“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; onun
dünyâ-hayâtına âit sözü hoşunuza gider ve o kimse kâlbinde olana Allah’ı şâhit
tutar. Hâlbuki o, düşmanların en amansızıdır. O, iktidâra geldiğinde,
yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise
fesadı sevmez” (Bakara 204-205).
İnsanlık târihinde zaman-zaman
yaşanan kırılmalar vardır ve büyük değişimler ve dönüşümler işte bu kırılmalarla
başlar. Kırılmalar ya Allah ve İslâm-merkezli yada şeytan, nefs ve
insan-merkezli olan kırılmalardır. Allah-merkezli kırılmalar peygamberler ile
başlamış ve bâtıla doğru kaydıkça peygamberin tâkipçileri hakka doğru
dönüşümler başlatmışlar yadsa başlatmak istemişlerdir. İnsanlık târihi işte
bunun mücâdelesinin târihidir ve imtihan da işte bu mücâdele merkezinde olur.
Hak-merkezli başlatılan düzenlemelerde
sistem doğala, normâle ve fıtrata uygun olur ve olmak zorundadır. Zîrâ hak-merkezli
sistemde her-şey, “Allah’ın tüm kâinâta koyduğu yasalar” demek olan sünnetullaha
ve yine “Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmak” demek olan fıtrata tam
uygun olur. Böyle olunca da sistemde bâtıla doğru kırılmalar yaşanmaz ve göklerdeki
muhteşem düzen gibi bir düzen ve nizâm Dünyâ’da ve insanlar arasında da
kurulur.
Lâkin; şeytan, nefs ve de
tâğutlar böyle bir düzenden çok rahatsız olurlar ve hak-merkezli bir düzene
katlanamazlar. Zîrâ onlar “düzen” diye yutturdukları karmaşadan ve kaostan
beslenirler ve hayatlarını böyle devâm ettirirler. Bulanık suda (b)alık avlarlar
ve birilerinin yolarını tıkarlarken, toz-duman içinde kendi “yollarını”
bulurlar ve çıkarlarını sağlarlar. Bu yüzden de hak-merkezli olan düzene
katlanamazlar da baltalamak ve yıkmak isterler. Bunu da en bâriz şekilde,
iş-başına geçtiklerinde “ekini ve nesli helâk ederek” yaparlar.
Batıl sistemin yöneticileri
olan tâğutlar, iş-başına geçtiklerinde insanların zorunlu olarak uyması gereken
kânunlar çıkarırlar. Fakat bu kânunlar hem tabiatın işleyişine hem de insanın fıtratına
aykırı olur. Fakat bu uyumsuzluk onların umurunda bile değildir. Zîrâ onlar
kanunları Yaratıcı’nın isteğine ve doğanın nizâmına göre değil, nefislerinin
isteğine ve çıkarlarına uygun olarak yaparlar. Zâten fitne de bu nedenle çıkar
ve ifsâd bu nedenle başlar. İşte bu fitnelerden biri de zorunlu eğitim noktasındadır.
1.500’lerde başlayan ve
bâtıla doğru olan kırılma, Sanâyileşme ile şiddetlendi ve en nihâyet 2. Dünyâ
Savaşı’ndan sonra tüm Dünyâ’ya yayılmaya başladı. Doğu blôğunun çökmesiyle
birlikte ise tek-başına kalan liberâl-kapitâlist sistem, bâtıl sistemini tüm
Dünyâ’ya dayattı. Bundan sonra artık doğaya ve doğala aykırı bir şekilde endüstri
ve sanâyi merkezli bir sistem Dünyâ’ya hâkim olacaktı. Bu bağlamda bilim,
teknoloji, makineleşme ve sûnîlik hâkim olacak ve doğallık ise yok olmaya yüz
tutacaktı.
Türkiye’de 1990’lı yıllara
kadar olan şey şuydu: İnsanlar okuma-yazma ve temel sayısal ve sözel bilgiler edinmeye
öğrenmeye önem veriyorlardı ve bunu ilk okulda 5 yıllık bir süreçte zâten
yeterince öğrenebiliyorlardı. Liseye giden sayısı çok fazla olmadığı gibi,
üniversiteye ise sâdece gerçekten de cins kafaya sâhip olan kişiler gidebiliyordu.
Zâten hem bu kadar çok sayıda üniversite yoktu hem de üniversiteyi kazanmak ve
okumak zordu. 5. sınıfı bitirenler, eğer okula devâm etmiyorlarsa, kızlar
evlerde ev-hanımlığını, çarşı pazar alış-verişini, ev işlerini ve anneliği
öğreniyorlar, kendilerine uygun nasiplerini bekliyorlardı. Erkekler ise yine
okula devâm etmiyorlarsa, bir mesleğe çırak olarak girip, kalfa ve ustalık
süreçlerini tamamlayıp bir meslek ediniyorlar, askere gidip-geliyorlar ve bir
kız bulup evleniyor ve de evlerinin üstüne yaptıkları ikinci-üçüncü katta oturmaya
başlıyorlardı. Kentteki sistem böyle işliyordu. Köylerde ise çok nâdir olarak yüksek
okula gidenler oluyor, genelde ise tarım ve hayvancılık şeklinde hem kızlar hem
de erkekler çiftçiliği öğreniyorlar ve kendi çocukları da bunu devâm ettiriyordu.
Çark böyle dönüyor, böylece köylerde tarım ve hayvancılık, kentlerde ise
ustalık devâm ediyor ve herkesin bir mesleği ve işi oluyordu.
İslâm
düşmanlarının organize edip düzenlediği 28 Şubat kararlarıyla birlikte 5 yıllık
ilkokul ve 3 yıllık ortaokul eğitimi birleştirilerek sekiz yıllık kesintisiz
bir ilköğretim sürecinin yasallaşmasıyla ve sistemin değişmesiyle birlikte
düzen bozulmaya başladı. 2012-2013 döneminde 4+4+4 denilen 12 yıllık
zorunlu eğitim sistemiyle durum tümden değişti ve iş rayından çıktı. Artık
kız ve erkek herkes, ilk başta 8, daha sonra ise 12 yıllık eğitim sürecine
zorunlu olarak tâbi oldu. Böylece kızlar ev-hanımlığı ve anneliği öğrenmekten,
erkekler ise ustalık ve çiftçilikten uzaklaşmış oldu. Zorunlu eğitim aslında
ustalığı ve çiftçiliği yâni el-emeğini engellediği için işleyişi bozdu. Tabi
bunlar alsında küresel bir plân dâhilinde gerçekleşti. Çünkü modern-küresel
sistem, liberâl-kapitâlist küreselciliğe, sanâyileşmeye-teknolojiye
dayanıyordu. Bu da tâmirin ve ekip-biçmenin azalmasını gerektiriyordu. Üstelik
bu yeni sistemde vasıfsız insanlara çok ihtiyaç vardı ve 12 yıllık zorunlu (daha
doğrusu sorunlu) eğitimi tamamlayanlar, eğer üniversitelerde başarılı olamıyorlarsa
vasıfsız ve işsiz kitlesini oluşturdu. Bu durum daha sonra -kânûnen olmasa da- de-fakto olarak üniversite okumayı da zorunlu
yaptı. Çünkü liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gitmemenin bir anlamı kalmadı.
Zîrâ lise mêzunu olmanın hiç-bir yarârı yoktu. Böylece kız olsun erkek olsun
herkes üniversite okumaya başladı. Zâten sistem de, liseyi bitiren herkes
üniversiteye gidebilsin diye absürd bölümler de dâhil bir-çok bölüm açtı ve yeni
üniversiteler kurdu. Nalbantlık da dâhil bir-çok absürd bölüm oluşturuldu. Hattâ
gençler “kuruyemişçilik kazandım!” diyerek dalga geçmeye bile başladılar.
Üniversiteler “yol geçen hanı”na dönüştü ve tabi bu eğitimin de kalitesizleşmesine
neden oldu.
Süreç
kısaca böyle seyretti. Fakat asıl sorun, zorunlu eğitimin oluşturduğu yanlışlıklar
ve sapkınlıklar olmuştur. Açıkçası zorunlu eğitim gençlere bir fayda sağlamadığı
gibi onlara çok zarar verdi-veriyor. Çünkü zorunlu eğitim onları hayattan ve
gerçeklikten kopardı-koparıyor, onları bir hayâl dünyâsına ve sanala hapsetti-hapsediyor.
Eskiden kızların ve erkelerin hayatları boyunca ne yapacakları belliyken, şimdi
ise büyük bir belirsizlik var ve gençler önünü göremedikten başka, ne yapacaklarını
bilemez hâle geldiler.
Tabi bu
durum tarım ve hayvancılığı da olumsuz etkiledi-etkiliyor. Zorunlu eğitimi câhilce
ve körü-körüne destekleyen insanlar ama çoğunlukla lâik-seküler-demokratik
kesim şimdilerde, “tarım ve hayvancılık bitti, ekilen arâziler azalıyor,
yurt-dışından hubûbat ve hayvan ithâl ediliyor, bunlar Türkiye gibi bir ülkede
olacak şey değil” diye bir yerlerini yırtıyor. Fakat bu sözlerin içi boştur ve
altı doldurulabilecek sözler değildir. Zîrâ hem 12 yıllık zorunlu eğitimi
desteklemek hem de tarım ve hayvancılığın azaldığını, sekteye uğradığı ve hattâ
bitme noktasına geldiğini söylemek çok büyük bir çelişkidir. 12 yıllık hattâ 8
yıllık zorunlu eğitime küfretmeden tarım ve hayvancılığın yâni çiftçiliğin
bittiğini söylemenin ve de işsizliğin çoğaldığından bahsetmenin hiç-bir geçerliliği
yoktur. Çünkü zorunlu eğitim kentlerde işsizler ve vasıfsızlar ordusu
oluşturduğu gibi, köylerde ise dededen ve babadan kalan arâzileri ekip-biçecek ve
de hayvancılık yapacak insan bırakmadı. Zîrâ 8 ve 12 yıllık zorunlu eğitim hem
meslek edinmeyi bitirdi, çünkü gençler zorunlu eğitim nedeniyle mesleklere
yönelmedi ve vasıfsız kaldılar, hem de köylerde, yine zorunlu eğitim nedeniyle
tarım ve hayvancılık yapacak genç kalmadı, yeni nesil kalmadı. Çünkü 12 yıllık
zorunlu eğitimini tamamlayan gençler tarım ve hayvancılığı yâni çiftçiliği tâ
çocukluktan îtibâren öğren(e)mediler, zîrâ zorunlu eğitim onların hem bu işleri
öğrenmelerini engelledi, hem de liseyi bitiren gençler üniversite okumaya
yöneldiler ve köylerde tozun-toprağın ve bokun içinde uğraşmak istemediler. Asfaltın
ve betonun arasından çıkıp da tozun, toprağın ve bokun içine hiç kimseyi geri
döndüremezsiniz. Zâten üniversiteyle birlikte gençler artık gittikleri
kentlerden köye geri dönmemeye başladılar ve kentlerde çalışmayı seçtiler, bu
da ölen dedelerden sonra yaşlanan babaların da mecbûren tarım ve hayvancılığı
sınırlandırmasına yada terk etmesine neden oldu. Böylece tarım ve hayvancılık
azaldı ve her geçen gün bitme noktasına doğru ilerlemektedir. Artık tarım alanları
ekilip-biçilmemeye başlayınca yurt dışından ithâl ürünler gelmeye başladı.
İlginçtir; köyde 3-5 inekle kendi işini yaparak geçinebilecek olan insanlar,
bunun yerine, kentlerde üniversite yâni zorunlu eğitim mêzunu olarak
fabrikalarda vardiyalı bir şekilde gece-gündüz, hem de asgarî ücretle çalışmayı
tercih etti-ediyor. İşte bu seçim, sorunlu eğitimin zihniyetleri
değiştirmesinden dolayıdır.
12 yıllık
zorunlu eğitime devâm eden bir genç, zorunlu eğitim bittiğinde neden bir mesleğe
atılsın yada köye tarım ve hayvancılık yapmaya dönsün ki?. Peki gençler yapmayacaksa,
meslekleri ve çiftçiliği kim yapacak ve kim sürdürecek?. Bu işler için başka
ülkelerden gelen ve zorunlu eğitim ile ilgisi olmayan insanları çalıştırmaktan
başka seçenek kalmıyor ama birileri buna da îtirâz ediyor. Yâ kardeşim’; 12
yıllık zorunlu eğitimi tamamlayan gençlerin % 95’i zâten üniversiteye devâm
ediyor ve üniversiteyi bitirince de ne bir mesleğe yöneliyor ne de köyüne geri
dönüyor. Zâten bu gençlerin köye geri dönmelerini de bekleyemezsiniz ki!. Çünkü
zorunlu eğitim onlara bir zihniyet de aşıladı ve onları kentlileştirdi,
modernleştirdi. Şimdi, köye dönüş olmuyor ve elden-ayaktan düşen yaşlanmış
çiftçi insanların nesilleri tarım ve hayvancılık yapmıyorsa, tarım ve
hayvancılığın azalmasına niye şaşıyorsunuz ki!. Kentlerde mesleği, köylerde ise
tarım ve hayvancılığı yâni çiftçiliği bitiren şey 12 yıllık zorunlu eğitimdir,
başka bir şey değil. Öyle “tarım politikaları” ile falan düzelecek şey değildir
bunlar. Zâten artık köylerde de herkes emekli, tarım ve hayvancılık yapmak
istemiyorlar ve ömürlerinin kalanını istedikleri gibi yaşamak istiyorlar. Lâkin
işleri bırakacak çocukları ve torunları yok ki!. Allah’tan makineler işleri
kolaylaştırıyor da böylece üretim azalsa da devâm edebiliyor. Fakat nereye kadar?.
Uzun yılları kapsayan
zorunlu eğitim, bir “beceri köreltme ve insanları tek-tipleştirme
uygulaması”dır. Uzun zorunlu eğitim süreçleriyle insanlara modern beceriler
kazandırmaya çalışıyorlar. Oysa bu uygulama “doğal beceri”leri köreltmektedir. Üstelik
insanları doğadan ve doğallıktan uzaklaştırıyor. Bu da liberâl-kapitâlizmin ve
küreselleşmenin genişlemesine ve güçlenmesine neden olarak bir kısır-döngüye
yol açıyor.
Üstelik zorunlu eğitim, bu
eğitime mâruz kalanların zihniyetlerini de bozdu-bozuyor. Yeni bir-çok sapıklık
ve sapkınlıklar ortaya çıktı yada yurt-dışından ithâl edilen sapkınlıklar zorunlu
eğitime devâm eden nesiller tarafından sâhiplenildi. Bir çivi bile çakmasını
bilmeyen erkekler ve iki yumurta pişirmesini bilmeyen kızlar-kadınlar ortaya
çıktı. Meyvenin-sebzenin nasıl ve nerede yetiştiğini bilmeyen bir kuşak ortaya
çıktı. Zorunlu eğitime (daha doğrusu öğütüme) mâruz kalan nesiller
ilkesizleşti, ahlâksızlaştı beceriksizleşti. Zorunlu eğitim, yeni nesillerin
merhâmetsiz, vicdansız, ahlâksız, anlamsız, değersiz, adâletsiz, bencil ve
sapkın olmalarına neden oldu-oluyor. Mevcut Dünyâ “anlamsız” bir Dünyâ haline
geldi ki buna en çok da zorunlu eğitim neden oldu-oluyor. Anlamsız olunca
Allahsız da oldu. Ateizm’in ve Deizm’in ve de bir-çok sapkınlığın ortaya
çıkmasının nedeni budur. Çünkü bunlar zorunlu eğitim ile birlikte çoğaldı ve
yaygınlaştı. Evliliğin geciktirilmesi yada iptâl edilmesi, evliliklerin çoğunun
boşanmayla sonuçlanması, hem-cinslerle yapılan evliliklerin daha doğrusu
birlikteliklerin çoğalmasının ve yaygınlaşmasının nedeni hep bu zorunlu-sorunlu
eğitimin sonucudur. İnsanların ana-babadan, gelenek-görenekten, din’den-îmandan,
saygı ve sevgiden, sorumluluktan, doğadan ve doğallıktan vs. uzaklaşmasının bir
sonucudur.
Günümüzde yaşanan tüm
çirkefliklerin ve sapkınlıkların, lâik-seküler-liberâl- kapitâlist-demokratik-feminist-komünist-ırkçı-modernist
eğilimlerin yerleşmesi, en çok ve bâriz bir şekilde, çocukların ve gençlerin
eğitim aldıkları zorunlu eğitim mekânlarında benimsendi ve yerleşti. Zorunlu
eğitim sapkınlığı yaygınlaştırdı. Bu nedenle zorunlu eğitime sövmedikçe bozulan
dengeyi, düzeni ve nizâmı eleştirmenin ve gelinen durumdan yakınmanın hiç-bir anlamı
yoktur. Bir tek-tipleştirme uygarlığı olan modernizme küfretmedikçe bozulmaya
laf etmenin hiç-bir anlamı yoktur. Geline durum îtibârıyla mesleklerin
bitmesinin, anneliğin terk-edilmesinin, tarım-hayvancılık ve çiftçiliğin bitme
noktasına gelmesinin, netîcede de yediklerimizin, içtiklerimizin ve giydiklerimizin
zehir olmasının nedeni, birilerinin o çok övdüğü ve savunduğu zorunlu eğitim
sistemidir. Şikâyet ettiğimiz şeylerin en temelde nedeni ve sorumlusu zorunlu
eğitimdir. Türkiye’de 1990 yılından sonra ortaya çıkan fitnenin ve fesadın nedeni,
8 ve 12 yıllık zorunlu eğitim sistemidir.
Zorunlu eğitim çıktı,
mertlik bozuldu vesselam..
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2023