“… Sen, Allah’ın sünnetinde (yasa-kânun) kesinlikle
bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de
bulamazsın” (Fâtır 43).
Görelilik: “Vârolabilmek veyâ belirlenebilmek için
bağıntı yolu ile başka bir şeye bağlı bulunma durumu, bağıntılılık, rölativite,
izâfilik, nisbî” anlamındadır.
1920’li yıllarda şöyle deniyordu: “Mutlak bir zaman
ve uzay kavramı geçersizdir, hareket ise eğriseldir. Filozofların dedikleri
gibi; Dünyâ ve Dünyâ’daki her-şey görecelidir”. 1920’li yılların başında
insanlar göreceliliğe inanmaya başladı. Hiç-bir şey herkes için aynı değildir.
Hiç-bir şeyin mutlak olmayışı düşüncesi çok popüler oldu. Rölativite, yanlış
ama kaçınılmaz bir biçimde rölativizme kapı açtı. Eğer zaman ve uzay göreceli
ise, iyi, kötü, bilgi, değerler ve etik gibi kavramlar da göreceli olamaz
mıydı?. Modern insan bu soruyu sormakta gecikmedi. Tabi cevâbı hemen arkasında
geldi: “Tabî ki görecelidir. Kesin bir şey yoktur. Sen nasıl görüyorsan ve
kabûl ediyorsan o şey öyledir”. Einstein, Marx, Freud vs. hepsi de aynı şeyi
savundular: “Dünyâ göründüğü gibi değildir. Duyular güvenilir değildir ve bütün
değer ölçümleri görecelidir”.
Modernizm bir “görelilik-izâfiyet uygarlığı”dır. Hele
ki post-modernizmde izâfiyet-görelilik denen şey, ideoloji ve din hâline
gelmiştir. Modernizm, post-modernizm ve bunlara bağlı ideolojiler olan
demokrasi, lâiklik, kapitâlizm, liberâlizm ve emperyâlizm denen ideolojilerin
beslendiği yer izâfiyettir. Çünkü modern sistem, “eski olan”dan nefret eder ve
sürekli olarak yeniyi ister ve savunur. Modernizme bir-önceki her zaman
kötüdür. “Yeni olana göre” kötüdür. Dolayısı ile modernizm, eskiye “göre”
yeniyi “daha iyi” tabelasıyla öne çıkarır. Fakat “en yeni” olan da, kısa bir
süre sonra “nefret edilen eski”lerden biri olur. O hâlde modernizm, “yeniye
göre olan” demektir. Modernizmde kıyas her zaman, o şey aslında (kötü-çirkin-yanlış-zararlı
da olsa) “yeniye göre” yapılır. Yeniye göre yapılınca, eski olan kötülenmek
zorundadır ve aslında eskinin kötülenmesi düşüncesi, “kadim olan”ın yâni
dinlerin, dolayısıyla “Allah’a göre olan”ların kötülenmesidir. Çünkü “Allah’a
göre” olunca “modern olan” hayâtiyet bulamaz. Zîrâ modern olan, eskiden nefret
ettiği gibi, yeniye de tapar.
Peki, modernizm eskiyi neden sevmez?. Çünkü eski;
doğal, normâl ve fıtrîdir. Fıtrî olunca herkesin -genel anlamda- düşünme,
söyleme, yeme-içme-giyinme, amel ve eylemde bulunma vs. her-şeyi aynı yada
benzerdir. İşte bu, modernizm için “ölüm” demektir. Çünkü modernizm, “farklı
olma arzusu”ndan beslenir. Eski; doğaldır, normâldir, fıtrîdir. Böyle olunca da
“ona göre” “buna göre” olmaz. Modern öncesinde, “kişilere göre” değil, “ilâhi
olana”, “vahyî olana” göre bir belirleme vardır. Tüm toplumlar çeşitli
kültürlerde olsalar da, ilâhi olana değer verdiklerinden dolayı benzer düşünce,
görüş, fikir, amel-eylem-davranış vs. sergilerler. İlâhi olan “vahye göre” olur
ki aslında en doğrusu da budur. Eskiden tüm toplumlar vahye göre belirleme ve
sağlama yaptıklarından dolayı, tüm dünyâ insanları benzer yargılara ve sonuçlara
varırlardı. Bunun tek istisnâsı ise, vahyin tahrif edilmesine neden olan
putperest şirk inançlarıdır. Şirk, doğal-normâl-fıtrî olan vahiy-merkezliliğe
bir baş-kaldırıdır ve bu zâten nedenle “Allah’ın affetmeyeceği tek günah”tır.
Çünkü şirk durduğu yerde durmaz ve tüm Dünyâ’yı yâni insanlar, hayvanlar ve
bitkiler olmak üzere her-şeyi ifsâd edebilir. Şirk, “sınırsız şirki” doğurur.
Görelilik de, “ilâhi olan”, “vahye göre olan”dan, “nefse uygun olarak”, “putlara
göre olan”a kaymakla başlar ve ifsâd açığa çıkar.
Peygamberlerin gönderilme sebebi, ilâhi yâni
hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik merkezli olanı, şirk merkezli olana çevirmiş olanlarla
mücâdele etmek ve izâfileşeni tekrar ilâhileştirmek ve normâle çevirmektir.
Vahiyler sürekli olarak bu mesajı verir. İnsanlık târihi, ilah-merkezli olana
karşı beşer ve madde-merkezli olanın yâni “neye göre olacağı”nın târihidir. Vahiyler
ve peygamberler, “Allah’a göre olması” yâni her-şeyin Allah’a izâfe edilmesini,
“Allah’a göre olmasını” söylerken; şeytan ve tâğutlar ise, beşerî ve maddî
olana göre olması yâni bir şeyin beşere ve maddeye izâfe edilmesi gerektiğini
savunur.
Modernizm bambaşka bir şirk şeklidir ki “sınırsız
şirk”tir. Her-şeyle çok farklı şekillerde şirke düşülür. Her-şey her-şeyle
izâfileştirilir yâni her-şey her-şeye göre değerlendirilir ve sonuçta her-şey ideâlleştirilerek
ilahlaştırılır. Modernizmde insan göreliliğin kaynağıdır. “İnsana göre”lik
vardır. Bir şeyin doğruluğu yada yanlışlı, başka bir kişiye, başka bir maddî eşyâya
göre kıyaslanır ve karşılaştırılır. Fakat ilâhi olanla kıyaslanıp karşılaştırılmadığından
dolayı hiç-bir zaman net-kesin-doğru bir sonuca ulaşılamaz ve artık herkesin “kendisine
göre olan” şey “iyi” kabûl edilir. Modernizm bir sapmadır, küresel bir sapma.
Modernizmde her-şey izâfidir. Kelle-başı görelilik, kelle-başı doğru-yanlış,
kelle-başı din, kelle-başı şirk, kelle-başı farklı görüş vardır. Zîrâ dediğimiz
gibi; bir şey Allah’a-vahye göre değil de, yine başka bir şeye göre kıyaslanır.
Allah’ın sözünde
görelilik-izâfiyet olmadığı için, vahyin ve Paygamber’in sözünde de olmaz. O hâlde
vahyin mutlak doğrularına göre hareket edildiğinde doğru hareket edilmiş olur.
İlmî çalışmalar “mutlak doğru” olan “vahye göre” yapılırsa en doğru sonuçlara
ulaşılır. Allah’a göre olunca bir yanılma olmaz yada insanın yanlış
anlayışından kaynaklanan küçük sürçmeler dışında sorun oluşmaz ki, bu
sorunların bertaraf edilmesi zor olmadığı gibi, bu yanlışlıklar insana ve diğer
canlı-cansız varlığa bir zarar da vermez.
Güzel
örneklik (Ahzâb 21) göz-ardı edildiğinde, Kur’ân’ın anlamları izâfileşir. Güzel
örneklik, “en doğru anlamın pratikliği”dir. O hâlde güzel örnekliği göz-ardı
ederek doğru amel ve eyleme ulaşmak mümkün değildir.
İzâfi olan hiç-bir
zaman “mutlak” olmadığı için, mutlak ile hiç-bir zaman uyum sağlayamaz ve net-kesin
bir şey de söyleyemez. Böyle olunca da, bir netsizlik ve bulanıklık ortaya
çıkar. Tabi şeytan ve tâğutlar bulanık olanı çok sever, zîrâ bu bulanıklıktan
beslenirler, oysa halkın çoğu için bulanıklık ve netsizlik bir felâkettir. Modernizm
bir, “bulanıklık uygarlığı”dır. Hiç-bir şey net değildir.
Modern bilim de kesin
değildir. Her zaman değişkendir, izâfidir. İzâfi olduğundan dolayı hiç-bir
zaman net sonuçlar ve teoriler ortaya koyamaz. Geçici önermeler, veriler ve
teorilerdir modern bilim. Modern bilim, “izâfiyet târihi”dir. Bir zaman önce
doğru kabûl edilen şeyin bir zaman sonra kabûl edilmesi yobazlık olarak
görülür. İlâhi olan ise mutlak doğrudur. Modern bilim ilâhi olanı kabûl etmez,
çünkü ilâhi olanda bir “mutlaklık, bir kesinlik” vardır, bu kesinlik insana bir
sorumluluk yükler. Modernizm ise bir “sorumsuzluk uygarlığı”dır. İşte nefis o
sorumluluğu yüklenmek istemediğinden dolayı izâfi-görece olana yönelir. Çünkü
izâfi olunca sorumluluk olmuyor. Çünkü izâfiyette birilerine göre sorumluluk
isteyen şey, diğerine göre istemez.
Modern-bilim
Einstein’in “izâfiyet teorileri” ile izâfiyeti dinleştirmiştir. Çünkü sünnetullahı
görmezden gelmiştir. Zîrâ yazının başındaki âyette söylediğimiz gibi, sünnetullahta
hiç-bir zaman hiç-bir bir değişiklik olmaz. İnsanların çeşitli farklı
hareketleri ve hâlleri, o durumdayken hissettikleri, zanlarını teorileştirip
dinleştirmiştir. Artık herkes çok kolay bir şekilde “bana göre”, “ona göre”,
şuna göre” böyledir demeye başlamıştır. Çünkü o şekilde hissediyor yada
hissetmek istiyordur. Oysa bu durum, zandan başka bir şey değildir ve zan,
hakîkatten yana bir şey sağlamaz:
“Oysa onların bununla ilgili hiç-bir bilgileri
yoktur. Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana
hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).
Modern bilim, “kendine
göre” olanı aşırı öne çıkarıp, alternatifleri, özellikle vahiy-merkezli yâni “Allah’a
göre olan”ı boğmaya çalışır. Oysa “moderne göre” olanlar çelişkilerle doludur.
Bir zaman önce “mutlak doğru” dediğine bir zaman sonra “mutlak yanlış”
diyebilmektedir. Bu sebeple modern-bilimin verileri, her zaman “erken veriler”dir.
“Einstein’ın izâfiyet teorisi ile zamânın izâfi olduğu
ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi
de kalmamıştır” diyorlar. Fakat insanların zaman algısında problem yok ki.
Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir süre olduğunu apriori (hiç-bir denemeye dayanmayan ve akıl yordamıyla
bulunup ortaya konan) olarak biliyor.
Kur’ân’da
izâfiyet-görelilik bulunduğunu söylüyorlar ve meselâ şu âyeti örnek
gösteriyorlar:
“..Gerçekten, senin Rabbinin katında bir
gün, sizin saymakta olduğunuz bin yıl gibidir” (Hac 47).
Hâlbuki bu
âyette bir görelilikten değil, bir hesaptan bahsediliyor. Bu âyete göre;
Allah’ın katında geçen “bize göre bir gün” yâni “24 saat”, (Kur’ân bize göre
konuştuğu için, 1 günü 24 saat olarak aldım) bizim katımızda geçen “bin
yıl”a, yâni 24x365x1.000=8.760.000 (sekiz milyon yedi yüz altmış bin) saate
eşit olur. Şimdi bu değerleri, yâni 8.760.000 saati 24 saate indirgersek,
yapacağımız işlemden sonra ulaşacağımız rakam “14.20 sâlise” olacaktır. 14.20
sâliseyi de Allah kâinatı 6 günde yarattığı için 6 ile çarparsak, elde
edeceğimiz rakam; “14.20x6=85.2 sâlise” = ”1.25 sâniye” olacaktır. Bu ise (Allah-u
âlem) Allah’ın kâinatı yaratma süresidir. 1.25 sâniye, Allah’ın “kün” emri
için yada “izin verme”si için yeterli ve ideâl bir süredir. Zâten “kudreti
sonsuz” bir yaratıcı için bundan daha fazla bir süre düşünülemez. (Tabî ki
Allah hiç-bir şekilde zamanla kayıtlanamaz). Allah, ortalama 1.25 sâniyelik bir
süre içinde “ol” demiş ve her şey bir-anda kendini “olmuş” buluvermiştir:
“Bir şeyi dilediği
zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol’ demesidir; o da hemen oluverir” (Yâsin 82).
Bu âyetler tüm kâinatın “altı gün”de (1.25 sâniyede)
yaratıldığının delîli olabilir. Dünya’nın toplam 2+4=6 günde yaratılması,
aslında kâinatla berâber “altı gün”de yaratılmasıdır. Bahsedilen “gün” (yevm)
kelimesi ise, bildiğimiz-gördüğümüz “gün”dür. Netîcede; Allah kâinâtı,
“bildiğimiz altı gün”de yaratmıştır anlamına bu şekilde ulaşılabilir.
Bilindiği gibi
Isaac Newton, maddenin merkezinde doğal bir çekimin (gravitasyon) bulunduğunu
söyler. Bu çekimin büyük kütleli maddelerde daha fazla bulunduğunu söyleyerek,
çekim denen şeyi; “büyük kütleli maddelerin güçlü çekimleri, küçük kütleli
maddelerin zayıf çekimlerine baskın çıkarak onları çekerler” diyerek açıklamıştır.
Fakat Newton’dan yaklaşık 150 yıl sonra doğan Albert Einstein, 1916 yılında
Newton Kuramı’nı, Genel İzâfiyet Teorisi ile büyük ölçüde yıkıp kendi
fikrini-teorisini öne sürmüştür. Buna göre; kütle-çekimin, maddenin merkezinde
doğal olarak bulunduğu sanılan çekim gücünden değil; maddelerin uzay-zamanı
bükmelerinin sonucunda oluştuğunu söylemiştir. Genel Görelilik Kuramı denilen
bu teoriye göre, büyük kütleli maddeler uzay-zamanı daha fazla büktükleri ve
orada bir çukur açtıkları için, daha az kütleli maddeler bu eğime-çukura
düşerler. Fakat bu iki teori de mutlak olarak gözlemlenemeyeceğinden dolayı
ispatlanamaz. Hâlbuki kütle çekim daha basit olarak şu şekilde de
açıklanabilir:
Tüm
evren-materyâli bir döngü hâlindedir. Yâni her-şey kendi etrâfında başka
şeylerin etrâfında döner. Bu döngü bilindiği gibi çeşitli hızlarda olan bir
döngüdür. İşte bu döngüden dolayı yıldızların-gezegenlerin vs. etrâfında çekim
oluşturan bir “alan” meydana gelir. Bu alan (her-şey döndüğü için) tüm kâinat
materyâlinde oluşur. Büyük kütleli, yoğun kütleli yada hızlı dönen
materyâllerde ise bu çekim-alanı daha kuvvetli olur. İşte; hangi materyâlin
daha güçlü döngüsü ve dolayısıyla çekim-alanı varsa, o materyâl kendisinden
daha zayıf bir alan oluşturan diğer bir materyâli kendisine doğru çeker. Yâni
kütle-çekim denilen şey, maddelerin hareketleri sonucu oluşur. Hareketi-döngüsü
yavaş olan, dolayısıyla çekim-alanı zayıf olan bir yıldız-gezegen ne kadar
büyük olursa-olsun, kendisinden küçük de olsa daha hareketli bir materyâl
tarafından çekilecektir.
Yada yerçekimi
denen şey için; “aslında yerçekimi diye bir şey yoktur. Havadan ağır olan
şeyler yere doğru düşerler” diyerek çok daha basit bir açıklama yapılabilir.
Uzay materyâli ise, dönüşten kaynaklanan ivmeden dolayı düşmekten korunurlar.
Döngü dursa en yakın yere doğru düşmeye başlayacaklardır. Kütle-çekim denilen
şeyi bu şekilde açıklamak da mümkündür.
Özel izâfiyette
de durum aynıdır. “Maddeye izâfiyetle” yapıldığından dolayı, yanlıştır.
Varlığın Yaratıcı’sını ıskalayan ve görmezden gelen tüm sonuçlar “kesin olmayan
sonuçlar” olmaya mahkûmdur. Özel İzâfiyet Teorisi’nde denildiği gibi, enerji
hiç-bir zaman maddeye dönüşmemiştir/dönüşemez. Bunun sâdece, “bir kurgu olan”
Big-Bang Teorisi’nde olduğunu söylüyorlar. Enerjiden maddeye sözde geçişin
nasıl olacağı yâni mekaniği bilinmiyor zâten. Hiç-bir zaman da bilinemeyecek. Çünkü
bu mümkün bir şey değildir. Böyle bir-şey olmaz/olamaz. Enerji hiç-bir zaman
maddeye dönüşemez. Farklı bir madde, aynı cevherden olan farklı bir maddeye
dönüşebilir sâdece. Buharın soğutulması netîcesinde buz olmaya kadar gideceği
gibi. Fakat buhar da, bahsettiğimiz anlamda bir enerji değildir. Yine maddedir.
Maddenin
içindeki enerji ise çeşitli etkilerle maddeden ayrılabilir ama madde %100, yâni
tamâmen enerjiye dönüşemez. Bu nedenle de dönüşme değildir bu, ayrışmadır.
Maddeyi çeşitli şekillerde hızlandırarak-ısıtarak vs. parçaladığınızda, sonuçta
madde enerjiye dönüşmez, sâdece maddenin içindeki enerji, maddenin özüne kadar,
“öz-madde”ye kadar ayrışıp açığa çıkar. Gerçekleşen şey sâdece, maddeye yapılan
bir müdâhalede maddedeki enerjinin açığa çıkmasıdır. Yâni enerji maddenin
özünden ayrılır.
Netîcede E=mc2 yanlış bir
önermedir/yanılsamadır. Madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşmez/dönüşemez. Teoride
dönüşebileceği öngörülse de, pratikte bu mümkün değildir. Büyük bir yanılsama
var burada. Madde ve enerji zâten ayrı-ayrı olarak bir-anda birlikte
yaratılmışlardır ve Allah’ın bildiği bir zamanda da bir-anda yok olacaklardır.
Suyu ısıtınca ortaya çıkan buhar, suyun enerjiye dönmesi değil, suyun içinde
mündemiç hâlde bulunan enerjinin, ısı verilerek ayrılmasıyla açığa çıkmasıdır.
“Yanma” olayı için, “yanma bir ayrıştırmadır” denir. Diğer şeylerin
ısıtılmasıyla olan da aynısıdır. Enerji maddenin içinde yaratılmıştır ama
ayrı bir varlık olarak. Atomun içindeki proton-nötron gibi. İkisi
bir-birinin dönüşümü değildir. Proton-nötron ikilisi orijinâl atom
parçacıklarıdır. Madde ile enerji de böyledir. İlk başta o şekilde
yaratılmışlardır. Hiç-bir şey başka bir şeye dönüşemez. Madde enerjiye
dönmez/dönüşmez, içinde enerjiyi taşır sâdece. Bir etki sonucunda da madde ve
enerji ayrılır ve açığa çıkar. Bu nedenle de, “bir şeyi başka bir şeye
dönüştürme özlemi” olan “simyâ” ilmi boş bir ilimdir. Umut ve hayâlin
sentezinden oluşmuş boş bir özlemdir ve bu konudaki fiyaskoyla netîcelenen
sonuçsuz çalışmalar, bir-şeyin başka bir şeye dönüşemeyeceğinin delîlidir. Tabi
bu dediklerimiz de insan ürünü düşüncelerdir. Fakat modern-bilimden farkı, düşünmenin
vahyin ışığında Allah’a göre yapılmasıdır.
Zaman da
sâbittir, izâfi değildir. Algılardır izâfi olan.
Bilimsel
gözle bakıldığında bir izâfiyet varmış gibi görünür. Aslında bu bir yanılsamadır sâdece. Bilimsel bakış-açısıyla bakıldığında zaman ve
bir-çok şey izâfî gibi görünüyor. Fakat zaman hep
aynıdır, her-şey nasıl yaratıldıysa aynıdır. Bilimsel
olarak farklı görülmesi ise bir yanılsamadan başak bir şey değildir.
İzâfiyet, insanın algısıyla alâkalıdır.
Meselâ bir şeyi nefretle yapınca bir türlü zaman geçmez. Fakat çok severek
yapınca zaman akıp gider ve “zaman ne kadar çabuk geçti” denir. Lâkin aslında
mevcut zaman, o kişi için de herkes için de normâlde ilerlediği gibi
ilerlemiştir.
İzâfi-göreceli
olmayan “mutlak doğru kaynak” merkeze alınmadığında, izâfi olan modern-bilim
ortaya bir-çok netsizlikler çıkarır, böylece de işe şeytanı karıştırmış olur.
Zîrâ şeytan sürekli olarak “netsizlik” demek olan izâfiyetten beslenir.
Dünyâ göreceli
izâfi bir dünyâ hâline getirilmiştir. Netsizlik ve mutlaksızlık sebebiyle
insan, fıtratına yabancılaşmış ve âdetâ bir köle hâline gelmiş ve getirmiştir.
İzâfiyetin kölesi olmuştur modern insan.
İzâfi olan ne
kadar modernleşirse-modernleşsin, ne kadar gelişirse-gelişsin, mutlak gerçeğin
düzeyine hiç-bir zaman çıkamaz. Sonuçta insan hayâtı da geçici değişken
durumlar ve şartlar altında oradan-oraya savrulur durur. Böylece Allah’ın kânunlarıyla
yönetilmeyen, Allah’ın izâfi olmayan mutlak kesin kânunları yerine modern-bilimin
ve modern insanın izâfi-görece kânunlarına ve modern-bilim ile at-başı giden
modern ideolojilere tâbi olan insanlar Dünyâ’da zor bir hayat yaşayacakları
gibi, âhirette de “kaybedenlerden” olurlar.
Caynizm’e göre her hüküm görecelidir. Caynistler,
her hükmün başına mutlakâ; “bir açıdan, bir bakımdan”
gibi, o hükümdeki izâfiyeti ve şarta
bağlılığı dile getiren tâbirlere yer verilmesi
gerektiğini savunurlar. Çoğulcu (plürâlist) görüş de her-şeyi göreceli görür. O yüzden de -birbirinin tam tersi bir iddiâ da
olsa- herkesin düşüncesini görece kabûl eder ve “o da senin doğrun” der.
İzâfi olan hiç-bir
zaman istikrarlı olmaz. İstikrâr olmayınca da düzenli bir hayat olmaz. Düzensiz
hayat insanları bunaltır, sürekli stres hâlinde bırakır. İzâfi hayat stres
yapar.
Cennet stresin
olmadığı yerdir. Çünkü cennet, izâfiliğin-göreceliğin olmadığı yerdir. Çünkü
cennette bir belirsizlik yoktur ve her-şey apaçıktır kesindir. Aslında Dünyâ da
özünde böyledir ama şeytanın uşaklığını yapan tâğutlar, Dünyâ’nın ve hattâ tüm âlemin
izâfi-göreli olduğu yalanını söylerler.
İzâfiyette bir
güvensizlik de olduğu için, îmansızlık da vardır. Çünkü izâfi olana îman edilmez.
İzâfi olana güvenilmez. Bu nedenle izâfi kuşatmanın içinde yaşayan insanlar hiç-bir
şeye inanıp güvenmemeye alışmış olduklarından dolayı, artık ilâhi ve gaybî
olana da inanıp güvenemezler.
İzâfiyet “zan”
ile kuşatılmıştır. Zan ise hakîkatten bir şey sağlamaz (Necm 28).
Görecelik
bilinemezliğe ve şüpheciliğe açılan kapıdır. “Görece” olunca “kesin olarak bilinemez”
de oluyor, böyle olunca da her-şeyden şüphe edilmeye başlanıyor ve “hiç-bir
şeyin hakîkat olamayacağı” düşüncesi açığa çıkıyor.
Görelilik
yanlış, bâtıl, kötü ve zararlı olanın farklı açılardan ve farklı kişilere göre iyi
ve doğru olabileceğini ileri sürerek, iyilik ve doğruluk kavramlarını bulanıklaştırmakta
ve buharlaştırmaktadır. Kötülüğü güzel göstermeyi vazîfe edinmiştir.
Evet; görelilik
“Allah’a göre” olmadığında, “her-şeye göre” olacak ve insanlar belirsizliğin
girdabında boğulacaklardır.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder