“Ey insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek
ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi
halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün
(kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride
olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 13).
Aslında coğrafyanın
doğasında doğu-batı ve kuzey-güney anlamında bir ayırım yoktur. Bu ayrımı belirtecek “doğal izler” bulunmaz doğada. Burada doğu-batı derken yaptığımız ayırım, iki farklı “düşünce şekli” ve “yaşam tarzı” anlamındadır.
Batı” derken bahsettiğimiz, belli bir coğrafya değil, belli bir zihniyet
biçimidir. Bu bağlamda Japon, Çin ve Hint uygarlıkları da “batı”dır ve
gökdelenler dikmeyi matah bir şey zanneden Dubâi gibi ülkeler “batı” ve orada
yaşayan zenginlikleriyle genel halktan bâriz şekilde farklılaşan insanlar da
“batı”lıdır. James Balfour; “bir batı’lı
realite, bir de doğu’lu
realite vardır. Birinciler hükmederken diğerleri
hüküm altında olmalıdır” derken, Cemil Meriç: “Doğu ile batı iki ayrı dünyâ,
meseleleri başka-başka. Biri zenginleştikçe
öteki fakirleşmeye mahkûm” der.
Allah, insanları,
âyetin söylediği gibi, “birbirlerini tanısınlar, toplumsal bir yapı kursunlar,
alış-verişte bulunsunlar” diye yaratmıştır. Yanlış bir kader anlayışının
zannettiği gibi doğu ve batı’yı birbirlerine düşman olarak yaratmamıştır. Farklı
halklar, “farklı olan; özellikler, düşünceler, fikirler, üretimler” vs. demektir.
Buna göre farklı halklar-kavimler “zenginlik” demektir ve öyle de olması
gerekir. Fakat insanlar “imtihan gereği olarak” bir nefse da sâhiptirler ve bu
nedenle de çeşitli haksızlıklar ve anlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır.
İnsanlar
çoğaldıkça yeryüzüne yayılmışlar, bunun sonuncunda da bir-çok farklı kavim
ortaya çıkmıştır. İnsanların yeryüzüne dağılmasıyla birlikte birbirleri
arasındaki mesâfeler artmış ve iletişim büyük ölçüde kopmuştur. İletişimi kopuk
olanlar birbirlerini anlayamaz ve bu nedenle de birbirleri hakkında “zan”lar üretmeye
başlarlar. Bu da, toplumlar arasında tartışmaların ve çatışmaların çıkmasına
sebep olarak, bu toplumları birbirinden daha da fazla uzaklaştırır. Böyle
toplumlarda insanlar, bilmediğinin düşmanı, bildiğinin de dostu olur. Üstelik “coğrâfî
kalite farkı” nedeniyle “verimi düşük” coğrafyada yaşayanlar, zamanla diğerlerini
kıskanmaya başlarlar. Çünkü uzaklıklar nedeniyle iletişim kopmuştur ve toplumlar-kavimler
birbirlerine yabancılaşmışlardır. Böyle olunca da karşılıklı yardımlaşma ve
dayanışma kaybolmuştur ve sonuçta da düşmanlıklar ortaya çıkmıştır.
İşte Allah, -ki “ilk
insan” ve “ilk Peygamber’den” “son Peygamber”e kadar tüm peygamberler İslâm
üzereydiler- seçtiği peygamberlere vahyederek, insanlar arasında bir farkın
olmadığını, tüm insanların Âdem’den olduğunu, herkesin, “dinde kardeş” olmasa
da, “insanlıkta eş ve kardeş” olduğunu, bu nedenle de yardımlaşma ve dayanışması
gerektiğini emretmiştir. Peygamberimiz bu konuda şöyle der:
“Ey İnsanlar!, sözümü iyi dinleyin. Rabbiniz birdir.
Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem ise topraktandır.
Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi;
kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü
yoktur. Üstünlük ancak takvâdadır” (Beyhaki, Şuâbu’l-Îman, 7/162, H. No: 4774).
Fakat insan
nefsi, çıkarını öncelediği için bu öğüdü dinlemeye yanaşmamış ve bu durum zamanla
ayrılığın derinleşmesine ve düşmanlığın körüklenmesine sebep olmuştur. Tabi bu,
Allah’ın emirleri göz-ardı edildiği için böyle olmuştur:
“Eğer Rabbin
dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet kılardı. Oysa onlar, anlaşmazlığı
sürdürmektedirler” (Hûd 118).
“Göklerin
ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin
(milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun
âyetlerindendir.
Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rum
22).
Âyetin söylediği gibi, milletlerin-ırkların-kavimlerin ayrı-ayrı
olması Allah’ın âyetlerindendir. Artık diğer kavimleri aşağılayıp sâdece kendi
ırkını/milletini öne çıkarmak, “âyetlerin bir kısmını kabûl edip bir kısmını
kabûl etmemek” anlamına gelir ki, Allah bunu şiddetle yasaklar ve bunun
cezâsının çok ağır olacağını söyler:
“Sonra (yine)
siz, bir-birinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve
günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak
geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram
kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı
ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı “aşağılık”
olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına
uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
“Ey
insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve
bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde)
kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk,
soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir,
haber alandır” (Hucûrat
9-13)
“Göklerin
ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı-ayrı olması, O’nun
âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm
22).
“Aslında
insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği
peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan
aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı-farklı
dinler uydurdular ve değişik ümmetler hâline geldiler”
(Bakara 213; Yûnus 19).
İslâm’a göre birliğin temeli veyâ kaynağı kan yada soy değil,
inançtır. Bu inanç tabî ki “dînî inanç”tır. İslâm inancı.. Îman..
Lâkin.. Zaman geçmiş, devran dönmüş ve insanlar artık belli
kriterleri öne sürerek belirgin bir şekilde ayrılmışlardır. Öyle bir duruma gelinmiştir
ki, artık bu ayrılık “doğu-batı” ayrılığı şekline dönmüştür. Yine öyle bir duruma
gelinmiştir ki, sanki doğu “farklı bir varlık türü”; batı, “farklı bir varlık
türü”dür. İkisi arasına aşılmaz engeller konulmuştur. Zâten sözde Evrim
Teorisi’ni baş-tâcı yapan batı’lılara göre, Avrupa’lılar evrimlerini
tamamlamışlar ve “üstün insan” olmuşlar, doğu’lular ise güyâ evrimlerini henüz
(hattâ hiç-bir zaman) tamamlayamadıkları için henüz “insan” bile
olamamışlardır. Bu nedenle de batı’lılar; “doğu’lular, batı’lılara hizmet
etmekle ve onlara kul-köle olmakla yükümlüdürler” derler. Zâten bu Teori,
doğu-batı arasındaki ayrılığı körükleyen en önemli kırılma noktalarından
biridir. Aslında bu sözde Teori’nin amacı, doğu’nun, batı yaşam-tarzını kabûl
ederek, batı’nın ürettiklerini tüketmesi yada “batı’nın tükettiği gibi
tüketmesi”dir. Batı gibi tüketenler ister batı’lı, ister doğu’lu olsun,
“evrimini tamamlamış” kabûl edilirken, batı yaşam-tarzına karşı çıkanlar, ister
batı’lı isterse doğu’lu olsun, “evrimini tamamlamamış ilkeller” olarak kabûl
edilirler ve ötekileştirilirler. Batı yaşam-tarzı yâni “batı dîni”ne
uymayanlar, batı’nın düşmanı olarak kabûl edilmekte ve “potansiyel suçlu”
olarak görülmektedir. Bu
nedenle olsa gerek, Kipling: “Doğu doğudur, batı da batı” der. Hak ve bâtılı
kesin olarak ortaya koyan Allah, Kur’ân’da şöyle der:
“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve
hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol,
Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların
hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost
vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).
İskender’le
başlayan “doğu’nun işgâli, özgürlüğüne ve bağımsızlığına son derece düşkün olan
doğu insanının batı’ya düşman olmasına neden olmuştur. Çünkü batı, târih
boyunca doğu’yu kendi kültürü ile kuşatmayı hedeflemiştir. Tabi bunu
başaramamıştır ve başaramaz da. Zîrâ doğu’nun kültürü batı’nın kültürüne bâriz
bir şekilde üstün ve baskındır. Bundan dolayı tam tersi bir sonuç ortaya çıkmış
ve batı, doğu’nun kültüründen etkilenerek bu kültürü benimsemiş yada en azından
reddedememiştir. Batı’yı târih boyunca belki de bu durum kıskandırmış ve
kışkırtmıştır. Batı’nın derdi ve derman bulmaz hastalığının sebebi, (târihin
şimdiki zamânı da dâhil olmak üzere) hiç-bir devrinde doğu’ya kültürel olarak
üstün olmayışıdır. Modern zamanlarda da batı, doğu’dan kendi beşerî ve seküler kültürüne
girmesini istemekte ve beklemekte ama doğu bunu kabûl etmemektedir. Zîrâ bu, “attan
inip eşeğe binmek” olacaktır.
Doğu’nun
batı’yı târihin hiç-bir döneminde benimsememesinin bir nedeni de, batı’nın çok
yıkıcı olması ve yapıcı olmamasıdır. Oysa doğu, -yıkıcı tarafı olsa da-, her
zaman bir yapıcılığa sâhiptir. Doğu-batı arasındaki bâriz farklardan biri de
budur.
Batı’nın
“kültürel anlamdaki aşağılık kompleksi” doğu’yu sürekli baskılayarak kontrôl
altında tutmak istemesine yol açmakta ve kendi kültürünün üstün tutulmasını
zorlamaktadır. Fakat batı abesle iştigâl etmektedir ve kendisi de bunun
farkındadır. Zâten bu nedenle kültürel bir mücâdeleyle değil de, silahları ile
-doğu’ya göre düşük olan- kültürünü tüm Dünyâ’ya dayatmakta ve zorla kabûl
ettirmek istemektedir. Oysa doğu da doğal olarak batı’ya göre kendi üstün
kültüründen kopmak istememekte ve baskıya karşı bir direniş sergilemektedir.
Batı’nın bu direnişe “insâni olmayan” şekilde karşılık vermesi, doğu’da batı’ya
karşı bir nefret oluşturmaktadır.
Aslında
doğu-batı çekişmesi İslâm’dan önce ve İslâm’dan sonra da hep olmuştur. İslâm’ın
bu karşıtlığı doğal, normâl ve fıtrî olarak ortaya koyması, doğu’nun ve
doğu’lunun, İslâm’ı kolay benimsemesine neden olan etkenlerden biridir. Zîrâ
doğu(lu), İslâm ile birlikte batı’ya karşı olan kültürel üstünlüğünü bâriz bir
şekilde gösterecek bir argüman bulmuş oluyordu.
Batı’nın
Evrim ve Sosyâl Darwinizm teorileriyle doğu’lu ve müslümanları aşağılayıp kendilerini
“evrimlerini tamamlamış üstün ırk” sanmaları ve göstermeleriyle yaptıkları
propagandalar, bir aşağılık kompleksinin yansımalarıdır. Evet batı, doğu’ya
karşı her zaman komplekse kapılmıştır. Zâten batı, kendisi de sözde hristiyan
olmasına rağmen, “doğu hristiyanlığı” olan Ortodoksi, Aryancılık vs. gibi doğulu
hristiyanlara da düşmandır. Çünkü onlar da doğu’ludur.
İslâm, “batıyı
dönüştürmek” isterken, batı, tüm Dünyâ’ya kültürünü empoze etmek istiyor. Bunu
“Haçlı Seferleri”nden beri saldırganlıkla ve savaşla da yapmaktan
çekinmemektedir. Çünkü kültürel (bilimsel değil) bir üstünlük olmadığı zaman
“gerçek bir üstünlük”ten de bahsedilemeyecektir. Doğu ve batı arasında bir “medeniyet-uygarlık
(medeniyet-medeniyet değil) çatışması” vardır. Bu çatışma, “batı uygarlığı”nın “doğu/İslâm
medeniyeti”ne dönmesine kadar devâm edecektir.
Doğu’nun
bu bâriz kültürel ve mânevî üstünlüğüne rağmen, ne yazık ki modernite ile birlikte
müslümanlar yüzünü İslâm’dan ve dolayısıyla doğu’dan çevirip hristiyanlığa yâni
batı’ya döndü. Artık, İslâm’a inandıklarını ve müslüman olduklarını
söylemelerine rağmen, batı uygarlığına ve hristiyan inanışlarına göre hareket
ediyorlar. Bunu sözde “muâsır devletler”in(!) seviyelerine ulaşabilmek için
yapıyorlar. Hâlbuki hâl-i pür melâllerinin nedeni, onların yüzlerini İslâm’dan
ve doğu’dan, batı’ya çevirmesidir.
Doğu’lu
ve İslâm düşmanlığına, doğu’lu ve müslüman olan lâiklerin de katılması
ilginçtir. Onlar lâik olunca kendilerini batı’lı zannetmişler ve doğu’ya ve
müslümanlara düşman olmuşlardır. Lâiklikte bir doğulu ve Arap düşmanlığı
vardır. Batı’ya karşı zihinsel ve hattâ kalbî asimilasyona uğramış olan
kişiler, zihniyet olarak batı’lılaşmıştır ve bunlar batı zulmüne karşı yapılan direnişi
baltalayan en önemi unsurlardır.
İslâmî
bilinç doğu coğrafyasına içkindir. İslâmî-doğu’lu bilinç Allah-merkezli iken,
batı, insan/beşer-merkezlidir ki İslâm, Dünyâ’yı beşer-merkezlilikten
Allah-merkezliliğe dönüştürüp çevirmek için gelmiştir. İşte bu nedenle
Allah-merkezli olan İslâm’ın yâni doğu’nun batı’ya; insan-merkezli olan
batı’nın da doğu’ya cephe almış olması çok normâldir.
İslâm’ın
batı karşıtlığı, “batı’nın İslâm olduğu yerde” sona erer. Dolayısıyla “batı”dan
kastımız, “batı coğrafyası” değil, “batı kültürü”dür.
Doğu ve Batı
demek, “iki farklı zihniyet” ve “iki farklı yaşam-biçimi” demektir. Doğu’da
bulunup da batı zihniyetine sâhip olanlar olduğu gibi, batı’da bulunup da doğu
zihniyetine sâhip olanlar da vardır. Öyleyse ayrılık aslında, bir “zihniyet
ayrılığı”dır. Batı tüm zamanlarda “beşer-merkezli” bir algıya sâhip olmuş iken,
doğu ise genelde “ilâh-merkezli” bir zihniyete sâhip olmuştur. Zâten
peygamberler de hep doğu’dan çıkmıştır. Merkezden uzaklaştıkça sapma açısının artması
doğaldır. Bu nedenle insanların doğu’dan çıkıp batı’ya doğru yayılmasıyla
birlikte, Allah-merkezlilikten, beşer-merkezliliğe doğru bir kayma olması
beklenir. Fakat şu da var ki, bu sapma, vahiy ile düzeltilebilecekken, nefsin
çıkarına uygun olarak düzeltme yoluna girilmemiştir. Bu da zamanla sapmayı
fazlalaştırmış ve batı’yı yoldan çıkarmıştır.
Aslında doğu ve
batı aynı kökün iki dalı gibidir. Ancak “batı dalı”, eğilerek “toprağa” saplanmış
ve yeni bir kök oluşturarak asıl kökten kopmuştur. Batı zihniyeti, doğu’nun
kadim kültürüne-zihniyetine karşı bir kültür üretmiş, en bağnaz dönemlerinde
bile beşer-merkezlilikten kurtulamamış ve “Sezar’ın hakkını Sezar’a ‘tam’ verirken”,
“Allah’ın hakkını Allah’a doğru-dürüst vermemiş”tir. Batı ve batı zihniyeti,
doğu ve doğu zihniyetinden bir kopuştur. Böylece batı, “ilâhi dîn”e (İslâm)
karşı “seküler bir din” ortaya koymuştur. İşte doğu-batı arasındaki savaş da,
“dîne karşı dîn”in bu savaşıdır. Ali Şeriati bu konuda şunları söyler:
“Târih boyunca her zaman din, dîne karşı savaşmıştır ve hiç-bir zaman
din, dinsizlikle savaşmamıştır. Zâten ‘dinsizlik’ diye bir şey yoktur. Hiç-bir
varlık için dinsiz bir hayat alanı tasavvur edilemez. Hayat varsa ve hayâtı
düzenleyen bir-takım kurallar varsa, mutlakâ orada din de vardır. Kuralları
koyan Allah ise ve hayâtın bütün alanları sâdece O’nun hükümlerine göre
düzenleniyorsa o din Allah’ın ‘tevhid dîni’dir. Eğer kuralları koyan Allah’tan
gayrısı ise (hevâ yada tâğutlar) o zaman da din ‘şirk dîni’dir”.
Güneydoğu Anadolu
Bölgesi, Mısır, Sûriye, Irak, Arabistan, Yemen, Îran, Afganistan, yâni şöyle
bir genellersek; Akdeniz havzası, Arap-yarımadası ve Mezopotamya çevresi
(ön-asya), medeniyetlerin beşiğidir. İlk devlet-medeniyet-kültür bu bölgede
ortaya çıkmıştır (Akad-Sümer-Bâbil-Asur). Cengiz Tomar bu konuda şunları söyler:
“Dünyâ-târihine baktığımızda Mezopotamya
(Irak), Eski Mısır, Münbit Hilâl (Fertile Crescent, el-Cezire, Kuzey Sûriye ve
Filistin) ve Anadolu medeniyetleri ile Sümer, Akad, Asur, Bâbil, Hitit, Grek,
Urartu, Elam, Ebla, Ugarit, Aram ve Fenike gibi hemen-hemen aklımıza gelen ilk
medeniyetlerin tümü bu bölgede ortaya çıktı. Diğer bir ifâdeyle insanoğlunun
kadim târihinin kodları ve Eski Dünyâ’nın alt-yapısı bu bölgede oluştu. Yeni
Asur, Ahameniş, Makedonya, Bizans, Sasaniler, Abbâsiler, Selçuklular ve
Osmanlılar gibi büyük imparatorluklar da hep bu bölgede teşekkül etti. Üç büyük
semâvi din Mûsevilik, Hristiyanlık ve İslâm yine bu bölgede doğdu ve gelişti”.
Bu bölgede
gelişen devlet-medeniyet anlayışı, peygamberler de bu bölgeden çıktığından,
-her ne kadar tahrif edilerek bozulmuş da olsa- ilâhi yanları da olan bir
bilgiye-şuura-eyleyişe sâhiptir. Bu durum zamanla o bölgenin karakteri hâline
gelmiştir. Tâbir-i câizse ilim-kültür ve medeniyet o bölgenin taşına-toprağına
işlemiştir. Medeniyet rûhu o bölgelerde potansiyel ve içkin olarak sürekli
bulunur. Zâten gönderilen peygamberler, tahrif edilerek bozulan ilim ve kültürü
sürekli vahiy-merkezli olarak güncelleştirmiş ve yozlaştırılıp saptırılanları düzeltmişlerdir.
Bu nedenle de o özellikleri barındıran bölgede peygamberlerin ve bilge
kişilerin çıkması son derece doğal ve normâldir. “Peygamberlerin neden hep bu
bölgeden ve periferiden çıktığı”nın ana-nedeni bu olsa gerek. Bu bölge
“peygamber çıkarma potansiyeli”ne sâhiptir. Çünkü o bölgenin insanı,
İslâm-merkezli ilim-kültür-devlet ve medeniyetine âşinâdır. Bu âşinâlık, o
medeniyeti yeniden çıkarma duygusunu ve arzusunu berâberinde taşıdığından,
Allah’ın, o şuura-arzuya sâhip olan insanlar içinden en
ahlâklısını-merhâmetlisini-dürüstünü ve temizini “peygamber” olarak seçmesi
doğal ve normâldir. İşte batı’nın doğu’yu ötekileştirmesinin nedeni, doğu’nun
bu “satın alınamayacak insan çıkarma potansiyeli”dir. Zîrâ bu potansiyel yâni
peygamber örnekliği, batı’nın dînini yâni sistemini baltalayacak ve hattâ
kökünden söküp atabilecek bir potansiyele sâhip olduğundan dolayı, batı,
doğu’yu sürekli olarak baskı altında tutmak ister.
ABD Dışişleri Bakan
Yardımcısı ve Başkan Jhonson’un Ortadoğu Müsteşarı E. Rusto şöyle der:
“İslâm
devletleriyle aramızdaki ihtilaf ne devlet ne de millet ihtilâfıdır. İslâm ile
Hrıstiyan Medeniyetleri arasındaki ihtilaftır. Bu ihtilaf ortaçağdan bêri
şiddetli bir kin ve düşmanlık içinde devâm etmektedir”.
Târih “doğu-batı
savaşı târihi”dir. 1.000 yıllık doğu hâkimiyetinden sonra batı, Dünyâ’nın hâkimiyetini
ele geçirdi. Şu-anda İslâm ve batı arasında yaşanan bir savaş vardır ve bu
savaş, “doğu’nun imtinâ edeceği” vahşî ve vicdandan-merhâmetten kopuk bir metodla
yapıldığından dolayı, batı doğu’ya görece üstün gelmektedir. Batı’nın doğu’da
yapmak istediği şey, enerji kaynaklarında sâhip olmaktan ziyâde, “İslâm-doğu
coğrafyasının o kadim ‘medeniyet kurma’ ve ‘örnek bir toplum çıkarma’
potansiyelini dirilterek, batı karşısında güçlü bir alternatif olarak yeniden
ayağa kalkmasını önlemek”tir. Batı’nın doğu’ya yaptığı tüm baskının
ana-nedeni budur. “Müslümanların mü’minliğe dönmesini engellemek” istemektedirler.
Tabi bunu yaparken, yaptığı masrafları doğu’nun enerji kaynaklarıyla karşılar.
Batı hayat-tarzı,
İslâmî hayat-tarzını baskılamak için orada bulunuyor. O hâlde olan şey, bâtıl batı’nın
beşer-merkezli hayat-tarzı ile, “vahyi hayâta hâkim kılmak” demek olan ve “güzel
örneklik” denilen “peygamberlerin sünnetleri” yâni yaşam-tarzları arasındaki
savaştır. Kur’ân’ın pratiği olan sünnetin ve bundan doğan İslâm Medeniyeti’nin
yeniden dirilmesini önlemek, batı’nın doğu’yu ve İslâm coğrafyasını
ötekileştirmesinin ve işgâl etmek istemesinin ana nedenidir. Zîrâ İslâm Medeniyeti’nin
yeniden dirilmesi, “batı’nın çökmesi” demektir.
İslâm aynı-zamanda
modern/post-modern kültüre karşı bir eleştiri ve îtirâzı da seslendirir. İşte
batı, bu îtirâzın sesini bastırmak için de çabalıyor. Çünkü bu îtirâz, “küresel
bir İslâmî hayat-tarzı” hareketine dönüşebilir. Batı, çökmemek için bu İslâmî
hayat-tarzının dirilmesini önlemek zorundadır. O hâlde İslâm’ın yeniden
Dünyâ’ya hâkim olması için, müslümanların batı yaşam-tarzından ayrılmaları ve
İslâmî yaşam-tarzına dönmeleri şarttır:
“Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp da
kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan
kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ 144).
Doğulu insan kindar
değildir. Çünkü çabuk sinirlenir ama siniri çabuk geçer. Bu, coğrafyadan
kaynaklanır. Sıcak iklim, kişiyi düzenli-plânlı olmaya zorlamaz. Zîrâ sıcak
iklimde vücutlar da sıcaktır ve bu nedenle vücutları ısıtmak için fazla
enerjiye (yeme-içme-giyinme) ihtiyaç olmaz. Bu da, düzenlilik ve plânlılık için
fazla bir şey yapmayı gerektirmez. Doğu’lu insanın plânsız-programsızlığı,
tembelliği ve miskinliği biraz da bundan kaynaklanır. Doğu’lu insanın çabuk
sinirlenmesinin nedeni, plânlı-programlı ve düzenli bir şey yapılmasını
gerektirecek bir sebep olmaması fakat bir nedenle buna zorlanmasıdır.
Plânlı-programlı olmak için emek harcamaya şeye tahammülsüz olduklarından
dolayı, rahatlarını kaçıracak olan bu tarz işlere hemen sinirleniverirler.
Çünkü dediğimiz gibi; onlar sıcak coğrafyalarda enerji verecek şeylere fazla
ihtiyaç duymazlar. Zîrâ sıcak olan vücûdu ısıtmak için fazla enerjiye ihtiyaç
yoktur. Bu nedenle de plânlı-programlı olmak ihtiyâcı duymazlar. Ne de olsa
Güneş her gün doğmakta, yağmur yağmakta ve hem kendileri hem de hayvanları için
su ve bitki örtüsü “garantili” bir şekilde oluşmaktadır.
Soğuk iklimde ise vücut da
soğuktur ve vücûdun ısınması için daha fazla enerjiye-kalôriye ihtiyaç vardır.
Bu nedenle de gereken ihtiyâcı karşılamak için daha fazla çalışmak şarttır. Bu
da plânlı-programlı olmayı gerektirir. Çünkü plânlı-programlı olmak, hem
gereken şeylerin daha kolay hem de daha çok üretilmesini sağlar. Batı’nın
iklimi genelde daha soğuk olduğu için, batı’lılar plânlı-programlı iş yapmak
zorundadır ve zâten uygarlık da plânlı-programlı iş yapmanın bir sonucudur.
Soğuk iklimde sürekli bir “sıcaklık” ihtiyacı olduğundan dolayı, bu ihtiyaç
“günlük” olarak değil de, “ömürlük” hattâ çocuklar ve torunlar için bile
yetecek hâle getirilmek istenir. Bu nedenle de batı, kurduğu uygarlığın
nîmetlerinden kendi dışındakileri yararlandırmayı düşünmez. Çünkü onlara göre
“ihtiyaçlar sınırsızdır ama Dünyâ sınırlıdır”. Dünyâ’nın nîmetlerinde ise en
çok, “ileri olanlar(!)”, “evrimini tamamlamış olanlar(!)” yararlanmalıdır. Bu
düşünce, batı’lıların kendilerinden başkalarını yâni “geri ve ilkel(!)”
olanları sömürmeyi güyâ normâlleştirir. Batı bu yüzden paylaşmayı, başkası için
bir şey yapmayı, diğergamlığı ve Allah rızâsını bilmez. Allah rızâsı için taş
üstüne taş koyduğu vâki değildir. O, “sıcaklığını” kaybetmemek için diğerlerini
sömürdükçe sömürür ki, Dünyâ’nın son 250 yıldaki hâl-i pür melâlinin nedeni
budur.
Oysa doğu’lularda ve
müslümanlarda, hem fazla enerjiye ihtiyaç duymadıklarından hem de İslâm’da
mutlakâ “başkalarını düşünmek” zorunluluğu olduğundan dolayı, tam tersi
özellikler bulunur. Tabi coğrâfi avantaj, insanların tembel ve miskin
olmalarını meşrû kılmaz. Çünkü her miskinlik ve tembellik, yanında mutlakâ
bencilliği de birlikte getirir. Bu nedenle İslâm Dîni ve Peygamberimiz,
insanları tembellikten ve miskinlikten kurtarmış, plânlı-programlı-düzenli bir
şekle sokmuş ve düşünceyi-bilimi-üretimi geliştirmiştir. Hem iklim sıcak
olduğundan ve vücut için fazla enerjiye ihtiyaç olmadığından, hem de dînin emri
nedeniyle, fazla ürünlerini “diğerleri”yle paylaşmıştır. İnsanlık ve medeniyet
için harcamıştır. Bu iki nedenden dolayı, (nefsin alabildiğine kışkırtıldığı
modern dönem hâriç) doğu’luların ve müslümanların -çok az istisnâlardan başka-
diğer toplumları sömürdüğü vâki değildir.
Doğu ile
batı’yı birbirinden ayıran en temel fark, doğu’nun batı gibi, çıkarı için
milletleri küresel bir emperyâlizme tâbi tutmamış olmasıdır. Bundan bile-isteye
kaçınmıştır. İstese yapabilirdi ama yapmamıştır. Zîrâ hem müslümanlarda hem de
doğu’lularda (en azından o dönem için) emperyâl bir zihniyet yoktu. John M.
Hobson bu konuda şunları söyler:
“Onbeşinci yüzyılın başlarından
îtibâren Çin, Hint Okyanusu üzerindeki etki alanını genişletmişti. Dünyâ’nın
yarısı Çin’in elindeydi ve elinde bulunan güçlü donanma da, Dünyâ’nın diğer
yarısı da Çin’in erişebileceği konumdaydı. Çin, Avrupa'nın keşif ve yayılma
çağı başlamadan yüz yıl önce çok büyük bir sömürge gücü olabilirdi. Ama olmadı.
Gerçek şu ki, Çinliler isteselerdi Dünyâ’nın büyük bölümünde emperyâl bir
misyon yüklenebilirlerdi. Öyleyse neden yapmadılar?. Bunun malzeme
kapasitesinin yetersiz olmasıyla bir ilgisinin olmadığı artık netleşmelidir. Bunun
nedeni, büyük ölçüde kendi özel kimliklerinin bir sonucu olarak emperyâlizmi
görmezden gelmeyi seçmeleriydi. Felipe Femandez-Armesto’nun da benzer
şekilde ifâde ettiği gibi: Çin’in ‘Kader Doktrini’ hiç gerçekleşmedi ve o
dönemde elinde tuttuğu dünyâ lîderliği elinden alındı... Çin’in bu hakkından
vazgeçişi dünyâ târihinin en önemli toplu suskunluklarından biri olarak
kalmıştır”.
Miskinliğe ve tembelliğe
izin vermeyen İslâm, doğu’lunun bu tembel ve miskin durumunu değiştirdi ve
onları bir düzene soktu, çünkü İslâm’ın hedefi, tüm Dünyâ’nın
zulümden-adâletsizlikten-açlıktan susuzluktan kurtulması ve refaha ulaşmasıdır.
Zîrâ İslâm-müslümanlar ve doğu’lular, batı’lar gibi bencil değildirler ve
müslümanlar için bu yasaktır da. Bu yüzden İslâm, plânlı-programlı bir
hayat-şekli ortaya koydu. Zâten böyle olmadığında bir farkın, bir devletin ve
medeniyetin oluşması mümkün değildir. İslâm’ın getirdiği düzene uyan İslâm coğrafyası,
işte bu mükemmel düzen ile Dünyâ’da hâkimiyet kurdu, eşsiz bir medeniyet
başlattı ve hakkı-hakîkati-adâleti ikâme etti. Zâten İslâm’daki namaz ibâdetinde
bu düzenin sürekli provası yapılır. Namaz sırasında saflar düzgün olmalıdır,
namaz tâdil-i erkâna uygun kılınmalı ve cemaat hep birlikte hareket etmelidir. İslâm’da
ibâdet, muâmalet, ilim, iş ve hayâtın her alanında bir düzen vardır ve
olmalıdır. Bir plân, program ve düzenlilik uygulamaları olan ibâdetler, (namaz,
oruç, hac vs.) hep bir düzene göre hareket etmenin göstergeleridir ki, bu
ibâdetler, hayatta da bir düzen kurmanın provasıdırlar. Zâten müslümanlar bu
düzenden tâviz verdiklerinde yenilmeye ve Dünyâ’da hâkimiyeti kaybederek
ezilmeye başlamışlardır. Oysa Kur’ân bu konuda müslümanları tüm zamanlar için uyarmıştır:
“Şüphesiz Allah, kendi
yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak
savaşanları sever” (Saff 4).
Batı, uygarlığını bir düzene
borçludur ve bu düzeni ilk başta İslâm’dan-müslümanlardan almıştı (İspanya-Osmanlı).
Fakat batı kurduğu düzene, Allah’ı ve dîni, dolayısı ile
adâleti-merhâmeti-vicdânı karıştırmadı. Kurduğu “Allah’sız” uygarlığının (medeniyet
değil) sonunda Dünyâ’nın düzenini bozdu ve yeryüzünü ifsâd etti, karada ve
denizde fesad çıkardı. Hâlbuki İslâm düzeni, Dünyâ’yı bir düzene koymuş ve “bir
güvenlik barış yurdu” (Dârüs-selam) yapmıştı.
Batı, “soğuk iklim
imtihanı”nı kaybederek bencilleşmiştir ve bu nedenle de “anlam”ı kaybetmiştir.
Artık sürekli “açıklama” yapar. Doğu ise anlamlandırır. İslâm bu anlamlandırma
işine açıklamayı da eklemiştir ve güzel olanı tamamlamıştır. Batı sâdece
açıklarken, doğu, anlamlandırır ve İslâm, bu anlamlandırmanın yanına açıklamayı
da eklemiştir. Batı “anlamdan kopuk bilim”in peşine düşmüşken, doğu, anlamlandırdığı
bilimi açıklamayı da katarak tamamlamış; anlamlandırmayı, açıklamayı ve
dolayısı ile gönlü zenginleştirmiştir. Çünkü batı bilim, doğu
gönül-merkezlidir.
Aslında müslümanların
ebedî ve ezelî ötekisi şeytan’dır. Fakat şeytanı sâdece kişisel ve soyut
anlamda “öteki” îlan etmek Dünyâ’daki sorunları-zulümleri bitirmiyor. Yâni
sâdece “içimizdeki şeytan”ı ötekileştirmek yetmiyor ve “dışımızdaki şeytanlar”ın
da ötekileştirilmesi gerekiyor ki zulümler bitip hak-hakîkat ortaya çıksın ve
adâlet “herkes için” Dünyâ’da hâkim olsun. Zîrâ müslümanları “öteki” îlan eden
batı toplumları, bu nedenle 1.400 yıldır müslümanlarla uğraşıyor ve bu konuda
el-birlik hareket ediyorlar. Son 250-300 yıldır da müslümanları baskı altında
tutmayı başarıyorlar.
Aslında batı
kendi içinde mutlak bir birlik içinde değildir ve gerek eski zamanlardaki
savaşlardan, gerekse milliyetçi-ırkçı üstünlük iddialarından kaynaklanan kinler
sebebiyle bir-birleriyle gerçek bir dostluk hâlinde olamıyorlar, olamazlar da.
Fakat “öteki” îlan ettikleri müslümanlara-doğu’lulara karşı birlikte hareket
etmek zorunda olduklarının da farkındadırlar. Aksi-hâlde birbirleriyle
çekişmeye başlıyorlar çünkü. Zâten bu, sünnetullah gereği böyledir:
“Allah’a
ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, çözülüp
yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle
berâberdir” (Enfâl 46).
Demek ki kim birbiriyle
çekişmeyi bırakıp da birlik olup bir güç elde ederse, sonunda Dünyâ’ya mutlakâ
hâkim olur. Allah bu hâkimiyeti mü’minlerin kurmasını istiyor. Zîrâ Dünyâ ve
insanlar, ancak “vahye göre kurulacak olan birliğin sonunda” huzûra ulaşabilir.
Batı’nın görünüşte
sağlam gibi duran birliği ve yapısı çok dayanıksızdır aslında. Madde ve
çıkar-merkezli olduğundan dolayı yıkılması zor olmaz:
“Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veyâ
duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar. Kendi
aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa
kâlpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları
dolayısıyla böyledir”
(Haşr 14).
Gerçek bir
birlik oluşturamamış olmaları ve sağlam bir âhiret inançlarının olmaması onları
bu şekilde davranmaya iter. Müslümanların-mü’minlerin gerçekleştirecekleri
birlik ise bunun gibi değildir. Çünkü mü’minlerin ulaşmayı istedikleri gerçek
hayat “cennet hayâtı”dır ve bu nedenle ölümden bile diğerleri gibi korkmazlar.
Batı’ya entegre
olarak “İslâm ve doğu medeniyeti hâkimiyeti” kurulamaz. Müslümanların ve
doğu’luların bunu artık fark etmeleri gerekir. Çünkü batı, aksi-yönde
propaganda yapıp durmaktadır. Bu bağlamda Von Runebgu şöyle der:
“İslâm; batı’nın hâkim olduğu Dünyâ’da vâr
olmak istiyorsa, kendini ona uyumlu hâle getirmek zorundadır. Siyâsal-toplumsal
ve ekonomik anlamda hayatta kalabilmesi için bir yenilik (reform) yapması
gereklidir ve bunun için öncelikle çağa ayak uydurmanın ve ilerlemenin yolunu
aramalıdır; bunun ilk şartı da, İslâm hukukunun batı hukuk sistemine
uydurulmasıdır”.
Tabi batı’yı
tümden ötekileştirmek de doğru değildir. Çünkü bu; “mümeyyiz akla” uygun bir
davranış olmaz. Zîrâ insanların hepsi bir değildir. Bu sebeple Allah Kur’ân’da
bizi şu şekilde uyarır:
“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan,
sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adâletli
davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adâlet yapanları sever. Allah,
ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları
ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost (veli) edinmenizden
sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zâlimlerin ta kendileridir” (Mümtehine 8-9).
İslâm’a göre
sürekli olarak iki toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Modern
zamanlarda “câhiliye toplumu”nu batı temsil etmektedir fakat zamanla doğu’yu ve
müslümanları da câhiliye toplumuna dâhil etmiştir ve etmektedir. Zîrâ modern
dünyâda, İslâm toplumu “câhiliye toplumu” (bâtıl toplum); câhiliye toplumu ise “İslâm
toplumu” (hak toplum) olarak gösteriliyor ve doğu’lular ve müslümanlar da bunun
böyle olduğunu zannediyor. Bu durumdan ise genelde doğu’lulardan ve müslümanlardan
başka zarar gören olmuyor. İşte bunu tersine çevirmenin yolu hak ve bâtıl
toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun ayrılmasıdır ki, bu, “doğu ve batı
zihniyetinin yâni dîninin (yaşam tarzı) ayrılması, hakkın ve bâtılın belirgin
hâle gelmesi” demektir. İşte ancak bu ayrılma ile bâtıl açığa çıkarak hak ve
adâlet ortaya konacak ve sonuçta Allah’ın dînî yeryüzünde hâkim kılınacaktır.
Evet; “ışık”,
“nûr”, ziyâ” doğudan yükselir. Batı’dan ise sûni pırıltılar çıkar ancak. Zîrâ,
-cılız istisnâları ayrı tutarsak- batı ve batı’lılar gerçek bir aydınlığın
bilincinden uzaktırlar. Peygamberler de doğudan çıkar ve bu nedenle vicdan ve merhâmet
de doğu’dan gelir. Devlet-medeniyet (ulus-uygarlık değil) doğu’da temellenir ve
tüm Dünyâ’ya yayılır. Aydınlanma ve nûr, doğu’dan batı’ya doğru olur.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2018