15 Mart 2024 Cuma

Din, Bilim, Felsefe

 

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır…” (Âl-i İmran 19).

 

“Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitab’ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu-hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114-115).

 

“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek sâdece Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

 

Din: “Tanrı’ya, doğa-üstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum. Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve sembôller biçiminde toplayan, sağlayan düzen. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veyâ ülkü, kült. İnsanların ilk yaratılışından bu yana Dünyâ’da olduğuna inanılan, insanın yaratıcıyla ve çevreyle ilişkisini düzenleyen yapıya verilen isim” (TDK).

 

Felsefe: “Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilimin veyâ bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü. Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi. Dünyâ görüşü. Bir konuda soyut düşünüş” (TDK).

 

“Felsefe (Yunanca; philosophia, “bilgelik sevgisi” veya “hikmet arayışı”); varlık, bilgi, gerçek, adâlet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili özsel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalardır. Felsefe düşünce sanatı olarak da bilinir” (Vikipedi).

 

Bilim: “Evrenin, evrendeki olguların ve olayların bir bölümünü ele alıp bir-takım yöntem ve deney-yolları kullanarak ve gerçeğe, gerçekliğe dayanarak bir-takım yasalara ulaşan bilgi-yolu, düzenli ve tutarlı bilgi. Yöntemle elde edilen ve uygulamayla doğrulanan, her zaman ve her yerde geçerlik ve kesinlik nitelikleri taşıyan yöntemli ve dizgesel bilgi. Evrenin yada olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi”.

 

Din, felsefe ve bilimin kısaca tanımlarını verdik ama şunu söyleyeyim ki hiç-bir şeyin tam tanımı, aslında yapıldığı gibidir. Bizim bu yazıda bahsettiğimiz din elbette İslâm’dır, felsefe Yunan felsefesidir ve bilim de modern-bilimdir.

 

Pozitif-modern bilginin zannettiği gibi dinler, özellikle de tek-tanrılı dinler (ki aslında tek-tanrılı tek din sâdece İslâm’dır, çünkü Allah katındaki tek hak din İslâm’dır) sonradan ortaya çıkmış değil, tâ ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den bêri İslâm da vardır, o’nunla birlikte yada o’ndan hemen sonra bâtıl dinler de hep olmuştur. Yâni ilk ortaya çıkan şey felsefe yada felsefî düşünce değildir. Din ilk olandır ve tek hak din olan İslâm ilk insan ve beşer olan Hz. Âdem ile başlar. Felsefe ise daha sonra ortaya çıkmıştır. Bilim ise bir şeylere ihtiyaç duyulmaya başlandığında madde üzerinde yapılan “maddeyi değiştirme çalışmaları”dır.

 

İslâm ilktir, daha sonra bâtıl inanış ve düşünceler ortaya çıkmıştır. Bu bâtıl inanış ve düşüncelerin sistemli hâle getirilmesi felsefe ile olmuştur ve felsefe dinden sonra ve dîne karşı olarak ortaya çıkmıştır. Esâsen Aristo ile başlamıştır. İslâm Allah’a dayanırken, felsefe ise akla dayanır. Allah’a dayanan elbette “ilk” olacaktır. Allah’tan kopuk olan akla dayanan felsefe ise Allah’ı hesâba katmadan düşünmek ve açılama yapmaktır. yapılan En sonda -sözde- aklın kemâle ermesiyle birlikte modern-bilim ortaya çıkmıştır. Aslında felsefe, dîni, modern-bilim de felsefeyi dışlayarak ve “öldürerek” ortaya çıkmıştır. Felsefe ile modern-bilimin ortak yanı, ikisinin de Allah’ı ve dîni hesâba katmaması ve İslâm’ı dışlayarak ortaya çıkmış olmasıdır. Felsefe de modern-bilim de Allah’a değil de akla dayandığından dolayı özünde İslâm-dışı ve İslâm-karşıtıdırlar. Fakat eğer ikisinin de dayandığı akıl vahiy-merkezli inşâ olan bir akıl ise, felsefe ve bilim ile varılan sonuçlar da “hak” olur. Felsefe ve bilimin vardığı sonuçların “hak” olmamasının nedeni, dayandıkları aklın Allah’tan, dinden ve vahiyden kopuk olması ve hattâ bunlara karşı olması nedeniyledir. Bu nedenle felsefe de modern-bilim de hiç-bir zaman kesin ve net bilgiye ulaşamamıştır ve ulaşamaz, üstelik her zaman eksik kalacağı için yanlış sonuçlara varacağından dolayı fitne üretip ifsâd edici olmaktan kurtulamaz.     

 

Din’de yâni İslâm’da zinhar ve aslâ bir şüphe ve kuşku yoktur. Fakat felsefe ve modern-bilim şüpheye ve kuşkuya dayanır. Felsefeyi ve modern-bilimin motive eden şey kuşkudur. Bu yüzden de akla dayandıkları için ilgilendikleri ve yöneldikleri maddeyi ve dünyevî olayları, o şeyin fıtratına, doğasına ve normâle aykırı olacak şekilde yorumlamak isterler. Bir türlü o şeyi olduğu gibi kabûl edemezler. Çünkü merkezlerinde şüphe ve kuşku vardır. İslâm’a göre ise yaratılmış bir şey nasılsa yâni Allah nasıl yaratıysa öyledir ve başka türlü değildir, olamaz.  Bu yüzden felsefe ve bilim, yaratılmış olanların Yaratıcısını hiç hesâba katmadan, “şu yaratılmış şeyin hakîkati nedir acaba?” diye sorular ve onu inceden-inceye araştırmaya başlar ama param-parça etmesine rağmen yine de bir türlü de işin sonunu getiremez. Laf aramızda, aslında getirmek de istemez. Çünkü işin sonunu getirdiği anda işsiz kalır. İşin kötüsü, “soruluyorum ve araştırıyorum” diyerek parça-pinçik ettiği şeyi tekrar bütün hâline de getiremez. Bu yüzden felsefe ve bilimin yâni akıl-merkezliliğin zarar verici olması kaçınılmazdır. Zâten felsefede ve bilimde kesinliğin olmamsının nedeni de budur. Apaçık olan şeyden şüphe duyarlar ve onu yorumlaya-yorumlaya ve parçalaya-parçalaya başkalaştırırlar ve en sonunda da o parçalara başka-başka isimler verirler ki zâten yaptıkları tek şey de budur.

 

Felsefe de tabî olacaktır-olmalıdır, çünkü bir şey üzerinde düşünmek insanı diğer varlıklardan ayıran şeydir. Fakat felsefe ancak Allah’a dayandığında, vahyin yönlendirmesinde olduğunda ve vahiy-merkezli olarak inşâ olmuş akıl ile yorumlandığında doğru sonuçlara ulaşabilir. Felsefe özünde din-dışı olmak zorunda değildir. Fakat felsefe Allah’a değil de akla dayalı olarak ortaya çıkmış olduğu için felsefeyi akıl-merkezli yapmak kolay değildir. Çünkü zâten en baştan Hz. Âdem’den sonra “sistemsiz olarak dinden kopuş” olarak başlayan felsefe, Aristo ile birlikte “sistemli bir dinden kopuş” olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden felsefe, “dîne karşı bir din”dir.

 

Bilim de hep vardır. Fakat bu bilim “zanaat” şeklinde, ihtiyâca binâen ortaya çıkarılan doğal ve küçük araç-gereçler olarak çıkmıştır. Yâni kesici bir âlet gerekmiştir ve insanlar taşı, tahtayı, kemiği vs. yontarak kesici âlet yapmışlar, su içmek yada yemek yemek için bir kap lâzım olmuştur ve yine taştan-topraktan kaplar yapmışlardır. Çok önemli olan ateşi yakmasını öğrenmişler, tekerleği îcât etmişler, giysiler üretmişler vs. Bilim ve teknik ilk-başta buydu. Bu, doğaya zarar vermeden çok uzun süre boyunca devâm etmiştir ve yavaş-yavaş (hızlı değil) gelişmiştir. Bilimin Allah’tan ve din’den koparak farklı bir yola girmesi de yunana dayanır. Yunanlı doğa filozofları yada bilginleri, gökleri, doğayı, hayvanları vs. yorumlamayı hep Allah’a dayanmadan, dîni-îmânı hesâba katmadan sâdece akla dayanarak yapmaya başlamışlar ve isâbetli sonuçlar elde ettikleri gibi isâbetsiz ve faydasız sonuçlar da üretmişlerdir. Fakat yunan ile farklılaşan ve başka bir yola giren bilim o yolda ilerleyememiş ve zâten orta-çağda doğallığına büyük oranda geri dönmüştür.

 

Bilimin asıl yoldan çıkması ve yoldan çıkartıcı olması modernleşmesiyle, yâni Allah’tan, dinden, doğaldan, fıtrattan ve normâlden kopmasıyla ve kapitâlizm, liberâlizm ve emperyâlizm ile olmuştur. Böylece bilim artık modern-bilim ve sonra da teknoloji olmuştur. Modern-bilim, dîne ve doğaya aykırı olduğu için kırmızı çizgisi yoktur ve aşırı üretime dönüktür. Bu nedenle de hiç-bir sınır tanımaz ve üretip durur. Fakat ürettikleri şeylerin insanlara bâzı faydaları olsa da uzun vâdede fitne çıkarıcı, ifsâd edici ve zarar vericidir. Atom bombası yapmanın, savaş uçaklarıyla gariban insanları bombalamanın, elektronik ürünler ile insanları sömürmenin, yapay zekâlarla insanları gerçeklikten koparmanın, televizyon, telefon, bilgisayar, internet, sosyâl medyâ ile insanların ahlâkını bozmanın iyi bir tarafı yoktur ki!..    

 

Peki Allah’tan, din’den ve doğaldan kopan felsefe ve bilim niçin yunanda çıkmıştır?. Çünkü doğu toplumları Allah’tan ve dinden kopuk şeyleri yapmayı düşünmediler ve istemediler. Bunun kesin bir nedeni yoktur ama kanımca büyük oranda coğrafya ile ilgilidir.

 

Felsefe dînî olmayan ilk kurumdur. Gücünü dinden almaz ve sorunları çözme yolunda felsefe dışında bir mercie başvurmaz. Felsefe bilimi de dinsizleştirmiştir ve modern-Allahsız bilim çıkmıştır ortaya.

 

Allah’a yâni Bakî olana dayanamayan her-şey eksiktir, yanlıştır ve yıkılmaya-ölmeye mecburdur. Felsefe ve modern-bilim, dîne gerek kalmadığını hattâ Tanrının öldüğünü söylemişlerdir ama asıl ölen yada can çekişen kendileridir. Nietzsche: “Tanrı öldü. Tanrıdan geriye bir ölü kaldı. Ve onu biz öldürdük” demiştir ve güyâ dînin de ölümünü îlân etmiştir ama, ondan sonra da Stephen Hawking çıkmış ve o da “felsefe öldü” demiştir. Stephen Hawking şöyle der: “Evrenin bir yaratıcıya ihtiyâcı var mıydı?. Çoğumuz zamânımızın çoğunu bu sorular hakkında endişelenerek harcamayız ama neredeyse hepimiz zaman-zaman onlar hakkında endişeleniriz. Geleneksel olarak bunlar felsefe için sorulardır, ancak felsefe öldü”. Martin Heidegger ise 1938’de bilimin öldüğünü söylemişti. Marcel Duchamp da 1917’de “sanat öldü” demişti. Dinden bilime, sanattan felsefeye değin varlığı anlamlandırma çabasındaki tüm edimlerin öldüğü îlân edilmiştir.

 

Evet; aslında modern-bilim de ölmüştür ve günümüzde yaşayan ve “bilim” zannedilen şey teknolojiden başkası değildir. 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra modern-Allahsız bilim bitmiştir ve yeni bir bilimsel düşünce teori yoktur. Her-şey öncekinin tekrârı ve geliştirilmesi yada değiştirilmesinden ibârettir. Teknoloji ise patlamaya hazır bir bomba hâline gelmiştir. Büyük bir gürültüyle patlayıp ölmesi an meselesidir. Oysa teknoloji insana kolaylıklar getirmek için ortaya çıkmıştı, fakat târihte hiç olmadığı kadar büyü zorluklar ortaya çıkarmış ve insanlara büyük acılar yaşatmıştır. Çünkü bunlar doğa uygun değildir, doğal bünye bunları kaldırmaktadır. Zîrâ doğallıktan kopan hiç-bir şey insana kolaylık getirmez ve kısa yada uzun vâdede çeşitli zorlular ve sıkıntılar ortaya çıkarır. Bu nedenle teknoloji de mecbûri bir ölüme gidecek ve ya din-merkezli yeni bir doğallık ortaya çıkacak yada kıyâmetler kopacaktır.      

 

Teoman Duralı bilim ve teknoloji konusunda şunları söyler:

 

“Efendim, felsefeyle bilim bir bütündür. Felsefe nasıl durmuşsa günümüzde ve yoksa, bilim de öyle durmuştur. Bilim dediğimiz bugünkü çalışmalar teknolojidir, fendir. Bilim yapılmıyor artık, çok ender olarak belki astrofizik çalışmalarından bahsedebiliriz, o bir tarafa ama büyük ölçüde artık günümüzde bilim yapılmıyor, bilimle uğraşılmıyor. Çok yaygın bir hatâ var günümüzde; teknolojik gelişmeyi bilimsel bir gelişme gibi algılıyoruz. felsefeyle bilim birlikte Dünyâ’ya gelmişlerdir ve aynı hedefe yöneliktirler, aynı yöntemi izlemektedirler. Felsefenin ölümüyle birlikte, 20. yüzyılın ikinci yarısında felsefe ortadan kalkınca bilim de ortadan kalkıyor. Günümüzde bilim yapılmıyor artık.

 

Bugün Avrupa’nın, Avrupa’daki kültürlerin, toplumların, milletlerin bütün ötekilere üstün olmasının tek sebebi Yunan’dan çıkıp gelmiş felsefe-bilim geleneğini üstlenmeleridir. İslâm medeniyeti de bunu üstlenmiştir ama İslâm medeniyeti felsefe-bilime biricik önceliği vermemiştir, dîne bağlı kalmıştır. Avrupa’daki kültürler, toplumlar felsefe-bilim uğruna dîne sırt çevirmişlerdir. Tekrâr ediyorum, Avrupa’da istemediğiniz kadar dindar insan var, mütedeyyin insan var ama toplumun, devletin dayandığı temel kurum 16. yüzyıldan îtibâren din olmamıştır. Din neye engeldir?. Sermâyeciliğin baş-tâcı ettiği kâr güdüsüne engeldir. Bu sebeple de zâten sermâyecilik geliştiği ölçüde Avrupa dinden yâni Katoliklik’ten çıkmıştır. Katoliklik bir din’dir. Bunun yerine ikâme edilen Protestanlık olmuştur”.

 

Felsefede ve modern-bilimde yol alabilmeniz için dinden uzak durmanız gerekir. Yoksa ya bir noktada felsefeyi yada dîni terk etmen yada ikisini de terk etmediğinde kafayı yemeniz kaçınılmaz olur. Zıt-kutuplu mıknatısları birleştirmeye çalışmak gibi bir şey.

 

Felsefe dîni, modern-bilim felsefeyi, teknoloji de modern-bilimi öldürerek merkeze oturmuş ve tahta geçmişlerdir. Dîne karşı olmakla ve Allah yerine akla dayanmakla hayat bulan felsefe dîni, felsefenin ekürisi olan ama sonra zâlimleşen modern-bilim felsefeyi, kapitâlistleşen, emperyâlistleşen ve vahşîleşen teknoloji ise modern-bilimi öldürmüştür. Fakat teknoloji de oburluktan dolayı hastadır ve ölme yoluna girmiştir. Böylece ortada ne tahrif edilmiş din, ne felsefe, ne modern-bilim kalmıştır ne de teknoloji uzun süre yaşayabilecektir. Fakat şu iyi bilinsin ki Allah bâkîdir ve ölmez.

 

Bu nedenle felsefe, modern-bilim ve teknoloji hiç-bir zaman hak dînin yerini alamaz. Bunu zorla yapmaya kalktığınızda felsefe, bilim ve teknolojinin yaptığı şey olur ve Dünyâ ifsâd olur ve insanlığın anası ağlar.

 

“Gerçek (hak) Rabbinden (gelen)dir. Şu-hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (Bakara 147).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

Devamını Oku »

Kula Kulluk Etmek

 

“Göklerde ve yerde olan (herkesin ve her şeyin) tümü Rahmân (olan Allah)a, yalnızca ‘kul’ olarak gelecektir” (Meryem 93).

 

Hayır, artık (yalnızca) Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol” (Zümer 66).

 

“Sâdece kendisine” kulluk edilmeyi hak eden tek bir ilah vardır, o da âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Çünkü herkesi ve her-şeyi O yaratmış ve O yaşatmaktadır. O’ndan başkası “yaratılmış” olandır. Bu nedenle Allah’tan başka bir kişiye yada şeye yapılan kulluk mecbûren, “kula kulluk” olur.

 

Şu koca kâinatta “sâdece Allah’a” kulluk yapmayan tek varlık insandır. İnsanların bir-çoğu, gönderilmiş ahlâk-timsâli peygamberlere ve indirilmiş onca vahye rağmen insanların çoğu; “sâdece Allah’a” değil de, Allahtan başkalarına yada başka şeylere kulluk yaparak küfre düşmekte; Allah ile birlikte, yaratılmış olan bir kişiye yada şeye kulluk yaparak şirk koşmakta; yada “sâdece Allah’ın kuluyum” demesine rağmen kulluğun hakkını vermeyerek münâfıklık yapmaktadır. 

 

Allah’tan başkalarına ve başka şeylere kulluk/ibâdet etmek, ille de taştan-tahtadan yapılmış ve “put” denilen “bir-tâkım şekiller karşısında eğilip-bükülmek” demek değildir. Önemli olan, bunların üzerinden neye tapıldığıdır. Bu putlara tapmak, asıl tapınılan şeyin temsiline tapmaktır. O temsiller üzerinden asıl neye tapıldığı önemlidir. Zâten o temsiller/putlar, asıl tapılan ve kulluk edilmekte olan şeyleri örtmek/perdelemek için vardırlar. Yoksa taşa-tahtaya tapmanın saçmalığı apaçıktır ve bunu Peygamberimiz zamânında bile açık-açık söyleyen hanifler vardı.

 

Allah’tan başkasına kulluk etmek demek; “Dünyâ’daki ve insanlar arasındaki istisnâsız her alanda ve her konuda yâni sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, kânûnî, hukûkî, askerî, ticârî, âilevî vs. aklınıza gelen-gelmeyen her konuda tasavvuru, düşünceyi, söylemi ve eylemi Allah’a, Allah’ın emrettiğine yâni vahye ve peygamberlerin örnekliğine göre değil de; başta şeytana, nefse, küresel gücü ellerine geçirmiş olan tâğutlara (yâni kendisinde Allah gibi bir güç olduğu zannedilenlere), çıkarlara, hevâ ve heveslere, arzulara vs. göre belirlemek, düzenlemek ve yapmak” demektir. İşte “Allah’tan başkalarına kulluk ve ibâdet etmek” yâni tapmak bu demektir. Kur’ân’ın şirk, küfür ve zulüm dediği budur.

 

Kula kulluk, sâdece ibâdetle ilgili konularda değildir. Sosyâl, siyâsal, ekonomik ve hukûki alanda da “sâdece Allah’a” kulluk yapılmalıdır. Kur’ân’da sürekli söylenen; “yalnızca Allah’a kulluk edin” sözü, “yalnızca Allah’ın kânunlarına uyun” demektir.

 

Beşerî sistemler, “kula kulluk” sitemleridir. Meselâ demokrasi, kânun ve kural koymak sâdece Allah’ın hakkıyken ve bu nedenle Allah’tan başkalarının koyduğu kânun ve kurallara göre yaşamak şirk olduğundan dolayı, demokrasinin âyini olan oy verme işlemi, oy verilen kişilere “al istediğin kânun ve kuralı çıkar, sana bu yetkiyi veriyorum ve senin çıkaracağın kânun ve kuralara uyacağıma söz veriyorum” demek olacağı için demokrasi ve oy kullanmak, “kula kulluk yapmak” demektir.

 

İnsanlık târihi, “sâdece Allah’a kulluk etmek” ile “kula kulluk etme”nin mücadelesinin tarihidir. Çünkü üçüncü bir yol yoktur. Ya “sâdece Allah’a, yada Allah’tan başka birine yada şeye kulluk edebilirsiniz. Allah ile birlikte başkasına da aynı-anda kulluk etmek de “sâdece Allah’a kulluk” olmadığı için “kula kulluk etmek” demektir. Kula kulluk etmek, Yaratıcı varken, bir yaratılmış olanın başka bir yaratılmış olana meftûn, râm ve hayrân olarak ona göre düşünmesi, konuşması ve davranmasıdır. Yâni Allah’ın belirlediğine ve emrettiğine göre değil de, yaratılmış olan bir kişi yada şeye göre yaşamasıdır. Kula kulluk etmek, Yaratıcı varken yaratılmış olana göre yaşamak demektir.

 

Peki neden “sâdece Allah’a” kulluk etmeliyiz?. Çünkü kendisine kulluk edilmesini istismâr etmeyen tek varlık Allah’tır. İnsan Allah’tan başka kulluk ettiği kullardan hep ihânet görmüştür-görmektedir. Fakat yine de, nefsine çalınan bir parça bal karşılığında kula kulluğu sürdürmektedir.

 

Bir insanın en üst-düzeyde yaşayabileceği hâl, “kulluk hâli”dir. Bu kulluk, kula kulluk değil, “yalnızca Allah’a” yapılan kulluktur. “Sâdece Allah’a” yapılan kulluk, ancak kâlpten îman edenlerin ve O’na hakkıyla kulluk yapabilenlerin işidir. Allah’a hakkıyla kulluk etmek ise, O’na tam bir teslîmiyetle teslim olmayı gerektirir. “Sâdece Allah’a” kulluk etmeyenler ise, O’nu, “her istenileni ânında yerine getiren bir uşak” olarak görmek isterler.

 

Birinin yada birilerinin sana verdiği hak, seni o kişiye bağımlı yapar. Allah’ın verdiği haklara göre yaşarsan, Allah’a bağımlı/bağlı olursun. Bu seni, kula kulluktan kurtarır. Diri olan Allah’a kulluk yapmayanlar, “ölü” olan insanlara kölelik yapmak zorunda kalırlar.

 

Allah’a kulluk edilmediğinde kula kulluk kaçınılmazdır ve bu-bağlamda kulluk edilmeyecek hiç-bir şey kalmaz. Târih boyunca insanların kulluk etmediği hiç-bir şey kalmamıştır. Soyut-somut, canlı-cansız, gökte-yerde, insan-hayvan-bitki, taş-toprak, düşünce, fikir, hattâ gerçek olmayan şeylere bile kulluk yapılmıştır ve hâlen de yapılmaktadır. İnsan kulluk edilmemiş tek bir varlık bile gösteremeyecek durumdadır.

 

İnsan Allah’tan başka; meleklere, cinlere, perilere, yıldızlara, gezegenlere, Güneş’e, Ay’a, mavi göğe, burçlara, yağmura, kara, fırtınaya, yangına-ateşe, depreme, suya, toprağa, taşa, dağa, denize, nehire, göle, ağaca, bitkilere, hayvanlara, madenlere-cevhere, insana, peygamberlere, kahramanlara, putlara, bâtıl din ve inançlara, mezheplere, meşreplere, tasavvufa, mistisizme, ezoterizme, batınîliğe, târikatlara, cemaatlere, hiziplere, gruplara, partilere, gavslara, kutuplara, evliyâya, şeyhe, şıha, meleye-mütrefe, hacıya, hocaya, ulu önderlere, dünyâ lîderlerine, kâinât imamlarına, ilme ve ilim-adamlarına, Kur’ân’a, Sünnet’e, hadsilere, sözlere, kitaplara, ibâdet-hânelere, akla, fikre, beyne, kâlbe-gönle, inançsızlığa, makinelere, bilime, teknolojiye, elektronik ürünlere, modern savaş araçlarına, silahlara, içkiye, kumara, zinâya, fuhşa, sigaraya, uyuşturuculara, paraya, mala-mülke, kadınlara, ana-babaya ve atalara, çocuklara, şehvete, şöhrete, siyâsete, servete, cehâlete, cinsel organlara, ideolojilere kısaca yaratılmış olan her-şeye kulluk etmiştir ki bunlar kula kulluktan başkası değildir. “Sâdece Allah’a” kulluk edilmediğinde bu saydıklarımıza ve sayamadıklarımıza kulluk etmiştir ve bir cezâ olarak kulluk etmek zorunda kalmıştır. Kula kulluk bir cezâdır; “sâdece Allah’a” yapılmayan kulluğun Dünyâ’daki cezâsı.     

 

Adam kalkmış, “şeyhinin karşısında, ölü yıkayıcınsın önündeki meyyit-ölü gibi olacaksın” diyor, “insan-ı kâmile kul olmak”tan bahsediyor. Hangi peygamber insanlardan böyle bir şey istemiştir ki!. “Şeyhinin iki kaşı arasına dikeceksin gözünü ve kendini onda kaybedeceksin” diyorlar. Bu büyük ihtimâlle Hinduluktan bize gelme bir olaydır, çünkü böyle bir şey İslâm’da yasaktır. Zîrâ bu kula kulluk etmek demektir. İslâm’da, Allah’a kendini adamaktan gayrı bir şey olmaz.

 

Biri Hz. Üzeyir’i, diğeri ise Hz. Îsâ’yı ilahlaştırmış olan ehl-i kitaba Allah şöyle diyor:

 

“De ki: Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda ortak (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç-bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şâhid olun, biz gerçekten müslümanlarız” (Âl-i İmran 64).

 

Yaratılmış olan hiç-bir varlığın, kim ve ne olursa-olsun, kula kulluk etme bağlamında “Allah’ı bırakın da bana kulluk edin” deme hakkı ve yetkisi yoktur, olamaz:

 

“Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kulluk edin’ deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre “Rabbaniler olunuz” (deme görevindedir)” (Âl-i İmran 79).

 

Ne demişti şeytan?:

 

“Dedi ki: Mâdem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlakâ senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Çoğunu şükredici bulmayacaksın” (A’raf 16-17).

 

“Dedi ki: Senin izzetin adına andolsun, ben, onların tümünü mutlakâ kışkırtıp azdıracağım. Ancak onlardan, muhlîs olan kulların hâriç” (Sâd 82-83).

 

Bu yüzden Allah bizi şöyle uyarmıştır:

 

“Ey âdem-oğulları, ben size and vermedim mi ki: Şeytana kulluk etmeyin, çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin, doğru yol budur” (Yâsîn 60-61).

 

Siz Allah’a ne kadar “kulluk” yaparsanız, Allah da size o kadar “Allah’lık” yapar:

 

“De ki: ‘Ben, yalnızca Allah’a kulluk etmek ve O’na ortak koşmamakla emrolundum. Ben ancak O’na dâvet ederim ve son dönüşüm O’nadır” (Ra’d 36).

 

Kula kulluk etmenin panzehiri, “sâdece Allah’a” kulluk etmektir:

 

“Allah’ın boyası... Allah(ın boyasın)dan daha güzel boyası olan kimdir?. Biz (yalnızca) O’na kulluk edenleriz” (Bakara 138).

 

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Her-şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her-şeyin üstünde bir vekildir” (En-âm 102).

 

Şirk; Allah’ın ekmeğini yiyip, şeytana, nefse, tâğuta ve yaratılmış olana kulluk yapmaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Savaşmak ve Sevişmek

 

“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara Sûresi 216).

 

“O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan eşini vâr etti. Onu (eşini) örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi de bununla (bir süre) gezindi. Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah’a duâ ettiler: ‘Eğer bize sâlih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız” (A’raf 189).

 

Savaşmak da sevişmek de insanlığın kaderi olarak kaçınılmaz şeylerdir. Sevişmek nesli üretirken ve sürdürürken, savaşmak ise nesli kurutur. Nice insan genç yaşında savaşlarda ölmüş sevdiği insanları gözyaşları ve acılar içinde arkasında bırakmıştır. Düşünüldüğünde modern insan için bu büyük bir trajedidir.

 

Çocukluğundan bêri savaşmak için yetiştirilmiş, ömrü savaşların içinde geçmiş olanlara savaşmak ve savaşta ölme ihtimâli normâl gelebilir fakat aslında sâdece bir kez gelinen şu kısa dünyâ hayâtında savaşmak ve savaş sonucunda genç yaşta ölmek-öldürmek kötü bir şeydir. Üstelik yapılan savaşların kaçı hak bir dâvâ için, hak ve hakîkat için, özgürlük için oluyor ki?. Açıkçası savaşların %90’ı şeytanın vesveseleri, nefsin kışkırtması ve tâğutların hırsları sonucunda meydana geliyor. Aslında sevişmek de öyledir, şeytan, nefs ve gayri-meşrû anlamda tâğutların ayartmasının sonucudur. Belki de bu nedenle “savaşma seviş” derler. İkisi de aynı nedenlerle ve aynı şekilde yapılır çünkü; yüz-yüze, göz-göze.

 

Allah için değilse, hak bir dâvâ için değilse yâni sonu gazilikle yada şehâdetle bitmiyorsa, savaşlar hırs ve şehvetin sonucudur. Meşrû sevişmeler de şehvettendir ama sevişmenin de gayri-meşrû olanı vardır. Hırs ve sapkınlık nedeniyle yapılan savaşlar yasak olduğu gibi, nikahsız sevişmeler de yasaktır.

 

Günümüzde savaşlar, meydana çıkmadan, uzaktan-uzağa düğmelere basa-basa yapılıyor. Çok yüksek teknoloji ile üretilen savaş araçları ve silahlarla savaşılıyor. Mâsum çocukları, kadınları, yaşlıları, hastaları öldürmeye ve binâları yıkmaya “savaş” deniliyor. Ne kadar çok öldürürsen ve ne kadar çok yıkarsan o oranda gâlip gelmiş sayılıyorsun. Eskisi gibi değil, iki ordu meydana çıkıp da bir taraf tamâmen kırılana yada dağılana kadar yüz-yüze, göz-göze yapılan savaşlar yok artık. Dünyâ’nın bir ucundaki ülke diğer ucundaki ülkeye bir füze atıyor ve binlerce insanı öldürüyor ve buna “savaşmak” diyorlar. Uçağı ve bombaları olan ordular 2-3 bin metre yukarıdan, uçağı, savunma silahı vs. olmayan insanların üstüne bomba atarak onları öldürüyor ve sonuçta savaşı kazanmış sayılıyor. Halbuki bu bir şerefsizliktir. 

 

Savaşmalar gibi sevişmeler de öyle; insanlar artık bir sorumluluk almadan ve işin sonunu düşünmeden sevişiyorlar. Öneli olan amaca ulaşmak.

 

Artık savaşmak da sevişmek de izlene bir şey hâline gelmiştir hattâ insanların en çok izlediği şeyler savaşlar ve sevişmelerdir. Sınırı ve kırmızı çizgisi olmayan savaşlar ve sevişmeler en ince ayrıntısına kadar açık ediliyor ve insanların gözüne-gözüne sokuluyor. Bu da onları normâlleştiriyor. İzleyenler izledikleri şey bitmesin istiyorlar ve izletenler de izleyicisi olan şeyi bitirmiyorlar. 

 

Artık savaşlar da sevişmeler de pornolaşmıştır. Pornolaştığı için İkisi de herkes tarafından izlenir hâle gelmiştir. Çünkü modernizm bir porno uygarlığıdır.  

 

Savaşlar sevişmeler gibi bâzen kısa sürer ama genelde uzun sürelidir. Hele modern savaşlar yâni herkes tarafından izlenen porno-grafik gösteriler bir türlü bitmek bilmiyor. 30 yıl, 100 yıl savaşları gibi bir türlü sonlanmıyor. Bir şey olsun da bitsin diye beklenen savaşlar bitmek bilmiyor ve her fırsatta alevleniyor. Aynen zinâ olan sevişmeler gibi.

 

Teoman Duralı savaşma ve sevişme hakkında şunları söyler:

 

“Truva savaşından önce Akhilleus Hektor’a bağırarak; “kalenden, müstahkem mevkiinden çık, gel buraya. Sevişme ve savaşma göz-göze, yüz-yüze olur” der. Çünkü eski Yunan’da savaşta at bile kullanılmıyordu. Yunanlılara en eski dönemde yüz-yüze savaşmak “erkeklik” olarak kabûl ediliyordu. At üstünde ve sütre gerisinden atış yapmak erkekliğe sığmayan bir şeydi.  Aynen sevişmek gibi, savaş da yüz-yüze göz-göze olmalıydı. Savaşmak ve sevişmek hayâtın iki nirengi noktasıdır. Biri nesli yürütmeye, öbürü de karşısındakinin neslini kurutmaya yöneliktir ve her iki olay da Yunan’da çok sıkı ahlâk kurallarına bağlıdır. Sevişme kadar savaşma son derece sıkı kurallara bağlanmıştır. Savaşçı olağan-üstü derecede kısıtlı, sınırlı çizgilerle savaşmaya mahkûmdur. Akhilleus’un dediği gibi yüz-yüze, göz-göze gelmesi lâzım, insanın karşısındakinin gözünün içine bakması lâzım. Çünkü rûh gözden yansır”.

 

Porno “sevişmenin yoldan çıkması ve açık edilmesi” durumuyken, uçaklar, füzeler, bombalar vs. ile yapılan savaşlar da bir sınırı aşma ve yoldan çıkma durumu olarak pornodur; savaş pornosu. Yunan-Roma kültürünün ürettiği greko-romen modern batı uygarlığı, savaşmayı da sevişmeyi de yoldan çıkarmış ve porno-grafik hâle getirmiştir. Savaşlar ve sevişmeler kırmızı çizgileri çok aşmış ve haddini bilmez duruma gelmiştir. Artık modern savaşlar ve sevişmeler ahlâkını yitirmiş ve sapıklığa dönmüştür. Zîrâ savaşmak ve sevişmek târihte hiç olmadığı kadar serbest kalmış, sınırı aşmış ve ahlâksızlaşmış durumdadır.

 

Modern zamanlarda çıkarılan fitne ve üretilen ifsâd, savaşmak ve sevişmek üzerinde yapılmaktadır. Savaşmaya ve sevişmeye bir sınır konulmazsa ve ahlâklı hâle getirilmezse, Dünyâ’nın cehenneme dönmesi kaçınılmazdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

14 Mart 2024 Perşembe

Allah’a İnanmak, Atalara Uymak

 

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).

 

Klâsik yada modern anlamda, Allah’a dayanmayan tüm bağlılıklar “atalar”a dayanmak zorundadır. Bir inanç sistemi ya Allah’tan gelir ve peygamberler yoluyla insanlara ulaştırılır yada atalar yoluyla gelir ve kuşaktan-kuşağa ulaşır. Üçüncü bir yol yoktur. Yâni ya vahye ve peygamberlere uyarak “sâdece Allaha” taparsınız, yada ataların getirdiklerini merkeze alarak insana-beşere taparsınız ki bunun ana-göstergesi “atalara tapmak” şeklindedir. Üçüncü bir yol yoktur.

 

Allah’a tapmayanlar başka bir yol olmadığı için mecbûren “ata”lara taparlar. Çünkü insanın değer verdiği ve uyduğu şey ya Allah’tan gelmiştir yada insanlardan. İnsanlar ya Allah’ın kânunlarına yada “ata”larının geleneklerine, kânunlarına ve yollarına uyarlar. Bu nedenle Allah’tan gelen vahye ve peygamber örnekliklerine göre yaşayamayanlar, ataların ortaya çıkardığı ve sürdürüp geldiği dinlere, inançlara, yollara, felsefeye, düşünceye, ideolojilere, onarın ürettiği ve yaptığı şeylere yâni kısaca atalarına göre yaşarlar. Fakat şu iyi bilinmelidir ki, kime göre düşünüyor, konuşuyor ve yapıyorsanız “ona tapıyorsunuz” demektir. Tapmak, “tapılana göre yapmak” demektir.

 

Târih boyunca gönderilmiş tüm peygamberlerin muhâtapları, Allah’a inanan ama atalarına tapanlar olmuştur. Bunlara kâfir ve müşrik denilmesi, Allah’ın dîni yerine ataların dinlerine uyanlar yâni atalarının açtığı yolda, gösterdiği hedefte gideni atalarının kânun, kural, tavsiye ve yasaklarına göre yaşamalarıdır. Allah’a inanmak ama atalara uymak, aslında “atalara tapmak” demektir. Atalara uymak insanların kadim dinleridir. Hâlbuki tüm zamanlarda atalar inanç konusunda yanlış yolda olmuşlar, küfre ve şirke düşmüşlerdir. Gafletin ana-nedeni ve peygamberlerin gönderilmesin sebebi budur:

 

“Babaları uyarılmamış, böylece kendileri de gâfil kalmış bir kavmi uyarman için (gönderildin)” (Yâsîn 6).

 

İslâm, “ataların dîninden ve sünnetinden, sünnetullaha ve peygamberlerin sünnetine (güzel örneklik) dönüş”tür. Çünkü:

 

“Allah ki, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir” (Saffât 126).

 

Peygamberlerin gönderildiği toplumlar hep, -sözde- Allah’a inanmalarına rağmen atalarına uyan kişilerdi. Peygamberler insanları “ata”lara uymaktan men edip “sâdece Allah’a” uymaya çağırmışlardır ve zâten tüm mücâdele de bu nedenle verilmiştir: 

 

“Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki,) ya ataları bir şey bilmiyor ve hidâyete ermiyor idilerse?” (Mâide 104).

 

Tüm seküler sistemler, ortaya koydukları paradigmaları için sözde meşrûiyetlerini “atalarından” almak zorundadırlar. Fakat bunun elbette bir bedeli vardır. Tüm şirk, küfür, adâletsizlik, haksızlık, ahlâksızlık ve zulüm ve insanların başına gelen musîbetler hep “atalara uymak”tan dolayıdır. Çünkü kânun, kural, düşünce, söylem ve davranışlar Allah’a göre olmadığında atalara yâni insanlara göre olur. Kendisine uyulmayı istismâr etmeyecek tek varlık Allah olduğu için, ataların çıkardığı kânun, kural ve uygulamalar yâni dinler hep küçük bir azınlığın işine yarayacak, onları mutlu edecek ve geriye kalan büyük çoğunluk ise zorluklar ve korkular içinde yaşamak zorunda kalacaklardır. Zâten tüm zamanlarda; “atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” diyenler de, peygamberlere ilk karşı çıkan bu ayrıcalıklı sınıftır. Allah’ın atalara değil de “sâdece kendisine” uyulmasını istemesinin nedeni, adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın ve dolayısı ile küfrün, şirkin ve zulmün ortadan kalkması içindir. Çünkü Allah nimetlerini “sâdece bâzı insanların” değil, tüm kullarının üzerinde eşit ve âdil şekilde görmek ister.  

 

Aslında ilk başta, şeytanın, nefsin ve tâğutların yâni çıkarcı mutlu azınlığın baskısı nedeniyle -sözde- Allah’a inanmalarına ve O’nu “en yüce ilah” olarak kabûl etmelerine rağmen tüm düşünce, söylem ve eylemlerinde atalara uyanalar, bunu daha sonra cehâletten dolayı sürdürürler. Halkın geneli, hak dîne değil de din adına uydurulmuş boş şeylere inanırlar ve buna göre düşünce, söylem ve davranış gösterirler. Bu da “bâtıla bağlılık” olarak tezâhür eder ve böylece atalar dîni ortaya çıkmış olur. Bu sâdece geçmişte kalmış bir şey de değildir. Modern anlamda da “ata”lara uymak durumu devâm etmektedir. Meselâ eskiden bêri gökteki Tengriye inandıklarını söylemelerine rağmen, yerde ise sonu han, kan ve ğan ile bitenlere uymuşlardır. Gök-Tengriye inanmışlar ama yeryüzünde atalara uymuşlardır. Oğuz Ata, Mete Ata, Atilla Ata, Cengiz Ata, Selçuk Ata, Alparslan Ata, Osman Ata, Korkut Ata, Saltuk Ata, Mevlâna Ata, Yûnus Ata ve en sonunda da Kemal Ata, Türklerin hiç durmadan izlerinde yürüdükleri, koşulsuz-şartsız uydukları ve yolunda gittikleri atalar olmuştur. Türklerin “Ata”ya bu kadar bağlı olmasına şaşırmamak gerekir. Zîrâ Türkler, aslında tüm zamanlarda Tengriyi göklere hapsedip yeryüzünde “atalar”a tapınmışlardır. Günümüzde de “kâinât imamı”, dünyâ lîderi, Nobel sâhibi, para babası nice atalar vardır uyulan daha doğrusu Allah yerine kendisine tapılan. %99’u müslüman(!) olan Türkler, -sözde- Allah’a inanmakta fakat atalara uymakta ve tapmaktadırlar.  

 

Oysa Allah, tüm atalar da dâhil herkesin tek Rabbidir:

 

“Dedi ki: O sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir”uârâ 26).

 

Târih boyunca sürekli olarak peygamberlerin gönderilmesinin ve vahiylerin indirilmesinin nedeni nedir?. Çünkü ortada bir sorun vardır, bir haksızlık vardır ve bir zulüm vardır. Bunların sebebi, “sâdece Allah’a uyulmaması” ve -sözde- Allah’a inanılmasına rağmen atalara uyulması”dır. Atalarını bu sapık yolda bulanlar, kendileri de aynı yolda gitmişler ve onlar da klâsik yada modern kişiler olsun, atalara uymuşlardır-uymaktadırlar:  

 

Çünkü onlar, atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı. Kendileri de onları izleri üzerinde koşturup-duruyorlardı” (Sâffât 69)

 

Yaratan, hidâyet veren, yediren, içiren, şifâ veren, öldürecek, diriltecek ve âhirette affedebilecek olan sâdece Allah olmasına rağmen insanlar yine de Allah’a değil de atalarına uymaktadırlar:

 

“Onlara İbrâhim’in haberini de aktar-oku: Hani, babasına ve kavmine: ‘Siz neye kulluk ediyorsunuz?’ demişti. Demişlerdi ki: ‘Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz’. Dedi ki: ‘Peki, duâ ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı?. Yada size bir yararları veyâ zararları dokunuyor mu?’. ‘Hayır’ dediler. ‘Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk’. (İbrâhim) dedi ki: ‘Şimdi, neye tapmakta olduğunuzu gördünüz mü?. Hem siz, hem de eski atalarınız?. İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca âlemlerin Rabbi hâriç. Ki beni yaratan ve bana hidâyet veren O’dur; Bana yediren ve içiren O’dur; ‘Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur; ‘Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur, ‘Din (cezâ) günü hatâlarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur” (Şuârâ 69-82).

 

Çünkü her-şeyi ataları üzerinden değerlendirmektedirler:

 

“Andolsun, bu (azab ve dirilme) tehdidi, bize ve daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, olsa-olsa geçmişlerin uydurma masallarından başkası değildir” (Neml 68).

 

Helâli-haramı günahı-sevâbı bile, her şeyi yaratan Allah değil de atalar belirlemektedir:

 

“Onlar, ‘çirkin bir hayâsızlık’ işlediklerinde: ‘atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz Allah, çirkin hayâsızlıkları emretmez!. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (A’raf 28).

 

Allah’a ve dîne ucundan-kıyısında bağlı olmalarına, O’na tam bir teslîmiyetle teslim olmayı yobazlık ve körlük olarak görmelerine, Allah, âhiret, gayb, melekler, vahiy, peygamberleri, Kur’ân ve Sünnet yâni İslâm hakkında kuşkular ve şüpheler içinde olmalarına rağmen, atalarına körü-körüne ama sorgusuz-suâlsiz, koşulsuz-şartsız ve kuşkusuz-şüphesiz tam bir teslîmiyetle bağlanıp uymaktadırlar. Peki neden?. Çünkü Allah’a, âhirete, dîne, İslâm’a göre yaşamanın bâzen ağır da olabilen bedelleri vardır. İslâm, kendisini kabûl edenlere zorluklar, zorunluluklar, sorumluluklar, ödevler ve görevler yükler. Bu da insanın, hayâtı “dilediği gibi”, haz, zevk, neşe ve refah içinde yaşamasına engel olur. Zîrâ İslâm’ı kabûl etmek, bir-çok şeyden vazgeçebilmeyi ve sonuçta da “sınırlı yaşamayı kabûl etmek” demektir:

 

“Dediler ki: ‘Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı yada mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın” (Hûd 87).

 

Atalara uymanın olumlu yönleri de vardır elbette. En önemli olumlu yön “beslenme”yle ilgilidir. Onlar gibi beslenirseniz, doğru beslenmiş olursunuz. Âdâb ve edeb konusunda atalardan örnek alınacak şeyler vardır. Aslında atalara uymanın kınanan tarafı, Allah’a inanıldığı söylenmesine rağmen, Allah’ın sözlerine ve kurallarına göre değil de ataların sözlerine ve kurallarına göre düşünülmesi, konuşulması ve yaşanılmasıdır. Göklerin Rabliğinin Allah’a verilirken, yeryüzünün rabliğinin atalara verilmesidir. Yoksa atalara ne olursa-olsun her durumda karşı çıkmak diye bir şey yoktur ki Allah zâten atalara yâni ana-babaya “öf” bile denilmesini yasaklar ve onlara merhâmetle davranılmasını emreder. Modern nesil, “atalara tapmayalım” sözünü abartınca, ataların (anne-baba, dede-nine) değeri kalmadı ve bir yük olarak görülmeye başladılar. Sonuçta da huzur-evlerine gün doğdu.

 

Evet; şirk, “Allah’a inanmak ama atalara uymak”tır. Şirk, “Allah’ın ekmeğini yiyip, atalara tapmak”tır. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

Devamını Oku »