“Eğer onlar tevbe edip
namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse, artık onlar sizin dinde
kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız” (Tevbe 11).
Başlıktaki soru yerine
genelde “namaz kılmayanlar öldürülür mü?” sorusu meşhurdur. Bu soruya, İslâm’a
tek-yönlü olarak bakanlar yâni İslâm’a sâdece “din” tarafından bakanlar “tabi
ki de öldürülmez” cevâbını verir. İslâm’a sâdece dînî yönden bakılınca bu doğrudur.
Fakat İslâm “sâdece din” değildir. İslâm’ın iç-âlemleri inşâ eden ve kişileri
bilinçlendiren bir yönü olduktan başka, -söylenmek ve gündem edilmek istenmese
de- İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsal, kânûnî, hukûkî, askerî ve
devlet ve Dünyâ ile ilgili her alanı kapsayan ve tüm alanlarla ilgilenen yönü de
vardır. İşte “zekat vermeyenler ve namaz kılmayanlar öldürülür mü?” sorusuna,
İslâm’ın bu yönünü de hesâba katarak cevap vermek gerekir ki, doğru cevap zâten
ancak İslâm’ın bu yönüne bakarak verilebilir.
Müslümanlık, (müslimlik ve
mü’minlik değil) “İslâm toplumuna, devletine, ümmetine ve milletine katılmak,
bağlanmak ve şartlarını kabûl etmek” demektir ki bu “öylesine” olan gevşek bir
bağ değil, ciddî ve aksi-durumda yaptırımları olan bir bağlılıktır. Bu aynen
günümüzde; Nato’ya, Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’ne vs. katılmak
gibidir. Bu kuruluşlara ve toplumlara olan bağlılıklarda oluşacak bir sorunda,
bu kuruluşlar, bağını gevşeten ülkelere ve devletlere çeşitli îkaz ve yaptırım
uygulayabilirler ve hattâ iş savaşa kadar da gidebilir. Savaşa gidince de doğal
olarak ölümler yaşanır. Yâni bağlı olduğunuz bir pakta, kuruluşa, millete,
uygarlığa vs. karşı gevşek ve aykırı davrandığınızda iş savaşa, ölmeye ve
öldürmeye kadar gidebilir.
İşte İslâm da, böyle bir pakt
ve anlaşma yapılan devlet, ümmet ve medeniyettir. Müslüman olmak demek,
bahsettiğimiz “devlete, medeniyete ve ümmete yâni İslâmî yapıya katılmak,
bağlanmak ve bu bağlılığın şartlarını yerine getirmek, dolayısıyla İslâm’ın
kurallarına uymak” demekken, aksi durum ise; “bu bağı gevşetmek, koparmak, yapıya
ters düşmek, ihânet ve düşmanlık etmek” olarak görüleceği için, bağını gevşetenlere
yada koparanlara, -duruma göre- îkaz, azar ve uyarı yapılabilir ve savaş
açılabilir. Bu savaş sırasında da doğal olarak ölümler yaşanabilir. Dolayısıyla
“İslâm ümmetine ve milletine olan bağı koparmak bir ihanet ve düşmanlık olarak
görüleceği için, böyle yapan toplumlara karşı savaş açılabilir” hükmü ortaya
çıkar.
İslâm ümmetine, milletine ve
medeniyetine katılmanın asgarî iki şartı ise namaz kılmak ve zekat vermektir. Namaz
konusunda en azından İslâm milletinin o günkü gündemini öğrenmek, yeni uygulamalarını
dinlemek, haberdâr olmak ve uygulamak için Cum’a namazına gitmek şarttır. Günlük
namazlarını kimin kılıp-kılmadığını bilemeyeceğimiz için, kişinin ve özellikle
de toplumun önde gelenlerinin Cum’a namazına gelmeleri şarttır. Zâten Cum’a
namazı İslâm devleti, ümmeti ve milletinin olduğu yerde şart olur. İslâm
devletinin hâkim olmadığı yerlerde sâdece şekilden ve gösterişten ibâret olan Cum’a
namazlarına -içi boş olacağı için- gelmemek daha doğru olabilir. Fakat İslâm devletinin
ve milletinin hâkim olduğu durumda Cum’a namazına gelmemek bir tepki, ihânet ve
isyân anlamına gelir. Aynı-şekilde, İslâm’ın her alanda hâkim olduğu yerde
zekatı vermemek de, bu birlikten kopmak, ihânet ve isyân anlamına geleceği için,
birlikten ayrılan topluma uyarı, îkaz, azar uygulanır ve en nihâyetinde de
savaş açılabilir. Savaş sırasında da ölümler ve öldürmeler olur. Böyle bir durum
da öldürülenler, İslâm ümmetine bağlılığın iki şartından olan namaz kılmamak
yada zekatı vermemenin sonuçlarını yaşamış olurlar. Bundan da “namaz kılmayanlar
ve zekat vermeyenler öldürülür” anlamı çıkar.
Namaz kılmayanların ve zekat
vermeyenlerin öldürülmesi, İslâm’ın siyâsî, kânûnî, askerî ve hukûkî yönüyle
ilgilidir. Yoksa dînî anlamda namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler öldürülemezler
ve onlar sâdece günahkâr olurlar. Eğer özellikle kişisel-bireysel anlamda namaz
kılmayanlar ve zekat vermeyenler hemen öldürülecek olsaydı, “günahkârlık” diye
bir şey olmayacağı gibi, ortada “günahkâr” da kalmazdı. Şahsî bir sorumluluğu
yerine getirmemeyi cezâlandırmak “imtihan olma” ile çelişir. Bu yüzden İslâm’ın
dînî yönünden bakıldığında namaz kılmayanlara ve zekat vermeyenlere şiddet
uygulanamaz, cezâ verilemez. Fakat bu kişiler “günahkâr” olacağı için,
günahkârlığı sürdürdükleri takdirde takvâları azalır, Allah ile olan bağları
zayıflar, samîmiyetleri kaybolur ve dînî duygularında gevşeme olur. Bu da İslâm’dan
soğumayı yanında getirir. Tabi İslâm toplumunda insanların böyle kişilere olan
güvenleri azalacağı için, bu kişilere karşı toplum baskısı uygulanması
kaçınılmaz olur. Bu ayrı bir konu. Bu kişiler âhirette günahkârlıklarının cezâsını
çekerler ve pişmanlığını yaşarlar. Fakat toplum tarafından baskı altına alınsalar
da öldürülemezler.
Demek ki İslâm’da namaz kılmayanların
ve zekat vermeyenlerin öldürülmesi, bireysel değil, toplumsal-siyâl bir
konudur. Bir toplumun ve kavmin Cum’a namazında toplanarak İslâm ümmetinin
kararlarını, uygulamalarını ve dolayısı ile yükümlülüklerini dinlemekten ve
uygulamaktan vazgeçmeleri ve de bâzılarınca “zorunlu vergi” olarak görülen
zekatı vermemeleri nedeniyle ortaya çıkan bir cezâlandırma durumu
söz-konusudur. Sonuçta da “namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler -iş savaşla
kadar giderse- öldürülebilir” hükmü açığa çıkar.
Zekata “zorunlu vergi” denilmesi
ise kanımca doğru değildir. Çünkü Kur’ân’da hem zekatın oranı kesin oranlarla
belirlenmemiştir, hem de zekat vermeyenler yâni vergisini vermeyenler mutlakâ
cezâlandırılacağı için “günahkâr olmayıp dünyevî cezayla cezâlandırılacaklar”
demektir. Günümüzde nasıl ki vergimizi vermediğimizde çeşitli cezâlar ile karşılaşıyorsak,
zekat “zorunlu vergi” olarak görüldüğünde, “zekatını vermeyenlere -dînî
anlamda- cezâ uygulanabilir” hükmü çıkar. Fakat bunun dînî anlamda Kur’ân’da
bir karşılığı yoktur. Bu nedenle zekat zorunlu bir vergi değil, yaptırımı
âhirette olan gönüllü bir vergidir. Kur’ân, mü’minlerden, zekat konusunda bol
gönüllü olmalarını ister. Siyâsî anlamda ise, İslâm ümmetine bağlı olan ve zekat
vermeyen toplumlara savaş açılır, çünkü zekatı vermemek, İslâm toplumuna,
ümmetine ve milletine ihânet, isyân ve düşmanlık olarak anlaşılır. Bu nedenle
de İslâm’a bağlı olduğunu söylemesine ve bu bağlılığın şartlarını kabûl
etmesine rağmen aykırı davranarak zekat vermeyen toplumlara ve kavimlere savaş
açılır ve zekat vermeyenler savaşın doğal bir sonucu olarak öldürülebilir.
İslâm’ı “sâdece din”den ibâret
olarak görenler bunu idrâk edemiyor, oysa İslâm’ın aynı-zamanda siyâsal bir yönü
de vardır ve zekat vermeyenlerin ve en azından Cum’a namazına gelmeyenlerin
yaptıkları şey, İslâmî sisteme olan bağlılıklarının gevşemiş yada kopmuş olduğunu
gösterir ki bu “İslâm’a karşı cephe almak” anlamına gelir ki bu da savaş nedeni
olabilir ve savaşta öldürme ve ölümlerin yaşanması kaçınılmazdır.
“Müslümanlığın şartları”
(mü’minliğin-müslimliğin değil) vardır ki, bu şartlar 2’dir: Namaz kılmak ve
zekat vermek.
Kur’ân mü’minlikten ve
müslimlikten bahseder. “Müslüman” kelimesi ise “İslâm toplumuna üye olmak”
anlamındadır. Müslümanlık, “İslâm Dîni’nin ortaya koyduğu emirlerin hepsini
yerine getirmese de, İslâm devletini ve hâkimiyetini kabûl ederek, onun asgarî
iki şartına yâni namaz kılmak ve zekat vermek şartlarına uymak” demektir. Bu
üyeliğin, “Allah’a inanmak ve Peygamber’i kabûl etmek”ten (kelime-i şehâdet)
başka sâdece iki şartı vardır: Namaz kılmak ve zekat vermek.
İslâm toplumun bir üyesi
olmak yâni “müslüman olmak”, asgarî olarak namaz ve zekat şartına bağlanmıştır.
Müslüman olmak yâni İslâm toplumuna bağlanmak, namaz kılmayı ve zekat vermeyi
gerektirir ve zorunlu kılar. Çünkü zâten kişinin diğer ibâdetleri ve
emir-nehiyleri yapıp-yapmadığını bilmek her zaman mümkün olmaz. Zekat, kayıt
altında verildiği için onu veren-vermeyen hemen belli olur. Namaz ise, günlük
namazların kılınıp-kılınmadığı çok belirlenemese de, İslâm toplumunda kişinin
haftalık Cum’a namazına gitmesi mecbûridir. Çünkü Cum’a sâdece namaz değil,
İslâm toplumunun toplanma, görüşüp-konuşma (istişâre), hutbede yeni şeylerin
dile getirilmesi ve topluma hem çeki-düzen verilmesi hem de yeni duyuruların
yapılması içindir. İşte bu iki şey “müslümanlığın şartları”dır. Müslüman
olmuşsanız yâni İslâm toplumunun hâkimiyetini kabûl edip o topluma üye olmuşsanız,
bu asgarî iki şartı her hâlükârda yerine getirmeyi kabûl etmişsiniz demektir ve
bu nedenle de bu iki şartı yerine getirmeniz gereklidir ve bu iki şart
olmazsa-olmazdır. Bu iki şarttan aslâ tâviz verilmez, tâviz verenlere yaptırım
uygulanır ve savaş açılabilir.
Peygamberimiz’in vefâtından sonra Yemen ve Necid’li
müslümanların; “artık Peygamber öldüğü için biz bundan sonra zekat
vermeyeceğiz” demeleri nedeniyle Halife Hz. Ebubekir’in onların bu tavrını,
müslümanlıktan yâni İslâm toplumuna bağlılıktan uzaklaşmak/ayrılmak, dolayısı
ile “ihânet ve isyân” olarak görmesi nedeniyle üzerlerine ordu göndererek savaş
ile tehdit etmesi ve onları yeniden zekata iknâ etmesinin ardında yatan sebep
budur. Hz. Ebu Bekir döneminde devlete zekat vermeyi reddeden Mâlik b.
Nüveyre’nin kabîlesinin üzerine ordu gönderilmesinin gerekçesi, “dinden
döndüğü” idi. Zâten âyet de bunu emretmektedir:
“Ve eğer antlaşmalardan
sonra yine yeminlerini bozarlarsa ve dîninize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu
durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan
kimselerdir; belki cayarlar” (Tevbe
12).
İslâm’ın tüm emir ve
nehiylerini kabûl ettiğini söylemesine rağmen, sâdece namaz ve zekattan
müteşekkil olan şartları yerine getiren müslümanlar, İslâm toplumundan sayılır.
Fakat bu iki şartı yerine getirmemek yâni namaz kılmamak ve zekat vermemek,
“İslâm devletine başkaldırı” demek olduğundan ve bir mürtedlik durumu ortaya
çıktığından dolayı, “ölüme kadar gidebilen bir cezâlandırma” olabilir.
Mürtedlik günümüzde “vatan hâinliği” yada “isyân” ayarında bir suçtur. “Siyâsal
düzene karşı çıkmak” anlamına gelir. Modern devletlerin böyle bir suçu
affetmemesi nasıl normâl olarak görülüyor ve en sert cezânın uygulanması kabûl
ediliyor ise, “mürtedlik” olarak bilinen suç da, İslâm’ın hâkim olduğu bir
devlette affedilmez.
İslâm hem iç-âlemleri inşâ
eder ve kişiyi bilinçlendirir hem de dış-âlemi inşâ eder ve hayâtın tüm alanlarına
hâkim olmak ister. Bu sâdece, tüm peygamberlerin uyduğu İslâm dînine has bir
şeydir. Tüm peygamberlerin dîni İslâm yâni “sâdece Allah’a olan teslîmiyet”tir.
İslâm’ın hem dînî yönü hem de siyâsî, hukûkî, askerî vs. dünyevî yönleri
vardır.
İslâm’ın dînî yönünden
bakıldığında, durumu uygun olmasına rağmen hacca gitmeyenler, kurban
kesmeyenler, Kur’ân okumayanlar, fâiz alanlar nasıl günahkâr oluyorlarsa, dînî anlamda
namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler de günahkâr olur bu günahkârlığı ölene
kadar sürdürenler âhirette pişmân olanlardan olur. Zîra bu kişilerin Allah ile
bağı zayıflamış, din ile bağı gevşemiş ve iç-âleminde kopuşlar olmuş olur. Fakat
namaz kılmayanlar ve zekat vermeyenler cezâlandırılamaz ve bu kişiler öldürülemez. Lâkin İslâm’ın siyâsî
yönünden bakılınca İslâm milletine bağlı olan kavimlerin ve toplumların
namazlarını yâni Cum’a namazlarını kılmamaları, hutbede bulunmamaları ve zekatlarını
vermemeleri, onlara uyarı, îkaz ve azardan sonra savaş açılmasına ve savaş
sırasında da öldürülmelerine neden olabilir.
İslâm’da Dünyâ’da insanların
vereceği cezâlar bellidir. Kur’ân’a göre tüm zamanlarda “insanların
uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir: 1.Öldürme, 2-Hırsızlık,
3-Zinâ, 4-İftirâ. Evet; İslâm’da insanların tüm zamanlarda uygulayabileceği had
cezâsı çeşidi 4’tür: Öldürme, hırsızlık, zinâ
ve iftirâ. Âlimler bir de “içki içene de cezâ uygulanmalıdır” derler.
İçki içene “iftirâ atma cezâsı” olan 80 değnek vurulur. “Çünkü sarhoş adamın
sarhoş kafayla iftirâ atması çok olasıdır” derler. Fakat bu durum genelleştirilemez ve sarhoş olsa bile iftirâ
attığı kesin olmalıdır. İslâm cezâ hukûkunda “cezânın âhirete bırakılması” her
günah için değildir. İslâm’da dünyâ’da verilecek cezâlar da vardır. Bir de kefâret
şeklinde cezâlar ve yaptırımlar vardır. İslâm’ın dînî yönünden bakıldığında
namaz kılmayanlara ve zekat vermeyenlere uygulanacak bir cezâ yoktur ve bu
kişilerin durumu âhirete kalır. Şu da var ki, -bilenler için- namaz kılmamak ve
zekat vermemek zâten bir cezâdır. Siyâsî anlamda ise namaz kılmayanlar ve zekat
vermeyenlerin öldürülme durumu ortaya çıkar ki bu daha çok kendilerine savaş açılan
kavimlere ve toplumlara uygulanır.
İslâm’ın bu iki yönünü birlikte
bilmeden ve ikisini ayırmadan bu konunun anlaşılması mümkün olmaz. İşin siyâsî,
askerî, hukûkî ve kânûnî yönünü hesâba katmayan modernler ise, öldürmeden
bahsedilince, İslâm’ın siyâsî-dünyevî yönünü hesâba katmadıkları hattâ İslâm’ın
böyle bir yönünün olduğunu kabûl etmedikleri için hemen îtirâz ederler ve
içten-içe İslam düşmanı olup çıkarlar.
İslâm “sâdece din” olmadığı
gibi “sâdece siyâset” de değildir ve ikisinin birlikteliğidir. Bu durum insanlardan
saklanmaktadır. Zîrâ İslâm, Allah’ı hesâba katmayan ve dışlayan beşerî sistem,
ideoloji ve yönetim-şekillerine karşı olan tek hakîkattir ve mevcut duruma
eleştiri getiren, îtirâz ve isyân eden tek din’dir. Çünkü İslâm, “sâdece Allah’ın
emirlerinin ve kânunlarının uygulanması” yöntemidir.
İslâm’ın bu iki yönü birden insanlara
anlatılmadığı ve insanlar da İslâm’ı “sâdece din” zannettiği için mesele doğru
olarak anlaşılıp değerlendirilememektedir. Zâten İslâm’ın pasifleştirilmesinin
ve yozlaştırılmasının nedeni, İslâm’ın “sâdece din” olarak görülmesi-gösterilmesi
ve İslâm’ın sosyâl, kültürel, askerî, siyâsî, kânûnî, hukûkî yönlerinin
gizlenmesi ve gündeme getirilmemesinden dolayıdır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2022