20 Mart 2023 Pazartesi

Sâfiyeti Yitirmek


“…Doğrusu gözler kör olmaz, ancak sînelerdeki kâlpler körelir” (Hac 46).

 

Safiyet: “Arılık, katışıksızlık, temizlik, saflık”.

 

Temiz olmak anlamındaki safiyet sözü, “saf” kelimesinden gelir. Fakat saf kelimesi daha çok, aptal, bön ve geri zekâlı olarak anlaşılıyor. Hattâ saf kelimesi meselâ “saf mısın oğlum sen” diyerek bir hakâret olarak da kullanılıyor. Hâlbuki eskiden, kişiyi övmek ve onun ne kadar temiz ve mâsum olduğunu anlatmak için kullanılırdı. Hiç-bir kire, çirkinliğe, günaha, harama ve ayıba karışmamış kişiler için kullanılan bir kelime idi saf kelimesi. Şimdi ise daha çok kafanın basmaması, düşünememek ve idrâk edememek anlamında kişiyi aşağılamak için kullanılıyor. Böyle anlaşılması “acaba artık o saf insanların, sâfiyet sâhibi temiz insanların ortalıkta çok görülmemesinden dolayı mıdır?” diye düşünmeden edemiyorum.

 

Kirlenme ilk önce kontrôlden çıkan nefislerde başlar, sonra akıl, kâlp ve zihinler kirlenmeye başlar ve sâfiyetini kaybetmeye yüz tutar. Bu durum daha sonra tasavvurların, düşüncelerin, zihniyetin, niyetlerin, söylemlerin ve eylemlerin bozulmasıyla devâm eder ve kişisel kirlenme zamanla toplumsallaşır ve tüm Dünyâ kirlenir ve saflığından eser kalmaz. Artık sâfiyet kaybolunca toplumda merhâmet, vicdan, adâlet, eşitlik, hak, hakîkat, ahlâk, dâvâ, bilgi-bilinç çok azalır ve kaybolur. Bunun yerine ise tüm Dünyâ’yı merhâmetsizlik, vicdansızlık, haksızlık, ahlâksızlık, adâletsizlik, bâtıllık, cehâlet, ilkesizlik, amaçsızlık, terbiyesizlik, çıkarcılık ve saflığın zıddı olan ne kadar günah, haram, suç ve ayıp varsa onlar doldurur. Sâfiyetini kaybetmiş olan insanlar iş-başına geçtiklerinde ekinin ve neslin de sâfiyetini bozarlar ve büyük bir fitne çıkarıp ifsâd ederler. Böylece Dünyâ bir zulüm diyârına döner de yaşanmaz bir yer hâline gelir. Artık Dünyâ’da saflığı koruyarak yaşamak çok zor olur ve hattâ imkânsızlaşır. Üstelik sâfiyetin kaybolması, sâfiyetin yeniden têsis edilmesini çok zorlaştırdığı gibi modern insan için anlamsızlaştırır da.

 

Modern insan için saflığı korumak anlamsızdır, gereksizdir ve zarar vericidir. Zâten özellikle kent-merkezlerinde sâfiyeti korumak pek mümkün değildir, çünkü sâfiyet kent-merkezlerinde illâ ki bir yerlerden yara alır ve zarar görür. Böyle bir durumda da sâfiyetini henüz bozmamış insanların azalmaya başlaması ve zamanla kaybolması çok yüksek bir ihtimaldir. Zîrâ sâfiyet saf ortamlar ve saf insanlar ister. Peki sâfiyeti korumak için ne yapmalıdır?. Herhâlde sâfiyeti koruyabilmek için bir yerlere göçmek gerekir ki kanımca hicret bu nedenle vardır. Hicret, “artık sâfiyetin korunamadığı için İslâm’ı hakkıyla yaşayamamak nedeniyle daha saf olan mekânlara göçmek” demektir.    

 

Tüm peygamberler ve sâlih kişiler sâfiyeti bozmamak ve korumak için hicret etmeye ve göçmeye mecbur kalmışlardır. Zîrâ İslâm sâfiyet ister. Gönüllerin, kâlplerin, zihinlerin, bedenlerin, elbiselerin temiz ve saf olması gerekir. İslâm; şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm ile birlikte olamaz, bunların içinde yaşayamaz. Zâten bunlara düşmanlığı bu yüzdendir.  

 

Peygamberimiz ve mü’minler sâfiyeti korumak ve İslâm’ı hakkıyla yaşayabilmek için ilk önce Habeşistan’a sonra da Medîne’ye hicret etmiştir. Böylece saflığı korumaya çalışmışlardır. Bu tüm peygamberler için de böyledir. Tüm peygamberler kendi toplumlarında İslâm’ı hakkıyla yaşayamadıkları için hicret etmişlerdir. Hz. Lût, sâfiyetini kaybedip sapmış bir toplumun artık yola gelmeyeceğini anladığı zaman Allah’ın da izni ile oradan ayrılmıştır. Zâten Lût Kavmi o’na: Lût âilesini şehrinizden sürüp çıkarın. Bunlar temiz kalmak isteyen insanlarmış demekten başka olmadı” (Neml 46) demişti. Sâfiyetini yitirmiş ve pislik içinde olan insanlar saf ve temiz insanları hiç sevmezler ve kabûllenmezler de onlardan kurtulmak isterler.

 

Yine Ashâb-ı Kehf olarak tanınan bir grup genç de, şirkin ve küfrün baskısıyla ve ayartmasıyla sâfiyetlerini kaybetmemek için memleketlerinden uzaklaşıp bir mağaraya sığınmışlardı. Çünkü küçük bir mağarayı, sâfiyetlerini korumak ve İslâm’ı hakkıyla yaşamak için çok daha iyi bir yer olarak görüyorlardı:

 

“(İçlerinden biri demişti ki:) Mâdem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o hâlde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktârını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın” (Kehf 16.

 

Modernizmin etkisiyle çağdaş insan, insanlık târihi boyunca sâfiyetini en çok kaybetmiş ve kirlenmiş olan insanlar topluluğudur. Daha önce sâfiyetin bu kadar kaybolduğu bir zaman-dilimi hiç olmamıştı. Çünkü modernizme kadar dînin her zaman bir geçerliliği olmuştu. Modernizm, insanları çeşitli şekillerde sâfiyetten uzaklaştırdı ve dînin vicdanlara, zihinlere ve dört duvar arasına hapsedilmesiyle ve hayattan uzaklaştırılmasıyla birlikte saflığın yitimi kolaylaştı ve fazlalaştı.

 

Modernizm, insanların sâfiyetini; rûhu, kâlbi, gönlü, vicdânı, merhâmeti, hakkı-hakîkati, ahlâkı -görece- değersizleştirerek ve gereksizleştirerek bozdu. Sâfiyet bozulunca da bunların yerine ruhsuzluk, kâlpsizlik, vicdansızlık, merhâmetsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, adâletsizlik, şirk, küfür yayıldı ve zulüm ile doldu Dünyâ. Bu durum insanları rahatsız edip kendilerini düzeltmeye yönlendirmesi gerekirken, sâfiyetlerini yitirmiş oldukları ve dinden koptukları için daha da bozdu ve artık haram, günah, suç, ayıp, şirk, küfür ve zulüm içinde yaşamak tercih edilir olmaya başladı. İnsanlar sâfiyeti “kerizlik” olarak görmeye başladıkları için “gemisini yürüten kaptan” edâsıyla kurnazlığa yöneldi.

 

Yine modernizm, rûhu, gönlü, kâlbi dîni ve mânevî olanı terk-ettiği için sâfiyeti bozdu ve bunun yerine aklı, zekâyı, beyni, modern-bilim ve teknolojiyi, aşırı üretim ve tüketimi, parayı, malı, mülkü ve serveti, makâmı, mevkîyi ve siyâseti, ünü ve şöhreti, hazzı, zevki ve şehveti öne çıkardı. Bunlar insanda sâfiyet nâmına bir şey bırakmadı. Modern insan Allah dışında her-şeye tapmaya başladı ve mekanikleşti, maddîleşti, yozlaştı, domuzlaştı. Çünkü sâfiyetini-temizliğini yitirdi ve kirlendikçe kirlendi.      

 

Modern müslümanlar da sâfiyetlerini büyük ölçüde kaybettiler. Geleneğe, hurâfelere, uydurmalara, yalana-dolana karşı çıkıyorum diyerek bu sefer de aklı fazla öne çıkardılar, oryantâlist kâfirlere fazla takıldılar, modernizme râm ve meftun oldular, modern-bilim ve teknolojiye âşık olup tutulunca sâfiyetleri kayboldu. “İslâm’da kandil yoktur, mevlid yoktur, târikat yoktur, zikir yoktur, o yoktur, bu yoktur, hadisler uydurmadır, Sünnet Kur’ân’dadır, bize Kur’ân yeter” vs. diyerek bunlardan uzaklaşıp koptular ama sâfiyeti korumak ve takvâyı arttırmak için bunların yerine ortaya başka bir şey koymadıkları ve başka bir icraat da göstermedikleri için büyük bir kopuş ve değer yitimi yaşadılar-yaşamaktadırlar. Hâlbuki bâtıl olan bu şeyler bile bir sâfiyet sağlayabiliyordu. Çünkü bu yaptıkları şeyler insanların en azından kendilerine çeki-düzen vermelerini sağlıyordu. Bâtıl olanı belirlemek ve bunlardan uzaklaşmak doğruydu ama hak olanı belirleyip de bunları icraata dökmek yoluna girmedikleri için geriye modern-bilime, teknolojiye, oryantâlist zırvalıklara kapılmakla cezâlandırıldılar. Bakıldığında çok bâriz olarak görülen şey, bereketin üzerlerinden gitmesidir. Müslümanlar nurlarını yitirdiler. İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet-merkezli olarak amele-eyleme dökmek yerine dört duvar arasında ve masa-başında anlamak ve anlatmak, sâfiyeti korumaya ve takvâyı arttırmaya yetmedi-yetmez. Amelden kopmak ve bilgi, akıl ve teoriye aşırı abanmakla müslümanların sâfiyeti bozulmuştur-bozulmaktadır. Zâten hakîki anlamda bilmek ve idrâk etmek de, amel-eylem ile birlikte olunca olur. Üstelik böyle olduğunda sâfiyet korunmuş ve takvâ da artmış olur.

 

Modernite, dîni, ancak modern-bilimin süzgecinden geçtikten sonra gündemine alabiliyor. Modernitenin, dîni, o saf hâliyle kabûl edebilmesi söz-konusu bile değildir. Modernistler yâni lâik ve seküler zihniyet, dîni ancak, iyice modernleştikten sonra kabûl edebiliyor. Meselâ başörtüsünü modernleştirmedikçe kabûl etmediler. Nizâmî şekilde örtülen başörtüsünü aslında hâlen kabûl etmiyorlar-edemiyorlar. Fakat ne zaman ki başörtüsü ve tesettür ayağa düştü ve başörtüsü tesettür olmaktan çıkarak imaja dönüştü, işte o zaman kabûl edebildiler başörtüsünü. Çünkü sâfiyetini kaybedenler insafsızlaşırlar. “Saf”sızlık insafsızlığı yanında getirir.

 

Sâfiyetlerini kaybedenlerin kâlpleri de kararır ve işlevsizleşir. Bir yazıda bu bağlamda şunlar söylenir:

 

“Kendi nefsini ve İlâhî hakîkati anlama kâbiliyetini sûi-istimâl eden kimselerin kâlblerinin işleyişini Allah tersine çevirir (Tevbe 9/ 87, 127). Öyle ki, onlar doğru ve iyi yaptıklarını sanırken, kötü ve yanlış işlerle hayatlarını tüketirler. Böylece, kendi arzuları ve tutkuları peşinden sürüklenen ve böylece kâlbini asıl amacından koparıp eğriltenlerin kâlblerini de Allah eğriltir (Muhammed 47/16; Saf 61/5). Zamanla, bütün fıtrî sâfiyetini ve doğruyu bulma kâbiliyetini kaybeden, inkâr ve aşırılıkta direnen, kendi gururlu ve mütehakkim benliğine bağlanan bu kimselerin kâlblerini Allah mühürler (Nîsâ 4/155; Tevbe 9/87, 93; Yûnus 10/74; Rûm 30/ 59; Gâfir 40/35; Câsiye 45/23; Muhammed 47/16). Kâlbi mühürlenmiş olanlar ise, mânevî hakîkatler hakkında kör, sağır ve dilsiz hâle gelirler; hayvanlardan daha aşağı bir hayat derecesine mahkûm olurlar (Bakara 2/7,18-20)”.

 

Hür türlü zâfiyet kabûlü sâfiyeti bozar. Bu da zâfiyeti daha da artırır. Sâfiyeti bozulanın âfiyeti kalmaz. Sonuçta da hep mahviyet gelir kişinin başına dikilir kalır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2022

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder