“Size ne oluyor ki, Allah
yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından
bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen
erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Dünyâ’daki zulmün ve kötü
durumun nedeni, müstekbirlerin iktidarlarını ne olursa-olursa mutlakâ sürdürme
isteğidir ve bunu sürdürebilmelerinin olmazsa-olmazı da “müslümanların
duyarsızlığı”dır. Bu duyarsızlık nedeniyle insanların çoğu zulüm altında
yaşamak zorunda kalıyor. Yaşanan zulüm yüzünden Dünyâ hiç-bir zaman bir barış
ve huzûr yurdu olamıyor. Bu durum sâdece peygamberler ile birlikte onların
zamânında değişmiş ve Dünyâ farklı bir kulvara girmiştir. Hak yeniden hâkim
olduğunda müstekbirler yer-altına çekilmek zorunda kalmıştır. İşte böyle
zamanlarda hak-hakîkat-huzûr net bir şekilde açığa çıkmıştır.
Müslümanlar, cihangir
devletlerini ve hâkimiyetlerini kaybettikleri son 200-250 yıldır, işi tersine çevirme
süreçlerini denemişler ama başaramayınca ve “artık geri dönüş olmaz”
zannedince, nihâyet demokrasinin, lâikliğin, kapitâlist-liberâl-seküler sistemin
Dünyâ’ya hâkim olmasıyla birlikte amel-eylemden kopuk bir yola girmişlerdir.
Son 200 yılda büyük bir düşüş yaşayan müslümanlar bunun nedeni olarak “vahyin
idrâkinden ve kılavuzluğundan uzaklaşılmış ve sapılmış olduğu” haklı ve doğru olarak
tespitini yaptılar. “Kur’ân’ın bilinci ve Sünnet’in eyleminden uzaklaşılınca,
müslümanlar yöneticiyken “yönetilen” durumuna düşmüştür” tespitini doğru olarak
yaptılar. Bu konuda haklıydılar ve hızla vahyi okuma-anlama yoluna girdiler. Zâten
o anda başka yapacak bir şey yoktu yada bir şeyler yapmaya -Sünnet’i de göz-önüne
aldığımızda- böyle başlanırdı. Tabi işin sâdece ilmî ve teorik yönüne dönme
düşüncesi çok abartılınca, pratik alanın daralması ve sonuçta da müslümanların
pratiklikten uzaklaşması kaçınılmaz oldu-oluyor.
O günden sonra müslümanlar
Kur’ân’a yöneldiler ve onu okuyup anlama yoluna girdiler. Gerçekten bu yolda
çok yoğun çalışmalar yaptılar ve yapıyorlar. Bu konuda konuşmalar, yazılar,
kitaplar vs. yoğun bir şekilde yapıldı ve yapılıyor. Fakat bu süreçte iki
yanlış ortaya çıktı. Bunlardan birincisi, “Kur’ân’a aşırı yoğunlaşınca, Sünnet’i
yâni Peygamber’in “güzel örnekliğini” ilk başta göz-ardı ettiler, sonra da büyük
oranda tümden gereksiz ve yok sayıp inkâr etmeye başladılar ki bunda “uydurma
hadis” ve rivâyetlerin payı çok büyüktü. Hâlbuki Sünnet “Kur’ân’ın hayattaki
uygulama yöntemi”ydi ki bu yine Kur’ân’ın kılavuzluğunda ve denetiminde
yapılmıştı. Artık Sünnet ve sahih de olsa hadisler ve de1.400 yıllık iyi güzel
çalışmaların toplandığı külliyatlar tümden inkâr edilince, Kur’ân’a bir ansiklopedi
gibi davranılmaya ve her-şeyi onda aramaya başladılar. Kur’ân tabî ki temel
olarak her-şeyin kendisinde bulunacağı yada bulmak için yol gösterici bir Kitap’tır
ve samîmi okuyucusuna her konuda bir
ışık tutup yol gösterebilir. Fakat Kur’ân sâdece zihinlerin ve kâlplerin
tatmini için gönderilmiş bir Kitap değil, aynı-zamanda hayatta uygulansın ve
hattâ hayâtın her alanında hâkim olsun diye gönderilmiş bir kitaptır ki zâten
peygamberler ve Peygamberimiz de bunun örnekliğini yapmıştır ki Kur’ân bu güzel
örneklik”i tâkip etmemizi emreder:
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü
umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’
vardır” (Ahzâb 21).
İşte bu düşünce yâni
sünnetten uzaklaşmak ve nihâyet kopmak ve de onu hiç hesâba katmamak, Kur’ân’ın
rûhunu idrâk etmeyi ve içselleştirmeyi blôke etti. Böylece insanlar “İslâm’ı hayâta
hâkim kılmak” anlamında bir düşünceden uzaklaştı ve hattâ genel çoğunluk artık
bunu yanlış ve İslâm’a aykırı bir şey gibi görmeye başladı. Zâten
lâik-seküler-kapitâlist-liberâl demokrasiyle birlikte müslümanların da içi
geçti ve bir şey yapacak mecâlleri kalmadı. Zîrâ gönüllerinde derman kalmadı ki
dizlerinde derman olsun. Çünkü Peygamber örnekliğini hesâba katmadılar ve hattâ
ona düşman oldular. Böylece ellerinde Kur’ân, oturdukları yere çakılıp
kaldılar.
Fakat bu tüm müslümanlar
için böyle değildir. Kur’ân ve Sünnet-merkezli olarak okuma, idrâk etme ve
amel-eylem ortaya koyma düşüncesinde olanlar da vardır. Fakat onların çoğu, “şimdi
zamânı değil” düşüncesiyle harekete geçemiyorlar. Tabî ki İslâm’ı hayâta hâkim
kılma sürecinin -bir imtihan olarak- belli bir süresi vardır ve o süreçte samîmiyet,
ciddiyet ve azim görülmeden ve bu bağlamda Allah’ın yardımı hak edilmeden zâten
başarıya ulaşılamaz. Ama unutulan şey şudur ki, kervan bir yerden sonra biraz
da yolda düzülür ve “tamamlanmış bir İslâmî hareket plânı” yapılamaz. Üstelik “hasat”
da zamânında yapılmalıdır.
Müslümanlar karşılarındaki “teorik
dik yokuş”u aşmak için çok çabaladılar ve hâlen de çabalamaktadırlar. Fakat
belli bir seviyeye gelindiğinde işin rengi ve gidişât değişmesine rağmen
değişmediği görülmektedir. Zâten bu yazıda bahsettiğimiz şey de bu davranışın
abartılmış olması ve “yolda yapılaması gerekenler”in, “vahyi idrâk etme serüveninde
olunması nedeniyle” yapılmasından vazgeçilmesi yada en azından ertelenmesi”dir.
Şöyle ki; müslümanlar, İslâm’ı-Kur’ân’ı
idrâk yolunda epey bir mesâfe aldılar ve “cehâlet yokuşu”nu artık bir-çokları
aştı. Artık o “yokuşu aşma” anlamında bir yol da ortaya çıktı. Arkadan gelenler
artık o yokuşu daha kolay aşabilecektir. Artık müslümanlar cehâlet yokuşundan
aşağıya doğru inmeye başlamışlar ve düz
yola kavuşmuşlardır. Yâni artık neyin ne olduğu anlaşılmıştır. Ne de olsa bu
varlığın bir sınırı vardır, insanın da bir sınırı vardır ve bu nedenle de -Kur’ân
da bir hayat Kitabı olduğu için- Kur’ân’ın genel olarak idrâk edilip harekete
geçilmesi gereken bir sınırı vardır. Yâni Kur’ân belli bir seviyede idrâk edilince,
artık idrâk ile birlikte pratiğe geçilip amel-eylem de ortaya konmaya başlanmalıdır.
Çünkü Kur’ân’ın sözü Allah’ın sözüdür ve Allah’ın sözü: “Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun
ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın
kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve
hikmet sâhibidir” (Lokman 27). O hâlde
bu “idrâk denizi”nden çıkmadan ve idrâki son nefese kadar sürdürme bilincine
erdikten sonra, pratiğe geçilmeli ve amel-eylem de başlatılmalı ve sürdürülmelidir.
Müslümanlar belli bir idrâke
ulaşmalarına ve cehâletten belli bir oranda kurtulmalarına rağmen hâlen salt
idrâk yolundan vazgeçmiyorlar ve amel-eylemde bir varlık göster(e)miyorlar.
İnsanların çoğunun câhilliklerini hâlen sürdürmeleri bir mâzeret olamaz, çünkü
cehâlet tüm insanlarda tümden bitmez. O hâlde artık belli bir yol aldıktan ve
“cehâlet yokuşu aşılıp da düzlüğe inildikten” sonra, “yoldaki güzellikler”den
başka “yoldaki çirkinlikler ve çirkeflikler”le de uğraşmak ve bunları düzeltmek
yoluna girilmelidir.
Müslümanlar cehâlet yokuşunu
aşıp o düz yola girdikten ve hâlen idrâk-merkezli ilerlerken, sürekli olarak
sâdece yoldaki güzellikleri görüyorlar ve onları vahiy-merkezli olarak
yorumlayıp değerlendiriyorlar. Bu yolda güzel ve etkili tespitler ve yorumlar da
yapıyorlar. “Yolun sağ tarafı” hep güzelliklerle dolu. Sol taraf ise çirkinlikle,
zulümle, acıyla, ve feryât-figânla dolu. Müslümanlar o tarafa hiç bakmıyorlar.
O tarafta kötülüklerin-çirkinliklerin olduğunu görmezden geliyorlar. Hâlbuki
gözlerin ucundan gözüküyor bu çirkinlikler. Fakat yine de o “sonsuz ve düz idrâk
yolu”nda yürümeye devâm ediyorlar.
Evet o “idrâk yolu” sonsuz
bir yoldur. Hiç-bir zaman sonu gelmez. Zîrâ Allah’ın ilminin bir sonu yoktur.
Ne kadar uğraşırsanız-uğraşın o yolun sonuna ulaşamazsınız. Zâten Allah da o
yolun sonuna ulaşmamızı değil, o yolda bilinçli bir şekilde giderken, çirkinlikleri
de kaldırmamızı ve yok etmememizi istiyor. Zâten ciddiyet ve samîmiyet de ancak
böylece ortaya konabilecektir. Ne kadar uğraşırsanız-uğraşın şeytan kadar
bilgili olamazsınız. Unutmayın ki onca bilgi şeytanı kurtaramamıştır ve şeytanı
“şeytan” yapan şey onca bilgisine rağmen âlemlerin rabbi olan Allah’ın apaçık
emrine rağmen secde etmeyişi idi. Yâni yapılması gerekeni yapmayışı idi. Belli
bir bilgiye rağmen Allah’ın emrini yerine getirmemek kişiyi şeytanlaştırıyor demek
ki. O hâlde o düz yolda daha ne kadar yürüyeceksiniz ve ne zaman sol taraftaki
çirkinliklerle de ilgilenmeye başlayacaksınız ey müslümanlar!. Yol sâdece sağ
taraftaki güzelliklerden ibâret değil ki. Yolun bir de sol tarafı var ve sol taraf
çirkinlikler, zulümler ve acıyla dolu. Şirk ve küfürle dolu. Şirkin ve küfrün
olduğu yerde mutlakâ zulüm de olacağı için, sol taraftan sürekli olarak iniltiler
ve feryatlar geliyor. “Bir yardım eden yok mu” sesleri yükseliyor ve gökleri
deliyor. Sağ taraftaki çiçek-böcek ile mest olup meşk etmek nereye kadar?.
Yolun diğer tarafına gözleri ve kulakları tıkamak nereye kadar?!. Yolun
neresinden sonra adâletsizliğe ve zulme eleştiri, îtirâz ve isyân başlayacak ve
neresinden sonra harekete geçilecek?.
Dünyâ yan gelip yatma ve sürekli
olarak keyif sürme yeri değildir. Müslüman
için Dünyâ bir imtihan alanıdır. Her ne kadar bize Dünyâ’da da helâlinden olmak
şartıyla yiyip-içme hakkı verilmişse de, imtihan ve âhiret bilinciyle yaşayanlar
için Dünyâ “gelip-geçici bir imtihan yurdu”dur ve o sonsuz nîmet diyârı Dünyâ
değil, Allah’ın rızâsını kazanacaklar için hazırlanmış olan cennettir. O hâlde
Dünyâ’da sonsuz bir yaşama düşüncesinden ve o düz yolda sonsuza kadar yada
ölüme kadar hep sağ tarafa bakarak yürümek doğru değildir. Hem sağ tarafa hem de
sol tarafa bakılarak gidilecek ve hem sağ tarafın hem de sol tarafın hakkı
verilecektir. Yol, iki taraflı düzeltilecek ve îmâr edilecektir. Tabi bu yolda iki
tarafa da bakarak yürümenin bir bedeli vardır ve bu bedel elbette ağırdır. Zîrâ
bu yol “imtihan yolu”dur. Sonu gözükmeyen bu yolun sonunu getiremeyeceğimizi
bilerek ve bu yolda Allah için neler yapabileceğimizin bilincinde olarak idrâk ve
amel-eylem yolunda olmak şarttır. Çünkü biz bildiklerimizden ziyâde yaptıklarımızdan
yada yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan sorulacağız.
Allah bu yolda nasıl bir
tavır takınacağımızı öğretir ve o yolda en doğru şekilde nasıl gidileceğinin
haber verir:
“Ey îman edenler!, sizi
acı bir azapdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve
Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad
edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve
kurtuluş’ budur. Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan
‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 10-13).
O hâlde namazı
bitirdiğimizde nasıl ki hem sağımıza hem de solumuza selam veriyorsak, yolda
giderken de hem sağımıza hem de solumuza selam verip iki tarafı da selâmete
çıkarmak için çalışmamız gerekir. Zîrâ imânın sağlamlığı ancak bu şekilde
ölçülür ve îmânın sağlaması ancak bu şekilde yapılır. Ne diyordu Peygamberimiz:
“Kim
bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şâyet eliyle değiştirmeye gücü
yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kâlbiyle
düzeltme cihetine gitsin ki, bu îmânın en zayıf derecesidir” (Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî,
Îmân 17).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder