“…Doğrusu gözler kör
olmaz, ancak sînelerdeki kâlpler körelir” (Hac 46).
Safiyet: “Arılık,
katışıksızlık, temizlik, saflık”.
Temiz olmak anlamındaki
safiyet sözü, “saf” kelimesinden gelir. Fakat saf kelimesi daha çok, aptal, bön
ve geri zekâlı olarak anlaşılıyor. Hattâ saf kelimesi meselâ “saf mısın oğlum
sen” diyerek bir hakâret olarak da kullanılıyor. Hâlbuki eskiden, kişiyi övmek
ve onun ne kadar temiz ve mâsum olduğunu anlatmak için kullanılırdı. Hiç-bir
kire, çirkinliğe, günaha, harama ve ayıba karışmamış kişiler için kullanılan
bir kelime idi saf kelimesi. Şimdi ise daha çok kafanın basmaması, düşünememek
ve idrâk edememek anlamında kişiyi aşağılamak için kullanılıyor. Böyle
anlaşılması “acaba artık o saf insanların, sâfiyet sâhibi temiz insanların
ortalıkta çok görülmemesinden dolayı mıdır?” diye düşünmeden edemiyorum.
Kirlenme ilk önce kontrôlden
çıkan nefislerde başlar, sonra akıl, kâlp ve zihinler kirlenmeye başlar ve
sâfiyetini kaybetmeye yüz tutar. Bu durum daha sonra tasavvurların,
düşüncelerin, zihniyetin, niyetlerin, söylemlerin ve eylemlerin bozulmasıyla
devâm eder ve kişisel kirlenme zamanla toplumsallaşır ve tüm Dünyâ kirlenir ve
saflığından eser kalmaz. Artık sâfiyet kaybolunca toplumda merhâmet, vicdan,
adâlet, eşitlik, hak, hakîkat, ahlâk, dâvâ, bilgi-bilinç çok azalır ve
kaybolur. Bunun yerine ise tüm Dünyâ’yı merhâmetsizlik, vicdansızlık,
haksızlık, ahlâksızlık, adâletsizlik, bâtıllık, cehâlet, ilkesizlik, amaçsızlık,
terbiyesizlik, çıkarcılık ve saflığın zıddı olan ne kadar günah, haram, suç ve
ayıp varsa onlar doldurur. Sâfiyetini kaybetmiş olan insanlar iş-başına
geçtiklerinde ekinin ve neslin de sâfiyetini bozarlar ve büyük bir fitne
çıkarıp ifsâd ederler. Böylece Dünyâ bir zulüm diyârına döner de yaşanmaz bir
yer hâline gelir. Artık Dünyâ’da saflığı koruyarak yaşamak çok zor olur ve
hattâ imkânsızlaşır. Üstelik sâfiyetin kaybolması, sâfiyetin yeniden têsis
edilmesini çok zorlaştırdığı gibi modern insan için anlamsızlaştırır da.
Modern insan için saflığı
korumak anlamsızdır, gereksizdir ve zarar vericidir. Zâten özellikle
kent-merkezlerinde sâfiyeti korumak pek mümkün değildir, çünkü sâfiyet
kent-merkezlerinde illâ ki bir yerlerden yara alır ve zarar görür. Böyle bir
durumda da sâfiyetini henüz bozmamış insanların azalmaya başlaması ve zamanla
kaybolması çok yüksek bir ihtimaldir. Zîrâ sâfiyet saf ortamlar ve saf insanlar
ister. Peki sâfiyeti korumak için ne yapmalıdır?. Herhâlde sâfiyeti koruyabilmek
için bir yerlere göçmek gerekir ki kanımca hicret bu nedenle vardır. Hicret, “artık
sâfiyetin korunamadığı için İslâm’ı hakkıyla yaşayamamak nedeniyle daha saf
olan mekânlara göçmek” demektir.
Tüm peygamberler ve sâlih
kişiler sâfiyeti bozmamak ve korumak için hicret etmeye ve göçmeye mecbur
kalmışlardır. Zîrâ İslâm sâfiyet ister. Gönüllerin, kâlplerin, zihinlerin, bedenlerin,
elbiselerin temiz ve saf olması gerekir. İslâm; şirk, küfür, adâletsizlik,
ahlâksızlık ve zulüm ile birlikte olamaz, bunların içinde yaşayamaz. Zâten
bunlara düşmanlığı bu yüzdendir.
Peygamberimiz ve mü’minler
sâfiyeti korumak ve İslâm’ı hakkıyla yaşayabilmek için ilk önce Habeşistan’a
sonra da Medîne’ye hicret etmiştir. Böylece saflığı korumaya çalışmışlardır. Bu
tüm peygamberler için de böyledir. Tüm peygamberler kendi toplumlarında İslâm’ı
hakkıyla yaşayamadıkları için hicret etmişlerdir. Hz. Lût, sâfiyetini kaybedip
sapmış bir toplumun artık yola gelmeyeceğini anladığı zaman Allah’ın da izni
ile oradan ayrılmıştır. Zâten Lût Kavmi o’na: “Lût âilesini şehrinizden sürüp
çıkarın. Bunlar temiz kalmak isteyen insanlarmış demekten başka olmadı”
(Neml 46) demişti. Sâfiyetini yitirmiş ve pislik içinde olan insanlar saf ve temiz
insanları hiç sevmezler ve kabûllenmezler de onlardan kurtulmak isterler.
Yine Ashâb-ı Kehf olarak
tanınan bir grup genç de, şirkin ve küfrün baskısıyla ve ayartmasıyla
sâfiyetlerini kaybetmemek için memleketlerinden uzaklaşıp bir mağaraya
sığınmışlardı. Çünkü küçük bir mağarayı, sâfiyetlerini korumak ve İslâm’ı
hakkıyla yaşamak için çok daha iyi bir yer olarak görüyorlardı:
“(İçlerinden biri demişti
ki:) Mâdem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız,
o hâlde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca
bir miktârını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın” (Kehf 16.
Modernizmin etkisiyle çağdaş
insan, insanlık târihi boyunca sâfiyetini en çok kaybetmiş ve kirlenmiş olan
insanlar topluluğudur. Daha önce sâfiyetin bu kadar kaybolduğu bir zaman-dilimi
hiç olmamıştı. Çünkü modernizme kadar dînin her zaman bir geçerliliği olmuştu.
Modernizm, insanları çeşitli şekillerde sâfiyetten uzaklaştırdı ve dînin
vicdanlara, zihinlere ve dört duvar arasına hapsedilmesiyle ve hayattan
uzaklaştırılmasıyla birlikte saflığın yitimi kolaylaştı ve fazlalaştı.
Modernizm, insanların
sâfiyetini; rûhu, kâlbi, gönlü, vicdânı, merhâmeti, hakkı-hakîkati, ahlâkı
-görece- değersizleştirerek ve gereksizleştirerek bozdu. Sâfiyet bozulunca da
bunların yerine ruhsuzluk, kâlpsizlik, vicdansızlık, merhâmetsizlik, haksızlık,
ahlâksızlık, adâletsizlik, şirk, küfür yayıldı ve zulüm ile doldu Dünyâ. Bu durum
insanları rahatsız edip kendilerini düzeltmeye yönlendirmesi gerekirken, sâfiyetlerini
yitirmiş oldukları ve dinden koptukları için daha da bozdu ve artık haram,
günah, suç, ayıp, şirk, küfür ve zulüm içinde yaşamak tercih edilir olmaya
başladı. İnsanlar sâfiyeti “kerizlik” olarak görmeye başladıkları için
“gemisini yürüten kaptan” edâsıyla kurnazlığa yöneldi.
Yine modernizm, rûhu, gönlü,
kâlbi dîni ve mânevî olanı terk-ettiği için sâfiyeti bozdu ve bunun yerine
aklı, zekâyı, beyni, modern-bilim ve teknolojiyi, aşırı üretim ve tüketimi,
parayı, malı, mülkü ve serveti, makâmı, mevkîyi ve siyâseti, ünü ve şöhreti,
hazzı, zevki ve şehveti öne çıkardı. Bunlar insanda sâfiyet nâmına bir şey
bırakmadı. Modern insan Allah dışında her-şeye tapmaya başladı ve mekanikleşti,
maddîleşti, yozlaştı, domuzlaştı. Çünkü sâfiyetini-temizliğini yitirdi ve
kirlendikçe kirlendi.
Modern müslümanlar da
sâfiyetlerini büyük ölçüde kaybettiler. Geleneğe, hurâfelere, uydurmalara,
yalana-dolana karşı çıkıyorum diyerek bu sefer de aklı fazla öne çıkardılar,
oryantâlist kâfirlere fazla takıldılar, modernizme râm ve meftun oldular,
modern-bilim ve teknolojiye âşık olup tutulunca sâfiyetleri kayboldu. “İslâm’da
kandil yoktur, mevlid yoktur, târikat yoktur, zikir yoktur, o yoktur, bu
yoktur, hadisler uydurmadır, Sünnet Kur’ân’dadır, bize Kur’ân yeter” vs.
diyerek bunlardan uzaklaşıp koptular ama sâfiyeti korumak ve takvâyı arttırmak
için bunların yerine ortaya başka bir şey koymadıkları ve başka bir icraat da
göstermedikleri için büyük bir kopuş ve değer yitimi yaşadılar-yaşamaktadırlar.
Hâlbuki bâtıl olan bu şeyler bile bir sâfiyet sağlayabiliyordu. Çünkü bu
yaptıkları şeyler insanların en azından kendilerine çeki-düzen vermelerini
sağlıyordu. Bâtıl olanı belirlemek ve bunlardan uzaklaşmak doğruydu ama hak
olanı belirleyip de bunları icraata dökmek yoluna girmedikleri için geriye modern-bilime,
teknolojiye, oryantâlist zırvalıklara kapılmakla cezâlandırıldılar. Bakıldığında
çok bâriz olarak görülen şey, bereketin üzerlerinden gitmesidir. Müslümanlar nurlarını
yitirdiler. İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet-merkezli olarak amele-eyleme dökmek yerine
dört duvar arasında ve masa-başında anlamak ve anlatmak, sâfiyeti korumaya ve
takvâyı arttırmaya yetmedi-yetmez. Amelden kopmak ve bilgi, akıl ve teoriye
aşırı abanmakla müslümanların sâfiyeti bozulmuştur-bozulmaktadır. Zâten hakîki
anlamda bilmek ve idrâk etmek de, amel-eylem ile birlikte olunca olur. Üstelik
böyle olduğunda sâfiyet korunmuş ve takvâ da artmış olur.
Modernite, dîni, ancak
modern-bilimin süzgecinden geçtikten sonra gündemine alabiliyor. Modernitenin,
dîni, o saf hâliyle kabûl edebilmesi söz-konusu bile değildir. Modernistler
yâni lâik ve seküler zihniyet, dîni ancak, iyice modernleştikten sonra kabûl
edebiliyor. Meselâ başörtüsünü modernleştirmedikçe kabûl etmediler. Nizâmî
şekilde örtülen başörtüsünü aslında hâlen kabûl etmiyorlar-edemiyorlar. Fakat
ne zaman ki başörtüsü ve tesettür ayağa düştü ve başörtüsü tesettür olmaktan
çıkarak imaja dönüştü, işte o zaman kabûl edebildiler başörtüsünü. Çünkü
sâfiyetini kaybedenler insafsızlaşırlar. “Saf”sızlık insafsızlığı yanında
getirir.
Sâfiyetlerini
kaybedenlerin kâlpleri de kararır ve işlevsizleşir. Bir yazıda bu bağlamda
şunlar söylenir:
“Kendi nefsini ve İlâhî hakîkati anlama kâbiliyetini sûi-istimâl eden
kimselerin kâlblerinin işleyişini Allah tersine çevirir (Tevbe 9/ 87, 127).
Öyle ki, onlar doğru ve iyi yaptıklarını sanırken, kötü ve yanlış işlerle
hayatlarını tüketirler. Böylece, kendi arzuları ve tutkuları peşinden
sürüklenen ve böylece kâlbini asıl amacından koparıp eğriltenlerin kâlblerini
de Allah eğriltir (Muhammed 47/16; Saf 61/5). Zamanla, bütün fıtrî sâfiyetini
ve doğruyu bulma kâbiliyetini kaybeden, inkâr ve aşırılıkta direnen, kendi
gururlu ve mütehakkim benliğine bağlanan bu kimselerin kâlblerini Allah
mühürler (Nîsâ 4/155; Tevbe 9/87, 93; Yûnus 10/74; Rûm 30/ 59; Gâfir 40/35; Câsiye
45/23; Muhammed 47/16). Kâlbi mühürlenmiş olanlar ise, mânevî hakîkatler hakkında
kör, sağır ve dilsiz hâle gelirler; hayvanlardan daha aşağı bir hayat
derecesine mahkûm olurlar (Bakara 2/7,18-20)”.
Hür türlü zâfiyet kabûlü
sâfiyeti bozar. Bu da zâfiyeti daha da artırır. Sâfiyeti bozulanın âfiyeti
kalmaz. Sonuçta da hep mahviyet gelir kişinin başına dikilir kalır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder