27 Ekim 2017 Cuma

Kişisel Gelişim Üzerine


“Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar” (Münâfikûn 4).

 

Dîni hayattan uzaklaştırıp onu vicdanlara hapsedenlerin düşünemediği yada düşünmek istemediği şey, “hayattan uzaklaştırılan dînin, vicdanlarda-kâlplerde de barınamayacağı”dır. Dîni hayattan uzaklaştırıp ve hattâ kovup kâlplere hapsetmek, onu, elsiz-ayaksız, kör ve sağır bırakmaktır. Fakat, insan dinsiz yapamaz. Zîrâ insan, hayvan gibi tek-boyutlu bir varlık değildir. Fizîkî ve mânevî yapısı vardır ve ikisi bir-arada bulunduğunda ancak insan “insan” olabilir ve Dünyâ’da mutlu-huzurlu yaşayabildiği gibi, âhirette de ebedî saâdeti kazanır. Lâkin şeytan da boş durmuyor. İnsanı hem Dünyâ’da perişân etmek hem de âhirette rezil etmek onun ana hedefidir. Şeytan insanın düşmanıdır çünkü. İşte şeytan bu hedefe varabilmek için çeşitli yollardan (sağdan-soldan, önden-arkadan) yaklaşarak insanları ayartmaya çalışmaktadır. Bu oyalama taktiklerinden biri de, günümüzde “kişisel gelişim”, “yaşam koçluğu”, psikologluk” şeklinde tezâhür ediyor. Şeytan, kişisel gelişimcilerle ve kişisel gelişim kitaplarıyla insanlara boş ümitler vaâd edip duruyor ve oyalama taktiğini bir de bu şekilde sürdürüyor.    

 

Aşırı inceleme, incelenen şeyde mutlakâ bir hatâ açığa çıkarır. Zîrâ “aşırı inceleme”, o şeyi “parçalayarak bütününden koparmak” demektir. Parçalanan şey eksiktir. Çünkü “parça” eksiktir. İşte modern psikoloji, yâni kişisel gelişimciler ve yaşam koçları, insanı da çeşitli şekillerde aşırı bir incelemeye tâbi tuttu, yâni parçaladı. Artık modernite ve bu kişiler için “insan” demek, “hatâ ve eksiklik” demek oldu. Tabî ki bu hatâları kendileri düzeltecek ve eksiklikleri de yine kendileri tamamlayacaklardır. Fakat işin yanlış tarafı şudur ki, bu kişiler insanları, maddî ve mânevî yapısıyla birlikte bütünsel anlamda değerlendir(e)miyor ve zâten böyle bir düşünceleri-istekleri de yok.

 

Kişisel gelişimcilerin ilk yaptıkları şey, sanki kendilerinde bir gizem varmış gibi yapmak, böyle bir hava oluşturmaktır. Sanki çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi yapıyorlar ama sonuçta, bir incir çekirdeğini bile doldur(a)mayacak zırvalıklardan başka bir şey dedikleri yok. Kitaplarında yada konuşmalarında öne çıkan bâriz sözler var: “Birazdan bahsedeceklerim çok önemli”, “işte bundan sonra söyleyeceklerimi iyi dinleyin”, “hadi başlayalım” vs. gibi laflar ediyorlar ama bir türlü o muhteşem ve mûcizevî söze yada öneriye gelemiyorlar yada önerdikleri şeyler beş para etmez cinsinden. Falcıların, zâten herkeste olan ortak sorunları dile getirip sanki bir şeyleri bildiklerini zannettirmeleri gibi, bunlar da kendilerinde bir gizem oluşturuyorlar ve sanki, kimsenin bilmediği çok ciddî ve önemli mûcizevî bir şeyler söylüyorlarmış ve çok şey biliyorlarmış gibi yaparak insanların dikkatlerini çekerek etkilemeye çalışıyorlar. Medya da zâten bu adamları bulmada ve ekranlara çıkarmada çok başarılıdır. Seküler medya, onlara istedikleri yeterli alanı açıp durmaktadır. Yâni gündemde olmalarını aslında seküler medyaya borçludurlar.  

 

Bunlar herhangi bir sorunu çözmekle değil, tam-aksine, yeni sorunlar çıkarmakla görevlidirler ve bu görevle tâğutların mêmurluğunu yapmaktadırlar. İnsanların acılarına-dertlerine gerçek bir çözüm sunmak yerine, absürd soyut yollar göstermekte ve önermektedirler. Fakat bunlar gerçek anlamda işe yaramamaktadır. Yaptıkları seanslarda, aslında sorunu olan kişide bir değişiklik olmamasına rağmen, işi oldu-bittiye getirerek güyâ bir mûcize göstermektedirler. Şunu çok iyi bilin ki, 15-20 yıllık bir sorunun 15-20 dakîkada çözülmesi imkânsızdır. Sünnetullaha terstir çünkü bu.  

 

Dünyâ’da her-an açlıktan-susuzluktan ölenler var. Başlarına yüzlerce metreden atılan bombalar ve yıkılan evler ve yıkıntıların altında kalan insanlar var. Birileri diğerlerini yerlerinden sürüp duruyor, kadınlara-kızlara tecâvüz ediliyor, insanlar vatanlarından uzaklaştırılıyor, onurları-haysiyetleri çiğnenen insanların acıları ve feryatları ayyuka çıkmış ve arşı titretiyor. Hattâ görece refah içindeki toplumlar bile mânevi boşluktan kaynaklanan sapmalarla, bunalımlarla mâlûller. Tüm bunları; görmezden gelerek, sanki böyle şeyleri yaşanmamış kabûl ederek, yok sayarak, “pozitif düşünerek”, “beyne format atarak”, “relâks olmaya çalışarak”, “sevgiyle bakarak”, kısaca Pollyanna’cılık oynayarak çözeceklerini iddiâ ediyorlar. Hem de ne iddia!. Hayır, çözdükleri hiç-bir şey yok. Zîrâ insan toplumsal bir varlıktır ve kişisel mutluluk yâni haz, “gerçek mutluluk” değildir. İnsan, ancak tüm toplum genel anlamda mutlu, huzurlu, sağlıklı olursa mutlu, huzurlu ve sağlıklı olabilir. İşte kişisel gelişimciler bunu göz-ardı ediyor ve kişilere “birey” olduklarını empoze edip dayatıyorlar. Hattâ sorunlarından ancak, “bencil bireyler” olduklarında kurtulacaklarını söylüyorlar. Hayır! tam-aksine; bu büyük bir oyalamaca ve kandırmacadır. Şeytanın fısıldadığı tâğutların, bu fısıltıları küresel oyun ve oyalamalara dönüştürmesinden başka bir şey değildir bu bireysel sapıklıklar.

 

Hele de ağır hastalıkları bile absürd terapilerle geçirebileceklerini zannetmeleri yok mu.. Bu çok sinir bozucu bir şey. Bu kişiler tâkip edildiğinde insan rahatlayacağına daha da sinirleniyor ve negatif hâle geliyor. Vücûdun bâzı noktalarına “yalancı telkinler” eşliğinde yapılan vuruşlarla, çeşitli aptalca sözleri papağan gibi tekrarlamayla kronik hiç-bir hastalık geçmez. Yalan!, kandırıyorlar.

 

İnsanları, -gerçekte cehennem gibi bir hayatları olmasına rağmen- sanki cennetteymiş gibi yaşadığını düşünmeye zorluyorlar. Asıl psikolojik bozukluk ve saplantı işte budur. Gerçeklikten kopuk hiç-bir şey olumlu bir sonuç doğuramaz. Kas-iskelet sisteminde oluşmuş bâriz bir yıkımı, “iyi düşünmek”le, “beyne format atıp temizlemek”le nasıl iyileştirebileceklerini düşünüyorlar?. Hayır!, bu bir istismardır. Modern tıbbın çâresizliğini perdelemek ve bu çâresizliği paraya çevirmektir. Olan yine mâsum ve mazlum insanlara olmaktadır. Kırılan bir camın tekrar eskisi gibi olması imkânsızdır. Bâzı “psikolojik” rahatsızlığı olanların, tatlı dille yapılan bu terapilerle kendilerini iyi hissetmeleri normâldir. Fakat aslında tatlı dilli ve dinlemesini iyi bilen yakın bir komşusunda bir kahve eşliğinde yapacağı bir sohbette, sıkıntılarını anlatsa ve komşusu da onu dinleyip güzel dileklerde bulunsa, yine aynı etki oluşacak ve sorunu olan kişi rahatlayacaktır. Bu nedenle İslâm’da “psikolog”, “kişisel gelişim uzmanı”, “yaşam koçu” gibi absürd meslekler ve kişiler olmaz.

 

Kişisel gelişimcilere has olan şu mesleklere bir bakar mısınız?.. “Kişisel gelişim uzmanı”, âile danışmanı”, “yaşam koçu”, “nefes terapisti”, “doğum koçu”, “emzirme koçu”.. Bunlar insanın arkasıyla güleceği şeylerdir. 

 

İslâm’da psikolog yoktur. Müslüman birisi psikoloğa ihtiyaç da duymaz. Bir fizîkî nedenden dolayı oluşan sorun için psikiyatriste ihtiyaç duyulabilir ama psikoloğa ihtiyaç yoktur. Bir insan hem “müslüman” olacak, hem de psikoloğa ihtiyaç duyacak; bu olacak iş değildir. Bir insan hem namaz kılacak, hem oruç tutacak yâni Allah’a güvenecek; hem de psikolog-psikolog gezecek; böyle bir şey düşünülemez. Müslümanlar birbirlerinin psikologlarıdır zâten. Ayrıca “kâlplerin şifâsı” olan Kur’ân, psikolojik olarak insanları çok rahatlattığından dolayı psikolog desteğine ihtiyaç duyurmaz. Açıkçası mü’minler, psikoloğa, yaşam koçuna, kişisel gelişim uzmanına ihtiyaç duyan birini; korkak, pısırık, uyuşuk, düzensiz, öz-güvensiz, bâzı şeylere aşırı tutku duyan ve genel bir söz ile söylersek, “Allah’a karşı îman-güven problemi yaşayan biri” olarak görürler. Ayrıca psikologların, kişisel gelişimcilerin ve yaşam koçlarının yaptıkları telkin-nasihat vs. sonunda aldıkları parayı haram kabûl ederler. Çünkü İslâm’a göre nasihat etmek, akıl vermek, iyi dilekte bulunmak zâten bir müslümanın İslâmî ve insânî vazîfesidir.

 

Kâlplere ve de dolayısı ile her-şeye “şifâ” olan Kur’ân varken, bir de insanların sorunlarını çözmek için(!) kişisel gelişim uzmanları ve yaşam koçlarına başvurmak, ‘Kur’ân sizin bu sorunlarınızı çözebilecek yeterlilikte bir kitap değildir” demek anlamına gelir. Bilal Sambur bu konuda şunları söyler:

 

“İnsanlık, top-yekûn bir mâneviyat krizi yaşamasına rağmen, kendisine sağlıklı ve sâhici bir şekilde yol gösterecek bir hidâyet rehberinden yoksun bulunmaktadır. İnsanın mâneviyat alanındaki boşluğunu, ‘yaşam koçları ve kişisel gelişim uzmanları’ denilen bezirganlar doldurmaya çalışmaktadır. İnsanlığın ihtiyaç duyduğu, sahte koçlar ve uzmanlar değildir. İnsanlığın ihtiyaç duyduğu hidâyet rehberi, kâlplere şifâ ve rahmet olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân’ı akılla kavrayacak ve kâlbine yerleştirecek sâhici bir mânevî dirilişe her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır”.

 

Seküler-dinsiz ideolojilerin, üretimlerin, devletlerin, insanları dinden soğutması ve insanların da dînin yükümlülüklerini yerine getirme zorluğuna katlanmak istememeleri ve tabî ki böyle parlak bir modern uygarlık zamânında “Dünyâ’yı ıskalamak” istememe düşüncesi, modern insanı dinden, dolayısı ile de o mânevî rahatlıktan uzaklaştırmıştır. Fakat insan sâdece maddî-fizîkî yapısı ile vâr olan bir varlık değildir. İnsanın mânevî yapısı da vardır ve bu yapının ihtiyaçları da karşılanmalıdır. İşte bu ihtiyaçlarını Allah’ın sahih dîni ile hem de bedâvaya karşılamayanlar, “modern günah çıkarıcılar ve papazlar” olan kişisel gelişimciler, psikologlar ve yaşam koçlarına giderek, hem de yüksek ücretler ödeyerek sorunlarına çâre bulacaklarını zannediyorlar. Kişisel gelişimciler, oturdukları yerden sâdece kendilerine gelenleri dinleyen ve sorunlara karşı absürd önerilerde bulunanlardan başkası değildirler. Modern insan, kişisel gelişim uzmanları üzerinden şirk koşmaktadır. Böyle davranmanın cezâsı, insanların -istisnâlar hâriç-, genel anlamda, mânevî yapılarının zamanla boşluğa düşerek psikolojilerinin daha da fazla bozulmasına ve bu kişilere daha fazla ihtiyaç duyar hâle gelmelerine neden olacaktır. İnsanın mânevî-ruhsal yapısını besleyecek ve sağlıklı kılacak tek gerçek etken olan Allah-Kur’ân ve namaz-oruç varken, şeytanın telkinleriyle yetişen bu kişilere ve onların absürd ve sapık tekniklerine başvurmak şirktir ve bu nedenle hastalığın-sorunun zamanla daha fazla artması kaçınılmazdır. Zîrâ şirk, şirkten kurtulmadıkça affedilmeyen bir suç ve günahtır. Bu günahla mâlûl olanlar ve böyle bir kısır-döngü içine girenler, bu kişilerin ve yöntemlerin çok sıkı birer müşterileri oluyorlar ve kapitâlist kuşatmaya alınmış oluyorlar. Kapitâlizme bir kapı daha açılmış oluyor böylece.

 

İnsanların bu modern terapi yöntemleriyle kalıcı bir şekilde rahatlayacağını ve iyileşeceğini zannetmeleri ne büyük bir ahmaklık ve cehâlettir. Allah’ın telkinlerini bir kenara atıp da şeytanın fısıldamalarıyla oluşan -çünkü şeytan dostlarına vahyeder- telkinlerle mi iyileşeceklerini zannediyorlar?. Modern tıbbın kimyevî ilaçlarıyla zâten gardını bâriz bir şekilde düşürmüş olan modern insanlara vurulan son darbe de, bu şarlatanların profan, yâni kutsalı olmayan din-dışı telkinleri ve absürd ve manyakça önerileridir. Böylece, maddî olarak zâten çökmüş olan insan, mânevî olarak da yıkılarak kendilerini liberâl-kapitâlist sömürü sistemine tam uygun hâle getirmiş oluyor. Karanlık, “zifiri karanlık” hâline geliyor ve buhran çok daha fazla artıyor. Oysa kâlpler ancak onun zikri ile yâni Kur’ân ile tatmin bulup huzûra kavuşabilir: “Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikri olan Kur’ân ile mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle (Kur’ân) mutmain olur” (Ra’d 28).

 

Bir de şu vardır ki, Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır ve Dünyâ “Dünyâ”’dır ve cennet değildir. Dünyâ’yı, cennete bir köprü kuracak şekilde en ideâl bir yurt hâline getirmek görevimizdir fakat “cenneti Dünyâ’da kurmak” da cinnettir. O hâlde Dünyâ’nın geçici olduğunu bileceğiz ve sanki Dünyâ’da ebedî yaşayacakmış gibi tavır takınmayacağız ve de tam da Allah’ın emrettiği ve istediği gibi yaşayıp, “gerçek mutluluk diyârı” olan cenneti kazanmak için çalışacağız. Kişisel gelişimciler, işte Dünyâ’yı sanki cennetmiş gibi kabûl ederek yapıyorlar telkinlerini. Zîrâ o telkinlerin mevcut Dünyâ’da bir karşılığı yoktur. O telkinlerle, Dünyâ’nın acı gerçekleri zinhar birbirleriyle uyuşmuyor. İşte bu nedenledir kişisel gelişimcilerin “kişilere özel cennet” oluşturmaları ve bu hayâl sâyesindedir söyledikleri zırvalıkları ve sapıklıkları kabûl ettirebilmeleri. Yoksa aklı başında biri için onların söyledikleri ile Dünyâ’nın mevcut genel kötü durumunun bir-arada olması mümkün değildir. 

 

Kişisel gelişimcilerin, kitaplarıyla ve konferanslarıyla yapmak istedikleri şey, -farkındalar yada değiller-, “kişisel gelişimi dînin yerine ikâme etme” çabasıdır. Vücûdun farklı şekillere sokulması, çeşitli duruşlar, entel-dantel laflar-sözler etmek, farklı hareketler yapmakla varılmak istenen şey, bu hareketlerin, dindeki ibâdetlerinin yerine konmak istenmesidir. Meselâ en bâriz gözüken şey, namazın yerine bâzı hareketlerin konmak istenmesidir. Böylece kişisel gelişim dinleşmektedir. Kişisel gelişim aslında bu “kişisel” olduğundan dolayı “bencil gelişim”dir. Evet, kişisel gelişimin amacı, bir “bencillik dîni” kurmaktır.

 

Bakın, diyorlar ki: “Ellerinizi havaya kaldırın (tekbir), sonra kollarınızı salın (elleri bağlama), şimdi belinizi 90 derece bükün (rükû), sonra da yere kapaklanın (secde), başınızı iki yana çevirin (sağa-sola selam verin) ve “tabiat ana”dan istekte bulunun (duâ). Hemen fark-edileceği gibi, bahsedilen şey aslında namazın ifsâd edilerek şeklinin değiştirilmesi ve aynen müşriklerin el çırpma-alkış şeklinde yaptığı absürd namaz şekli gibi sapık ibâdet şeklini insanlara alıştırmaktır. ”Namaz kılın” demiyorlar da insanların bu sapık ve absürd hareketleri yapmalarını istiyorlar ve artık emrediyorlar da. Dikkatli baktığınızda, sokakta-işyerinde bu hareketleri gizli-gizli yapanları görüp durursunuz. Sürekli bir yerlerine vurup dururlar ve dudakları da kıpırdar durur. Namaz kılmazlar ve duâ etmezler ama manyakça şeyleri yaparlar. Zâten kişisel gelişimcilerin sürekli söyledikleri şey şudur: “Bu hareketleri ve sözleri çok sıkı bir şekilde ve disiplinle uzun zamanlar boyu yapmalısınız”.

 

Bu kişisel gelişimciler yüzünden özellikle psikolojik sorunları olan nice insanlar dostlarıyla-arkadaşlarıyla arayı açtılar da kendi yalnızlıklarına gömülüp gittiler-gidiyorlar. Kişisel gelişimcilerin ağına düşman olan kişilerin genel özelliği, “dost” (arkadaş değil) olmakta zorlanmalarıdır. Bu kişilerin candan bir dostları olmadığı için ve hiç kimseyle dostluk kuramadıkları kişisel gelişimcilerle “dost” olmak zorunda kalıyorlar. Tabi kişisel gelişimciler bu dostluğu(!) para karşılığında yapıyorlar ve bu dostluk “pahalı bir dostluk”tur. Evet; Kimseyi “dost” edinemeyenler, psikologların “kanki”leri oluyorlar. Gerçi psikolojik sorunları olanlar bu durumdan çok da rahatsız değildirler. Zîrâ onlar için varsa-yoksa o andaki “sorunsuzluk”tur. Böyle bir tutumla sorunsuzluğa kavuşmayı düşünmek tabî ki de ahmaklığın daniskasıdır. Bir insanın kişisel gelişimciler yüzünden bir duâcısından mahrûm kalması nasıl bir felâkettir?. Çünkü o kişisel gelişimciler, yaşam koçları ve psikologlar onlara; “sizi sıkıntıya sokan ve rahatsız eden her-şeyden uzak durun” deyip duruyorlar. Hattâ bu kişiler en yakınları olsa bile onlardan da uzak durmalarını öneriyorlar. Fakat bunun hayatta bir karşılığı olmadığından ve kişisel gelişimcilerin tuzaklarına düşmüş olanlar, tam onların söyledikleri moda girmişken, hayâtın acı gerçekleriyle yüzleşiveriyorlar ve travmaları eskisine göre iki-üç kat birden artmış olarak geri dönüyor. Bu durumda bir-çok kişiyi tanıyorum.

 

Ne yazık ki insanların büyük çoğunluğu da bu şarlatanlara kanıyor ve Allah’ın bir emrini-tavsiyesine uymayı zûl görenler, bu sapkın kişilerin önerilerini çok büyük bir dikkat ve disiplinle kusursuz bir şekilde yerine getirerek takvâlarını arttırıyorlar ve böylece şeytana çok önemli bir alan açarak onun hâkimiyetini güçlendiriyorlar. Netîcede şeytan, hedefine ulaşmada görevini “on numara” yerine getiriyor ve başarılı da oluyor. Ne demişti şeytan:

 

“Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır” (Nîsâ 119).

 

Kişisel gelişimcilerin panzehiri, bir “kişisel gelişim savar” olan Bülent Akyürek, kişisel gelişim hakkında şunları söyler:

 

“Kişisel gelişim, ‘birinci olmak’ üzerinden hareket eder. Biz birinci derecede insanızdır, kaliteli insanızdır, bunu esas alırlar. Herkese, câhillere dâhi bunu pompaladılar. Hattâ onlara kendilerinin üstün olduklarını inandırdılar. Bugün kişisel gelişimden geçmiş insanları sokakta yürüyüşünden tanırız. Tikleri bellidir. İçi boş ve dimdik bir adamdır. Tamâmen şeytânî bir tiptir bunlar. Bunun dışında, onların başka hâlleri de vardır. Meselâ, ‘av hayvanı tipi’ hâli. Sonra, her-şeye sâhip olmak isteyenin hâli. Bunlara göre, her-şey kendilerinindir. Bunlar, kullandıkları eşyâlarla aynîleşerek, onlarla üstünlük kazanmaya çalışırlar.

 

Kişisel gelişimde ‘nâmusuyla adam olmak’ kaygısı yoktur. Kişisel gelişim böyle ön-görmüştür. Batı’da böyledir, bizde de bu durum oluşturulmuştur. Meselâ, marketten aldığı kitapla hayâtı değişen tipler bu oluşumun netîcesidir. Kişisel gelişimin modern dünyâsında, ‘yarın güzel günler gelecek’ denildiğinde insanların gözü parlar. Fakat geçmişe dönük bir şeyler söylendiğinde, meselâ ‘Asr-ı saadet ne güzeldi’ dediğimizde surat asılır. Kişisel başarıcılar helâl-haram tanımazlar, hep kazanmak, başarmak, iyi yerlerde olmak önemlidir onlar için. Kişisel gelişimcilerin ve modern dünyâlıların en büyük trajedisi, ne yaparsa-yapsın, bunu iyi niyetle yaptığını söylemesidir. Karşı tarafın kötü olduğunu söyleyerek de kötülük yapıyor. Oysa biz, Allah rızâsı için bir şeyler yaparız yada yapmayız.

 

Mutlu olmak diye bir zorunluluğumuz yok, biz ‘hüzün Peygamberi’nin ümmetiyiz. İlle de mutlu olmak istiyorsak, cehennem âyetlerini okur, cenneti düşünürüz. İnsan fıtrat üzere doğar, hidâyetle değişir. Şeytan ne istemişti: Tek-tip insan. Kişisel gelişim kitapları da bunu istiyor. Kişisel gelişimde her-şeyin bir kontrôlü vardır: Öfke kontrôlü tedâvisi. Mutlu ol ama, şöyle mutlu ol. Böylece heykele dönersin.

 

Kişisel Gelişim şeytanları, Kur’ân’ı tersten okuyup yorumlayarak modern dünyânın yeni dîni olmaya çalışıyorlar. Kur’ân ‘yalnızca Allah’a güvenin, kibre kapılmayın’ diyor. Kişiliksiz Gelişimciler ise ‘kendinize, yeteneklerinize, güzelliğinize, içinizdeki deve inanın...’ diyerek Kur’ân’ı tersten yorumlayıp para kazanıyorlar. Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin mükemmelliğini yıkamayınca, tersten yollara başvurarak gâyelerine erişmeye çalışıyorlar. Yabancı dillerden çevrilen kişisel gelişim kitaplarının, bizim kültürümüze ve insanımıza uygunluğuna bakılmadan bolca reklamı yapılarak okutturuluyor. Çevrilen kitapları okuyup özümseyenlerin, bizim ülkemizde sevilen değil, nefret edilecek adamlar olacaklarını bilmiyorlar mı?. ‘İçindeki Devi Uyandır, İçindeki Tüccarı Fişekle vs…’ kitaplarının binlerce benzeriyle içimizin şeytanlarını serbest bırakanlara inat, bir Allah’ın kulu da çıkıp; ‘içinizdeki Mü’mini, dervişi uyandırın!’ diyemedi!. Sabahları uyanır-uyanmaz tüm Dünyâ’ya av-hayvanı gibi bakan, kazanmaya kilitlenmiş, para avcısı insanlar topluluğuyla nasıl birlikte yaşayacağız?.

 

Kişisel gelişim; insanı ‘ürün’ hâline getiriyor, onlara bir ‘tüketim nesnesi’ olarak bakıyor, hepimize ‘kendi-kendimizi pazarlayan adamlar’ olmamızı öğretiyorlar. İnsanlara ilk olarak; Dünyâ’yı, yâni doğal olarak evi, arabayı, kadını, erkeği, parayı, gücü, kariyeri sevdirip, ardından da bunlara ulaşabilmenin binlerce sapık yolunu öğretiyorlar.  Şeytan; performans, vücut-dili, kişisel gelişim ilimlerini kullanarak damarlarımıza sızıyor. Saydığımız türler, ‘Şeytan’ın İlmihâl Kitapları’ olmaya başladı. Modern Ticâret Dinleri, görüşlerini bu tarz kitaplarla yayıp tanıtıyor. ‘8 Dakîkada İknâ Sanatı’ oluşturulan paralel dinlerin hidâyetini açıklayabilecek cinsten, değil mi?”.

 

Kişisel gelişimcilerin görevi; Dünyâ’nın gerçeklerine, acılarına, feryatlarına, adâletsizliklerine aşırı duyarsız insanlar ortaya çıkarıp, hayvanlar gibi yiyip-içip çiftleşmekten başka düşün(e)meyen, tam da kapitâlist-liberâl tâğutların istediği şekilde aşırı bencil ve bireyci nesiller yetiştirmektir.

 

Nevzat Tarhan; “Dünyâ’da ‘iyiyi düşün, iyi olsun’, böyle bir algı var ve yaşam koçları, kişisel gelişimciler bu konuyla ilgili kitaplar yazmaya başladı. Böyle bir şey neden oluştu ve bu doğru bir yöntem mi?. Herkesin bu konuyla ilgili konuşması doğru mu?” sorusuna şu yanıtı verir:

 

“İşte biz o yöntemlerin kurbanlarıyla uğraşıyoruz. Çeşitli kişisel gelişim teknikleri, yaşam koçları var. Çünkü bir insan, sâdece pozitif duygulardan oluşmuyor. Pozitif özelliklerle negatif özelliklerin karışımıdır insan. Yaşam koçları, kişisel gelişimciler, o kişilerin olumsuz özelliklerini yok sayıyor. ‘Sen iyi bir insansın, sen güçlüsün, sen önemlisin, sen başarılısın’ diyerek kişinin o anda negatif yönlerini yok sayıyor ve pozitif yönlerinin üzerinden onu geçici olarak rahatlatıyor. Fakat bu rasyonel bir rahatlama olmadığı için kimseyi beğenmiyor. ‘Ben güçlüyüm, ben neymişim’ diyor. O tekniklerin en büyük özelliği, ‘egoları şişirmesi ve insanı yalnızlaştırması’dır. O anlık kişiyi rahatlatıyor ama uzun vâdede yalnızlaştırıyor. O teknikler gerekiyorsa kullanılabilir. Bir ‘başarı tekniği’dir, ‘terapi tekniği’ değildir. Kişiyi terapi etmek için veyâ bir başarı amacıyla kullanılır ama ‘terapi tekniği’ değil. Bir profesyonelin elinde olsa kişinin olumlu ve olumsuz yönlerini ele alır, olumsuz yönleriyle barışık olma hâlini ona kazandırır, olumlu yönlerinin üzerinde ilerlemesini sağlar. ‘En kötüye hazır ol ama en iyiyi bekle’ felsefesi. O teknikler, ‘en kötüye hazır ol’ demiyor, ‘en kötüyü yok say, en iyiyi bekle’ diyor. Bu gerçekçi değil. O zaman yanlış kararlar veriyorsun. Kişi kendi güçsüz, zayıf yönlerini bilmediği için olmadık yerde olmadık çıkışlar yapıyor. Bu olmaz. Önce onu anlayacaksın, onun güçlü-zayıf yönlerini bileceksin, ondan sonra onun stresini, acısını yöneteceksin”.

 

Psikolojik sorunların ve terapistlerin bu kadar artmış olmasının nedeni, insanlarda oluşan “değer yitimi” ile ilgilidir. Her bir yeni psikoloğun, yaşam koçunun ve kişisel gelişim uzmanının ortaya çıkması, en az 100 kişinin “hiç”leştiğinin yada kendini bir “hiç” gibi gördüğünün göstergesidir.

 

Psikologlar dinsizlerden ve dîni dar yada zayıf olanlardan beslenirler. Kur’ân ise, rûhun ve Dünyâ’nın gerçeklerini ve sorunlarını net olarak belirler ve bu sorunların üstesinden gelmek için kesin emirler vererek, tâbilerini de “kardeşler” yaparak onları Dünyâ’dan da, kendilerinden de koparmaz ve ilkeli şahsiyetler yapar. İşte bu nedenle İslâm Dîni, psikologları, yaşam koçlarını ve kişisel gelişimcileri işsiz bırakır.

 

Nasıl ki modern tıbbın tedâvi edebildiği ve hattâ ilerlemesini durdurabildiği hiç-bir kronik hastalık örneği yoksa, psikolog, yaşam koçu ve kişisel gelişim uzmanlarının önerileri ve yöntemleri ile geçen bir hastalık ve sorun örneği yoktur ve bu metodlarla gerçek anlamda, gerçek bir kronik hastalığından kurtulan da yoktur ve de olmayacaktır. Birilerinin, uzun süre ilaç kullanmalarına rağmen sorunlarının geçmeyip de bu yöntemlere başvurarak rahatlamalarının nedeni ise, bu metodlarla birlikte kullandıkları ilaçları bırakmalarıdır. Zîrâ modern ilaçlar bâzen hastalığı daha da ağırlaştırabiliyor ve zâten yan-etkileri ile başka hastalıklar da ortaya çıkarabiliyor. İlaçlar bırakıldığında ilaçların olumsuz etkisi biterek vücûdun tâmir mekanizması devreye giriyor ve kişi kendini iyi hissetmeye başlıyor. Bu ilaç bırakmayı, kişisel gelişim metodlarıyla birlikte yaptığından dolayı, iyileşmenin nedeninin, kişisel gelişimcilerin metodlarıyla olduğu zannediliyor. Olan şey budur.

 

Allah, kendisine tam teslim olanlara Hz. İbrâhim’e gönderdiği gibi bir “koç” gönderir. O yüzden mü’minlerin kişisel gelişim uzmanları olan “koç”lara ihtiyâcı yoktur. Modern insanın “yaşam-koçları”na ihtiyaç duyması, “Hz. İbrâhim gibi teslim olup da Allah’ın göndereceği “koç”tan mahrûm kalmalarında dolayıdır. Aynı-zamanda İbrâhim’e gönderilen “koç”tan ibret almamaları da buna sebep olmaktadır. İsmâillerinden vazgeçemeyenlere Allah “koç” göndermez. Bu nedenle de insanlar Allah yerine, yaşam-koçlarına sığınıyorlar. Mü’minler, ihtiyaçları olan motivasyonu dışarıdan değil, ilk başta vahiy ile inşâ olmuş kendi içlerinden, sonra da mü’min kardeşlerinden alırlar. Yaşam-koçları ise zâten yaşamdan uzak olanlardır. Onların kendilerine hayrı yoktur ki başkalarına bir hayırları dokunsun. “Kendi himmete muhtaç dede, kaldı ki başkasına himmet ede” sözü meşhurdur. Ne ilginçtir ki “yaşayamayanlar” yaşam-koçu oluyorlar.  

 

Şamanlar, insanların mânevi-psikolojik sorunlarıyla da ilgilenirlerdi. Bunun için bâzı hediyeler kabûl ederlerdi. İşte şimdi bunu, “modern şamanlar” olan kişisel gelişim uzmanları yapıyor.

 

Psikolog, âile danışmanı, yaşam koçu, doğum koçu, emzirme danışmanı, terapistler vs. Nedir bunlar ya!.. Kişi Allah’a dayanmıyorsa, sâdece O’ndan yardım istemiyorsa (iyyâke na’budü ve iyyâke nestain) tüm Dünyâ kişisel gelişim uzmanı olsa da ona yardım edemez. Rûh, içten gelen yardımla sükûna erer, dıştan gelenle değil. Bir insana da Allah yetmiyorsa, hiç-bir şey yetmez. Bir insan Allah’ın zikri yâni Kur’ân ile tatmin olmuyorsa, hiç-bir şeyle tatmin olamaz:

 

“Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikri olan Kur’ân ile mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle (Kur’ân) mutmain olur” (Ra’d 28).

 

“Ey kavmim!; gerçekten bu dünyâ-hayâtı, yalnızca bir meta (kısa süreli bir yararlanma)dır. Şüphesiz âhiret, (asıl) karar kılınan yurt odur” (Mü’min 39).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2017

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

26 Ekim 2017 Perşembe

Yarı Müslümanlık


“..Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

Müslüman; “İslâm olan”, “teslim olan” demektir. İslâmiyet, “t-eslimiyet” demektir. M-üslim, “İslâm olan” demekken, “t-eslim” de, “İslâm’a göre olmak” demektir. Bâzıları teslîmiyeti eleştirse de, bahsettiğimiz teslîmiyet, “Allah’tan başkasına yapılmayan teslîmiyet”tir. Bu teslîmiyet “sâdece Allah’a olan bir teslîmiyet”tir. “Sâdece Allah’a teslîmiyet” gösterilmediğinde yâni sâdece Allah’a müslümanlık yapılmadığında, Allah’tan gayrı her-şeye teslîmiyetin gösterilmesi yâni Allah dışındaki her-şeye müslümanlık yapılması çok normâl görülmeye başlanır. İslâmiyet yâni teslîmiyet, “Allah’tan başkasına teslim olunmasın ve Allah’tan başkası rab olarak kabûl edilmesin” diye vardır. Peygamberimizin teslîmiyeti bunun temsîliyetidir, bunun örnekliğidir. Teslîmiyetin yâni müslümanlığın nasıl yapılacağının en iyi örnekliğini yapmıştır Peygamberimiz. O hâlde İslâmlık=Müslümanlık; İslâm-müslim olmak, yâni “Allah’tan başkasını “Rab=terbiye edici”, “kudret-sâhibi” ve “ilah” görmemek” demektir. Zâten Allah’tan başkasına teslim olanlar yâni Allah’tan başkasına müslümanlık yapanlar şirke düşerek ebedî bir azaba dûçar olurlar.

Peki müslüman(lık) nedir?. Âyet şöyle bir ayırım yapıyor:

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).

Demek ki müslüman, İslâm toplumuna katılmış fakat henüz mü’min ol(a)mamış insanlardır. Fakat eğer bu insanlar müslümanlıklarını iyi yaparlarsa Allah onlardan râzı olacaktır. Müslümanlık, “mü’minliğe ilk adım”dır. Mü’min, direkt olarak Allah’a bağlı iken, müslümanların Allah’a bağlılığı, “müslüman toplum” üzerindendir. Yâni müslümanlık kâlp ile değil de, zihin, dil ve biraz da amel ile olan bağlılıktır. Oysa mü’minin bağlılığı kâlbîdir. Bu bağ kâlbî yâni içten bir bağlılık olduğu için, tabî ki amel ve eylem de bu kâlbî bağlılığa göre olacağından, bu bağlılığa sâhip olanlar, teslîmiyetinde hesap-kitap yapmaz ve “tam bir teslîmiyet” gösterebilirler.

Medîne Sözleşmesi’nin 1. maddesi şöyledir:

“Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından, Kureyşli ve Yesrib’li “mü’minler ve müslümanlar” ve bunlara tâbi olanlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla berâber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir)”. Görüldüğü gibi bu sözleşmede “mü’min ve “müslüman” ayırımı yapılmıştır.

Müslüman doğmak ile müslüman olmak arasında çok büyük fark vardır. İnsanlar müslüman bir ana-babadan doğduklarında otomatikman kendilerinin de müslüman olduklarını sanıyorlar. Gerçi her insan İslâm fıtratı ile doğar, ancak fıtrat, “İslâm’ı seçmeye uygun olan potansiyeldir” sâdece. Hâlbuki müslüman olmak bir “seçim” işidir ve bu seçim bulûğ çağında başlar tercihini yapmaya. Doğuştan müslüman olunmaz yâni. Fakat müslüman bir ana-babadan doğup İslâmî bir ortamda yaşamanın potansiyel avantajları vardır. Üstelik kişi sebat ettiği ölçüde müslümanlıktan mü’minliğe terfî edebilir ve “yarı-müslümanlık”tan tam ve sahih müslümanlığa geçilir.

Müslüman olmak yâni müslüman bir topluma katılarak müslümanca yaşamak elbette Allah’ın onayladığı bir şeydir. Çünkü netîcede bir seçim yapılmış ve İslâm toplumuna katılarak müslüman olunmuştur. Burada “müslümanlığı” yermek değildir amacımız. Fakat artık modernizmin ve artık post-modernizmin tüm Dünyâ’yı kuşatmış olduğu bir zamanda mü’minliği ve mü’minleri mum ile armaya başladık, “iyi müslümanlara” hayrân olmaya başladık ve onları “örnek şahsiyetler” olarak görüyoruz. Lâkin sorun, bu tür müslümanların ve müslümanlığın da artık nâdir olarak bulunması. Neredeyse tüm İslâm coğrafyasında yaşanan müslümanlıklar artık “yarı-müslümanlık” şekline dönüştü ve müslümanlığın diğer yarısını ise şeytan-merkezli ve tâğut kontrôllü lâik-seküler-demokratik gayr-i İslâmî bağlılık şekilleri tamamlar oldu. Bu şeytâni-tâğuti ideolojilere, düşüncelere öyle bir bağlılık var ki, sanki “müslümanlık ancak bu ideolojilere ve düşüncelere göre davranmakla tamamlanabilir” gibi bir söylem ve inanç oluştu. Yarıya düşürülen müslümanlık, bu şeytanlıklarla tamamlanır oldu ve üstelik ne kadar acı ve utanç vericidir ki bununla övünülmeye de başlandı. Müslüman olduğunu söyleyenler lâik-demokratik-seküler bir anlayışa sâhip oldukları için övünmekteler ve böylece sağlam bir dindar olduklarını zannetmekteler. Tabî ki bu gidişât, sonunda müslümanlığın sinikleşmesine ve silinmesine, şeytâni düşüncelerin ise öne çıkmasına neden olacaktır ki tahrifat-tahribat böyle başlar ve sonunda ortaya yeni bir din çıkar. Evet; yeni bir din ki, -İslâm’dan başka tüm dinler bâtıl bir din olmayan mahkûmdur-, tüm zamanlarda bu şekilde ortaya çıkmıştır. Ne ilginçtir ki şeytan tüm zamanlarda insanları aynı oyunla kandırıp yoldan çıkararak şirke düşürmüş ve rezilliğe itmiştir.  

Yarı-müslümanlıkta bir; “ucundan-kıyısından îman etme” durumu vardır. Fakat baştaki âyette de söylendiği gibi, böyle bir tutum Dünyâ’da da, âhirette de bir rezilliği mecbûr kılar. Yarı-müslümanlık işte böyle bir düşünce ve inanç ortaya koyuyor ve Kur’ân’ın bir kısmı göz-ardı edildiği için modern büyülü sözlerle yok sayılıp inkâra bile düşülebiliyor. O zaman da ucundan-kıyısından bir îman olmuş oluyor ki aslında bu bir “îman” değildir:

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ (ve müslüman olduk) diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

Âyetin de dediği gibi, sâdece “elhamdulillah müslümanım” demenin öyle çok da önemli bir yanı yoktur. Teslîmiyet yâni müslümanlık sâdece söz ile olmaz ve korunmaz. Müslümanlığın gereği her dâim yerine getirilmeli ve yarı-müslümanlığa düşmekten sakınılmalıdır. Müslümanlığı tam olarak yerine getirmenin çok önemi vardır ve hattâ “iyi müslüman” olmak bile yetmez ve tam bir teslîmiyetle mü’min olmak gerekir. Yâni din, zihinlerden kâlplere ve de eyleme dönmelidir. Çünkü mü’minlik yolunda olunmadığında, müslümanlığın yarı-müslümanlığa dönme riski vardır.

Müslüman olunduğu söz ile olmaktan çok eylem ile gösterilmelidir ve dîne ucundan-kıyısından bağlı olanlar için bu çok büyük zorluktur. Din, eylem ile ortaya konulmuşsa söz ile söylenmese de olur aslında. İslâmî eylemde bulunan kişilerin bir de “müslümanım” demesine gerek yoktur. Namaz kılan, oruç tutan, zekat veren insanın “müslümanım” demesine gerek yoktur aslında. Dilsiz olan yâni konuşamayan bir müslüman bunu yapamaz meselâ. Zâten “müslümanım” demek bir iddiâdır ve tüm iddiâlar ispat ister. İspâtın kendisi delile gerek bırakmaz.

Mü’min olmakla müslüman olmak arasında fark vardır. Her mü’min aynı-zamanda müslümandır fakat her müslüman aynı-zamanda mü’min değildir yada mü’min  olmayabilir. Müslüman, Allah’a ve onun peygamberlerine, peygamberleriyle gönderdiği tüm hükümlerine inanan yada bunu kabûl eden kişidir.

“İnanma” ile “kabûl etmek” arasında fark vardır. İnanmak kâlp ile ilgiliyken, kabûl etmek kâlpten ziyâde zihin ile, kültür ile, alışkanlık ile alâkalıdır. Yâni “kabûl eden” kişi, kabûl edebileceği, kendine göre daha uygun bir şey ile karşılaşsa onu kabûl etmeye başlayabilir. Çıkar ile ilişkilidir bu. Bu anlamda “müslüman”dan kastımız, “çıkar müslümanı”dır. Bu tür müslümanlar yarı-müslümandır. Îman ise; eğer münâfıklık yapılmayacaksa, kâlbinin onayından sonra olur. Lâkin sorunumuz artık müslümanlık ve mü’minlik değil, müslümanlık ve yarı-müslümanlık hâline geldi ve dâvetçiler artık mü’min olmaktan değil, yarı-müslümanlıktan kurtularak tam müslüman olmanın öneminden bahsediyor.

“Kaçak müslümanlık”, “müslümanlık” değil, olsa-olsa münâfıklıktır. İlginçtir ki günümüzde münâfıklığı iyi becerenler “iyi müslüman” olarak tanınıyor.

Müslümanlık iddiasında bulunup da İslâm’ın kişiye yüklediği tüm sorumluluklardan kaçarak “müslüman” olduğunu zannetmek, İslâm’ın ve müslümanlığın ne demek olduğunu bilmemek demektir. Müslümanlık “bir yükü omuzlamak” demektir. Bu yük, “Peygamberin misyonu”dur, işte tüm müslümanların yükümlü oldukları şey, bu misyonu (salât) sürdürmektir. Bu misyonu sürdür(e)meyen müslümanlar “yarı-müslüman” olmuş olurlar ve şirke düşerler:   

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) (Beled 11-18).

Öyle oturulup durulan yerden mü’min olunamayacağı gibi, müslümanlık da korunamaz ve yarı-müslümanlığa düşerek “müşrik” olunabilir. Zîrâ İslâm’da gri renk olmaz. Bakın, müslümanların önderi Peygamberimize mü’minlik-müslümanlık ne yapmış:

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57). 

Peygamberimiz, kendisini mü’minliğin-müslümanlığın yâni İslâm’ın kitabına olan bağlılık ve sadâkatin yorduğu, ihtiyarlattığını söylüyor. İşte!, eğer siz de böyle yapmazsanız mü’min olamadığınız gibi, müslümanlığınızı da koruyamaz ve yarı-müslümanlığa yâni “kültürel ve psikolojik müslümanlık”a düşersiniz ve Allah merkezli yaşayamadığınız için artık şirki savunmaya başlarsınız.

Din/İslâm, neyin söylendiği ile değil, neyin göze alındığı ile ilgilenir. Meselâ ölmeyi bile göze almış olan birine kimse bir şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle korkutamaz.

Hak olanı bilip-bilmemekten ziyâde, hak olanın, kişinin işine gelip-gelmemesi önemlidir. Hakkı göze alıp-alamama önemlidir. Hak uğruna ödenecek bedelleri göze almak önemlidir. Eğer göze alamıyorsanız.. bırakın gitsin ve müslümanlığınız yarı-müslümanlığa dönüşerek netîcede şirkle karışsın.

“Yoksa insan, her arzu ettiğine sâhip mi olacak (zannediyor)?” (Necm 24).

Ey müslümanlık iddiâsında bulunan yarı-müslümanlar!; Siz İslâm’ı; kendi zevkinize, isteğinize, arzunuza ve çıkarınıza göre şekillendirebileceğinizi mi zannediyorsunuz?. İslâm’ın yükünü omuzlamadan gerçek birer müslüman ve mü’min olamazsınız. İslâm bir “imtihan kılavuzudur” ve “nefse uygun” olanlarla değil, “işinize gelmeyen” şeylerle olur bu imtihan. Kişiyi “sarp yokuş”a yönlendirir, “canlarla ve mallarla cihad”ı emreder. Müslüman olmak, “zorluğu kabûl edip göze almak” demektir. Çünkü İslâm, göze alamadığınız şeylerin toplamıdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2017



Devamını Oku »

Ümîdin İçinde Boğulmak


“(Şeytan) Onlara vaâd ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey vaat etmez” (Nîsâ 120).

Âdem’e secde etmeyen şeytan insanın amansız düşmanıdır. Peki insanın amansız düşmanı olan şeytanın amacı nedir?. Şeytanın bin-bir çeşit oyunu olsa da aslında şeytanın tek bir amacı (görevi değil) vardır: “İnsanı oyalamak ve ömrünü boşa geçirmesini sağlamak”. Bunu hem “soldan yaklaşarak” alenî bir şekilde yapar, hem de “sağdan yaklaşarak” gizlice yapar. Soldan yaklaşarak alenî yapılan şeylere karşı önlem alınabilir ve bu tuzaklara karşı durulabilir büyük ölçüde, fakat sağdan yaklaşmalara karşı insanlar ne yazık ki genelde şeytana aldanırlar ve hayatlarını boşa geçirirler.

Şeytanın soldan yaklaşması, alenî bir şekilde insanları harama yönlendirmek için uğraşmasıdır. Allah’ın açıkça yasaklamasına rağmen insanın nefs sâhibi olmasından dolayı karşı durmakta zorlandığı bu haram ve günahlar; sigara, içki, uyuşturucu, kumar, zinâ, fâiz, dolandırıcılık, hırsızlık, yolsuzluk, cinâyet, yalan-dolan vs.dir. Bunlar alenî olduğundan ve kişisel ve toplumsal sonuçları görülüp durduğundan dolayı insanların bunlardan uzak durması daha kolay olabiliyor. Zâten toplum da, daha çok bu haram ve günahlara karşı yâni şeytanın “soldan yaklaşmalarına” karşı uyarılarda bulunuyor, bunları ayıplıyor ve bunlara karşı bir mahalle baskısı kuruyor. Tabî ki modernizm ile birlikte artık bunlar da toplum tarafından “normâl” görülmeye başlandığından, bu günahlar ve haramlar açıkça ve bolca yapılır hâle gelmiştir.

Fakat şeytan, insanı bu açık günah ve haramlara alıştırdıktan sonra onları artık kendi başlarına da bıraksa fark etmez. Çünkü ne de olsa onları o pisliklere alıştırmıştır ve bunlara alışanlar şeytana ihtiyaç duymayacak şekilde yaptıklarını yapmaya devâm edeceklerdir. Fakat dediğimiz gibi, toplumun büyük kesimi de bunlardan uzak durmakta ve bu noktada şeytana aldanmamaktadır. O hâlde şeytan daha başka bir plân uygulamalıdır. Soldan yaklaşmayı bırakıp sağdan yaklaşmayı denemelidir. Açık günah ve haramlara meyletmeyenleri, “gizli günah” ve haramlara yönlendirmelidir. Çünkü dediğimiz gibi, şeytanın hedefi, en fazla insanı Allah’tan, dinden-îmandan uzak tutarak onları oyalamak ve ilk başta Allah’a söylediği şeyi yaparak, insanların kendisi gibi ebedî cehennemlik olmasını sağlamaktır. Bu konuda şöyle der:

“Allah onu lânetlemiştir. O da (şöyle) dedi: ‘Andolsun, senin kullarından miktarları tesbit edilmiş bir grubu (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim’. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır” (Nîsâ 118-119).

Evet; şeytanın “sağdan yaklaşması” da vardır ve bu çok gizli ve ustalıkla yapılmış hinlikler içerdiğinden dolayı fark edilemez ve bu nedenle de önlem alınamaz yada alınmak da istenmez. Şeytan nefsin en derindeki arzularını bilir ve nefse oynar durur. İşte sağdan yaklaşmada şeytanın en çok kullandığı ve insanları oyaladığı yerlerden biri de “ümîd” yada “umûd”tur. Umûd özellikle garibanın sığınağıdır. “Umûd fakirin ekmeğidir” denir. Umûdsuz yaşanmaz tabî ki ama ümîdin içinde boğulmak ve bu yolla oyalanarak ömrü tamamlamak da müslüman için bir felâkettir.

Şeytan insana sürekli olarak boş ümîdler vaâd eder durur ve insanlar da umûdun peşinden koşturup dururlar ve bir netîceye ulaşamadıklarından dolayı da ömürlerini genelde boşa geçirmiş olurlar. İlk başta şeytan insanlara bir umûd sunar. İnsanlar bu umûdla o yolda hayâller kurarlar, senaryolar üretirler ve bu umûdun peşinden koşturmaya başlarlar. Fakat ilginçtir ki, genelde de hedefe varılamayacak ve fiyaskoyla sonuçlanacak umûdlardır bunlar. Belki de çok az kişi, peşinden koştuğu umûdun ekmeğini yer.

Tabi, ümîd içinde olan ve bu yolda bir süre giden kişiler, bir-zaman sonra peşinden koştukları umûdun netîcesini göremediklerinden dolayı umûdları kırılır ve morâlleri bozulur, artık o umûdtan ümîdlerini kesmeye başlamışlardır yada kesmişlerdir. Fakat bu durum şeytan için hiç de iyi bir şey değildir. Mutlakâ insanları yeni ümîdlerle heyecanlandırmalı ve onları oyalamaya devâm etmelidir.

İmtihanın bir gereği olarak insanlara hayatta sürekli yeni kapılar açılır durur. İşte şeytan hep bu kapıları kullanır. Şeytan, bu kapılara yönelen insanların yanı-başlarından  ayrılmaz ve onlarla birlikte o kapıdan içeri dalar. Şeytan amacına ulaşmak için her türlü dalkavukluğu da yaparak insanlara “bu sefer olacak” ümîdini telkin ederek onları oyalamaya devâm eder. “Önceki son anda olmadı ama bu sefer kesin olur” telkinleri şeytanın mottolarıdır.

İşin ilginç yanı, şeytanın çeşitli zenginliklere, zevklere kilitlediği insanlar, aslında bu işlerle hiç uğraşmasalar da hayatlarını idâme ettirebilecek işleri-güçleri olan kişilerdir. Gariban zâten ekmeğinin peşindedir mecbûren ve bu nedenle bu işlerle uğraşacak zamânı bile yoktur. Bu işlerle uğraşanlar, aslında kendi işlerine odaklansalar ve zamanlarını ve çabalarını kendi işlerine yönlendirseler hayatta daha fazla nîmete ulaşabileceklerdir. İşte; “acaba zengin olur muyum” ve sonra da “şunları-şunları yapabilir miyim” ümîdiyle hayatta açılan “fazladan” kapılara, şeytanın da kışkırtmasıyla atılan bu insanların çok büyük çoğunluğu umûdlarının netîcelerini göremezler ve boşuna yorulmuş olurlar. Zâten bir-zaman sonra da, o şey gerçekleşmediği için, bir-süre önce heyecanla koşturdukları umûdlardan soğumaya başlarlar ve artık ondan ümîdi keserler. Ama şeytan her zaman iş başındadır ve kandırmaca devâm etmektedir. Bu durum böyle hayat-boyu sürer gider. Ancak yeni heyecanlarla coşmak kalır geriye. Fakat unutulmasın ki, “şeytanı veli edinmek” işte budur.  

Zâten her zaman, o yolda olan ve o yolu bilenler ancak açılan yeni kapıları değerlendirirler ve köşe-başlarını tutanlar hep onlar olur. Onların bu işleri yapabilmeleri için imkânları da vardır. Bir de o işler genelde çok da meşrû da değildir aslında. İşte o umûd edilen işlerin gayr-ı meşrû olmasını önemsemeyenlerdir biraz da o işlerde yol alabilenler. Fakat temiz olan, içlerinde Allah korkusu bulunan, iyilik yapan, pisliğe-çirkefliğe bulaşmayan insanlara pek de nasip olmaz böyle işler. Nasip olmaması da iyi bir şeydir zâten, bir rahmettir.

Önemli olan şey, bu kişilerin artık şeytanın bu oyalamalarına kanmayıp, zâten üzerinde oldukları yada bildikleri-becerebildikleri işleri yapmalarıdır. Böylece şeytanın kuruntularından ve ayartmalarından kurtulacaklar ve Allah’ın emrettiği ve istediği hayat tarzını yaşayabilecekler ve en sonunda da hem Dünyâ’da hem âhirette “yanmaktan” kurtulacaklardır. Çünkü bu işlerden el çektiklerinde ancak, hem uyarıları idrâk edebilecekler hem de bu işlerin ne kadar da boş işler olduğunu görerek kendilerine gelecekler ve boş işlerden uzak durup yararlı işler yapabileceklerdir.

Evet, şeytan insanları boş ümîdlerle oyalar durur. Böylece ömür boşuna tüketilmiş olur. O hâlde uyarcıların ve işin farkında olanların bu insanlara uyarılarını yapmaları ve onların boş işlerden ve şeytanın tuzaklarından uzaklaşıp kurtulmalarına yardımcı olmaları bir görevdir. Özellikle temiz ve iyi insanların uyarılması elzemdir. Zâten uyarı, ancak böyle insanlara yarar sağlayabilir. Aksi-hâlde bu insanlar şeytanın tuzağına düşerek Dünyâ’da ve âhirette kaybedecekleri gibi, onları uyarmakla vazîfeli olanlar da tebliğ-uyarı vazîfelerini yapmadıkları için âhirette zor duruma düşeceklerdir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2017





















Devamını Oku »

Yeni Neslin Umursamadığı Kavram: Rızâ



“Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön”. -İrcî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten- (Fecr 28).

Rızâ lûgatta: “Memnunluk, hoşluk, râzı olmak; istek, arzu; kendi isteği” anlamlarına gelir.

Modernizm bir “umursamama uygarlığı”dır. Zîrâ modernizmde önemli olan bireydir ve tek-tek bireyler -görece- varlığın en önemli unsurlarıdır. Buna göre bireyler kendilerine çok fazla önem vermeli, hayatta kalmak için, başkasının hayat(lar)ının yok olmasını bile kabûl edebilmelidir. Tâbir-i câizse, “omletini yapmak için tüm Dünyâ’yı yakabilecek” bireylerin (şahıs değil) yeryüzünü doldurduğu bir zamandayız.  

Özellikle son 2-3 kuşak bu konuda neredeyse hiç tâviz vermiyor ve kendi çıkarı, hayâtı ve varlığı için hiç-bir şeyi umursamaz duruma gelmiştir. Bu durumun nedeni her ne kadar kişilerle alakalandırılsa da, aslında Dünyâ’nın mevcut küresel ideolojileri, şeytanın küresel uşakları olan tâğutlar ve Dünyâ’yı yönlendirenlerdir. Tabî ki Dünyâ’yı yönlendirenlerin uyguladığı ideolojilerden başka modern bilim-teknoloji, sapık görüşler ve felsefeler, eğlence tarzları vs. bir-çok şeytan-işi pisliktir. Bunlar, tam da nefse nişan almıştır ve nefsi en güçlü olanların bu yollara kapılmaması neredeyse mümkün değildir. Tabi nefsi en güçlü olanlar da, yeni nesil gençlerdir.

Modern gençlik yada yeni nesil; çok bayağı, gereksiz ve hattâ iğrenç bir şey için bir-çok fedâkârlığa bile katlanabilirken, Allah rızâsı için bir şey yapmayı ve hattâ, ana-babasına bir bardak su vermeyi bile zûl görmektedir. Zîrâ bunda kendileri için maddî bir çıkar yada haz yoktur. Allah rızâsını çoktan unutmuş yada hiç tanımayan bu nesil, karşılıksız bir şey yapmaya anlam veremiyor ve hattâ belki de “aptallık” olarak görüyor. Bu nedenle de insan ilişkilerinde hiç-bir çıkar olmadan ve sırf Allah rızâsı için yada “iyilik” için bir şey yapamaz duruma geliyor.

Yıllar önce Amerikan yapımı bir filmde, kötü giden işlerinden dolayı eve perişân bir durumda gelen koca, karısına işinin çok kötü gittiğini söylediğinde, kadın kocasına; “bu senin sorunun” demişti. Karı-koca olarak aynı evde yaşayan ve çocukları olan eşler, birbirlerinin kötü durumunu umursamıyorlar ve hiç de rahatsız olmuyorlar. İşte “uzak-batı” ve “yakın-batı”dan yayılan bu pislik ne yazık ki hem bizim ülkemize hem de Dünyâ’ya sirâyet etmiş ve tüm müslümanları ve hattâ doğu ülkelerini de sarmış bulunuyor. Artık rızâya önem veren son bir-kaç nesil kaldı. Belki de yakın bir gelecekte Allah rızâsı için yâni karşılıksız bir iyilike bulunanları “psikolojik hasta” olarak kabûl edecekler, psikolojisinin bozuk olduğunu söyleyecekler ve hattâ bir zaman sonra da, “topluma kötü örnek olduğu” için hapse atacaklar. Çünkü bu kişiler “ultra-modern” insanın kafa ve beden konforunu aşırı derecede rahatsız etmekte olacaktır. Tabi bu durum müslüman ülkelerde de, Kur’ân’daki, “kendi ihtiyâcı olmasına rağmen başkalarını kendine tercih etmek (isar)” gibi âyetleri, ya aşırı yoruma tâbi tutarak değiştirecek, yada olmadı, çıkaracakları bir kânun ile bu âyetler -en azından kendi ülkelerindeki- Kur’ân’lardan çıkarılacaktır. Tabi o zaman dînin hâlâ bir geçerliliği kalmışsa. İnanın, bunu yapmak ultra-modern birey için işten bile olmayacaktır.

Ana-babasına bile acımayan ve onlara küçük bir yardımı (maun) bile esirgeyen yeni neslin rızâ kavramından nefret etmesi normâldir. Çünkü doğduğu günden beri her-şey kendisine, “kâinâtın bizzat en önemli varlığı olduğunu” haykırmaktadır. Bu nedenle kendini çok fazla önemseyen yeni neslin bireyleri, bu önemden dolayı kendini sıkıntıya sokmayı istemiyor ve hele sâdece rızâ için bir iş yapmayı zûl sayıyorlar. Fatma Tuncer, yeni neslin atalarına davranışı konusunda şunları söyler:

“Kadim târihimizde müslümanlar yaşlıları baş-tâcı eder ve onların bilgeliklerinden faydalanırlardı. Çocuklar büyük ebeveynlerinin tedrisâtından geçer, onların bilgi ve deneyimlerini içselleştirirlerdi. Oğullar ve kızlar anne-babaların kendileri için verdiği emeğe hürmet eder ve onlara olan vefâ borçlarını ödemek için “öf” bile demezlerdi. Fakat artık her-şey geçmişte kaldı. Bugünün çocukları vefâ, katlanmak, şefkat ve adâlet gibi değerlerden uzaklaşarak mânevî yoksulluğa düşüyorlar. O yüzden ne ebeveynler çocuklarına sevgi gösterebiliyor ne de çocuklar ebeveynlerini şefkatle kucaklayabiliyorlar”.

“Komşu komşunun külüne muhtaçtır” sözünü yeni nesil çok anlamsız buluyor. Zîrâ “apartman” denen modern hapis-hânelerde insanlar, uzun yıllar birlikte oturdukları karşı komşularını bile tanımıyorlar. Uzun yıllar oturmalarına rağmen bir selamlaşmaları bile yok. Neden, çünkü birbirlerine ihtiyaç duymuyorlar yada duysalar da minnet etmiyorlar ve başka şekilde hâllediyorlar sorunlarını. Kendi oturduğu apartmandan çıkan bir cenâzenin kime âit olduğunu bilmemek nasıl bir şeydir?. Durum bu noktaya gelmişse hâlâ umutlu olmanın bir anlamı var mıdır?.

İnsanlar artık birbirlerinden borç da almıyorlar. Bunu sâdece dolandırıcılar ve borcunu ödemeyecek olanlar, daha doğrusu istismârcılar yapıyor. İnsanlar bankalarıyla kanka oldukları için insanlarla muhâtap olmuyorlar. Bunu plânlayanlar zâten küresel banka patronlarıdır. Her-şey çıkar ilişkisi olmuş. Herkes birbirlerini düşman olarak görüyor. “Acaba bana ne zarar vermeyi plânlıyor” diye düşünüyor. Yeni neslin bireyleri, herkesin kendisine düşman olduğunu ve kuyusunu kazmaya çalıştığın zannediyor. İşte salt rızâ için bir iş yapılmadığında, insanlar böyle takıntılı hâle gelirler. Yeni neslin bireyleri birbirlerini tanımıyorlar. Çünkü birbirlerine herhangi bir konuda yardımcı olmamışlar, zîrâ birbirlerine muhtâç hâle gelmemişler ve sâdece rızâ için, sâdece iyilik olsun diye birbirlerinin işlerini yapmamışlar. Bir şeyi paylaşmamışlar. Yeni nesil bunları bilmiyor ve duyduğunda da anlamsız görüyor ve mal gibi boş gözlerle bakıp duruyor.

“Kadan almak”, “isar”, “rızâ”, “Allah rızâsı”, “iyilik için” sözleri yeni nesil için bir anlam ifâde etmiyor. Yeni nesil, mîdesine girene, üstüne giydiğine, cüzdanında durana, kendisine haz verene âşık ve meftûn olmuş durumda. Fakat bunların dışındakilere de düşman olmuş. Hâlbuki eskiden böyle değildi. Hele ki vahyin aydınlığı ile aydınlanan ve Kur’ân ile inşâ olup medenîleşen ve devletler medeniyetler kuran toplumlar böyle değildi. Kur’ân böyle toplumlardan ve insanlardan şu şekilde bahseder:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’ın rızâsını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır (kendini fedâ eder). Allah, kullarına karşı şefkâtli olandır” (Bakara 207).

Aman Tanrım!, Allah rızâsı için kendini fedâ etmek mi?. Bu, yeni nesil için ne kadar dehşet verici bir şey. Hem de şu genç yaşında öyle mi?. Bunlar çok eski târihlerde kalmış “esâtür-ül evvelin” olan destâni, mitolojik şeylerdir. Hangi devirde yaşıyoruz yaa!. Bu devirde öyle şey mi olur?.

Şu âyeti, birey(sel)leşmiş ve dolayısı ile bencilleşmiş olanların idrâk etmesi imkânsız-ötesidir:

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

Hazzın kölesi olmuş olan yeni neslin içinde bilgi ve bilinçli olanları ne kadar da az. Allah rızâsını gözeten fedâkâr, iyiliğe değer verenler ne kadar da az ve bunlar ne kadar da değerli şahsiyetler.

Yeni nesil ve o nesle örnek olan bir-önceki nesil hiç-bir riske girmiyor. Mecbur oldukları dışında hiç kimse için karşılıksız, sâdece rızâ için bir şey yapmak istemiyor ve hattâ buna aşırı derecede karşılar. Bir keresinde bir arkadaşıma çok kolay bir iş için ricâda bulunmuştum. Hadi söyleyeyim; oturduğu yerden, kağıt üzerindeki rakamları sırasıyla okumasını istedim de, “senin uşağın mı var” deyip çekip gitmişti. Onu kullandığımı zannetmişti. O işi yapmayı bir düşüklük olarak görmüştü. Hâlbuki biraz önce birlikte çay içmiştik. Hem de çaylar da bendendi.  

Bu Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve asıl ebedî hayat öldükten sonraki âhiret hayâtıdır. Âhirette ya Allah’a göre yâni Allah rızâsı için yaşayarak cenneti kazancağız, yada nefsin rızâsı için yaşayarak cehennemi hak edeceğiz. Çünkü bir iş yada şey Allah rızâsı için olmadığında mutlakâ ve mutlakâ Allah’ın dışında bir şeyin rızâsı için olur. Müslümanlar için amaç ve hedef, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın rızâsını kazananlar hem Dünyâ’da hem de âhirette ebedî mutlu olurlar.

Allah rızâsı için yapılmayan işlerin âhirette kişiye bir faydası olmaz. Allah rızâsı için yapılmadığında başta nefsin rızâsı için yapılacak olan işler, insanların, paranın, ideolojilerin, taş, toprak ve sudan oluşan “vatan”ın, bir arâzinin, hattâ bir hayvanın rızâsı için bile yapılabilecektir. Boşluk yoktur. Ya Allah rızâsı için yada O’nun dışındaki bir şeyin rızâsı için yapılacaktır.

Allah rızâsı için yapılmayan işler, nefsin, dolayısı ile şeytanın rızâsı için yapılır vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2017

Devamını Oku »

Yakarış



“De ki: ‘Duânız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?” (Furkân 77).

Duâ; Allah’a yalvarma, yakarış, niyaz, Allah’tan hayır ve rahmet dilemek” anlamındadır.

İnsan “duâ eden varlık”tır. Bunu ya müslüman olarak; “Rabbinize yalvara-yalvara ve için-için duâ edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez” (A’raf 55) şeklinde, yada lâik ve seküler bir tarzda; “umarak”, “umma”, “umarım” deme şeklinde yapar. Yâni insan sürekli olarak, arzu ettiği şeylerin olmasını arzular ve bunun için de ya sesle, yada gönlünde geçirerek dilekte bulunur. Fakat insanlar bilgiyi, hayâtı, yasaları tam anlamıyla kuşatamadığı için, hayra duâ ettiği gibi, şerre de duâ eder ve yaptığı duânın, bir-zaman sonra tam tersi için duâ etmeye başlayabilir: “İnsan hayra duâ ettiği gibi, şerre de duâ eder. İnsan, pek acelecidir” (İsrâ) 11. İşte bu nedenle, insanın duâ ederken kullanacağı en uygun cümle kanımca şudur: “Allah’ım!; hakîkati ancak Sen bilirsin, bize en hayırlısını ver Rabbim”.

İşte ben de hayâtım boyunca duâ eden biri olarak buna çok önem verdim ve duâlarımı bu merkezde yaptım. Bir diğer önem verdiğim konu da, duânın sâdece kendi merkezimizde değil, tüm insanları kapsayacak şekilde yapılmasıdır. Bu nedenle tüm mazlumları, zayıfları ve müslümanları da duâma ortak ederek” yaptım duâmı. Yâni duâ, “ben”, “bana”, “beni” şeklinde değil de, çoğul olarak; “biz”, “bizi”, “bize” şeklinde olmalıdır. Duânın bu şekilde yapıldığında daha çok ve çabuk kabûl edildiğine inanmaktayım. Bu nedenle de özellikle müslümanların “bencil duâlar”da bulunmaması gerektiği kanısındayım. 

Hayâtım boyunca yaptığım duâmdaki bâzı sözler ve cümleler zamanla değişse de genel anlamda aynı duâdır ve ben bu duâyı yazıya da dökmek istedim. Yaptığım duâ ve yakarıştaki bâzı cümleler “kendime has” olduğu için yazıya dökmedim. Yaptığım yakarış ve duâm genel anlamda şu şekildedir:

Euzübillâhimineşşeytânirracim, Bismillâhirrahmânirrahim. Elhamdulillâhi rabbil âlemîn es-salâtü vesselâmü alâ resûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. 

Allah’ım!; Şüphesiz Sen her-şeye kâdirsin. Helâl yoldan her-şeyin en hayırlısını ver bize. Duâlarımızı kabûl et, günahlarımızı-kusurlarımızı affet. Annemi, Babamı, kardeşlerimi, eşimi, çocuklarımı, âilemin diğer üyelerini, eşimin âilesini, akrâbalarımı, dostlarımı, arkadaşlarımı, komşularımı, Dünyâ’nın her yerindeki mazlumları, mâsumları, hayrave duâya lâyık olanları ve beni, maddî-mânevî hastalıklardan, kötülüklerden, kazâdan belâdan koru, şifâlar nasip eyle. Bizi bildiğimiz-bilmediğimiz musîbetlerden ve hastalıklardan koru, hastalıklarımıza şifâ ver ve tekrâr etmesini önle. Hayâtımız boyunca sağlıklı, mutlu, huzurlu, îmanlı uzun ömürler nasip eyle.

Allah’ım!; Bizi hırsızdan, arsızdan, kazâdan, belâdan, kavgadan, doğal âfetlerden (yangın, sel, deprem) ve doğal olmayan âfetlerden-kötülüklerden; (trafik ve iş kazâları, her türlü zehirlenme, boğulma, düşme) koru, akıl ver, zekâ ver, işlerimizde başarılı olmayı nasip et. Kullandığımız her türlü araçları kazâsız-belâsız kullanmayı nasip et. Allah’ım!; hepimize, temel ihtiyaçlarımız olan ev (barınma) araba (taşıt) iş ve eş nasip et. Bunların hayırlı olmasını nasip eyle. İhtiraslarımızı ihtiyâcımız kılma!. Âilemizle, yakınlarımızla, eşimizle, dostlarımızla, arkadaşlarımızla, müslümanlarla ve mazlumlarla iyi geçinmeyi nasip et, iletişimimizin kopmamasını nasip eyle Allah’ım!.

Allah’ım!; Seni hissetmeyi, Sana îman etmeyi, Sana iyi ve hakkıyla bir kul olmayı nasip et. Peygamberimizi tanımayı, o’nun “güzel örnekliği”ne uymayı ve ona iyi bir ümmet olmayı nasip eyle. Kur’ân’ı okumada, öğrenmede, idrâk etmede, uygulamada, anlatmada ve yazmada en doğrusunu yapmayı nasip et. Nice kitaplar, yazılar, okumalar, arkadaşlar ve yeni fikirler ve düşünceler nasip et, yeni idrakler edinmeyi nasip eyle.

Allah’ım!; İlmimizi, sabrımızı ahlâkımız arttır, kaldıramayacağımız yükler yükleme!. Bize ekonomiyi fazla düşündürtme, geçimi fazla dert etmemeyi nasip et, bize kerîm dertler ver ve küçük önemsiz dertleri dert edinmekten uzak tut. Hayırda önde gidenlerin (sâbikûn) arasına kat, dosdoğru yoldan ayırma!. Sâlih ameller nasip et ve sâlihlerin arasına kat. Değiştirebileceğimiz şeyler için güç, değiştiremeyeceğimiz şeyler için sabır ver, aradaki farkı anlamak için akıl ver. Her türlü hayra muhtâcız Allah’ım!, bize “hesapsız rızıklar” nasip eyle, hâlimiz arzu-hâlimizdir Allah’ım.

Allah’ım!; Müslümanları ve mazlumları zâlimlerin elinden kurtar, müslümanların içinden bir lîder öncülüğünde “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” yapan bir topluluk çıkar, bu topluluk vesilesiyle Müslümanlar, mazlumlar ve mâsumlar, Dünyâ’nın nesneleri olmaktan kurtulup Dünyâ’nın özneleri hâline gelsinler. Hak ve hakîkat, adâlet ve eşitlik sarsın ve kuşatsın Dünyâ’yı, senin sözün-dînin Dünyâ’ya hâkim olsun. Böylece zulümler-mazlûmiyetler bitsin ve Dünyâ “cennetin bir şûbesi”, “dârus-selam” olsun. Asr-ı Saadet süreci yeniden başlasın ve kıyâmete, “son saat”e kadar devâm etsin Allah’ım!.

Rabbim!; ilmimizi arttır, bizi cehâletten kurtar, sapık yollardan ve her türlü sapıklıktan ve fahşâdan uzak tut. Nefsimize hâkim olacak bir irâde nasip et. Bize Dünyâ’da da iyilik ver âhirette de iyilik ver. Bizi modern zamanların fitnelerinden, saptırıcılarından ve sapıklılarından uzak tut. Açları-susuzları, çıplakları, evsizleri, mazlumları kurtar. Bize ciddiyet, azim, gayret, sabır, izzet, haysiyet ve fıtrata uygun davranışlar nasip et. Bizi “şükreden kullar” kıl. Allah’ım!; duâlarımızı-yakarışlarımızı kabûl et. Bizi en nihâyetinde cennetinde buluştur Allah’ım!.

“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).

“Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden âbduhu ve Resûluhu”…

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2017


  



Devamını Oku »