11 Mart 2023 Cumartesi

Görelilik (İzâfiyet)

 

“… Sen, Allah’ın sünnetinde (yasa-kânun) kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın” (Fâtır 43).

 

Görelilik: “Vârolabilmek veyâ belirlenebilmek için bağıntı yolu ile başka bir şeye bağlı bulunma durumu, bağıntılılık, rölativite, izâfilik, nisbî” anlamındadır.

 

1920’li yıllarda şöyle deniyordu: “Mutlak bir zaman ve uzay kavramı geçersizdir, hareket ise eğriseldir. Filozofların dedikleri gibi; Dünyâ ve Dünyâ’daki her-şey görecelidir”. 1920’li yılların başında insanlar göreceliliğe inanmaya başladı. Hiç-bir şey herkes için aynı değildir. Hiç-bir şeyin mutlak olmayışı düşüncesi çok popüler oldu. Rölativite, yanlış ama kaçınılmaz bir biçimde rölativizme kapı açtı. Eğer zaman ve uzay göreceli ise, iyi, kötü, bilgi, değerler ve etik gibi kavramlar da göreceli olamaz mıydı?. Modern insan bu soruyu sormakta gecikmedi. Tabi cevâbı hemen arkasında geldi: “Tabî ki görecelidir. Kesin bir şey yoktur. Sen nasıl görüyorsan ve kabûl ediyorsan o şey öyledir”. Einstein, Marx, Freud vs. hepsi de aynı şeyi savundular: “Dünyâ göründüğü gibi değildir. Duyular güvenilir değildir ve bütün değer ölçümleri görecelidir”.

 

Modernizm bir “görelilik-izâfiyet uygarlığı”dır. Hele ki post-modernizmde izâfiyet-görelilik denen şey, ideoloji ve din hâline gelmiştir. Modernizm, post-modernizm ve bunlara bağlı ideolojiler olan demokrasi, lâiklik, kapitâlizm, liberâlizm ve emperyâlizm denen ideolojilerin beslendiği yer izâfiyettir. Çünkü modern sistem, “eski olan”dan nefret eder ve sürekli olarak yeniyi ister ve savunur. Modernizme bir-önceki her zaman kötüdür. “Yeni olana göre” kötüdür. Dolayısı ile modernizm, eskiye “göre” yeniyi “daha iyi” tabelasıyla öne çıkarır. Fakat “en yeni” olan da, kısa bir süre sonra “nefret edilen eski”lerden biri olur. O hâlde modernizm, “yeniye göre olan” demektir. Modernizmde kıyas her zaman, o şey aslında (kötü-çirkin-yanlış-zararlı da olsa) “yeniye göre” yapılır. Yeniye göre yapılınca, eski olan kötülenmek zorundadır ve aslında eskinin kötülenmesi düşüncesi, “kadim olan”ın yâni dinlerin, dolayısıyla “Allah’a göre olan”ların kötülenmesidir. Çünkü “Allah’a göre” olunca “modern olan” hayâtiyet bulamaz. Zîrâ modern olan, eskiden nefret ettiği gibi, yeniye de tapar. 

 

Peki, modernizm eskiyi neden sevmez?. Çünkü eski; doğal, normâl ve fıtrîdir. Fıtrî olunca herkesin -genel anlamda- düşünme, söyleme, yeme-içme-giyinme, amel ve eylemde bulunma vs. her-şeyi aynı yada benzerdir. İşte bu, modernizm için “ölüm” demektir. Çünkü modernizm, “farklı olma arzusu”ndan beslenir. Eski; doğaldır, normâldir, fıtrîdir. Böyle olunca da “ona göre” “buna göre” olmaz. Modern öncesinde, “kişilere göre” değil, “ilâhi olana”, “vahyî olana” göre bir belirleme vardır. Tüm toplumlar çeşitli kültürlerde olsalar da, ilâhi olana değer verdiklerinden dolayı benzer düşünce, görüş, fikir, amel-eylem-davranış vs. sergilerler. İlâhi olan “vahye göre” olur ki aslında en doğrusu da budur. Eskiden tüm toplumlar vahye göre belirleme ve sağlama yaptıklarından dolayı, tüm dünyâ insanları benzer yargılara ve sonuçlara varırlardı. Bunun tek istisnâsı ise, vahyin tahrif edilmesine neden olan putperest şirk inançlarıdır. Şirk, doğal-normâl-fıtrî olan vahiy-merkezliliğe bir baş-kaldırıdır ve bu zâten nedenle “Allah’ın affetmeyeceği tek günah”tır. Çünkü şirk durduğu yerde durmaz ve tüm Dünyâ’yı yâni insanlar, hayvanlar ve bitkiler olmak üzere her-şeyi ifsâd edebilir. Şirk, “sınırsız şirki” doğurur. Görelilik de, “ilâhi olan”, “vahye göre olan”dan, “nefse uygun olarak”, “putlara göre olan”a kaymakla başlar ve ifsâd açığa çıkar.

 

Peygamberlerin gönderilme sebebi, ilâhi yâni hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik merkezli olanı, şirk merkezli olana çevirmiş olanlarla mücâdele etmek ve izâfileşeni tekrar ilâhileştirmek ve normâle çevirmektir. Vahiyler sürekli olarak bu mesajı verir. İnsanlık târihi, ilah-merkezli olana karşı beşer ve madde-merkezli olanın yâni “neye göre olacağı”nın târihidir. Vahiyler ve peygamberler, “Allah’a göre olması” yâni her-şeyin Allah’a izâfe edilmesini, “Allah’a göre olmasını” söylerken; şeytan ve tâğutlar ise, beşerî ve maddî olana göre olması yâni bir şeyin beşere ve maddeye izâfe edilmesi gerektiğini savunur.

 

Modernizm bambaşka bir şirk şeklidir ki “sınırsız şirk”tir. Her-şeyle çok farklı şekillerde şirke düşülür. Her-şey her-şeyle izâfileştirilir yâni her-şey her-şeye göre değerlendirilir ve sonuçta her-şey ideâlleştirilerek ilahlaştırılır. Modernizmde insan göreliliğin kaynağıdır. “İnsana göre”lik vardır. Bir şeyin doğruluğu yada yanlışlı, başka bir kişiye, başka bir maddî eşyâya göre kıyaslanır ve karşılaştırılır. Fakat ilâhi olanla kıyaslanıp karşılaştırılmadığından dolayı hiç-bir zaman net-kesin-doğru bir sonuca ulaşılamaz ve artık herkesin “kendisine göre olan” şey “iyi” kabûl edilir. Modernizm bir sapmadır, küresel bir sapma. Modernizmde her-şey izâfidir. Kelle-başı görelilik, kelle-başı doğru-yanlış, kelle-başı din, kelle-başı şirk, kelle-başı farklı görüş vardır. Zîrâ dediğimiz gibi; bir şey Allah’a-vahye göre değil de, yine başka bir şeye göre kıyaslanır.

 

Allah’ın sözünde görelilik-izâfiyet olmadığı için, vahyin ve Paygamber’in sözünde de olmaz. O hâlde vahyin mutlak doğrularına göre hareket edildiğinde doğru hareket edilmiş olur. İlmî çalışmalar “mutlak doğru” olan “vahye göre” yapılırsa en doğru sonuçlara ulaşılır. Allah’a göre olunca bir yanılma olmaz yada insanın yanlış anlayışından kaynaklanan küçük sürçmeler dışında sorun oluşmaz ki, bu sorunların bertaraf edilmesi zor olmadığı gibi, bu yanlışlıklar insana ve diğer canlı-cansız varlığa bir zarar da vermez.

 

Güzel örneklik (Ahzâb 21) göz-ardı edildiğinde, Kur’ân’ın anlamları izâfileşir. Güzel örneklik, “en doğru anlamın pratikliği”dir. O hâlde güzel örnekliği göz-ardı ederek doğru amel ve eyleme ulaşmak mümkün değildir.

 

İzâfi olan hiç-bir zaman “mutlak” olmadığı için, mutlak ile hiç-bir zaman uyum sağlayamaz ve net-kesin bir şey de söyleyemez. Böyle olunca da, bir netsizlik ve bulanıklık ortaya çıkar. Tabi şeytan ve tâğutlar bulanık olanı çok sever, zîrâ bu bulanıklıktan beslenirler, oysa halkın çoğu için bulanıklık ve netsizlik bir felâkettir. Modernizm bir, “bulanıklık uygarlığı”dır. Hiç-bir şey net değildir.

 

Modern bilim de kesin değildir. Her zaman değişkendir, izâfidir. İzâfi olduğundan dolayı hiç-bir zaman net sonuçlar ve teoriler ortaya koyamaz. Geçici önermeler, veriler ve teorilerdir modern bilim. Modern bilim, “izâfiyet târihi”dir. Bir zaman önce doğru kabûl edilen şeyin bir zaman sonra kabûl edilmesi yobazlık olarak görülür. İlâhi olan ise mutlak doğrudur. Modern bilim ilâhi olanı kabûl etmez, çünkü ilâhi olanda bir “mutlaklık, bir kesinlik” vardır, bu kesinlik insana bir sorumluluk yükler. Modernizm ise bir “sorumsuzluk uygarlığı”dır. İşte nefis o sorumluluğu yüklenmek istemediğinden dolayı izâfi-görece olana yönelir. Çünkü izâfi olunca sorumluluk olmuyor. Çünkü izâfiyette birilerine göre sorumluluk isteyen şey, diğerine göre istemez.

 

Modern-bilim Einstein’in “izâfiyet teorileri” ile izâfiyeti dinleştirmiştir. Çünkü sünnetullahı görmezden gelmiştir. Zîrâ yazının başındaki âyette söylediğimiz gibi, sünnetullahta hiç-bir zaman hiç-bir bir değişiklik olmaz. İnsanların çeşitli farklı hareketleri ve hâlleri, o durumdayken hissettikleri, zanlarını teorileştirip dinleştirmiştir. Artık herkes çok kolay bir şekilde “bana göre”, “ona göre”, şuna göre” böyledir demeye başlamıştır. Çünkü o şekilde hissediyor yada hissetmek istiyordur. Oysa bu durum, zandan başka bir şey değildir ve zan, hakîkatten yana bir şey sağlamaz:

 

“Oysa onların bununla ilgili hiç-bir bilgileri yoktur. Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

 

Modern bilim, “kendine göre” olanı aşırı öne çıkarıp, alternatifleri, özellikle vahiy-merkezli yâni “Allah’a göre olan”ı boğmaya çalışır. Oysa “moderne göre” olanlar çelişkilerle doludur. Bir zaman önce “mutlak doğru” dediğine bir zaman sonra “mutlak yanlış” diyebilmektedir. Bu sebeple modern-bilimin verileri, her zaman “erken veriler”dir.

 

“Einstein’ın izâfiyet teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat insanların zaman algısında problem yok ki. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir süre olduğunu apriori (hiç-bir denemeye dayanmayan ve akıl yordamıyla bulunup ortaya konan) olarak biliyor.

 

Kur’ân’da izâfiyet-görelilik bulunduğunu söylüyorlar ve meselâ şu âyeti örnek gösteriyorlar:

 

“..Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir” (Hac 47).

 

Hâlbuki bu âyette bir görelilikten değil, bir hesaptan bahsediliyor. Bu âyete göre; Allah’ın katında geçen “bize göre bir gün” yâni “24 saat”, (Kur’ân bize göre konuştuğu için, 1 günü 24 saat olarak aldım) bizim katımızda geçen “bin yıl”a, yâni 24x365x1.000=8.760.000 (sekiz milyon yedi yüz altmış bin) saate eşit olur. Şimdi bu değerleri, yâni 8.760.000 saati 24 saate indirgersek, yapacağımız işlemden sonra ulaşacağımız rakam “14.20 sâlise” olacaktır. 14.20 sâliseyi de Allah kâinatı 6 günde yarattığı için 6 ile çarparsak, elde edeceğimiz rakam; “14.20x6=85.2 sâlise” = ”1.25 sâniye” olacaktır. Bu ise (Allah-u âlem) Allah’ın kâinatı yaratma süresidir. 1.25 sâniye, Allah’ın “kün” emri için yada “izin verme”si için yeterli ve ideâl bir süredir. Zâten “kudreti sonsuz” bir yaratıcı için bundan daha fazla bir süre düşünülemez. (Tabî ki Allah hiç-bir şekilde zamanla kayıtlanamaz). Allah, ortalama 1.25 sâniyelik bir süre içinde “ol” demiş ve her şey bir-anda kendini “olmuş” buluvermiştir:

 

“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol’ demesidir; o da hemen oluverir” (Yâsin 82).

 

Bu âyetler tüm kâinatın “altı gün”de (1.25 sâniyede) yaratıldığının delîli olabilir. Dünya’nın toplam 2+4=6 günde yaratılması, aslında kâinatla berâber “altı gün”de yaratılmasıdır. Bahsedilen “gün” (yevm) kelimesi ise, bildiğimiz-gördüğümüz “gün”dür. Netîcede; Allah kâinâtı, “bildiğimiz altı gün”de yaratmıştır anlamına bu şekilde ulaşılabilir.

 

Bilindiği gibi Isaac Newton, maddenin merkezinde doğal bir çekimin (gravitasyon) bulunduğunu söyler. Bu çekimin büyük kütleli maddelerde daha fazla bulunduğunu söyleyerek, çekim denen şeyi; “büyük kütleli maddelerin güçlü çekimleri, küçük kütleli maddelerin zayıf çekimlerine baskın çıkarak onları çekerler” diyerek açıklamıştır. Fakat Newton’dan yaklaşık 150 yıl sonra doğan Albert Einstein, 1916 yılında Newton Kuramı’nı, Genel İzâfiyet Teorisi ile büyük ölçüde yıkıp kendi fikrini-teorisini öne sürmüştür. Buna göre; kütle-çekimin, maddenin merkezinde doğal olarak bulunduğu sanılan çekim gücünden değil; maddelerin uzay-zamanı bükmelerinin sonucunda oluştuğunu söylemiştir. Genel Görelilik Kuramı denilen bu teoriye göre, büyük kütleli maddeler uzay-zamanı daha fazla büktükleri ve orada bir çukur açtıkları için, daha az kütleli maddeler bu eğime-çukura düşerler. Fakat bu iki teori de mutlak olarak gözlemlenemeyeceğinden dolayı ispatlanamaz. Hâlbuki kütle çekim daha basit olarak şu şekilde de açıklanabilir:

 

Tüm evren-materyâli bir döngü hâlindedir. Yâni her-şey kendi etrâfında başka şeylerin etrâfında döner. Bu döngü bilindiği gibi çeşitli hızlarda olan bir döngüdür. İşte bu döngüden dolayı yıldızların-gezegenlerin vs. etrâfında çekim oluşturan bir “alan” meydana gelir. Bu alan (her-şey döndüğü için) tüm kâinat materyâlinde oluşur. Büyük kütleli, yoğun kütleli yada hızlı dönen materyâllerde ise bu çekim-alanı daha kuvvetli olur. İşte; hangi materyâlin daha güçlü döngüsü ve dolayısıyla çekim-alanı varsa, o materyâl kendisinden daha zayıf bir alan oluşturan diğer bir materyâli kendisine doğru çeker. Yâni kütle-çekim denilen şey, maddelerin hareketleri sonucu oluşur. Hareketi-döngüsü yavaş olan, dolayısıyla çekim-alanı zayıf olan bir yıldız-gezegen ne kadar büyük olursa-olsun, kendisinden küçük de olsa daha hareketli bir materyâl tarafından çekilecektir.

 

Yada yerçekimi denen şey için; “aslında yerçekimi diye bir şey yoktur. Havadan ağır olan şeyler yere doğru düşerler” diyerek çok daha basit bir açıklama yapılabilir. Uzay materyâli ise, dönüşten kaynaklanan ivmeden dolayı düşmekten korunurlar. Döngü dursa en yakın yere doğru düşmeye başlayacaklardır. Kütle-çekim denilen şeyi bu şekilde açıklamak da mümkündür.

 

Özel izâfiyette de durum aynıdır. “Maddeye izâfiyetle” yapıldığından dolayı, yanlıştır. Varlığın Yaratıcı’sını ıskalayan ve görmezden gelen tüm sonuçlar “kesin olmayan sonuçlar” olmaya mahkûmdur. Özel İzâfiyet Teorisi’nde denildiği gibi, enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşmemiştir/dönüşemez. Bunun sâdece, “bir kurgu olan” Big-Bang Teorisi’nde olduğunu söylüyorlar. Enerjiden maddeye sözde geçişin nasıl olacağı yâni mekaniği bilinmiyor zâten. Hiç-bir zaman da bilinemeyecek. Çünkü bu mümkün bir şey değildir. Böyle bir-şey olmaz/olamaz. Enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Farklı bir madde, aynı cevherden olan farklı bir maddeye dönüşebilir sâdece. Buharın soğutulması netîcesinde buz olmaya kadar gideceği gibi. Fakat buhar da, bahsettiğimiz anlamda bir enerji değildir. Yine maddedir.

 

Maddenin içindeki enerji ise çeşitli etkilerle maddeden ayrılabilir ama madde %100, yâni tamâmen enerjiye dönüşemez. Bu nedenle de dönüşme değildir bu, ayrışmadır. Maddeyi çeşitli şekillerde hızlandırarak-ısıtarak vs. parçaladığınızda, sonuçta madde enerjiye dönüşmez, sâdece maddenin içindeki enerji, maddenin özüne kadar, “öz-madde”ye kadar ayrışıp açığa çıkar. Gerçekleşen şey sâdece, maddeye yapılan bir müdâhalede maddedeki enerjinin açığa çıkmasıdır. Yâni enerji maddenin özünden ayrılır.

 

Netîcede E=mc2 yanlış bir önermedir/yanılsamadır. Madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşmez/dönüşemez. Teoride dönüşebileceği öngörülse de, pratikte bu mümkün değildir. Büyük bir yanılsama var burada. Madde ve enerji zâten ayrı-ayrı olarak bir-anda birlikte yaratılmışlardır ve Allah’ın bildiği bir zamanda da bir-anda yok olacaklardır. Suyu ısıtınca ortaya çıkan buhar, suyun enerjiye dönmesi değil, suyun içinde mündemiç hâlde bulunan enerjinin, ısı verilerek ayrılmasıyla açığa çıkmasıdır. “Yanma” olayı için, “yanma bir ayrıştırmadır” denir. Diğer şeylerin ısıtılmasıyla olan da aynısıdır. Enerji maddenin içinde yaratılmıştır ama ayrı bir varlık olarak. Atomun içindeki proton-nötron gibi. İkisi bir-birinin dönüşümü değildir. Proton-nötron ikilisi orijinâl atom parçacıklarıdır. Madde ile enerji de böyledir. İlk başta o şekilde yaratılmışlardır. Hiç-bir şey başka bir şeye dönüşemez. Madde enerjiye dönmez/dönüşmez, içinde enerjiyi taşır sâdece. Bir etki sonucunda da madde ve enerji ayrılır ve açığa çıkar. Bu nedenle de, “bir şeyi başka bir şeye dönüştürme özlemi” olan “simyâ” ilmi boş bir ilimdir. Umut ve hayâlin sentezinden oluşmuş boş bir özlemdir ve bu konudaki fiyaskoyla netîcelenen sonuçsuz çalışmalar, bir-şeyin başka bir şeye dönüşemeyeceğinin delîlidir. Tabi bu dediklerimiz de insan ürünü düşüncelerdir. Fakat modern-bilimden farkı, düşünmenin vahyin ışığında Allah’a göre yapılmasıdır.

 

Zaman da sâbittir, izâfi değildir. Algılardır izâfi olan.

 

Bilimsel gözle bakıldığında bir izâfiyet varmış gibi görünür. Aslında bu bir yanılsamadır sâdece. Bilimsel bakış-açısıyla bakıldığında zaman ve bir-çok şey izâfî gibi görünüyor. Fakat zaman hep aynıdır, her-şey nasıl yaratıldıysa aynıdır. Bilimsel olarak farklı görülmesi ise bir yanılsamadan başak bir şey değildir. İzâfiyet, insanın algısıyla alâkalıdır. Meselâ bir şeyi nefretle yapınca bir türlü zaman geçmez. Fakat çok severek yapınca zaman akıp gider ve “zaman ne kadar çabuk geçti” denir. Lâkin aslında mevcut zaman, o kişi için de herkes için de normâlde ilerlediği gibi ilerlemiştir.

 

İzâfi-göreceli olmayan “mutlak doğru kaynak” merkeze alınmadığında, izâfi olan modern-bilim ortaya bir-çok netsizlikler çıkarır, böylece de işe şeytanı karıştırmış olur. Zîrâ şeytan sürekli olarak “netsizlik” demek olan izâfiyetten beslenir.

 

Dünyâ göreceli izâfi bir dünyâ hâline getirilmiştir. Netsizlik ve mutlaksızlık sebebiyle insan, fıtratına yabancılaşmış ve âdetâ bir köle hâline gelmiş ve getirmiştir. İzâfiyetin kölesi olmuştur modern insan.

 

İzâfi olan ne kadar modernleşirse-modernleşsin, ne kadar gelişirse-gelişsin, mutlak gerçeğin düzeyine hiç-bir zaman çıkamaz. Sonuçta insan hayâtı da geçici değişken durumlar ve şartlar altında oradan-oraya savrulur durur. Böylece Allah’ın kânunlarıyla yönetilmeyen, Allah’ın izâfi olmayan mutlak kesin kânunları yerine modern-bilimin ve modern insanın izâfi-görece kânunlarına ve modern-bilim ile at-başı giden modern ideolojilere tâbi olan insanlar Dünyâ’da zor bir hayat yaşayacakları gibi, âhirette de “kaybedenlerden” olurlar.

 

Caynizm’e göre her hüküm görecelidir. Caynistler, her hükmün başına mutlakâ; “bir açıdan, bir bakımdan” gibi, o hükümdeki izâfiyeti ve şarta bağlılığı dile getiren tâbirlere yer verilmesi gerektiğini savunurlar. Çoğulcu (plürâlist) görüş de her-şeyi göreceli görür. O yüzden de -birbirinin tam tersi bir iddiâ da olsa- herkesin düşüncesini görece kabûl eder ve “o da senin doğrun” der.   

 

İzâfi olan hiç-bir zaman istikrarlı olmaz. İstikrâr olmayınca da düzenli bir hayat olmaz. Düzensiz hayat insanları bunaltır, sürekli stres hâlinde bırakır. İzâfi hayat stres yapar.

 

Cennet stresin olmadığı yerdir. Çünkü cennet, izâfiliğin-göreceliğin olmadığı yerdir. Çünkü cennette bir belirsizlik yoktur ve her-şey apaçıktır kesindir. Aslında Dünyâ da özünde böyledir ama şeytanın uşaklığını yapan tâğutlar, Dünyâ’nın ve hattâ tüm âlemin izâfi-göreli olduğu yalanını söylerler.  

 

İzâfiyette bir güvensizlik de olduğu için, îmansızlık da vardır. Çünkü izâfi olana îman edilmez. İzâfi olana güvenilmez. Bu nedenle izâfi kuşatmanın içinde yaşayan insanlar hiç-bir şeye inanıp güvenmemeye alışmış olduklarından dolayı, artık ilâhi ve gaybî olana da inanıp güvenemezler.

 

İzâfiyet “zan” ile kuşatılmıştır. Zan ise hakîkatten bir şey sağlamaz (Necm 28).

 

Görecelik bilinemezliğe ve şüpheciliğe açılan kapıdır. “Görece” olunca “kesin olarak bilinemez” de oluyor, böyle olunca da her-şeyden şüphe edilmeye başlanıyor ve “hiç-bir şeyin hakîkat olamayacağı” düşüncesi açığa çıkıyor.

 

Görelilik yanlış, bâtıl, kötü ve zararlı olanın farklı açılardan ve farklı kişilere göre iyi ve doğru olabileceğini ileri sürerek, iyilik ve doğruluk kavramlarını bulanıklaştırmakta ve buharlaştırmaktadır. Kötülüğü güzel göstermeyi vazîfe edinmiştir.

 

Evet; görelilik “Allah’a göre” olmadığında, “her-şeye göre” olacak ve insanlar belirsizliğin girdabında boğulacaklardır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2018

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder