30 Ocak 2021 Cumartesi

Modern-Bilimin Dayanağı

 

“Size ne oluyor?. Nasıl hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki “siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak” diye” (Kalem 36-39).

 

Hemen başta söyleyelim ki “bilim” derken “modern-bilim”den bahsetmekteyiz. Bilim ile modern-bilim aynı şey değildir. Modern-bilimin kökü ve dayanağı aslında “bilim” olmasına rağmen, onu ifsât edip Allah’tan uzaklaştırdığı için birbirlerinden ayrılmışlardır. Modern-bilim demek Dünyâ yada “madde” demektir. Çünkü modern-bilim ancak Dünyâ ile yada madde ile ilgilenir ve ancak bunlar üzerinde çalışabilir. Zâten meta-fiziği ve mânevî olanı yâni deneye vurulamayanı inkâr eder. O hâlde modern-bilime yönelmek Dünyâ’ya-maddeye yönelmek ve bunları dayanak yapmaktır. Ne hazindir ki dayanak yaptıkları şey çok çürük bir dayanaktır. Zîrâ fânî olan bir dayanaktır.

 

Modern-bilimin bâzı yararları vardır ama zararları daha fazladır ve fazla olmaktadır. Zîrâ Allah’tan kopuktur. Modern-bilim, dînin inkâr edilerek görmezden gelinmesi hattâ kötülenmesinin bir sonucudur. Modern-bilimin doğuşu dinsizliğe yada dînin azlığına dayanır.

 

Modern-bilimin dayanağı M.Ö. 600’lerde yaşayan Thales’e kadar götürülür ve oraya dayandırılır. Fakat aslında Pisagor, Platon, Aristo ve bir-çokları, bilgiyi Mısır, Mezopotamya, Îran ve Hint’ten almış, batı’lılar ise (b)ilimi bunları toplayıp düzenleyen müslümanlardan almışlardır. Fakat ne yazık ki bu bilim ve de tekniği, aldıkları gibi doğala, normâle ve fıtrata uygun şekilde sürdürmeyip, onu Allah’tan, merhâmetten, vicdandan, dinden koparıp ifsâd etmişler ve dînin yerine koyup ilahlaştırmışlardır. 

 

Modern-bilim ilk başta astronomi alanındaki çalışmalarla etkili olmaya başlamıştır. Çünkü uzay istismâra çok açık bir alandır ve yeni şeyler söyleyebilmek ve farklı şekilde yorum yapmak çok mümkündür. Hattâ uzay hakkında ne desen gider. Kopernik, Yunan Dönemi’nden bêri yürürlükte bulunan Yer Merkezli Evren Kuramı’nın yerine, Güneş Merkezli Evren Kuramı’nı kurmuş ve Yer’in, Güneş’in çevresinde dâiresel bir yörünge üzerinde dolanan bir gezegen olduğunu savunmuştur. Böylece, Yer’in evrenin merkezinden kaldırılmasına bağlı olarak insanın evrendeki konumu da yeniden sorgulanmaya başlanmıştır. İnsanın konumunu sorgulamak, ardından Allah’ın varlığını sorgulamaya dönmüştür. Böylece insan merkeze alınarak Allah yok sayılmıştır ve inkâr edilmiştir. Bu, Allah’a dayanmaktan vazgeçilerek insana ve akla dayanmaya (ç)evrilmiştir.

 

Bilim; “kontrôllü deney-gözlem ve akıl yürütmeye dayalı bilgi üretimi”dir denir. Fakat hesaplar tutmadığında halı altına süpürdüğü bir-çok şey vardır. O hâlde modern-bilim, işine gelmeyen şeyleri görmezden gelmeye dayanmaktadır. Hiç-bir deney doğal ortamında yapılamaz. O hâlde bilimin deneye dayandığı düşüncesi çok da ciddî değildir. Çünkü deney doğal ortamda başka, laboratuarda başka sonuç verir. Deney yapan bilim-insanı belirli amaçlar için önceden belirlediği olguları laboratuar veyâ doğal olmayan ortamlarda bir-araya getirerek olgularda “gözlemek istediğini” gerçekleştirir. Demek ki modern-bilim, doğaya değil, laboratuara dayanır. 

 

Modern-bilim, bilim-adamlarının âit olduğu paradigmanın genelleştirilmesidir. Bilimsel olsun veyâ olmasın, bilgi için çeşitli yöntemler ve kuramlar kullanılır. Bu kuramlardan birisi zamanla belirgin hâle gelerek değer kazanır. Bu kurama veyâ bakış-açısına Thomas Kuhn, “paradigma” demektedir. Bilim nesnel değil özneldir. Belli bir grubun kendi aralarındaki anlaşmalarının bir sonucudur. Bir paradigmanın etrâfında toplananların herkese dayattığı bir paradigmadır modern-bilim. O hâlde modern-bilim modern seküler paradigmaya dayanır.

 

Bilim topluluğu, kabûl ettikleri paradigma ile ilk olguları açıklamaya çalışan ve araştırmalarında bu paradigmayı kullanan bilim-insanlarından oluşur. Tek bir paradigma etrâfında toplanılarak düzenli araştırmalar yapılan dönem olağan bilim dönemini başlatır. Bilimi bir etkinlik süreci olarak tanımlayanlardan Thomas Kuhn’a göre, bilim olguları tanımlayan rasyonel bir etkinlik değildir, bir etkinlik sürecidir. Bu süreci yönlendiren olgular ve mantık değil, bilim-insanlarının oluşturduğu topluluk ve onların çalışmalarıdır. Bilim ancak bu süreci incelemekle anlaşılabilir. Filozoflara göre modern-bilim; dönemin değerlerinden, inançlarından bağımsız bir şey değildir. Bilim-adamları topluluğu da o toplum içinde yaşamaktadır ve toplumdaki inanç, değer ve kültürel değişimler onları da etkilemektedir. O hâlde modern-bilim, bilim-adamlarına ve onları fonlayanlara dayanır.

 

Bilim, yanında sürekli olarak çoğalan ve belli bir süre sonra dağ gibi olan çözülemeyen soru(n)lar ve yanlışları içinde taşır. Bu yanlışlar çoğalınca eski teoriyi iptâl edip yeni bir teori ortaya koymak zorunda kalırlar. Bu süreç böylece sürer gider. O hâlde modern-bilim kesinsizliğe ve zanna dayanır.

 

Modern-bilimin kurucuları 1.000 yıl önce yaşamış olsalardı modern-bilimden yâni “dinsiz bilim”den değil, Allah-merkezli bilimden bahsedeceklerdi. Onların dinsiz-bilimden bahsetmeleri, dinden şüphe edilen ve dinden uzak kalınan modern zamanlarda ve mekânlarda yaşıyor olmalarıdır. O hâlde modern-bilim Allahsızlığa dayanır.

 

İnsanlar yaşama biçimlerine göre düşünürler ve ona göre davranırlar. Stephan Toulmin; “doğayı irdelemek için sorduğumuz soruları biz oluşturduğumuza göre, daha araştırmaya başlamadan önce bâzı ön kavram ve yargılarımızın olması doğaldır” der. Thomas Kuhn da; “bilimsel bilgi, onu üreten kişilerin inanç ve tercihlerinden soyutlanamaz” der. O hâlde bilim, mevcut zamana dayanır.

 

Louis Althusser, bilimsel bilginin yenilenmesini toplumsal üretime benzetir. O da Kuhn’un paradigmaları gibi, modern-bilimin problematiğinin araç ve metodlarının farklı ortamlarda farklı anlamlar kazandığını savunmuştur. Demek ki modern-bilim mevcut zamana ve mekâna dayanır.

 

Modern-bilim ve de teknoloji aslında Mısır, Mezopotamya, Îran ve Hint bilim ve tekniğine, sonra da tüm bunları bir düzene sokan İslâm’a dayanır. Fakat modernite bunu Allahsızlaştırarak “bilim ve tekniği”, “modern-bilim ve teknolojiye” dönüştürmüştür.

 

Bilim ve teknik tüm insanlığın ortak malıdır ve insanların doğa ve madde üzerinde Allahsızca ve dinsizce olmayan çalışmalarına dayanır. Modern-bilim ise onu batı’ya yâni AB-D’ye dayandırmaktadır.

 

Batı kültürünü oluşturan ilmî ve felsefî bilgiler, batı’lıların yapmış oldukları araştırmaların bir sonucu değil, Arapça’dan yapılan çevirilerin bir sonucudur. Fakat batı bu çevirileri metin olarak çevirdikten sonra mânâdan da çevirmiştir ve mânâsız ve anlamsızlaştırmıştır. O hâlde modern-bilim, anlamsızlığa ve mânasızlığa dayanır. Anlamsızlığa ve mânâsızlığa dayanan modern-bilim, ortaya çıktığı günden bêri işte bu nedenle “yapmak”tan çok “yıkma”yı hedeflemiştir. Zîrâ modern-bilim, Allah’a, vahye, dîne, merhâmete, vicdâna, adâlete, paylaşıma, değere ve anlama değil; inkâra, küfre, şirke, vicdansızlığa, acımasızlığa, adâletsizliğe, çıkara, yıkıma, parçalamaya, onursuzluğa, haysiyetsizliğe ve şerefsizliğe dayanır. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2020

 

 

Devamını Oku »

28 Ocak 2021 Perşembe

Hırs ve Takvâ

 


“Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır” (Meâric 19).

 

“…Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

Hırs, maddeyle yâni dünyevî-beşerî şeylerle alâkalıdır ve sınırsızlığı ifâde eder. Eğer hırstan söz ediliyorsa onun bir sınırı olmaz. Zâten sınırı olmadığı için ona hırs denir. İslâm ise, hırsı sınırlar yada yok edip, îmânı ve takvâyı yanî sorumluluk bilincini ve Allah korkusunu öne çıkarır. Mü’minler, din ve Dünyâ konusunda hırsla değil, îman ve takvâ ile hareket eder. 

 

Mal-makâm ve şöhret-şehvet, insanı mutlakâ hırslı yapar. 2S ve 2Ş diye formüle edilen servet-siyâset ve şöhret-şehvet, hırsın tavan yaptığı alanlardır ve bu bağlamda hırsı tavan yapan kişi hırs-merkezli olur. Hırs-merkezli olunca dünyevî-beşerî olmuş olur. Dünyevî-beşerî olunca da her-şeyi madde-merkezli düşünmeye ve yapmaya başlar. Zâten seküler ve gayr-i İslâmî sistemlerde en ünlü, en şehvetli, en zengin ve makâmı en yüksek kişiler, paraya ve îtibâra doymayan hırslı kişilerdir. Çünkü hırslı olmak zorundadırlar. Bulundukları konuma onları hırsları getirmiştir ve hırsları sâyesinde orada durmaktadırlar. Bu şeylere ulaşmak ve hırslı kişilerin ulaştığı şeylere ulaşmak isteyenler onlar gibi hırslı olmak zorundadırlar. Çünkü bunun başka bir yolu yoktur. Tabi bu tür insanlar hırslı oldukları yâni hırs-merkezli oldukları için, takvâdan, dinden-İslâm’dan kopuk yada Dünyâ’yı âhirete tercih eden insanlar olurlar. Hiç kıvırmaya ve aşırı yoruma gerek yok; bu böyledir. Takvâ ile hırs aynı şey değildir ve aynı yerde bulunamaz.

 

Allah rızâsı için, âhiret korkusu için, îman nedeniyle, takvâ bilinciyle hareketli ve üstün bir çaba içinde olanlar ise hırs sâhibi değildirler. Onlar îmandan kaynaklanan takvâ ve sorumluluk bilincine sâhiptirler ki bu îman ve takvâ çok kesin ve yoğun olduğu için onları yerlerinde oturtmaz ve onları tam da Allah’ın râzı olacağı bir kulluk ve hedef için tüm gayretlerini göstermeye ve varlarını-yoklarını ortaya koymaya yâni onları adanmaya iter ve yönlendirir. Bu nedenle hırs ile takvâyı birbirine karıştırmamak gerekir.

 

Dünyâ şu-anda, “hırs”ın kuşatması altındadır. Modernite bir “hırs uygarlığı”dır. İnsanları hırslı olmaya yönlendirir. Aslında Dünyâ’nın formatı gereğince, tüm insanlar en yoğun şekilde hırslı olsalar da herkes hırsının karşılığını göremeyecektir. Fakat sistem yine de insanları hırslı olmaya yönlendirir. Çünkü hırslı olmak, şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde olmak demektir. Bu durum nefislere bir haz verir ve bu nedenle de bir karşılık bulunamasa da hırs sürdürülür. Modernite hırslı olmayanlara çok fazla bir alan bırakmaz ve hırslı olmayanlara imkân tanımaz. Hırslı olmanın bir rajonu vardır ve o rajona uymayanlar hırslı değil demektir ve onlar sistem içinde bir şekilde elenerek hayâtın kıyısında-kenarında yaşamak zorunda kalırlar yada bırakılırlar. Hırslı olmayanlar silik, ezik, ilkel, yobaz vs. olarak görülürler ve kabûl edilirler.

 

Dünyâ’yı dibine kadar yaşama hırsı, âhiret şüphesinden kaynaklanır. Hırslı olmak için âhiret ya ikinci plâna atılmalıdır yada tümden hesap-dışı bırakılmalıdır. Zîrâ insan Dünyâ’ya hırsla asılırken âhiret düşünemez.

 

İktidâra, paraya, şöhrete ve şehvete yaklaştıkça “iştah” ve hırs artar. Hırs, bu dört şeyin içinde mündemiçtir ve şeytan bu dört şey üzerinden insana saldırır ve onları ayartmak için bu dört şeyi fısıldar durur. İştah arttıkça “hırs” artar, hırs arttıkça “din” azalır. “Hırs” ile din birlikte olamazlar. Bu nedenle Allah: “Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakîler (takvâlılar) için yol gösterici bir kitaptır” (Bakara 2) der. Allah “takvâda yarışın” derken, birileri, Allah’tan başkalarına “tapma”da yarışıyorlar. Hırsta yarışıyorlar. Mal-mülk-makâm ve şöhret-şehvet toplamak için yarışıyorlar. Tâ kabirlere kadar sürecek bir yarıştır bu.

 

Maddî hırslar mânevi değerleri blôke etmişse, “insanlar insanlığından çıkmış ve nefsinin güdümüne girmiş” demektir. En büyük sefillik, takvâdan uzaklaşmak ve nefsin peşinden hırsla koşmaktır.

 

İnsan târih boyunca, hırslarını gerçekleştirmek ve amacına ulaşmak için başka insanlara zarar vermekten kaçınmamıştır. Yumurtasını pişirmek için Dünyâ’yı yakabilecek insanlar vardır. Çünkü hırs merhâmetsizdir ve ezip geçer; takvâ ise “sorumluluk” demek olduğundan dolayı, takvâ sâhipleri karıncayı bile incitemezler.

 

Hırslı olmanın bedeli, hırslı kişinin hedefine ulaşamadığında ve bir umut kalmadığında kısa sürede tükenip bitmesidir. Hırslı insanlar bir umut kalmadığında çabucak soluverirler. Hırsın panzehiri, ölüm korkusudur. Hırs zâten işte o ölümü ötelemek ve o korkudan uzaklaşmak içindir. Çünkü “yok olmayacak bir mülk” olursa, güyâ ölüm uzaklaşmış olacaktır. Şeytan Hz. Âdem ve Havvâ’yı yok olmayacak bir mülk ile kandırmıştı:

 

“Derken şeytan, Âdem’in kafasını karıştırıp Âdem’e dedi ki; Ey Âdem, sana ebedîlik ağacını, yâni yok olmasından endişelenmeyeceğin bir mülkü göstereyim mi? (mülkü la yebla) (Tâhâ 120).

 

Bu âyet insan ile şeytan arasında hâlen devâm ede-gelen bir konuşmadır. Şeytan’ın bu vaâdine kapılan-kapılana. Çok olunca “yok olmayacağını” zanneden insanlar, hırsla çoğaltmanın peşine düşüyorlar.

 

Ölüm korkusu aslında âhiret ve Allah korkusudur. Sorgulanma korkusu. Bu da takvâlı olanlarda yâni haşyet nedeniyle sorumluluk bilinciyle hareket edenlerde vardır. Hırs-merkezli olanlarsa, Dünyâ’nın geçici bir imtihan alanı ve bir gün ölümle son bulacak bir hayatlarının olduğunu unutmak için hırsla Dünyâ’ya sarılmaktadırlar. Tabi bu kaçış ancak ölüme kadar sürebilir.  

 

Üzerlerine azap gelen kavimlerin işledikleri günahların tümü ve daha fazlası, şu-an modern dünyâda modern insan tarafından hırsla işlenen benzer günahlar nedeniyle olmuştu. Hırs mutlakâ günaha dâvetiye çıkarır ve dâveti alan nefisler de mutlakâ dâvete icâbet eder. Hırs, insanı bencil yapar, en önde olma düşüncesi oluşturur ve hırslı olanlar bu uğurda diğerlerini ezmeyi bile göze alabilir. Bir yazıda hırs hakkında şunlar söylenir:

 

“Her hırslı insan kıskançtır. Hırslı olup da kıskanç olmayan insan yoktur, olamaz da. Eğer hırslı olup da kıskanç olmadığını düşünen varsa hırsı ‘azim’le karıştırıyor demektir. Çünkü hırs, ‘bir şeyi tutkulu olarak isteme güdüsü’dür. Azim ise ‘zorluklara karşı dayanıklı, sağlam, sabırlı ve kararlı olma durumu’dur. Eğer bir şeyi tutkulu olarak isterseniz önünüzdeki her engeli yıkmak istersiniz. Dikkat edin, her engeli diyorum?. Yâni istediğin şeyde senden daha iyi olanı da. O insan seni rahatsız eder. Ya onu yenmek için türlü entrikalar yaparsın yada kendini paralarsın. Ama ne yaparsan-yap her zaman senden daha iyisi vardır. Eğer bunu bilir de herkesi yenmek gibi bir budalalığa kapılmazsan ve istediğin şeyde elinden geleni yapıp dimdik durursan; o şey için gerekli kararlılığa sâhipsen o şeye ulaşırsın. Hem de kimseyi yenmeden. Kimseyi incitmeden. Başkasını yenmek isteyenler, başkasının kendisinden daha iyi olduğunu düşünenlerdir. Hırslılar kendisinden daha iyi olanı çekemez. Ve tüm bunlar sebebiyle hırslı olanlar kıskançtır.

 

Bir anlam için, doğrusunu ve iyi olanı yapmak için azimle hareket eden amacına ulaşır. Hırs için hareket eden hiç-bir yere ulaşamaz. Zâten hırsın içinde doğru olan, iyi olan ve anlamlı olandan ziyâde aşırı tutkulu bir ‘kazanma’ isteği vardır. İstediği şeyin doğru, iyi yada güzel olması veyâ bunu hak edip hak etmemiş olmak hırslı insan için önemli değildir. Hırslı insan için önemli tek bir şey vardır: Kazanmak. Yanlış olanı yapsa da, kötü olanı yapsa da, hak etmediği bir şeyi istese de”.

 

Peygamberlerin içinde zengin olanı yoktur. Kişisel bir servete sâhip olanı yoktur. Çünkü İslâmî mücâdelede böyle bir şey olmaz. Peygamberlerin nübüvvetten önce bir zenginlikleri olsa bile zenginliklerini İslâmî mücâdele ile birlikte paylaşmış, harcamış ve tüketmişlerdir. Peygamberimiz’in ve sahabenin örnekliğinde bu çok bâriz bir şekilde görülür.

 

Hz. Süleyman’ın serveti kişisel bir servet değil, devletin zenginliği idi. Devletin zenginliği hükümdara isnât edilir. Hz. Süleyman’da “mal yada at sevgisi” değil, “hayır sevgisi” vardır. “Hayr sevgisi”nden dolayı zenginlik istiyordu. “Zenginliği tüm insanlara paylaştırmak sevgisi” yer etmişti onda. O, bunu, Allah’ı zikretmenin bir şekli olarak görüyordu:

 

“Fe kâle innî ahbebtu hubbel hayri an zikri rabbî, hattâ tevârat bil hıcâb”. “Gerçekten ben, ‘hayır sevgisi’ni (hubbel hayr) Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim” (Sâd 32).

 

Hz. Süleyman’ın hâkimiyetini, kendisine gösterişli malın sevdirildiğini ve sarayının gösterişli olduğunu söyleyip duranlara şunu söylüyoruz; Hz. Süleyman’a sevdirilen şey, lüks ve gösterişli mal değildi. Ona sevdirilen şey, “mal sevgisi” değil, “hayır sevgisi”dir: “Ahbebtu hubbel hayr”=“Hayrı, hayra ulaşmayı sevdim” diyor Hz. Süleyman. Hayrın herkese eşit bir şekilde ulaşmasını sevmiş. Bunu zikredip durmuş.

 

Saraya ve gösterişe takılmaya gerek yok. Zâten Hz. Süleyman’ın sarayı, kendisinin de çok iyi bildiği gibi, kısa bir zaman sonra, tüm sarayların âkıbetine uğruyor ve yıkılıp gidiyor. Geriye ise “Allah için yapılan hayr” kalıyor. Gösteriş ebedî olamaz çünkü. Ebedî olan, gösteriş diyârı “cennet”tir. O ebedî gösterişli ve ihtişâmlı yaşam, muvahhid müslümanların hak ettiği ebedî cennette olacaktır Allah’ın izni ile. O hâlde Dünyâ’daki gösteriş, “cennete şirk koşmak” anlamına gelir.

 

“Malı ‘bir yığma tutkusu ve hırsıyla’ seviyorsunuz” (Fecr 20).

 

Sonra da o hırsla daha da arttırmamı umar” (Müddesir 15).

 

Hırsın olduğu yerde hırsızlık da vardır. Zîrâ hırs, hırsızlığa kapı açar. Hırsızlık profesyonelce yapılan bir hırsızlığa döner ve insanlar onu hırsızlık olarak görmezler. Fakat profesyonel hırsızlık da bir hırsızlıktır hattâ cezâsı daha ağırdır.

 

Demokrasi yâni gayr-i İslâmî siyâset bir “hırs kavgası”dır. “Devletin mülkünü kim idâre edecek hırsı ve kavgası”dır demokrasi. İslâm’da ise, sorumluluk bilincinden dolayı görev için hırs gösterilmez. Liyâkatli olanlar elbette “bu işi ben yaparım” diye öne çıkmalıdır fakat takvâ onları biraz çekingen kılar. Zîrâ siyâset lüks içinde yaşama ve yan gelip yatma işi değil, üstün çaba ve gayretle takvâya uygun işler yapmak demektir. İslâm’da siyâsete züğürt girilip de zengin olarak çıkılamaz ve hattâ belki de varlıklı olarak girilip yoksullaşmış olarak bile çıkılabilir. Zîrâ takvâ bâzılarında aşırı titiz davranmayı gerektirebilir.     

 

Spor da hırsın tavan yaptığı bir etkinliktir. Öyle ki, sporcular “birinci” olmak için doping kullanmak da dâhil her-şeyi yapabiliyorlar. Zîrâ sporun doğasında çok yoğun bir hırs vardır. Bu hırs sporcuların kendilerini fiziksel olarak paralamalarına neden olur. Öyle ki bu nedenle sporcular çok da uzun yaşamazlar. Zîrâ spor zararlıdır ve vücûdu aşırı yıprattığından dolayı insanı kısa zamanda tüketip bitirir. 

 

İslâm’a göre “üstünlük” takvâda iken; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-emperyâlist sistemde üstünlük hırsta ve “tüketim”dedir. “Hırsla tüketmek”tedir. Müslümanlar, takvâdan vazgeçip hırsa ve hazza kapıldılar. Bu durum “târihin sonu” anlamına gelir. Müslümanların “mânevî bağışıklık sistemleri (takvâları)” zayıfladı ve çökmeye yüz tuttu. Zîrâ nefisleri çok fazla kışkırtıldı, hırsları ve hazları tatmin edilemez hâle geldi-geliyor.

 

En takvâlı kişi, hayâta en çok müdâhale eden kişidir. Takvâda bu müdâhale, “Allah rızâsı ve âhiret endişesi için” olan müdâhaledir. Çünkü kendisinde zuhûr etmiş olan îman ve sorumluluk bilinci yâni takvâ, onu yerinde tutmaz ve hayâtın tam da merkezine atar ve kişi bu uğurda kendisini Allah yoluna adar. Hırslı kişi de hayâta atılır fakat bunu nefsinin tatmini için yapar.

 

Gayr-i İslâmî sistemlerde hırsla, fazla yiyip-içenler, daha az yiyip-içenlere üstün tutulurlar. Gayr-i İslâmî sistemlerde ne kadar çok tüketiyorsanız o kadar üstün görülürsünüz ki bu, “ne kadar hırslı iseniz o kadar üstünsünüz” demektir. İslâm’da ise üstünlük takvâdadır. Takvâlı kişide hırs olmaz, Allah rızâsı için azim ve gayret olur. Çünkü Allah rızâsını kazanmak hırsla değil, îman ve takvâ ile olur. Cennete de hırslı olanlar değil, îman ve takvâlı olanlar girer. 

 

Takvâda yarışmayınca “nefste yarış” başlar. Nefs yarışını ise en hırslı olanlar kazanır. Lâkin bir de âhiret ve cennet için yarışmak vardır ki bu yarışı istisnâsız olarak ancak îman ve takvâlılar kazanır:

 

“Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakîler için hazırlanmıştır” (Âl-i İmran 133).

 

“O cennet; biz, kullarımızdan takvâ sâhibi olanları (ona) vârisçi kılacağız” (Meryem 63).

 

Allah, takvâ yerine hırsı kuşananlar için de şöyle der:

 

“Bırak onları; yesinler, yararlansınlar, boş ümit oyalasın onları; yakında bilecekler” (Hicr 3).

 

“Demiri pas, insanı hırs bitirir” derler. Hırsın panzehiri ise takvâdır. Takvânın olduğu yerde hırs, hırsın olduğu yerde ise takvâ olmaz. Hırs-merkezli olanlar Dünyâ’da haz içinde yaşayabilirler, fakat onların âhirette nasibi yoktur yada nasipleri ateştir. Takvâ-merkezli olanlar ise Dünyâ’da “iyi” bir yaşama ulaşacakları gibi, âhirette ise sonsuz nîmet diyârı olan cennete kavuşacaklardır. En büyük mutluluk işte budur.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2020

 

 

 

Devamını Oku »

19 Ocak 2021 Salı

Modern-Bilime Uydurulan Âyetler Yada Modern Tahrif

 

“Size ne oluyor?. Nasıl hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki ‘siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak’ diye” (Kalem 36-39).

 

Müslümanlar modern paradigmanın kulvarına yerleşince ve artık bu kulvarı iyice benimseyince, genelde Tazminat Fermânı’ndan, ama özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra, modern-bilime aykırı düşmemek endişesi ile, Kur’ân’a söylemediği şeyleri söyletmeye ve bahsetmediği konuları gündem etmeye başladılar. Üstelik bunu zorlayarak ve hattâ Kur’ân’a işkence ederek yapıyorlar.

 

Kur’ân’ın asıl amacı, ilk önce kâlpleri sonra da insanların yaşadığı düzlemi vahiy-merkezli olarak inşâ etmek ve düzenlemektir. Böylece Dünyâ’da da aynen göklerdeki gibi bir düzen ve nizam kurmayı hedeflemektedir. Böyle bir düzeni kurmak, -Dünyâ da evrenin bir parçası olduğu için- elbette mümkündür, Dünyâ, göklerdeki bir düzene göre düzenlenmeye uygundur. Buna îtirâz eden ve böyle bir düzen istemeyenler, nefsini ilah edinmiş olanlardır. Zîrâ böyle bir düzeni kurmak, imtihanın bir gereği olarak nefsin dizginlenmesini gerektirir ki, bu, nefsini ilah edinmiş olanlara çok ağır gelir.

 

Kur’ân, yeryüzünü ve gökyüzünü araştırma emrini ve ilhâmını da verir elbette. Lâkin bunun İslâm-merkezli olması şartı vardır. Oysa modern-bilim, Allah’ı ve İslâm’ı hiç hesâba katmaz ve âlemlerin Rabbi olan Allah, “sanki yokmuş gibi” davranır.

 

Kur’ân, modern-bilimi baş-tâcı yapmış ve modern-bilimi merkeze almış olanlar tarafından, sanki indiği dönem için değil de, “1.300-1.400 yıl sonra okunup anlaşılması için gönderilmiş bir Kitap” gibi muâmele görüyor. Kur’ân’ı sâdece modern zamanlar için gönderilmiş gibi okumak ve özellikle de modern-bilimin nesnesi yaparak okuyup anlamaya çalışmak doğru değildir. Çünkü modern-bilimin sürekli değişen ve dönüşen bir doğası vardır. Bu nedenle modern-bilime dayanarak bir gün önce savunduğunuz ve Kur’ân’a uydurduğunuz bir teoriyi, bir gün sonra inkâr etmek zorunda kalır ve bu yüzden rezil olabilirsiniz. Newton’un ve Einstien’in yerçekimi kuramlarında olduğu gibi. Kur’ân’ın tahrifi modern zamanlarda böyle yapılıyor.

 

Modern-bilim ile bir âyetin daha detaylı açıklaması yapılabilir, fakat “daha önceden bilinmiyordu, modern-bilimin ışığında anlaşıldı” gibi cümleler kurmak, Allah’a, Kur’ân’a, Peygamber’e ve sahabeye yapılmış bir hakâret olacağı gibi, “biz her-şeyi açıkladık” sözüne de, “size dîninizi tamamladım” sözüne de aykırı olur.

 

Âyetlerin, müslümanlar tarafından modern-bilime uygun olarak yorumlanması son 150 yıllık bir olaydır fakat daha çok 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra fazlalaşmıştır. Modern-bilime uydurulmaya çalışılan âyetler, moderniteyle birlikte çoğalan Ateizme ve Deizme bir karşılık vermek için kullanılıyor. Daha önce buna gerek yoktu. Çünkü moderniteden önce insanlar kutsal kitaplarda yazılan şeylere zâten sorgusuz-suâlsiz îman ediyorlardı. Allah “yıldızlar sönecek” dediyse sönecektir diye inanıyorlardı. Modern-bilim bunun nasıl olduğunu kendince açıklamakta ve detaylandırmaktadır.

 

Modern müslümanlar âyetlere modern-bilim bağlamında yorumlar yapmakta ve âyetleri zorla modern-bilime uyarlamaya çalışmaktadırlar. Bu gayret, özellikle ateistlerin, deistlerin ve şüphecilerin ortaya çıkması ve çoğalmasından sonra artmıştır. Bu dinsiz kişiler, dîni inkâr ettikleri ama modern-bilimi din yaptıkları için, modern müslümanlar da bunlara karşı modern-bilimi kullanarak cevaplar vermek istiyorlar. Yapılan şey, modernite ile birlikte artan şüphelere yine modern cevaplar vermekten başka bir şey değildir. Yâni aslında modern soru(n)lara üretilmiş modern cevaplardır. Îman etmiş bir mü’min için bu cevaplar olmasa da olur cinsindendir. Çünkü modern-bilim kendince, bir şeyin nasıl olduğunu anlatıyor sâdece, yoksa nasıl olacağını göstermiyor ki!. Nasıl olduğunu sâdece Allah bilir.

 

Yâni “olacak olan” şeye îman etmek yerine, o şeyin “nasıl olacağının anlatımına” îman ediliyor. Çünkü modern-bilim “ne” ve “neden”i bırakıp, “nasıl”la uğraşır. Dünyâ’mızın ve evrenin sonunun nasıl olacağı tartışmalıdır ama, sonun kaçınılmaz olduğu tartışma dışıdır. “Kur’ân’ın kozmolojiyle ilgili iddiâları bugün üzerinde tartışma olmayan bir husustur” diyorlar. Fakat îman edenler için bunun “nasıl olacağı” çok da önemli değildir. Çünkü îman edenler için bu zâten kesin bir şeydir.

 

Teleskop ile birlikte evren materyâllerine yakından bakınca onların ne-nasıl olduğu daha iyi görüldü ve onlara tapanların ne kadar boş bir şeye inandıkları ortaya çıktı. Fakat Allah’a îman eden, şirkin ve tevhidin ne olduğunu idrâk edenler için, Allah’tan başkasına tapmanın, bir delile gerek bırakmadan çok yanlış ve şirk olduğu apaçıktır. Modern-bilim ile birlikte, evren materyâllerine tapınma bırakılmış olsa da, bu sefer de o materyâllerin neliğine ve nasıllığına tapılmaya başlanmıştır. O materyâllerin neliği ve nasıllığı o kadar çok araştırıldı ki, artık bir-çok insan, onları Allah’ın yarattığına bile inanmıyor yada Deizmde olduğu gibi Allah’ın onlarla ilgilenmediklerini söylüyorlar. Demek ki belli bir sınırdan fazla olarak, Kur’ân’ı modern-bilime uydurmak, onun rûhunu olumsuz etkiliyor ve insanları ondan uzaklaştırıyorlar. Modern müslümanlar ateistlere ve deistlere modern-bilim ile cevap veriyorlar ama, onların zâten modern-bilim yüzünden ateist ve deist olduklarını unutuyorlar. Çünkü modern-bilim, îmânı zedeleyen bir şeydir. Zîrâ modern-bilimin temelinde Allah yoktur ve Allah hiç hesâba katılmaz, hattâ Allah ve din inkâr edilir.    

 

Modern-bilime zorla uydurulmaya çalışılan âyetlere bir-kaç örnek verelim...

 

1- “O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer bir-biriyle bitişik iken biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 30).

 

Batı’lı teorilerin büyüsüne kapılarak Kur’ân âyetlerini zorla modern-bilime uydurmaya çalışanlar, Enbiyâ 30. âyette “bitişik iken ayırdık-ayırıyoruz” diye çevrilerek anlatılan olayı, belli bir zamâna (modern zamâna) hasretmekle “farklı bir târihselcilik” yapıyorlar. Kur’ân’ın lafzı târihsel olsa da, mesajları evrenseldir ve her âyeti bize tüm zamanlarda ve mekânlarda modern-bilime gerek duymadan hitâp eder. Şöyle ki; her gözlem, yerlerle gökleri ayırmak demektir. Bu, çıplak gözle de yapılsa, dev teleskoplarla da yapılsa fark etmez. Zâten Kur’ân bunu “görmüyorlar mı” yâni “görüyorsunuz”, “gözlemliyorsunuz ya”, böylece “ayırıyorsunuz” diyerek söylüyor. Ayırma devâm ediyor yâni.

 

Enbiyâ 30. âyetin Big-Bang Teorisi ve “ilk-yaratılış” ile, atom-altı parçacık kadar bile bir ilgisi yoktur. Çünkü âyet, -sözde- o leblebi büyüklüğündeki sonsuz yoğun(!) noktanın patlamasıyla ve her-şeyin ayrılmasıyla değil, herkesin görüp bildiği “yağmur”la ilgilidir. Âyete parantez içinde bir “ilk başta” kelimesi takdir edilerek, güyâ bilimsel bir tefsir-meâl şekline sokuluyor ve âyet zorla “bilimsel bir âyet” yapılmaya çalışılıyor.

 

“Görmüyorlar mı” denilen sözde; yılın büyük bir bölümünde, her kesimden her insanın kolaylıkla gözlemleyebileceği ve gözlemlediği olay şudur: Orta Anadolu’da “kırk ikindi yağmurları” denilen süreçte de hârika bir şekilde izlendiği gibi; ilk-başta her yer günlük-güneşliktir. Genelde öğleden sonra başlayan olayda, ilk önce bulutlar toplanıp gelir ve yoğunlaşır; sonra her taraf kapkara bulutlarla dolar ve daha bir saat önce masmâvi olan gökyüzü ve dağlar-bayırlar-tarlalar net bir şekilde görülebilirken, bulutlanmadan sonra ve yağmur ile birlikte gökler-dağlar ve tarlalar arasında ayrım kalmaz, her yer “tek bir yer” gibi görülmeye başlar. Göklerle yer bitişik hâle gelir. Yâni “gökler ile yer bir olur”. Sonra şimşek çakar, yağmur hızlanır ve sağanak hâline gelerek her yer ıslanır, sulanır. Kısa bir süre sonra yağmur diner, bulutlar dağılır ve gökler, dağlar, ovalar, bayırlar, tarlalar netleşir ve aralarındaki sis kalkınca da her yer yine net olarak görülmeye başlar. Yâni gökler ile yer ayrılmış olur. Hemen akşamında ve ertesi gün tâze otlar ve çiçekler çıkmış, çaylar-dereler suyla dolmuş, insanlar ve hayvanlar rahatlamıştır. Her yere bir canlılık gelmiştir. Yâni her-şey sudan yaratılmıştır. Her-şey yeniden “su”dan yaratılmıştır.  

 

İşte olay bu kadar basittir. Hem âyetin indiği zamanda yaşayan hem de bugün yaşayan tüm insanlar bunu gözlemiştir ve gözlemleyebilir. Gerçi şehirlerde yüksek binâların aralarında oturanlar, binâlar yüzünden ne yağmuru, ne de yeşillikleri görebiliyorlar ve bu nedenle de bu âyete başlıyorlar bilimsel, teknik, uzmanlık isteyen okumalar ve yorumlar yapmaya. Hâlbuki bir tepe-dağ başından bu âyeti seyredebilirlerdi. Evet; bu âyet, “seyredilebilen bir âyet”tir. O yüzden “görmezler mi” diyor.  

 

2- “Biz göğü kudretimizle binâ ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sâhibiyiz” (Zâriyat 47).

 

Bu âyet de zorla modern-bilime uydurulmak istenmektedir.

 

Big-Bang Teorisi’ne delil olarak sunulan “kâinâtın genişleme teorisi” aslında bir yanılsamadır. “Bu âyete ‘genişleme teorisi’nden önce de kâinâtın genişlemesi anlamı verenler olmuştur” deniyor. Meselâ Kadı Beyzâvi’nin böyle söylediğini anlatıyorlar. Fakat Beyzâvi Zâriyât 47. âyeti aynen şöyle çeviriyor: “Semâyı kudretimizle biz binâ ettik ve şüphesiz biz genişleteniz”. Yâni “kâinâtı sürekli olarak genişletiyoruz” demiyor ki. Âyetin tefsirini şöyle yapıyor:

 

“Ayetteki ‘mûsî’, ‘infâk etmeye gücü yeten’ demektir. Cenâb-ı Hakkın ‘Mûsi’ olması; ‘dilediğini yapmaya gücünün yetmesi’, veyâ ‘semayı genişletmesi’, veyâ ‘semâ ile arz arasına genişlik vererek yaratması’, veyâ ‘bolca rızık vermesi’ni ifâde eder. ‘Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz’ (ez-Zâriyât 51/47) âyeti, ‘göğün genişletilmesi gerçek yada mecâzi anlamda anlaşılabilir. Zîrâ Allah ‘Mûsi’dir. ‘Mûsi’ olan bir Yaratıcı dilediğini yapmaya güç yetirendir ve bu anlamda O, göğü de genişletebilir yada gök ile yer arasına genişlik vererek yaratmış da olabilir. Mecâzi anlamda ise ‘Mûsi’, ‘kullarına Allah’ın bolca rızık vermesini’ ifâde etmektedir” (Beyzâvî, Envârü’t-tenzîl, 5: 150).

 

Büyük müfessirlerin diğerleri de benzer şeyler söylemişlerdir. Meselâ Fahruddin Er- Râzi “mûsiun” kelimesini şöyle tefsir etmiştir:

 

“Mûsiun kelimesinin âyet-i kerîmedeki ifâdesi hakkında şu îzahlar yapılabilir:

 

a) Bu ifâde, ‘genişlik’ maddesindendir. Yâni, ‘biz o semâyı, yer ve yeri kuşatan su ve havayı, semâya ve onun genişliğine nispetle, tıpkı çöldeki bir halka misâli olacak bir biçimde genişlettik’ demektir.

 

b) Bu ifâde, ‘kâdir olucularız..’ anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Allah hiç-bir nefse gücünün yettiğinden başkasını yüklemez’ (Bakara, 286) âyetindeki kelimesi de bu mânâda olup, yâni, ‘ancak o nefsin gücünün yetebileceği şeyi...’ demektir. Bu hususta bu iki ifâde arasındaki münâsebet gâyet açıktır. Şöyle de denebilir: Bu durumda bu, şu gâyeye, yâni (son esâsa) bir işâret olup, son îtikâdî esas da, haşirdir. Buna göre Cenâb-ı Hak âdetâ, ‘biz, semâyı yaptık ve bizler, semâ gibilerini yaratmaya da kâdiriz.. (Yâni, insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye de kâdiriz..) demiştir ki, bu tıpkı ‘gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir?’ (Yâsin, 81) âyeti gibi olmuş olur.

 

c) Bu ifâde, ‘biz, mahlûkatın rızkını genişleticileriz’ mânâsındadır”.

 

 Şekil A

 

Şekil A’da görüldüğü gibi; A galaksisi ile B galaksisi arasında kırmızı eksende 3 ışık-yılı uzaklık var ve galaksiler ok istikâmetinde yol alıyorlar. Aynı galaksiler mâvi eksene yöneldiklerinde (ikisini de aynı hızda yol alan galaksiler olarak düşündüğümüzde) birbirlerinden kademeli olarak 5 ışık-yılı uzaklığa kadar uzaklaşacaklardır. Burada aslında gerçek bir uzaklaşma yok. Döngüden kaynaklanan ve “belli bir süreliğine olan geçici bir uzaklaşma” var. Döngü tekrar ilk başa yöneldiğinde yine uzaklık kademeli olarak 3 ışık-yılına inecektir, yâni “belli bir süreliğine olan geçici bir yakınlaşma” başlayacaktır. Bu durum bâzı yıldızlarda da gözlenebilir. Meselâ bizden 4.2 ışık-yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centauri yıldızı bize 21.7 km/s hızla yaklaşmaktadır, fakat 3.11 ışık-yılı yaklaştıktan sonra tekrar uzaklaşmaya başlayacaktır.

 

Zâriyat 47. âyetteki, “mûsiûn=genişlik vermek” kelimesi, modern zamanlarda ve özellikle de “Genişleme Teorisi” ve “Big-Bang Teorisi”den sonra “kâinâtın balon gibi şişirilerek genişlemesi” şeklinde modern-bilime uydurularak zorla değiştirilmek istenmektedir. Peki bu âyet bu şekilde anladığımızda, Peygamber ve sahabe için ne ifâde ettiği hakkında ne diyeceğiz?. Onların bu âyete bir anlam vermediğini söylemek zorunda kalacağız tabî ki. Fakat bu durum hem Kur’’ân’a hem de Peygamber’in misyonuna aykırıdır. 

 

Kur’ân insanlara bilmediği bir şeyi örnek olarak vermez.

 

3- Allah, kimi hidâyete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, îman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir” (En-âm 125).

 

Burada Allah ilk muhâtaplara, onların yükseğe çıkıldıkça göğsün daraldığını bilmemelerine rağmen mi bu örneği veriyor?. Tabî ki de hayır. Yüksek rakıma çıkmak sâdece bir araçla yükselerek ve uçarak mı olur?. Yüksek bir dağa çıkınca da bu “darlanma” ve daralma bir nebze hissedilir ve anlaşılır. Meselâ 2.000 râkımda bile tansiyon hastaları daha çok rahatsız oluyorlar. Çok daha yüksek dağlara çıkmış olanların anlattıklarını duyanlar bu bilgiyi biliyorlardı elbette. Âyeti de buna göre anlıyorlardı.

 

Yâni demek istediğim, Kur’ân’ın modern-bilim ve teknoloji ile daha iyi anlaşıldığı bir şehir efsânesidir.

 

Peki Kur’ân modern-bilime uydurulmaya çalışılınca sanki daha iyi mi anlaşıldı?. Böylece müslümanların îmânı mı arttı?. Sonuçta da bu îmâna göre davranarak Kur’ân’a daha mı çok uymaya başladılar?. Ne yâni; modern müslümanlar klâsik müslümanlardan daha mı iyi müslümandır?. Modern müslümanların, modern-bilime uydurdukları âyetler nedeniyle îmanları daha çok artı da, artan bu îmanla her-şeyi göze alarak şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme karşı çıkıp da İslâm’ı Dünyâ’ya hâkim kılmaya mı çalışmaktadırlar. Yada derin veyâ basit bir yaraya merhem mi oldular?. Hayır, maalesef. Ancak zihnî orgazmlar yaşadılar ve yaşıyorlar. Üstelik aslında îmanlarda tam-tersine azalma olduğu ve takvânın azaldığı çok açıktır. Tüm olumlu şeyler azalırken olumsuzluklar arttı-artıyor. Çünkü “artık öğrendik tamam” düşüncesi açığa çıktı. Bilmek yeterli olarak görülüyor ve bilmek inanmanın önüne geçti. Bilenler inananlardan üstün görülmeye başlandı. Üstelik daha iyi ve başarılı insanlar olarak görülüyorlar. İyi de, bunun olumlu bir karşılığı dışarı yansımıyor ki. Çünkü olumlu anlamda değişen bir şeyler yok.

 

Peki bu yaptığınızı Allah’ın nasıl gördüğünü düşünüyorsunuz?. Allah bundan râzı mıdır?. Çünkü artık modern-bilim sâyesinde Kur’ân’ın âyetlerini -güyâ- daha iyi anlayanlar, Kur’ân’ın yasakladıklarına uyuyorlar mı?. Çok net ve bâriz bir şekilde görüldüğü gibi, Kur’ân’a uymadıkları gibi, âyetlere aykırı hemen her-şeyi yapmaya başladılar. Hattâ Peygamber düşmanı oldular. Modern-bilime zorla uydurma uğruna âyetlere bin takla attırarak Kur’ân’a işkence ve zulmediyorlar. Ne yâni; Allah bunu mu istiyordu bizden?. Şimdi biz, Peygamberimiz’den ve o’nunla birlikte olanlardan daha mı üstün olduk?. Bilimi elinde tutan batı’lılar, modern-bilim ile Kur’ân arasındaki -sözde- uyumu görünce ne yaptılar?, kitleler hâlinde müslüman mı oldular?, Kur’ân aşığı samîmi mü’minler hâline mi geldiler de artık ellerinden Kur’ân’ı hiç bırakmıyorlar mı?. Tabi ki de hayır!. Zâten iş o değil. Kur’ân; kâinâtı ve de Dünyâ’yı gözlemlemek ve araştırıp-incelemek için adresler gösteriyor ama bunları ille de derinlemesine araştırmaya, oraya takılıp kalmaya yönlendirmiyor ki!. Çünkü buna gerek yoktur. Çok daha basit gözlemlerle bile Allah’ın yaratma sanatı ve yasaları görülebilmektedir ve insanlar bu sanat karşısında hayran kalıp îman etmekte yada îmânını arttırmaktadır. Aslında önemli olan ve Kur’ân boyunca söylenen şey, Allah’tan başka bir ilahın olmadığını anlatmak ve bu hakîkate göre yaşamaktır. Yoksa modern-bilim meselesi değil. Allah, Kur’ân’ı modern-bilimin nesnesi ve oyuncağı yapılması için göndermemiştir. Kur’ân modern çağlar için değil, tüm zamanlar için gönderilmiş bir Kitap’tır ve tüm zamanlarda hakkıyla anlaşılabilir ve anlaşılıp idrâk edilmiştir de.

 

4- “Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istivâ etti ve Güneş ile Ay’a boyun eğdirdi, her-biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, âyetleri birer-birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız” (Ra’d 2).

 

Caner Taslaman bu âyet bağlamında şunları söyler:

 

“Kur’ân’ın belirttiği bu gerçek, Peygamberimiz’in zamânında ispatlanamadığı için, Kur’ân’daki bu âyetin varlığı, Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde kendisine bir avantaj da sağlamamıştır. Hattâ bu âyet, o dönemde ispatlanamaz olduğu için bu âyetin ifâdesi yüzünden Kur’ân’a îtirazlar yöneltilmiş olması bile mümkündür. Kur’ân’ı Peygamberimiz’in yazdığı iddiâsını ileri sürenlerin, Peygamberimiz’in dönemindeki kanaatlere karşın Kur’ân’da niye böyle ifâdeler geçtiğini açıklamaları mümkün olmayacaktır”.

 

İyi de Allah bu âyeti bir “gizem” olarak mı indirdi?. Kur’ân bir “sırlar kitabı” mıdır?. Yaratılışı nasıl yaptığının kabaca anlatıyor. İnsanlar zâten göklerin direksiz olduğunu görüp duruyorlar ki Kur’ân da “onları görmektesiniz” diyerek bunu söylüyor zâten.

 

Şöyle bir sorun var. Modern-bilim ve teknolojiye râm ve meftûn olanlar, modern dönem öncesi insanları çok ilkel zannediyorlar. Hâlbuki 900 yılında katarakt ameliyatı bile yapılıyordu. Modern mühendislerin, nasıl yapıldığını çözemedikleri Piramitler gibi yapıları yapıyorlardı. Yeryüzünü daha çok îmâr etmişlerdi. Nice şaheserler yapmışlardı ki estetik olarak modern yapılardan çok daha etkileyicidir.  

 

Peki Kur’ân, modern-bilim ile her-şeyi aşırı şekilde derinlemesine incelemek işine ne diyor?. Kur’ân her-şeyin bir mahremiyetinin olduğunu söyler:

 

“Ey îman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın)..” (Hucurât 12).

 

Allah bir sınır koyuyor ve sınırın bir tık ilerisinin “mahrem” olduğunu söyler. İnsanların, hayvanların, bitkilerin, yeryüzü tabakalarının ve de göklerin bile bir mahremiyeti vardır. Bunları en ince ayrıntısına kadar araştırma yetkisini modern insana kim veriyor?. Onun gereksiz merakları mı?. Ama unutulmasın ki, insanın başına gelen şeylerin çoğu meraktan gelir. Bu kadar merak şeytânîdir. Meselâ ana-rahmini incelemek, hayvanların çiftleşmesini gözlemlemek, yeryüzünü delik-deşik etmek, denizlerin ve göklerin derinliklerini inceden-inceye araştırmak vs. bunları yapmak doğru mudur?. Modern-bilimin hatırına ne çok mahremiyet çiğnenmektedir.

 

Peki bilince ne olacak?. Bir-çok şeyi bilmenin insanlığa bir faydası yoktur ki!. Meselâ suyun formülünün (H2O), 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana geldiğini bilmenin insanlığa hiç-bir faydası yoktur. Bunun gibi, modern-bilimin verilerinin %90’ına yakınını bilinmiş olmasının insanlığa bir yarârı olmadığı gibi, tam-aksine zarârı bile olmaktadır.

 

Bir şeyi bilmek ve ondan ibret almak için onu çok detaylı olarak incelemeye gerek yoktur. Hattâ aşırı araştırma-inceleme, o şeyin yanlış anlaşılmasına bile neden olabilir. Çünkü aşırı şekilde incelenen şey “parçalanmış” olacağından dolayı incelenen şey “o” olmaktan çıkar. O şeyin kendisi değil, parçası incelenmeye başlanır ve bütünlük kaybolur. Basitçe gözlem yapmak ve gerektiğinde biraz daha yakından bakıp-incelemek yeterlidir bir şeyin ne olduğunu anlayabilmek için. Hele de sürekli olan bir gözlem ve incelemeyle o şeyin gerekli her ayrıntısı bilinebilir. Çünkü Allah bir şeyi bilmeyi o kadar da zorlaştırmamıştır. Meselâ insanlar M.Ö. 7000’den bêri arıcılık yapmaktadırlar. Bu süre içinde arıların her ayrıntısını öğrenmişlerdir. Artık onu daha fazla incelemenin ve mahremiyetine girmenin gereği yoktur. Aşırı incelemenin insanlığa bir yararı olmadığı gibi sapık düşünceler açığa çıkarması kaçınılmaz olacağından dolayı zararlıdır da.

 

Bir keresinde horoz tarafından döllenmemiş bir tavuğun yumurta üretip-üretmeyeceği tartışılmıştı. Cevâbı, o kadar “okumuş” adam bilememişti de, okuma-yazma bile bilmeyen köylü bir kadın söyleyivermişti yumurtlayabildiğini. Çünkü bunu yıllarca gözlemlemişti.

 

Modern-bilimin yaptığının çoğu “Amerika’yı yeniden keşfetmek”tir. Bu keşfi daha ayrıntılı ve bilimsel bir dille resmî kayıtlara kaydedince, sanki yeni ve çok şey yapmış gibi gözüküyor. Allah’ın sanatını ve ilahlığını idrak etmek için çıplak gözle yapılan gözlem ve derin düşünmek yeterlidir. Bilimin verileriyle edinilen bilgiler de Allah’ın yaratma sanatını önümüze koyar. Fakat bilim “modern-bilim olunca yâni, Allah’sızlaşınca iş değişiyor ve aşırlık öne çıkıyor.

 

Modern-bilimin verilerini insanlığa ne faydası olmuştur?. Modern-bilim ve teknolojinin ilerlemesi bize maddî alanda bâzı faydalar sağlamış olsa da mânen ve ahlâken fayda sağlamış mıdır?. Hayır, faydasından çok zarârı olmuştur. Modern-bilim ve teknolojide bizim için bâzı faydalar vardır ama zarârı daha büyüktür. Modern-bilimin olmadığı Peygamber dönemi mi yoksa modern-bilimin dinleştirildiği modern zamanlar mı insanın Dünyâ ve âhiret hayâtı için daha faydalıdır?. Günümüze bakınca her-şeyin ne kadar çirkefe battığını görmüyor musunuz?. Kıyası yanlış yapıyorsunuz. Modern-bilim ve teknolojiye meftûn ve râm olmanın bedeli çok ağır sonuçlar doğurmaktadır.

 

Modern-bilim, aşırı araştırmayla Dünyâ’nın ve insanın büyüsünü bozdu, bozuyor ve daha da bozarak Dünyâ’yı yaşanamaz bir hâle getirmektedir. Bunun övülecek bir tarafı yoktur. Çünkü insan modern-bilimin zannettiği gibi sâdece maddî yapıdan ibâret bir varlık değildir. Onun rûhunun da doyuma ihtiyâcı vardır ve bu doyuma ancak “sınırlılık”ta ulaşılır. İnsanlar modern-bilimin verilerinin sonucunda ateist ve deist oluyor. Allah’tan uzaklaşıyor. Çünkü insan Allah’a, bilgiyle değil, ilgiyle ve samîmiyetle yaklaşabilir.

 

Bakmayın siz modern-bilimin bu kadar açıklama yapmasına ve veri üretmesine. Aslında kesin net açıklamayı yapamaz ve hattâ o açıklamayı nasıl yapacağı hakkında bir fikri de yoktur. Çünkü net açıklama ancak Allah-merkezli olarak yapılabilir

 

Evet; Kur’ân modern-bilime uydurulmak ve modern-bilim ile anlaşmak-uzlaşmak zorunda değildir. Kur’ân’ın en doğru anlamı Peygamberimiz’in idrâk ettiği gibidir. Çünkü Peygamberimiz Sünnet denen kavlî ve fiîli yorumlarını, vahiy canlı-canlı inerken, bir yanlışlık yapıldığında Allah tarafından düzeltme imkânının olduğu bir zamanda ve Allah’ın gözetiminde yapmıştır. Zâten yanlış yorumlar ve davranışlar Allah tarafından hemen düzeltilmiştir.

 

Kâinâtın bilim kullanılarak belli bir ölçüde araştırılıp-incelenmesi, Kur’ân’ın ona yönlendirmesinden dolayı meşrûdur. Fakat bu araştırma İslâm/Kur’ân-merkezli olmak zorundadır. Zâten başka türlü de en doğru ve net bilgiye ulaşılması mümkün değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

13 Ocak 2021 Çarşamba

Modern-Bilim ve Manipülasyon

 

“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

 

Manipülasyon: “İnsanları kendi bilgileri dışında veyâ istemedikleri hâlde etkileme. Seçme, ekleme ve çıkarma yoluyla bilgileri değiştirme. Varlıkları yapıcı, açıklayıcı ve yararlı bir biçimde kullanma işi. Yönlendirme. Kurguyu oluşturan bölüm içerisinde, konuşulan kelimelerin veyâ cümlelerin yerlerini değiştirerek farklı anlamlar üretmek ve farklı sesler eklemek veyâ çıkarma yoluyla kaydın anlam bütünlüğünü değiştirme işlemi”.

 

Modern-bilim büyük oranda “bilim-kurgu”dur. Kesin olmayan şeyler kurgu olur, kesin olan şey ise hakîkat. Tek ve mutlak kesin olan şey sâdece Allah ve O’nun sözü olduğu için, Allah’a ve O’nun sözüne aykırı olan şeyler hakîkat olamaz. Zâten Allah’ın hesâba katılmadığı ve tam-aksine inkâr edildiği bir yerde ve araştırmada hakîkate ulaşmak imkânsızdır. Bu nedenle Allah’ı ve O’nun sözünü inkâr eden modern-bilimin hakîkate ve kesinliğe ulaşması mümkün değildir. Kesinliğe ulaşamayacağı için de ortaya koyduğu veriler ve teoriler kurgu olmaya mahkûm olur.

 

Modern-bilimin Dünyâ-dışı uzay hakkındaki verilerinin -en iyimser rakamla- %90’ı, Dünyâ içindeyse -en iyimser rakamla- %60’ı kurgudur, zandır. Masa-başında üretilmiş fikirler ve teorilerden oluşmaktadır. Ne isterlerse onu düşünürler ve düşündükleri şeyleri kanıtlamak için gözlemler ve deneyler yaparlar. Bu gözlem ve deneyler ne sonuç verirse-versin, zorlayarak ve aşırı yorumlayarak da olsa, masa-başında düşündükleri ve kararlaştırdıklarına uydurulmaya çalışılır. Deneyleri ve gözlem sonuçlarını masa-başında düşündüklerine uydurmak ve uyarlamak için aşırı zorlarlar. Yine de yeterince uyum olmazsa uydurdukları sâbitelerden birini ekleyiverirler. Tâ ki masa-başında ürettikleri ön-kabûllerine uydurana kadar. Fakat hiç-bir zaman tam bir uyum olmaz ve görebilenler için bir-çok eksikler, yanlışlar, hatâlar ve saçmalıklar olur teorilerinde ve önermelerinde. Zâten genelde Allah’ın sözüne aykırı veriler ortaya çıkar.

 

Hakîkat ise Allah’a ve O’nun sözüne uygun olan ve aykırı olmayan şeydir. Allah’ın sözüne, kazandırdığı ferâsete ve bakış-açısına göre yapılan ve tespit edilen şeyler hakîkattir yada hakîkate en yakın olandır.

 

Modern-bilim Allahsız olduğu, Allah’ı yâni bilim-adamlarının üzerinde çalıştığı kâinâtı Yaratan’ı inkâr ettiği için, bakış-açısında mutlakâ bir problem olur. Allah’ı hesâba katmayanların gözlerine perde iner ve hakîkati göremez hâle gelirler. Sonuçta da bir-çok yanlışlar ve saçmalıklar üretirler. Zâten bu nedenle de “bilim yanlışlanabilir olandır” demek zorunda kalırlar. Böylece açıklarını ve yanlışlarını kapatıp düzeltme fırsatı yakalamış olurlar. Yanlışlana-yanlışlana en doğruya ulaşılacağı söylenir. Peki siz en doğruya ulaşana kadar biz ürettiğiniz ve üzerinden rant sağladığınız yanlışlara ve saçmalıklara inanmak zorunda mıyız?. Tabi ki de değiliz. Öyleyse ne yapılmalıdır?. Allah’ın kazandırdığı ferâset ve bakış-açısıyla gözlem yapmak ve düşünmekle en doğru olan yâni hakîkat ortaya konmalıdır.

 

Modern-bilim “Kesin Olan”ı inkâr ettiği için hiç-bir zaman kesin olana ulaşamaz. Zâten ulaşamıyor da. Bu nedenle de sürekli olarak manipülasyon yapıyor. Yanlış ve saçmalık olan verileri ve teorileri manipülasyonlarla tüm Dünyâ’ya kabûl ettirebiliyor. Peki bu nasıl mümkün olabiliyor?. Manipülasyon nasıl bu kadar başarılı olabiliyor?. Modern-bilim ve bilim-adamları bunu nasıl yapabiliyorlar?. Niçin kimseden bir îtirâz gelmiyor?. Kanımca şöyle oluyor…

 

Nasıl ki Amerikan Merkez Bankası FED tüm Dünyâ’yı, aldığı kararlarla, dayatmalarla ve karşılıksız bastığı dolarlarla manipüle ediyorsa, meselâ bilimsel bir kuruluş olan NASA da aynı şekilde yapıyor ve manipüle ediyor. Nasıl ki Dünyâ’daki tüm bankalar, yatırımcılar ve hattâ küçük esnafa kadar herkes iş yapmak yada yapmamak için FED’in ağzına bakarak kararlarını bekliyorsa ve FED’in yaptığı açıklamalara göre hareket ediyorsa NASA da öyle yapıyor. Çünkü FED’in ekonomi konusundaki kuşatması, baskısı ve dayatması ile NASA’nın bilim konusundaki kuşatması, baskısı ve dayatması arasında etki bakımından bir fark yoktur. Kimse FED’in kararlarını ve sistemini sorgulamadan aynen kabûl ederek ekonomilerini düzenliyorlarsa ve işlerine devâm ediyorsa ve de artık FED merkezli bir ekonomiye inanıyorsa, aynı şey NASA için de geçerlidir. Diğer bilim-kuruluşları ve bilimsel yayın yapanlar da aynı şeyi yapıyor ve en baskın kuruluşa göre pozisyon alıyor.

 

Yine; nasıl ki Dünyâ Sağlık Örgütü DSÖ, tüm Dünyâ’da tıp ile ilgili karalar alıyorsa ve DSÖ aldığı kararları Dünyâ’daki tüm sağlık kuruluşlarına sorgusuz-suâlsiz uygulanması için gönderiliyorsa ve dayatıyorsa, modern-bilimi tekelinde tutan dünyâ-çapındaki kurumlar da bu dayatmayı bilim konusunda yapıyor. Nasıl ki sağlık kurumları “ne de olsa DSÖ’nün açıklaması, uygulaması ve kararı” diyerek DSÖ’nün direktiflerini, hiç sorgulamadan ve hiç şüphelenmeden kabûl edip uyguluyorsa, böylece DSÖ tüm Dünyâ’yı manipüle ediyorsa; modern-bilimi tekelinde tutanlar da aynı şekilde manipüle edebiliyor.

 

Meselâ korona sürecini DSÖ yürütüyor. Onun yönlendirmesi ve aslında manipüle etmesiyle tüm Dünyâ DSÖ’nün kontrôlüne girmiş oluyor. Üstelik hiç eleştiri ve îtirâz almıyor. Sorgusuz-suâlsiz bir güven duyulduğu için Dünyâ’yı ve dolayısı ile tüm insanlığı istediği gibi yönetiyor, manipüle edebiliyor. Şu da var ki DSÖ’yü finanse edenler; Rockefeller, Rothshild, Gates ve BM gibi “insan düşmanı” kişi ve kurumlardır. Bunların insanlığın faydasına ve hayrına çalışma ihtimâli yoktur.

 

Pentagon nasıl ki tüm Dünyâ’da askerî yönlendirmeler yapıyorsa, kendisi -nükleer silah üretimi dâhil- her türlü silahları üretirken, başkalarının özellikle nükleer silah üretmesine karışıp karşı çıkıyorsa ve hattâ nükleer silah üreten ülkelere yaptırım uygulatabiliyorsa, böylece Pentagon’un gücü tüm Dünyâ’da abartılıyor ve böylece tüm Dünyâ manipüle edilmiş oluyorsa, modern-bilimin elinde tutanlar da aynı şekilde tüm Dünyâ’yı ve insanları manipüle edebilirler ve yanlışlara, saçmalıklara ve olmayacak şeylere de inandırabilirler.

 

İşte aynen ekonomi, sağlık, askeriye gibi konularda tekel olanlar nasıl ki tüm Dünyâ’yı ve insanları yönlendiriyor, onlara kendi düşüncelerini, kararlarını ve uygulamalarını dayatıp kabûl ettiriyor ve uygulatıyorlarsa, başta NASA olmak üzere bir-kaç bilim-merkezi de tüm Dünyâ’yı ve insanları, sürekli olarak medyada manşet yaptığı kararlarıyla, deneyleriyle ve teknolojisiyle manipüle ediyor, yönlendiriyor ve mevcut küresel-seküler telakkiye uygun olan keyfî sonuçları ve kuralları dayatabiliyor. Böylece “küresel” olunca hiç-bir bilim-adamı ve bilim kuruluşu bunu sorgulayamıyor, sorgulamaya cesâret edemiyor. Artık söylenen her-şeyi kabul ediyor, alınan her karârı kabûl edip uyguluyor. Çünkü bilim ve teknoloji aracılığı ile birileri Dünyâ’nın başına ilah kesilmiştir. Üstelik kendi kararlarına ve ulaştıkları sonuçlara şirk koşulmasına da aslâ tahammül edemiyorlar.

 

Durum bu olunca bilim-adamları, NASA’nın ve Avrupa Uzay Ajansı gibi merkezlerin ulaştığı sonuçlara ve teorilere karşı kendilerine aykırı ve saçma gelse de bir şey söyleyemiyorlar. Çünkü bilime karşı bir şey söylemek, “Allah’a karşı gelmek” gibi algılanmakta, “rezil olmak” yada “mesleğinden atılmak” riskiyle karşı-karşıya kalınmaktadır. Bunu göze alabilenler çok azdır ve zâten onların da sesi bir şekilde kesilmektedir. Çünkü ekonomiyi, sağlığı, silahı ve bilimi elinde tutanlar ile medyayı elinde tutanlar aynı kişilerdir yada bu küresel şeytanlar dayanışma içindedirler. Böylece mevcut modern-bilimi tekellerinde tutarak manipüle edenler, büyük bilimsel yalanlar bile söyleyebilmekte ve insanları bâzı doğru teoriler ve sonuçlar yanında saçmalıklara da inandırabilmektedirler. Düz Dünya Teorisi savunucuların bahsettikleri manipülasyon budur. Onlar Dünyâ’nın yuvarlak olduğunun ve döndüğünün, modern-bilimi tekelinde tutanların büyük bir manipülasyonu olduğuna inanıyorlar.

 

Nasıl ki ekonomi, sağlık, askerî güç vs. kimin tekelinde ise, onların kararları sorgusuz-suâlsiz ve tartışmasız kabûl edilebiliyorsa, bilim konusunda da bilimi tekelinde tutanların kararları, söylemleri, verileri, deneyleri ve gösterimleri de sorgusuz-suâlsiz ve tartışmasız kabûl ediliyor. Dünyâ yuvarlaktır ve döner, uzaya çıkılmış ve Ay’a gidilmiştir, Mars’a gidilecektir, 5 milyar ışık-yılı ötedeki bir gezegende su bulunmuştur, insan maymundan gelmiştir, kâinat leblebi büyüklüğündeki sonsuz yoğunluktaki bir noktadan yaratılmıştır vs. deniyorsa herkes onu öyle kabûl ediyor yada etmek zorunda kalıyor. Çünkü hem modern-bilime bir eleştiri ve îtirâz yok, hem karşıt görüşlere yer verilmiyor ve karşıt düşünceler ve görüşler yobazlık olarak gösteriliyor, hem de modern-bilimi tekelinde tutanlar, uydurmacılığı ve yalancılığı profesyonelce yapıyorlar ve saçmalıkları profesyonelce bir şekilde yaygınlaştırıp kabûl ettiriyorlar. Tabi bir de bâzı verileri ve teorileri ulaştıkları doğru sonuçlarla karışmış olduğu için insanlarda “o doğruysa bu da doğrudur” düşüncesi açığa çıkıyor. Zâten güç ellerinde olduğu için müthiş bir kuşatma, baskı ve dayatma da var. Bu yüzden her konuda bilimi tekelinde tutanların ağzına bakılıyor ve ona göre gündem ve söylem oluşturuluyor.

 

Bilimi tekellerinde tutan ve manipüle edenler, aslında olmayacak şeyler için bile; “yapmak, bulmak ve ulaşmak üzereyiz” gibi şeyler söylemekte, kısa bir süre sonra da “aslında şu-an bu mümkün değil ve nasıl olacağı hakkında da bir fikrimiz yok” diyerek halka sürekli olarak modern-bilimin sözde büyüklüğünü bilinç-altlarına yerleştirmektedirler. Halk da, “bilim-adamları dediyse doğrudur” zannediyor. Çünkü bilim-adamlarını peygamber gibi görüyorlar. Onların her-şeyi yapabileceklerini zannediyorlar. Oysa modern-bilimin Dünyâ-dışı uzay hakkındaki verilerinin -en iyimser rakamla- %90’ı, Dünyâ içindeyse -en iyimser rakamla- %60’ı kurgudur, zandır.

 

Avrupa Uzay Ajansı 1975 yılında, uzayın keşfini amaçlayan, hükümetler-arası bir organizasyon olarak kurulmuştur. Şu-an 22 üyesi olan örgütün merkezi Fransa’nın başkenti Paris’tedir. 2006 yılı sayılarıyla üç milyar Avro’luk bütçeye ve yaklaşık 1.900 çalışana sâhiptir. Bilim konusunda suyun başını tutan kurum ise NASA’dır. Amerika Birleşik Devletleri’nin uzay programı çalışmalarından sorumlu olan kurum. 29 Temmuz 1958 târihinde ABD Başkanı Dwight Eisenhower tarafından kurulmuştur. 25 milyar dolarlık bir bütçeye sâhiptir. Bu bütçeyle istediği manipülasyonu yapabilmektedir.

 

Manipülasyonun farkına varabilmek için vahiy-merkezli bir bakış-açısına sâhip olmak ve eleştirel bir kişilik olmak gerekir. Tabî ki bilimsel bilgiye âşinâ olmak da lâzımdır. Vahiy-merkezli ve eleştirel bir bakış-açısıyla yapılan modern-bilim okumalarında, aslında modern-bilimin üretip ortaya koyduğu ve “kesin doğru” olarak söylediği şeylerin yanlış yada bâzen eksik olduğu görülebiliyor. Fakat modern-bilim ve de teknolojinin tüm Dünyâ’da kurduğu tahakküm ve güven, yanlışları görmeye mâni oluyor. Çünkü korkunç bir kuşatma, dayatma baskı ve ön-kabûl var. Öyle ki bir bilim-adamı bir teorinin yanlış yada eksik olduğunu görse yada bir sorun olduğunu fark etse bile bunu ya hiç söyleyemiyor yada hemen söyleyemiyor. Çünkü yobazlıkla yaftalanması ve işini kaybetmesi çok olasıdır. Bu nedenle de bilim-dünyâsından aykırı bir ses çıkmıyor, bilim hiç eleştirilmiyor ve îtirâz edilmiyor. Buna müslümanlar da dâhil oluyor. Kur’ân’ı okuyanların bir-çoğu ise, hem bilimi bilmediklerinden dolayı hem de modern-bilim hakkındaki ön-kabûllerinden dolayı bir şey diyemiyorlar. Modern-bilime karşı eleştiri ve îtirazların bu kadar az olmasının nedeni budur. Yoksa modern-bilim kesin sonuçlar ortaya koyamaz.

 

En bilinçli olan mü’minlerin bile bir kısmı, modern-lâik-seküler-Allah’sız ideolojilere, kânunlara-kurallara, şirke ve küfre karşı net ve kesin sözlerle karşı çıkmalarına rağmen, meselâ modernizmin ortaya çıkardığı yada kışkırttığı, servetin ve modern-bilim ve teknolojinin ortaya çıkardığı şirk, küfür ve dolayısıyla zulüm konusunda tâvizsiz olamamaktadırlar. Böylece zamânında; “batı’nın ilmini alalım ama ahlâkını almayalım” diyenlerin düştüğü tuzağa yeniden düşmektedirler. Zımnen; “batı’nın ideolojisini, lâikliğini, demokrasisini, şirkini, küfrünü ve zulmünü almayalım ama servet elde etme şeklini yada daha da önemlisi ve popüler olan bilim ve teknolojisini alalım” demekte ve bunda bir beis görmemektedirler. Bu konuda tâvizsiz değillerdir. Oysa batı’nın dîni de, îmânı da nefsin kontrôlü ve yönlendirmesindeki akıl ve bilimdir. Allahsız ideolojilerinin de, şirkinin de, küfrünün de, zulmünün de arkasında servet, modern-bilim ve teknoloji vardır. Zâten batı, mevcut zenginliğinin kaynağı olan modern-bilim ve teknolojisini geliştirmeyi; yaptığı hırsızlık, yolsuzluk, sömürü ve cinâyetlere borçludur. Yâni -müslümanlar da dâhil- insanların o çok güvendikleri ve iyi buldukları modern-bilim ve teknoloji, hırsızlığın ve şerefsizliğin bir sonucudur. Zâten bu nedenle tüm Dünyâ için bir hayır getir(e)memekte ve Dünyâ’nın yarısını yakıp-yıkmaktadır.

 

Allah’ı hesâba katmayanları ben de hesâba katmıyorum ama Kur’ân’ı merkeze almış olan müslümanlardan şöyle bir îtirâz geliyor; “sen kimsin ki!, bırak da bu işlerle bilim-adamları ilgilensin”. O zaman onlara; o hâlde bırakın da, Kur’ân’ı, konusunda uzman olan ilahiyatçılar okuyup yorumlasın, biz uzman olmadığımız için, siyâsetçi olmadığımız için siyâsetten ve kânunlardan bahsedemeyiz ve seküler siyâsetin ve kânunların şirk ve küfür içerdiğinden bahsedip duramayız. Bu konulardan ancak, müslüman olan siyâsetçiler ve hukukçular anlar. Biz bilemeyiz ve anlayamayız. Fıkıhçı da değiliz, hadislerden, hukuktan anlamayız, ekonomist değiliz, ekonomiden anlamayız, bunları da konularında uzman olan profesörleri konuşsun, tefsiri de tefsirciler yapsın vs. Biz ise sâdece onların kayıtlarını tekrar-tekrar okuyup duralım, aynen bilim-adamlarının kayıtlarını okuduğumuz ve sorgusuz-suâlsiz kabûl ettiğimiz gibi kabûl edelim. Yâni her konuda Kur’ân-merkezli konuşalım ama, modern-bilim konusunda uzmanlar konuşsun. Biz sesimizi bile çıkarmadan ortaya konulanları kabûl edelim ve hattâ Kur’ân’ı modern-bilimin verilerini kabûl ederek yorumlayalım.   

 

Doğala, normâle ve fıtrata birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık hakîkate inanmakta aşırı zorlananlar ve hattâ vahiy-merkezli hakîkati “zaman-dışı” görüp inanmayarak inkâr edenler, aslında görülmesi ve fotoğraflanması imkânsız olan bir kara-deliğin, Samanyolu Galaksisi’nin “uyduruk” bir sentez resmini ve hattâ kâinâtın tamâmının fotoğrafını hiç-bir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan ânında kabûl edebiliyorlar. Modern-bilime olan bu sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız “mutlak îman ve güven”in nedeni nedir?.

 

Bu güvenin nedeni, hakîkate olan güvenin eksikliğidir. Hakîkate olan güveninin kişide bir özgüven, ferâset, bakış-açısı ve eleştirellik ortaya koymamasıdır. Böylece modern-bilim, meydanı boş bulmakta ve şeytanın, nefsin ve tâğutların ihtiyâcına göre konuşmakta ve insanları bu telakkiye göre yönlendirebilmektedirler. Bunu yapmak için önlerinde hiç-bir engel yoktur çünkü. Lâkin Allah hakkı söyler ve hakîkatin ortaya konulmasını ister. Bunun bilincinde olan kişiler, Allah sözünün dışında her-şeye şüpheyle ve eleştirel bir bakış-açısıyla bakarlar. Bu bakış-açısına sâhip olanlar hakîkatin ne kadar da farklı olduğunu görmekte zorlanmayacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2020

 

 

Devamını Oku »