17 Aralık 2017 Pazar

Akıl ve Vahiy

 

“Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile yada perde arkasından veyâ bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Şûrâ 51).

 

Kur’ân’a bakıldığında, Allah’ın bildiriminin peygamberlere gelişi; 1-Vahyetme, 2-Perde arkasından hitâp, 3-Elçi gönderip sözlerini iletme, şeklindedir. Âyette vahyin niteliğine ve geliş şekline bakınca, vahyin niteliğinin tam olarak anlaşılamayacağı ve hattâ onu peygamberlerin bile, hissetse de anlamlandıramayacağı anlaşılıyor. Çünkü arada bir “ontolojik fark” (varlık farkı) vardır ve farklı varlıkların birbirleriyle olan iletişimleri, benzer varlıkların iletişimleri gibi olmaz. Mutlak Varlık olan Allah’ın, sınırlı ve mukayyet bir varlık olan insan ile direkt olarak, “rûberû” yâni karşılıklı şekilde, yüz-yüze gelerek, insan-insana konuşma gibi bir konuşma yapması beklenemez. Bu nedenle Allah’ın vahiyleri, insana mutlakâ bahsedilen bu üç yolla gelmek zorundadır.    

 

Akıl, gayb alanında çâresiz kalır. O hâlde din yâni İslâm, “yarı-dogma” bir inanç şeklidir. Zâten akıl ile gaybın sırrı çözülebilseydi, o zaman îmâna gerek kalmazdı. Zîrâ insanın, aklı ile çözebildiğine ve idrâk edebildiğine îman etmesi gerekmez. Îman “gayb” ile ilgili olandır. Yâni îman, “gabya îman”dır. Peygamberimizin vefâtı ile birlikte Peygamber de aramızda olmadığı için, “elle tutulur, gözle görülür îman kaynağı” olarak elimizde bir tek Kur’ân vardır fakat îman edilmesi gereken şey, Kur’ân’ın kâğıdı, mürekkebi, mürekkebinden oluşan yazıları, cildi vs. değildir. Îmâna konu olan şey, Kur’ân’ın Allah tarafından, Cebrâil aracılığı ile, âlemlere rahmet Peygamberimize gönderilmiş olduğu ve gönderilen vahiylerin kıyâmete kadar bize rehberlik edebilecek yeterlilikte ve kalitede olduğudur. Bu da onun gaybî özelliğidir. Yâni biz Kur’ân’ın kâğıdına-yazısına değil, kaynağına, getirenine, geliş şekline ve mesajına îman ediyoruz. O mesajın Allah’tan geldiğine ve Allah’tan geldiği gibi korunduğuna inanıyoruz. Onu tâkip ettiğimizde bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını biliyoruz ve kabûl ediyoruz. Evet; gözle görülen şeye îman edilmez, çünkü onun varlığından emin (îmân) olmaya gerek yoktur. O hâlde biz, îman ettiğimiz şeyin gereğini yapmakla mükellefiz, onun ne olduğunu bilmekle değil. Zâten buna aklımız da yetmez.  

 

Vahiyden derece olarak daha düşük konumda bulunan akıl, vahiy ile uzlaşmadığında yada vahyi idrâk edemediğinde, mecbûren onu yorumlamaya (te’vil) başlar ve vahyi yorumlamayı akıl-merkezli yaptığından, bu yorumlama işini “akla uydurana kadar” devâm ettirir. Fakat ortaya çıkan yorum, “mutlak vahiy” olmaktan çıkar. Akıl, bu tarz bir yorumla, Dünyâ’yı “mutlak olmayan vahye göre” şekillendirmiş olur. Akıl ancak bu şekilde iş görür. Mutlak vahyin en doğru yorumu ise ancak “sünnet” ile olabilir. Zîrâ sünnet, Peygamberin vahyi amel-eylem şeklinde yorumlaması ama bunu Allah’ın kontrôlünde yapmasıdır. Eğer Allah onu yaptığından dolayı uyarmışsa ve düzeltmişse -ki uyardığı ve düzelttiği yerler de vardır- (Tahrîm 1, Ahzâb 37) o zaman sünnet, “Allah onaylı” ve mutlak vahye göre söz ve amel ile yapılmış en doğru yorum olmuş olur. Zâten bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı sünnettir ve bu nedenle de sünnet bağlayıcıdır. Bağlayıcılığı ve evrenselliği bu nedenledir.

 

Vahyin gelişi direkt olarak Allah’tan insana olmaz. Zîrâ arada ontolojik (vâroluş) fark vardır. Bu nedenle de bir kula ancak yine bir “kul” olan melek Cebrâil aracılığı ile vahiy iletilmiştir. Zâten Allah ile kul arasındaki aracılık sâdece vahiy-mesaj-emir indirilirken olur. Allah’tan vahiy ve emir insana direkt olarak gelmezken, insandan Allah’a duâ, yakarış, ibâdet ise direkt yapılmalıdır. Aksi-hâlde şirk olur ki şirk denen şey zâten budur. Put, insandan Allah’a giden yoldaki aracılardır. Fakat Allah’tan insana vahiy getiren Cebrâil’in aracılığı şirk değildir. O hâlde “insan ile Allah arasına” aracı giremez fakat “Allah ile insan arasına” aracı (melek-elçi) girebilir” diyebiliriz. Yâni Allah insana hitâp edeceğinde mutlakâ bir aracı oluyor ama insan Allah’a aracısız ibâdet ve duâ edebilir ve yalvarışta bulunabilir ki, zâten böyle yapılmayıp da aracı konulduğunda şirk başlar.

 

Kur’ân’ı-vahyi, ille de; modern aklın, modern bilimin ve modern çağın ışığında yorumlama ve bunlara uydurma düşüncesi, aslında vahyin, salt akılla mutlak anlamda idrâk edilemeyeceğinin göstergesidir. Çünkü vahiy, tüm bu modern etkenlere karşı bâriz bir üstünlüğe sâhiptir. Buna göre vahyin, sahih olarak bu etkenlerin ışığında yorumlanması ve anlaşılması imkânsızdır. Peki neden “vahyin ışığında bilim” değil de, “modern bilimin ışığında vahiy” diyoruz?. Niçin “vahyin ışığında bilim üretmek”ten değil de, “modern bilimin ışığında vahyi anlamak”tan söz ediyoruz?. Çünkü zamânımız, dînin yâni vahyin arka-plâna atıldığı ve aklın aşırı şekilde öne çıkarılıp kutsandığı bir zamandır. Vahyin akla boğdurulduğu bir zamandayız.

 

Akıl kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat vahiy, akıl-üstü bir öğretidir. Aksi-hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada “vahiy ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl da bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi, hak bir din kurabilirlerdi ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirlerdi. Fakat böyle bir şey imkânsızdır:

 

“De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir-kısmı bir-kısmına destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).

 

Âyet, “akıl ile vahiy oluşturulamaz, bu nedenle böyle bir beklentiye girmeyin ve böyle bir düşünceye kapılmayın” diyor. Zâten böyle bir düşünce ve beklenti Peygamberimiz’de de yoktu. Peygamberimiz, aklının “cins” bir akıl olduğunu fark ederek kendisine vahyedilmesini beklemiyordu:

 

“Kitabın sana (kâlbine vahy ile) bırakılacağını umûd etmezdin; (bu,) Rabbinden ancak bir rahmettir. Öyleyse sakın kâfirlere arka olma!” (Kasas 86).

 

Vahiy ancak bir rahmettir. Vahiy, insanlar içinden en temiz, ahlâklı, dürüst, aklı başında ve duyarlı olanlara gelir. Yoksa ille de bilgi sâhibi, uzman ve “dâhi” olanlara gelmez:

 

“Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Sen, kitap nedir, îman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nûr kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun” (Şûrâ 52).

 

Vahiy; ahlâk, akıl, bilgi-sâhibi bir insanın (peygamber) o özel mânâları kâlbinden alarak kelimelere dökmesi şeklinde ve “Peygamber’in, vahyi gökten-melekten-Allah’tan değil de, o kelimelerin kâlbinde belirip şekillenmesiyle kâlbinden alması” şeklindeki yaklaşım yanlıştır. Çünkü bu anlayışa göre gayb iptâl olur ve elçiye-meleğe gerek kalmaz. Hem peygamberler, vahyi kâlbinden alıyorsa, neden daha önce ve her-an almadılar ve meselâ Peygamberimiz neden “fetret-i vahy” denen dönemi yaşadı ve Hz. Âişe ile ilgili “ifk hâdisesi”nde o kadar sıkıntıya girdi?. Vahyi, istedikleri zaman kâlplerinden alıp ortaya koyabilirlerdi. Peygamberler vahiyleri kendi iç dinamikleriyle ve özel şartlarda kâlplerinde oluşturup da kelâma dök(e)mezler. Vahiyler o kâlbe, özel bir şekilde Allah tarafından bir elçi aracılığı ile gönderilir ve Peygamberler de o vahyi hem tebliğ ederler hem de bizzat kendileri de ona uyarlar ve vahyi hayâtta uygulayarak yaşarlar. Vahiy ile arasındaki ontolojik fark bunu gerektirir çünkü. Vahiy, peygamberlerin kâlbine “çok özel bir şekilde” Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi (melek) aracılığı ile gelir ve onlar da gelen emirleri-önerileri insanlara tebliğ şeklinde, aynen geldiği gibi aktarırlar.    

 

Aynı ontolojik durum Allah ile melek arasında da vardır. Bu nedenle vahyin ilk başta Levh-i Mahfûz’a indirildiği ve Cebrâil’in de oradan aldığı vahyi Peygambere ilettiği söylenmiştir. Abdulkadir Yılan:

 

“Kur’ân’ın bir bütün olarak vâr olduğu yere Levh-i Mahfûz denilmektedir. Burûc, 85/21,22; Vâkıa, 56/77-80; Zuhrûf, 43/4; Allah’ın melekler ve insanlarla olan ontolojik farklılığın bir sonucu olarak ilâhî hitâbın meleklere bildirimi, ancak onların ontolojik düzlemine uyarlanmasıyla mümkündür. Kur’ân’ın ilâhî bilgi yada kelâm boyutundan, daha sonradan insânî boyuta ulaştırılmak üzere, melek düzlemine indirgenmesi için oluşturulan alana Levh-i Mahfûz diyebiliriz” der.

 

Tabi bu düşüncelerin ne kadar doğru olduğu tartışılır. Zîrâ vahyin hem ne olduğu hem de geliş şekli kesin anlamda belli değildir. Hattâ peygamberler bile vahyin etkisine mâruz kalmış olmalarına onu iliklerine kadar hissetmelerine rağmen, vahyin mâhiyetini aklın anlamlandırabileceği bir şekilde açıkla(ya)mamışlardır. Zîrâ insan ile vahiy arasında ontolojik bir farklılık vardır ve gaybî olanı insânî olanın açıklaması da beklenmese gerektir. Peygamberler sâdece vahiy aldıkları andan bir-an önce ve sonrası hakkında kendilerinde olan hâli açıklamışlardır. Yusuf Şevki Yavuz: “Vahiy yoluyla bildirim, vâsıtasız gizli bir yolla ve süratlice Peygamberin kâlbine veyâ zihnine ilâhî kelâmın bırakılması yâni kavratılması şeklindedir” der.

 

“Kur’ân’ın levh-i mahfûzdan topluca bir defâda Kadir Gecesi’nde Beytû’l-İzze’ye (en yakın Dünyâ semâsı) indirildiği” düşüncesi de doğru olmasa gerektir. Zîrâ Allah, vahyin tamâmını bir seferde Beytû’l-İzze’ye indirmişse, o hâlde hayâtın akışı hesâba katılmamış olur ve vahyi hayatla bütünleştirme sorunu yaşanır. Yok, “Allah zâten ne olacağını biliyordu” denirse, o zaman da cebriyeci bir kadercilikten bahsedilmiş olur ki, bu “irâdesizlik” demektir. Yâni bu sefer de irâdeye ve akla çok gerek kalmazdı.

 

Bir de şu var ki, Kur’ân bir “îman kitabı”dır. Ona îman etmek gerekir. Eğer Kur’ân sâdece elimizde tuttuğumuz bir kitaptan ibâret ise, o hâlde onun neyine îman etmemiz istenmektedir?. Îman etmek, gayba olacağından, -çünkü elimizde tuttuğumuz ve gözümüzle gördüğümüze îman etmemize yâni ondan emin olmamıza gerek yoktur- Kur’ân’a îman onun maddî yönüne değil, mânevî yönüne olmalıdır. Onun Allah’tan geldiğine ve kesin gerçek ve hakîkat olduğuna îmân etmemiz isteniyor. Aynen Peygamberlerin de, etine-kemiğine değil, resûllüğüne-nebîliğine îman ettiğimiz gibi. Yoksa Peygamberimizi her gören îman etmiyordu. Demek ki îman, maddî olana değildir. O hâlde akıl da, îmâna yönlendirse ve tasdik etse de, asıl tasdik kâlp ve eylemle ile olur.

 

Aklın önermelerinin doğruluğu ancak vahiyle bağlantılı ve doğrulanmışsa kabûl edilebilir. Vahiyle onaylanmamış hiç-bir yorum bağlayıcı değildir. Bu yorumu yapan isterse Hz. Ömer olsun.  

 

Peygamberlerin diğer insanlardan tek farkı vahiy almasıdır. Kur’ân’da Peygamberimiz şöyle der:

 

“De ki: Ben ancak benzeriniz olan bir beşerim. Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunur. Öyleyse O’na yönelin ve O’ndan mağfiret dileyin. Vay hâline o müşriklerin” (Fussilet 6).

 

Peygamberimiz diyor ki; “Ben de sizin gibi akıl-sâhibi bir insanım. Aramızda fark yok. Fakat benim tek farkım bana vahyediliyor olmasıdır. Vahyin sizlerden birine değil de bana yapılması, benim çok üstün bir akla sâhip olmam falan değil, ahlâki üstünlüğümden dolayı, Allah’ın içinizden beni seçmesi ve bana vahyetmesidir”. Bu nedenle vahiy almak hâriç, Peygamber için kullanılan, “örnek alınamayacak” tüm nitelemeler şirktir.

 

Akıl ile din -sözde- uzlaştırılınca ve aynılaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla bire-bir uygun olan bir vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir vahye uygundur ve akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer artık “deizm”dir.

 

İbni Rüşd, akıl ile îmânı kesin çizgilerle birbirinden ayırır ve bu dünyâda mutlu olmak için salt aklın yeterli olduğunu söyler. Böylece İslâm’ı “dünyâ işleriyle hiç-bir ilgisi olmayan bir inanç sistemi” hâline getirir. Bu düşünce din ile devleti birbirinden ayırır ve devletin dinden bağımsızlaşmasına neden olur-olmuştur. Din ile devlet ayrıldığında ve farklı alanların konusu yapıldığında, hayâtı düzenleyip yönetme yetkisi yalnızca dünyevî olana âit olur ve hattâ zamanla din devletin himâyesi ve denetimi altına sokulur. Din ile devlet birleştiğinde devlet dînin himâyesi ve yönetmesinde; ayrıldığındaysa dünyevî olanın himâyesi ve yönetmesinde olur. Lâkin şu da var ki; hak din hâkim olduğunda Dünyâ’yı da hakkıyla yönetecekken, dünyevîlik hâkim olduğundaysa dîn sürekli olarak baskı altında tutulur ve dînin alanı daraltılır. Îman ile aklın ayrılması ve aklın, dînin ve îmânın yörüngesinden çıkarılması, aklı şeytanın, nefsin ve tâğutların denetimine ve yönlendirmesine sokarak yanlış işletilmesine neden olur

 

Akıl, vahiy süzgecinden geçirilmelidir; vahiy, akıl süzgecinden değil. Vahyin süzgecinden geçen akıl, vahiy-merkezli akletmeye başlarken; akıl süzgecinden geçen vahiy ise, beşer-merkezli akletmeye başlar. Fakat beşer aklı sınırlı olduğu için, sınırlı olandan sınırlı ve dolayısı ile eksik bilgi çıkacaktır. Eksik bilgi ile de hiç-bir şey yerli-yerinde yapılamaz ve ortaya adâletsizlikten ve zulümden başka bir şey çıkmaz.

 

Birileri de, kendi sınırlı akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden üstün görüyorlar ve diyorlar ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan âyetler neshedilmiştir, hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız vahiyden üstündür” demeye getiriyorlar. Sâdece âyetler de değil, hadislerin de mensuh kabûl edileceğini söylüyorlar. Böylece akıllarını; “Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107) denilen Peygamber’den de üstün tutuyorlar. Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve hadisleri, ya te’vil ederek kabûl edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış) olduklarını söylüyorlar. El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yahut mensuh kabul edilir” (Risâle fi’l-Fusûl). 

 

İslâm târihinde de bir-çokları aklın nas ile çelişmesi durumunda aklın tercih edileceğini iddia etmiştir. Fahreddin Râzi bile: “Akıl ile nas çelişirse akıl tercih edilir” diyebilmiştir. Esas ve asıl olanın hangisi olması gerektiğini söylerken şöyle der:  

 

“Naklin zâhir ifâdelerini, aklın kat’i delâletine tercih etmek yanlıştır, çünkü nakil, aklın feridir (naklin-nassın anlaşılması akla bağlıdır). Eğer asıl olanı (aklı) delil olmaktan düşürürseniz, bu çürütme işi hem aslı (aklı) hem de fer’i (nakli) birlikte ortadan kaldırır. Bunun yanlışlığı ise ortadadır. O hâlde tek bir çıkış-yolu vardır ki, o da aklın -kesin olan- delâletini asıl kabûl etmektir”.

 

Vahyi akıldan üstün tutmak, aklı ıskartaya ayırmak demek değildir tabî ki. Vahyi akıldan üstün tutmak, “aklı vahyin kılavuzluğuna vermek” demektir. Zâten hem mukatta’a harfleri hem de müteşâbih âyetlerin 1.400 yıldır net bir açıklaması ve tefsiri yapılamamıştır. Çünkü aklın gücü buna yetmemektedir. Sanki Allah bu harflerle ve âyetlerle; “aklınız vahiyden üstün değildir” mesajı vermek ister gibidir.

 

Aklı vahiyden üstün tutma sapması eski zamanlarda kalmış bir şey değildir. Aklı ilahlaştıran ve kutsayan modern zamanlarda da akıl vahiyden üstün tutuluyor ve hattâ akıl vahyin yerine geçirilerek vahiy yok sayılıyor. Bu en çok da modern ve pozitivist bilim ile yapılıyor. Fakat unutmamak gerekir ki, aklın vahiyden üstün olduğu iddiâsı, vahiy Allah’tan olduğu için, -hâşâ- “aklın Allah’tan üstün olduğunu söylemek” anlamına da gelir.   

 

Vahiy ebedî ve ezelî olandan gelir. Bir “sonsuzluk bildirimi”dir. Akıl ise sonsuzluktan bahsedemez. Çünkü onu kavrayamaz. Bu nedenle ona bir isim bile verememiştir ve ona “sonsuz” yâni “sonu olmayan” demiştir. Fakat o sonu olmayanın ne olduğunu idrâk edemediğinden dolayı ona bir isim bile verememektedir.

 

Akıl, Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak içindir. Zâten akıl, Allah’ı, “O’nun ne olduğunu bilerek” değil, “ne olmadığını bilerek” idrâk edebilir. Vahiy, akıl yetmediğinde(n) yada yetmeyeceğinden gönderilir. Bu nedenle algılarınızı-aklınızı vahiy inşâ etmiyorsa, bildiklerinizin %90’ı yanlıştır.

 

Vahyin emirleri-önermeleri her zaman akılla uzlaşır da değildir. Meselâ tutulması farz olan orucun yaz günlerine denk geldiğini düşündüğümüzde, sıcağın altında açlıktan-susuzluktan kavrulmanın akılla bağdaşır bir yanı bulunamaz. Çünkü bu, îman ile alâkalıdır ve zâten oruca dayanıklılık daha çok îmandan gelir. Yoksa akıl, susuzluk başladığında bir-an önce su içilmesini emreder. Bu nedenle de oruç tutanlar akıllıca bir iş yaptıklarından dolayı değil, îmanlarının zorlamasıyla ve istemesiyle oruçlarını tutarlarken, oruç tutmayanlar da, akıllarının almamasıyla ve îman eksikliği nedeniyle oruç tutmazlar. İnsan, “tam inandığı” bir şeyi yapmaktan geri durmaz çünkü. Yâni oruç tutmamanın nedeni, îmânın değil de, aklın baskısıdır.

 

Aklın görevi, “vahiy-merkezli kıyaslamalar yaparak olası sorunlara çözüm getirmek” ve “vahyin emirlerini-tavsiyelerini yerine getirmek” şeklindedir. Böyle olmadığında bir “akıl-merkezlilik” ortaya çıkar ve aynen günümüzde olduğu gibi, akıl kısa zaman sonra ilahlaştırılır.

 

Şu da unutulmamalıdır ki; peygamberlerin örnekliği, akıllarının üstün olmasından değil, îmanlarının üstün olmasındandır. Zîrâ Dünyâ’yı Allah’ın istediği gibi îmar edecek olanlar, vahiy-merkezli akleden îmanlı mü’minler olacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2017

 

 

 

Devamını Oku »

27 Ekim 2017 Cuma

Kişisel Gelişim Üzerine


“Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar” (Münâfikûn 4).

 

Dîni hayattan uzaklaştırıp onu vicdanlara hapsedenlerin düşünemediği yada düşünmek istemediği şey, “hayattan uzaklaştırılan dînin, vicdanlarda-kâlplerde de barınamayacağı”dır. Dîni hayattan uzaklaştırıp ve hattâ kovup kâlplere hapsetmek, onu, elsiz-ayaksız, kör ve sağır bırakmaktır. Fakat, insan dinsiz yapamaz. Zîrâ insan, hayvan gibi tek-boyutlu bir varlık değildir. Fizîkî ve mânevî yapısı vardır ve ikisi bir-arada bulunduğunda ancak insan “insan” olabilir ve Dünyâ’da mutlu-huzurlu yaşayabildiği gibi, âhirette de ebedî saâdeti kazanır. Lâkin şeytan da boş durmuyor. İnsanı hem Dünyâ’da perişân etmek hem de âhirette rezil etmek onun ana hedefidir. Şeytan insanın düşmanıdır çünkü. İşte şeytan bu hedefe varabilmek için çeşitli yollardan (sağdan-soldan, önden-arkadan) yaklaşarak insanları ayartmaya çalışmaktadır. Bu oyalama taktiklerinden biri de, günümüzde “kişisel gelişim”, “yaşam koçluğu”, psikologluk” şeklinde tezâhür ediyor. Şeytan, kişisel gelişimcilerle ve kişisel gelişim kitaplarıyla insanlara boş ümitler vaâd edip duruyor ve oyalama taktiğini bir de bu şekilde sürdürüyor.    

 

Aşırı inceleme, incelenen şeyde mutlakâ bir hatâ açığa çıkarır. Zîrâ “aşırı inceleme”, o şeyi “parçalayarak bütününden koparmak” demektir. Parçalanan şey eksiktir. Çünkü “parça” eksiktir. İşte modern psikoloji, yâni kişisel gelişimciler ve yaşam koçları, insanı da çeşitli şekillerde aşırı bir incelemeye tâbi tuttu, yâni parçaladı. Artık modernite ve bu kişiler için “insan” demek, “hatâ ve eksiklik” demek oldu. Tabî ki bu hatâları kendileri düzeltecek ve eksiklikleri de yine kendileri tamamlayacaklardır. Fakat işin yanlış tarafı şudur ki, bu kişiler insanları, maddî ve mânevî yapısıyla birlikte bütünsel anlamda değerlendir(e)miyor ve zâten böyle bir düşünceleri-istekleri de yok.

 

Kişisel gelişimcilerin ilk yaptıkları şey, sanki kendilerinde bir gizem varmış gibi yapmak, böyle bir hava oluşturmaktır. Sanki çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi yapıyorlar ama sonuçta, bir incir çekirdeğini bile doldur(a)mayacak zırvalıklardan başka bir şey dedikleri yok. Kitaplarında yada konuşmalarında öne çıkan bâriz sözler var: “Birazdan bahsedeceklerim çok önemli”, “işte bundan sonra söyleyeceklerimi iyi dinleyin”, “hadi başlayalım” vs. gibi laflar ediyorlar ama bir türlü o muhteşem ve mûcizevî söze yada öneriye gelemiyorlar yada önerdikleri şeyler beş para etmez cinsinden. Falcıların, zâten herkeste olan ortak sorunları dile getirip sanki bir şeyleri bildiklerini zannettirmeleri gibi, bunlar da kendilerinde bir gizem oluşturuyorlar ve sanki, kimsenin bilmediği çok ciddî ve önemli mûcizevî bir şeyler söylüyorlarmış ve çok şey biliyorlarmış gibi yaparak insanların dikkatlerini çekerek etkilemeye çalışıyorlar. Medya da zâten bu adamları bulmada ve ekranlara çıkarmada çok başarılıdır. Seküler medya, onlara istedikleri yeterli alanı açıp durmaktadır. Yâni gündemde olmalarını aslında seküler medyaya borçludurlar.  

 

Bunlar herhangi bir sorunu çözmekle değil, tam-aksine, yeni sorunlar çıkarmakla görevlidirler ve bu görevle tâğutların mêmurluğunu yapmaktadırlar. İnsanların acılarına-dertlerine gerçek bir çözüm sunmak yerine, absürd soyut yollar göstermekte ve önermektedirler. Fakat bunlar gerçek anlamda işe yaramamaktadır. Yaptıkları seanslarda, aslında sorunu olan kişide bir değişiklik olmamasına rağmen, işi oldu-bittiye getirerek güyâ bir mûcize göstermektedirler. Şunu çok iyi bilin ki, 15-20 yıllık bir sorunun 15-20 dakîkada çözülmesi imkânsızdır. Sünnetullaha terstir çünkü bu.  

 

Dünyâ’da her-an açlıktan-susuzluktan ölenler var. Başlarına yüzlerce metreden atılan bombalar ve yıkılan evler ve yıkıntıların altında kalan insanlar var. Birileri diğerlerini yerlerinden sürüp duruyor, kadınlara-kızlara tecâvüz ediliyor, insanlar vatanlarından uzaklaştırılıyor, onurları-haysiyetleri çiğnenen insanların acıları ve feryatları ayyuka çıkmış ve arşı titretiyor. Hattâ görece refah içindeki toplumlar bile mânevi boşluktan kaynaklanan sapmalarla, bunalımlarla mâlûller. Tüm bunları; görmezden gelerek, sanki böyle şeyleri yaşanmamış kabûl ederek, yok sayarak, “pozitif düşünerek”, “beyne format atarak”, “relâks olmaya çalışarak”, “sevgiyle bakarak”, kısaca Pollyanna’cılık oynayarak çözeceklerini iddiâ ediyorlar. Hem de ne iddia!. Hayır, çözdükleri hiç-bir şey yok. Zîrâ insan toplumsal bir varlıktır ve kişisel mutluluk yâni haz, “gerçek mutluluk” değildir. İnsan, ancak tüm toplum genel anlamda mutlu, huzurlu, sağlıklı olursa mutlu, huzurlu ve sağlıklı olabilir. İşte kişisel gelişimciler bunu göz-ardı ediyor ve kişilere “birey” olduklarını empoze edip dayatıyorlar. Hattâ sorunlarından ancak, “bencil bireyler” olduklarında kurtulacaklarını söylüyorlar. Hayır! tam-aksine; bu büyük bir oyalamaca ve kandırmacadır. Şeytanın fısıldadığı tâğutların, bu fısıltıları küresel oyun ve oyalamalara dönüştürmesinden başka bir şey değildir bu bireysel sapıklıklar.

 

Hele de ağır hastalıkları bile absürd terapilerle geçirebileceklerini zannetmeleri yok mu.. Bu çok sinir bozucu bir şey. Bu kişiler tâkip edildiğinde insan rahatlayacağına daha da sinirleniyor ve negatif hâle geliyor. Vücûdun bâzı noktalarına “yalancı telkinler” eşliğinde yapılan vuruşlarla, çeşitli aptalca sözleri papağan gibi tekrarlamayla kronik hiç-bir hastalık geçmez. Yalan!, kandırıyorlar.

 

İnsanları, -gerçekte cehennem gibi bir hayatları olmasına rağmen- sanki cennetteymiş gibi yaşadığını düşünmeye zorluyorlar. Asıl psikolojik bozukluk ve saplantı işte budur. Gerçeklikten kopuk hiç-bir şey olumlu bir sonuç doğuramaz. Kas-iskelet sisteminde oluşmuş bâriz bir yıkımı, “iyi düşünmek”le, “beyne format atıp temizlemek”le nasıl iyileştirebileceklerini düşünüyorlar?. Hayır!, bu bir istismardır. Modern tıbbın çâresizliğini perdelemek ve bu çâresizliği paraya çevirmektir. Olan yine mâsum ve mazlum insanlara olmaktadır. Kırılan bir camın tekrar eskisi gibi olması imkânsızdır. Bâzı “psikolojik” rahatsızlığı olanların, tatlı dille yapılan bu terapilerle kendilerini iyi hissetmeleri normâldir. Fakat aslında tatlı dilli ve dinlemesini iyi bilen yakın bir komşusunda bir kahve eşliğinde yapacağı bir sohbette, sıkıntılarını anlatsa ve komşusu da onu dinleyip güzel dileklerde bulunsa, yine aynı etki oluşacak ve sorunu olan kişi rahatlayacaktır. Bu nedenle İslâm’da “psikolog”, “kişisel gelişim uzmanı”, “yaşam koçu” gibi absürd meslekler ve kişiler olmaz.

 

Kişisel gelişimcilere has olan şu mesleklere bir bakar mısınız?.. “Kişisel gelişim uzmanı”, âile danışmanı”, “yaşam koçu”, “nefes terapisti”, “doğum koçu”, “emzirme koçu”.. Bunlar insanın arkasıyla güleceği şeylerdir. 

 

İslâm’da psikolog yoktur. Müslüman birisi psikoloğa ihtiyaç da duymaz. Bir fizîkî nedenden dolayı oluşan sorun için psikiyatriste ihtiyaç duyulabilir ama psikoloğa ihtiyaç yoktur. Bir insan hem “müslüman” olacak, hem de psikoloğa ihtiyaç duyacak; bu olacak iş değildir. Bir insan hem namaz kılacak, hem oruç tutacak yâni Allah’a güvenecek; hem de psikolog-psikolog gezecek; böyle bir şey düşünülemez. Müslümanlar birbirlerinin psikologlarıdır zâten. Ayrıca “kâlplerin şifâsı” olan Kur’ân, psikolojik olarak insanları çok rahatlattığından dolayı psikolog desteğine ihtiyaç duyurmaz. Açıkçası mü’minler, psikoloğa, yaşam koçuna, kişisel gelişim uzmanına ihtiyaç duyan birini; korkak, pısırık, uyuşuk, düzensiz, öz-güvensiz, bâzı şeylere aşırı tutku duyan ve genel bir söz ile söylersek, “Allah’a karşı îman-güven problemi yaşayan biri” olarak görürler. Ayrıca psikologların, kişisel gelişimcilerin ve yaşam koçlarının yaptıkları telkin-nasihat vs. sonunda aldıkları parayı haram kabûl ederler. Çünkü İslâm’a göre nasihat etmek, akıl vermek, iyi dilekte bulunmak zâten bir müslümanın İslâmî ve insânî vazîfesidir.

 

Kâlplere ve de dolayısı ile her-şeye “şifâ” olan Kur’ân varken, bir de insanların sorunlarını çözmek için(!) kişisel gelişim uzmanları ve yaşam koçlarına başvurmak, ‘Kur’ân sizin bu sorunlarınızı çözebilecek yeterlilikte bir kitap değildir” demek anlamına gelir. Bilal Sambur bu konuda şunları söyler:

 

“İnsanlık, top-yekûn bir mâneviyat krizi yaşamasına rağmen, kendisine sağlıklı ve sâhici bir şekilde yol gösterecek bir hidâyet rehberinden yoksun bulunmaktadır. İnsanın mâneviyat alanındaki boşluğunu, ‘yaşam koçları ve kişisel gelişim uzmanları’ denilen bezirganlar doldurmaya çalışmaktadır. İnsanlığın ihtiyaç duyduğu, sahte koçlar ve uzmanlar değildir. İnsanlığın ihtiyaç duyduğu hidâyet rehberi, kâlplere şifâ ve rahmet olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân’ı akılla kavrayacak ve kâlbine yerleştirecek sâhici bir mânevî dirilişe her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır”.

 

Seküler-dinsiz ideolojilerin, üretimlerin, devletlerin, insanları dinden soğutması ve insanların da dînin yükümlülüklerini yerine getirme zorluğuna katlanmak istememeleri ve tabî ki böyle parlak bir modern uygarlık zamânında “Dünyâ’yı ıskalamak” istememe düşüncesi, modern insanı dinden, dolayısı ile de o mânevî rahatlıktan uzaklaştırmıştır. Fakat insan sâdece maddî-fizîkî yapısı ile vâr olan bir varlık değildir. İnsanın mânevî yapısı da vardır ve bu yapının ihtiyaçları da karşılanmalıdır. İşte bu ihtiyaçlarını Allah’ın sahih dîni ile hem de bedâvaya karşılamayanlar, “modern günah çıkarıcılar ve papazlar” olan kişisel gelişimciler, psikologlar ve yaşam koçlarına giderek, hem de yüksek ücretler ödeyerek sorunlarına çâre bulacaklarını zannediyorlar. Kişisel gelişimciler, oturdukları yerden sâdece kendilerine gelenleri dinleyen ve sorunlara karşı absürd önerilerde bulunanlardan başkası değildirler. Modern insan, kişisel gelişim uzmanları üzerinden şirk koşmaktadır. Böyle davranmanın cezâsı, insanların -istisnâlar hâriç-, genel anlamda, mânevî yapılarının zamanla boşluğa düşerek psikolojilerinin daha da fazla bozulmasına ve bu kişilere daha fazla ihtiyaç duyar hâle gelmelerine neden olacaktır. İnsanın mânevî-ruhsal yapısını besleyecek ve sağlıklı kılacak tek gerçek etken olan Allah-Kur’ân ve namaz-oruç varken, şeytanın telkinleriyle yetişen bu kişilere ve onların absürd ve sapık tekniklerine başvurmak şirktir ve bu nedenle hastalığın-sorunun zamanla daha fazla artması kaçınılmazdır. Zîrâ şirk, şirkten kurtulmadıkça affedilmeyen bir suç ve günahtır. Bu günahla mâlûl olanlar ve böyle bir kısır-döngü içine girenler, bu kişilerin ve yöntemlerin çok sıkı birer müşterileri oluyorlar ve kapitâlist kuşatmaya alınmış oluyorlar. Kapitâlizme bir kapı daha açılmış oluyor böylece.

 

İnsanların bu modern terapi yöntemleriyle kalıcı bir şekilde rahatlayacağını ve iyileşeceğini zannetmeleri ne büyük bir ahmaklık ve cehâlettir. Allah’ın telkinlerini bir kenara atıp da şeytanın fısıldamalarıyla oluşan -çünkü şeytan dostlarına vahyeder- telkinlerle mi iyileşeceklerini zannediyorlar?. Modern tıbbın kimyevî ilaçlarıyla zâten gardını bâriz bir şekilde düşürmüş olan modern insanlara vurulan son darbe de, bu şarlatanların profan, yâni kutsalı olmayan din-dışı telkinleri ve absürd ve manyakça önerileridir. Böylece, maddî olarak zâten çökmüş olan insan, mânevî olarak da yıkılarak kendilerini liberâl-kapitâlist sömürü sistemine tam uygun hâle getirmiş oluyor. Karanlık, “zifiri karanlık” hâline geliyor ve buhran çok daha fazla artıyor. Oysa kâlpler ancak onun zikri ile yâni Kur’ân ile tatmin bulup huzûra kavuşabilir: “Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikri olan Kur’ân ile mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle (Kur’ân) mutmain olur” (Ra’d 28).

 

Bir de şu vardır ki, Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır ve Dünyâ “Dünyâ”’dır ve cennet değildir. Dünyâ’yı, cennete bir köprü kuracak şekilde en ideâl bir yurt hâline getirmek görevimizdir fakat “cenneti Dünyâ’da kurmak” da cinnettir. O hâlde Dünyâ’nın geçici olduğunu bileceğiz ve sanki Dünyâ’da ebedî yaşayacakmış gibi tavır takınmayacağız ve de tam da Allah’ın emrettiği ve istediği gibi yaşayıp, “gerçek mutluluk diyârı” olan cenneti kazanmak için çalışacağız. Kişisel gelişimciler, işte Dünyâ’yı sanki cennetmiş gibi kabûl ederek yapıyorlar telkinlerini. Zîrâ o telkinlerin mevcut Dünyâ’da bir karşılığı yoktur. O telkinlerle, Dünyâ’nın acı gerçekleri zinhar birbirleriyle uyuşmuyor. İşte bu nedenledir kişisel gelişimcilerin “kişilere özel cennet” oluşturmaları ve bu hayâl sâyesindedir söyledikleri zırvalıkları ve sapıklıkları kabûl ettirebilmeleri. Yoksa aklı başında biri için onların söyledikleri ile Dünyâ’nın mevcut genel kötü durumunun bir-arada olması mümkün değildir. 

 

Kişisel gelişimcilerin, kitaplarıyla ve konferanslarıyla yapmak istedikleri şey, -farkındalar yada değiller-, “kişisel gelişimi dînin yerine ikâme etme” çabasıdır. Vücûdun farklı şekillere sokulması, çeşitli duruşlar, entel-dantel laflar-sözler etmek, farklı hareketler yapmakla varılmak istenen şey, bu hareketlerin, dindeki ibâdetlerinin yerine konmak istenmesidir. Meselâ en bâriz gözüken şey, namazın yerine bâzı hareketlerin konmak istenmesidir. Böylece kişisel gelişim dinleşmektedir. Kişisel gelişim aslında bu “kişisel” olduğundan dolayı “bencil gelişim”dir. Evet, kişisel gelişimin amacı, bir “bencillik dîni” kurmaktır.

 

Bakın, diyorlar ki: “Ellerinizi havaya kaldırın (tekbir), sonra kollarınızı salın (elleri bağlama), şimdi belinizi 90 derece bükün (rükû), sonra da yere kapaklanın (secde), başınızı iki yana çevirin (sağa-sola selam verin) ve “tabiat ana”dan istekte bulunun (duâ). Hemen fark-edileceği gibi, bahsedilen şey aslında namazın ifsâd edilerek şeklinin değiştirilmesi ve aynen müşriklerin el çırpma-alkış şeklinde yaptığı absürd namaz şekli gibi sapık ibâdet şeklini insanlara alıştırmaktır. ”Namaz kılın” demiyorlar da insanların bu sapık ve absürd hareketleri yapmalarını istiyorlar ve artık emrediyorlar da. Dikkatli baktığınızda, sokakta-işyerinde bu hareketleri gizli-gizli yapanları görüp durursunuz. Sürekli bir yerlerine vurup dururlar ve dudakları da kıpırdar durur. Namaz kılmazlar ve duâ etmezler ama manyakça şeyleri yaparlar. Zâten kişisel gelişimcilerin sürekli söyledikleri şey şudur: “Bu hareketleri ve sözleri çok sıkı bir şekilde ve disiplinle uzun zamanlar boyu yapmalısınız”.

 

Bu kişisel gelişimciler yüzünden özellikle psikolojik sorunları olan nice insanlar dostlarıyla-arkadaşlarıyla arayı açtılar da kendi yalnızlıklarına gömülüp gittiler-gidiyorlar. Kişisel gelişimcilerin ağına düşman olan kişilerin genel özelliği, “dost” (arkadaş değil) olmakta zorlanmalarıdır. Bu kişilerin candan bir dostları olmadığı için ve hiç kimseyle dostluk kuramadıkları kişisel gelişimcilerle “dost” olmak zorunda kalıyorlar. Tabi kişisel gelişimciler bu dostluğu(!) para karşılığında yapıyorlar ve bu dostluk “pahalı bir dostluk”tur. Evet; Kimseyi “dost” edinemeyenler, psikologların “kanki”leri oluyorlar. Gerçi psikolojik sorunları olanlar bu durumdan çok da rahatsız değildirler. Zîrâ onlar için varsa-yoksa o andaki “sorunsuzluk”tur. Böyle bir tutumla sorunsuzluğa kavuşmayı düşünmek tabî ki de ahmaklığın daniskasıdır. Bir insanın kişisel gelişimciler yüzünden bir duâcısından mahrûm kalması nasıl bir felâkettir?. Çünkü o kişisel gelişimciler, yaşam koçları ve psikologlar onlara; “sizi sıkıntıya sokan ve rahatsız eden her-şeyden uzak durun” deyip duruyorlar. Hattâ bu kişiler en yakınları olsa bile onlardan da uzak durmalarını öneriyorlar. Fakat bunun hayatta bir karşılığı olmadığından ve kişisel gelişimcilerin tuzaklarına düşmüş olanlar, tam onların söyledikleri moda girmişken, hayâtın acı gerçekleriyle yüzleşiveriyorlar ve travmaları eskisine göre iki-üç kat birden artmış olarak geri dönüyor. Bu durumda bir-çok kişiyi tanıyorum.

 

Ne yazık ki insanların büyük çoğunluğu da bu şarlatanlara kanıyor ve Allah’ın bir emrini-tavsiyesine uymayı zûl görenler, bu sapkın kişilerin önerilerini çok büyük bir dikkat ve disiplinle kusursuz bir şekilde yerine getirerek takvâlarını arttırıyorlar ve böylece şeytana çok önemli bir alan açarak onun hâkimiyetini güçlendiriyorlar. Netîcede şeytan, hedefine ulaşmada görevini “on numara” yerine getiriyor ve başarılı da oluyor. Ne demişti şeytan:

 

“Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır” (Nîsâ 119).

 

Kişisel gelişimcilerin panzehiri, bir “kişisel gelişim savar” olan Bülent Akyürek, kişisel gelişim hakkında şunları söyler:

 

“Kişisel gelişim, ‘birinci olmak’ üzerinden hareket eder. Biz birinci derecede insanızdır, kaliteli insanızdır, bunu esas alırlar. Herkese, câhillere dâhi bunu pompaladılar. Hattâ onlara kendilerinin üstün olduklarını inandırdılar. Bugün kişisel gelişimden geçmiş insanları sokakta yürüyüşünden tanırız. Tikleri bellidir. İçi boş ve dimdik bir adamdır. Tamâmen şeytânî bir tiptir bunlar. Bunun dışında, onların başka hâlleri de vardır. Meselâ, ‘av hayvanı tipi’ hâli. Sonra, her-şeye sâhip olmak isteyenin hâli. Bunlara göre, her-şey kendilerinindir. Bunlar, kullandıkları eşyâlarla aynîleşerek, onlarla üstünlük kazanmaya çalışırlar.

 

Kişisel gelişimde ‘nâmusuyla adam olmak’ kaygısı yoktur. Kişisel gelişim böyle ön-görmüştür. Batı’da böyledir, bizde de bu durum oluşturulmuştur. Meselâ, marketten aldığı kitapla hayâtı değişen tipler bu oluşumun netîcesidir. Kişisel gelişimin modern dünyâsında, ‘yarın güzel günler gelecek’ denildiğinde insanların gözü parlar. Fakat geçmişe dönük bir şeyler söylendiğinde, meselâ ‘Asr-ı saadet ne güzeldi’ dediğimizde surat asılır. Kişisel başarıcılar helâl-haram tanımazlar, hep kazanmak, başarmak, iyi yerlerde olmak önemlidir onlar için. Kişisel gelişimcilerin ve modern dünyâlıların en büyük trajedisi, ne yaparsa-yapsın, bunu iyi niyetle yaptığını söylemesidir. Karşı tarafın kötü olduğunu söyleyerek de kötülük yapıyor. Oysa biz, Allah rızâsı için bir şeyler yaparız yada yapmayız.

 

Mutlu olmak diye bir zorunluluğumuz yok, biz ‘hüzün Peygamberi’nin ümmetiyiz. İlle de mutlu olmak istiyorsak, cehennem âyetlerini okur, cenneti düşünürüz. İnsan fıtrat üzere doğar, hidâyetle değişir. Şeytan ne istemişti: Tek-tip insan. Kişisel gelişim kitapları da bunu istiyor. Kişisel gelişimde her-şeyin bir kontrôlü vardır: Öfke kontrôlü tedâvisi. Mutlu ol ama, şöyle mutlu ol. Böylece heykele dönersin.

 

Kişisel Gelişim şeytanları, Kur’ân’ı tersten okuyup yorumlayarak modern dünyânın yeni dîni olmaya çalışıyorlar. Kur’ân ‘yalnızca Allah’a güvenin, kibre kapılmayın’ diyor. Kişiliksiz Gelişimciler ise ‘kendinize, yeteneklerinize, güzelliğinize, içinizdeki deve inanın...’ diyerek Kur’ân’ı tersten yorumlayıp para kazanıyorlar. Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin mükemmelliğini yıkamayınca, tersten yollara başvurarak gâyelerine erişmeye çalışıyorlar. Yabancı dillerden çevrilen kişisel gelişim kitaplarının, bizim kültürümüze ve insanımıza uygunluğuna bakılmadan bolca reklamı yapılarak okutturuluyor. Çevrilen kitapları okuyup özümseyenlerin, bizim ülkemizde sevilen değil, nefret edilecek adamlar olacaklarını bilmiyorlar mı?. ‘İçindeki Devi Uyandır, İçindeki Tüccarı Fişekle vs…’ kitaplarının binlerce benzeriyle içimizin şeytanlarını serbest bırakanlara inat, bir Allah’ın kulu da çıkıp; ‘içinizdeki Mü’mini, dervişi uyandırın!’ diyemedi!. Sabahları uyanır-uyanmaz tüm Dünyâ’ya av-hayvanı gibi bakan, kazanmaya kilitlenmiş, para avcısı insanlar topluluğuyla nasıl birlikte yaşayacağız?.

 

Kişisel gelişim; insanı ‘ürün’ hâline getiriyor, onlara bir ‘tüketim nesnesi’ olarak bakıyor, hepimize ‘kendi-kendimizi pazarlayan adamlar’ olmamızı öğretiyorlar. İnsanlara ilk olarak; Dünyâ’yı, yâni doğal olarak evi, arabayı, kadını, erkeği, parayı, gücü, kariyeri sevdirip, ardından da bunlara ulaşabilmenin binlerce sapık yolunu öğretiyorlar.  Şeytan; performans, vücut-dili, kişisel gelişim ilimlerini kullanarak damarlarımıza sızıyor. Saydığımız türler, ‘Şeytan’ın İlmihâl Kitapları’ olmaya başladı. Modern Ticâret Dinleri, görüşlerini bu tarz kitaplarla yayıp tanıtıyor. ‘8 Dakîkada İknâ Sanatı’ oluşturulan paralel dinlerin hidâyetini açıklayabilecek cinsten, değil mi?”.

 

Kişisel gelişimcilerin görevi; Dünyâ’nın gerçeklerine, acılarına, feryatlarına, adâletsizliklerine aşırı duyarsız insanlar ortaya çıkarıp, hayvanlar gibi yiyip-içip çiftleşmekten başka düşün(e)meyen, tam da kapitâlist-liberâl tâğutların istediği şekilde aşırı bencil ve bireyci nesiller yetiştirmektir.

 

Nevzat Tarhan; “Dünyâ’da ‘iyiyi düşün, iyi olsun’, böyle bir algı var ve yaşam koçları, kişisel gelişimciler bu konuyla ilgili kitaplar yazmaya başladı. Böyle bir şey neden oluştu ve bu doğru bir yöntem mi?. Herkesin bu konuyla ilgili konuşması doğru mu?” sorusuna şu yanıtı verir:

 

“İşte biz o yöntemlerin kurbanlarıyla uğraşıyoruz. Çeşitli kişisel gelişim teknikleri, yaşam koçları var. Çünkü bir insan, sâdece pozitif duygulardan oluşmuyor. Pozitif özelliklerle negatif özelliklerin karışımıdır insan. Yaşam koçları, kişisel gelişimciler, o kişilerin olumsuz özelliklerini yok sayıyor. ‘Sen iyi bir insansın, sen güçlüsün, sen önemlisin, sen başarılısın’ diyerek kişinin o anda negatif yönlerini yok sayıyor ve pozitif yönlerinin üzerinden onu geçici olarak rahatlatıyor. Fakat bu rasyonel bir rahatlama olmadığı için kimseyi beğenmiyor. ‘Ben güçlüyüm, ben neymişim’ diyor. O tekniklerin en büyük özelliği, ‘egoları şişirmesi ve insanı yalnızlaştırması’dır. O anlık kişiyi rahatlatıyor ama uzun vâdede yalnızlaştırıyor. O teknikler gerekiyorsa kullanılabilir. Bir ‘başarı tekniği’dir, ‘terapi tekniği’ değildir. Kişiyi terapi etmek için veyâ bir başarı amacıyla kullanılır ama ‘terapi tekniği’ değil. Bir profesyonelin elinde olsa kişinin olumlu ve olumsuz yönlerini ele alır, olumsuz yönleriyle barışık olma hâlini ona kazandırır, olumlu yönlerinin üzerinde ilerlemesini sağlar. ‘En kötüye hazır ol ama en iyiyi bekle’ felsefesi. O teknikler, ‘en kötüye hazır ol’ demiyor, ‘en kötüyü yok say, en iyiyi bekle’ diyor. Bu gerçekçi değil. O zaman yanlış kararlar veriyorsun. Kişi kendi güçsüz, zayıf yönlerini bilmediği için olmadık yerde olmadık çıkışlar yapıyor. Bu olmaz. Önce onu anlayacaksın, onun güçlü-zayıf yönlerini bileceksin, ondan sonra onun stresini, acısını yöneteceksin”.

 

Psikolojik sorunların ve terapistlerin bu kadar artmış olmasının nedeni, insanlarda oluşan “değer yitimi” ile ilgilidir. Her bir yeni psikoloğun, yaşam koçunun ve kişisel gelişim uzmanının ortaya çıkması, en az 100 kişinin “hiç”leştiğinin yada kendini bir “hiç” gibi gördüğünün göstergesidir.

 

Psikologlar dinsizlerden ve dîni dar yada zayıf olanlardan beslenirler. Kur’ân ise, rûhun ve Dünyâ’nın gerçeklerini ve sorunlarını net olarak belirler ve bu sorunların üstesinden gelmek için kesin emirler vererek, tâbilerini de “kardeşler” yaparak onları Dünyâ’dan da, kendilerinden de koparmaz ve ilkeli şahsiyetler yapar. İşte bu nedenle İslâm Dîni, psikologları, yaşam koçlarını ve kişisel gelişimcileri işsiz bırakır.

 

Nasıl ki modern tıbbın tedâvi edebildiği ve hattâ ilerlemesini durdurabildiği hiç-bir kronik hastalık örneği yoksa, psikolog, yaşam koçu ve kişisel gelişim uzmanlarının önerileri ve yöntemleri ile geçen bir hastalık ve sorun örneği yoktur ve bu metodlarla gerçek anlamda, gerçek bir kronik hastalığından kurtulan da yoktur ve de olmayacaktır. Birilerinin, uzun süre ilaç kullanmalarına rağmen sorunlarının geçmeyip de bu yöntemlere başvurarak rahatlamalarının nedeni ise, bu metodlarla birlikte kullandıkları ilaçları bırakmalarıdır. Zîrâ modern ilaçlar bâzen hastalığı daha da ağırlaştırabiliyor ve zâten yan-etkileri ile başka hastalıklar da ortaya çıkarabiliyor. İlaçlar bırakıldığında ilaçların olumsuz etkisi biterek vücûdun tâmir mekanizması devreye giriyor ve kişi kendini iyi hissetmeye başlıyor. Bu ilaç bırakmayı, kişisel gelişim metodlarıyla birlikte yaptığından dolayı, iyileşmenin nedeninin, kişisel gelişimcilerin metodlarıyla olduğu zannediliyor. Olan şey budur.

 

Allah, kendisine tam teslim olanlara Hz. İbrâhim’e gönderdiği gibi bir “koç” gönderir. O yüzden mü’minlerin kişisel gelişim uzmanları olan “koç”lara ihtiyâcı yoktur. Modern insanın “yaşam-koçları”na ihtiyaç duyması, “Hz. İbrâhim gibi teslim olup da Allah’ın göndereceği “koç”tan mahrûm kalmalarında dolayıdır. Aynı-zamanda İbrâhim’e gönderilen “koç”tan ibret almamaları da buna sebep olmaktadır. İsmâillerinden vazgeçemeyenlere Allah “koç” göndermez. Bu nedenle de insanlar Allah yerine, yaşam-koçlarına sığınıyorlar. Mü’minler, ihtiyaçları olan motivasyonu dışarıdan değil, ilk başta vahiy ile inşâ olmuş kendi içlerinden, sonra da mü’min kardeşlerinden alırlar. Yaşam-koçları ise zâten yaşamdan uzak olanlardır. Onların kendilerine hayrı yoktur ki başkalarına bir hayırları dokunsun. “Kendi himmete muhtaç dede, kaldı ki başkasına himmet ede” sözü meşhurdur. Ne ilginçtir ki “yaşayamayanlar” yaşam-koçu oluyorlar.  

 

Şamanlar, insanların mânevi-psikolojik sorunlarıyla da ilgilenirlerdi. Bunun için bâzı hediyeler kabûl ederlerdi. İşte şimdi bunu, “modern şamanlar” olan kişisel gelişim uzmanları yapıyor.

 

Psikolog, âile danışmanı, yaşam koçu, doğum koçu, emzirme danışmanı, terapistler vs. Nedir bunlar ya!.. Kişi Allah’a dayanmıyorsa, sâdece O’ndan yardım istemiyorsa (iyyâke na’budü ve iyyâke nestain) tüm Dünyâ kişisel gelişim uzmanı olsa da ona yardım edemez. Rûh, içten gelen yardımla sükûna erer, dıştan gelenle değil. Bir insana da Allah yetmiyorsa, hiç-bir şey yetmez. Bir insan Allah’ın zikri yâni Kur’ân ile tatmin olmuyorsa, hiç-bir şeyle tatmin olamaz:

 

“Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikri olan Kur’ân ile mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle (Kur’ân) mutmain olur” (Ra’d 28).

 

“Ey kavmim!; gerçekten bu dünyâ-hayâtı, yalnızca bir meta (kısa süreli bir yararlanma)dır. Şüphesiz âhiret, (asıl) karar kılınan yurt odur” (Mü’min 39).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2017

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

26 Ekim 2017 Perşembe

Yarı Müslümanlık


“..Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

Müslüman; “İslâm olan”, “teslim olan” demektir. İslâmiyet, “t-eslimiyet” demektir. M-üslim, “İslâm olan” demekken, “t-eslim” de, “İslâm’a göre olmak” demektir. Bâzıları teslîmiyeti eleştirse de, bahsettiğimiz teslîmiyet, “Allah’tan başkasına yapılmayan teslîmiyet”tir. Bu teslîmiyet “sâdece Allah’a olan bir teslîmiyet”tir. “Sâdece Allah’a teslîmiyet” gösterilmediğinde yâni sâdece Allah’a müslümanlık yapılmadığında, Allah’tan gayrı her-şeye teslîmiyetin gösterilmesi yâni Allah dışındaki her-şeye müslümanlık yapılması çok normâl görülmeye başlanır. İslâmiyet yâni teslîmiyet, “Allah’tan başkasına teslim olunmasın ve Allah’tan başkası rab olarak kabûl edilmesin” diye vardır. Peygamberimizin teslîmiyeti bunun temsîliyetidir, bunun örnekliğidir. Teslîmiyetin yâni müslümanlığın nasıl yapılacağının en iyi örnekliğini yapmıştır Peygamberimiz. O hâlde İslâmlık=Müslümanlık; İslâm-müslim olmak, yâni “Allah’tan başkasını “Rab=terbiye edici”, “kudret-sâhibi” ve “ilah” görmemek” demektir. Zâten Allah’tan başkasına teslim olanlar yâni Allah’tan başkasına müslümanlık yapanlar şirke düşerek ebedî bir azaba dûçar olurlar.

Peki müslüman(lık) nedir?. Âyet şöyle bir ayırım yapıyor:

“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).

Demek ki müslüman, İslâm toplumuna katılmış fakat henüz mü’min ol(a)mamış insanlardır. Fakat eğer bu insanlar müslümanlıklarını iyi yaparlarsa Allah onlardan râzı olacaktır. Müslümanlık, “mü’minliğe ilk adım”dır. Mü’min, direkt olarak Allah’a bağlı iken, müslümanların Allah’a bağlılığı, “müslüman toplum” üzerindendir. Yâni müslümanlık kâlp ile değil de, zihin, dil ve biraz da amel ile olan bağlılıktır. Oysa mü’minin bağlılığı kâlbîdir. Bu bağ kâlbî yâni içten bir bağlılık olduğu için, tabî ki amel ve eylem de bu kâlbî bağlılığa göre olacağından, bu bağlılığa sâhip olanlar, teslîmiyetinde hesap-kitap yapmaz ve “tam bir teslîmiyet” gösterebilirler.

Medîne Sözleşmesi’nin 1. maddesi şöyledir:

“Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından, Kureyşli ve Yesrib’li “mü’minler ve müslümanlar” ve bunlara tâbi olanlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla berâber cihad edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir)”. Görüldüğü gibi bu sözleşmede “mü’min ve “müslüman” ayırımı yapılmıştır.

Müslüman doğmak ile müslüman olmak arasında çok büyük fark vardır. İnsanlar müslüman bir ana-babadan doğduklarında otomatikman kendilerinin de müslüman olduklarını sanıyorlar. Gerçi her insan İslâm fıtratı ile doğar, ancak fıtrat, “İslâm’ı seçmeye uygun olan potansiyeldir” sâdece. Hâlbuki müslüman olmak bir “seçim” işidir ve bu seçim bulûğ çağında başlar tercihini yapmaya. Doğuştan müslüman olunmaz yâni. Fakat müslüman bir ana-babadan doğup İslâmî bir ortamda yaşamanın potansiyel avantajları vardır. Üstelik kişi sebat ettiği ölçüde müslümanlıktan mü’minliğe terfî edebilir ve “yarı-müslümanlık”tan tam ve sahih müslümanlığa geçilir.

Müslüman olmak yâni müslüman bir topluma katılarak müslümanca yaşamak elbette Allah’ın onayladığı bir şeydir. Çünkü netîcede bir seçim yapılmış ve İslâm toplumuna katılarak müslüman olunmuştur. Burada “müslümanlığı” yermek değildir amacımız. Fakat artık modernizmin ve artık post-modernizmin tüm Dünyâ’yı kuşatmış olduğu bir zamanda mü’minliği ve mü’minleri mum ile armaya başladık, “iyi müslümanlara” hayrân olmaya başladık ve onları “örnek şahsiyetler” olarak görüyoruz. Lâkin sorun, bu tür müslümanların ve müslümanlığın da artık nâdir olarak bulunması. Neredeyse tüm İslâm coğrafyasında yaşanan müslümanlıklar artık “yarı-müslümanlık” şekline dönüştü ve müslümanlığın diğer yarısını ise şeytan-merkezli ve tâğut kontrôllü lâik-seküler-demokratik gayr-i İslâmî bağlılık şekilleri tamamlar oldu. Bu şeytâni-tâğuti ideolojilere, düşüncelere öyle bir bağlılık var ki, sanki “müslümanlık ancak bu ideolojilere ve düşüncelere göre davranmakla tamamlanabilir” gibi bir söylem ve inanç oluştu. Yarıya düşürülen müslümanlık, bu şeytanlıklarla tamamlanır oldu ve üstelik ne kadar acı ve utanç vericidir ki bununla övünülmeye de başlandı. Müslüman olduğunu söyleyenler lâik-demokratik-seküler bir anlayışa sâhip oldukları için övünmekteler ve böylece sağlam bir dindar olduklarını zannetmekteler. Tabî ki bu gidişât, sonunda müslümanlığın sinikleşmesine ve silinmesine, şeytâni düşüncelerin ise öne çıkmasına neden olacaktır ki tahrifat-tahribat böyle başlar ve sonunda ortaya yeni bir din çıkar. Evet; yeni bir din ki, -İslâm’dan başka tüm dinler bâtıl bir din olmayan mahkûmdur-, tüm zamanlarda bu şekilde ortaya çıkmıştır. Ne ilginçtir ki şeytan tüm zamanlarda insanları aynı oyunla kandırıp yoldan çıkararak şirke düşürmüş ve rezilliğe itmiştir.  

Yarı-müslümanlıkta bir; “ucundan-kıyısından îman etme” durumu vardır. Fakat baştaki âyette de söylendiği gibi, böyle bir tutum Dünyâ’da da, âhirette de bir rezilliği mecbûr kılar. Yarı-müslümanlık işte böyle bir düşünce ve inanç ortaya koyuyor ve Kur’ân’ın bir kısmı göz-ardı edildiği için modern büyülü sözlerle yok sayılıp inkâra bile düşülebiliyor. O zaman da ucundan-kıyısından bir îman olmuş oluyor ki aslında bu bir “îman” değildir:

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ (ve müslüman olduk) diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

Âyetin de dediği gibi, sâdece “elhamdulillah müslümanım” demenin öyle çok da önemli bir yanı yoktur. Teslîmiyet yâni müslümanlık sâdece söz ile olmaz ve korunmaz. Müslümanlığın gereği her dâim yerine getirilmeli ve yarı-müslümanlığa düşmekten sakınılmalıdır. Müslümanlığı tam olarak yerine getirmenin çok önemi vardır ve hattâ “iyi müslüman” olmak bile yetmez ve tam bir teslîmiyetle mü’min olmak gerekir. Yâni din, zihinlerden kâlplere ve de eyleme dönmelidir. Çünkü mü’minlik yolunda olunmadığında, müslümanlığın yarı-müslümanlığa dönme riski vardır.

Müslüman olunduğu söz ile olmaktan çok eylem ile gösterilmelidir ve dîne ucundan-kıyısından bağlı olanlar için bu çok büyük zorluktur. Din, eylem ile ortaya konulmuşsa söz ile söylenmese de olur aslında. İslâmî eylemde bulunan kişilerin bir de “müslümanım” demesine gerek yoktur. Namaz kılan, oruç tutan, zekat veren insanın “müslümanım” demesine gerek yoktur aslında. Dilsiz olan yâni konuşamayan bir müslüman bunu yapamaz meselâ. Zâten “müslümanım” demek bir iddiâdır ve tüm iddiâlar ispat ister. İspâtın kendisi delile gerek bırakmaz.

Mü’min olmakla müslüman olmak arasında fark vardır. Her mü’min aynı-zamanda müslümandır fakat her müslüman aynı-zamanda mü’min değildir yada mü’min  olmayabilir. Müslüman, Allah’a ve onun peygamberlerine, peygamberleriyle gönderdiği tüm hükümlerine inanan yada bunu kabûl eden kişidir.

“İnanma” ile “kabûl etmek” arasında fark vardır. İnanmak kâlp ile ilgiliyken, kabûl etmek kâlpten ziyâde zihin ile, kültür ile, alışkanlık ile alâkalıdır. Yâni “kabûl eden” kişi, kabûl edebileceği, kendine göre daha uygun bir şey ile karşılaşsa onu kabûl etmeye başlayabilir. Çıkar ile ilişkilidir bu. Bu anlamda “müslüman”dan kastımız, “çıkar müslümanı”dır. Bu tür müslümanlar yarı-müslümandır. Îman ise; eğer münâfıklık yapılmayacaksa, kâlbinin onayından sonra olur. Lâkin sorunumuz artık müslümanlık ve mü’minlik değil, müslümanlık ve yarı-müslümanlık hâline geldi ve dâvetçiler artık mü’min olmaktan değil, yarı-müslümanlıktan kurtularak tam müslüman olmanın öneminden bahsediyor.

“Kaçak müslümanlık”, “müslümanlık” değil, olsa-olsa münâfıklıktır. İlginçtir ki günümüzde münâfıklığı iyi becerenler “iyi müslüman” olarak tanınıyor.

Müslümanlık iddiasında bulunup da İslâm’ın kişiye yüklediği tüm sorumluluklardan kaçarak “müslüman” olduğunu zannetmek, İslâm’ın ve müslümanlığın ne demek olduğunu bilmemek demektir. Müslümanlık “bir yükü omuzlamak” demektir. Bu yük, “Peygamberin misyonu”dur, işte tüm müslümanların yükümlü oldukları şey, bu misyonu (salât) sürdürmektir. Bu misyonu sürdür(e)meyen müslümanlar “yarı-müslüman” olmuş olurlar ve şirke düşerler:   

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) (Beled 11-18).

Öyle oturulup durulan yerden mü’min olunamayacağı gibi, müslümanlık da korunamaz ve yarı-müslümanlığa düşerek “müşrik” olunabilir. Zîrâ İslâm’da gri renk olmaz. Bakın, müslümanların önderi Peygamberimize mü’minlik-müslümanlık ne yapmış:

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57). 

Peygamberimiz, kendisini mü’minliğin-müslümanlığın yâni İslâm’ın kitabına olan bağlılık ve sadâkatin yorduğu, ihtiyarlattığını söylüyor. İşte!, eğer siz de böyle yapmazsanız mü’min olamadığınız gibi, müslümanlığınızı da koruyamaz ve yarı-müslümanlığa yâni “kültürel ve psikolojik müslümanlık”a düşersiniz ve Allah merkezli yaşayamadığınız için artık şirki savunmaya başlarsınız.

Din/İslâm, neyin söylendiği ile değil, neyin göze alındığı ile ilgilenir. Meselâ ölmeyi bile göze almış olan birine kimse bir şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle korkutamaz.

Hak olanı bilip-bilmemekten ziyâde, hak olanın, kişinin işine gelip-gelmemesi önemlidir. Hakkı göze alıp-alamama önemlidir. Hak uğruna ödenecek bedelleri göze almak önemlidir. Eğer göze alamıyorsanız.. bırakın gitsin ve müslümanlığınız yarı-müslümanlığa dönüşerek netîcede şirkle karışsın.

“Yoksa insan, her arzu ettiğine sâhip mi olacak (zannediyor)?” (Necm 24).

Ey müslümanlık iddiâsında bulunan yarı-müslümanlar!; Siz İslâm’ı; kendi zevkinize, isteğinize, arzunuza ve çıkarınıza göre şekillendirebileceğinizi mi zannediyorsunuz?. İslâm’ın yükünü omuzlamadan gerçek birer müslüman ve mü’min olamazsınız. İslâm bir “imtihan kılavuzudur” ve “nefse uygun” olanlarla değil, “işinize gelmeyen” şeylerle olur bu imtihan. Kişiyi “sarp yokuş”a yönlendirir, “canlarla ve mallarla cihad”ı emreder. Müslüman olmak, “zorluğu kabûl edip göze almak” demektir. Çünkü İslâm, göze alamadığınız şeylerin toplamıdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2017



Devamını Oku »