26 Temmuz 2020 Pazar

Kurtlar Sofrasında Müslüman Kalabilmek


“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir yardımcıları yoktur. Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 29-30).

 

Kurt değince akla ilk gelen şey kurnazlıktır. Kurtlar kurnazca bir plân yaparak avı çembere alıp kuşatır ve en sonunda da saldırıp yemeye başlarlar. “İnsan kurtlar” ise, şeytanın ve nefsin ayartmasında ve güdümündeki tâğutlar, onların uşakları ve onlara aldanan ve adanan insanlardır. Modern zamanlara kadar bu kurtlara karşı çıkabilen halklar, modernite ve seküler demokrasi ile birlikte karşı çıkamaz hâle getirilmişlerdir. Çünkü karşı çıkmamayı kabûllenmişlerdir. Bunu, çeşitli düşünce, ideoloji ve bâzı çıkarlar nedeniyle yapmışlardır. Böylece kurtlar yâni tâğutlar boş ve bol buldukları meydanı kuşatmış ve nice kurnazca plânlarla insanları sömürmekte ve yemektedirler.

 

Evet, lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist-feminist-emperyâl düşünce ve sistemlerle Dünyâ bir “kurtlar sofrası”na dönüşmüştür. Bu durum öyle bir kanıksanmış ve kabûl edilmiştir ki, insanlar artık bu duruma karşı çık(a)mamaktadırlar. Çünkü “insandan kurtlar” insanlara da avlarından bir miktar tattırmaktadırlar (uzlaşmacı kapitâlizm).

 

Bu mevcut duruma sâdece İslâm esastan karşı çıkmaktadır. Zâten kurtların İslâm’ı ve müslümanları düşman, “öteki” ve terörist îlân etmeleri ve birlik olup da saldırmaları bu nedenledir. Müslümanlar kurtların ortasında kalakalmışlardır. Üstelik kurtlara karşı birlik olmayı da bir tülü düşünmüyorlar yada becerememektedirler. Çünkü içlerinden çoğu kurtların beslemesidir ve ortak iş yapmaktadırlar. Niceleri de kurtlara hayrandırlar. Bunlar, dişlerini sürekli olarak enselerinde hisseden kurtlar sürüsünün kuzuları olmuşlardır. 

 

Kurtlar sofrasında insan, doğumundan ölümüne kadar kurtlar tarafından kuşatılmış vâziyette doğar, yaşar(!) ve ölür. Kurtlardan ancak ölerek kurtulur. Kurtlar sofrasında kurtlara kulluk etmeden insanca(!() yaşamak imkânsızdır. Kurtların düzenine ve plânına göre yaşamak şarttır. Buna îtirâz edenler kurtların hışmına uğrar, kurtlar tarafından kuşatılır ve zamanla yenip yutulur ve yok edilir.

 

Kurtlar (tâğutlar) her dâim insanı kontrôl etmek ister. Doğumunda yanındadır, hemen kayıt altına alır, kendisine göre besletir, aşılarını yaptırır, giydirir. Okula yine kendisinin kontrôlünde ve kendisinin plânladığı şartlarda devâm eder. İş konusunda yine böyledir. Kurtların hedef gösterdiği işlere ulaşamayanlar, büyük çoğunluk gibi, kurtların îtibarsız hizmetkârları olurlar. Evlenmek ve yuva kurmak kurtların isteği ve düzenlemesine göre; ev, araba, eşyâ, yeme-içme-giyme, gezme, doğum, emeklilik, ölüm vs. her-şey kurtlara yâni tâğutlara göre olur. Böylece insanlar kurtlar tarafından kuşatılmış olur ve bu kuşatmanın altında yaşamak zorunda kalırlar.

 

Bu bağlamda kurtlar kuşatmalarını en bâriz şekilde para üzerinden yaparlar. Serbest Piyasa Ekonomisi, “ahlâksız vahşî kapitâlizmin bir ürünü” olarak kurtların hayat kaynağıdır. Ahlâksızlık açığa çıkarır. Ahlâkın olmadığı yerde “serbest piyasa ekonomisi” bir “kurtlar sofrası”dır. Serbest Piyasa Ekonomisi, mutlakâ “acımasız rekâbet”i de yanında getirir. Bu da insanı “insanın kurdu” yapar. Sonuçta da Dünyâ bir “kurtlar sofrası”na döner ki, bu sofrada garibana yer yoktur.

 

Kurtlar sofrasında insanın tek düşüncesi kendini kurtarabilmektir. Bu, “gemisini yürüten kaptan” sözüyle ifâdesini bulur. Hattâ kendini kurtaranlara “kurt” gözüyle bakılır. Sonuçta da Dünyâ bir kurtlar sofrasına döner ve Thomas Hobbes’un dediği gibi: “Homo Homini Lupus”, “İnsan insanın kurdudur” sözü baş-tâcı yapılır. Böyle bir dünyâda kurtlar hem avlarını hem de birbirlerini yemeye çalışırlar.

 

Aslında her-şey “Allah’a göre” olmalıdır. Çünkü her-şeyi O yaratmıştır. Yaratan kim ise, plânlayan ve emreden de o olmalıdır. Müslümanlar işte bunu şiâr edinmelidir ki aslında tüm vahiyler bunun için gönderilmiş ve tüm peygamberler de bu uğurda mücâdele etmişlerdir. Vahiy baştan-sona bundan bahseder. İnsanlık târihi boyunca yapılan mücâdele ve savaş, bir şey insana-tâğutlara yâni kurtlara göre mi, yoksa Allah’a göre mi olacağının mücâdelesidir. Allah yaratmanın amacını bu merkezde belirlemiştir ve imtihan da bu merkezde olur. Bir tarafta “insana göre olsun” diyen haksız ama çoğunluk, diğer tarafta ise “Allah’a göre olmalıdır” diyen haklı ama azınlık müslümanlar vardır. Bu konuda tabî ki sâdece hakîki müslümanlar haklıdır.

 

Kurtlar sofrasında müslüman kalmak iyice zorlaştırılmıştır. Çünkü İslâm, sâdece beyinlerde, zihinlerde ve kâlplerde yaşanabilecek bir din değildir. İslâm hayatta görünür olmak ve hattâ hayâtı kuşatmak ve hâkim olmak isteyen bir dindir. Çünkü İslâm “dinlerden bir din” değil, “tek hak din”dir. Allah’ın dînidir. Her-şeyi Allah yarattığı için her-şey Allah’a göre olmalıdır. Fakat kurtlar her yeri kuşatmış ve İslâm’a ve müslümanlara neredeyse hiç-bir alan bırakmamıştır. İslâm ve müslümanlık hakkıyla yaşanamamaktadır. İslâm kâlplere, zihinlere ve dört duvar arasına hapsedilmek istenmektedir ve bu büyük oranda başarılmıştır. Bu nedenle kurtlar sofrasında müslüman kalabilmek çok zordur. Tabi imkânsız değildir. Ne de olsa bizim güzel örnekliğimiz Hz. Muhammed de kurtlar tarafından kuşatılmış bir coğrafyayı çeşitli gayret ve çabadan sonra yarmış ve Allah’a göre bir dünyâ kurmanın adımını atmış ve başlatmıştı.

 

İslâm ve Kur’ân sâdece iç-âlemi yüceltme dîni değildir. Kur’ân sâdece bundan bahsetmez. Peygamber örnekliğinde görüldüğü gibi İslâm, haksızlığa, adâletsizliğe, şirke, küfre ve de zulme dur demeyi birinci şart olarak ortaya koyar. Hedef budur. Zulüm bertarâf edilip hak ve hakîkat ortaya konulmalıdır. Zâten Mekke’liler işte buna karşı çıkmışlardı ve günümüz müşrikleri ve kâfirleri de aynı şeye karşı çıkmaktadır. Kurtlar, İslâm’ı sâdece kâlplerde ve zihinlerde yaşayanlara bir şey demezken, İslâm’ın hayâta hâkim olmasını dile getirenlere aman vermemekte ve bir alan bırakmamaktadırlar.

 

Aslında Peygamberimiz de kurtlar sofrasında müslüman kalabilmenin çok da mümkün olmadığını görmüş olduğundan dolayı hicret etmek için farklı alanlar aramıştır ve bu bağlamda Habeşistan, Taif ve diğer kavimlerin lîderleriyle görüşüp farklı bölgeleri İslâm’ın yaşanabileceği olası yerler olarak denemiştir. En sonunda Medîne o’na ve mü’minlere yurt olmuştur. Çünkü dediğimiz gibi kurtlar sofrası olan Mekke’de o dönemde müslüman olabilmek ve müslüman kalabilmek çok zordu ve İslâm’ı hakkıyla yaşayacak bir alan yoktu. Oysa İslâm hayâta hâkim olmak ister. Zîrâ İslâm, pratiği de olan bir dindir ve bu pratiklik Dünyâ’nın her mekânını kapsar. En sonunda Peygamberimiz Medîne’ye hicret etti ve müslümanlar kendilerine İslâm’ı hakkıyla ve güvenlik içinde yaşayacak bir alan buldular.

 

O hâlde, kurtlar sofrasında müslüman olabilmek ve müslüman kalabilmek çok da mümkün olmadığı için, Peygamber ve sahabe örnekliğine göre bir mücâhede ve mücâdelemiz olmalıdır. Gerekirse her-şeyden vazgeçerek yeni alanlara ve mekânlara gidilmeli, bir İslâm toplumu ve İslâm devleti kurulmalı, savaşılmalı, şehit olunmalı ve kendimizi İslâm’a adamalıyız. Çünkü biz Dünyâ’nın “geçici bir imtihan alanı” ve âhiretin ise “ebedî bir cezâ ve nîmet yurdu” olduğunu biliyoruz, buna îman ediyoruz ve cenneti kazanmak için uğraşıyoruz.

 

Kurtlarla mücâdele etmenin olmazsa-olmazı, “kurtlarla safları net bir şekilde ayırmak”tır. Kimin “kurt” olup-olmadığı meydana açıkça ortaya çıkmalıdır. Böylece hak ve bâtıl çok net olarak açığa çıkmış olacaktır. Sonra da mücâdele başlamalıdır. Zâten saflar ayrıldığında o mücâdele siz istemezseniz bile çıkar. Hak ile bâtılın ayrılması, mücâdelenin otomatik olarak başlaması demektir.

 

Lâkin.. Günümüz başka günler, zamânımız başka zamanlardır. Kurtlar tüm Dünyâ’yı öyle bir kuşatmışlardır ki, insanlık târihinde böyle bir kuşatma görülmemiştir. Kuşatma müthiştir. Üstelik kuşatılanlar hâllerinden çok memnundur. Kuşatmayı yarma düşünceleri ve hareketlerine karşı öfke doludurlar. Hattâ kuşatmanın yarılmasından bahsedenleri gerici, yobaz ve terörist olarak görmekte ve göstermektedirler. Buna “hoca” denilen kesim içinden bir-çokları da dâhildir. Tabî ki örneği de olduğu için ve “bir kere olan bir kere daha olabileceği” için kurtlar yâni tâğutlar hâlen bir korku içindedirler ve bu nedenle İslâm’ı-müslümanları sürekli olarak kontrôl etmek ve daha ağır bir kuşatmanın içine almak istemektedirler. Bu kuşatma sâdece fizîki değil, mânevî ve psikolojik olarak da yapılmaktadır.

 

Peki târih boyunca görülmemiş şekilde ağır olan bu kuşatma nasıl yarılacak ve de bâtıl nasıl def olup gidecek ve hak-hakîkat yâni İslâm hayâta nasıl hâkim kılınacaktır?. Bu süreç nasıl başlayacaktır?. Müslümanlar târih boyunca benzer kuşatmalarla kuşatılmışlardı fakat kuşatmayı yarmasını ve kurtulmasını bilmişlerdi. Çünkü Allah’a îman ediyorlardı ve “sâdece O’na” güveniyorlardı:

 

“Ey îman edenler!; Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece biz de onların üzerine, bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görendir. Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında (bir-takım) zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada, îman edenler, sınanmış ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıntıya uğratılmışlardı. Hani, münâfıklar ve kâlplerinde hastalık bulunanlar: ‘Allah ve Resûlü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vâdetmedi’ diyorlardı. Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: ‘Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu hâlde dönün’. Onlardan bir topluluk da: ‘Gerçekten evlerimiz açıktır’ diye Peygamber’den izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı” (Ahzâb 9-13).

 

“Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22).

 

Allah kendi yoluna adananlara elbette yardım eder ve yollarını gösterir. Bu yardım sâdece peygamber örnekliklerindeki gibi olmakla da kalmaz. Allah’ın gücü ve kudreti sonsuzdur. O Âlim’dir ve her-şeyi bilir. Zorluğa uygun yardımını gönderir. Bu ağır kuşatmayı da yaracak ve İslâm’ı yeniden hayâta hâklim kılmak için zamâna has yardımını da gönderecektir. Belki de beş bin değil, beş milyon melekle yardım eder. Zorluk, îman ve gayret oranında yardım eder O. Bunda aslâ kuşku yoktur. Allah’ın yardım ettikleri ise mutlakâ gâlip olur. Kudreti sonsuz olan Allah’a karşı hiç kimsenin gücü yetmez. Allah’ın yardımı yetiştiğinde hiç-bir hesap tutmaz. Allah “hesapsız rızık verici”dir.

 

O hâlde bize düşen, O’nun yardımını celbedebilmektir ki bunun yolu da Allah’ı râzı edebilmektir. O’nun yardımına lâyık olabilmektir. “Allah’ın yardımını ve rızâsını hak edenler gâlip gelmişler” demektir. Onları artık kimse yenemez. Fakat bu yardımı ve rızâyı hak etmek için de hem iç-âlemde hem de dış-âlemde gerekenlerin yapılması gerekmektedir. Üstelik bu, sâdece Allah’ın rızâsı ve hak-hakîkat için yapılmalıdır. Hem maddî hem de mânevî olarak yapılması gerekenleri yaptığımızda yâni elimizden geleni “sâdece O’nun rızâsı için” yaptığımızda Allah’ın rızâsı ve yardımı yetişecek ve artık sâdece O’na kul olanlar mutlakâ gâlip gelecektir. Bu noktada bâtıl tarafın maddî gücünün sayısına falan da bakılmaz. Mü’minler sayıya değil, îmâna ve yüreğe bakarlar ki Allah da zâten şirkten, küfürden, cehâletten, adâletsizlikten ve zulümden arınmış tertemiz yüreklere sâhip olanlara yardım eder ve onların gâlip geleceğini söyler:

 

“..Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir” (Bakara 249).

 

Kurtlar tarafından görülmedik şekilde ağır bir kuşatmayla kuşatılmış müslümanlar umûdunu yitirmiş ve bâtıldan kurtuluşu mümkün görmemektedirler. Şeytan ve tâğutlar, insanların-müslümanların kâlplerine korku düşürmüştür. Onların aslında hâkimiyetlerini sürdürebilmelerinin nedeni budur. Artık müslümanlara bu duygu hâkimdir. Zâten bu nedenle kendilerine güvenemiyorlar ve bir umûd göremiyorlar. En sonunda da “en iyisi teslim olalım ve bâtılın ortaya koyduklarını kazanımımız olarak görelim” deme noktasına gelmişlerdir. Bizim elimizi-kolumuzu bağlayan işte bu düşünce ve duygulardır. Bu düşünceden kurtulmak için yapmamız gereken tek şey Kur’ân’a ve Sünnet’e sımsıkı sarılmaktır. Kur’ân ve Sünnet bize muhtaç olduğumuz dirâyeti ve cesâreti verecektir. Bu uğurda gayretli, azimli ve adanmış yüreklere sâhip bir kurucu nesil-toplum oluşturmamız gerekmektedir. Bunun başka bir yolu yoktur. Tüm peygamberlerdeki örneklik böyledir. Sünnetullah böyledir. İmtihan bunu gerektirir. Bu düşünce, duygu ve amaç içinde yürüyecek müslümanlar ancak, bu kuşatmayı yarıp İslâm’ı hayâta hâkim kılma uğruna cehd edebilir. Zâten hakkın gelmesi ve bâtılın yok olup gitmesi ancak böyle olur:

 

“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ 81).

 

Kurtlar sofrasında hakkıyla müslüman olunamaz-olunmuyor, müslümanca yaşanamaz-yaşanmıyor ve müslüman kalınamaz-kalınmıyor. Hakkıyla müslüman olmanın ve müslüman kalmanın yolu ve şartı, asr-ı saadet sürecinde olduğu gibi kurtların-tâğutların kuşatmasını yarmak ve müslümanca yaşayabilecek ve kalabilecek bir yer bulmaktır.

 

Mekân demek imkân demektir. Îmânı olanların mutlakâ imkânı da olur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2020

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 


Devamını Oku »

İslâm’ın Amacı Nedir?

 


“Ey Îman edenler!, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).

 

Müslümanların târih boyunca belki de en az düşündükleri ve sordukları soru; “İslâm’ın amacı nedir?” sorusudur. Bu niçin düşünülmemiş ve çok da sorulmamış bir sorudur?. Çünkü insanlar içten-içe; bu sorunun cevâbını aldıklarında yada bulduklarında, üzerlerine büyük bir sorumluluk ve ağır bir yük yükleneceğini seziyorlar. Bunu hissediyorlar. Çünkü vicdanları onlara diyor ki: “İslâm sadece, üşene-üşene kalkılıp kılınan namaz, Ramazan ayında beş karış suratla tutulan oruç, istemeye-istemeye verilen kırkta birin yarısı bile tutmayan oranda zekât, gelecek seneki Kurban Bayramı’na kadar saklanmak üzere difrize konulmak için kesilen kurban, “desinler” diye ve “bi gidip görelim” diye gidilen hac, vicdanları susturmak için kara-zorla Arapça’sından mukâvele eşliğinde okunan Kur’ân ve ruhlara kabûl ettirilememiş ve sâdece kafaları örten başörtüsünden ibâret değildir”. Peki nedir?. İslâm, Peygamberimiz Hz. Muhammed 23 yıl boyunca ne yaptıysa odur. Kur’ân ne diyorsa ve ne emrediyorsa odur.

 

Kur’ân 604 sayfadır ve Peygamberimiz 23 yıl boyunca bu Kitab’ı hayatta uygulamak ve hâkim kılmak için didinmiştir. İnsanlar aslında bunu bi-ince bilmelerine rağmen yine de; “iyi de Kur’ân bu kadar yoğun olarak yaşanacak ne içeriyor ki?” sorusunu bir türlü sormuyorlar. Çünkü aslında insanların çoğu, Kur’ân ve Sünnet-merkezli dîni bilmez ve ona göre yaşamaz. Genel müslüman halka göre “onu zâten ancak Peygamber ve evliyâ bilebilir ve uygulayabilir” gibi bir düşünceye sâhiptirler ve güzel örneklikler karşısında; “ama o Peygamber”, “ama o evliya” deyip geçerler ve mevcut zamânın ve de zamânın hükümdârının dînine göre yaşamaya bakarlar. Çünkü halkın geneli mevcut zamânın-mekânın ve hükümdarın dînindendirler. Bu nedenle müslümanlar post-modernite ile birlikte, İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek, batı-merkezli ve haz odaklı bireysel amaçları ve rahatlığı seçtiler.

 

Böyle olunca müslümanlar İslâm’ın bir amacı olduğunu düşünmediler. Düşünseler bile bu, “çok ibâdet etme”, “dürüst olma”, “insanlara zarar vermeme” gibi bir-kaç noktadan ibâret kalır. Tabî ki bunlar da İslâm’dandır ama İslâm sâdece bunlardan ibâret değildir. İslâm’ın bir amacı vardır. Tüm peygamberler o amaç için çalışmışlardır. Allah’ın târih boyunca gönderdiği vahiylerin bahsettiği temel nokta budur. İslâm’ın bir hedefi vardır ve namaz, zekât vs. diğer şeyler bile aslında bu hedefe ulaşma aşamasında insanlara bir iç-enerjisi versin ve bir İslâm toplumu kurulmasında bir dinamizm sağlasın diyedir. Bunlar o süreçte olması ve yapılması gereken şeylerdir.

 

İslâm’ın amacı kısaca: iç-âlemi bilgiyle, bilinçle ve hikmetle aydınlatıp inşâ ettikten sonra; direniş, dik duruş, vazgeçiş, hicret, devlet, cihad, şahâdet ve medeniyet ile  dış-âlemi de aydınlatarak inşâ etmek ve âleme hâkim olmaktır. Allah’ın sözünü göklerde olduğu gibi yeryüzünde de hâkim kılmaktır. Böyle bir hedef koymak ve bu uğurda azimle-gayretle üstün çaba göstermektir. Hedefe ulaşılamasa bile bu yolda olmak ve ölmektir. İslâm’ın hedefi, iç-âlemleri İslâm ile aydınlattıktan ve inşâ ettikten sonra, dış-âlemi yâni hayâtın her alanını da İslâm ile aydınlatarak inşâ etmek ve İslâm’ı hayâtın her alanında ve noktasında Dünyâ’ya hâkim kılmaktır. Aksi-hâlde İslâm anlamsız bir din olurdu.

 

Modern Kur’ân-İslâm çalışmaları İslâm’ın hedefini-amacını blôke eden çalışma tarzındadır. Geldikleri nokta şudur: “Kur’ân kusursuz bir kitaptır, içinde aradığımız her-şey var, insana hem bilgi-bilinç hem de huzûr veren bir kitap, insanın hayâtını değiştiren kitap…”. Eee!. Ne olacak şimdi?. Kur’ân’ın muhteşemliğini ve olağan-üstülüğünü fark-edince ve bilince ne olacak, ne oldu?. Okudum ve Kur’ân’ın süper bir kitap olduğunu öğrendim, yazdım ve söyledim. Peki sonra ne olacak yâni?. Bunun meselâ asgarî ücretle zor geçinen birine faydası olur mu ve oluyor mu?. İslâm’ın ve Kur’ân’ın amacı Kur’ân’ın dönüp-dönüp okunması mıdır?. Kur’ân’ı Arapçasından hatim eden kişinin okuduğu Kur’ân’ın mazluma ve zulme ne faydası var?. Amele-eyleme dönük olmayan “anlayarak” okumaların da kimseye bir faydası yok. Bunlar bireysel okumalardır ve okunmakla kalır. 

 

Modern müslümanlar ve modern İslâm çalışmaları, İslâm’ın ana hedefini ıskalamakta yada gizlemektedirler. Kur’ân’ı zihinlere ve kâlplere hapsetmekte, Sünnet’i yâni “güzel örneklik” olarak vahyin pratikliğini yok sayıp İslâm’ı sâdece iç-âlemde yaşanacak bir din hâline getirmektedirler. Bu uğurda en çok söylenen söz ise “biz kendimize bakalım” sözüdür. Kendimize bakalım ilk önce ama, hayâta da bakalım. Çünkü biz kendimize bakıp dururken dış-âlemde fırtınalar kopuyor, depremler oluyor. Bu durum İslâm’ın etkisizleşmesine neden oluyor. Kur’ân’ı bilmek ve idrâk etmek önemlidir tabî ki, fakat daha da önemlisi idrâk edileni yerine getirmektir. Kur’ân, kendisi için 1.400 yıldır söylenen şeylerden çok daha fazlasıdır ve genel müslüman halkın bildiğinden ve zannettiğinden çok daha farklı bir şey söylemektedir. Bunlar ancak, meydana çıkınca açığa çıkar. Çünkü Kur’ân insanlara sâdece dört duvar arasında değil, meydanlarda da seslenmekte ve bir şeyler söylemektedir. Nice âyetler ancak meydanlarda idrâk edilebilir.

 

Modernite insana şunu düşündürtüyor: “Tamam, namaz kılınacak, oruç tutulacak ve küçük yardımlar yapılacak. Ama Dünyâ’da zengin olmak, her-şeye sâhip olmak, zamânın tüm nîmetlerinden faydalanmak, en iyisini yemek-içmek-giymek, her yeri gezmek, parana para katmak, en zekî çocuklara sâhip olmak, en güzel-yakışıklı kızlarla-erkeklerle evlenmek, en güzel ve gösterişli evlerde oturmak, başını hiç belâya sokmadan ve hiç-bir sorun yaşamadan en uzun ve haz içinde relâks bir hayat yaşamak…

 

İslâm’ın amacı konuşulmayınca ve gizlenince, müslümanlar da, âhireti inkâr ederek Dünyâ’ya kilitlenmiş modern-seküler insanlar gibi düşünmeye ve yaşamaya başlarlar. Bu durum Türkiye’de muhâfazakâr-demokrat iktidâr tarafından köpürtülmüş ve bu düşünüşe çok geniş alan açılmıştır. Çünkü hem iktidâr hem de yönlendirdikleri halk, dînin amacından vazgeçmiş, dünyevî amaçlara saplanmıştır. Zâten Türkler hiç-bir zaman Kitap ve Sünnet-merkezli bir inanışta ve düşünüşte olmadıkları için bunu sorun etmemektedirler. Türkler İslâm’ı Kitap ve Sünnet’ten değil, Şamanizm ve Gök-tanrı inancıyla bire-bir uygun olan ve dinlerini öğrendikleri Îran-Samâniler’in de düşüncelerine uygun olarak, bâtınî-tasavvuf ve mistik-eklektik dinlerden öğrenmişlerdir ve aslında hâlen de ağırlıklı olarak bu inanış üzeredirler. Bu bağlamda çok hoşgörülüdürler ve kolaylıkla tâviz verebilmektedirler. Çünkü büyük amaçları/hedefleri olmayanlar, bâtıl inanışların ve dünyevî hazların peşine düşmeye ve hazları düşlemeye başlarlar.

 

Kendimce şöyle düşünüyorum: “Eğer İslâm Dünyâ’ya hâkim olmak isteyen ve böylece tüm Dünyâ’da zulmü bertarâf edip Allah’ın sözünü ve dînini Dünyâ’ya hâkim amacı olmayan bir din olsaydı, yine Kur’ân da bunu emretmeseydi ve Peygamberimiz de peygamberlik hayâtı boyunca bunun için çalışmış olmasaydı, ben sıkı bir AKP’ci, bayramdan-bayrama namaz kılan, kısa kış günlerinde ara-ara oruç tutan, etli pilavların olduğu mevlütlere giden, hanımını aldatan, fâiz alan vs. modern-seküler-kapitâlist bir müslüman(!) olabilirdim”. Çünkü bu şekilde yaşayan ve kendine “müslüman” diyen bir-çok insan var.

 

Alevilerde bir düşünce vardır. Eğer iyi saz çalıp söylerlerse ve toplumdan alkış alırsa amaçlarına ulaştıklarını kabûl ediyorlar. Amaç iyi saz çalabilmektir. Çünkü Alevilikte saz çalmak sâdece bir eğlence değil, ibâdettir. Zâten söylenen sözler de âyet olarak kabûl edilir. Hattâ bu bağlamda bir türküde; “ben sazı erkekçe çaldım giderim” diye bir nakarat vardır. Alevilikte iyi saz çalmak, “ibâdeti en iyi şekilde yapmak” olarak kabûl edilir. Saz için; “Peygamber’in vücûdundan ve Hz. Ali’nin bezinden yapılmıştır” derler ve bu nedenle ona “telli Kur’ân” derler. Bu konuda Mustafa Öztürk şunları söyler:

 

“Alevi gelenekteki meşhur ‘telli Kur’ân’ kavramından da kısaca söz etmek gerekir. Bilindiği gibi geleneksel Alevi inanç ve ibâdet anlayışının pratikteki ideâl formu cemlerdir. Dolayısıyla Alevilikteki asıl ibâdet ikrar, görgü, musâhiplik, düşkünlük, muharrem erkânı gibi muhtelif türleri bulunan cem(ler)de icrâ edilir; ancak cem ibâdetindeki Kur’ân, bildik Kur’ân değil, mızrapla çalınan bir enstrüman, yâni bağlamadır. Nitekim bağlama (saz) Alevi evlerinde baş köşede bulundurulur. Saz çalınacaksa göğsünden üç kez öpülüp başa götürüldükten sonra çalınmaya başlanır. Birine verilecekse yine aynı saygı gösterilir. Bu yüzden saza ‘telli Kur’ân’ denir; çünkü saz nağmelerinin kutsal olduğuna inanılır. Telli Kur’ân eşliğinde şevkle terennüm edilen nefesler de kutsal addedilir; çünkü bu nefesler bir tür ilham ürünüdür ve-veyâ vahiyden mülhemdir. Dolayısıyla her nefes sanki birer âyet ve sûredir”.

 

Modern müslümanlar da benzer şekilde, Arapça’sından yada Türkçe’sinden; “ben Kur’ân’ı okudum, meâllendirdim, tefsirini yaptım, onun hakkında yazdım-konuştum” vs. diyorlar. Böylece İslâm’ın gereğini yaptıklarını ve sonuçta “İslâm’ın amacını yerine getirdiklerini” zannediyorlar. İyi de somut olarak hangi yaraya merhem oldunuz ki?, yada bu şekilde bir yaraya merhem olunabilir mi?. Çalınan saz, somut bir zarârı def etmediği gibi, sâdece seslendirilen Kur’ân da bir zarârı def etmez ve bir yaraya merhem olmaz.

 

Diyelim ki şu-an îtibârıyla Kur’ân okumayı ve Kur’ân’la ilgili yazmayı-konuşmayı bıraktık. Ne olur?. Ne olur yâni kıyâmet mi kopar?. Hayır!; her-şey yine aynı olur. Çünkü hayâta dokunmayan Kur’ân okumaları-yazmaları ve çalışmalarının, “arayış” içinde olan bâzı insanlara fayda vermekten başka hiç-bir yararı olmaz ve yoktur. Çünkü İslâm’ın amacı bu değildir. Fakat İslâm’ın amacına uygun olarak, vahyi hayâta hâkim kılma çabasında olmamak, kıyâmetin kopmasına bile sebep olabilir ki Dünyâ’nın her tarafını sarmış olan zulüm bunun göstergesi ve belirtisidir.

 

Modernite-merkezli Kur’ân çalışmaları anlamsız bir yola doğru sürüklenmiş ve rayından çıkmıştır. Bunun sonuncunda ortada hakîki bir İslâm düşüncesi kalmayacaktır. Zîrâ İslâm başka bir şey söylemekte, modern müslümanlar ise başka bir şey anlamakta, söylemekte ve yapmaktadırlar.

 

Kur’ân’ın amacı İslâm’ı ve vahyi moderniteye ve modern-bilime uydurmak değildir. Modern müslümanlar Kur’ân’ı modern-bilim merkezinde anladıklarında en doğruyu anladıklarını zannetmektedirler. Bu nedenle de modern-bilim merkezli Kur’ân çalışmaları çok popüler olmuştur. Caner Taslaman bunu bir yazısında şu şekilde ortaya koyarak gösterir:

 

“Kur’ân’da, ‘yevm’ kelimesinin formlarından ‘bir gün’ anlamındaki ‘yevm/yevmen’ formları; toplam 365 kez geçmektedir. Bu 365’i önemli kılan, bu sayının bir takvimle ilişkisinden ziyâde Dünyâ’mızla ilişkili önemli bir astronomik fenomeni ifâde etmesidir. Dünyâ’mız Güneş’in etrâfındaki bir tam dönüşünde kendi etrâfında 365 kez dönmüş olur; yâni Dünyâ’mızda 365 kez ‘bir gün’ -gece ve gündüz- oluşur. Dünyâ’mız Güneş’e konumu îtibâriyle 365 ayrı gün yaşar. Dünyâ’mızın önemli bir fenomeni olan gece-gündüzün oluşumuna, bir-çok Kur’ân âyetinde dikkat çekilir. Kur’ân’da 365 gibi yüksek bir adette tekrarlanan ‘bir gün’ (yevm/yevmen) ifâdesinin tekrâr adedinin, bu astronomik fenomenle âhengi oldukça ilginçtir.

 

Diğer yandan ‘yevm’ kelimesinin ‘günler’ anlamındaki çoğul ifâde eden türevleri ise Kur’ân’da 30 kez geçer. Müslümanların, oruç ve hac gibi ibâdetlerini kendisine göre gerçekleştirdikleri Ay takviminde, bir ay 29 veya 30 gün çeker. Ay’ın Dünyâ etrâfındaki dönüşünü 29,53 günde tamamlamasıyla Ay takviminin ayları oluşur. Matematiksel bir işlem olan tam sayıya yuvarlamayı buraya uyguladığımızda 30 sayısı karşımıza çıkar. (Nitekim Dünyâ Güneş etrâfında 365,25 günde döner; bunun tam sayıya yuvarlaması 365’tir).

 

Kur’ân’da ‘Ay (Kamer)’ kelimesi, bütün türevleriyle berâber 27 kez geçer. ‘Ay’ın sideral yörünge periyodu 27 gündür; yâni yıldızlar esas alınarak hesaplanan ‘Ay’ın Dünyâ etrâfındaki yörüngesi 27 gündür. Dünyâ’nın Güneş etrâfında dönerken aldığı yolla açılan farkı, ‘Ay’ iki-üç gün arası bir sürede kapattığı için ‘Ay’ takviminde aylar 29-30 gün olur. ‘Ay’la ilgisi açık olan 27 sayısıyla aynı adette ‘Ay’ kelimesinin 27 kez geçmesi ilginç bir âhenk örneğidir. (Daha önce geçen ‘günler’ ifâdesinin iki formunun 27’ye 3 şeklinde geçmesiyle de bu husus arasında bir âhenk olması ilginçtir. ‘Ay’ takviminde günler; ‘Ay’ın 27 günlük süredeki sideral (yıldız) dönüşüyle, buna ilâveten Dünyâ’nın aldığı yoldan oluşan farkı 2-3 gün arasında kapatmasının birleşiminden oluşur. ‘Günler’ ifâdesi de 27 ‘eyyam’ ve 3 ‘yevmeyni’ formlarının toplamı olarak 30 kez geçer).

 

Kur’ân’da ‘sene’ kelimesinin tüm türevleri 19 kez geçer. Astronomide Meton dönemi ‘19 senelik’ bir dönemden oluşur; bu dönem Güneş takvimi ve Ay’a bağlı oluşan aylara ortak bir çarpan oluşturması açısından astronomide önem taşır. Meton döneminin diğer bir adı Enneadeceateris (Yunanca 19 sene) de 19 seneyi ifâde eder. Meton döneminin 12 senesi 12 ay, 7 senesi ise 13 ay barındırmasıyla farklılaşır. Güneş’e göre oluşan seneden kısa olan Ay’a bağlı senenin, aynı hizâya gelişi, 7 senesine birer ay eklenmesiyle gerçekleşir. Kur’ân’daki ‘sene’ kelimesinin tekil formunun (sene) 7 kez geçmesine karşın, çoğul formunun (sinyn) 12 kez geçmesi de diğer bir âhenk göstergesidir. Meton dönemi; Güneş ve Ay periyotlarının 19 yılda bir aynı hizâya getirilmesini ifâde eder. Diğer ilginç bir husus, Kur’ân âyetlerinde, ‘Güneş ve Ay’ kelimelerinin ikisinin berâber, Meton dönemindeki ‘sene’ adediyle aynı oranda; 19 kez geçmesidir”.

 

Şimdi bu söylenenler “Kur’ânî” bir çalışma mıdır?. Hayır değildir. Hattâ tam-aksine bu söylenenler Kur’ânî çalışmayı blôke etmekte ve engellemektedir. Kur’ân bizden bunu yapmamızı mı istiyor ve bekliyor. İyi de, Peygamber ve sahabe bunları bilmiyordu. Peki ne kaybettiler?. Peygamber ve sahabe bunları bilmediği ve anlayamadığı için “Kur’ân’ı tam anlayamamış” ve onunla amel edememiş mi oldular?. Câhil mi kaldılar?. Bu âyetler karşısında afallayıp kaldılar mı yâni?. Biz bunları bilince onlardan daha iyi ve üstün müslüman mı olduk?. Bunları bilmek bize ne kazandırdı ki?. Modern müslümanlar Kur’ân’ın modern-bilim mûcizeleriyle dolu olduğunu zannediyorlar ve bunun anlaşılması için nâzil olduğunu sanıyorlar. Peki bunları bilmesek ne kaybederiz?. Çünkü 1.400 yıllık İslâm târihinin %95’lik bölümünde bunlar bilinmiyordu. Peygamber ve sahabe bu söylenenleri bilmiyordu. İyi de onlar neyi eksik yaptılar ve neyi anlayamadılar?. Kur’ân bu tür çalışmalar yapılmasını mı emrediyor ve bekliyor bizden?. Amaç bunları öğrenmek ve bilmek midir yâni?. Evet!; eğer Peygamber’in “güzel örnekliği” olan Sünnet’ini iptâl edip de “sâdece Kur’ân” düşüncesiyle Kur’ân’ı okursanız, modernitenin çok memnun olduğu bu tür çalışmalardan başka bir şey yapamazsınız ve İslâm’ın en yüce amacının da bu olduğunu zannedersiniz.

 

Oysa İslâm’ın amacını Kur’ân çok açıkça beyân etmiştir ve Peygamberimiz de zâten 23 yıl boyunca bu amacı yerine getirmek için çalışmış ve sonunda da o amaca-hedefe ulaşmıştır. Tabi tüm peygamberler bu amaca ulaşamamıştır. Çünkü bu amaca ulaşmak kolay değildir ve her zaman olmayabilir de. Fakat şu kesin ki, tüm peygamberler üstün gayret göstererek ömürlerinin sonuna kadar Kur’ân’ın gösterdiği bu amaç için çalışmışlardır. Kur’ân bu amacı şu şekilde ifâde eder:

 

 “Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Evet; İslâm’ın amacı, “Allah’ın dînini hayâta egemen kılmak (ekîmûd dîn)”tır. Zâten aşağıdaki âyet de müslümanlara bu amacı gösterir ve bu amaca ulaşmada izlenmesi gereken yolu ve bu amaca kimlerin ulaşabileceğini şu şekilde gösterir:

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip-beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

İslâm’ın amacı; “insanların kâlplerini ve zihinlerini İslâm-merkezli olarak değiştirerek ve İslâm’a adanmış şahsiyetler yetiştirerek ‘İslâm kardeşliği’ merkezinde bir İslâm toplumu kurmak, bu toplum ile tebliğ ve dâvette bulunmak, küfre, şirke ve adâletsizliğe-zulme karşı sağlam bir direniş ve dik duruş sergilemek, Allah râzı olduğunda ve zamânı geldiğinde her-şeyden vazgeçerek devlet-cihad-şahâdet-medeniyet bilinci ortaya koyarak Dünyâ’yı İslâm-merkezli olarak şekillendirmek ve şeytana, tâğutlara ve zulme meydan verilmeyen bir Dünyâ kurmak”tır. İslâm’ın en yüce amacı budur. İslâm’ın amacı “İslâmî bir Dünyâ kurmak”tır. İslâm’ın amacı, Allah’ın müslümanlar için Dünyâ’da emrettiği ve beklediği şeydir. Zîrâ İslâm ancak bu amaç gerçekleştiğinde “hakkıyla” yaşanabilir.

 

Yüce bir hedef-amaç üzre olmayanlar, ya hazzın kuşatması, yada ölümü düşünmenin buhrânı içinde yaşamaya mahkûmdurlar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2019

 


Devamını Oku »

21 Temmuz 2020 Salı

Konfora Tapmak


“Gerçekten güçlükle berâber kolaylık vardır. Şu-hâlde boş kaldığın zaman, durmaksızın (duâ ve ibâdetle) yorulmaya-devâm et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et” (İnşirâh 6-8).

 

İlk önce konfor ve konformist kelimelerinin tanımlarına bakalım.

 

Konfor: Fransızca confort: Teselli, rahatlatma, rahatlık. Conforter: Teselli etmek, rahatlatmak. Latince confortare: güç vermek, confortis: güçlü, con+fors. Latince fortis “güçlü” sözcüğünden “con” önekiyle türetilmiştir.

 

Conformist: “Uyumlu kimse. Geçerli olan fikirlere veyâ inançlara uyan kimse. Toplum kurallarını çiğnemeyen kimse. Toplum kurallarına uyan kimse. Kilise kurallarına uyan kimse.

 

Fransızca conformiste; “genel kurala uyma eğiliminde olan” sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük Fransızca se conformer: “aynı biçimi almak” fiilinden türetilmiştir. Bu sözcük Latince aynı anlama gelen conformare fiilinden türetilmiştir. Non conformist ise; “isyâna hazır olan” demektir.

 

Baştaki âyet açıkça “bu dünyâ konfor ve rahat içinde yan gelip yatma yeri değildir” demektedir. “Bir işten yorulduğunda yan gelip yat” demiyor da, “başka bir işe koyul” diyor. Çünkü biz bu Dünyâ’ya yan gelip yatmaya değil, Allah’ın emirleri ve istekleri doğrultusunda aynen örnek insanlar olan peygamberler gibi mü’mince yaşayıp ölmek ve âhirette de cenneti kazanmak için gönderildik. Dünyâ âhiretin tarlası olduğu için, tarlada sıcağa-soğuğa bakmadan disiplin içinde çalışmalıyız.

 

Tabi bu konfor ve rahat düşkünlerinin konforunu bozup rahatını kaçıracaktır. Çünkü onlar “hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi yapabilecek” olan insanlardır  ve konforlarına ve rahatlarına taparcasına düşkündürler. Bu kişilerin en çok ağızlarında geveledikleri laf, “rahatlık çok önemli” sözüdür.

 

“… Sen onlara ve atalarına meta ve bol rızık (yâni konfor) verip yararlandırdın, öyle ki (senin) zikri(ni) unuttular ve böylece yıkıma uğrayan bir kavim oldular” (Furkân 18).

 

Bol rızık, mal ve para yâni konfor, kişiye Allah’ı anmayı unutturur. Allah’ı unutanlar mutlakâ şeytanın yoluna girerler de fitne çıkarıp yeryüzünü ifsâd ederler. Böyle yıkıma uğrarlar. Âyet bunu söylemektedir. Aliya İzzetbegoviç konfor hakkında şunları söyler:

 

“Materyâlist görüşün tersine, uygarlık ve konfor insanın tabiatına uygun bir şey değildir. Konfor ve ona bağlı tüketici zihniyet her yerde, yalnız dîne olan bağlılığı değil, herhangi bir değerler sistemine olan bağlılığı da zayıflatıyor (ve hattâ yok ediyor).. Uygar hayâtın dış-görüntüsü konfor, iç-görüntüsü ise mânâsızlıktır. Bu da ne kadar fazla konfor varsa, o kadar da fazla mânâsızlık ve gâyesizlik hissedilir diyalektiğine uygundur.

 

Beden konforunun ve rahatın bozulması, kafa-konforunun bozulmasıyla başlar. Tüm peygamberler gönderildikleri toplumların ilk başta kafa, sonra da beden konfor ve rahatını kaçırmış ve bozmuştur. Kâfir ve müşriklerin onlara; “fitne ve fesad çıkarıyorsun” demeleri, “rahatımızı ve konforumuzu bozdun” demektir. Fakat bu zâten peygamberlerin görevidir ve Allah’ın yolundan çıkarak küfre ve şirke düşmüş olanların rahatını ve konforunu bozmak için gönderilmişlerdir. İslâm, Dünyâ’da adâlet, eşitlik, merhâmet, vicdân, tevhidin hâkimiyeti ve cennet konforu için Dünyâ’daki küfrün, şirkin ve zulmün konforunu bozmak ve zâlimlerin rahatını kaçırmak için vardır. Zîrâ Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve imtihanın olduğu yerde çok da rahat edilemez. Bu bağlamda Ali Şeriati, konfor ve rahat düşkünlerine, kafa-konforları yerinde olanlara; “sizi rahatsız etmeye geldim” demiştir.      

 

Târih boyunca insanların çok büyük çoğunluğu, “konformizm dîni”ne intisap etmiştir. Konfor tüm zamanlardaki insanların hayâllerini süslemiş ve zenginlerin-sultanların ise keyiflerine keyif katmıştır. Fakat insanların tamamının aynı-anda konfora ulaştığı olmamıştır. Buna imkân da yoktur. Zîrâ konfor “lüks”tür ve lüks zâten “herkeste olmayan, herkesin ulaşamadığı eşyâ” demektir. O hâlde konfora ulaşmak isteyenler, birilerinin “konforlarının bozulmasını ve rahatının kaçmasını yada konfora ve rahata hiç-bir zaman ulaşamamasını istiyorlar” demektir ki konforun ve rahatın putlaştırılıp tapıldığı günümüzde görülen şey de budur.

 

Modernite insanları konforun kölesi yaptı. Modern insan kendi konforu için tüm insanların konforları bozabilecek insandır. Daha çok garibana olmak üzere, konfor insanlara korkunç bir yük getirdi. Zîrâ konfora sâhip olmak çok pahalıdır. Çünkü a-normâl bir şeydir. Dünyâ’nın formatına çok da uygun değildir. Tüm zamanlarda ve günümüzde, sultanlar, zenginler ve de hırsızlar, kendi konforları uğruna nicelerinin konforunu ve rahatlarını bozmuşlardır ve bozmaktadırlar. Birileri “konfora tapıyor” diye birileri ezilmektedir. Zâten küfürde, şirkte ve putçulukta böyle olur. Putçuluk insanların genel çoğunluğunun üzerinde yükselir. Altta kalan ezildikçe ezilirken, üstekinin ise konforu arttıkça artar. Yâni konfordan mahrûm olanlar olmasa aslında birilerinin konfor, rahatlık ve lüks içinde keyif çatabilmesi imkânsızdır.

 

Modern insan konforuna ve rahatına çok düşkündür. Fakat İslâm’a göre hayat bir “imtihan”dır ve Dünyâ da “imtihan dünyâsı”dır. Bu, Dünyâ’nın “cennet” olmadığı anlamına  gelir. İmtihan son ânâ kadar sürecektir. Bu ise hayat-boyu disiplinli olmayı gerektirir. Çünkü adı üstünde, “imtihanda olmak, disiplin içinde olmak” demektir.

 

İslâm helâl yoldan yemeyi-içmeyi-giymeyi-gezmeyi helâl sayar. Fakat haddi bilmeyi ve aşmamayı da öğretir. İslâm bir imtihan bilinci içerdiğinden dolayı -baştaki âyette söylendiği gibi- mü’minlere disiplin içinde olmalarını emreder. İşte bu durum modern insana ve özellikle de gençlere çok zor ve hattâ dehşet verici gelmektedir. Zîrâ modern insan ve özellikle gençler, konforlarından ve rahatlarından aslâ tâviz vermek istememektedirler. Çünkü onlara 5-6 yaşlarına kadar anne-babaları, sonra da okul tarafından bir prenses ve bir kral gibi davranılmaktadır. Her istekleri ânında yerine getirilmektedir. Hattâ çocuklarının yanında “hayır” ve “ölüm” kelimelerini kullanmayanlar var. Bu şekilde yetişen çocuklar gençliklerinde ve ileriki yaşlarında, ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmak istememekte ve Dünyâ’da bir kral ve kraliçe gibi yaşamak istemektedirler. Üstelik bunu kendileri için bir “hak” olarak görmektedirler. Modern toplum bu zihniyette ve davranışlarda olan insanlarla dolmaktadır.    

 

Modern gençliğin erkekleri kendilerin kral, kızları ise prenses gibi görmektedirler. Bunda âilelerin de rôlü ve payı vardır. Sürekli pohpohlanarak yetiştirilen modern gençlik, kafa ve beden konforunu bozacak her-şeye gıcık olup düşman oluyor. Bu, çok basit şeyler için bile geçerlidir. Meselâ konforunu ve rahatını dinleştirmiş olan ve zinhar tâviz vermeyen gençler, hazları, konforları ve arzularının tatmini için yeme-içme-gezme vs. şeyleri hiç bıkmadan ve aşırı bir hevesle yapabildikleri hâlde, kendisi için çırpınan ana-babasının bir su istemesini bile “konforunu ve rahatını bozan şey” olarak görüp buna katlanamamaktadır ve ana-babasının isteğini öfleyip-püfleyerek son-anda yerine getirmektedir. Tabi bu-arada ana-babası, kendi işlerini kendileri kalkıp yapmamışsa. Zîrâ modern insan ve gençlik, konforuna ve rahatlığına aşırı düşkündür ve âdetâ konforuna tapmaktadır ve bu tapınıştan aslâ tâviz vermek istememektedir.

 

Dünyâ-konforu yerinde olanların, kafa-konforları da yerindedir. Fakat kafa-konforları yerinde olanlar, yâni hiç-bir şeyi kafaya takıp da konforunu bozmayanlar, “insan” olma noktasında sorunludur. Çünkü “kâlp konforları” bozuktur. Kâlbi bozuk olanın konforu ve rahatı yerinde olsa da, aslında iç-huzurdan mahrûm olduğu için içten-içe bir huzursuzluk yaşamaktadır. Çünkü Dünyâ’nın formatı ve sünnetullaha göre Dünyâ, sürekli olarak konfor ve rahat içinde yaşamaya elverişli ve yeterli bir yer değildir.

 

İnsanlar târih boyunca hiç-bir zaman günümüzdeki kadar; tembel, korkak, uykucu, konformist, alıngan, israfkâr, yalancı vs. olmamıştı. Zâten buna uygun mekân ve zaman da yoktu. Zîrâ eskiden genel anlamda insanların tembellik yapacak lüksü ve alanı yoktu. Çok açıktır ki konfor ve rahatlarına çok düşkün olanlar “tembel” insanlardır. “Tembellik bir insan hakkıdır” diyorlar fakat bırakın insanı, günlük yaşayan hayvanların bile tembel olma lüksü yoktur.  

 

Halkın konfor ve rahat isteği ve hayâli ne kadar artarsa artsın, hiç-bir zaman istedikleri ve hayâl ettikleri gibi konfora ve rahata erişemezler. Fakat onları bu düşünceye sokan ve hayâllere daldıranların konforları ve rahatları günden-güne artar. O yüzden kafaların ve de bedenlerin konforu bozulmadan; tâğutların-zâlimlerin-şerefsizlerin konforu bozulmaz.

 

Rahat ve konfor isteği hiç-bir zaman bitmez. Çünkü hiç-bir rahat ve konfor durumu insana yetmez. İnsan her zaman, bulunduğu durumun bir-üstünü ister ve hayâl eder. O yüzden konfor ve rahat isteği ve hayâli şeytanın bir tuzağıdır. Bu tuzakta çırpındıkça daha çok batar. Bu nedenle insan için ölçülü ve orta-yollu bir Dünyâ hayâtı en doğrusu ve en iyisidir. Aksi-hâlde konfor peşinde koşup durmak zorunda kalır. Konfor peşinde koşmak elbette hevâ ve hevesin peşinde koşmaktır:

 

“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını-nefsini) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

 

Konfor tutkunları her günü ve her ânı dolu-dolu yaşamak isterler. Modernite aslında böyle bir isteği ve hayâli insanlara dayatır. İnsanların sürekli olarak bu durumda olmalarını ister. Çünkü arzu ettiği insan-tipi budur. Bu bağlamda çeşitli manşet sözler üretmişlerdir. Bunlardan biri de; “Carpe Diem” yâni “Günü Yakala”dır. Popüler kültürde ise en çok “ânı yaşa”,“gününü gün et”, “günü yaşa” anlamlarında kullanılmaktadır. Yâni aslında zımnen; “sürekli olarak konfor ve rahat hayâli içinde ol” demek isterler. Böylece onu olmayacak hayâllere kaptırarak bu uğurda her-şeyi yapacak bir insan hâline getirirler.

 

Modern insanın bu duruma gelmesinde modern-seküler-lâik eğitim sistemi ve profan ideolojilerin de payı vardır ve hattâ ana-pay onlara âittir. Bireyleşmiş ve konforuna tapan gençler için en iyi hayat, konforunu ve rahatını arttıracak şeyleri yapmak yada bunun hayâlini kuraktır. Çoğu insan aslında konfor içinde olmadığı hâlde sanki konfor ve rahat içindeymiş gibi davranır. Modern gençlik, her zaman yapmayacağı ve yapamayacağı, olmayacak şeyleri hayâl eder ve bunun muhabbetini yapar durur. Fakat sıra onu fiîliyata ve pratiğe dökmeye gelince işin zorluğu açığa çıkar ve onu yapabilmek için konfordan ve rahattan vazgeçilmesi gerektiğini görür. O zaman da konfor ve rahatından vazgeçmek yerine hayâlinden vazgeçer ve yeni hayâller kurmaya başlar. Hattâ hayat tecrübesinden uzak olan çoğu genç bu konuda şizofreni hâli yaşamaktadırlar. Çünkü modern genç, henüz hayâtın acısını ve zorluğunu görmemiştir ve hayâtı hep toz-pembe zannetmektedir. Bir asalak gibi yaşadıkları için hayat onlara “her zaman böyle gidecek” gibi gelmektedir. İşin daha da kötü yanı, bu konuda yapılan uyarıları da dinlememektedirler. Çünkü konforu ve rahatı yada konfor ve rahat hayâlini bozmak gerçekten çok zordur.

 

Hayat hep “iniş” ve “yokuş-aşağı” değildir. Hayatın bir de çıkışları ve dik yamaçları vardır ki aslında imtihanın gereği olarak hayat daha çok dik yokuşlardan oluşur. Çünkü Dünyâ’nın formatı bunu gerektirmektedir.

 

Yeni nesil disiplini hiç sevmiyor ve hattâ nefret ediyor. Zîrâ disiplin, konforu blôke eder. Disiplin ile konfor aynı-anda bir-arada bulunmazlar. Çünkü konfor zâten bir disiplin yokluğu durumudur. Disiplinli insanlar için konfora sâhip olunsa bile onu yeterli şekilde kullanmak pek mümkün değildir. Bunun farkında olan modern insan, disiplinli bir hayat istememekte ama konfora kavuşmayı çok istemektedir. Fakat disiplinli olmadan ve hayatta disiplin içinde olup da bir kazanç elde etmeden, -eğer atadan mîras kalmamışsa- o konfora ve rahata ulaşmak mümkün değildir. O hâlde bir hayâtı konfor içinde yaşamak isteği pek de mümkün olan bir şey değildir ki konfor içinde yaşadığını zannettiğimiz insanları yakından tanıdığımızda, konfordan çok da yararlanamadıklarını görürüz. Çünkü buna aslında Dünyâ’nın formatı yada sünnetullah izin vermez. Zîrâ Dünyâ “cennet” değildir.  

 

Namaz, oruç, zekat, hac İslâm’ın diğer emirlerini yerine getirmek konforu mahveder. Düşünsenize; uykuya, yeme-içmeye, gezmeye, filme-diziye, maç izlemeye vs. mecbûren ara verdiriyor, televizyonu kapattırıyor. Böylece konforu bombalıyor. O yüzden konfor ve rahat düşkünleri ibâdetlerini ya hiç yapmazlar yada çok sınırlı bir şekilde yaparlar ki bu, “ibâdetin şeklini kendisinin belirlemesi” anlamında “din belirlemek”tir. Bu ise İslâm’ın aslâ kabûl etmeyeceği bir şeydir. Çünkü zâten şirk ve küfür dolayısı ile zulüm, dîni kendisi belirlemek isteyenlerin zamanla yeni bir din ortaya çıkarmaları durumudur.

 

Çağdaş küresel medeniyeti kuran ve yaşatanlar yâni Allah, Peygamber, hesap-günü ve hak-hakîkat tanımayanlar; “gün bu gündür, yaşamana bak, hayâtın keyfini çıkar” diyenlerdir. Bunun için her türlü imkânı kullanmaktadırlar. Çünkü Allah’ı hesâba katmayanlar ve O’na düşman olanlar iş-başına geçtiklerinde ekini ve nesli helâk ederler.

 

Konformizm aslında korkudan, durgunluktan ve pısırıklıktan kaynaklanır. İnsanı “insan” yapan şeylerden uzak kalınca, aradaki boşluk konfor ile kapatılmak istenmektedir. Atasoy Müftüoğlu bu bağlamda şunları söyler:

 

“Konformist, teslimiyetçi, statükocu, hoşgörücü yaklaşımlar zelil korkulardan kaynaklanır. Modern-seküler târihin İslâm ve müslümanlara karşı savaşının sürdürüldüğü bir dönemde, konformizmi, hoşgörüyü seçmek kadar utanç verici bir tercih olamaz. Hiç-bir mücâdeleye, muhâlefete, sorgulamaya yanaşmayan konformizm her durumda büyük bir onursuzluğa neden olur. Ezoterik, gnostik, konformist, statükocu dînî yaklaşımlardan hiç-bir sûretle sağlıklı bir gelecek beklenemez. Bütün bir insanlık, çıkarcı çılgınlıklar dünyâsında yaşıyor”.

 

İnsan her-şeyin en güzeline lâyıktır. Çünkü Allah insanı, “her-şeyin en güzeline lâyık olması için” yaratmıştır. Fakat bu, “Dünyâ’daki her-şeyin” değil, “cennetteki her-şeyin en iyisi”dir. Çünkü Dünyâ herkese “lüks” anlamında her-şeyin en iyisini sunacak yeterlilikte değildir. O hâlde insan, cennette en iyisine lâyık olmak ve ona hak kazanmak için çalışmalıdır ki bu ancak İslâm-merkezli çalışmakla olur. O da, bir disiplin içinde, vazgeçişlerin de olduğu ve hattâ mallarla ve canların ortaya konulacağı bir cihadı gerektirir. Aksi-hâlde her-şeyin en güzeli olan cenneti değil, her-şeyin ve her-yerin ateş ve azâb olduğu cehennemi hak edecektir. Asuman Düzgün, “her-şeyin en iyisine lâyık olmak” bağlamında şunları söyler:

 

“Zihinlere zerk edilen ‘sen her-şeyin en güzeline ve en iyisine lâyıksın’ aldatmacası, kişinin nefsini üstün görerek kendine tapar bir hâle gelmesine neden olabiliyor. Çoğu-zaman modern insanı, ‘hayâtıma dâhil olan herkes ve her-şey en iyi olmalı’ fikriyle daha fazlası için hep bir çaba içinde talepkâr buluyoruz. Onda vâr olan bu ‘hep en gözde ve seçilmiş olana kendisinin lâyık olduğu’ düşüncesi ise onu kendisi ve çevresiyle hattâ Yaradan’ı ile iletişimini bozacak seviyeye getiriyor. Bu noktadaki muhteris kişi kendisini yücelterek hayatta herkesten ve her ortamdan alacaklı bir tavır içine giriyor ve bencilliğin o nobran hâllerini takınabiliyor. İnsan çoğu-zaman kendi acziyetini unutarak şâhitlik ettiği şeylerin sâhipliğine soyunabiliyor. Modern zamanların sloganı olan ‘sâhip olduğun kadar varsın’ telkinleriyle dünyevîleşmeyi hayâtının her alanına dâhil edebiliyor”.

 

Cennet “yol geçen hanı” değildir. Sonsuz nîmetler diyârı olan cenneti hak edebilmek ve âhirette rezil olmaktan kurtulabilmek için, bu Dünyâ’da kafa ve beden konforunun imtihan ve sünnetullahın gereği olarak baya bir bozulması gerekir. Dünyâ’da konfor içinde keyif çata-çata ölüp de cennete gidebilmek kolay olmadığı gibi pek mümkün de değildir. Çünkü “âhiretin tartısı ve hesâbı” Dünyâ’daki gibi değildir. Dünyâ’da kim Allah rızâsı için daha takvâlı olmuş ve gayret etmişse o cennete en çok lâyık olacak, cenneti en çok o hak edecektir. “Göbeğini kaşıya-kaşıya yaşamak ve ölünce de cennete gitmek” hayâli olanlar bu hayâllerinden bir-an önce vazgeçseler iyi olur. Yoksa âhirette “büyük bir şok” yaşayabilirler. Çünkü hiç-bir peygamber göbeğini kaşıya-kaşıya peygamberlik yapmamıştır. Lüks ve rahatlık içinde yaşayıp da hem Dünyâ’da hem de âhirette saadete ulaşmış bir peygamber örneği yoktur. Bu zâten “imtihan dünyâsı” bağlamında mümkün de değildir. Hz. Süleyman bile o kadar zenginliğine rağmen savaşlarda-seferlerde ve devletin işlerine koşturmaktan dolayı konfor ve rahatlık içinde yaşamış değildir ve hattâ kendisi bir devlet-işi ve denetimi sırasında vefât etmiştir.

 

Dünya konfor ve rahat içinde yan gelip yatmak için bulunduğumuz yer değildir. Hiç-bir zaman da olmayacaktır. Şeytan bile kendi bâtıl yolu üzerinde aralıksız olarak “söz”ünü yerine getirmek için çalışmaktadır. O kadar ki, nicelerini ayartmayı ve ayaklarını kaydırmayı başarmıştır. Hem de bunu en çok “konfor tuzağı”na düşürerek yapmaktadır.

 

Dünyâ, cennetin ebedî konforunu kazanmak için, konfordan vazgeçerek hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve tevhidi hâkim kılarak bu şekilde yaşamak ve bu yolda çok gayret edilmesi gereken bir mekândır. Dünyâ bir “konfor ve rahat yeri” değil, “eşsiz konfor ve rahat etme yeri” olan cenneti kazanmak için hazırlanmış olan bir imtihan alanıdır. Yeryüzünde ilk önce kafa, sonra da beden konforunu bozmadan ve her-şeyi Allah’ın isteği ve rızâsına göre yapmak için çalışmak (cihad) kişinin takvâsı ölçüsünde onu sonsuz konforun, rahatlığın, mutluluğun ve huzûrun merkezi olan cennete ulaştıracaktır. Fakat konforunu ve rahatını boz(a)mayanları ve konfor ve rahatlık içinde kendinden geçenleri ise âhirette zor bir hesap ve azap beklemektedir.

 

“Yoksa insana her dileyip arzu ettiği şey mi var (zannediyor)?” (Necm 24).

 

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır (Bakara 214).

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

“Ey îman edenler!, sizi acı bir azapdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur. Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 10-13).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2019

 

Devamını Oku »

13 Temmuz 2020 Pazartesi

İslâm Hayâta Niçin Hâkim Olamıyor?



“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Hemen başta söyleyelim ki, İslâm -hâşâ- sığıntı olacak, keyfe, isteğe ve “duruma göre” yaşanacak bir din değildir. İslâm hayâta hâkim olmaya gelmiştir ve İslâm aslâ yarım-yamalak yaşanması için gönderilmemiştir. Modern insanlar-müslümanlar İslâm’ı hayâtın merkezinden koparıp kişiselleştirseler, vahyi kâlplere ve zihinlere has kılsalar ve hayatta ise şeytânî-beşerî ideolojilere, düşüncelere ve sistemlere göre düşünüp amel-eylemde bulunsalar da, İslâm bir “hayat dîni”dir, Kur’ân da bir “hayat kitabı”dır ve hayâtın her alanına müdâhale eder ve hayâtın her alanına hâkim olmak ister. Zâten peygamberler de bu “ana amaç”ı ikâme etmek için gönderilmişlerdir. Çoğu peygamber bu amacı gerçekleştirememiş olsa da bu uğurda bu amaçla çalışmışlardır:

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

Kur’ân’ın söylediklerinden ve Peygamber’in İslâmî pratiğine (Sünnet) aykırı olan her-şey fitnedir ve mü’minin düşmanıdır. Hz. İbrâhim de bunu söyler:

“İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca âlemlerin Rabbi hâriç” (Şuârâ 77).

İşte “güzel örnek”liğine uymamız gereken Hz. İbrâhim gibi biz de bu küresel fitneye düşman olmalıyız ki günümüzün en büyük fitnesi modernizm ve modern hayattır. Modern hayâtın ortaya koydukları şeyler gayri İslâmî bir zihinle yâni nefisle düzenlendiği için (çünkü İslâm hayattan uzaklaştırılmıştır ve hiç-bir şeye karıştırılmamaktadır), modern hayâtın ortaya koyduğu şeyler bizim düşmanımızdır. Bu fitneyi dost edinmeyi bırakıp, onu yeryüzünden temizlememiz gerekmektedir. Zâten bu Allah’ın bir emridir:

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

Yüksek bir tepeden, yaşadığınız modern kente bir bakın. Bu kent metropôl seviyesinde bir kent ise söyleyeceğimiz şey daha iyi yerine oturur. O gördüğünüz manzara, o gördüğünüz yer var ya; yâni ışıltılı ve keşmekeş hâlindeki, doğallıktan kopmuş ve sûniliğin ve sanallığın her yanı sardığı o modern kent… İşte orada İslâm’ın “hakkıyla yaşanması” imkânsızdır. İslâm eksik bir din olmadığı gibi yarım-yamalak uygulanacak ve yaşanabilecek bir din de olmadığından dolayı, hakkıyla yaşanmadığında “tam olarak yaşanmamış” olacağından dolayı, sorunlara çâre olmayacaktır, zâten bu nedenle olmuyor ve olamıyor da. Böyle mekânlarda İslâm ancak bireysel müslümanlığın konusu olacaktır ki o da kısa zamanda bireyler tarafından ifsâd edilecektir. Zîrâ İslâm bireyselliğe indirgenebilecek bir din değildir.

İslâm modern kentlerde ancak bir nebze, o da bireysel olarak yaşanabilir fakat “hâkim olma” anlamında yaşanamaz. Çünkü İslâm’ın kendine has bir mekân anlayışı vardır ve işte öyle bir mekâna ihtiyâcı vardır. Kendi zihniyetini uygulamaya sokacak bir mekâna ihtiyâcı vardır ki bu mekân modern kentler değildir. Ruhsuz modern kentler ve mekânlar şeytanın zihniyetine göre kurulmuştur.

Peygamberimiz İslâm’ı Mekke’de hakkıyla yaşayıp uygulayamadığı için hicret edecek yer aramıştı (Habeşistan, Taif vs) de en sonunda Medîne ona yurt olmuştu.

“Bu zamanda İslâm’a göre yaşanmaz” demek, “bu mekânda İslâm’a göre yaşanmaz” demektir. Çünkü İslâm modern mekânların neresinde “hakkıyla” yaşanabilir ki?. İslâm tüm zamanlarda yaşanabilir fakat İslâm’ın “hakkıyla yaşanması ve hayâta hâkim olabilmesi” için kendine has ve uygun bir mekân da gerekir. O yüzden İslâm, gerekirse Dünyâ’nın altını üstüne getirerek mekânı değiştirir ve kendine uygun hâle getirir. İslâm medeniyeti bunun örneğidir. Çünkü mevcut modern mekânda olmaz, olmuyor. Son 200 yıldır bir türlü olmuyor ve olmadığı gibi, hızla geriye doğru bir gidiş var. Müslümanlar İslâm’a kıyısından-köşesinden tutunmuş durumdalar. Zîrâ tam ortasından tutunacak bir alan-mekân yok.

Şimdi Türkiye’de neden İslâm hayâta yâni iç ve dış âlemlere hâkim olamıyor?. Çünkü İslâm’a uygun bir alan ve mekân yok. Her yer modernite ile kuşatılmış ve doldurulmuş. Yâni modernite hayâta hâkim olmuş. Bunun zamanla alâkası yok, mekânla alâkası var. Yüksek tepeden bakınca görülen o modern kentte İslâm ancak “sığıntı bir din” olabilir, “ezik bir din”. Zâten an îtibârıyla İslâm bu şekilde algılanıyor. Oysa İslâm aslâ “yanaşma bir din” değildir. İslâm ya hayâta hâkim olarak hakkıyla yaşanır, yada etkisiz bir din olur ki o din İslâm olmaz.

Aslında İslâm her zaman tam yetkinliktedir. Fakat biz “İslâm” derken “müslümanlık”tan bahsediyoruz. İşte mekân İslâm’a ve müslümanlara göre düzenlenmediğinde yâni iç-âlemle berâber dış-âlem de İslâm’a ve müslümanlara-mü’minlere göre değişmediğinde İslâm hiç-bir zaman hayâta hâkim olamaz ve hakkıyla yaşanamaz. Çünkü İslâm bir “hayat dîni”dir. Kur’ân da “hayat Kitabı”dır zâten. Öyle kıyıya-köşeye yada dört duvar arasına hapsedilemez.

İslâm modern kentlerde-mekânlarda iç-âleme de dış-âleme de hâkim olamaz, olmuyor. Çünkü modern kentler doğala, fıtrata ve normâle aykırı mekânlardır. İslâm ise hakkıyla yaşanması ve hayâta hâkim olması için, fıtrata, doğala ve normâle uygun bir Dünyâ’ya ihtiyaç duyar. Günahla, çirkeflikle, sapıklıklarla, adâletsizlikle, merhâmetsizlikle, vicdansızlıkla, eşitsizlikle, küfürle, şirkle ve dolayısı ile zulüm ile sonuna kadar aynı ortamda bulunamaz. Çünkü “hak geldiğinde bâtıl yok olup gider” ve gitmelidir. Bâtıl yok olduğunda da İslâm hayatta görünür olur ve hâkim kılınabilir. İşte o zaman İslâm’ı hakkıyla yaşayacak mü’minler ortaya çıkar ve bir medeniyet başlatabilir.

İslâm’ın bir mîmârisi ve bir şehir anlayışı vardır. Aslında İslâm, teknolojinin her yeri kuşattığı yerde de yaşanamaz. Barutun, elektriğin ve motorun hâkim olduğu yerde İslâm nasıl hakkıyla yaşanacaktır ki?. Teknolojinin insanı ve hayâtı kuşattığı yerde İslâm ideâl olarak yaşanamaz ve Dünyâ’ya hâkim olamaz. Çünkü burada gerçek anlamda bir İslâm olmaz, “İslâm’ın bilgisi” olur sâdece. İslâm’ın bilgisi ise İslâm değildir. İslâm’ın bilgisini edinmiş olan müslümanlar da, zihnî tartışmaların kısır-döngüsü içinde boğulur giderler. Aynen günümüzde olduğu gibi.

İslâm “Sünnet”siz olmaz. Modern kentlerde ise “Sünnet’e göre”lik olamaz. “Güzel örneklik” modern kentlerde tekrâr edilemez yada ondan ilham alınarak yeni bir İslâmî örneklik kurulamaz. Zâten o yüzden de müslümanlar dâhil modern insan tarafından “hadis” adı altında Sünnet inkâr ediliyor. Çünkü modern kentler “örnek yaşanmışlıklara” uygun değil ve aykırı. Bu nedenle modern kentlerde Sünnet’ten bahsedildiğinde bir sırıtma meydana çıkıyor. Zîrâ modern kentler Sünnet’in yaşanamamasına göre îmâr edilmektedir. Modern kentler, Sünnet’in hâkim olamamasına göre düzenlenmiştir. Bu yüzden modern kentlerde ve mekânlarda “sâdece Kur’ân” diyenler ortaya çıkar. Zîrâ Kur’ân’ı istedikleri gibi yorumlayıp moderne uydurabiliyorlar. Fakat yaşanmışlığı yâni “güzel örneklik” denilen Sünnet’i yorumlayamazsın ki!. Yaşanmışlık nasıl yaşandıysa o şekildedir.

Aslında modern zamanlara kadar yada moderniteyi başlatan ve sürdüren üç ana etken olan barut, elektrik ve motorun ortaya çıkışına kadar Dünyâ’da tüm bitki örtüsü, hayvanlar ve insanın bizzat maddî ve rûhî varlığı da doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak hareketini devâm ettiriyordu. Nefisler yine devredeydi ama onun bile azgınlıkta genelde bir sınırı vardı. Zîrâ doğal bir döngüden, işleyişten, ilerlemeden, üretimden, ilişkilerden vs. kopulmuyordu. Dünyâ’nın her yerinde genelde böyleydi. Fakat ne zaman ki hayat-şekli moderniteyle birlikte değişmeye başladı, işte o zaman insan da değişmeye başladı. Çünkü mekân değişmeye başladı. İnsan değiştikçe mekân, mekân değiştikçe insan değişti. Bu değişme doğal, normâl ve fıtrî olmayan bir değişmeydi. Mekân değiştiği için zaman değişmeye başladı. Yoksa zamânın kendi-kendine değişecek bir durumu yoktur. O hâlde değişen şey, maddenin a-normâl değişimi sonucunda mekânın değişmesidir.

Demek ki mekân değişince bir “değişim” oluyor ve hattâ değişimler mekânın değişimiyle başlıyor. Mekân doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak değişince bu değişim, insanı olumsuz etkilemiyor ve zâten insanlar ve de hayvanlar bu değişimin çok da farkında olmuyorlar. Mekânın doğal değişiminden dolayı insanın (ve diğer canlıların) yaşam-şeklinde bir değişiklik olmuyor. Doğala, normâle ve fıtrata aykırı olmayınca harekette ve hızda a-normâl bir değişiklik olmuyor. Mekân yavaş değiştiği için insanlar bu değişimden olumsuz etkilenmiyor ve değişen mekân onları sarsmıyor, yoldan çıkarmıyor. Sonuçta da o mekânda İslâm’a göre yaşamak mümkün oluyor ve hattâ o mekânda İslâm hakkıyla yaşanabiliyor. Zîrâ hayâta İslâm hâkim olmuş oluyor.

Moderniteyle birlikte ise, madde çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Öyle ki artık bu hızlı değişimin tâkibi bile yapılamıyor. Maddenin değişimi “mekânın değişimi” olduğu için, mekân çok çabuk değişmiş oluyor. “Dünyâ çok değişti” denilen şey aslında mekânın aşırı farklılaşmasıdır. Mekânın farklılaşması hareketlerin ve davranışların da değişmesine sebep oluyor. İslâm-dışı hareketler ortaya çıkıyor. Hareketler mekâna göre değişiyor. İnsanlar yeni hareketler ve davranışlar kazanıyor yeni mekânlarda. Mekân insanların davranışlarını şekillendiriyor. İşte bu değişen mekânda İslâm’a göre hareket edilemiyor. Netîcede de İslâm’a göre yaşanamıyor. İslâm yâni müslümanlar böyle mekânlarda hâkimiyet kuramıyor.

Hani sık-sık, “bu zamanda olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak şey değil” denmek isteniyor. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir yanılsama olarak insana daha farklı akıyor gibi geliyor. “Bu zamanda olmaz” dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt bir yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (asfalt yolda) at ile yolculuk yapılmaz” anlamındadır. Çünkü asfalt ata göre değildir. İşte aynı şekilde modern mekân ve kent de İslâm’a göre değildir. Bu nedenle de modern kentlerde ve mekânlarda İslâm hakkıyla yaşanamıyor ve dolayısıyla hayâta hâkim olamıyor. Bu seküler mekânlarda örnek ve adanmış şahsiyetler çıkmıyor ve İslâm hayâta hâkim olma yoluna giremiyor.

Mekânın doğal, normâl ve fıtrî olana göre çok aşırı ve hızlı değişmesi, modernitenin bir projesidir ki bu, küresel tâğutlara Şeytan’ın yaptığı telkinin bir sonucudur. Moderniteyi ve modern-beşerî sistemleri ayakta tutan şey, mekânın bu çok farklı ve hızlı değişimidir. Modernite mekânı hızla değiştirdiği için, insan da hızla mekâna uymaya başlıyor, mekâna göre konumlanıyor ve hattâ tasavvuru, düşüncesi, söylemi ve amel-eylemi mekâna göre belirleniyor. Böylece artık yaratılışına uygun davranış gösteremiyor. Yâni İslâm’a göre yaşayamıyor. Zîrâ İslâm’a göre yaşayacak bir ortamı-mekânı kalmamıştır. Yaratıcının emrettiğini yapacak, Kur’ân’a ve Sünnet’e uyacak bir alanı-mekânı kalmamıştır modern insanın ve müslümanın. Çünkü modernite, mekânı hızla değiştirip dönüştürmekle, şeytânî düzenlemeler yapmak ve günah işlemek dışında insana başka bir hareket alanı bırakmıyor.

Esâsen “modernist müslümanlar”, “Kur’ân’cılar” ve “târihselciler” gibi akımlar, “İslâm’ın modern mekânda-kentte hakkıyla yaşanamayacak-uygulanamayacak olması ve bu nedenle de vahyi, bu akımlarla birlikte aşırı yoruma tâbi tutup modern mekâna ve kente uygun hâle getirmek” amacıyla ortaya çıkmıştır. Moderniteden vazgeçmemek için İslâm’ın hakîkatinden vazgeçilmektedir. Bu akımlar bunu “profesyonelce” yapmak için vardırlar. Fakat bu durumda da İslâm, “modernitenin nesnesi” olmak zorunda kalmaktadır. (Aslında nesneleşen İslâm değil müslümanlar olmaktadır). Zîrâ “belirleyici” olan İslâm değil modernite olacaktır. Böylece İslâm, “zihinlerin ve kâlplerin tatmin aracı”na dönüşecektir ve “olsa da olur olmasa da olur” cinsinden bir din hâline gelecektir.

Moderniteyi sorunsuz ve ideâl olarak görenler ve de “insanlığın ulaşacağı en uç zirve” zannedenler, İslâm’ın modernite içinde yaşanabileceğini söylerler fakat İslâm’ın, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünde ve “olduğu şekliyle” moderniteyle uzlaşmadığını ve İslâm’ın modernite içinde hakkıyla uygulanamaz-yaşanamaz olduğunu gördüklerinde ve anladıklarında ise, mecbûren Sünnet’i yok sayarlar ve Kur’ân’ı da aşırı yoruma tâbi tutarak moderniteye uygun hâle gelinceye kadar zorlayarak te’vil ederler. Bu ise “sahih Sünneti-hadisi, Peygamber örnekliğini ve diğer peygamberlerin güzel örnekliklerini ve de İslâm târihini tümden iptâl etmeyi gerekli kılar. Hattâ Kur’ân’ı bile tahrif ve tahrip etmek zorunda kalırlar ki, modern müslümanların(!) yaptıkları meydandadır. Fazlurrahman bu bağlamda şunları söyler:

“Klâsik dönemlerde, Kur’ân’ın ilk muhâtaplarına bildirdiği hükümler hayâta geçirilirken hükümler ile uygulama arasında uyuşmazlık çok yaşanmazdı. Fakat günümüzde, hükümler ve hükümlerin hayâta geçirilmesi arasında bir tutarsızlık ve uyuşmazlık olduğu göze çarpar. Sanâyi Devrimi’nden önceki süreçte insanlar Kur’ân’ın ilk muhâtaplarına getirdiği hükümleri hayâta geçirmede bir sorun yaşamadılar, çünkü Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemle benzer sosyo-ekonomik seviyeyi ve gelişmişlik düzeyini sürdürüyorlardı. 18. yüzyıldan sonra bilim ve teknolojinin hızla ilerlemesiyle, ulaşım araçlarının hızla hayatımıza girmesi geçtiğimiz yüzyıllarda gündeme gelmeyen ‘seferilik’ gibi konuları tartışılır hâle getirdi”.

Fazlurrahman da Sanâyi Devrimi ile birlikte, İslâm’ı-Kur’ân’ı moderniteye uydurmak uğruna dîni ahlâka indirger ve lafzı iptâl ederek sözde ahlâk-merkezli olarak “moderniteye uygun yorumlama” yapmayı önerir. Fakat işte sorun da buradadır. Böyle bir durum ortaya çıktı diye İslâm modernitenin nesnesi mi yapılacak ve vahiy moderniteye göre mi ayarlanacaktır?. Hâlbuki vahiy tam-aksine, mevcudu kendine göre düzenlemek için gönderilmiştir ve peygamberler de bunun mücâdelesini vermişlerdir. Zâten “imtihan” da budur: Müslümanlar Allah’ın sözü olan vahyi mi merkeze alacaklar, yoksa şeytanın telkinleriyle düzenlenmiş olan mevcut yaşam-şeklini mi?.  

Yakın zaman önce kapanmak zorunda kalan Hilal TV, seküler-lâik reklâmlara yer vermediğinden, seküler-mahrem diziler ve filmler oynatmadığından, halkın çoğunluğunun ilgiyle izlediği, uydurma ve zırvalıklardan oluşan soru-cevap programları ve mezhep-târikat-tasavvuf merkezli yayınlar yapmadığından vs. maddî zorluk yaşadı ve kapanmak zorunda kaldı. Üstelik seküler ideolojiyi, iktidârı, evrimi, modern-bilimi desteklemesine rağmen yine de yaranamadı da hayâtiyetini sürdüremedi ve kapanmak zorunda kaldı. Yâni diyeceğim o ki, müslümanlar mevcut lâik-seküler ve liberâl-kapitâlist ortamda daha bir TV bile kurulup da devâm ettiremiyorlar. Çünkü bu iş modern mekânda ve zamanda olacak şey değildir. Bu ortamda İslâmî bir şeyi hakkıyla yapmak mümkün değildir. Bu nedenle böyle dinsiz bir zihniyetin içinde ve Allah’sız bir mekânda bir İslâm devletinin kurulması ve hayâta hâkim olması mümkün değildir.

Sıra-dışı şeyler şartları değiştirme gücü taşısa da, sıra-dışı şeyleri yapmak için şartların uygun olması gerekir. Sünnetullaha göre bu böyledir. Uygun değilse, şartların olgunlaşmasını beklemek ve uygun olması için onu tatlı-sert zorlamak gerekir. Eğer samîmi olursak Allah o şartları oluşturacaktır. 

Kur’ân, amel-eyleme yönelik bir özellik taşır. Statik değil dinamik bir özellik taşır ve bu dinamiklik kendisini Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği (Ahzâb 21) Sünnet ile ortaya koyar. O hâlde sorun, Sünnet’in modern zihniyetle şekillendirilmiş mekânda bir karşılığı olmadığından dolayı hakkıyla uygulanamayacağıdır. Allah hesâba katılmadan beşer-merkezli olarak düzenlenmiş olan modern mekân, Kur’â ve Sünnet’in yapısına aykırı olduğu için ikisi aynı-anda aynı yerde bulunamaz. Çünkü Kur’ân ve Sünnet hayâta hâkim olmalıdır ve modern mekânda-kentte Kur’ân, tüm bütünlüğü ile birlikte idrâk edilemez ve Sünnet yeniden üretilemez. O nedenle de modernite kendi “sünnet” yâni yaşam-tarzını üretir ve bunu herkese dayatır.

Modern hayat insanın doğasına uygun olmadığı gibi, İslâm’ın da doğasına uygun değildir. Modern hayat nasıl ki insanı yavaş-yavaş öldürüyor ve yaşamasına müsâde etmiyorsa, modern hayat yâni modern mekân da İslâm’ın hükümlerini yavaş-yavaş düşüncede ve uygulamada etkisizleştirir ve bitirir. Bu nedene Kur’ân’ın modern hayâtta hâkim olması hem mümkün değildir hem de hâkim olmasa daha iyi olur. Zîrâ bu hâkimiyet hem tâvizlerin bir sonucunda olacaktır hem de zamanla özünden sapacaktır ki hristiyanlığın Roma’da başına gelen budur. Çünkü seküler modern hayat ve modern mekân saptırıcıdır.

Sağlıklı ortam ve gıdâ olmadan sağlıklı insan olmaz, doğal ziraat olmadan da sağlıklı gıda olmaz. Aynen bunu gibi; mekân ve ortam uygun olmadığında İslâm’ın meyveleri ya hiç yetişmez yada acı olur. 

Sağlıklı gıdânın üretilmesi sağlıklı bir ortamın olmasını gerektirir. Sanâyinin yanında, apartmanlar arasında ve otobanın kenarında yapılan tarımın organik ve sağlıklı olması nasıl imkânsızsa, İslâm’ın da kendine-has ortamı olmadığında ortaya çıkacak müslümanlık, Peygamber ve sahabe örneğinde olduğu gibi olmaktan çok-çok uzak olacaktır. Böyle olunca da İslâm’ın hayâta etki ederek hâkim olması söz-konusu olmayacaktır.

Tüberküloz (verem) olmuş birinin kentin orta yerinde ve pis havada şifâ bulması nasıl mümkün değilse ve şifâ bulması için temiz ver doğal bir ortamda yaşaması gerekiyorsa, verem olmuş pis bir mekânda İslâm’ın hayat bulması da mümkün değildir. Hicret ve hak toplum ile câhiliye toplumunun ayrılması bu nedenle şarttır.

İslâm-merkezli amel ve eylem, ancak klâsik hayatta yada benzer bir hayat-tarzı ve şehirde uygulama alanı bulabilir. Modern hayatta böyle bir alan bulamayacağı için hakkıyla uygulanıp yaşanamaz ve yarım-yamalak bir din ortaya çıkar ki bu din neredeyse hiç-bir yaraya merhem olmaz. Böylece şeytan ve uşakları olan tâğutlar da iktidârını sürdürmeye devâm eder.  

Dâhileriniz ve “deli”leriniz yoksa hedefinizi gerçekleştiremezsiniz. Ne tek-başına dâhi, ne de tek-başına deli yeter. İkisi birlikte olmalıdır. Maalesef müslümanların ne dâhileri var ne de delileri. 

“İslâm hayâta niçin hâkim olamıyor” demek, “Sünnet niçin tezâhür edemiyor” demektir. İkisi aynı şeydir. Bunun cevâbı; “çünkü mekân müsâit değildir” cevâbıdır.

Niçin peygamberler “klâsik zamanlarda” gönderildi?. Çünkü modern zamanlarda peygamberler misyonlarını hâkim kılacak alan ve mekân bulamazlardı yada böyle bir mekânı bulmakta çok daha fazla zorlanırlardı. Allah, “hayatta uygulanabilecek” vahiyler gönderir ve hayatta uygulanamayacak ve hâkim olamayacak vahiyler göndermez. Bu vahiyler doğala, normâle ve fıtrî olanla bire-bir uygun olan vahiyler olduğu için, o vahiyler sâdece bu şekilde olan klâsik bir mekânda uygulanabilir. Bu hayat-şekli ise, tarım-hayvancılık, küçük esnaf-zanaatkâr-tüccar olarak yaşanan klâsik haya yada klâsik hayâta uygun olan şehirlerdir (kentler değil).

İnsanın insanca yaşayabileceği, İslâm’ı hakkıyla yaşayabileceği ve İslâm’ı hayâta hâkim kılabileceği mekânlar, klâsik zamanlardaki gibi mekânlardır. Bu mekânlara ise “kent” değil, “şehir” denir. Medîne’dir bu mekânlar. Yâni dînin hâkim olduğu alanlar. Mevcut modern zaman ve mekân ise, zâten dînin uygulama alanı bulamayacağı şekilde tasarlanmış ve inşâ edilmiştir. Modern hayatta kişiye, İslâm’ı, “sâdece kâlbinde yaşamak” kalıyor ki o bile moderniteden etkilendiği için kâlbinde bile en saf hâliyle duramıyor.

Modern hayatta İslâm niçin hakim olamaz?. Çünkü İslâm nefsin hâkim olduğu bir hayatta ve nefsin altında yaşayacak bir din değildir. Şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlü altında yaşanacak bir din değildir İslâm. En azından sürekli olarak o hâlde kalamaz ve o mekânda bulunamaz. Hicret bu nedenle önemlidir. Nefsin hâkimiyetinde olan bir mekânda İslâm’ın bir sığıntı gibi yaşamasından bahsedilemez. İslâm “arâziye uyan” pasif bir din değildir ki!. Modern hayat nefis-merkezli bir hayattır ve bu nedenle de nefisler sürekli olarak kışkırtılır. Kışkırtılmış nefisler altında İslâm’ın hakkıyla yaşanması düşünülemez.

Lâkin.. Dünyâ modernite tarafından kuşatılmış diye İslâm pılını-pırtısını toplayıp gidecek bir din değildir. Zîrâ mülk Allah’ındır ve İslâm Dîni de Allah’ın dînidir. Bu nedenle de modernite ile mücâdele edilecek ve mü’minler iç-âlemlerini İslâm ile değiştirdikten sonra dış-âlemi ve mekânı da İslâm ile değiştirip tam da İslâm’a uygun hâle getirecekler ve tüm peygamberler gibi bu amaç için azimle çalışacaklardır. Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar ve İslâm hayâta hâkim olup hakkıyla yaşanabilecek bir mekân kurana kadar İslâm-merkezli çalışacaklardır. O hâlde günümüzde İslâm’ın hayâta hâkim olması için ilk başta nefsin, sonra da nefis-merkezli ortaya konan ve şekillendirilen eşyânın, gerekirse altı-üstüne getirilerek değiştirilmesi gerekecektir ki târih boyunca bu iş “güzellikle” olmadığında sünnetullah devreye girmiş ve “helâk” ile olmuştur. Nice değişmez ve yıkılmaz zannedilen nefis-merkezli yapılar, kurumlar, mekânlar, devletler ve uygarlıklar yerin dibine geçirilmiştir. Zîrâ ya İslâm’a göre olacak, yada hiç olmayacaktır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârun Görmüş
Ekim 2019




















Devamını Oku »