16 Haziran 2023 Cuma

Eskiden ve Şimdi


“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘(Bunlar) eskilerin uydurma masallarıdır’ diyen” (Kalem 15).

 

“İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu?. Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir” (Yâsîn 77).

 

Eskinin her zaman kötü, çirkin, yanlış ve ilkel olduğu, yeninin ise her zaman iyi, güzel, doğru ve gelişmiş olduğu düşüncesi bize; eskiden nefret eden, sürekli olarak ileriyi ve ilerlemeyi hedef gösteren modernizm tarafından dayatılan ve alıştırılan bir düşünce ve inançtır. Çünkü modernizm denen melânet, hayâtiyetini eskiden nefret etmekle ve yeniyi kutsamakla sürdürebilir. Zâten çıkış-noktası da budur.

 

Peki “yeni ve şimdi” olanın “eski” olandan daha iyi, güzel ve doğru olduğunun delîli nedir?. Hâlbuki eski olanlara baktığımızda daha sağlam, daha doğru, daha estetik, daha anlamlı ve tatmin edici olduğunu görüyoruz. Bir şey yeni olunca ille de daha iyi olacak diye bir şey yoktur. “Gelen gideni aratır” diye bir söz vardır ve bu söz genelde doğrudur. “Ne varsa eskilerde vardır” sözü de boşuna edilmiş bir laf değildir.

 

Nice eski olanlar vardır ki şimdiden ve yeni olandan daha çok tercih edilir. Bir şeyin yıllanmış oluşu o şeyi daha değerli ve anlamlı kılar. Yeni olanda bir içerik yoktur, henüz anlam kazanmadığından yada anlamsız olduğundan dolayı tatmin edici olmaz. İnsan bâzen yeni olanda aradığını bulamaz da eskisini hayâl eder durur. Yine meselâ pişmanlık hep eskinin yitiminden dolayıdır.  

 

Eski “şimdi”den daha iyiydi ama bu eski; eski bâtıl, eski cehâlet ve eski zulümler değildir. Çünkü cehâlet, bâtıl, şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulmün eskisi-yenisi olmaz. Fakat apaçık bir gerçektir ki yiyeceğin, içeceğin, giyeceğin, sanatın ve düşüncenin eski olanı daha değerli ve makbûldür. Din ise zâten “eski(den)” olandır. Öyle ki insanlık târihinin en kadim dîni İslâm’dır. O insanlıkla yaşıttır. Bir de “yeni-nesil dinler” vardır ki Allah muhâfaza..  

 

Modernler, “zaman değişti, artık din eskisi gibi anlaşılamaz” diyorlar ama hem Kur’ân hiç değişmeden tamamlandığı ilk günkü gibi elimizde, hem de “Asr-ı Saadet” örnekliği değişmedi ve aynen duruyor.

 

Modernite parçalayıcıdır ve bölücüdür, her-şeyi parçalamak ve ayırmak ister. Bu-bağlamda eskiyi ve şimdiyi ayırır ve eski olanı kötülerken şimdiyi kutsar, İslâm’ın oluşturmuş olduğu sahih geleneği kötülerken şimdiyi yüceltir. Modernite Kur’ân ile Sünnet’i yâni İslâm geleneğini, “eski”ye olan nefretinden dolayı (çünkü hayâtiyetini bundan almaktadır) ayırıp-bölmüş ve böylece geleneği tümden kötü göstermiştir-göstermektedir. Kur’ân’ı da, “1400 yıl öncesinin eski kuralları” olarak belirler. Oysa Kur’ân Allah’ın sözüdür ve Allah’ın sözü hiç-bir zaman eskimez ve etkisini kaybetmez. Şimdiye tapan ve eskiyi yeren modernistler ve târihselciler de -sözde- eskide kaldığı için Kur’ân’ın %90’nını “esâtîrûl evvelin” yâni geçmişlerin masalları olarak görerek küfre düşerler. 

 

Eskiden nefret eden ve şimdiyi kutsallaştıranların bir olaydan ders ve ibret alması pek mümkün değildir. Zîrâ “eski olan zâten eskimiştir ve ders ve ibret veremez” düşüncesindedirler. Bu da sorumsuzluk ortaya çıkarır. Çünkü sürekli olarak yenilenen şey bir sorumluluk oluşturmaz ve insan da değişip duran şeyde hem sorumluluk görmez hem de o sorumluluğu yüklenip taşımaz.

 

Modern insan, Evrim Teorisi’nin psikolojik dayatması ve modern telakki nedeniyle, eski insanları çok ilkel görüyor. Hâlbuki insan hiç-bir zaman ilkel olmamıştır. Belki sâdece olağan-üstü durumlardan dolayı mecbûren ilkel kalmış daha doğrusu ilkel şartlarda yaşamak zorunda kalmış olanlar vardır. İlkel kavimler denilen insanlar büyük ihtimâlle, a-normâl durumlar sebebiyle medeniyetten uzaklaştıktan sonra ilkel yaşam-şartlarına alışarak o yaşam-şeklini terk etmemekten dolayı ilkel kalmıştır. Fakat onların bile sâdece yaşam-koşulları ilkeldir. Düşünceleri ve davranışları modern insandan çok daha üstündür. Marlo Morgan, “Bir Çift Yürek” adlı romanında, “yarış yapmak” konusunda Avustralyalı Aborijinlerle yaşadığı bir olayı şöyle anlatır:

 

“Bundan sonra spordan ve karşılaşmalardan söz ettik. Onlara Amerika’da sportif olaylara büyük bir ilgi duyulduğunu, hattâ top oyuncularına öğretmenlerden daha fazla maaş verildiğini anlattım. Arkadaşlarıma bize-özgü yarışlardan birini tanımlayabilmek için bir sıraya dizilip hızla koşmaya başlamamızı önerdim ve en hızlı koşanın kazanmış olacağını söyledim. Kabîle halkı, güzel kara gözlerini kocaman açarak baktılar bana ve biri şöyle dedi: ‘İyi ama bir kişi kazanırsa, bütün ötekiler kaybetmiş olur. Bunun nesi eğlenceli ki?. Oyunlar, eğlenmek içindir. Neden insanları böyle bir deneyime tâbi tutup, sonra da tek bir kişiyi gerçekten kazananın o olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz?. Bunu anlamak bizler için çok zor. Sizin insanlarınız bunu kabûllenebiliyor mu?’. Ben bu soruyu sâdece gülümseyerek ve başımı ‘hayır’ dercesine sallayarak yanıtladım”.

 

“Ubuntu” denen bir felsefe de vardır. Şöyle bir olay anlatılır:

 

“Günlerden bir gün, Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabîlenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Oyun basittir. Çocukları belirli bir yerde yan-yana sıraya dizer ve açıklar: ‘Herkes karşıdaki ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan birinciliği kapacak. Ödülü ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek olacak’.

 

Çocuklar oyuna hazır olunca, antropolog oyunu başlatır. İşte o-anda  bütün çocuklar el-ele tutuşur ve berâberce koşarlar. Hedef gösterilen ağacın altına berâber varırlar ve hep berâber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve çocuklara neden böyle yaptıklarını sorar. Aldığı cevap hayli mânidardır; Biz ‘ubuntu’ yaptık: Yarışsaydık, aramızdan sâdece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül olan meyveyi yiyebilir?. Oysa biz ‘ubuntu’ yaparak hepimiz yedik. Ubuntu; bizim dilimizde ‘Ben, biz olduğumuz zaman benim’ demek”.

 

Modern zamanlardaki kölelik, eski köleliklerden bin beter. Çünkü eski kölelik sâdece bir kişiye yada bir şeye yapılırken, şimdiki kölelik “herkese ve her-şeye yapılan kölelik” şeklindedir. Her-şey değişiyor ama sorunlar değişmiyor. Eski sorunlar bitmediği gibi, üstüne yeni sorunlar çıkıyor. Eskinin soru ve sorunlarından başka şimdi de yeni sorunlar ortaya çıkıyor. Demek ki yeni ve şimdi olan, o eski sorunları ortadan kaldıramıyor. Böyle olduğu için de yeni, eskiyi iptâl etme yoluna koyuluyor. 

 

Modern zamâna geçiş, “kanın değeri”nden, “paranın değeri”ne bir geçiştir. Eskiden ülkeleri ve Dünyâ’yı “asil kana” sâhip olanlar yönetirken, modernizm ile birlikte, (kansız biri olsa da)  “milyar dolar”a sâhip olanlar yönetiyor. İki durumda da takvâlı olanlar îtibâr görmüyorlar. Oysa Allah katında üstünlüğün ölçüsü takvâdır. İslâm’a göre yönetim, en ahlâklı, ehliyet ve liyâkate sâhip olanların elinde olmalıdır.

 

Modernizm, eski hâkim paradigma olan İslâm’ı ötekileştirerek ve silmeye çalışarak tüm dünyâda hâkimiyetini kurmak istiyor ve büyük ölçüde kurdu da. O-hâlde İslâmî hâkimiyeti yeniden kurmak için modernizmi ötekileştirmek ve silmek şarttır. Zîrâ hiç-bir sistem bir-önceki hâkim sistemi silmeden hâkim olamaz.

 

Bir meslek (zanaat) sâhibi olmak, en değerli olandır. Ona eskiler “altın bilezik” derlerdi. Çünkü hem ustalığı hem de adamlığı öğreniyordu kalfa ve usta olanlar. Şimdi ise teknik servis elemanları vardır ve işin özünü bilmedikleri gibi insan ilişkileri de çok soğuk ve zayıftır. Eskiden “usta”lar vardı, şimdi ise “uzman”lar var. Ustalar işine-söylediklerine “rûh” da katarlarken, uzmanlar işin sâdece maddî-mekanik yönünden anlıyorlar. Bu nedenle de aslında sorunu tamâmen ortadan kaldıramıyorlar.

 

Eskiden “yağmuru melekler indiriyor” denirdi, şimdi ise yağmuru meleklerin değil, -bâzı bilimsel açıklamalarla îzah edilmeye çalışılan (ama edilemeyen)- “mekanik etkileşimler indiriyor” deniyor. “Yağmurun meleklerle irtibâtı kesildiğinden bêri dengesiz ve zarar verici olmaya başlaması acaba bundan dolayı mıdır?” diye sorup duruyorum.

 

Eskiden “açlık içinde tokluk” vardı; şimdi ise “tokluk içinde açlık”.

 

Eskiden “eskime” diye bir şey yoktu yada her-şey çok yavaş eskirdi. Şimdi ise bir şey eskimeden yenisi alınıyor.

 

Eskiden karınlarını zor doyuran köleler evlenemezlerdi, şimdi de modern köle olan asgarî ücretliler evlenemiyorlar.

 

Güzel deyince eskiden ahlâklı ve karakterli olan anlaşılırdı. Şimdi ise “seksî olan” anlaşılıyor.

 

Klâsik Yunanlılar için “eski Yunan” derler. Hâlbuki “eski Yunan” diye bir şey yoktur, sâdece “Yunan” vardır. Çünkü “yeni Yunan” yoktur. Yunanistan, toplama bir devlettir.

 

Put edinilmiş olanların çoğu, eski zamanlarda yaşamış “put-kırıcılar”dır. Eski put kırıcılar şimdinin putları olmuştur.

 

Bir düşünce ve hedef, eskide yaşanmış bir ideâle ve örnekliğe değil de, “yeni” diye, şimdinin mevcut pisliklerinden birine bağlanıyor.

 

Eski devletler “çok-dinli” idi. Şimdiki devletler ise “hiç-dinli” (dinsiz) dir.

 

Eski gelenekten kurtulma isteği, “yeni geleneğe kolayca bağlanmış olmaktan” kaynaklanır.

 

Eski putperestlik, bâzı kadınları “tanrıça” yapmıştı; modern putperestlik ise, tüm kadınları “tanrıça” yapma yolunda.

 

Eski savaşlarda iki taraftan biri kesin gâlip gelirdi. Şimdinin savaşları, netîcelen(e)meyen savaşlardır.

 

Eski slogan olan “Türkiye lâiktir, lâik kalacak” sloganı öldü; şimdi, “Türkiye sekülerdir, seküler kalacak” sloganı vardır.

 

Eski Türk’lerin Tanrı inancı “Gök Tanrı” inancıydı, şimdiki Türk’lerin Tanrı inancı da aynıdır. Türkler inanç konusunda iki bin sene önce ne durumdaysalar, şimdi de aynı durumdadırlar.

 

Eskiden gecekondu üzerinden yapılan rant, şimdi de apartman üzerinden yapılıyor. Değişen bir şey yok, şehirler yine keşmekeş.

 

Eskiden İslâm Devleti, haksız vergi koyanları îdam ile cezâlandırıyordu. Şimdi ise bizzat devletin kendisi haksız vergi uygulayarak halkı cezâlandırıyor. Böylece devletler, insanlara “ömür-boyu Dünyâ hapsi” vermiş oluyor.

 

Eskiden kadın ve erkekler birbirlerinin gözlerinden etkileniyorlardı. Şimdi ise elbiselerinden etkileniyorlar. Böyle olunca da “marka” modern tekstil ürünlerine rağbet artıyor ve bunları üretenlere gün doğuyor.

 

Eskiden Kur’ân’ın bir yorumu için “Sünnet’e uygun mu” diye araştırılırken, şimdi ise, moderniteye uygunluğu ve “şu hoca nasıl çevirmiş” diye araştırılıyor. Hocalar Peygamber’in yerine geçmiş-geçirilmiş.

 

Eskiden tek kanal vardı, aynen şimdi olduğu gibi. Bakmayın bir-sürü farklı frekansların olduğuna, hepsi aynı şeyi söylüyor, tek-kanallı yıllarda olduğu gibi.

 

Osmanlı’da ve İslâm ümmetinde tüm milletler tek bir kimliğin söylemi olarak sâdece “müslümanım” derken; o milletler teker-teker ayrıldı ve şimdi kendi içlerinde de parçalanarak yüzlerce kimliklere ayrıldılar/ayrılıyorlar. Kimlikler ayrılınca düşmanlıklar da çoğalıyor. Kendi aralarında savaşıyorlar ve ümmetin ayrılığını körüklüyorlar. Çünkü: “Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 

Şimdiki kadınların çoğu cinsini değiştirmiştir. Erkeklere-özgü işlere ve hareketlere sâhip çıkarak anneliği ve kadınlığı terk etmiş oldular. Kadınlığı erkekliğe tebdil ederek Allah’ın yaratışını değiştirmişler ve Allah’ın sünnetine (sünnetullah) karşı gelmişlerdir.

 

Peygamberimiz’e ve İslâm’a ilk karşı çıkanlar ve ona savaş açanlar tefecilerdi; her zaman olduğu gibi şimdi de öyledir.

 

Peygamberlik öncesi Mekke’nin mazlumları, mazlumluktan kurtulma umûdunu, merhâmetli müşriklere bağlamışlardı. Şimdikiler de aynısını yapıyorlar; “Diğeri” gelirse rahatlayacaklarını ve adâlete kavuşacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki sorun kişilerde değil, “sistem”dedir. Sistem-değişikliği yapılmadığında ve İslâmî sisteme geçilmediğinde hiç-bir değişiklik olmayacaktır.

 

Fâtih, İstanbul’u 21 yaşında çok gençken almıştı. Peygamberimiz zamânında Medîne’ye dâvetçi olarak gönderilen Mu’sab bin Umeyr 17 yaşındaydı. Muaz 19 yaşındayken Yemen’e vâli olarak gönderildi. Üsâme bin Zeyd 20 yaşındayken İslâm ordusunun başkomutanıydı. Şimdiki gençlere bakıldığında kıyas bile yapılamıyor.

 

İctihad kapısının kapanmasına neden olan şey, “korkak âlimler” ve “zâlim yöneticiler”di. Şimdi de, ictihad kapısının açılmasına mâni olanlar aynı kişilerdir.

 

Eskiden de kadının rezil olduğu ve zulme uğradığı zamanlar olmuştu ama insanlık târihinde kadın, hiç-bir zaman şimdiki kadar nesneleşmemişti ve “rezil” olmamıştı.

 

Kölelik sisteminde köle sâhipleri kölelerinin ihtiyaçlarını “asgarî” seviyede karşılarlardı. Şimdiki “köle” sâhipleri yâni asgarî ücretli işçi çalıştıran patronlar onu bile yapmıyor.

 

Nasıl ki belli bir zaman önce İslâm toplumlarında yaşayanlar, uydurma da olsa hadisleri-rivâyetleri, devlet başkanından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve halktan çekindikleri için inkâr edememiş ve o rivâyetleri kullanmışlarsa; şimdi de modern müslümanlar, yine modern devlet-adamlarından, bürokrasiden, diğer âlimlerden ve modern halktan çekindikleri için moderniteye aykırı olan İslâmî uygulamaları ve hattâ âyetleri ya aşırı yoruma tâbi tutuyor yada moderniteye aykırı olan âyetlerden hiç bahsetmiyorlar. Yâni aslında değişen bir şey yok.

 

Şimdiki gnostikler olan tasavvufçuların “Kur’ân’ın bir zâhir bir de bâtını vardır” dedikleri gibi; daha önceki zamânın gnostikleri de “İncil’in bir zâhiri bir de bâtını vardır” diyorlardı.

 

Müşrikler tüm zamanlarda, ilahlarını reddedenlere gıcık olmuşlardır. Bu şimdi de aynıdır.

 

Eskiden bêri yatay olanlar dikey olanlara hep gıcık olmuştur. Bu durum şimdi de sürmektedir.

 

Zamânında “dinde recm yoktur” diyenler, şimdi ise zinânın cezâsı olarak “îdam” istiyor.

 

Zamânında “modern tarıma geçiyoruz” diye bize kısır tohumları satanlar, şimdi de; “organik tarıma geçiyoruz” diye yine ellerindeki “ârızalı” olan tohumları satmak istiyorlar ve satıyorlar. Oyalamanın sonu yok.

 

Mekke müşrikleri kelime-i tevhidi, şimdiki müslümanlardan daha iyi anlamışlardı. Hem de ânında.

 

Târih boyunca evren hakkında atılıp-tutulmuştur ve yanlış bilgiler üretilmiştir. Bu durum, modern zamanlar (yâni şimdi) için de geçerlidir. Modern verilerin Dünyâ-dışı olanlarının %90’ı, Dünyâ-içi olanların ise 60’ı eksiktir, yanlıştır. Yâni yanlışlık oranı şimdi de aynıdır hattâ belki daha fazladır.

 

Eskiden gökler hakkında “astroloji” ile söylenen yalanlar, şimdi de “astronomi” ile söyleniyor.

 

“Kendilerinden evvel yıkıma uğrattığımız hiç-bir ülke (halkı) îman etmemişti; şimdi bunlar mı îman edecek?” (Enbiyâ 6).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Modern Mekânlarda İslâm Yaşanabilir Mi?


“Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da. Allah’a ve Resûlü’ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah’a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir” (Nîsâ 100).

 

Hemen söyleyelim ki İslâm, modern-seküler Allahsız mekânlarda hakkıyla yaşanamaz-yaşanamıyor. Peygamberler de yaşayamamıştı da hepsi de hicret etmişlerdi. Çünkü İslâm sâdece kâlplerde, vicdanlarda, zihinlerde, dört duvar arasında, masa-başında vs. yaşanabilecek bir din değildir. Bu nedenle ona bir alan, bir mekân gerekir. Hattâ mülk Allah’ın olduğu için İslâm tüm Dünyâ-mekânına hâkim olmalıdır. Zâten “tevhid etmek” bu demektir. Buna göre Allah göklerde tek ilah olduğu gibi yeryüzünde tek ilah olmalıdır.    

 

Bizim asıl sorunumuz Dünyâ-mekânının fıtrata, doğala-doğaya ve normâle aykırı olarak bâtıl anlamda değişmiş olması ve bu nedenle de modern mekânlarda İslâm’ı hakkıyla yaşayacak bir alan -neredeyse- kalmamış olmasıdır. Mevcut modern dünyâda ve mekânda mü’mince yaşamak mümkün değildir ama şeytanca yaşamak çok kolay hâle gelmiştir. Zâten bu modern kent mekânlarında İnsanlar şeytanla birlikte yaşamaya mahkûm edilmiştir.

 

Dünyâ dâhil tüm kâinât “muhteşem düzenlilikte ve güzellikte olan bir mekân”dır. Mekân, içinde eşyânın bulunduğu ve hareket ettiği yerdir. Zâten zaman denen şey de, bu hareketin anlamlandırılmasından başkası değildir. Zaman, mekânda olan hareketlerin gözlemlenmesi ve yorumlanmasıdır. Allâhuâlem gerçek bir varlığı yoktur. Hattâ mekan bile  “sınırları belirlenmiş bir alan” değil, eşyânın bulunduğu ve hareket ettiği boşluktur. Allah “kün” (vâr ol!) demiş ve eşyâ, mekân ve dolayısı ile zaman ortaya çıkıvermiştir.

 

Mekân, aslında “maddenin bulunduğu yer”dir. Madde olmasa belki mekân da olmayacak yada kalmayacaktır. Kâinattaki tüm maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek, belki de ortada mekân ve dolayısı ile zaman diye bir şey de kalmayacaktır. Aristoteles, “hiç-bir cismin bulunmadığı yerde zaman ve uzay da bulunmaz” der. Biz, maddenin bulunduğu yere ve ortama “mekân” diyoruz. Tabi kâinâta dışarıdan bakamadığımız için maddenin nerede bulunduğunu anlayamıyoruz ve bilemiyoruz. Bu nedenle de mekânı madde bağlamında anlamlandırıyoruz. Zâten zaman da öyledir. Mekânın orijinâl bir varlığı yoktur, maddeye ve maddenin hareketine bağlı olarak -görece- ve yanılsama olarak bir mekân vardır. Kâinâtı kozmik bir süpürgeyle süpürdüğünüzde geriye maddesizlik anlamında “yokluk” kalır. Geriye “mekân” zannettiğimiz ve aslında bir şey olmayan şey kalır. O şey aslında hiç-bir şey değildir.

 

Aslında zaman diye bir şey yoktur, dolayısıyla zaman değişmez. Değişen şey mekândır. “Bu zamanda olmaz” demek, “bu mekânda olmaz” demektir. Modernizm ile birlikte mekân değişmiş, modernleşmiş yâni Allahsızlaşmış ve İslâm’a uygun olmaktan çıkartılmıştır.

 

Ne zaman ki hayat-şekli moderniteyle birlikte değişmeye başladı, işte o zaman insan da değişmeye başladı. Çünkü mekân değişmeye başladı. Bu değişme doğal, normâl ve fıtrî olmayan bir değişmeydi. Mekân değiştiği için zaman değişmeye başladı. Yoksa zamânın değişecek bir durumu yoktur. O-hâlde değişen şey, maddenin a-normâl değişimi sonucunda mekânın değişmesidir. Demek ki mekân değişince bir “değişim” oluyor ve hattâ değişimler mekânın değişimiyle başlıyor. Mekân doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak değişince bu değişim, insanı olumsuz etkilemiyor ve zâten insanlar ve de hayvanlar bu değişimin çok da farkında olmuyorlar. Mekânın doğal değişiminden dolayı insanın (ve diğer canlıların) yaşam-şeklinde bir değişiklik olmuyor. Doğala, normâle ve fıtrata aykırı olmayınca harekette ve hızda a-normâl bir değişiklik olmuyor. Mekân yavaş değiştiği için insanlar bu değişimden olumsuz etkilenmiyor ve değişen mekân onları sarsmıyor, yoldan çıkarmıyor.

 

Moderniteyle birlikte ise, madde çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Öyle ki artık bu hızlı değişimin tâkibi bile yapılamıyor. Maddenin değişimi “mekânın değişimi” olduğu için, mekân çok çabuk değişmiş oluyor. “Dünyâ çok değişti” denilen şey aslında mekânın çok farklılaşmasıdır. Mekânın farklılaşması hareketlerin ve davranışların da değişmesine sebep oluyor. Hareketler mekâna göre değişiyor. İnsanlar yeni hareketler ve davranışlar kazanıyor yeni mekânlarda. Mekân insanların davranışlarını şekillendiriyor.

 

Hani sık-sık, “bu zamanda olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak şey değil” denmek istenir. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir yanılsama olarak insana “akıyor” gibi gelir. “Bu zamanda olmaz” dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt bir yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (asfalt yolda) at ile yolculuk yapılmaz” anlamındadır.

 

Mekânın doğal, normâl ve fıtrî olana göre çok aşırı ve hızlı değişmesi, modernitenin bir projesidir ki bu, küresel tâğutlara şeytanın yaptığı telkinin bir sonucudur. Moderniteyi ve modern-beşerî sistemleri ayakta tutan şey, mekânın bu çok farklı ve hızlı değişimidir. Modernite mekânı hızla değiştirdiği için, insan da hızla mekâna uymaya başlıyor, mekâna göre konumlanıyor ve hattâ tasavvuru, düşüncesi, söylemi ve amel-eylemi mekâna göre belirleniyor. Böylece artık yaratılışına uygun davranış gösteremiyor. Zîrâ o davranışı sergileyebilecek bir ortamı-mekânı kalmamıştır. Yaratıcının emrettiğini yapacak, Kur’ân’a ve Sünnet’e uyacak bir alanı-mekânı kalmamıştır modern insanın ve müslümanın. Zîrâ modernite, mekânı hızla değiştirip dönüştürmekle şeytânî düzen ve günah işleme dışında insana başka bir hareket alanı bırakmıyor.

 

Modern dünyâda, aynen göklerde olduğu gibi sünnetullaha, vahye ve Peygamber’e uyacak bir yaşam-şekli belirlenemiyor. Zîrâ ortam müsâit değil, mekân müsâit değil. Mekân tam da şeytanın isteğine göre düzenlenmiş durumdadır. Böyle olunca da şeytanın her emri dinleniyor ve şeytana göre hareket ediliyor. Şeytan târihte hiç olmadığı kadar güçlü bir iktidârı moderniteyle ve modern mekân ile birlikte kurmuştur.

 

Mekânın değişmesi, insanın değişmesidir. Zaman ve mekân, kendi mantık türünü de üretir. Ne kadar çok insan varsa o insanların bulunduğu mekân o kadar çok ve hızlı bir şekilde değişir. Çok farklı ve birbirine aykırı düşünceler ve amel-eylemler ortaya çıkar. Bunun farkında olan modernler, çeşitli şeytânî projelerle köyden kente göçü başlatmışlar ve insanları kente yığmışlardır. Bu, modern üretimin çoğalmasını ve değişmesini de yanında getirmiştir. Sonuçta mekân değişmiştir. Mekân değişince düşünce ve amel-eylem şekli de değişmiştir ama bu değişim Yaratıcı’nın belirlediği ve emrettiği istikâmette değil, şeytanı râzı edecek istikâmette olan bir değişim olmuştur. Çünkü değişen mekânda Allah’ın istediği ve emrettiği şekilde yaşayacak bir alan yoktur. Mevcut mekân ona müsâit değildir. Zîrâ İslâm’ı “hakkıyla yaşayacak” bir alan kalmamıştır. Oysa mekânın daha yavaş ve az değiştiği köyler yada kırsal alanlar İslâm’ı hakkıyla yaşamak için daha müsâittir ve bu türlü bir yaşam böyle yerlerde daha mümkündür. “Bu zamanda namaz, oruç, infâk, muhabbet, sohbet, dostluk, yardımlaşma, vs. olmaz” demek, “hızla değişmiş olan modern kent mekânında bu şeyleri yapacak bir alanın yâni mekânın olmadığını söylemek” demektir.

 

Bir tepeye çıkıp modern kente şöyle bir bakın. O gördüğünüz mekân-kent var ya; işte orada İslâm’ın yaşanması yada “hakkıyla yaşanması” mümkün değildir. Dinden uzaklaşmanın temel nedeni işte budur. İnsanın değişimi mekânın değişimi, mekânın değişimi insanın değişimidir.

 

Vahyin anlamı, zaman, mekân ve coğrafyaya göre değişmez, fakat zaman, mekân ve coğrafyaya göre insanların anlayışları değişir. Zaman ve mekân, kendi mantık türünü de üretir.Yeni anlayışlar da mekânı değiştirir. Eğer değişim-dönüşüm İslâm’a doğru ise İslâm’ı hakkıyla yaşamak için alanlar açılır ve zamanla tüm Dünyâ mü’minler için mescid olur. Demek ki mekân imkândır.

 

Mekânı olmayan fikirler, buharlaşıp yok olup giderler.

 

Mekânı ve zamânı dîne göre düzenlemezseniz, dîni mevcut modern zamâna ve mekâna göre anlama çabasına girer durursunuz.

 

Mekânın modern anlamda değişmesi, nice imkânı bitirdiği gibi, îmânın da azalmasına ve bitmesine neden oldu-oluyor.

 

Mekân, şartlar ve dolayısı ile zaman, ne yaparsanız ve nasıl davranırsanız ona göre şekillenir.

 

Dünyâ demek mekân demektir. Tüm mülk Allah’ın olduğu için Dünyâ-mekânı da Allah’ındır. O-hâlde tüm mekân Allah’a yâni İslâm’a göre şekillenmelidir. 

 

Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir; yasaları ve sanatı ile her yerde hazır ve nâzırdır. Fakat biz mekândan münezzeh olmadığımız için İslâm’ı hakkıyla yaşayabilecek bir mekâna ihtiyâcımız vardır.

 

Dünyâ materyâlizmin en yüksek seviyede yaşandığı bir mekân hâline getirilmiştir. Orada dîne yer ayrılmak istenmemektedir.

 

Mega-kentlerde ise İslâm’ı yaşamak düşüncesi bile absürd görülmeye başlamıştır ve verilecek tâvizlerin yolu aranmaktadır.

 

Nüfûsu yüz bini geçen şehirlerde İslâmî bir mekân azaldığı yada kalmadığı için insanlık da bitmiştir.

 

Kümes gibi daracık ve tek-kişilik evlerde İslâm’ın hakkıyla yaşanması mümkün değildir. Evi-mekânı dar olanın, gönlü de dar olur doğal olarak. Peygamberimiz bu nedenle “evlerinizi geniş yapın” demiştir.

 

O-hâlde modern mekânları, hele-hele metropôlleri terk etmedikçe veyâ onlar bir yıkılışla yıkılıp, insanlar tekrar doğaya dönmedikçe dîne dönemeyecek ve İslâm’ı hakkıyla yaşayamayacaktır. Zîrâ modern mekânlarda İslâm ucundan-kıyısından bile yaşanamayacak hâle gelmektedir.

 

Modern mekânlarda en bilindik ve yaygın ibâdet olan namaz ibâdetini bile yapamazsınız. Çünkü namaz kılacak yer bulamazsınız. Zîrâ modern mekânlarda dîne-İslâm’a yer ayrılmamıştır yada çok dar bir alan bırakılmıştır.

 

Modern dünyâda İslâm’a bir alan bırakılmak istenmemektedir. Bu yüzden İslâm’ı yaşama alanları gün geçtikçe daraltılmaktadır. Allah elbette her yerdedir ve biz bir mağaracık bir yer bile olsa İslâm’ı yaşayabiliriz. Fakat dar bir mekânda İslâm’ı yaşamak da sınırlı olacaktır. Çünkü İslâm dar bir alan için gönderilmemiştir. Dolayısıyla mekân dar olduğunda yada hiç olmadığında İslâm hakkıyla yaşanamayacak yada hiç yaşanamayacaktır.

 

Kur’ân bir îman/ahlâk kitabı mıdır?, yoksa bir îman-eylem kitabı mıdır? İkisidir de. Fakat hangisinin öne çıkacağını zaman-mekân-durum belirler. Bu daraltılmış zamanda-mekânda-durumda Kur’ân’ın îman-ahlâk tarafından ziyâde, îman-eylem tarafı öne çıkarılmalıdır. Târihinde neredeyse hiç olmadığı kadar bu derece bir perişânlığa rağmen, böyle zamanlarda-mekânlarda-durumlarda inatla Kur’ân’ın sâdece îman-ahlâk tarafını öne çıkaranlardan şüphe edilmelidir.

 

Mevcut modern zaman ve mekân, bırakın İslâm olarak kalmayı “insan” olarak bile kalmanın neredeyse imkânsız olduğu bir zaman ve mekândır.

 

Zamânın ve mekânın değişimi, “nefsin ve kâlplerin değişiminin bir sonucu”dur.

 

Müslümanlar Dünyâ’yı, İslâm’ı hakkıyla yaşanacak bir mekân hâline getirmekle mükelleftirler. Bu, hem insanın aslına uygun olarak değiştirilmesi, hem de mekânın İslâm’a uygun olarak inşâ edilmesiyle olabilir ancak. Allah özünde bu şekilde yaratmıştır insanı ve Dünyâ’yı çünkü.

 

Sürekli olarak dîn, zamâna ve mekâna uydurulmaya ve uyarlanmaya çalışılıyor. Peki niçin zamân ve mekân dîne uyarlanıp uydurulmaya çalışılmıyor?. Zaman, mekân ve koşullar değiştiği için artık İslâm’ın günümüzde uygulanamayacağı söyleniyor. İyi de zamânı ve mekânı Allah mı değiştirdi?. Eğer Allah’ın râzı olmayacağı bir değişme varsa, o zaman o değişen şeyi yeniden İslâm’a göre değiştirmek gerekir. Zîrâ modern mekânlar sapıklığa doğru değişmiştir.

 

Zamânın değişmesi aslında “mekânın değişmesi” demektir. Mekân İslâm’a aykırı ve İslâm’ın hayat bulamayacağı bir şekilde değiştirilmişse, orada yapılacak “İslâmî değişim”, “bir süreç içinde olacak olan bir değişim” değil, “devrim ile olacak âni bir değişim” şeklinde olabilir. Zîrâ şeytânî bir mekân ve zaman içindeyken insanın değişmesi ve dolayısıyla İslâm’ın, kişileri değiştirip-dönüştürmesi pek mümkün değildir.

 

Kur’ân ve Sünnet bu zamâna ve mekâna uygun değilse -ki değildir-, mü’minlere düşen şey, Kur’ân’ı ve Sünnet’i mevcut modern mekâna göre değil, mekânı, dolayısıyla zamânı İslâm’a göre değiştirmektir. Bu da, mü’minlerin bâtıl toplumdan ayrılmasıyla (hicret) başlayacaktır.

 

Mevcut modern mekânlar İslâm olarak kalmanın da, insan olarak kalmanın da imkânsızlaştığı yerlerdir. Öyleyse mevcut modern mekânlarda yaşamayı zûl görerek İslâm’a göre değiştirmeyi düşünmemek ve hayâl etmemek ya cehâlettir yada..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2023

 

Devamını Oku »

7 Haziran 2023 Çarşamba

Dîne Mesâfeli Durmak


“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

“Allah’a, âhirete, gayba, meleklere, vahye, peygamberlere ve dîne îman ettim” diyenlerin bir-çoğu dîne ucundan-kıyısından yaklaşır ve her zaman mesâfesini korur. Zîrâ mesâfeyi korumadığında bâzen ağır da olabilen bir yükü omuzlamak zorunda olduğunun farkındadır. Hâlbuki Allah bize taşıyamayacağımız yükü yüklemez fakat taşıyabileceğimiz yükleri de yükler. Zâten îman etmek, “taşınması gereken yükü omuzlamayı göze alabilmek ve yükü omuzlamayı kabûl etmek” demektir. Böyle bir ağır yükün altına girmek istemeyenler ise mecbûren dîne mesâfeli olurlar ve din’den uzak durarak sâdece kenarından-köşesinden ve ucundan-kıyısından dîne yaklaşırlar ve ona hafifçe dokunurlar.   

 

Târih boyunca insanların dinden uzak durmaları ve nefse uygun düşünmeleri, konuşmaları ve hareket etmeleri, dînin “eğlenceli” olmaması nedeniyledir. Dînin eğlenceli olmaması, üstelik modern Dünyâ’nın çok eğlenceli olması, insanların Dünyâ’ya sımsıkı sarılmalarına ama dîne mesâfeli durmalarına neden olmaktadır. Zîrâ ikisi bir-arada olmamaktadır. İslâm’a göre Dünyâ’dan kopmak ve ondan temelli uzak durmak yanlış olsa da, Dünyâ’ya biraz mesâfeli olmak iyidir, doğrudur ve hattâ şarttır. Çünkü Dünyâ’ya mesâfe koymadığınızda yavaş-yavaş dîne mesâfe koymaya başlarsınız. Biz Dünyâ’ya, cennetten düştük de geldik. Mü’minlerin Dünyâ’ya olan yabancılığı ve mesâfesi bu nedenledir.

 

Modernizm, “İslâm’ın-dînin hayattan uzaklaştırılması”; post-modernizm, “müslümanların-dindarların muhâfazakârlaştırılması”dır. İkisinde de hedef, dîne mesâfe koyarak “dînin hayattan uzak tutulması”dır. Modernizmi bayraklaştıran Cumhuriyet târihi de, “dînî olan”dan uzaklaşıp, “uygar olan”a (medenî değil) yönelmenin târihidir. Fakat Türk insanı sonuçta uygar (muâsır) olamadığı gibi, dindarlığı da epey bir zayıflamıştır.

 

Modern-bilim ve teknoloji çağı Allahsız olduğu için Allah’ı hatırlatmaz. Oysa doğal-geleneksel toplumda doğayla iç-içe yaşandığı için Allah sürekli hatırdadır. Bu insanların dîne yakın olmasını sağlar. Bir çiçek doğal olarak insana Allah’ı hatırlatır, fakat bir entegre Allah’ı hatırlatmaz ve tam-aksine unutturur. Bu nedenle de doğallıktan uzaklaşıldıkça Allahsızlaşma ve dîne mesâfeli durmak başlar.

 

Müslümanların İslâm ile ilişkileri “uzaktan-uzağa” olduğu için, onu hakkıyla idrâk edemiyorlar ve hakkıyla yaşayamıyorlar. “Bireysel müslümanlık” şeklinde kötülüklerden uzak durmak düşüncesi ve eylemi öne çıkmış durumda. Fakat kötülükten uzak kalarak “iyi insan” olunamaz, kötülükten uzak durarak sâdece “kötü insan” olunmaz, ama böyle yapmakla “iyi insan” olunmuş olmaz. İyi olmak için dîn ile aradaki mesâfeyi kapatmak ve din-merkezli bir şeyler yapmak şarttır. 

 

Siz dînin ve Kur’ân’ın hayâta dönük tarafından uzaklaşırsanız, Allah da -bir cezâ olarak- sizi dînden-îmandan uzaklaştırır. Din hayattan uzaklaştırılıp zihinlere ve vicdanlara hapsedilince, “küresel bir bunalım” sardı Dünyâ’yı. Bu bunalım, dîne mesâfe koymanın bir cezâsından başkası değildir.

 

Dîni devletin içinden uzaklaştırmak (lâiklik), “Allah’ı (dolayısıyla da adâleti) devletten uzaklaştırmak” anlamına gelir. Dîni, hayattan uzaklaştırıp vicdâna hapsedenler, “bir cezâ olarak” mutlakâ sapıtırlar. Oluşan yeni seküler kültür, insanları kendilerinden ve birbirlerinden uzaklaştırıp sapmalarına neden oldu-oluyor.

 

Diyânet İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçe aslında, “İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp, vicdanlara hapsetme”ye ayrılan paradır. Diyânet, Türk insanına din öğretmek için değil, “dîni sınırlı bir şekilde öğrenmeleri” ve “mesâfeli bir dindarlık” oluşturmak için kuruldu. 

 

Din ile doğa uyumlu olduğu için doğada dîne mesâfeli olmak az görülür. Doğaya yaklaştıkça dîne olan mesâfe de azalırken, kente yaklaşıldıkça ise din’e olan mesâfe artar. Modern kentler doğadan uzak ve kopuk olduğu için doğal olarak din’den uzak ve dîne mesâfeli olur.

 

Dîne mesâfe koymuş olanlar, asgarî 5 şarta bile îtinâ gösterip de din ile iç-içe olamazlar. Zâten sosyâl, kültürel, ekonomik, askerî, siyâsî, hukûkî, vs. alanlarda bulunmaları yada bir görüş belirtmeleri bile görülür-duyulur bir şey değildir. Dîne-İslâm’a mesâfeli duranlar ancak bayramdan-bayrama, cum’adan-cum’aya, namazdan-namaza, oruçtan-oruca, her-şeyi hâllettikten ve para ayırdıktan sonra bir kez hac yaparak, zekatın kırkta birinin de kırkta birini vererek, kurban keserek ve başörtüsüyle, ama bunları çok da abartmadan dîne yaklaşırlar. Bunlara da hîle-i şeriye yapmadan yaklaşamazlar. Çünkü en baştan dîne mesâfe koymuşlardır. 

 

Evet; dîne mesâfeli duranlar, “yükte hafif pahada ağır” olan şeylerle ilgilenirler hattâ bu konuda aşırı ilgilenirler. Lâkin Kur’ân’a ve Sünnet’e bakmazlar da neyin “hafif” neyin “pahalı” olduğunu da kendileri belirler. Peki bu neden böyledir?. Çünkü İslâm insanlara genelde ağır gelir. Hele artık can sıkıntısının iptâl olduğu modern zamanlarda İslâm ile ilgilenmek bir-çokları için bir külfettir. Bu nedenle kısa-yoldan işi bitirmek isterler. Böyle olduğu içindir ki; takvâyı, adâleti, ahlâkı, sosyo-kültürel hayâtı, ekonomiyi, siyâseti, kânunu vs. işe karıştırmazlar da; Ramazan orucunu, cum’a ve terâvih namazını, kandil gecelerini, kılı-tüyü, -sözde- kâlp temizliğini vs. sıkıntı vermeyecek olan şeylerle yetinirler.

 

Yine dine ancak, tasavvuf, târikat, mistik ve şamanist kalıntılar, gelenek-görenekler ve üstün insanlar olarak gördükleri mezhep, târikat, tasavvuf, cemaat ve parti lîderleri aracılığı ile yaklaşabilirler. Çünkü böyle olunca risk olmaz ve bir sıkıntıya girmeye gerek kalmaz. Oysa Kur’ân’da şöyle denir:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashâb-ı Meymene)” (Beled 11-18).

 

Dînin ortaya çıkışından sonra üzerinden uzun zaman geçince dîne koyulan mesâfe de fazlalaşmaya başlar. Bu nedenle Allah bizi uyarır ve şöyle der:

 

“İnananlar için hâlâ vakit gelmedi mi ki, kâlpleri Allah’ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kâlpleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?” (Hadîd16).

 

Akla fazla yönelmek de dîne mesâfe konulmasına ve insanın Allah’tan uzaklaşmasına neden olarak kişiyi Dünyâ'ya ve maddeye yaklaştırır. Şeytanı Allah’tan uzaklaştıran şey akıl-mantık yürütmesiydi. İnsanı Allah’a yaklaştıracak olan şey ise, akıl yürütmeyi “vahiy merkezli” yapmasıdır.

 

Allah’tan ve din’den uzaklaşıldıkça, “seküler bilim”e doğru gidilir. Dünyevileşmek, dîne mesâfe koyarak ondan uzaklaşmak, sonra da felsefeye ve bilime yaklaşmayla sonuçlanır.

 

Eğer dîne mesâfe koyduğunuzdan dolayı din adına bir şey yap(a)mıyorsanız, din sizi kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe yöneltmez ve sizi olumlu anlamda değiştirmez. Bu da sizin “îman ettim” demenizi anlamsızlaştırır ve değersizleştirir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2023

 

 

Devamını Oku »

3 Haziran 2023 Cumartesi

Orta-Çağ Karanlık Mı, Aydınlık Mı?


“Elif, Lâm, Râ. (Bu bir) Kitap’tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nûra, O güçlü ve övgüye lâyık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik” (İbrâhim 1).

 

Tüm peygamberler ve vahiyler, karanlıkları aydınlatmak için gelmişlerdir. Kur’ân bunu şöyle ifâde eder:

 

“Sizi karanlıklardan nûra çıkarması için kuluna apaçık âyetler indiren O’dur. Şüphesiz Allah, size karşı elbette şefkatli olandır, esirgeyendir” (Hadîd 9).

 

“Allah, îman edenlerin velîsi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nûra çıkarır; inkâr edenlerin velîleri ise tâğut’tur. Onları nûrdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır” (Bakara 257).

 

Buna göre, karanlıkların aydınlanabilmesi için Allah, âhiret bilinci, peygamberler ve vahiy, olmazsa-olmaz önemdedir. Allah’ı, vahyi ve dîni hesâba katmadan karanlığın aydınlanabilmesi söz-konusu değildir. Yine; vahiy ile bilinçlenmeden ve ideâl örneklikler olan peygamberler izlenmeden bir insanın gerçek anlamda aydınlanabilmesi mümkün değildir. Sâdece lâik, seküler, liberâl ve modern olmakla “aydın insan” olduğunu zannedenler var. Oysa böyle niceleri vardır ki cehâlet içinde ve kendini bilmez hâldedirler.

 

Dünyâ hem bir “imtihan dünyâsı” olduğu hem de sürekli olarak vahye karşı bir ön-yargı ve karşı çıkış olduğu için, târih boyunca “aydınlık dönemler”den ziyâde, daha çok “karanlık dönemler” yaşanmıştır-yaşanmaktadır. İnsanlar da çoğunlukla karanlıklar içinde kaldıkları için yollarını bulamamışlardır:  

 

“Âyetlerimizi yalan sayanlar karanlıklar içinde sağırdırlar, dilsizdirler. Allah, kimi dilerse onu şaşırtıp-saptırır, kimi dilerse de onu dosdoğru yol üzerinde kılar” (En-âm 39).

 

Târihe, ilme, bilime, sağduyuya aykırı olmasına ve hiç-bir delile dayanmamasına rağmen körü-körüne ve ezbere olarak orta-çağ “karanlık bir dönem” olarak kabûl edilmiştir-edilmektedir. Çünkü Rönesans ile başlayan süreçte Aydınlanma denilen dönem, orta-çağa kıyasla isimlendirilmiştir. Çünkü Aydınlanma denilen dönem ile birlikte insanların tasavvuru, düşüncesi, zihniyeti ve eylemleri değişime uğramaya başlamıştır. Bu değişim ile birlikte Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber ve din merkezden çıkarılarak onun yerine insan, akıl ve madde merkeze alınmıştır. Böylece insanlar artık buna göre bir düşünce, söylem ve eylem ortaya koymaya başlamıştır.

 

Bu yeni dönemde maddeye aşırı odaklanmanın sonucunda ortaya farklı bir-kaç şey çıkınca ve bunlar insanların hem işlerine yaradığı ama daha da önemlisi nefislerine hoş göründüğü için, yeni şeylerden kendilerini mahrum bırakan şeyin eski zihniyet yâni din-merkezlilik olduğunu düşünmüşler ve Aydınlanma denilen döneme kıyasla Aydınlanma öncesini “karanlık” olarak görmüşlerdir. Artık yeni bir çağ başlamıştır ve bir-önceki çağa (orta-çağ) göre ileri bir seviyenin başlamasını “aydınlık yeni çağ” olarak isimlendirerek bu döneme “aydınlık”, önceki orta-çağa ise “karanlık” demeye başlamışlardır.

 

Orta-çağ denilen zaman M.S. 375 yılında Kavimler Göçü denilen süreçle başlayıp, Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrıldığı M.S. 395 ile, İstanbul’un Fethi’nin târihi olan 1453 yılı arasındaki 1358 yıllık bir dönemi kapsadığı söylenir. Bâzılarıysa orta-çağı Batı Roma’nın çöküş târihi olan M.S. 476 yılı ile başlatır ve Amerika Kıtası’nın -sözde- keşfinin târihi olan 1492 yılı ile bitirir. Tabi hiç-bir dönem kesin bir târihle başlamaz ve bitmez.  

 

Orta-çağ kavramı ilk olarak Rönesans Dönemi târihçilerince kullanılmıştır. Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden (MS. 476), batı’nın yüzyıllar boyunca unuttuğu antik değerlerle yeniden tanıştığı Yeniden Doğuş anlamına gelen Renaisance (Rönesans) Dönemi’ne kadar sürdüğü genel olarak kabûl edilir. Batı’lı târihçilerin 18. yüzyılın ortalarına kadar çıkardıkları bu dönemin bitiş târihi, Türk târihçiler için Doğu Roma (Bizans) başkenti Constantinopolis (İstanbul)’in fethedildiği 1453 yılıdır. Avrupa Orta-çağı, Erken Orta-çağ 5-11. yüzyıl, Asıl Orta-çağ 11-14. yüzyıl ve Geç Orta-çağ 14-15. yüzyıl belirlenmiştir.

 

Teoman Duralı, orta-çağın başlangıç ve bitiş zamanı ve orta-çağın karanlık olup-olmadığı hakkında şunları söyler:

 

“Orta-çağ Batı Roma’nın çöküşü 300 küsurlardan İstanbul’un fethi 1453’e değin süren çok geniş bir dönemdir. Bu çağ, üç kısma ayrılmaktadır: Erken devir 400. yüzyıldan ilk devletin kuruluşu Fransa’nın ortaya çıkışı, yâni Frank Krallığının teşekkülüne kadar 400 küsur yıllık bir süredir. 800’den Rönesans’ın meydana çıktığı 1200 küsurlara kadar klâsik dönem ve 1200 küsurlardan 1453 -yâhut 1492 Amerika’nın keşfi de olabilir- geç devir. Erken devir karanlık çağ olarak nitelenmektedir. Bu 400 yıllık sürede Avrupa’da siyâsî ve ona bağlı olarak iktisâdî karışıklıklar var.

 

400’lerle 700’ler arasında 300 yıllık süre, târihte ‘karanlık çağ’ olarak geçer. 19. yüzyıl Avrupalı târih filozofları bütün Orta-Çağ’a ‘karanlık’ demişlerdir. Neden?. Çünkü orta-çağ hristiyan medeniyetine bir başkaldırı meydana gelmiştir. Ne zaman?. 1500’lerden îtibâren bir isyân bayrağı çekilmiştir. Devrimler hep devirdiklerini alabildiğine kötülerler. Yeni ortaya çıkan Yeni Çağ din-dışı Avrupa medeniyeti de selefi Orta-Çağ Hristiyan Avrupa medeniyetini yerden-yere çalmıştır. Karanlık çağ, câhillik, vahşet demiştir. Bizde de taklit olduğundan bizimle hiç-bir ilgisi olmamasına rağmen Orta-Çağ Avrupa’sını da tanımıyor, bilmiyor olmamamıza rağmen, bizim dışımızda cereyân ediyor olmasına rağmen, bizde de ilericilere, çağdaşçılara kulak verdiğinizde ‘orta-çağ kötüdür, karanlıktır, cehâlettir’ derler; ne dediklerini bilmeden, Yeni Çağ din-dışı Avrupa medeniyetinin kurucu babalarının laflarını tekrarlarlar. Karanlık mıydı, aydınlık mıydı, iyi miydi, kötü müydü onu bilmiyoruz. Hasbel-kader göreceğiz gerçekten o kadar kötü müydü, değil miydi ama baştan peşin-peşin şunu söyleyeyim: Bu kötülemeler önemli ölçüde psikolojiktir. Dediğim gibi o devrimi yaratanların bir önceki dönemi kötülemesidir. Daha sonraki devrimlerde de biz benzerini yaşadık. Meselâ Fransız Devrimi’nde iş-başına gelen yeni nesil Cumhuriyetçiler kendilerinden önce eski düzen hükümdarlık düzenini yerden-yere vurmuşlardır. Rusya’da meydana gelen 1917 Devriminde her-şeyi iptâl etmişlerdir. O kadar ki, Çarlık Rusya’sında döşenmiş demiryollarını bile sökmüşlerdir. Düşünebiliyor musunuz şu mantıksızlığı, duygusallığı, o demiryollarını hiç yok yere söküyorlar. Ondan sonra tabii trenleri, katarları yürütebilmek için yeniden inşâ etmeleri gerekti”.

 

Eski-çağ olarak ifâde edilen zamanlarda da “karanlık” olarak adlandırılan bir zaman-dilimi vardı. Hititlerin yıkılış târihi olan M.Ö. 1.200 ile Frigyalılar’ın kuruluş zamânına olan M.Ö. 800’e kadar süren yaklaşık 400 yıllık zaman-dilimi o zamanlar “karanlık çağ” olarak kabûl edilirdi.

 

Bâzı târihçiler; “İslâm medeniyetini yanlışlıkla orta-çağa yerleştirilmiştir. Yanlıştır, orta-çağ Avrupa’ya mahsustur. Orta-çağ İslâm medeniyeti, Orta-çağ Çin medeniyeti, Orta-çağ Hint medeniyeti yoktur. Sâdece Avrupa için yapılan târihî bir sınıflamayı ifâde eder. Orta-çağ Avrupa medeniyetinin menşei Hristiyan Dîni’dir” derler. Orta-çağı kötülemek Avrupa’da başlamıştır ve bahsedilen târihler arasına orta-çağ demek batı’ya hastır ama bir çağ varsa bu çağ tüm Dünyâ’nın çağıdır. Avrupa’nın kastettiği ve karanlık dediği çağda ve târihlerde İslâm vardı ve Dünyâ’yı aydınlatıyordu.

 

Peki orta-çağ gerçekten de karanlık mıydı?. Orta-çağ, biz müslümanlar için elbette karanlık bir çağ değildi ve tam-aksine apaydınlık bir çağdı. Çünkü aydınlığın özü olan vahiy nûru üzerimize orta-çağda inmişti, daha doğrusu bir rahmet gibi yağmıştı. Allah çağımıza bir nur, bir ışık tutmuş ve çağımızı aydınlık hâle getirmişti. Böylece mü’minler o nûru tüm Dünyâ’ya yaymaya başlamışlar ve tüm Dünyâ’yı aydınlatma yoluna girerek “karanlığı delen birer yıldız” olmuşlardı. Mü’minler Kur’ân ve onun en ideâl uygulaması ve örnekliği olan Sünnet ile Dünyâ’yı ışıl-ışıl hâle getirerek aydınlatmaya ve karanlıkları yarmaya başlamışlardı. Bu aydınlanma elbette ilk önce iç-âlemlerin aydınlatılması ve nurlandırılmasıyla başlamıştı. Çünkü içinden aydınlan(a)mayanlar dışlarını aydınlatamazdı. İçlerini aydınlatanlar ise daha sonra dış-âlemi aydınlatma yoluna ve çabasına girmişlerdi.     

 

Bu nedenle batı’nın “karanlık çağ” dediği çağ aslında “aydınlık çağ” (asr-ı saadet); “aydınlık çağ” dediği çağ ise aslında “karanlık çağ” (modern çağ)dır. Zîrâ Allah’tan, vahiyden ve din’den kopuk olunca karanlık kaçınılmazdır. Tabi vahyi görmezden gelen ve ona kulaklarını tıkayanlar için orta-çağ kapkara bir çağ olarak kalmıştır. Ne zaman ki Allah’tan, vahiyden ve din’den uzak kalınmışsa ve hesâba katılmamışsa, o çağ mecbûren “karanlık” olmuştur-olur. İsterse her-yer sûnî ışıklarla ışıklandırılmış olsun yine de fark etmez. Çünkü kâlpler, gönüller, zihinler, niyetler, amel ve eylemler karanlık ise, tüm Dünyâ karanlıklar içinde kalmış demektir. Vahyin merkezde olmadığı her yer cehâlet, bâtıl, çirkeflik ve koyu bir karanlık içinde kalmaya mahkûmdur.

 

Batı, orta-çağda zifiri olmasa da bir karanlık içinde yaşıyordu. Çünkü merkeze vahyi değil, verilen tâvizlerle ortaya çıkmış olan bir din ve inanışa göre yaşıyordu. Bu onun hem aydınlanmasına hem de çevresini aydınlatmasına engel oluyordu. Bu yüzden batı’lıların “karanlık” dediği orta-çağ, kendi-kendilerini bıraktıkları bir karanlıktır. Batı’lıların öne sürdükleri karanlık çağ, sâdece kendileri için geçerli olması gerekirken, Modernizm ile birlikte kendi kültürlerini ve kabûllerini tüm Dünyâ’ya yaydıkları ve kabûl ettirdikleri için, artık herkes orta-çağı karanlık bir çağ olarak görmeye başlamış, sonuçta da orta-çağa hâkim olan din/vahiy-merkezli dünyâ-görüşünü “geri ve karanlık” olarak fişlemiş ve kabûl etmiştir-etmektedir. Bu düşünceye “müslümanım” diyenlerin katılması ise ancak cehâlet ve ahmaklıkla açıklanabilir.

    

Evet; Allah’tan, vahiyden ve din’den kopan batı-aklı, insanlığı “orta-çağın karanlığı”ndan “modern-çağın karanlığı”na getirmiştir. Bir karanlıktan başka bir karanlığa taşımıştır ki, bu yeni karanlık çağ, daha önceki karanlık çağlar gibi de değildir. Çünkü önceki “karanlık” denilen çağlar “sâdece karanlık” iken, Modern çağ denilen, şeytan, nefs ve tâğut-merkezli çağ ise kapkara ve zifiri karanlık bir çağdır. Bakmayın siz her yerin sûnî aydınlatıcılarla aydınlatıldığına, eğer tüm Dünyâ mekânı ışıl-ışıl aydınlatılsa ama insanların iç-âlemleri karanlıktaysa o çağ iç-âlemlerin karanlığı ölçüsünde karanlıktır. İç-âlemler ne kadar karanlıksa Dünyâ da o oranda karanlıktır. İnsanlık târihinde -modern çağda olduğu gibi- iç-âlemlerin bu derece karardığı bir dönem olmadığına göre, insanlık târihinde en koyu karanlık çağ Aydınlanma süreciyle başlayan modern çağdır. Öyle ki tünelin sonunda herhangi bir ışık-hüzmesi bile gözükmemektedir.

 

Batı’nın karanlık dediği orta-çağ, hristiyanların pagan Roma’ya karşı tâvizler verdiği ve “ictihad kapısını kapattığı” zamanlardır. Orta-çağ karanlığı denen karanlık, İslâm ve doğu coğrafyasının değil, Avrupa coğrafyasının karanlığıdır. Fakat aslında Avrupa bile orta-çağda, modern çağda olduğu kadar “karanlık” değildi. Karanlık orta-çağ, karanlık modern çağ kadar “karanlık” değildir. Orta-çağ felsefesi, modern çağ felsefesine göre daha tutarlıdır. Mîmâri daha çarpıcı ve göz-alıcıdır. Her-şey doğal, insanlar da daha doğru ve düzgündür. Çünkü hem Allah’a hem de birbirlerine karşı daha insancıldırlar. Sosyâl, kültürel, sanatsal, âilevî, dînî vs. modern çağa kıyasla her yönden daha aydınlık bir dönemdi orta-çağ.

 

Aydınlanma deyince aydınlanılmış falan olunmuyor. Avrupa’nın çok övündüğü Rönesans-Aydınlanma-Sanâyileşme ve Modernite gibi -sözde- zirve çağlar, insanların köle olarak alınıp-satıldığı dönemlerdi. Modern çağın hem çıkış noktası hem de varış noktası ahlâkî değildir.

 

Rönesans, Aydınlanma, Sanâyileşme ve Modernizm ile birlikte Avrupa’lı insanın zihniyeti, tavırları ve davranışları değişmeye başladı. Aydınlanma  denilen süreç, Avrupa’lı insanın yönünü ve eksenini bozdu ve zihniyetlerini değiştirdi. Dinsizleşti, şeriattan koptu ve dünyevileşerek maddeye kilitlendi. Rûhu ve kâlbi iptâl ederek bedene tapmaya başladı.

 

Aydınlanma denilen çağ, “dinden kurtulma çağı”dır. Dînin hâkim ve belirleyici olduğu orta-çağa düşmanlık ve onu karanlık olarak görmek bu nedenledir. Aslında karanlık olarak gördükleri şey belli bir dönemi kapsayan çağ değil, dînin kendisidir. Orta-çağdan kurtulmak “din’den kurtulmak”tır. Böylece şeytan ve tâğutların etkisiyle nefisler serbest kalmış ve alabildiğine kışkırtılmıştır. Bu da modern insanın çok hoşuna gitmiştir-gidiyor. Zîrâ nefisler alabildiğine kışkırtılmayı, haz ve zevk içinde olmayı ister. Buna engel olan en önemli hattâ tek etken olan din orta-çağa hapsedilince, artık insanlar keyiflerine göre yaşamaya alışmış, bu keyfe engel olabilecek olan dîni ve dînin hâkim olduğu orta-çağı ötekileştirerek ona “karanlık çağ” demeye başlamıştır. Bu fişlemeyi yapınca ve insanlar da bunu kabûl edince artık herkes, “orta-çağın karanlığına mı dönelim” gibi laflar etmeye başlamıştır. Din deyince hemen orta-çağ akıllarına gelmektedir ve dîni, orta-çağın efsâneleri olarak görmeye başlamışlardır. Tabi bunu, -her ne kadar farkında olmasalar da- meftûn ve râm oldukları modern çağın koyu karanlığının tam ortasındayken söylemektedirler.    

 

Ortaçağ; İslam medeniyeti bakımından olduğu gibi, Türk târihi bakımından da en şâşâlı devirdir. Orta-çağ müslümanlar için karanlık falan değildir. Araplar, Îranlılar ve Türkler başta olmak üzere müslümanlar için zinhar karanlık bir çağ değildir.

 

Fâtih Sultan Mehmet ile birlikte orta-çağ bitti ve yeni bir çağ başladı. Fakat bu, Türkler için aynı-zamanda yozlaşmanın da başladığı târihtir. Zîrâ yozlaşma sarayda (merkezde) başlar ve genele yayılır.

 

Kur’ân orta-çağda inmedi mi?. Peygamberimiz ve o’nunla birlikte olanlar o üstün mücâdelelerini orta-çağ denilen zamanda yapmadı mı?. İslâm yada müslümanlar neredeyse tüm Dünyâ’ya orta-çağda hâkim olmadı mı?. Tüm insanlığa yeni-yeniden bir yön veren İslâm orta-çağda tamamlanıp da yayılmadı mı?. Hadi modernitenin kulu-kölesi olmuş olan Allahsız-dinsiz insanları anlıyoruz fakat müslümanlara ne oluyor da onlar da İslâm’ın nûruyla aydınlanan zamâna “karanlık” diyorlar?. Kur’ân’ın indiği çağ nasıl karanlık olabilir?. Adâletin, eşitliğin, hakkın, hakîkatin ve tevhidin hâkim olduğu bir çağ nasıl olur da karanlık olabilir yada siz bu çağa karanlık diyebilirsiniz?!.

 

Hakkında bir bilgileri bile olmamasına rağmen orta-çağ öyle bir kötüleniyor ve lânetleniyor ki, sanırsınız ki Allah bile sanki orta-çağdan nefret ediyor da modern çağı çok beğeniyor ve de ondan râzıdır. Peki Allah modern dünyâdan ve yaşanan modern yeni çağdan râzı mıdır?. Bunu en azından müslümanlar sormalı değil midir?. Allah’ın yasakladığı, haram, günah, ayıp ve suç olarak belirlediği her-şey en yoğun şekilde modern çağda işlenip dururken Allah modern çağdan nasıl râzı olabilir ki?. Peki Allah’ın, insanlar içinden en ahlâklı olanını seçerek o’na vahiy indirdiği ve temâsa geçtiği insan eli ile İslâm’ı yeniden hâkim hayat-nizâmı yaptığı orta-çağdan nefret etmesi nasıl mümkün olabilir?. Allah vahyini indirdiği dönemden mi râzı olacak, yoksa vahyinin hiç kâle alınmayarak inkâr edildiği “modern” denen bir çağdan mı râzı olacak?. Aklı başında olanlar için bu sorunun cevâbı çok açıktır.

 

Tabi orta-çağda da adâletsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, şirk, küfür ve zulüm yapılmıştır. Nice yanlış, çirkin ve zararlı düşünceler açığa çıkmış, nice câhillikler işlenmiş, nice şeytânî fikirler-düşünceler ortaya atılmıştır. Sünnetullah ve imtihan gereğince bunların Dünyâ’da sıfıra indirilmesi mümkün de değildir. Fakat orta-çağ hem batı’lılar için sanıldığı kadar karanlık değildir, hem de müslümanlar için karanlık değildir ve bilakis apaydınlık bir çağdır. Zîrâ orta-çağ, vahyin nûrunun Dünyâ’yı aydınlattığı ve İslâm’ın Dünyâ’ya hâkim olduğu bir çağdır. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2023

 

Devamını Oku »