26 Aralık 2019 Perşembe
Ruhsata Göre Yaşamak, Azîmete Göre Yaşamak
25 Aralık 2019 Çarşamba
Kur’ân’ı Aşağılık Kompleksi İle Yorumlamak
16 Aralık 2019 Pazartesi
Hristiyanlaşma Temâyülü
“Andolsun, insanlar
içinde, mü’minlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun.
Onlardan, îman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: ‘Nasarayız’ (Hristiyanlarız)
diyenleri bulursun. Bu, onlardan (bir-takım) papaz ve râhiplerin olması ve
onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir. Elçiye indirileni
dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını
görürsün. Derler ki: Rabbimiz inandık; öyleyse bizi şâhidlerle birlikte yaz” (Mâide 82-83).
Âyette bahsedilen Nasara,
“doğu hristiyanları”dır. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:
“Nasara, ‘Nasrânî’ kelimesinin çokluk şeklidir.
‘Hristiyanlar’ demektir. Kur’ân-ı Kerim’de hristiyanları ifâde için
kullanılmıştır. Nasârâ ehi-i kitabdır. Kendilerine, Hz. Îsâ vâsıtasıyla İncil
verilmiştir. Hristiyanlık, coğrâfî bölge olarak Orta Doğu’da ortaya çıkan bir
din olmasına rağmen batı’da, özellikle Roma İmparatorluğu sahasında yayılan bir
dindir. Ortodoks kabûl edilen hristiyanlığın batı’daki hâkimiyetine karşılık,
çeşitli konsillerdeki fikirleri sebebiyle reddedilen ve râfizî sayılan
monofizit kiliseler şarkta barınabilmişlerdir. Rum kelimesinin ‘garp
hristiyanları’na tekabül etmesine karşılık, Nasârâ daha ziyâde şarkta, İslâm
hâkimiyetindeki hristiyanlar için kullanılmaktadır”.
Hristiyanlık iki çeşittir.
Biri “yahudi-hristiyanlık”tır ki, mensupları 140-150 yılına kadar Hz. Îsâ’nın
öğretisini büyük ölçüde aslına uygun olarak taşımışlar ve tebliğ-dâvetini
yapmışlardır. İkincisi ise “Helenistik-hristiyanlık”tır ki bu, Roma
putperestliği içinde karşı-karşıya kalınan baskı ve kuşatmanın sonucunda
verilen tâvizlerle başkalaşmış olan hristiyanlıktır. Bu hristiyanlık, düşüncede
Yunan, siyâsette Roma’yı benimsemiş ve de bunu hâlen sürdürmektedir:
“Yahudi-hristiyanlık
ile ‘Helenistik-hristiyanlık’ mücâdelesi, 70 yılında Roma’nın Kudüs’ü alması ve
yahudilerin dağılmasıyla, ‘doğu hristiyanlığı’ (nasara) denilen hristiyanlık
140-150 yılına kadar olan hâkimiyetini kaybetmiş ve hâkimiyet bu târihten îtibâren
Roma’nın himâyesindeki ‘helenistik hristiyanlığa’ geçmiştir ki, bu
hristiyanlık, Paul’ün, Roma putperestliği lehine verdiği tâvizlerin ve Roma’yı
memnun edecek şekilde, Roma putperestliği ile meczedilmiş yeni bir
hristiyanlıktır. İşte bundan sonra hristiyanlık; küfür, şirk ve de zulmün aracı
olmuş, Rönesans ile birlikte de bunlar katlanmıştır. Yoksa ‘doğu hristiyanlığı’nda
bu türlü bir küfre, şirke ve zulme düşme durumu olmazdı. Maurıce Bucaılle, bu konuda şunları söyler:
Hristiyanlığın en çok münâkaşa edilen
simâsı olan, Hz. Îsâ’nın düşüncesi yönünden ve onun akrabaları ile Kudüs’te
Yâkub’un çevresinde kalan havârileri tarafından ‘hâin’ telâkki edilen Paul,
-Hz. Îsâ’nın, insanları etrafında topladığı hususların zarârına olarak- kendi
öğretilerini yaymak amacıyla bir başka Hristiyanlık kurmuştur. Hz. Îsâ’yı
hayâtında tanımayan bu adam, görev yetkisinin meşrûluğunu, dirilen Hz. Îsâ’nın,
Şam yolunda kendisine görünmesi iddiâsına dayandırmıştır.
İki cemaat arasında
yoğun bir mücâdele döneminde ortaya çıkan -M.P. Kannengiesser’in
nitelendirmesiyle- bu ‘mücâdele eserleri’, Hz. Îsâ hakkında yazılan bir-çok
eserden su yüzünde kalanlar olup, nihâi olarak baskın çıkan Paul tarzındaki
hristiyanlık, ‘kanon’ denilen resmî metinler külliyatını teşkil ettiğinde,
kilise tarafından seçilen çizgiye uymayan bütün öbür belgeleri, asıl
hristiyanlığa aykırı sayacak ve onları dışarıda bırakacaktır.
Etkin bir topluluk
olarak kaybolan yahudi-hristiyanlardan yine de ‘yahudilik taraftarları’
lâkâbıyla bahsedildiğine rastlanmaktadır. Kardinal Daniélou, onların sonunu
şöylece anlatıyor: ‘Yahudi bağlarından yavaş-yavaş kurtulan ‘büyük kilise’den
kopmuş olan yahudi-hristiyanlar, batı’da çabucak eriyeceklerdir. Fakat 3.
yüzyıldan 4. yüzyıla kadar onların izleri doğu’da, özellikle Filistin,
Arabistan, Ürdün, Suriye ve Mezopotamya’dan tâkip edilebilir. Bunların bir
kısmı, bir ölçüde vârisleri olan İslâm tarafından eritilecekler; öbürleri ise,
sâmi kültür temellerini koruyarak büyük kilise’nin geleneğine (Ortodoks yoluna)
katılacaklardır. Nitekim bu sâmi özelliklerin bir kısmı Habeşistan ve Kalde
Kiliselerinde hâlâ devâm etmektedir”.
Demek ki hristiyanlaşma temâyülü,
aslında “Roma’lılaşma ve Yunan’lılaşma (helenizm) temâyülü”dür ki zâten mevcut
seküler batı (Avro-Amerika) düşüncede Yunan, siyâsette ve sosyâl hayatta ise Roma’yı
sıkı-sıkıya tâkip etmektedir. Yâni “putperest bir hristiyanlık dîni” Dünyâ’ya
hâkim olmuş durumdadır.
Hristiyanlığı “tevhid dîni”
olmaktan çıkarıp “teslis dîni” hâline getirenlerin başında Pavlus gelmektedir. Pavlus
başlangıçta Îsâ Mesih’in mesajına karşı olduğu, Hristiyanları cezâlandırmaya
çalıştığı hâlde daha sonra tam bir dönüş yapmış ve önceki suçlarını affettirmek
istercesine Îsâ’yı ilâhlık mertebesine çıkarmıştır.
Hristiyanlık tevhidî bir
dindir ve tek Allah’a inanır. Hristiyanlar ilk başta tevhid üzereydiler fakat daha
sonra batı’ya doğru yayılıp putperest Roma İmparatorluğu ile tanıştılar. Tevhid
dîni “yayılmacı” bir olduğu için hristiyanlar da dînlerini Roma’ya da yaymaya
çalıştılar. Fakat putperest devlet buna karşı direnince ve hattâ zamanla
hristiyanlar baskılanınca bu baskıya dayanamayıp bâzı tâvizler verdiler. Zâten
Roma da hristiyanlığı, bu tâvizler sonrasında “devlet dîni” olarak kabûl etti.
Fakat tevhid dîninin en büyük düşmanı “tâviz”dir. Allah’ın dîninde tâviz olmaz.
Zîrâ Allah’ın hükmü, insanların hükmü karşısında geri çekilmeye uğratılamaz.
Hristiyanlık tâvizlerin ve de tahriflerin sonucunda Roma’da devlet dîni olunca,
tevhîdî temeline rağmen “hak” özelliğini kaybetti. Şu kesin bir şeydir ki, bir
kazan bala bir damla zehir karıştığında o balın tamâmı zehir olur.
İşte hem tâvizler hem de
daha sonraları Roma uygarlığının da etkisiyle ve de Konsillerde kabûl edilen
İnciller ve dînî düşünce, hristiyanlar arasında anlaşmazlığa neden oldu ve ayrılıklar
baş-gösterdi. İşte başta Ariusçuluk olmak üzere, Hz. Îsâ’nın -hâşâ- “Allah’ın
oğlu(!)” olduğunu kabûl etmeyenler ve o’nu sâdece bir peygamber olarak kabûl
edenler ve de bâzı diğer farklar nedeniyle ayrıldılar. Zâten aforoz
edilmişlerdi. Arius, Îsâ’nın bütün varlıklardan önce yaratıldığını, dolayısıyla
ezelî olmadığını yâni Tanrı olmadığını ileri sürdüğü için İznik Konsili’nde (325)
aforoz edilmiştir. Bu kişiler “doğu hristiyanlığı” denilen kesimi oluşturur.
Zâten Peygamberimiz zamânında Habeşistan (Etiyopya) hükümdârı olan Necâşi de
bir “doğu hristiyanı”ydı ve tevhide yakındı. Nasturiler de buna dâhil edilebilir.
Rivâyetlere göre Varaka bin Nevfel de bir Nasturi râhibiydi ve tek-tanrıcıydı. Âyettin
bahsettiği “dost hristiyanlar” bunlardır.
Bugünkü Hristiyanlık, Hz.
Îsâ’nın da tanıyamayacağı kadar değişmiş, âdetâ putperest bir hâl almıştır.
Diğer bir ifâde ile Hristiyanlık putperest Roma İmparatorluğu’nu Hristiyanlaştırmaya
çalışırken, gerçekte putperest Roma, Hristiyanlığı paganlaştırmıştır.
Günümüzde batı dünyâsına
hâkim olan Hristiyanlık, doğu’yu da Hristiyanlaştırma amacındadır ve bu
sebepledir ki Asya kıtası ile Dünyâ’nın diğer yörelerinde de yayılma gayreti ve
faaliyeti içindedir. Bunu Katolik Hristiyanlığın rûhâni lîderi Papa Jean Paul
II, 1999 yılında yaptığı Noel konuşmasında: ‘Birinci bin yılda Avrupa’yı,
İkinci bin yılda Afrika ve Amerika kıtasını Hristiyanlaştırdık. Üçüncü bin
yılda ise hedefimiz Asya’dır” diyerek ifâde etmiştir.
Müslümanların ve diğer
insanların resmen olmasa da düşüncede ve eylemde meylettiği hristiyanlaşma ise
genelde “batı hristiyanlığı” özelde ise Avro-Amerikan hristiyanlığıdır. Tabi bu
hristiyanlar arasında da tevhide dönük düşünceleri ve inançları olanlar
olabilir. Fakat açıkça görünen şey, Avro-Amerikan hristiyanlığının ve
hristiyanlarının dinlerinden pratikte vazgeçtiği ve çok az bir kesimin de onu
sâdece kâlplerinde-vicdanlarında hissettiğidir. İşte; 200-250 yıl önce başlayan
ama genelde 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra, özelde ise Dünyâ’nın tek kutuplu
kalmasıyla berâber 90’lı yıllarla birlikte, ama en çok da milenyumdan sonra,
müslümanlar da dâhil insanların meylettiği ve “Hristiyanlaşma Temâyülü”
dediğimiz hristiyanlaşma (yada modernite), batı Avro-Amerikan hristiyanlığıdır.
Bu hristiyanlık aslında “modernite” şeklinde görünmektedir ki “batı hristiyanlığı”
denilince akla gelen şey “modernite”dir.
Hristiyanlık “yahudiliğin
bir güncelleştirilmesi” olduğundan dolayı, ilk başta “yahudileşme temâyülü”ne
sapanlar hemen ardından da “hristiyanlaşma temayülü”ne gireceklerdir ki İslâm
coğrafyasının başından geçen ve geçmekte olan süreç budur. Yahudileşme
temâyülüyle afallayan müslüman coğrafya, 90’lı yıllardan sonra Dünyâ’nın tek-kutup
olmasıyla birlikte hristiyanlaşma temâyülüne girmiş ve “adı müslüman”, “yaşayışı
hristiyan” bir durumu ortaya çıkmıştır ki zâten Peygamberimiz de buna karşı insanları
uyarmıştı:
“Ebu Hureyre anlatıyor: Resûlullah
as. buyurdular ki: ‘Sizler, kendinizden önce gelen ümmetlerin sünnetine
kulacı-kulacına, arşını-arşınına ve karışı-karışına muhakkak tıpa-tıp
uyacaksınız. Hattâ onlar, daracık bir keler deliğine girseler, oraya siz de
gireceksiniz’. Oradakiler, ‘Ey Allah’ın Resûlü!. (Onlar) yahudiler ve
hristiyanlar mı?’ diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm: ‘Bunlar değilse kimler
olur?’ buyurdular” (Kütüb-ü Sitte 7162).
Bu süreç “klâsik zamanlarda,
müslümanların zenginleşmeyle birlikte maddeye yönelerek sarsıntıya uğraması ve
yahudiler gibi Dünyâ’ya meyletmesiyle başlamış, modern zamanlarda ise hristiyan
batı’nın, Rönesans ve Aydınlanma süreciyle dinden soğuması, Protestanlaşması,
lâikleşmesi, Fransız ve Sanâyi Devrimleri ile birlikte liberâl-kapitâlist yola
girmesi, daha sonra demokratikleşmesi ve nihâyet de kapitâlist-liberâl-seküler-beşerî
ve post-modern politikaları dinleştirerek dinden kopması yada dîni kâlplere ve
vicdanlara hapsetmesi” sürecidir. İşte müslümanların da izlediği yol budur ve
bu yolu izleyerek batı’nın peşinden adım-adım gidiyorlar ve de bunu benimsemeye
başladılar.
Aslında moderniteye
gelinceye kadar müslümanlar ekonomik ve siyâsi güçlerini de korudukları için yahudileşme
ve de hristiyanlaşma temâyülü belirgin ve bâriz değildi. Hattâ hristiyanlaşma
temâyülü pek de yoktu. Bu temâyül, modernite ile başladı ve genelde 2. Dünyâ
Savaşı’ndan, özeldeyse 90’lı yıllar ve milenyum ile bu temâyül yükseldi ve zirveye ulaştı. Artık müslüman coğrafya
adım-adım “batı hristiyanlığı”nı yâni moderniteyi tâkip etmektedir. Öyle ki bu
sıkı tâkip, müslümanların tasavvur, düşünce, söz ve amel-eylem potansiyelini
baltalamaktadır. İslâm’ı merkeze aldığını söyleyen müslümanlar bile bunu batı
paradigmasına uygun yapmaktadırlar.
Müslümanların dînî-dünyevi
çalışmaları da artık “batı paradigmasının düşüncelerine, ideolojilerine ve
yapısına bir meşrûiyet kazandırma çalışmaları”na döndü. Bu şeytâni paradigmanın
üretmiş olduğu lânet ideolojilere Kur’ân’dan bir dayanak bulma yarışı var. İslâm
ve Kur’ân modern-bilimin nesnesi hâline getiriliyor. İslâm ve Kur’ân,
“şeytanın-tâğutların sosyâl hayâtına ve siyâsetine cevap yetiştirme yada onay
verme dîni” değildir. O, kendi sosyâl alanını, siyâsetini kültürünü düşüncesini
vs. kurar. Onun bir devlet-medeniyet potansiyeli vardır ve bu potansiyel
yeniden açığa çıkarılıp hayâta hâkim olmayı beklemektedir. İslâm dînini ve
Kur’ân’ı bu lânet paradigmanın nesnesi ve mühürdârı hâline getirmek ağır bir haysiyetsizlik,
samîmiyetsizlik ve şerefsizliktir. Eğer bu şeytâni paradigmaya karşı İslâmî bir
paradigma geliştiremiyorsanız, yada en azından eleştirip îtirâz etmiyorsanız
çekilin ve defolun gidin yoldan, parazit yapmayın. İslâm’ı, Kur’ân’ı, Sünneti
maskaraya çevirmeyin. Onu şamar-oğlanı yapmayın. İslâm hayattan koparılıp
sâdece zihinsel orgazmların bir nesnesi hâline getiriliyor. İslâm salt bir
inanç-sistemi değildir sâdece. Hayâtın her alanı için söyleyecek sözü olan, bir
bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet potansiyelidir. Hem de bu,
adâlet/hak/hakîkat-merkezli olan bir sistemdir. Çıkar ve nefis-merkezli bir
sistem değildir modern paradigma gibi.
Düşünce ve söylem şu:
“Batı’da var bizde de olmalı” yada “batı’da yok ki, bizde niye olsun”.. Sanki
Dünyâ’yı ve insanı batı yarattı. Batı’nın ortaya koyduğundan başka bir
alternatif yok mu ve müslümanlar bunu niye konuşmuyorlar?. Başka yol da vardır
ve bu, “İslâm ve İslâm Medeniyeti” yoludur. Zâten doğala-normâle-fıtrata uygun
olan tek yol da bu yoldur. Müslümanlarda son 150 yıldır gündemde olan;
bilgi-kalkınma-teknoloji-ilerleme gibi söylemler, hristiyan batı-dünyâsı
bunlara sâhip olduğu içindir. Yoksa İslâm’da bunlar öncel konular değildir.
Fakat “bir sapma olarak” hristiyanlaşma-modernleşme temâyülü tüm Dünyâ’da
baskın çıkmıştır ve müslümanlar da dâhil tüm Dünyâ buna meyletmiştir ve
meyletmektedir. Temâyül bu şekildedir.
Aytunç Altındal,
müslümanların hristiyanlaşması bağlamında şunları söyler:
“Hıristiyan
âleminde ‘invisible church’ dediğimiz ‘göze gözükmeyen’ yâni somut ve mevcut
bir dünyâ olarak görmediğiniz bir kilise var. Nedir bu?ç Protestanlar
tarafından kurulmuş olan bu kilise der ki: ‘şahısların Müslümanlıktan
Hristiyanlığa geçmesi gerekmez. Oldukları yerde, oldukları gibi kalsınlar ama
bizim istediğimiz gibi düşünsünler. Yâni müslüman, müslüman gibi düşünemesin,
hristiyan gibi düşünsün ama müslüman gibi yaşadığına inansın. Bu çok mühim bir
olaydır. Dolayısıyla da bunun adına ‘invisible church’ (görünmeyen kilise) denir.
Bugün Türkiye’de, bir-çok müslüman, maalesef müslüman gibi düşündüğünü
zannederek gerçekte hristiyanların kendilerinden istenildiği gibi düşünüp
‘müslümanlığımı yerine getiriyorum’ inancı içindedirler”.
Protestanlık yoluyla tahrif
olmuş hristiyanlığı vicdanlara gömen batı’da, kiliseler “nikâh sarayı”na
dönmüştür. Dünyâ’daki sözde çözülemeyen ve tartışılıp duran dîni sorunların
çoğu hristiyan dîninden ve modernitenin ortaya çıkardığı sapkınlıklardan kaynaklanır.
İslâm’ın sorunları değildir o sorunlar. İslâm “tüm sapkınlıklara cevap üretmeye
gelmiş bir din” değil, o “sapkınlıkları ortadan kaldırmak için gelmiş bir din”dir.
Hristiyanlıkta “sünnet”
düşüncesi yoktur yada kaybolmuştur. Hz. Îsâ’nın örnek davranışlarını tâkip etme
düşüncesi yoktur hristiyanlarda. Çünkü bu, “moderniteye ağır bir darbe indirmek”
anlamına gelir. Hristiyanlık (Nasara değil) Roma’dan bêri “otoritenin dînini ve
sünnetini” yol edinmiştir ve tüm Dünyâ’ya da bunu dayatmaktadır. Hristiyanlaşma
yâni modernleşme temâyülüne kapılmış olan müslümanlar da bunu tekrâr
etmektedir. Hristiyan dîninin yozlaşması, Luther’ci “sünnet düşmanlığı”yla
başlamıştır. İslâm Dîni sapasağlam ilk günkü gibi ortada durmasına rağmen
müslümanların yozlaşması da yine “sünnet düşmanlığı” ile oluyor. Güzel örneklik
olan Peygamberimiz’i örnek almayan müslümanlar, hristiyanlaşma temâyülüyle
birlikte moderniteyi “sünnet” edinmiş durumdadırlar.
Kapitâlizm,
“hristiyanlığın kapitâlizme karşı sesini kısma” sürecidir. Şimdi de
“kapitâlizme karşı İslâm’ın sesini kısma” süreci işliyor. Bu da hem şeytânî
ideolojiler ve sistemlerle, hem de Sünnet’i yok saymakla yada takmamakla
yapılıyor. Yâni pratikten, amel-eylemden vazgeçilmiştir. Zîrâ modernite
sıkı-sıkıya tâkip edilmektedir. Müslümanlar Kur’ân’ı okuyorlar ama amel ve eylemleri
Sünnet’e göre değil, lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-modern-konformist-emperyâl
batı’nın, hristiyan batı’nın işleyişine yâni sünnetine göredir. Kimin sünnetine
göre davranıyorsanız, onun dînindensiniz demektir ki müslümanlar, hristiyan
modern batı’nın dînine, hristiyanlaşma temâyülüyle birlikte adapte olmuşlardır
ve olmaktadırlar.
Hristiyan batı’nın tüm
putperestlik uygulamalarını müslümanlar da şiâr edinmiş durumdadırlar. Dîni
“zamânın rûhuna uygun hâle getirmek” düşüncesi tüm insanlığı sardığı gibi müslümanları
da sarmıştır. Oysa “zamânı dînin rûhuna uygun hâle getirmek” gerekir ki İslâm
zâten bunun için gönderilmiş ve peygamberler de bunun mücâdelesini vermişlerdir.
İşte müslümanlar ve insanlık, peygamberlerin sünnetinden mahrumdur ki bu mahrûmiyet
nice mâsumiyetlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
İnsanlar; toplumsal, ekonomik,
siyâsî ve ilmî güçlerini kaybettiklerinde yada bu özellikleri zayıfladığında ve
kendilerini yetersiz gördüklerinde -görece- kendilerinden üstün gördükleri
kişileri taklit etmeye başlarlar ki “hristiyanlaşma temâyülü”nün başlangıcı
böyle olmuştur. Bu temâyül, müslüman toplumun sâdece siyâsî-ekonomik-kültürel
alanında değil, dînî alanında da böyle olmuştur.
Ilımlı İslâm, batı İslâm’ı,
Protestan İslâm, Amerikan İslâm’ı vs. gibi klişelerle müslümanlar
hristiyanlaşmaya yâni moderniteye meyletmektedirler. Oysa daha önce bu süreçten
geçen hristiyanlar, bunun bedelini maddî açıdan olmasa da mânevî açıdan ağır
bir şekilde ödemektedirler ve bunun psikolojik baskısını azaltmak için de bu
bedeli tüm Dünyâ ile paylaşmak istemektedirler. Yapmak yerine yıkmanın peşinde
olmalarının bir nedeni de budur. Kendilerine verileni bırakmanın bedelini ağır
bir şekilde ödemektedirler. Oysa daha önce bu konuda Allah’a söz vermişlerdi:
“Ve: ‘Biz hristiyanlarız’
diyenlerden kesin söz (mîsak) almıştık. Sonunda onlar kendilerine hatırlatılan
şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. Böylece biz de, kıyâmete kadar
aralarında kin ve düşmanlık saldık. Allah, yapa-geldikleri şeyi onlara haber
verecektir” (Mâide 14).
“Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin” (Matta: 5/39).
“Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için duâ
edin” (Matta: 5/44).
İncil’deki bu âyetler, modern
müslümanların ve hristiyanlaşma temâyülündeki kişilerin, kendileri dışındaki
müslümanlara verdikleri direktiflerdir. Oysa İslâm’da “kısasa kısas” vardır ve
zulme karşı tâviz verilmez. Bu yüzden İslâm’ın düşmanları korku içinde
olurlar.
Müslümanların ve de diğer
Dünyâ insanlarının hristiyanlaşma temâyülü, en çok da siyâsi alanda kendini göstermektedir.
Dinden kopuk ve bağımsız bir siyâsete sâhip olan modernite, siyâseti dinden
bağımsız olarak belirleyince ve hayâta Allah’ı karıştırmayınca hem siyâset
bozulmuş, hem de sosyâl, ekonomik ve kültürel alanlarda krizlerin yaşanmasına
neden olmuştur. Cumhuriyet, demokrasi, kapitâlizm, liberâlizm vs. gibi din-dışı
ideolojiler ve sistemler, küresel ve yerel tâğutları “Dünyâ’nın efendisi” ve
yöneticisi kılarken, Dünyâ’nın genelini ise “modern köleler” hâline getirmiştir.
Yâni, aslında bir hayrı olmadığı gibi Dünyâ’yı, “şerrin merkezi” hâline
getirmiştir. Küçük bir azınlık mutlu(!) olurken, Dünyâ’nın çoğunluğu maddî
zorluklar; açlık, susuzluk, evsizlik, çıplaklık, savaş ve ölüm içinde kıvranırken,
bir diğer bölümü de mânevi açlık ve ölümlerle muzdarip olmaktadır.
Peki insanlar niçin çok az
sayıdaki “şeytanın uşakları” olan tâğutlara bir şey diyememektedirler?. Çünkü
hristiyanlaşma temâyülüne girmişlerdir ve buna göre düşünmekte ve davranmaktadırlar.
İncil’in tahrif edilen bölümlerinde buna çanak tutan yönler vardır:
“Herkes, altında yaşadığı
yönetime itaat etsin. Çünkü Tanrı’dan kaynaklanmayan hiç-bir yönetim yoktur. Vâr
olan tüm yönetimler Tanrı tarafından têsis edilmiştir. O yüzden yönetime karşı
direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur ve yargılanmalıdır” (Pavlus, Romalılara
Mektup 13:1-2)
Batı hristiyanlığı yada
modernite, kendisini “din” edinmeyenlerle savaşmakta, onları yok etmek
istemektedir. Tâ ki onlar gibi olana kadar, yâni onların dinlerine girene
kadar:
“Sen onların dinlerine
uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki:
‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca
ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için
Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).
Batı; “Hristiyan dîni”nden
vazgeçti fakat, “Hristiyan kîni”ni sürdürüyor. Üstelik bu kîni tüm Dünyâ’ya
yaymak ve kabûl ettirmek istiyor. Bu kin aslında dîne ve Allah’a olan kindir.
Peygamberlere duydukları kindir. Tabi batı’da da bu durumdan şikâyetçi olan
bir-çok insan vardır ve bu durumun değişmesini istemektedirler. O yüzden onları
ayırmak ve temize çıkarmak gerekir. Çünkü Allah bu ayırımı yapar:
“Onların hepsi bir
değildir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup
Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanırlar” (Âl-i İmran 113).
“Şüphesiz, îman edenler(le)
yahudiler, hristiyanlar ve sâbîler(den kim) Allah’a ve âhiret gününe îman eder
ve sâlih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır.
Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Bakara 62).
Hristiyanların hepsinin aynı
olmadığını ve Hz. Îsâ’ya uyanların da olduğunu gösteren bir âyet de şudur:
“Hani Allah, Îsâ’ya
demişti: Ey Îsâ, doğrusu senin hayâtına Ben son vereceğim, seni Kendime
yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyâmete
kadar inkâra sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır,
hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim” (Âl-i İmran 55).
Roma Devleti, hristiyanlar
çoğalıp etki göstermeye başladığında onlarla bir uzlaşmaya gitmenin yararını ve
zorunluluğunu gördü. Yapılan konsüllerde, “kadim putperest Roma aklı” ağır bastı.
Sonuçta hristiyanlar işbirliğine gitmek ve hristiyanlığı Roma putperestliği ile
meczedip karıştırarak “hayattan kopuk bir din” şeklinde güncellenmesine râzı oldular. Kiliselerin özerk bir yapı
olarak ortaya çıkması bundan sonra başladı. Zâten bu duruma karşı çıkanlar için
de manastırlara kapanmaktan başka çâre kalmadı.
Tüm bunların sonucunda
hristiyanlık, “şeriatsız bir din” hâline geldi ve günümüze kadar öyle kaldı. Hristiyanlık
o günden bêridir bir “îtikad, ahlâk, duâ, hoşgörü ve sevgi dîni”ne dönüştü.
Hâlbuki hristiyanlığın bir Peygamber’i olduğu için bir şeriatı ve sünneti de
vardı. İşte Roma’nın himâyesine giren hristiyanlar, böylelikle hristiyanlığı
“Peygambersiz bir dîn”e çevirdiler. Bu bağlamda Hz. Îsâ’nın -hâşâ- “Allah’ın
oğlu” olduğu küfrü de dinleştirildi. Hz. Îsâ, “Allah’ın kulu ve resûlü”
olmaktan, “Allah’ın oğlu” olmaya çevrilince hristiyanlar “peygambersiz”
kaldılar.
İşte; modernitenin ağır
kuşatması ve baskısı karşısında ilmî, siyâsi, ekonomik ve kültürel alanda
direnemeyen müslümanlar, ezikliğin suçunu târihlerinde ve dinlerinde görmeye
başladılar. Zâten oryantâlistler de buna çanak tuttu. Böylece kendi târihlerini
kötülemeye başladılar. Bu uğurda “sâdece Kur’ân” söylemiyle Peygamber’i ve
dolayısı ile Sünnet’i inkâr ve iptâl etme yoluna girdiler. Batı’yı taklit
edince, Yunan düşüncesi, Roma siyâseti ve hristiyan kültürünü de taklit etmek
zorunda kaldılar. Sonuçta hristiyanların ulaştığı âkıbete düştüler. Artık İslâm
da, “peygambersiz” ve dolayısı ile “pratiksiz” bir din olma yoluna girdi.
Bakıldığında İslâm, modern müslümanlar tarafından “sevgi, barış, kardeşlik ve
hoşgörü dîni”ne döndürülmeye başlamıştır. Kamusal alanda işlevsiz durumdadır.
Müslümanlar İslâm’ı, “bireysel inanç, ahlâk, ibâdet ve düşünce dîni”ne
döndürmede hızla yol almaktadır. Öyle ki, artık “İslâm’ın sosyâl, kültürel,
ekonomik ve siyâsi hayâta da hâkim olması” gerektiğinin söylemi bile
yapılamıyor. Bu söylemde bulunanlar “câhil, yobaz, aşırı ve terörist olarak”
görülüyor, şiddet yanlısı îlan ediliyor ve hattâ kovuşturmaya uğruyor. Zîrâ
ağır bir hristiyanlaşma temâyülü” baş-göstermiştir.
Ortaçağda Yunan düşüncesi (Aristo)
ve aklıyla “İncil’e bakarak” şirk koşan hristiyanlık, modern zamanda da yine
Yunan ve Roma merkezli olarak, “tabiata bakarak” şirk koşmaktadır. İki dönemde
de aslında aklı ön-plâna çıkarmıştır. Modernite, sâdece bir kısım insanların
değil, moderniteye îman etmiş olan tüm insanların aklını putlaştıran seküler
bir ideolojidir.
Hristiyanlıkta haftada bir kiliseye
gitmek “dindarlık” için yeterli görülür. İslâm da bu hâle getirilmek isteniyor
ve bir kenarda-köşede haftada bir yada iki kere bir araya gelerek bir şeyler
konuşmak “müslüman ve dindar olmak” için yeter zannediliyor. Oysa İslâm,
bilmekten çok “yapmak” ile ilgilidir. Mü’minlerin görevi, Hayâtın tüm alanında
İslâm’a göre edip-eylemektir. Zâten “bilmek”, “yapmak”la tamamlanır. Aksi-hâlde
bilmek eksik kalır ve bilgi bir türlü bilince dönemez ve kişi de cehâletten tam
anlamıyla arınamaz.
“Sezar’ın hakkını Sezar’a, Allah’ın ahlâkını Allah’a verin” sözüyle ifâdesini bulan düşünce, “hristiyanlaşmış müslümanlar”ın da düşüncesi olmaya başlamıştır. Oysa İslâm’da
lâiklik yoktur ve söz-konusu olamaz. Zîrâ İslâm’da din ve devlet ayırımı
yoktur.
Müslümanların hedefi,
hristiyan-dünyâ gibi olmak değildir, olmamalıdır. İslâm’ın her alanda kendine
has bir potansiyeli vardır ve bu, “Dünyâ’yı yıkma merkezli” değil “yapma
merkezli”dir. Bu zâten 1.000 yıl boyunca da görülmüştür. Tabi Dünyâ cennet de
değildir. Dünyâ bir imtihan alnıdır ve bu imtihan ancak İslâm’ın
hâkimiyetindeyken verilebilir ve sınavdan yüz-akıyla çıkılabilir. Tabi bunu
bedelleri vardır. Zâten sorun da özellikle müslümanların bu bedeli ödemek istemeyişleri
yada bedeli göze alamayışları nedeniyle sürmektedir. Zîrâ ağır bir hristiyanlaşma
temâyülü ve modernite baskısı vardır. Bu baskı, dînin kâlplere-vicdanlara-zihinlere
hapsedilmesine sebep olmakta ve hayatta amel-eylem şeklinde gözükmesini
engellemektedir. Temâyülün en önemli görünümü, “îman ile amelin ayrılması” (lâik)
noktasındadır. Maalesef müslümanların her biri birer Luther olmuş, îman ve amel
arasını açmakla uğraşmaktadır.
Yapılması gereken şey ise
bellidir. Allah bize bir “kurtuluş reçetesi” (Kur’ân) göndermiş ve
uygulamasının nasıl olacağını gösteren örnek insanı da göndererek İslâmî
hareket metodunu tüm zamanlar ve mekânlar için ortaya koymuştur. Geriye,
müslümanların tüm gayri İslâmî temâyüllerden vazgeçip, samîmi, ciddî ve dirâyetli
bir İslâmî sürece girmesi ve İslâmî yönde bir değişim-dönüşümü gerçekleştirmesi
olacaktır. Zâten âhirette de insanları kurtaracak olan şey budur.
İzzeti İslâm-dışında aramak
mü’minlere yakışmaz. Zîrâ izzet ve şeref için Allah yeter:
“Kim izzeti istiyorsa,
artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, sâlih amel de onu
yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir
azab vardır. Onların tasarladıkları boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).
İnsanların ve müslümanların
İslâm’dan başka çâresi de, kurtuluş reçetesi de yoktur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2019