18 Mayıs 2024 Cumartesi

Îman, Sağlık, İş

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

“Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur”uârâ 80).

 

“Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” (Necm 39).

 

Îman, sağlık ve iş. Bu üçü iyiyse, Dünyâ’da her-şey iyi olduğu gibi, bu iyilik âhirete de yansır ve Dünyâ’da bu üçüne sâhip olanlar âhirette de korkudan selâmette olur. Bu-bağlamda, Allah bizi Dünyâ’da da âhirette de iyiliğe sevk etmek istediği için -gereğini yapmak şartı ile- bize şu duâyı öğretir: Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru’ der” (Bakara 201). Demek ki bu üç şeye sâhipse insan, hem Dünyâ’da iyi bir hayâtı olur, hem de âhirette iyiliklerle karşılaşır. Tabi Dünyâ geçici bir imtihan yurdudur ve insan -sünnetullah gereğince-sürekli olarak sınanacağı için çeşitli musîbetlerle karşılaşabilecektir. Kazâ, belâ, Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde meydana gelen doğal âfetler, savaşlar, zulümler ve nihâyet ölüm, insana “Dünyâ’nın cennet olmadığını” hatırlatıp duracaktır.   

 

Sıralamak da başlıktaki gibi, “îman, sağlık ve iş” şeklinde olmalıdır. “Sağlık her-şeyin başıdır” diyorlar fakat “îman” ondan daha önemlidir. Çünkü îmanlı ölmek, sağlıklı ölmekten çok daha değerlidir. Lâkin sağlıklı bir mü’min olmak ne kadar da güzeldir. Üstelik iş-güç de yerindeyse “kaymaklı kadayıf” olur. Fakat insanlık-târihi boyunca insanlar en çok da bu üç şeyden mahrûm yada uzak kalmıştır veyâ uzak tutulmuştur. Hâlbuki Allah, insana indirdiği vahiyler ve gönderdiği peygamberler ile îmânı anlatmış ve sevdirmiş (Hucurât 7), doğal, sağlıklı ve güzel nîmetlerle zinde kalmalarını için rızıkları yaratmış (A’raf 32) ve insanların Dünyâ’dan eşit bir şekilde yararlanmalarını emretmiştir (Fussilet 10). 

 

Şeytanın, nefsin ve tâğutların etkisi ile îman, sağlık ve iş ifsâd edilmiştir ve edilmektedir. Îmânın yerine imaj, sağlığın yerine hastalıklar, işin yerine de işsizlik konuluştur. Böylelikle insanlar istedikleri gibi kontrôl edilebilmekte, yönetilmekte ve yönlendirilebilmektedir.

 

Mü’minler ise, gücünü imajından değil, îmânından alan kişilerdir. Yine mü’minler; sûnî, pis ve haram olan şeyleri yemezler-içmezler-giymezler ve sağlıklarına özen gösterirler. İş ve kazanç konusunda da mü’minler, İslâm’ın temel ilkelerine aykırı olan işlerde çalışmazlar ve rızıklarını haram ve meşrû olmayan işlerde çalışarak kazanmaktan uzak dururlar.  

 

Îman etmek, sâdece kâlplerde gerçekleşip biten bir şey değildir ve kâlplerden ellere uzanan bir eylem-şeklidir. Bu yüzden “inkâr etmemek”, “îman etmek” anlamına gelmez. Îman, en ufak bir defo-ârıza bile kabûl etmez. Îman %100 îmandır. Îman, îmânın bilgisi” değildir. Zâten hiç-bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir dinamiktir. Îmânın derecesi, Allah için yapılan işle (amel) belli olur. “Bu-gün Allah için ne yaptın?” demek, “îmânında bir artma var mı?” demektir. Demek ki sâhip olunması gereken îman, bilgisine ve bilincine erdikten sonra, “amel ve eyleme dönüşen îman”dır.

 

İslâm’a göre gerçek hastalık “kâlplerdeki hastalık”tır. Çünkü diğer hastalıklar geçicidir yada en nihâyet ölüm ile biter gider. Fakat kâlplerdeki hastalıklar âhirete de taşınır ve orada kişiye sıkıntı olarak yansır. Bu nedenle İslâm hastalıkları gidermeye “kâlplerdeki hastalıklar”dan başlar.

 

Kur’ân boyunca sağlık konusunda hastaya güçlük yüklememek temel olan şeydir. Bir hatalık söz-konusu olduğunda ibâdetler ve görevler kazâya bırakılabilir yada askıya alınır. Zîrâ hastayken ne hakkıyla ibâdetler yapılabilir ne de görevler yerine getirilebilir. Bu nedenle hastanın sağlığına kavuşmasına çok önem verilir.    

 

Kur’ân: “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (Bakara 195) der. Bu emrin içine, sağlık şartlarının sağlanması da girer. İnsana sağlığını koruma görevi verilmiştir. Çünkü “her-şeyin başı sağlık” olmasa da îmandan sonra sağlık gelir. Şu da var ki, ağır bir sağlık sorunu olduğunda îman eyleme dönemeyeceği için, sağlık(sızlık) îmânı etkiler. Îman ve sağlık birbirlerini etkilerler.  Şöyle denebilir; iç-âlemler salt îmanla inşâ edilebilirken, dış-âlemin inşâsı, îman ve sağlığın sağlam olmasına bağlıdır. Modern insanın ve modern müslümanların yüreklerinde derman olmadığı gibi dizlerinde de derman kalmamıştır. Zîrâ îmandan ve sağlıktan yoksun ve mahrumdurlar. Çünkü îmânın yerini imaj, sağlıklı beslenmenin yerini ise keyifli ama sûnî ve katkılı şeyler almıştır. Üstelik bunlar sağlıklı olmadığı gibi, temiz ve helâl de değildir. Günümüzde artık sağlıklı beslenebilmek için herhâlde yeniden “avcılık ve toplayıcılık” yapmaktan başka çâre kalmamıştır.

 

Kur’ân, insanlara verilen rızıkların temiz ve helâlinden yenilmesini emrettiği gibi (Bakara 172), Peygamberimiz de; “iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri ise haram kılmak üzere görevlendirildiğini” bildirmektedir (A’raf 157). Fakat modern-bilim, teknoloji, modern ürün ve üretimler ve de modern-tıp, bir dereceye kadar “sağ kalma”yı sağlasa da, “sağlıklı olma”yı sağlayamıyor. Çünkü modern insan “kâlp hastalıklarıyla” mâlûldür. Îman sorunu olduğu için sağlık sorunu da vardır veyâ sağlık sorunu çok fazlalaştığı için îman sorunu da fazlalaşmıştır. Ateistliğin, deistliğin ve agnostikliğin artmasının nedeni bu üç şeyin yokluğudur. Modern insan sağlık(sızlık) tarafından tutsak edilmiş olan kişidir. Bu nedenle de bir türlü îman etmemekte yada “hakkıyla” îman edememektedir.

 

Sürekli olarak başkalarının ürettiğini yemek, hastalıkların başlamasının ve çoğalmasının ana-nedenidir. En sağlıklı beslenme şekli, “kendi ürettiğini yemek” şeklinde olan beslenmedir.

 

Peygamberimiz şöyle der:  “İnsanların çoğunun aldandığı, kıymetini bilemediği iki nîmet vardır; sağlık ve boş vakit” (Buhâri, Rikak 1). Başka bir hadislerinde de: “Kuvvetli mü’min zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir” der (Müslim, Kader 34). Kuvvet elbette iç-kuvvet olarak îmandan, dış-kuvvet olarak ise sağlıktan gelir.

 

Peygamberimiz başka bir hadisinde; “Rabbinizden Dünyâ’da ve âhirette lütuf ve âfiyet isteyin” (İbn-i Mâce, Duâ 5) der. Başka bir hadisinde de; “Allah’tan af ve âfiyet dileyin. Zîrâ kimseye âf ve âfiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir” (İbn-i Mâce, Duâ 5) der.

 

Allah her insana özel bir yetenek-beceri vermiştir. Fakat kapitâlist sistem, insanları tek-tipleştirip “işçisi” yaparak, insanların yeteneklerini baltalamaktadır. Sonuçta ortaya beceriksiz, işsiz ve karın-tokluğuna çalışan ve “vasıfsız” sayılan kalabalılar çıkar-çıkmaktadır. Bu elbette sanâyileşmenin, makineleşmenin, sûnî ve yapay yeme, içme ve giyinmenin, sağlıksız evlerin, âilenin ve toplumların sonucudur. Böylece bu yöntemle “tâğut” denilen azınlıklar Dünyâ’da bir hâkimiyet kurmakta ve insanları modern kölelerle dönüştürmektedir.

 

İnsanların rızıklarını têmin edebilmeleri için çalışmaları ve bir kazanç elde etmeleri gerekir. Allah bu nedenle her insana farklı kâbiliyetler vermiş ve rızıklarını kazanabilmelerinin yolunu açmıştır. Fakat yukarıda saydığımız ve bir-çok şeytânî-nefsî nedenler yüzünden insanların kalabalık bir kesimi ne kâbiliyetlerini gösterebilmekte ne de emeklerini ortaya koyabilecek bir alan bulabilmektedirler. Bu yüzden de emeklerinin karşılığını alamamakta, hattâ çoğu-kişi karın-tokluğuna çalışabilecek bir iş de bulamamaktadır. Bu kısıtlılık da, çok da uzun olmayan bir vâdede mutsuzlukla ve sağlıksızlıkla sonuçlandığı için, yaşanan güçsüzlük, umutsuzluk ve çâresizlik, Îman zayıflığını yada daha da kötüsü îmansızlığı açığa çıkarmaktadır. Böylece sağlam bir îman, gerçek bir sağlık ve iyi bir iş ve geçimden yoksun bir toplum ortaya çıkmaktadır.     

 

Peygamberimiz’in iş konusundaki sözleri ve tavsiyesi ise şöyledir: “Yaptığın işler kendinin yada başka birinin yükünü kaldırsın, yeni bir yük yüklemesin. Çalışırken, en çirkin insan bile güzeldir. Çalışmak, en hayırlı sermâyedir”.

 

İnsan ne iç-âleminde ne de dış-âlemde boş bırakılmaya gelmez. Bu yüzden Allah, insanı boş bırakmaz ve sürekli olarak bir meşgûliyete yönlendirir: Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın yorulmaya devâm et ve yalnızca Rabbine rağbet et (İnşirâh 7).

 

Evet; sağlam bir îman, gerçek bir sağlık ve insanca ve müslümanca çalışıp-kazanacağı ve yaşayacağı bir iş, insanı Dünyâ’da da âhirette de mutlu-mesut edecek olan üç şeydir. Lâkin…

 

1-Îman etmeyenler yada hakkıyla îman etmeyenler bâtıl ve sapkın yollara girmeye başlarlar.

 

2-Sağlıklı, helâl, temiz ve meşrû gıdâlarla ve nîmetlerle beslenmeyenler, sûnî, yapay, pis ve haram yiyecek ve içeceklerle beslenmeye başlarlar.

 

3-Yapılacak işleri yapmayanlar; yapılmayacak işleri yapmaya başlarlar.

 

Kanımca tüm bunlar bir cezâdır. İnsanların Allah’a, âhirete, vahye, Kur’ân’a, Sünnet’e yâni İslâm’a ve de; fıtrata, doğaya-doğala ve normâle aykırı davranarak, şeytana, nefse ve tâğutlara kanarak bir zulüm ve ifsâd sistemi olan moderniteye bağlanmasının bir cezâsı..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Monoteizm ve Tevhid

 

 

“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler ..” (Zümer 67).

 

Monoteizm “tek-tanrıcılık” olarak bilinir. Bu inançta tanrının tek ve bir olduğu düşünülür. Monoteizm veyâ tek-tanrıcılık, “tek bir tanrının varlığına yada Tanrı’nın birliğine duyulan inanç” olarak tanımlanır. Monoteizm kelimesi Yunanca mono (tek) ve theoi (tanrı) sözcüklerinden meydana gelmiştir. Tek-tanrıcılık öncesinde bu düşüncenin unsurları Atenizm, antik Çin dîni ve Yahvizm gibi erken dinlerde bulunur.

 

Tevhid Lûgatta: “Birleme. Bir Allah’tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilâhe illallah sözünü tekrarlama” diye geçer. Fakat bu tanım, “canlı” bir tanım değildir. Sanki sâdece bir tanımlama yapmak için söylenmiş bir söz gibidir. Sâdece sözde kalan tanımlar tevhidi anlatamaz. Tevhid, sâdece sözde olan değil, “hayatta görünür kılınan”dır. Hattâ hayatta görünür olmadığında tevhid olmaz. Bakın, şu-anda Dünyâ’da tevhid yoktur, yâni tevhid yürürlükte değildir. Zîrâ tevhid, tasavvurlara hapsedilemez. Tevhid, tasavvur ve hayâtın ikisinin birlikte olduğu anda ortaya çıkar. Bu bağlamda tevhid, sözde olanın hayâta dönüştürülmesidir. Tevhid, Allah’ın sâdece sözde ve gökte kalması değil, yeryüzünde de hâkim olmasıdır. Tevhid, Allah’ın göklerde istisnâsız ilah olduğu gibi, yeryüzünde de ilah olduğunu bilmek, kabûl etmek ve o ilahlığı yeryüzünde hâkim kılmak demektir: “Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

 

Monoteizm ile tevhid aynı şey gibi görülmekte ve söylenmektedir. Peki öyle midir?. Bir noktada aynı yerde buluşsalar da ortaya çıkış ve sonuç noktasında aynı şey değildirler ve aynı tutum içinde de değillerdir. Çünkü tevhide göre Allah katındaki tek hak din İslâm’dır. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den, son peygamber olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’e kadar gönderilen tüm peygamberler “İslâm peygamberleri” oldukları gibi, onlara Allah tarafından indirilen tüm vahiyler de, İslâm’ı oluşturan ve ortaya koyan bilgi ve bilinç kaynaklarıdır.

 

Tevhid, türedi bir şey değildir ve sonradan oluşturulmuş bir sentez değildir. İlk insan “ilk İslâm peygamberi”dir ve ilk peygamber, tevhidin ilk eridir. Ne zaman ki insan varsa İslâm da olmuştur ve ne zaman ki İslâm varsa tevhid de vâr olmuştur. O-hâlde ilk ve esas olan İslâm ve tevhidtir. Monoteizm ise sonradan ortaya konan bir sentez düşüncedir. Çünkü tevhide göre ilk başta bir-çok tanrı vardı da sonraları insanlar bunu monoteizm bağlamında teke indirmiş falan değildir. Tevhide göre her zaman tek bir İlah vardır ve Allah -hâşâ- sonradan popülerleşen, ilahlardan bir ilah değildir. Allah’tan başka hakîki bir ilah yoktur ve ilah zannedilen diğerleri, insanların kuruntularından başka bir şey değildir. Üstelik o kuruntular da, (şeytanın, nefsin ve tâğutun çıkarlarına, isteklerine ve hedeflerine uygun olmadığı için) tevhide aykırı düşüncelerle ortaya çıkmış ve zamanla çoğalıp sayısı artmış olan zırvalıklardır. Zâten indirilen tüm vahiyler ve gönderilen tüm peygamberler, lâ ilâhe illallah düsturuyla bâtıl olan ilahları iptâl edip “tevhidi yeniden hâkim kılmak” içindir. İmtihan işte bu noktada devreye girmektedir ve insanların tevhidi mi yoksa şirki mi hâkim kılmak için çalışacaklarına bakılmaktadır.

 

Monoteizme göre de tek bir ilah vardır ama bu tek ilah en başından bêri tek ilah değildir. Çünkü ilk başta insanlar tarafından tapılan ve saygı duyulan binlerce ilah vardı ve sonra monoteizm düşüncesi ile bu ilahlar teker-teker iptâl edilip tek bir ilahta karar kılınmasıyla o teke indirilen ilaha tapılmaya başlanmıştır. Tabi böyle oluca da o tek ilahı “tek ve en büyük ilah” yapan da, kuruntuları çeşitli şeylerini lahı olarak atayan insanlardır. Yâni eskiden bir-çok ilah üreten insanlar, sürekli didişip duran bu ilahlardan sıkılınca, monoteizm bağlamında diğer ilahları ilahlıktan çıkararak tek biri ilahta karar kılmışlardır. Buna da tek-tanrıcılık yada monoteizm denmektedir.

 

Monoteizm denen tek-tanrıcılığın 4.000 yıl kadar önce eş-zamanlı olarak Mısır, Bâbil ve Hint toplumlarında ortaya çıkmaya başladığı ifâde edilmektedir. Mısır kralı Akhenaton’un tek-tanrıcılığı olan Atonizmi monoteizmin (M.Ö. 14. yüzyılın ortası) ilk târihsel ifâdesi olarak kabûl edilebilir. Ancak bu din ve inanç kralın ölümüyle ortadan kalktığı için, bu ilk monoteizmin varlığını uzun süre devâm ettirememiştir. Tek-tanrı inancına doğru atılan ilk adım, Mısır’ın XVIII. sülâle firavunlarından IV. Amenofis tarafından (MÖ. 1370- 1350) atılmış, bir başka ifâde ile adı geçen Mısır firavunu Mısır dîninde bir reform yapmak istemiştir. “Atonisme” adı verilen bu yeni din bütün eski Mısır tanrılarının reddi ve Mısır’ın eski Güneş tanrıları olan Ra ile Aton’un birleştirilerek, tek bir tanrı hâlinde yüceltilmesi esâsına dayanıyordu. Fakat IV. Amenofis’in ölümünden sonra, bu din terk edilerek yeniden çok-tanrılı sisteme dönülmüştür.

 

Güneş tanrısı Aten’in şerefine söylenen ilâhilerde, diğer bütün tanrıların ve onlara özgü dînî tören şekillerinin ret ve terk edilmesi görülür. Bunun, çok-tanrıcılıktan tek-tanrıcılığa bir seyir olduğu ve insanların tek-tanrıcılığa yâni monoteizme zaman içinde ulaştığı söylenir. Fakat çözülebilmiş en eski yazılı belgelere sâhip çok-tanrıcı putperest bir toplum olan Sümerlerde, çok-tanrıcılığın tek-tanrıcılıktan sonra ortaya çıktığı görülür. Çünkü tek-tanrıcılığın çok-tanrıcılıktan daha eski belgeleri bulunmuş ve görülmüştür.

 

Monoteizmin Akhenaton ile başladığını söylediğinizde ve buna inandığınızda, monoteizmin teorisi bağlamında, Akhenaton’dan önceki zamanlarda gönderilmiş ve yaşamış olan peygamberlerin, meselâ Hz. Yûsuf, Yâkub, İshâk, İsmâil ve İbrâhim’in muvahhid değil de çok-tanrıcı yada en azında ilkel monoteist olduğunu söylemiş olursunuz. Zâten bunu söyleyenler vardır ve Kur’ân’da Hz. İbrâhim’in çok-tanrıcılıktan monoteizme vardığını söylerler ki bu apaçık bir iftirâdır. İlgili âyetler şöyledir:

 

“Böylece İbrâhim’e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: ‘Bu benim rabbimdir’. Fakat (yıldız) kayboluverince: ‘Ben kaybolup-gidenleri sevmem’ demişti. Ardından Ay’ı, (etrâfa aydınlık saçarak) doğar görünce: ‘Bu benim rabbim’ demiş, fakat o da kayboluverince: ‘Andolsun’ demişti, ‘eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum’. Sonra Güneş’i (etrâfa ışıklar saçarak) doğar görünce: ‘İşte bu benim rabbim, bu en büyük’ demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım’. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim (En-âm 75-79).

 

Bu âyetler Hz. İbrâhim’in putperestlikten monoteizme yâni tek-tanrıcılığa dönmesini değil, insanlara, ilah diye taptıkları tanrıların sahte olduğunu yâni gerçek İlah olan Allah olmadığını göstermektedir. Böyle olduğu için, Allah bize, aynı ve benzer bir tebliğ ve dâvet metodunu kullanmayı ve Hz. İbrâhim’i izlemeyi emreder:

 

“De ki: Rabbim gerçekten beni doğru yola iletti, dimdik duran bir dîne, İbrâhim’in hanif (muvahhid) dînine… O, müşriklerden değildi” (En-âm 161).

 

“Gerçek şu ki, İbrâhim (tek-başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhidti ve o müşriklerden değildi” (Nâhl 120).

 

Monoteizm ortaya çıktığı andan îtibâren hızlı bir şekilde benimsenmiştir. Özellikle Mısır, Hint ve Bâbil toplumlarında eş-zamanlı ortaya çıkmıştır. Fakat birilerine göre monoteizmin de bir gün sonu gelecektir. Şöyle derler: “Monoteizm yaklaşık olarak 4.000 yıl önce ortaya çıkmıştır ama bu sonuna kadar böyle gidecek değildir. İnsanlar nasıl ki akılları ve mantıkları geliştikçe saçma bir inanç-biçimi olan çok-tanrıcılıktan ve putperestlikten uzaklaşarak tek-tanrıcılığa yâni monoteizme ulaştılarsa, daha sonra da felsefe ile metafiziğe ve sonunda da pozitivist bilim ile tanrısızlığa ulaşacaklar ve tanrı ve din fikri böylelikle bitecektir”. Süreç -sözde- böyle işlemeye devâm eder ve sonunda da gelinen yerde Auguste Comte’un “üç hâl yasası” devreye girer ve 1-Teolojik aşama; 2-Metafizik aşama; 3-Pozitivist aşama sınıflandırmasına ulaşılır. Böylece dinlerin de süreç içinde gelişen beynin bir fonksiyonu olduğu yâni dinlerin de “maddî bir durumun sonucu olduğu” açığa çıkar ki sürecin sonunda teoloji, pozitivizme döner ve artık Allah’tan, âhiretten, cennet ve cehennemden, vahiyden, peygamberlerden, dinden ve ölüm-ötesinden bahsetmek imkânsızlaşır. Auguste Comte’un “üç hâl kânunu”nda ilerleme; teolojik, metafizik ve pozitivist” aşamalar şeklindedir. Tüm bu aşamalardan sonra tanrı ve din diye bir şeyin kalmayacağı öngörülür. Fakat meydana gelen iki dünyâ savaşı Comte’un “üç hâl kânunu” da çöpe atmıştır.

 

Monoteizm bir sentezdir ve çok-tanrıcılıktan tek-tanrıya ulaşma serüvenidir. Fakat tevhid bir sentez değildir. O hep vardır. Çünkü tevhid %100 tevhittir. Tevhid; animizm, atalara tapma, totemizm, naturâlizm, fetişizm vs.den sonra ulaşılmış bir şey değildir. İnsanlar tevhide uymadıklarında bu söylediğimiz bâtıl din, düşünce ve inançlar ortaya çıkmıştır. Yâni çok-tanrıcılıktan monoteizme doğru bir gidiş değil, tevhidten putperestliğe doğru bir sapış vardır ve tüm zamanlarda bu böyle olmuştur. Peygamberlerin ardı-sıra gelmelerinin nedeni de, bozulan tevhidin yeniden ikâme edilmesi içindir. Şinâsi Gündüz bu konuda şunları söyler:

 

“Monoteizm içeren her inanışın tevhid kavramıyla nitelendirildiği dikkati çekmektedir. Bâzı batı’lı din-bilimcileri tarafından İslâm, teo-sentrik yâni tanrı-merkezli bir din olarak nitelenir. Esâsen bu niteleme çok da doğru değildir. Zîrâ müslümanlarca tevhid kavramıyla ifâde edilen İslâm’ın Allah inancının sıradan bir tanrı-merkezlilik olmadığı açıktır. Bu nedenle İslâm’ın tevhid-merkezli bir din olarak nitelenmesi daha doğru olacaktır. Tek-tanrı inancı yalnızca İslâm’da değil, diğer bir-çok dinde de mevcuttur. Örneğin dünyâ-dinlerine baktığımızda başta Yahudilik ve Zerdüştilik olmak üzere bir-çok dînin tek-tanrıcı bir geleneğe sâhip olduğunu görürüz. Hattâ her ne kadar teslis ile ifâde edilmiş olsa da Hristiyanlığın tanrı inancı da tek-tanrıcı yâni monoteist bir yapı arz-eder. En azından teslise inanan bir Hristiyan, bunu bu şekilde değerlendirir.

 

Yahudilikte tanrı birdir; her-şeyi yaratan ve insana yapıp-ettiklerinin hesâbını soracak olan bir tanrının varlığına inanma yahudi âmentüsünün temelini oluşturur. Ana-gövde yahudi geleneğinin tanrı inancı buna göre şekillenmiştir. Bâzı araştırıcılarca, yahudi kutsal metnindeki bâzı ifâdelerden hareketle târihsel süreçte belirli bir dönemde mutlak bir monoteizmden ziyâde bir çeşit henoteizmin, yâni bir-çok tanrının varlığının kabûllenilmesiyle birlikte tapınma bağlamında içlerinden birinin ön-plâna çıkarılmış olduğu tartışılmaktadır.

 

Bir diğer tek-tanrıcı gelenek olarak ön-plâna çıkan Hristiyanlığın tanrı düşüncesi de oldukça tartışmalıdır. Baba, Oğul ve Kutsal Rûh üçlemesine dayalı teslis öğretisine yer veren Hristiyanlık, ısrarla kendisinin monoteist bir gelenek olduğu kanaatini dillendirir. Hristiyan gelenek, teslisi tek-tanrıcılıkla açıklamakta ve teslis akîdesinden hareketle kendisini tek-tanrıcı olmamakla suçlayanları ön-yargılı olmakla ithâm etmektedir. Hristiyanlık, Tanrı’nın bir olduğunu ancak üç uknumla ifâde edildiğini ifâde etmektedir. Tanrı Baba’dır, Tanrı Oğul’dur ve Tanrı Kutsal Rûh’tur inanışının tanrının birliğine aykırı olmadığı kanaatindedir.

 

Her monoteist yada tek-tanrıcı geleneği İslâm’ın Allah inancıyla eş-değer saymak ve bunları İslâm’ın tevhid kavramıyla ifâde etmek kanaatimizce yanlıştır. Kur’ân gerek Yahudiliğin gerekse Hristiyanlığın tanrı tasavvurunu “lâ ilâhe illallah” öğretisine dayalı Allah inancı bağlamında eleştirir. Kur’ân âyetleri, bâzılarını, üstün bir güç, bir ilah olarak Allah inancına yer vermekle birlikte ‘Allah’ı gereği gibi takdir etmemekle’ suçlar; bâzılarını da Allah’a îman ettiklerini söyledikleri hâlde gerçekte Îman etmemekle eleştirir. Bu tarz âyetlerin bağlamı dikkate alındığında, bu tarz kişi yada grupların bir ilah, bir üstün güç olarak Allah’ı kabûl etmekle birlikte Allah’ın her türlü düşünce ve inanıştan, tutum ve davranışa kadar insan yaşamında referans alınması gereken tek ve mutlak güç olarak kabûlü konusunda problemli oldukları görülür.

 

Monoteizmde insanlar yaşamı kendi akıl, irâdeleri yanında sosyâl çevrelerini oluşturan güç-odaklarının irâdeleri doğrultusunda okuyup inşâ etmeyi önceler. Bir kısmı da sosyâl, siyâsal yaşamlarında öne çıkardıkları kendilerine yön veren başka bâzı güç-odaklarını, zihin yapılarında yer verdikleri diğer üstün güçleri Allah’la birlikte dikkate alacakları referanslar olarak kabûl eder ve buna göre yaşamlarını şekillendirir.

 

Tevhid öğretisi ise üstün güç yada ulûhiyet anlayışı açısından İslâm’ı diğerlerinden ayrıştıran âdetâ İslâm’ın alâmeti fârikasıdır. Bu önemli kavramı, İslâm’ın bu kavrama yüklediği anlam yükünü görmezden gelerek sıradanlaştırmak doğru değildir”.

 

Monoteizmde Allah sâdece “tek-tanrı”dır ve bir-çok tanrının iptâl edilmesiyle ulaşılmış olan bir süper güçtür. Böyle olduğu için monoteizmde Allah “sâdece göklerin ilahı” olarak kalır ve yeryüzüne karışmaz. Ona sâdece tapınılır ve O’ndan bir şeyler istenir. Fakat O’nun emir ve yasaklarına göre düşünmek, konuşmak, yazmak ve davranmak yoktur. Zâten monoteizmde tek-tanrının gerçekten vahiy indirdiği ve peygamber seçip gönderdiği de sâbit değildir. Monoteizm’in tanrısı daha çok Deizm’e yakındır ve deistlerin tanrısına benzemektedir. Çünkü aşağıda hiç-bir şeye karışmaz.

 

Fakat tevhid öyle değildir. İnsan vâr olduğu anda İslâm da vardır, tevhid de. Tevhidte Allah’tan başka ilah yoktur ki çok-tanrıcılıktan tek-tanrıya ulaşılsın. Tam-aksine kâfirler ve müşrikler Allah inancından saptıkları oranda başka ilahlar edinirler ve bu ilahlar zamanla çoğalır gider. Tevhid, “Allah’ın, ifsâd edilmiş olan İslâmî sistemi düzeltmek için sürekli olarak, insanlar içinden peygamberler seçip göndermesi ve onlara vahyi indirmesi” demektir. Zîrâ Dünyâ ve insan ancak İslâmî sistem ile düzen ve nizam içinde durabilir. Zâten imtihan olayı da bu noktada devreye girer. İnsanların tevhidi yeniden hâkim kılmak çabası içinde olup-olmayacakları imtihanın sonucunu belirler. İnsanlar tevhide destek verip-vermeyeceklerine göre değerlendirilecektir.

 

Monoteizm tevhid değildir. İnsanlar zamanla tek-tanrı fikrine ve inancına ulaşmış değildirler ve tam-aksine, şeytanın, nefsin ve tâğutların baskısı ve etkisi nedeniyle sürekli olarak tevhidten saparak küfre, şirke, fitneye, fesada, put-perestliğe sapmışlardır. Bu sapma hâlen sürmektedir ve “monoteizme ulaştıkları için” hızında bir azalma olmamıştır. Bu durum Dünyâ’da adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, açlığın, susuzluğun, çıplaklığın, evsizliğin ve her türlü zulmün açığa çıkmasına neden olmuştur-olmaktadır. Son Peygamber ve son vahye gelinene dek târih boyunca peygamberlerin ve vahiylerin ardı-sıra gelmesinin nedeni, bu sapmayı düzeltmek ve tevhidi yeniden ikâme etmek hedefidir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2024

 

 

Devamını Oku »

12 Mayıs 2024 Pazar

Modernizme Mâruz Kalmak

 

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (Rûm 41).

 

Modernite, insanoğlunun târih boyunca gördüğü-göreceği ve mâruz kaldığı en ağır “kanser”dir. Modernite insanın “mâruz kaldığı” şeydir. Eskiden insanlar doğayla ve doğal olan ile karşılıklı bir etkileşim içindeyken, şimdi ise sürekli olarak modern sûnî ve yapay şeylere mâruz kalmaktadır. Sûnî ve yapay olanın bâriz özelliğidir bu, insanı mâruz bırakır, yönetin ve yönlendirir.

 

İnsan, mâruz kaldığı şey karşısında pasiftir, etkisizdir ve edilgendir. Bu durum, onun, onu mâruz bırakan şeye daha çok mâruz kalmasına neden olur. İşte modernizm denilen melânet, insanları her yönden kuşatan, baskı altına alan ve modernizmin her-şeyine mâruz bırakan şeytânî bir sistemdir ki insanları pasifleştirerek mâruz bırakır, mâruz bırakarak pasifleştirir. Fakat bu mâruz bırakmayı şeytan, nefs ve tâğut-merkezli yaptığı için ve bu nedenle de sürekli olarak nefse, hazza, zevke, neşeye, eğlenceye, çıkara, bireyselliğe, sorumsuzluğa ve bencilliğe oynadığı için insanlar bunu  hoş görmekte ve modernizme mâruz kaldıkça eğlendikleri için kendilerini mutlu-mesut hissetmekte ve ne hâlde olduklarını hem görememekte hem de önemsememektedirler. Zîrâ modernizm insanları çeşitli, modern şeylere mâruz bırakarak kişiliksizleştirmektedir.   

 

Bu-bağlamda uydurma bir hikâye anlatılır. Sakallı-sarıklı ve cübbeli bir adam bir yere gitmek için dolmuşa biner. Arabada teypten yüksek derece müzik sesi gelmektedir. Adam dayanamaz ve “kapat şu gevur îcâdını” der, şoför arabayı sağa çekip durdurur ve, “bu arabada gevur îcâdı, in hemen gevur îcâdından” der. Lâik-seküler kesim bu hikâyeyi pek sever.

 

Peki insanlar gevur îcatlarının hepsine birden mâruz kalmak zorunda mıdırlar?. Gevur îcâdının birini kullanıyorum yada kullanmak zorunda bırakılarak maruz kalıyorum diye diğerine de mâruz kalmak zorunda mıyım?. Böyle bir sorunluluk mu var?. Resmî olarak yok ama gayrı-resmî olarak var tabi. Modernizmin içinde yaşıyorsanız yada onu benimsediyseniz ve hele modernizmi dînin yerine koyduysanız, artık modernizmin her düşüncesini, fikrini, ideolojisini ve üretimini de baş-tâcı yaparsınız. Modernizm insanlardan böyle bir şey ister ve bekler. Çünkü modernizm kendisine şirk koşulmasını ve kendisine sırt dönülmesini zinhar istemediği için ona ucundan-kıyısından bağlanılmasına izin vermez de böyle yapanları cezâlandırır. Bu nedenle de insanları, modernizmin her-şeyine mâruz bırakmak için elinden geleni yapar. Zîrâ modernizm hayâtiyetini bundan alır.

 

Dîne ucundan-kıyısından bağlı olanlar modernizme göbeğinden bağlanabilmektedirler ve hayatlarının her alanında ve durumunda modernizme mâruz kalmayı seve-isteye kabûl edebilmektedirler. Peki İslâm’a mâruz kalmayı neden istemiyor da modernizme mâruz kalmaktan bu kadar hoşnut olabiliyor?. Çünkü modernizm tümüyle nefse nişan alır ve nefse oynar. Hazza, zevke, neşeye, eğlenceye ve kendinden geçercesine yaşamaya yöneliktir. Modernizme mâruz kalmanın çok da bir bedeli yoktur.

 

Dîne ve mânevî olana mâruz kalmayı kıyasıya eleştirenler ve buna îtirâz edenler, hattâ bu yüzden isyan  çıkaranlar, modernizmin her-şeyine mâruz kalmaya hiç ses etmiyorlar. Hattâ modern ideolojileri, sosyâl hayâtı vs. eleştiren ve îtirâz eden müslümanların çoğu bile, modern ekonomi, modern-bilim ve teknolojiye mâruz kalıyor olmayı umursamıyorlar ve hiç söz-konusu etmiyorlar. Oysa modernizm özellikle ekonomi, modern-bilim ve teknoloji, insanları tam bir kuşatma ile kuşatmış ve baskı altına almıştır ve bu-bağlamda her türlü modern etkilere mâruz bırakmaktadır. Çok ilginçtir ki insanlık-târihinin en büyük isyânı modernizme yapılması gerekirken, kitlesel bir büyülenmişlik ve ahmaklıkla, insanlar kendilerini ahtapot gibi sarıp kuşatmış olan modernizmin her türlü modern etkilerine mâruz kalmaktan hoşnut ve râzı oluyorlar  ve de ona sâhip çıkıyorlar.

 

Böyle bir algı var. Eğer modernizmi seviyorsanız onun her-şeyini sevmeye mecbursunuz. Bu nedenle de her-şeyini hiç îtirâz etmeden kullanacaksınız ve onu baş-tâcı edeceksiniz. Onun bir şeyini kullanırken ve bir-kaç şeyine mâruz kalırken, -kötü ve zararlı bile olsa- diğer şeylerine mâruz kalmak istememezlik yapamazsınız. Modernizmi eleştiremezsiniz ve ona îtirâz edemezsiniz, hele modernizme isyân etmek zinhar düşülemeyecek olan bir şeydir. Böyle bir şey söz-konusu bile olamaz. Çünkü modernizm, “insanlığın ulaştığı ve geldiği en ileri nokta ve son sınır”dır(!).

 

Peki kudreti sonsuz olan âlemlerin Rabbinin emir ve yasaklarını ortaya koyan İslâm Dîni’ne niçin modernizm kadar bağlanmıyorsunuz ve mâruz kalmayı kabûl edemiyorsunuz?. Meselâ oruç tutuyorsunuz ama namaz kılmıyorsunuz?. Diğer ibâdetleri yapmıyorsunuz, meselâ Kur’ân okumuyorsunuz ve hayâtınızı ona göre düzenlemiyorsunuz. Gevur îcâdı olan arabaya bindiğimiz için yine bir gevur îcâdı olan teybin yüksek sesine de katlanacaksak, peki inçin “inanıyorum ve müslümanım” demenize rağmen Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmiyorsunuz ve bu-bağlamda meselâ niçin oruç tutarken namaz da kılmıyorsunuz?. Oruç tutuyorsanız namaz da kılmanız gerekir. Modernizme göre, eğer arabaya biniyorsak teypten çalan müziği de dinlemek zorunda isek, İslâm’a göre de, oruç tutuyorsanız namaz da kılmanız gerekir. “Namaz kılmıyorsanız oruç da tutmayın” dense ne dersiniz?.

 

Modernizmin her-şeyine mâruz kalmayı kabûl ederken İslâm’ın gereklerini yerine getirmiyorsunuz da ucundan-kıyısından bir bağlılık içinde bulunuyorsunuz. Hem müslümanım diyorsunuz hem de müslümanlığın gereklerini yerine getirmiyorsunuz. Peki “ben modernim” deyip de modernitenin gereklerini yerine getirmediğiniz de oluyor mu?.

 

İslâm’a göre, eğer insanın açlıktan ölme gibi bir durumu varsa, yenmesi haram olan domuzdan ölmeyecek kadar yiyebilir, gerçek bir zorluk durumu belli bir ölçüde ama geçici olarak hükmün askıya alınmasına neden olur. Yâni ölüm, zulüm ve zor koşullar altında günaha, harama ve suça mâruz kalınabilir ama bu hayat-tarzı olamaz. Lâkin modernizm öyle değil. Onun bir şeyine mâruz kalıyorsanız diğer şeylerine mâruz kalmanız istenir ve beklenir. Zâten modern sistem sizi buna zorlar.

 

Gevur îcatlarının hepsini birden baş-tâcı yapmak modernizmin âmentüsüdür. Sanki bu mecburmuş gibi düşünülmektedir. Fakat -zorunlu olarak- modernizmin bâzı şeylerine mâruz kaldığınız için diğer şeylerine de mâruz kalmak zorunda değiliz. Meselâ birisi maaşını bir gevur îcâdı olan bankamatikten çekiyor diye, bankadan fâiz ile borç almak yada parasını fâiz karşılığı bankaya yatırarak, haram, günah, suç ve ayıp olan fâize bulaşmak da zorunda değildir. Maaşımı bankamatikten çekiyorum diye niye fâize de bulaşayım ki!.

 

Bir markete gidip yağ, makarna, pirinç, sabun, ekmek vs. alıyorum diye, orada satılan sigarayı da alıp sigara kullanmaya mı başlamam gerekiyor?. İnternet kullanıyorum diye bahis sitelerine girip kumar da mı oynamam gerekiyor?. Devlet üretiyor yada ondan vergi alıyor, bunun devlete faydası oluyor” diye içki içmem, piyango-kumar işine girmem, genel-evlerde zinâ yapmam, fâize bulaşmam, modern tekstil sektörü ve moda nedeniyle İslâm’a uygun olmayan şekilde düşünmem, konuşmam, yazmam, giyinmem, yemem, içmem, gezmem, konuşmam ve davranmam yâni modernizmin her-şeyine mâruz kalmam mı gerekiyor?.

 

Seküler-modern sistem; Allah-âhiret-cehennem korkusunu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke ettiğinden dolayı, insanlığın, çirkefliğin her türlüsüne mâruz kalması kaçınılmaz oluyor.

 

Zâten alttan-alta da modernizme iyiden-iyiye mâruz kalmadığınızda size açık yada üstü-kapalı bir şekilde baskı kuruluyor, alanınız daraltılıyor ve yolunuza taş koyuluyor. Modernizm dînine girmedikçe, onu benimsemedikçe ve modernizm dîninin kurallarını yâni ibâdetlerini yerine getirmedikçe, dolayısıyla modernizme tam anlamıyla teslim olup da ona bol-bol mâruz kalmadıkça önünüz açılmıyor. Zâten siz de kendinizi ona açmıyorsunuz. Modernizme uymadığınızda “ikinci sınıf insan” oluyorsunuz:

 

“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).

 

Modernizm sizi çoğunluğa uymaya ve böylece modernizme mâruz kalmaya yönlendiriyor. Oysa Allah çoğunluğun her zaman zan ile hareket ettiğinden dolayı şaşırıp sapacağını söyler:

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

Mecbûren modernizmin bâzı şeylerine mâruz kaldığınızda yada modern olan ama zararı olmayıp da faydası olan çok az şeylerden birini kullanıyorsunuz diye, modernizmin pisliklerine de mâruz kalmak zorunda değiliz. Gevur îcâdı olan arabaya biniyoruz diye, modern-teknolojik müzik araçlarıyla ve aşırı bir sesle kulaklarımızı tırmalayan seslere mâruz kalmak zorunda değiliz. Buna mâruz kalmak istemediğimiz için de mecbûren kullanmamız gereken şeyi kullanmaktan mahrûm bırakılmayı kabûl edemeyiz.

 

Modern, seküler, lâik, demokratik bir ülkede ve dünyâda yaşıyoruz diye, bu şeytânî-beşerî sistemlerin âyinlerine ve ibâdetlerine mâruz kalmak zorunda değiliz. Nasıl ki Allah’ın emir ve yasaklarına bile mâruz kalmak istemeyenler varsa, yada “oruç tutarım ama namaz kılmam, kimse karışamaz” diyenler varsa, biz de; şeytânî, nefsî, beşerî tasavvur, düşünce, konuşma, yazı, söz ve modern-bilim ve teknolojik ürünlerin kendilerinin ve sonuçlarının tamâmına birden mâruz kalmak istemiyoruz. Başka pratik bir seçenek olmadığı için mecbûren bâzı gevur îcatlarına mâruz kaldığımız için diğer gevur îcatlarına da mâruz kalmak zorunda değiliz.  

 

Dünyâ’da, üçüncü bir seçenek olmadığı için iki seçenekten birine mâruz kalmaktan başka yol yoktur. Bu nedenle de ya Allah’ın dînine mâruz kalarak O’nun emir ve yasaklarına uyulacak ve İslâm’a göre yaşanacaktır; yada şeytan, nefs ve tâğut-merkezli modernizme mâruz kalınarak, modernizm dîninin emir ve yasaklarına göre yaşanacaktır. Allah’ın dînine uymaktan uzaklaşmak pahasına ve şuursuz bir şekilde modernizme mâruz kalmayı kabûl edenler, Dünyâ’da Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenler ve Allah’ın hükümleriyle hükmedilmek istemeyenler, kaçınılmaz bir sonuç olarak âhirette mecbûren Allah’ın ağır hükümlerine mâruz kalacaklardır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2024

 

Devamını Oku »

Seküler İbâdetler

 

“Allah’ı bırakıp kendilerine yarar ve zarar sağlayamayacak şeylere ibâdet ediyorlar. Kâfir, kendi Rabbine karşı (şeytana) arka çıkandır” (Furkân 55).

 

Seküler: “Lâik, dinden bağımsız olan, işe dîni karıştırmayan, din-dışı, dîne göre olmayan, dîne değil, Dünyâ’ya âit olan, dünyevî olan” anlamlarına gelir. TDK, sekülerizm kavramına karşılık olarak “dünyâcılık” sözcüğünü önermiştir: “Sekülerizm veyâ sekülarizm; toplumda âhiretten ve diğer dîni-rûhânî meselelerden ziyâde dünyâ-hayâtına odaklanılması yönündeki hareket”. Buna göre sekülerizm; “din-dışı olma” ve “Dünyâ’ya göre eylemde bulunma” anlamına gelir. Fakat sekülerizmde farklı bir durum da vardır ki, Abdurrahman Arslan bu konuda şöyle der:

 

“Sekülarizm/veyâ sekülerleşme, lâik anlayışın yaptığı gibi, dîni hayâtın dışına kovmamakta; tersine, ihtiyaç duyduğu şey din olduğundan, onu bizzat hayâtın içine, bir meşrûiyet sağlamak üzere, fakat ‘kendi bağlamının öngördüğü şekilde’ dâvet etmektedir”.

 

İbâdet: 1-“Kulun Allah’a karşı sevgi, saygı ve bağlılığını gösteren duygu, düşünce ve davranış biçimleri için kullanılan terim. 2-“Âyin, kült, boyun eğme, alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma”.

 

Sözlükte “boyun eğme, alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma” anlamlarına gelen ibâdet dînî bir terim olarak insanın Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve gerçekleştirdiği davranışlar için kullanıldığı gibi daha genel olarak aynı mâhiyetteki düşünüş, duyuş ve sözleri de ifâde eder; ancak kelimenin “dînî içerikli belli ve düzenli davranış biçimleri” için kullanımı daha yaygındır.

 

İslâmî ibâdet: “Sâdece Allah’a boyun büküp, Allah’ın emrettiği ve Peygamberimiz’in gösterdiği ve örnek olduğu şekilde yaşamak, bu-bağlamda sâdece O’na itaat etmek, sâdece O’nun kânunlarıyla hareket etmek” demektir. “Hükmün sâdece Allah’a âit olması” budur.

 

Seküler ibâdet: “Allah’ı, âhireti, cenneti-*cehennemi, gaybı, vahyi, kitapları, peygamberleri, dîni yâni İslâm’ı hesâba katmadan, aslında şeytanın, nefsin ve tâğutların önerdiği, yönlendirdiği, gösterdiği ve yaygınlaştırdığı şekilde saatlik, günlük, haftalık, aylık, yıllık olarak sürekli ve düzenli bir şekilde aynı şeyleri yapmak”. “Allah, âhiret ve İslâm için değil de; Dünyâ, insan, akıl, madde, eşyâ, doğa, nefs, zevk, haz, keyif, neşe, eğlence, îtibar, para, makam, mevki, şehvet, şöhret, servet, siyâset vs. için aynı şeyleri yapıp durmak” demektir.

 

İster Allah, âhiret ve din için olsun, isterse Dünyâ ve dünyevî şeyler için olsun, “aksatmadan ve düzenli olarak” yaptığınız her-şey bir âyin, tapma, tapınma ve ibâdettir.

 

Buna göre, hak-hakîkat, adâlet-eşitlik, merhâmet-vicdan ve tevhid “sâdece Allah’a” olan ibâdetle olurken; adâletsizlik-eşitsizlik, haksızlık-ahlâksızlık, şirk-küfür, fitne-fesad, nifak ve zulüm “seküler ibâdetler” ile olur. Bu nedenle Kur’ân “sâdece Allah’a ibâdet etmek” sözü ile başlar:  

 

“Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5).

 

Seküler ibâdetler, kişide bir özgürlük duygusu oluşturur ama bu duygu geçici ve gerçek bir duygu değildir. Çünkü gerçek bir özgürlük duygusu, “sâdece Allah’a bağlı olmak” ile sağlanabilir. Böylece Allah dışındaki her-şeyin tutsaklığından kurtulmuş olunur. Gerçek özgürlük, “sâdece Allah’a ibâdet” etmekle sağlanabilir. Çünkü “sâdece Allah’a ibâdet” etmek, başka şeylere ibâdetten koruduğu için kişiyi özgür kılar. Bu bağlamda Allah: “Ben insanları ve cinleri ‘sâdece Bana’ ibâdet etsinler (ki özgür olsunlar) diye yarattım” (Zâriyât 56) der. Seküler ibâdetler ise kişiyi Allah’a ibâdetten yada “sâdece Allah’a” ibâdetten alıkoyar ve çeşitli ve artıp duran boş şeylerle oyalar. Üstelik Allah’a ibâdet etmek ücretsiz iken, seküler ibâdetler için ilk önce külfetli alış-verişler yapmanız, yoğun hazırlıklara girmeniz gerekir.

 

Seküler ibâdetlerde bir ibâdetin yerine başka bir ibâdeti koyabilirsiniz. Zâten seküler ibâdetler yeterli derinliğe sâhip olmadığı için bıktırıcıdır ve çabuk usandırır. Bu yüzden de sürekli yeni ibâdetler ortaya çıkar ve onlar popüler olur. İslâm’da ise hiç-bir ibâdet diğer bir ibâdeti iptâl etmez-edemez. Armut yerine elma, üzüm yerine incir, karpuz yerine kavun yerseniz, hepsi de meyvedir ve fark-etmez. Fakat namaz yerine yoga, oruç yerine perhiz, zekat yerine bağış yapamazsınız. Çünkü ibâdet yapmış olmazsınız.

 

Seküler ibâdetler, dünyevîdir, geçicidir ve bedene yöneliktir. Seküler ibâdetler insanın doğumu ile başlar ve kişi için ölmesi ile bitse de yakınları için “yeni bir ibâdet” olarak başlar ve devâm eder. Bebeklere düzenli olarak klâsik müzik dinletmek, kitap okumak, büyüdükçe onları düzenli olarak parklara, alış-veriş merkezlerine, oyun-oyuncak salonlarına, sinemaya, tiyatroya, operaya, baleye vs. götürmek seküler ibâdet şekilleridir. Millî bayramları huşû ile kutlamak, ulusal kişi, kurum, marş, sembôller vs. karşısında saygı ile kıyamda durmak, saygı duruşlarında bulunmak, ölüp-gitmiş târihî kişileri kutsayarak ve aşırı yücelterek anmak, etkinlikler tertiplemek ve onlara katılmak, dili ve ırkı fazla öne çıkarmak, bunlarla ilgili bilgiler edinmek, bunları şiddetle savunmak, çağdaş, laik, modern düşünce, felsefe, ideoloji ve teknolojik ürünlerin sıkı tâkipçisi ve alıcısı olmak, düzenli olarak film ve dizi izlemek, spor karşılaşmalarını tâkip etmek ki özellikle olimpiyatları, Dünyâ ve Avrupa şampiyonalarını zinhar kaçırmamak, spor salonlarında yada dışarıda bir yerlerde sürekli ve düzenli olarak hiç aksatmadan ve ne olursa-olsun yürüyüş, koşu ve jimnastik yapmak, aydan-aya yada yıldan-yıla özel günleri kutlamak ve bu günlerde içki içmek ve kumar oynamak gibi günahları işlemek, sürekli olarak aynı mekanlarda aynı konuları konuşmak, hayâtın amacı yaparak bir takıma, partiye, vakfa, derneğe, hizbe, gruba vs. gönül vermek, makyaj yapmak, yazları mutlakâ denize gitmek, müziksiz yapamamak ve para kazanmak için bir işte çalışmayı ibâdet olarak görmek vs. hep seküler ibâdet çeşitleridir. Aslında kısaca, Allah, âhiret ve din için olmayan aksatmadan ve düzenli olarak yapılan her-şey seküler ibâdetlerdir. Kur’ân ise şöyle der:  

 

“Hayır, artık (yalnızca) Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol!” (Zümer 66).

 

“Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibâdetler) de geçersizdir (A’raf 139).

 

Bunları yapmaktan vazgeçince hayat bomboş hâle falan gelecek değildir. Bu şeytanın bir korkutmasıdır. Dünyâ’da Allah’ın râzı olacağı şeyler râzı olmayacağı şeylerden çok daha fazladır. Meselâ üzümün sâdece şarabı haramdır ve diğer üzüm mâmüllerini yiyip-içmek helâldir.

 

Allah indirdiği vahyinde, gönderdiği Peygamberine, kâfirlere ve müşriklere karşı şöyle demesini emreder:

 

“De ki: Ey insanlar, eğer benim dînimden yana bir kuşku içindeyseniz, ben, sizin Allah’tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmiyorum, ancak ben, sizin hayâtınıza son verecek olan Allah’a ibâdet ederim. Ben, mü’minlerden olmakla emrolundum” (Yûnus 104).

 

İslâm’da “sâdece Allah’a” ve “O’nun emrettiği ve Peygamberimiz’in gösterdiği gibi” ibâdet etme esastır. Allah, “müslümanım” diyen ve bâzı İslâmî ibâdetleri yaparken aynı-zamanda seküler ibâdetleri ağırlık verenlere şunu söyler:

 

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

“Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; Şu-hâlde O’na ibâdet et ve O’na ibâdette kararlı ol. Hiç O’nun adaşı olan birini biliyor musun?” (Meryem 65).

 

Tüm mü’minlere şunu emreder:

 

“De ki: Ben, dîni yalnızca O’na hâlis kılarak Allah’a ibâdet etmekle emrolundum” (Zümer 11).

 

“Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 99).

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır” (En-âm 162).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2024

 

Devamını Oku »