu yapıda olmaları aslında bir rahmettir. Çünkü kadınlar en önemli fıtrî görevleri olan anneliği bu rahmet sâyesinde yapabilirler. Tabi bu nârin yapıları nedeniyle kadınlar bâzen şiddete mâruz kalıyorlar. Fakat modern zamanlarda fıtratından uzaklaştırılmış ve “sahte bir üstünlük” verilmiş olan modern kadın, doğala ve normâle aykırı olarak ve tam tersi bir şekilde erkeğe tâbiri câizse posta koymaya başladı. Tabî ki bir zulüm olarak ve gereksiz yere kadınların erkekler tarafından şiddete mâruz kalması durumu vardır fakat günümüzde, erkeğin kadına gösterdiği “fiziksel şiddet”in nedeni; modernizmin ve kadının erkeğe gösterdiği “psikolojik şiddet”tir. Kadın, erkeğin doğal ve normâl hâline, fıtratına şiddet göstermektedir.

Modern Dünyâ ve modern kadın, “târihsel erkeği” çok bunaltmıştır. Onun rolünü değiştirmiştir. Fıtrata aykırı olan bu duruma katlanamayan erkek sürekli gergin bir durumda bulunmaktadır. Kendini aşağılanmış hissetmektedir. Çünkü “bakmakla/korumakla yükümlü olduğu” kadın (Nîsâ 34), “modern kadın” hâline getirilerek modern çağda kendisine tercih edilir olmuş ve erkek ikinci plânda kalmıştır. Bu gerçekten de fıtrata çok ters bir durumdur. Çünkü kadın ile erkek yan-yana durduğunda, kadınların dışarıda yaptıkları işlerin ve bulunduğu ortamın erkeğe daha çok yakıştığı âyan-beyan ortadadır. Bunun aksi bir durumda erkek komplekse kapılmaktadır. Bu kompleks onu sürekli gerdiğinden dolayı en ufak bir şeyden dolayı hemen sinirlenmekte ve şiddete baş-vurmaktadır. Böyle yapmakla kadına bir nevî üstünlüğünü göstermek/kanıtlamak istemektedir.

Şu da çok açıktır ki kadınlar da modernizmin kendilerine verdiği rolü (çok beğendiklerinden olsa gerek) abartmışlar ve medyanın da desteği ile aşırı bir şekilde ön-plana çıkarmışlardır/çıkarıyorlar. Dolayısıyla kuş-bakışı bakıldığında kadın ile erkeğin rollerinin/görevlerinin/değerlerinin değiştiği çok açık bir şekilde görülmektedir. Bu çok a-normal bir durumdur. Bu durum yeni rolüyle mest olmuş kadın için iyi bir şey olarak görülse de târihsel/ontolojik rolünü ve etkinliğini kaybeden erkek için aşağılık bir durumdur. (Bunu bilmek için her-halde erkek olmak gerekir). Kadının modernleşmesi, kadın için “sahte bir iyilik”, erkek için “gerçek bir kötülük”tür. Buna, kadınları kendinden geçiren yeni rôllerinin vermiş olduğu sahte bir öz-güvenle erkeğe karşı küstah bir durum sergilemeleri de eklenmelidir. Biraz para kazanınca, biraz îtibar görünce erkeğe karşı içten-içe bir baskı uygulamak ister. Oysa erkekler târih boyunca işleri ellerinde tutmalarına rağmen kadınlara böyle bir baskı kurmamışlardır.

Kadınların başka bir yönden de erkekleri olumsuz yönde etkilemesi söz-konusu. Çok bâriz bir şekilde görülmektedir ki modernizm, kadınları cinsel bir obje olarak görüyor ve gösteriyor. Kadınlar artık kişiliği ile değil dişiliği ile kamusal alanda görünüyorlar. Artık kadınlar da güzelliklerini (zînetlerini) göstermekten çok da çekinmiyorlar, (çekinenleri tenzih ederim). Bu konuda rahat davranabiliyorlar. Fakat erkeğin fıtratı yine erkek ve “sistem” yine normal çalışıyor. Kadının, yüzünden bile etkilenebilen erkek, “açıkta gördüğü yerlerden” haydi-haydi etkileniyor ve artık erkekler de kadınları cinsel bir obje olarak kabûl etmeye başlıyor. Kadınlar da bunu tavırlarıyla ve giyinişleriyle kışkırtıyorlar. Oysa, Allah Kur’ân’da kadınları şu şekilde uyarıyor: “Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini (harama çevirmekten) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hâriç. Baş-örtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar. Süslerini, kendi kocalarından yada babalarından yada oğullarından yada kocalarının oğullarından yada kendi kardeşlerinden yada kardeşlerinin oğullarından yada kız-kardeşlerinin oğullarından yada kendi kadınlarından yada sağ-ellerinin altında bulunanlardan yada kadına ihtiyâcı olmayan (arzusuz veyâ iktidarsız) hizmetçilerden yada kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep-birlikte Allah’a tevbe edin ey mü’minler, umulur ki felah bulursunuz” (Nûr 31).

Artık “kadın” deyince erkeklerin aklına ilk-önce cinsellik geliyor. Çünkü modern kadın cinsel bir objeye dönüştürülmüştür. Hâlbuki fıtrata (İslâm’a) göre kadın, ya “bacı”dır, ya “ana”dır yada “eş”tir. Kadınların bu kışkırtmasından aşırı etkilenen erkekler artık sevgilisini yada karısını ya daha çok kıskanıyor, yada görece daha az beğeniyor. Bu durum erkeğin kadına sert çıkışlar yapmasına, nihâyetinde de şiddet göstermesine neden olabiliyor.

Modern dönemde, “ekinin ifsâdı” tamamlandı. Neslin ifsâdı ise “kadın” üzerinden yapılıyor. Kadın değiştirilip modernleştirilerek fıtratına aykırı bir hâle gelince ve “bir proje olarak” küresel güçler modern kadını öne çıkarınca, ifsâd da başlamış oldu. Çünkü modern kadın evde durmak, evlenmek, çocuk doğurmak ve anne olmak, evinin hanımı olmak istemiyor. Halbuki doğal, normâl ve fıtrî olan budur. Fıtrata aykırı hareket edildiğinde tabî ki de ifsâd da başlayacaktır.

Kadın, söylediğimiz gibi; fıtraten ya “bacı”, ya “anne”, ya da “eş”tir. İslâm’a göre kadın, daha çocukluktan îtibâren kızlar tecrübe sâhibi anne/büyükanne tarafından bu konuda bilinçlendirilmeli, oturmasına, kalkmasına, giyimine, yürüyüşüne dikkat etmeli ve her konuda aşırıya kaçmamalıdır. Hanımlar ağır-başlılığını korumalı ve “hafif-meşrep” hareketlerden kaçınmalıdırlar. Ev-hanımlığını, çocuk yetiştirmesini iyi öğrenmeleri gereklidir. Okula gitmesi ve okuması fakat ilk dört yıl hâriç diğer okulları ya kızlara has okullarda yada “dışarıdan” okumayla devâm etmesi, mecbûri bir durum yoksa da eğitim döneminden sonra çalışmaması fıtrata uygun olandır. Lâkin; heyhat!. Modern kadın bırakın bunları yapmaktan vazgeçmeyi, bunun konusu açıldığı anda, hemen ânında îtirâza başlıyor ve şeytanın kontrôlündeki tâğutların, tam da kendisine öğrettiği gibi isyân etmeye başlıyor. Neler, neler.. Modern kadın, modern çağın sahte ilahlarından bir ilah olmuş durumdadır. 

Kadınlar erkeksileşirken, erkekler de kadınsılaştırılıyor ve bu, -dediğimiz gibi- “bir proje kapsamında” yapılıyor. Sema Maraşlı bu konuda şunları söyler:

“Bizim genel olarak erkeklerimizin yanında kadın; bacı, ana, eş olarak hep kutsal sayılmıştır. Feminizm hareketinden sonra kadınlarda gelişen erkek düşmanlığı, kadınların                                            saldırgan davranışları, cinsel özgürlük mücâdeleleri, kadınların erkeklerin yanında kredisini ve saygınlığını azaltmıştır. Fakat yine de toplum temelinde kadına saygı vardır.

Kadına şiddeti kimler destekliyor?. Bir dönüp bakın ‘kadına şiddet var’ diye kim yaygara koparıyor?. Din ve Hükümet karşıtı medya.. Bunların derdi kadınlar değil, kadınlar                  üzerinden hükümeti yıpratmak. Şiddet gören kadınlar bahanesi ile (ki bunlar âile içi şiddete girdiği hâlde medya tarafından ‘kadına şiddet’ diye lanse ediliyor) hükümete                        baskı yapıp âile yapısını bitirecek, toplumu içten çökertecek kânunlar çıkarmak bütün amaçları. Ki hükûmet bu tongaya 6284’ü çıkararak düştü. Şimdi de 657 ile kadınların                    hoşlanmadığı erkekler ‘devlet düşmanı’ îlan edilip işlerinden atılacaklar.

Feminist kadın derneklerinin çoğu PKK ve LBGT destekçisi, din ve hükümet düşmanı. Ne yaparsanız yapın onlara yaranamazsınız. Bu kadar kânunlar çıkardınız mutlu                oldular mı, hayır. 6284’ten sonra âile içi şiddetin arttığını gördükleri hâlde ısrarla savunuyorlar. Çünkü onlar kadınların kanlarından besleniyorlar. Bunun için Avrupa                      Fonundan çok büyük paralar alıyorlar. Bakmayın timsah gözyaşı döktüklerine, her öldürülen kadın için seviniyorlar. Ülkede kadına şiddet ne kadar çok gösterilirse bu               onların başarısı ve kazancı demektir.

Biz feminizm hayranlığıyla kadınları kışkırtırken, batı, âile kurumunun çöktüğünü görünce yaptığı yanlışı fark etti; kadın ve erkeğin yaratılışına uygun olan geleneksel                           rôllerine dönmesi üzerine toplantılar düzenliyor. Her geçen gün açıklanan yeni araştırma sonuçları kadın ve erkeğin yaratılış farklılıklarının ne kadar önemli olduğuna dikkat             çekiyor. Fakat bizim bâzı üniversite hocalarımız bile çıkıp, kadın ve erkek arasında çok da önemli farklılıklar olmadığını iddia edebiliyor. Cehâlet, üniversite hocası olmakla da               bitmiyor demek ki.

Firavun iktidârını kaybetmemek için her doğan erkek çocuğunu öldürmeye başlar; fakat muvaffak olamaz. Kur’ân-ı Kerim bir târih kitabı değildir, kıyâmete kadar yaşanacak                    pek çok olaya işâret vardır. Günümüzde erkekler o zamanki gibi öldürülmüyor; fakat insan haklarına uygun olsun diye(!) psikolojik olarak erkeklik bitirilmeye çalışılıyor.                         ‘Modernlik’ adı altında erkekleri, psikolojik olarak hadım ediyorlar. Bunun için işe; erkekleri görüntü olarak kadınlara benzetmeye çalışarak başladılar: Önce erkeklerin                                sakallarını, sonra bıyıklarını aldılar. Sakalsız ve bıyıksız erkek, daha modernmiş gibi gösterildi. Pek-çok erkek de oltaya geldi.

Sonra ‘kadın hakları, kadın hakları’ diye-diye kadınların haklı olduğuna toplumu inandırdılar: ‘Kadınlar eziliyor’ diye çığırtkanlık yaparak, erkekler üzerinde suçluluk                           psikolojisi oluşturulmaya çalışıldı. Bu suçluluk psikolojisi ile erkekler haksız da olsa kadınların yanında yer almaya başladılar. Dünyâ’nın öteki ucunda bir kadın öldürülse,                          erkekler utandılar.

Sonra erkekleri kibarlaştırma çalışmaları başladı: ‘Şöyle romantik olacaksın, böyle romantik olacaksın, kadını mutlu etmek senin görevin’ deyip erkeklerin kendilerini,                    ‘kadınları mutlu edemeyen odunlar’ olarak hissetmelerini sağladılar. Suçluluk psikolojisi oluşturuldu. Sonra ‘eşitlik’ dâvâsı var bir de: ‘Kadın-erkek eşittir; buna inanmayan                        erkek; yobazdır, gericidir’ diye medya baskısına mâruz kalındı. ‘Modern erkek, kadın-erkek eşitliğine inanır’ diye inandı erkekler. Modern olmak uğruna pek-çok erkek,                              yaratılışına inat, eşitliği savundu. Kadın-erkek insan olarak elbette eşittir; ama erkeğin evinde ‘evin reisi’ olarak bir söz-hakkı üstünlüğü, yâni iktidârı olmalıdır; eşitlik dâvâsı                   ile erkeğin elinden reisliğini de aldılar.

Batı hangi niyetle kurmuştu bu tuzağı bilmiyorum; ama kendi kurduğu tuzağa düştü, şimdi çıkmaya çalışıyor. Amerika, ‘erkek olmak büyük imkânsız’, ‘günümüzde erkek                          olmak kolay değil’, ‘oğullarımıza ne yaptık’ diye konuşurken, bizimkiler gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine bakarak, bir-kaç kadın cinâyetini delil olarak gösterip,                                           erkekliğin bitirilmesine yardımcı olmaya çalışıyorlar”.

Ev, kadının doğal ortamıdır. Apartman denilen modern “sözde evler”de modern kadını tutmak imkânsızdır. Modern kadın dışarı çımadan duramıyor ve dışarıda olmayı “özgürlük” olarak görüyor. Fakat  modern kadın yine de bir türlü tatmin olmuyor. Bu sebeple de erkeğe sarıyor. Aslında bu “öğretilmiş bir davranış”tır. Modern kadın, erkeğin kendisi için vâr olduğuna inan(dırıl)mış olan kadındır. Erkekler sürekli olarak kadınları mutlu etmek için uğraşmalıdır modernizme göre. Fakat erkekler, kadınları ne kadar mutlu etmeye çalışırlarsa, o oranda mutsuz olduklarının farkındadırlar. Zîrâ bu görev erkeklerden çok kadınların görevidir. Çünkü kadın, erkeğe göre mûnis (cana yakın) olarak yaratılmıştır.  

Modern kadın, “bedeninin tutsağı olmuş” varlıktır. Sürekli olarak bedeniyle uğraşır ve zâten “proje sâhipleri” alttan-alta bunun için çalışır duru. Kadınlar gençken güzellikleriyle, yaşlanınca da hastalıklarıyla uğraşırlar. Böylece hayatlarında hep bedenleriyle uğraşmış olurlar.

Şimdiki kadınların çoğu cinsini değiştirmiştir. Erkeklere-özgü işlere ve hâl ve hareketlere sâhip çıkarak anneliği ve kadınlığı terk etmişlerdir. Kadınlığı erkekliğe tebdil ederek Allah’ın yaratışını değiştirmişler ve Allah’ın sünnetine (sünnetullah) karşı gelmişlerdir.

Kapitalist modern sistem, Dünyâ’yı kadın üzerinden şekillendirmektedir. Bu nedenle de kadını, aslında doğasına da uygun olmayan konuma sokmuştur. Ali Korkmaz, tâğutların modern kadın üzerindeki oyunun târihsel aşamasını şu şekilde anlatır:

“...Sermâye çevresinin kazanma ve doğayı sömürme hırsı çok güçlüdür. Ancak mâliyet unsurları içerisinde önemli bir yer tutan işgücü mâliyeti noktasında ciddî sıkıntılar  yaşanıyordu. Bu olumsuz koşullardan kurtulmanın önemli bir yolu olarak en önemli unsuru pazara çekmeye başladılar. Evinde oturup eşinin ve çocuklarının mutluluğu için çalışan, kurduğu küçük dünyâsında mutlu olan, elindeki ile yetinen, boş zamanlarında yaptığı küçük işlerle âile geçimine katkı sağlayan ‘kadınlar’.

Kadınların o güne kadar sosyolojik ve târihsel olarak kendisine yüklenmiş veyâ edinilmiş misyonun elinden alınması çok zor görünüyordu. Ancak sermâye çevresi bunun da bir yolunu buldu. Kadın hakları, ezilmişlik, özgürlük, ekonomik bağımsızlık gibi kavramları öne çıkararak yeni bir pazar oluşturmanın ilk adımını attılar. ‘Yaşamın getirdiği sıkıntılar’ diyerek sineye çektiği bir-takım olumsuzlukları bu sözlerden sonra çekmez duruma gelen kadını bulunduğu konumdan şikâyet eder hale getirdiler. Bir müddet sonra da çözüm yolunu sunmaya başladılar. Kadının âile içinde ezildiği, ikincil pozisyonda kaldığı, erkeğin eline bakar duruma düşürüldüğü gibi ilk aşamada hoş ve doğru görünen parametreleri kullandılar. Ekonomik bağımsızlığını ele aldıktan sonra özgürleşeceği düşüncesi işlenerek, bir olduğu ve birlikte yaşadığı eşine karşı isyankâr olma sürecini başlattılar.

Kadın bu söylenenlerin doğruluğuna inanarak, ancak bu durumun onun doğasına uygun olan bir durum olduğunu da yadsıyarak ve gelecekte büyük bir pazarın parçası olacağının da farkına varmayarak bu yaklaşıma hak verdi. Kendilerini kanıtlamak, vâr olduğunu haykırmak ve farkındalık oluşturmak amacıyla büyük bir mücâdeleye girdiler. Bir zamanlar evinin temel-taşı olan kadınlar, süreç içerisinde ‘evine katkı sağlamak’ gibi süslü bir hayâlin peşinde, erkekler dünyâsında ve erkekler karşısında yer edinmek için çalışmaya başladılar. Egemen düzenin oyununa gelerek kadınların erkeklere karşı bir seçenek olarak çıkmaları, başta gelen en büyük yanlışları idi. Zîrâ kadınlar erkeklerin rakibi değil, tamamlayanı idi. Kadın ve erkek farklı, ancak birbirinin tamamlayıcısıdır. Hiç-bir koşulda kadın ve erkek arasında ‘eşitlik’ diye bir şey söz-konusu değildir. Ancak bu eşitsizlik anlamına da gelmez. Doğal gelişim süreci sonunda ikisi bir bütünün farklı, ama birbirini tamamlayan parçalarıdırlar. Sorun bu iki parçayı birbirine eşitleme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Kadın ile erkek arasında yaşanan sorunlara eşitsizlik temelinde karşı çıkarken geliştirilen eşitlik argümanı da insanoğlunu aynı sorunlu sonuca ulaştırmıştır.

Kadını sermâye düzeninin bir parçası hâline getiren sistem, ilk aşamada ekonomik bağımsızlık gibi güzel bir sözün ardına sığınmıştı. Onları üretim sürecinin bir parçası hâline getirmek için yaptığı çalışmalar sonucunda ucuz işgücü durumuna soktu. Erkek evi geçindirmekle asıl sorumlu olarak kabûl edildiğinden, kadın ancak ucuz işgücü ve evin ekonomisine katkı sağlayabilen bir pozisyonda olabilirdi. Ancak bir müddet sonra kadının ucuz işgücü olması da sermâye çevresinin işine gelmedi. Onu pazarın bir parçası yapmak, ucuz işgücü olmasından daha değerliydi. Asıl çalışmalar bu noktadan sonra yapılmaya başlandı. Çalışan kadının giyimi, beslenmesi, süslenmesi gibi pek çok konuda ek masraflar oluşturulmaya başlandı. Kazandığı paranın önemli bir kısmını bu masrafları için harcayan kadın kendisini hâlâ özgür hissedebiliyordu. Oysa onun çalışması da tüketmesi de pazarın menfaatineydi. Bir müddet sonra kadın, evde oturup yapacağı işler için de hizmetçi ve bakıcı gibi masraflar ödemeye başladı. Sonuç olarak kadın ekonomik bağımsızlık elde edeceğim diye iş hayâtına atılmakla birlikte ekonomi çarkının işlemesi için gereken büyük harcamaları yapan birey hâline dönüşmüştür. Evde otururken âile bütçesine katkı sağlamak amacıyla yaptığı elişi gibi çalışmalardan da vazgeçmişti. Bir zamanlar yaptığı bu işlerin aynı-zamanda kendisinin psikolojik durumuna katkı sağladığının farkına varamamış, iş dünyâsının getirdiği yoğun baskı altında psikolojisini de bozmuştur. Bozulan psikolojik yapısını düzeltmek için de ayrı bir harcama gerekiyordu. Sonuçta evindeki huzur ve mutluluğu fedâ ederek iş dünyâsına atılan kadının elinde kalan artı paranın bedeli, hiç-bir zaman kaybettikleri olamamıştır.

Ekonomik bağımsızlığını ve harcama yetkisini eline alan ve özgürleştiğine inanan kadın artık evinde de söz sahibiydi. Bağımsızlık ve özgürlüğün verdiği şımarıklık ile birlikte evde esip gürleyebiliyor, haklı veya haksız olmasına bakmadan sesini yükseltebiliyordu. Bir zamanlar alttan alıp, evin huzur ve mutluluğunun temel-taşı olan, erkeğinin gün içerisindeki stresini azaltan veyâ tolere eden (mûnis) kadın gitmiş, yerine otoriteye ortak rolünü üstlenen ve evdeki stresi daha da artıran bir birey oluvermiştir. Sosyolojik evrimin kadına yüklediği, olumsuzlukları tolere eden rôlleri ortadan kalktığı gibi aile içerisindeki olumsuz rôller de en az iki katına çıkmıştır. Bir zamanlar dengeli bir âilede yetişen çocuklar, stresli ortamda yetişmeye ve bu yaşam-tarzını da çevreye yansıtan bireylere dönüşmüşlerdir. Birbirini tolere eden ve zıt kutuplar da olsa birbirini çeken iki birey yerine, âileler birbirini iten iki negatif bireyden oluşmaya başlamıştır. Evlilikleri bir-arada tutan ve sigorta sayılan çocuklar, ayrı dünyâlarda yaşayan ebeveynlerin birbirlerine karşı kullandıkları silah hâline dönüşmüşlerdir. Yaklaşık iki yüz yıldır insanlık dramı olarak yaşanan bu süreç günümüzde de devâm etmektedir. Gelinen süreçte kadın bireyselleşmiş, korumasızlaştırılmış ve sermâye çevresinin ekonomik menfaatlerine uygun hâle getirilmiştir.

Olay sâdece ekonomik düzeyde kalmamış, erkek egemen dünyâda söz-sahibi olabilmek amacıyla, bâzen gizli bâzen açık bir şekilde erkek-karşıtı bir temel üzerinde gelişen kadın hareketleri, kadının sosyolojik yapı içerisindeki yerini bozduğu gibi biyolojisi üzerinde de olumsuz etkide bulunmuştur. Doğurganlık ve yeni bir canlı dünyâya getirme olgusu üzerine kurulu olan, merhâmet ve şefkat ile bu yavruyu büyüten ve yetiştiren, eşinin kendisinde huzur ve mutluluk bulduğu, estetik ve sanatın temel unsurlarından olan kadın değişime uğramıştır. Kadın hakları konusunda uç noktada olan kadınların erkeksi bir görünüm, davranış ve yapıda olması bu durumun en güzel kanıtıdır. Erkekler karşısında egemen ve ekonomik olarak vâr olma mücâdelesi, erkek gibi olma sonucunu doğurmuştur. Oysa kadın tüm aşk, şarkı ve şiirlerinin temel öğesi olarak sevmeye ve sevilmeye lâyık olan bir varlıktır. Onun fiziksel olarak zayıf olması ikincil bir varlık olduğunun değil, özelliklerinin erkeklerden çok farklı olduğunu göstermektedir. Kadının doğurganlığı, doğurduğu canlıyı büyütme ve yaşatması onun en temel ve güçlü özelliğidir. Bu süreçte erkeğin rôlü ise tamamlayıcı faktör olarak eşini ve çocuğunu koruma ve gereksinimlerini karşılamak yönündedir. Bu nedenle kadın ile erkeğin birbirine rakip olarak gösterilmesi ve ezilmişlik temelinde olayların ele alınması büyük bir yanılgıdır. Böyle bir yanılgıdan yola çıkılarak varılan tüm sonuçlar da yanılgıdır.

Kadının eşitlik ve ezilmişlik gibi kavramlardan yola çıkarak vardığı bu nokta, bitkilerin genleri ile oynanarak yapılan ‘Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara’ benzemektedir. GDO olarak elde edilen ürün aslına benzese de doğal bağlamından koparıldığı için tamâmen farklıdır. Bu nedenle GDO’ya karşıt veyâ yandaş olanlar dâhi tüketimi esnâsında şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Son iki yüz yıldır bilim, ekonomi ve siyâset dünyâsı da kadının genetiğini değil, ama sosyolojisini temelden bozarak ‘Sosyolojisi Değiştirilmiş Organizmalar’ hâline dönüştürmüştür. Ekonomik bağımsızlık çerçevesinde kendisinin yaşadığı olumsuz değişim paralelinde evinde de değişim yaşatmak isteyen kadın, sonuçta kendi ayağına kurşun sıkmaktadır. Zîrâ bu değişim sürecinde âile içindeki rôller birbirine karışmış, bir zamanlar evde merhâmet ve şefkatin temsilcisi kadın ile koruma ve otoritenin sembolü olan erkek gitmiş, yerine kimin ne yaptığı belli olmayan, yetki ve rôl karmaşası yaşanan âileler ortaya çıkmıştır. Bu dengenin bozulmasının nedeni sermâye çevresi ve onun tuzağına düşen kadın iken, özgürlüğün verdiği sarhoşlukla bu hatâ da kabûllenilmeyerek kargaşa büyütülmeye devâm edilmiştir. Günümüzde gelinen son noktada ‘kadın ucuz işgücü, pahalı tüketici’ olarak vahşî kapitâlizmin egemen olduğu dünyâ ekonomisinin temel-taşı durumundadır. Bu ise bir kadın için övünülecek bir nokta olmayıp, sermâye şeytanına kendinin ve evinin huzur ve mutluluğunu vererek özgürlük ve bağımsızlık maskesi altında ekonomik esâretin altına girmektir. Kısacası sosyolojik evrimin kendisine vermiş olduğu kazanımları yadsıyarak SDO, yâni ‘Sosyolojisi Değiştirilmiş Organizmalar’ olmak demektir”.

Modern kadın, yakın zaman önce çıkan 6284 sayılı kânunla erkek üzerinde bir ceberrut yapılmıştır. Modern kadını “dokunulmaz” kıldılar. Modern kadına erkeğe karşı o kadar çok silah verilmiştir ki, duygusal yoğunluğu çok fazla olan kadının, bu silahlarla işleyeceği “cinâyetler”i şimdiden kestirmek çok kolaydır. Modern kadın bu kânun ile, tâbiri câizse, gıcık olduğu bir erkeği, iftirâ ile hapse attırabilecek; boşanmak istediği kocaya, “bana tecâvüz etti” (karı-koca arasındaki tecâvüz) diyerek evden uzaklaştırabilecek ve hapse attırabilecek; makâmında gözü olduğu bir erkeğin yerine kolayca geçebilecek fırsatlar bulabilecektir.

Dillere pelesenk edilen; “kadın çalışmalı” ve “bu devirde kadının bir maaşı ve bir evi olacak” düşüncesine sâhip olan “çalışan kadınlar” yine de mutlu değiller ve mutsuzların oranı sürekli yükseliyor. Yaşam Memnûniyeti Araştırması sonuçlarına göre; mutlu olduğunu beyân eden bireylerin oranı 2013 yılında %59 iken, 2014 yılında bu oran %56,3’e düştü, 2016 da ise %50 ye. Yâni çalışan kadınların yarısı mutsuz. Mutlu olanlar da ya kolay ve ferah işyerlerinde çalışan ve bol tâtili olan devlet mêmuru olanlar yada yönetici olarak çalışan kadınlardır.

Yine çalışan kadın, çalışmayan kadına göre 3 kat daha fazla harcama yapıyor ve yapılan bu harcamaların %90’ı isrâf, yâni “olmasa da olur” cinsindendir. Fakat kadınlar; “çalışıyorum, almaya hakkım var” diyerek, alma dürtüsüne erkeklere göre daha fazla meyyâl olduklarından, çok fazla ve gereksiz harcamalar yapabiliyorlar. Kadın çalışmaya bir başladığında, giyim-kuşam hemen değişmeye başlıyor ve buna uygun olarak da düzenli olarak kuâföre gitmeye de başladığından, bir de “kuâför masrafı” çıkıyor. Para kazanmanın vermiş olduğu o duygu ona harcama hakkı olduğunu söylüyor ve hiç de ihtiyaç duymadığı şeylere kolayca para harcayabiliyor. Oysa ki erkekler böyle değildir ve çoğunlukla israftan kaçınır ve eve daha fazla para götürmenin derdindedirler. Erkeğin fıtratında vardır bu. Kendisine yaratılıştan verilen ‘evin reisi’ görevini hakkıyla yerine getirmek ister. Fakat kadının iş hayâtına atılmasıyla birlikte bu da değişmeye başlıyor ve erkek de bu israfçılar kervanına katılıyor. Kadınlar iki gün çalışsa, kazandığı paraya dayanarak erkeğe ve çocuklara tavır alabiliyor, fakat erkek kırk yıl çalışsa da bunu söz-konusu etmez ve işyerinde yaşadığı sıkıntılardan evdeki kadının da çocukların da haberi olmaz. Çünkü erkek bu sorunları eve taşımaz. Çalışmanın getirdiği sıkıntılara-güçlüklere katlanarak eve ekmek getirmek onu mutlu eder.

Kadının erkeğe üstün olduğu tek şey anneliktir. Bu nedenle “cennet annelerin ayakları altındadır” denir.

Mutlu âilenin formülü şudur: Kadınlar erkekler karşısında “haddini” bilecek; erkekler de “emânet”e (kadın) ihânet etmeyecek..

Ey erkekler!, bilelim ki fıtratı bozulmamış kadınlar bizden daha merhâmetli, daha şefkatli, daha düşünceli, daha yumuşak ve sevecen, daha nârin, daha sabırlı ve âilesine daha bağlıdır. Sevgiyi ve merhâmeti ön-planda tutarak onlarla iyi geçinmeliyiz:

“Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhâmet kılması da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 21).

Ey kadınlar!, “sözde kadın-hakları savunucuları”nın oyunlarına gelerek tutum belirlemekten vazgeçin. Erkekleri hizâya getirme düşüncesinden vazgeçin. Başaramazsınız. Tam tersine erkek sizi “hizâya” sokar. Adama “dır dır” etmeyin de adamı zıvanadan çıkarmayın. Biraz susun: Şşşşşşşş. O tâğutların uşakları istiyorlar ki âileniz dağılsın (yâni kocanızdan ayrılın) da mecbûren iş piyasasına atılın. Böylelikle hem kolayca sözlerini dinletecek ve istediği fiyata çalıştıracak istihdam potansiyeli oluşturmuş olsunlar, hem de işsizlik artsın ve bunu çok taraflı kullansınlar. Sizin gündeminizi, tutumunuzu, davranışınızı, kadın hakları, dernekler ve ne-idüğü belirsiz şeytâni kurumlar değil, Allah/Kur’ân belirlesin. İşte ancak ve ancak o zaman normâl ve doğal bir durum ortaya çıkabilir ve rahat edersiniz.

Ey modern kadınlar!, bilin ki fıtratınıza bir-çok yerde aykırı davranıyorsunuz. Allah sizi erkeğe göre daha artı özelliklere sâhip bir şekilde yaratmıştır. Allah sizi, “bacı”, ‘”anne”, “eş” olarak yaratmıştır. Allah böyle dilemiştir. Sabah-kahvaltısını bile dışarıda yapmayı seven çoğu erkeğin istediği; akşam eve geldiğinde sıcak bir yemek ve huzurlu bir evdir. Bâzen çeşitli nedenlerle bu sağlanamayabilir, fakat diğer zamanlarda huzurlu bir ev-ortamı sağlarsanız erkek zâten sessiz bir şekilde bir köşede kuzu-kuzu oturacaktır. Zâten evi kadın yönetir. (iç-işleri bakanı).

Modernizm, Dünyâ’yı kadın üzerinden değiştirmiştir. Bunu yaparken özellikle kadın bedenini çok kullanmıştır. Fakat daha da önemlisi teknolojiyi kullanmıştır ki teknoloji, kadının ev-içi işini azaltarak ona görece zaman ve “alan” açmıştır. Kendisine sunulan zaman ve alan modern kadının çok hoşuna gitmiştir. Böylece ev-içindeki işi azalan kadın dışarıya çıkma olanağı bulmuş ve bir daha da içeriye girmemiştir-girmemektedir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018




Devamını Oku »