21 Mart 2023 Salı

Yoldaki Güzellikler ve Çirkinlikler

 

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

 

Dünyâ’daki zulmün ve kötü durumun nedeni, müstekbirlerin iktidarlarını ne olursa-olursa mutlakâ sürdürme isteğidir ve bunu sürdürebilmelerinin olmazsa-olmazı da “müslümanların duyarsızlığı”dır. Bu duyarsızlık nedeniyle insanların çoğu zulüm altında yaşamak zorunda kalıyor. Yaşanan zulüm yüzünden Dünyâ hiç-bir zaman bir barış ve huzûr yurdu olamıyor. Bu durum sâdece peygamberler ile birlikte onların zamânında değişmiş ve Dünyâ farklı bir kulvara girmiştir. Hak yeniden hâkim olduğunda müstekbirler yer-altına çekilmek zorunda kalmıştır. İşte böyle zamanlarda hak-hakîkat-huzûr net bir şekilde açığa çıkmıştır.

 

Müslümanlar, cihangir devletlerini ve hâkimiyetlerini kaybettikleri son 200-250 yıldır, işi tersine çevirme süreçlerini denemişler ama başaramayınca ve “artık geri dönüş olmaz” zannedince, nihâyet demokrasinin, lâikliğin, kapitâlist-liberâl-seküler sistemin Dünyâ’ya hâkim olmasıyla birlikte amel-eylemden kopuk bir yola girmişlerdir. Son 200 yılda büyük bir düşüş yaşayan müslümanlar bunun nedeni olarak “vahyin idrâkinden ve kılavuzluğundan uzaklaşılmış ve sapılmış olduğu” haklı ve doğru olarak tespitini yaptılar. “Kur’ân’ın bilinci ve Sünnet’in eyleminden uzaklaşılınca, müslümanlar yöneticiyken “yönetilen” durumuna düşmüştür” tespitini doğru olarak yaptılar. Bu konuda haklıydılar ve hızla vahyi okuma-anlama yoluna girdiler. Zâten o anda başka yapacak bir şey yoktu yada bir şeyler yapmaya -Sünnet’i de göz-önüne aldığımızda- böyle başlanırdı. Tabi işin sâdece ilmî ve teorik yönüne dönme düşüncesi çok abartılınca, pratik alanın daralması ve sonuçta da müslümanların pratiklikten uzaklaşması kaçınılmaz oldu-oluyor.

 

O günden sonra müslümanlar Kur’ân’a yöneldiler ve onu okuyup anlama yoluna girdiler. Gerçekten bu yolda çok yoğun çalışmalar yaptılar ve yapıyorlar. Bu konuda konuşmalar, yazılar, kitaplar vs. yoğun bir şekilde yapıldı ve yapılıyor. Fakat bu süreçte iki yanlış ortaya çıktı. Bunlardan birincisi, “Kur’ân’a aşırı yoğunlaşınca, Sünnet’i yâni Peygamber’in “güzel örnekliğini” ilk başta göz-ardı ettiler, sonra da büyük oranda tümden gereksiz ve yok sayıp inkâr etmeye başladılar ki bunda “uydurma hadis” ve rivâyetlerin payı çok büyüktü. Hâlbuki Sünnet “Kur’ân’ın hayattaki uygulama yöntemi”ydi ki bu yine Kur’ân’ın kılavuzluğunda ve denetiminde yapılmıştı. Artık Sünnet ve sahih de olsa hadisler ve de1.400 yıllık iyi güzel çalışmaların toplandığı külliyatlar tümden inkâr edilince, Kur’ân’a bir ansiklopedi gibi davranılmaya ve her-şeyi onda aramaya başladılar. Kur’ân tabî ki temel olarak her-şeyin kendisinde bulunacağı yada bulmak için yol gösterici bir Kitap’tır ve samîmi  okuyucusuna her konuda bir ışık tutup yol gösterebilir. Fakat Kur’ân sâdece zihinlerin ve kâlplerin tatmini için gönderilmiş bir Kitap değil, aynı-zamanda hayatta uygulansın ve hattâ hayâtın her alanında hâkim olsun diye gönderilmiş bir kitaptır ki zâten peygamberler ve Peygamberimiz de bunun örnekliğini yapmıştır ki Kur’ân bu güzel örneklik”i tâkip etmemizi emreder:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

İşte bu düşünce yâni sünnetten uzaklaşmak ve nihâyet kopmak ve de onu hiç hesâba katmamak, Kur’ân’ın rûhunu idrâk etmeyi ve içselleştirmeyi blôke etti. Böylece insanlar “İslâm’ı hayâta hâkim kılmak” anlamında bir düşünceden uzaklaştı ve hattâ genel çoğunluk artık bunu yanlış ve İslâm’a aykırı bir şey gibi görmeye başladı. Zâten lâik-seküler-kapitâlist-liberâl demokrasiyle birlikte müslümanların da içi geçti ve bir şey yapacak mecâlleri kalmadı. Zîrâ gönüllerinde derman kalmadı ki dizlerinde derman olsun. Çünkü Peygamber örnekliğini hesâba katmadılar ve hattâ ona düşman oldular. Böylece ellerinde Kur’ân, oturdukları yere çakılıp kaldılar.

 

Fakat bu tüm müslümanlar için böyle değildir. Kur’ân ve Sünnet-merkezli olarak okuma, idrâk etme ve amel-eylem ortaya koyma düşüncesinde olanlar da vardır. Fakat onların çoğu, “şimdi zamânı değil” düşüncesiyle harekete geçemiyorlar. Tabî ki İslâm’ı hayâta hâkim kılma sürecinin -bir imtihan olarak- belli bir süresi vardır ve o süreçte samîmiyet, ciddiyet ve azim görülmeden ve bu bağlamda Allah’ın yardımı hak edilmeden zâten başarıya ulaşılamaz. Ama unutulan şey şudur ki, kervan bir yerden sonra biraz da yolda düzülür ve “tamamlanmış bir İslâmî hareket plânı” yapılamaz. Üstelik “hasat” da zamânında yapılmalıdır.

 

Müslümanlar karşılarındaki “teorik dik yokuş”u aşmak için çok çabaladılar ve hâlen de çabalamaktadırlar. Fakat belli bir seviyeye gelindiğinde işin rengi ve gidişât değişmesine rağmen değişmediği görülmektedir. Zâten bu yazıda bahsettiğimiz şey de bu davranışın abartılmış olması ve “yolda yapılaması gerekenler”in, “vahyi idrâk etme serüveninde olunması nedeniyle” yapılmasından vazgeçilmesi yada en azından ertelenmesi”dir.

 

Şöyle ki; müslümanlar, İslâm’ı-Kur’ân’ı idrâk yolunda epey bir mesâfe aldılar ve “cehâlet yokuşu”nu artık bir-çokları aştı. Artık o “yokuşu aşma” anlamında bir yol da ortaya çıktı. Arkadan gelenler artık o yokuşu daha kolay aşabilecektir. Artık müslümanlar cehâlet yokuşundan aşağıya doğru inmeye başlamışlar ve  düz yola kavuşmuşlardır. Yâni artık neyin ne olduğu anlaşılmıştır. Ne de olsa bu varlığın bir sınırı vardır, insanın da bir sınırı vardır ve bu nedenle de -Kur’ân da bir hayat Kitabı olduğu için- Kur’ân’ın genel olarak idrâk edilip harekete geçilmesi gereken bir sınırı vardır. Yâni Kur’ân belli bir seviyede idrâk edilince, artık idrâk ile birlikte pratiğe geçilip amel-eylem de ortaya konmaya başlanmalıdır. Çünkü Kur’ân’ın sözü Allah’ın sözüdür ve Allah’ın sözü: “Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27). O hâlde bu “idrâk denizi”nden çıkmadan ve idrâki son nefese kadar sürdürme bilincine erdikten sonra, pratiğe geçilmeli ve amel-eylem de başlatılmalı ve sürdürülmelidir.

 

Müslümanlar belli bir idrâke ulaşmalarına ve cehâletten belli bir oranda kurtulmalarına rağmen hâlen salt idrâk yolundan vazgeçmiyorlar ve amel-eylemde bir varlık göster(e)miyorlar. İnsanların çoğunun câhilliklerini hâlen sürdürmeleri bir mâzeret olamaz, çünkü cehâlet tüm insanlarda tümden bitmez. O hâlde artık belli bir yol aldıktan ve “cehâlet yokuşu aşılıp da düzlüğe inildikten” sonra, “yoldaki güzellikler”den başka “yoldaki çirkinlikler ve çirkeflikler”le de uğraşmak ve bunları düzeltmek yoluna girilmelidir.

 

Müslümanlar cehâlet yokuşunu aşıp o düz yola girdikten ve hâlen idrâk-merkezli ilerlerken, sürekli olarak sâdece yoldaki güzellikleri görüyorlar ve onları vahiy-merkezli olarak yorumlayıp değerlendiriyorlar. Bu yolda güzel ve etkili tespitler ve yorumlar da yapıyorlar. “Yolun sağ tarafı” hep güzelliklerle dolu. Sol taraf ise çirkinlikle, zulümle, acıyla, ve feryât-figânla dolu. Müslümanlar o tarafa hiç bakmıyorlar. O tarafta kötülüklerin-çirkinliklerin olduğunu görmezden geliyorlar. Hâlbuki gözlerin ucundan gözüküyor bu çirkinlikler. Fakat yine de o “sonsuz ve düz idrâk yolu”nda yürümeye devâm ediyorlar.

 

Evet o “idrâk yolu” sonsuz bir yoldur. Hiç-bir zaman sonu gelmez. Zîrâ Allah’ın ilminin bir sonu yoktur. Ne kadar uğraşırsanız-uğraşın o yolun sonuna ulaşamazsınız. Zâten Allah da o yolun sonuna ulaşmamızı değil, o yolda bilinçli bir şekilde giderken, çirkinlikleri de kaldırmamızı ve yok etmememizi istiyor. Zâten ciddiyet ve samîmiyet de ancak böylece ortaya konabilecektir. Ne kadar uğraşırsanız-uğraşın şeytan kadar bilgili olamazsınız. Unutmayın ki onca bilgi şeytanı kurtaramamıştır ve şeytanı “şeytan” yapan şey onca bilgisine rağmen âlemlerin rabbi olan Allah’ın apaçık emrine rağmen secde etmeyişi idi. Yâni yapılması gerekeni yapmayışı idi. Belli bir bilgiye rağmen Allah’ın emrini yerine getirmemek kişiyi şeytanlaştırıyor demek ki. O hâlde o düz yolda daha ne kadar yürüyeceksiniz ve ne zaman sol taraftaki çirkinliklerle de ilgilenmeye başlayacaksınız ey müslümanlar!. Yol sâdece sağ taraftaki güzelliklerden ibâret değil ki. Yolun bir de sol tarafı var ve sol taraf çirkinlikler, zulümler ve acıyla dolu. Şirk ve küfürle dolu. Şirkin ve küfrün olduğu yerde mutlakâ zulüm de olacağı için, sol taraftan sürekli olarak iniltiler ve feryatlar geliyor. “Bir yardım eden yok mu” sesleri yükseliyor ve gökleri deliyor. Sağ taraftaki çiçek-böcek ile mest olup meşk etmek nereye kadar?. Yolun diğer tarafına gözleri ve kulakları tıkamak nereye kadar?!. Yolun neresinden sonra adâletsizliğe ve zulme eleştiri, îtirâz ve isyân başlayacak ve neresinden sonra harekete geçilecek?.

 

Dünyâ yan gelip yatma ve sürekli olarak keyif sürme yeri değildir.  Müslüman için Dünyâ bir imtihan alanıdır. Her ne kadar bize Dünyâ’da da helâlinden olmak şartıyla yiyip-içme hakkı verilmişse de, imtihan ve âhiret bilinciyle yaşayanlar için Dünyâ “gelip-geçici bir imtihan yurdu”dur ve o sonsuz nîmet diyârı Dünyâ değil, Allah’ın rızâsını kazanacaklar için hazırlanmış olan cennettir. O hâlde Dünyâ’da sonsuz bir yaşama düşüncesinden ve o düz yolda sonsuza kadar yada ölüme kadar hep sağ tarafa bakarak yürümek doğru değildir. Hem sağ tarafa hem de sol tarafa bakılarak gidilecek ve hem sağ tarafın hem de sol tarafın hakkı verilecektir. Yol, iki taraflı düzeltilecek ve îmâr edilecektir. Tabi bu yolda iki tarafa da bakarak yürümenin bir bedeli vardır ve bu bedel elbette ağırdır. Zîrâ bu yol “imtihan yolu”dur. Sonu gözükmeyen bu yolun sonunu getiremeyeceğimizi bilerek ve bu yolda Allah için neler yapabileceğimizin bilincinde olarak idrâk ve amel-eylem yolunda olmak şarttır. Çünkü biz bildiklerimizden ziyâde yaptıklarımızdan yada yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan sorulacağız.

 

Allah bu yolda nasıl bir tavır takınacağımızı öğretir ve o yolda en doğru şekilde nasıl gidileceğinin haber verir:

 

“Ey îman edenler!, sizi acı bir azapdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur. Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 10-13).

 

O hâlde namazı bitirdiğimizde nasıl ki hem sağımıza hem de solumuza selam veriyorsak, yolda giderken de hem sağımıza hem de solumuza selam verip iki tarafı da selâmete çıkarmak için çalışmamız gerekir. Zîrâ imânın sağlamlığı ancak bu şekilde ölçülür ve îmânın sağlaması ancak bu şekilde yapılır. Ne diyordu Peygamberimiz:

 

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şâyet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kâlbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu îmânın en zayıf derecesidir”  (Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2019

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder