27 Kasım 2018 Salı

İki Farklı Dünyâ: Doğu-Batı



“Ey insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 13).

Aslında coğrafyanın doğasında doğu-batı ve kuzey-güney anlamında bir ayırım yoktur. Bu ayrımı belirtecek doğal izler” bulunmaz doğada. Burada doğu-batı derken yaptığımız ayırım, iki farklı düşünce şekli ve yaşam tarzı anlamındadır. Batı” derken bahsettiğimiz, belli bir coğrafya değil, belli bir zihniyet biçimidir. Bu bağlamda Japon, Çin ve Hint uygarlıkları da “batı”dır ve gökdelenler dikmeyi matah bir şey zanneden Dubâi gibi ülkeler “batı” ve orada yaşayan zenginlikleriyle genel halktan bâriz şekilde farklılaşan insanlar da “batı”lıdır. James Balfour; “bir batı’lı realite, bir de doğulu realite vardır. Birinciler hükmederken diğerleri hüküm altında olmalıdır” derken, Cemil Meriç: “Doğu ile batı iki ayrı dünyâ, meseleleri başka-başka. Biri zenginleştikçe öteki fakirleşmeye mahkûm der.

Allah, insanları, âyetin söylediği gibi, “birbirlerini tanısınlar, toplumsal bir yapı kursunlar, alış-verişte bulunsunlar” diye yaratmıştır. Yanlış bir kader anlayışının zannettiği gibi doğu ve batı’yı birbirlerine düşman olarak yaratmamıştır. Farklı halklar, “farklı olan; özellikler, düşünceler, fikirler, üretimler” vs. demektir. Buna göre farklı halklar-kavimler “zenginlik” demektir ve öyle de olması gerekir. Fakat insanlar “imtihan gereği olarak” bir nefse da sâhiptirler ve bu nedenle de çeşitli haksızlıklar ve anlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır.

İnsanlar çoğaldıkça yeryüzüne yayılmışlar, bunun sonuncunda da bir-çok farklı kavim ortaya çıkmıştır. İnsanların yeryüzüne dağılmasıyla birlikte birbirleri arasındaki mesâfeler artmış ve iletişim büyük ölçüde kopmuştur. İletişimi kopuk olanlar birbirlerini anlayamaz ve bu nedenle de birbirleri hakkında “zan”lar üretmeye başlarlar. Bu da, toplumlar arasında tartışmaların ve çatışmaların çıkmasına sebep olarak, bu toplumları birbirinden daha da fazla uzaklaştırır. Böyle toplumlarda insanlar, bilmediğinin düşmanı, bildiğinin de dostu olur. Üstelik “coğrâfî kalite farkı” nedeniyle “verimi düşük” coğrafyada yaşayanlar, zamanla diğerlerini kıskanmaya başlarlar. Çünkü uzaklıklar nedeniyle iletişim kopmuştur ve toplumlar-kavimler birbirlerine yabancılaşmışlardır. Böyle olunca da karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma kaybolmuştur ve sonuçta da düşmanlıklar ortaya çıkmıştır.

İşte Allah, -ki “ilk insan” ve “ilk Peygamber’den” “son Peygamber”e kadar tüm peygamberler İslâm üzereydiler- seçtiği peygamberlere vahyederek, insanlar arasında bir farkın olmadığını, tüm insanların Âdem’den olduğunu, herkesin, “dinde kardeş” olmasa da, “insanlıkta eş ve kardeş” olduğunu, bu nedenle de yardımlaşma ve dayanışması gerektiğini emretmiştir. Peygamberimiz bu konuda şöyle der:

“Ey İnsanlar!, sözümü iyi dinleyin. Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâdadır” (Beyhaki, Şuâbu’l-Îman, 7/162, H. No: 4774).

Fakat insan nefsi, çıkarını öncelediği için bu öğüdü dinlemeye yanaşmamış ve bu durum zamanla ayrılığın derinleşmesine ve düşmanlığın körüklenmesine sebep olmuştur. Tabi bu, Allah’ın emirleri göz-ardı edildiği için böyle olmuştur:

“Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir ümmet kılardı. Oysa onlar, anlaşmazlığı sürdürmektedirler” (Hûd 118).

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin (milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rum 22).

Âyetin söylediği gibi, milletlerin-ırkların-kavimlerin ayrı-ayrı olması Allah’ın âyetlerindendir. Artık diğer kavimleri aşağılayıp sâdece kendi ırkını/milletini öne çıkarmak, “âyetlerin bir kısmını kabûl edip bir kısmını kabûl etmemek” anlamına gelir ki, Allah bunu şiddetle yasaklar ve bunun cezâsının çok ağır olacağını söyler:

“Sonra (yine) siz, bir-birinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı “aşağılık” olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

“Ey insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 9-13)

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı-ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).

“Aslında insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı-farklı dinler uydurdular ve değişik ümmetler hâline geldiler” (Bakara 213; Yûnus 19).

İslâm’a göre birliğin temeli veyâ kaynağı kan yada soy değil, inançtır. Bu inanç tabî ki “dînî inanç”tır. İslâm inancı.. Îman..

Lâkin.. Zaman geçmiş, devran dönmüş ve insanlar artık belli kriterleri öne sürerek belirgin bir şekilde ayrılmışlardır. Öyle bir duruma gelinmiştir ki, artık bu ayrılık “doğu-batı” ayrılığı şekline dönmüştür. Yine öyle bir duruma gelinmiştir ki, sanki doğu “farklı bir varlık türü”; batı, “farklı bir varlık türü”dür. İkisi arasına aşılmaz engeller konulmuştur. Zâten sözde Evrim Teorisi’ni baş-tâcı yapan batı’lılara göre, Avrupa’lılar evrimlerini tamamlamışlar ve “üstün insan” olmuşlar, doğu’lular ise güyâ evrimlerini henüz (hattâ hiç-bir zaman) tamamlayamadıkları için henüz “insan” bile olamamışlardır. Bu nedenle de batı’lılar; “doğu’lular, batı’lılara hizmet etmekle ve onlara kul-köle olmakla yükümlüdürler” derler. Zâten bu Teori, doğu-batı arasındaki ayrılığı körükleyen en önemli kırılma noktalarından biridir. Aslında bu sözde Teori’nin amacı, doğu’nun, batı yaşam-tarzını kabûl ederek, batı’nın ürettiklerini tüketmesi yada “batı’nın tükettiği gibi tüketmesi”dir. Batı gibi tüketenler ister batı’lı, ister doğu’lu olsun, “evrimini tamamlamış” kabûl edilirken, batı yaşam-tarzına karşı çıkanlar, ister batı’lı isterse doğu’lu olsun, “evrimini tamamlamamış ilkeller” olarak kabûl edilirler ve ötekileştirilirler. Batı yaşam-tarzı yâni “batı dîni”ne uymayanlar, batı’nın düşmanı olarak kabûl edilmekte ve “potansiyel suçlu” olarak görülmektedir. Bu nedenle olsa gerek, Kipling: “Doğu doğudur, batı da batı” der. Hak ve bâtılı kesin olarak ortaya koyan Allah, Kur’ân’da şöyle der:

 “Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).

İskender’le başlayan “doğu’nun işgâli, özgürlüğüne ve bağımsızlığına son derece düşkün olan doğu insanının batı’ya düşman olmasına neden olmuştur. Çünkü batı, târih boyunca doğu’yu kendi kültürü ile kuşatmayı hedeflemiştir. Tabi bunu başaramamıştır ve başaramaz da. Zîrâ doğu’nun kültürü batı’nın kültürüne bâriz bir şekilde üstün ve baskındır. Bundan dolayı tam tersi bir sonuç ortaya çıkmış ve batı, doğu’nun kültüründen etkilenerek bu kültürü benimsemiş yada en azından reddedememiştir. Batı’yı târih boyunca belki de bu durum kıskandırmış ve kışkırtmıştır. Batı’nın derdi ve derman bulmaz hastalığının sebebi, (târihin şimdiki zamânı da dâhil olmak üzere) hiç-bir devrinde doğu’ya kültürel olarak üstün olmayışıdır. Modern zamanlarda da batı, doğu’dan kendi beşerî ve seküler kültürüne girmesini istemekte ve beklemekte ama doğu bunu kabûl etmemektedir. Zîrâ bu, “attan inip eşeğe binmek” olacaktır.

Doğu’nun batı’yı târihin hiç-bir döneminde benimsememesinin bir nedeni de, batı’nın çok yıkıcı olması ve yapıcı olmamasıdır. Oysa doğu, -yıkıcı tarafı olsa da-, her zaman bir yapıcılığa sâhiptir. Doğu-batı arasındaki bâriz farklardan biri de budur.

Batı’nın “kültürel anlamdaki aşağılık kompleksi” doğu’yu sürekli baskılayarak kontrôl altında tutmak istemesine yol açmakta ve kendi kültürünün üstün tutulmasını zorlamaktadır. Fakat batı abesle iştigâl etmektedir ve kendisi de bunun farkındadır. Zâten bu nedenle kültürel bir mücâdeleyle değil de, silahları ile -doğu’ya göre düşük olan- kültürünü tüm Dünyâ’ya dayatmakta ve zorla kabûl ettirmek istemektedir. Oysa doğu da doğal olarak batı’ya göre kendi üstün kültüründen kopmak istememekte ve baskıya karşı bir direniş sergilemektedir. Batı’nın bu direnişe “insâni olmayan” şekilde karşılık vermesi, doğu’da batı’ya karşı bir nefret oluşturmaktadır.

Aslında doğu-batı çekişmesi İslâm’dan önce ve İslâm’dan sonra da hep olmuştur. İslâm’ın bu karşıtlığı doğal, normâl ve fıtrî olarak ortaya koyması, doğu’nun ve doğu’lunun, İslâm’ı kolay benimsemesine neden olan etkenlerden biridir. Zîrâ doğu(lu), İslâm ile birlikte batı’ya karşı olan kültürel üstünlüğünü bâriz bir şekilde gösterecek bir argüman bulmuş oluyordu.

Batı’nın Evrim ve Sosyâl Darwinizm teorileriyle doğu’lu ve müslümanları aşağılayıp kendilerini “evrimlerini tamamlamış üstün ırk” sanmaları ve göstermeleriyle yaptıkları propagandalar, bir aşağılık kompleksinin yansımalarıdır. Evet batı, doğu’ya karşı her zaman komplekse kapılmıştır. Zâten batı, kendisi de sözde hristiyan olmasına rağmen, “doğu hristiyanlığı” olan Ortodoksi, Aryancılık vs. gibi doğulu hristiyanlara da düşmandır. Çünkü onlar da doğu’ludur.

İslâm, “batıyı dönüştürmek” isterken, batı, tüm Dünyâ’ya kültürünü empoze etmek istiyor. Bunu “Haçlı Seferleri”nden beri saldırganlıkla ve savaşla da yapmaktan çekinmemektedir. Çünkü kültürel (bilimsel değil) bir üstünlük olmadığı zaman “gerçek bir üstünlük”ten de bahsedilemeyecektir. Doğu ve batı arasında bir “medeniyet-uygarlık (medeniyet-medeniyet değil) çatışması” vardır. Bu çatışma, “batı uygarlığı”nın “doğu/İslâm medeniyeti”ne dönmesine kadar devâm edecektir.  

Doğu’nun bu bâriz kültürel ve mânevî üstünlüğüne rağmen, ne yazık ki modernite ile birlikte müslümanlar yüzünü İslâm’dan ve dolayısıyla doğu’dan çevirip hristiyanlığa yâni batı’ya döndü. Artık, İslâm’a inandıklarını ve müslüman olduklarını söylemelerine rağmen, batı uygarlığına ve hristiyan inanışlarına göre hareket ediyorlar. Bunu sözde “muâsır devletler”in(!) seviyelerine ulaşabilmek için yapıyorlar. Hâlbuki hâl-i pür melâllerinin nedeni, onların yüzlerini İslâm’dan ve doğu’dan, batı’ya çevirmesidir.

Doğu’lu ve İslâm düşmanlığına, doğu’lu ve müslüman olan lâiklerin de katılması ilginçtir. Onlar lâik olunca kendilerini batı’lı zannetmişler ve doğu’ya ve müslümanlara düşman olmuşlardır. Lâiklikte bir doğulu ve Arap düşmanlığı vardır. Batı’ya karşı zihinsel ve hattâ kalbî asimilasyona uğramış olan kişiler, zihniyet olarak batı’lılaşmıştır ve bunlar batı zulmüne karşı yapılan direnişi baltalayan en önemi unsurlardır.

İslâmî bilinç doğu coğrafyasına içkindir. İslâmî-doğu’lu bilinç Allah-merkezli iken, batı, insan/beşer-merkezlidir ki İslâm, Dünyâ’yı beşer-merkezlilikten Allah-merkezliliğe dönüştürüp çevirmek için gelmiştir. İşte bu nedenle Allah-merkezli olan İslâm’ın yâni doğu’nun batı’ya; insan-merkezli olan batı’nın da doğu’ya cephe almış olması çok normâldir.

İslâm’ın batı karşıtlığı, “batı’nın İslâm olduğu yerde” sona erer. Dolayısıyla “batı”dan kastımız, “batı coğrafyası” değil, “batı kültürü”dür.

Doğu ve Batı demek, “iki farklı zihniyet” ve “iki farklı yaşam-biçimi” demektir. Doğu’da bulunup da batı zihniyetine sâhip olanlar olduğu gibi, batı’da bulunup da doğu zihniyetine sâhip olanlar da vardır. Öyleyse ayrılık aslında, bir “zihniyet ayrılığı”dır. Batı tüm zamanlarda “beşer-merkezli” bir algıya sâhip olmuş iken, doğu ise genelde “ilâh-merkezli” bir zihniyete sâhip olmuştur. Zâten peygamberler de hep doğu’dan çıkmıştır. Merkezden uzaklaştıkça sapma açısının artması doğaldır. Bu nedenle insanların doğu’dan çıkıp batı’ya doğru yayılmasıyla birlikte, Allah-merkezlilikten, beşer-merkezliliğe doğru bir kayma olması beklenir. Fakat şu da var ki, bu sapma, vahiy ile düzeltilebilecekken, nefsin çıkarına uygun olarak düzeltme yoluna girilmemiştir. Bu da zamanla sapmayı fazlalaştırmış ve batı’yı yoldan çıkarmıştır.

Aslında doğu ve batı aynı kökün iki dalı gibidir. Ancak “batı dalı”, eğilerek “toprağa” saplanmış ve yeni bir kök oluşturarak asıl kökten kopmuştur. Batı zihniyeti, doğu’nun kadim kültürüne-zihniyetine karşı bir kültür üretmiş, en bağnaz dönemlerinde bile beşer-merkezlilikten kurtulamamış ve “Sezar’ın hakkını Sezar’a ‘tam’ verirken”, “Allah’ın hakkını Allah’a doğru-dürüst vermemiş”tir. Batı ve batı zihniyeti, doğu ve doğu zihniyetinden bir kopuştur. Böylece batı, “ilâhi dîn”e (İslâm) karşı “seküler bir din” ortaya koymuştur. İşte doğu-batı arasındaki savaş da, “dîne karşı dîn”in bu savaşıdır. Ali Şeriati bu konuda şunları söyler:

Târih boyunca her zaman din, dîne karşı savaşmıştır ve hiç-bir zaman din, dinsizlikle savaşmamıştır. Zâten ‘dinsizlik’ diye bir şey yoktur. Hiç-bir varlık için dinsiz bir hayat alanı tasavvur edilemez. Hayat varsa ve hayâtı düzenleyen bir-takım kurallar varsa, mutlakâ orada din de vardır. Kuralları koyan Allah ise ve hayâtın bütün alanları sâdece O’nun hükümlerine göre düzenleniyorsa o din Allah’ın ‘tevhid dîni’dir. Eğer kuralları koyan Allah’tan gayrısı ise (hevâ yada tâğutlar) o zaman da din ‘şirk dîni’dir”.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Mısır, Sûriye, Irak, Arabistan, Yemen, Îran, Afganistan, yâni şöyle bir genellersek; Akdeniz havzası, Arap-yarımadası ve Mezopotamya çevresi (ön-asya), medeniyetlerin beşiğidir. İlk devlet-medeniyet-kültür bu bölgede ortaya çıkmıştır (Akad-Sümer-Bâbil-Asur). Cengiz Tomar bu konuda şunları söyler:

“Dünyâ-târihine baktığımızda Mezopotamya (Irak), Eski Mısır, Münbit Hilâl (Fertile Crescent, el-Cezire, Kuzey Sûriye ve Filistin) ve Anadolu medeniyetleri ile Sümer, Akad, Asur, Bâbil, Hitit, Grek, Urartu, Elam, Ebla, Ugarit, Aram ve Fenike gibi hemen-hemen aklımıza gelen ilk medeniyetlerin tümü bu bölgede ortaya çıktı. Diğer bir ifâdeyle insanoğlunun kadim târihinin kodları ve Eski Dünyâ’nın alt-yapısı bu bölgede oluştu. Yeni Asur, Ahameniş, Makedonya, Bizans, Sasaniler, Abbâsiler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi büyük imparatorluklar da hep bu bölgede teşekkül etti. Üç büyük semâvi din Mûsevilik, Hristiyanlık ve İslâm yine bu bölgede doğdu ve gelişti”.

Bu bölgede gelişen devlet-medeniyet anlayışı, peygamberler de bu bölgeden çıktığından, -her ne kadar tahrif edilerek bozulmuş da olsa- ilâhi yanları da olan bir bilgiye-şuura-eyleyişe sâhiptir. Bu durum zamanla o bölgenin karakteri hâline gelmiştir. Tâbir-i câizse ilim-kültür ve medeniyet o bölgenin taşına-toprağına işlemiştir. Medeniyet rûhu o bölgelerde potansiyel ve içkin olarak sürekli bulunur. Zâten gönderilen peygamberler, tahrif edilerek bozulan ilim ve kültürü sürekli vahiy-merkezli olarak güncelleştirmiş ve yozlaştırılıp saptırılanları düzeltmişlerdir. Bu nedenle de o özellikleri barındıran bölgede peygamberlerin ve bilge kişilerin çıkması son derece doğal ve normâldir. “Peygamberlerin neden hep bu bölgeden ve periferiden çıktığı”nın ana-nedeni bu olsa gerek. Bu bölge “peygamber çıkarma potansiyeli”ne sâhiptir. Çünkü o bölgenin insanı, İslâm-merkezli ilim-kültür-devlet ve medeniyetine âşinâdır. Bu âşinâlık, o medeniyeti yeniden çıkarma duygusunu ve arzusunu berâberinde taşıdığından, Allah’ın, o şuura-arzuya sâhip olan insanlar içinden en ahlâklısını-merhâmetlisini-dürüstünü ve temizini “peygamber” olarak seçmesi doğal ve normâldir. İşte batı’nın doğu’yu ötekileştirmesinin nedeni, doğu’nun bu “satın alınamayacak insan çıkarma potansiyeli”dir. Zîrâ bu potansiyel yâni peygamber örnekliği, batı’nın dînini yâni sistemini baltalayacak ve hattâ kökünden söküp atabilecek bir potansiyele sâhip olduğundan dolayı, batı, doğu’yu sürekli olarak baskı altında tutmak ister.

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Başkan Jhonson’un Ortadoğu Müsteşarı E. Rusto şöyle der: 

“İslâm devletleriyle aramızdaki ihtilaf ne devlet ne de millet ihtilâfıdır. İslâm ile Hrıstiyan Medeniyetleri arasındaki ihtilaftır. Bu ihtilaf ortaçağdan bêri şiddetli bir kin ve düşmanlık içinde devâm etmektedir”.

Târih “doğu-batı savaşı târihi”dir. 1.000 yıllık doğu hâkimiyetinden sonra batı, Dünyâ’nın hâkimiyetini ele geçirdi. Şu-anda İslâm ve batı arasında yaşanan bir savaş vardır ve bu savaş, “doğu’nun imtinâ edeceği” vahşî ve vicdandan-merhâmetten kopuk bir metodla yapıldığından dolayı, batı doğu’ya görece üstün gelmektedir. Batı’nın doğu’da yapmak istediği şey, enerji kaynaklarında sâhip olmaktan ziyâde, “İslâm-doğu coğrafyasının o kadim ‘medeniyet kurma’ ve ‘örnek bir toplum çıkarma’ potansiyelini dirilterek, batı karşısında güçlü bir alternatif olarak yeniden ayağa kalkmasını önlemek”tir. Batı’nın doğu’ya yaptığı tüm baskının ana-nedeni budur. “Müslümanların mü’minliğe dönmesini engellemek” istemektedirler. Tabi bunu yaparken, yaptığı masrafları doğu’nun enerji kaynaklarıyla karşılar.

Batı hayat-tarzı, İslâmî hayat-tarzını baskılamak için orada bulunuyor. O hâlde olan şey, bâtıl batı’nın beşer-merkezli hayat-tarzı ile, “vahyi hayâta hâkim kılmak” demek olan ve “güzel örneklik” denilen “peygamberlerin sünnetleri” yâni yaşam-tarzları arasındaki savaştır. Kur’ân’ın pratiği olan sünnetin ve bundan doğan İslâm Medeniyeti’nin yeniden dirilmesini önlemek, batı’nın doğu’yu ve İslâm coğrafyasını ötekileştirmesinin ve işgâl etmek istemesinin ana nedenidir. Zîrâ İslâm Medeniyeti’nin yeniden dirilmesi, “batı’nın çökmesi” demektir.   

İslâm aynı-zamanda modern/post-modern kültüre karşı bir eleştiri ve îtirâzı da seslendirir. İşte batı, bu îtirâzın sesini bastırmak için de çabalıyor. Çünkü bu îtirâz, “küresel bir İslâmî hayat-tarzı” hareketine dönüşebilir. Batı, çökmemek için bu İslâmî hayat-tarzının dirilmesini önlemek zorundadır. O hâlde İslâm’ın yeniden Dünyâ’ya hâkim olması için, müslümanların batı yaşam-tarzından ayrılmaları ve İslâmî yaşam-tarzına dönmeleri şarttır:

“Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ 144).

Doğulu insan kindar değildir. Çünkü çabuk sinirlenir ama siniri çabuk geçer. Bu, coğrafyadan kaynaklanır. Sıcak iklim, kişiyi düzenli-plânlı olmaya zorlamaz. Zîrâ sıcak iklimde vücutlar da sıcaktır ve bu nedenle vücutları ısıtmak için fazla enerjiye (yeme-içme-giyinme) ihtiyaç olmaz. Bu da, düzenlilik ve plânlılık için fazla bir şey yapmayı gerektirmez. Doğu’lu insanın plânsız-programsızlığı, tembelliği ve miskinliği biraz da bundan kaynaklanır. Doğu’lu insanın çabuk sinirlenmesinin nedeni, plânlı-programlı ve düzenli bir şey yapılmasını gerektirecek bir sebep olmaması fakat bir nedenle buna zorlanmasıdır. Plânlı-programlı olmak için emek harcamaya şeye tahammülsüz olduklarından dolayı, rahatlarını kaçıracak olan bu tarz işlere hemen sinirleniverirler. Çünkü dediğimiz gibi; onlar sıcak coğrafyalarda enerji verecek şeylere fazla ihtiyaç duymazlar. Zîrâ sıcak olan vücûdu ısıtmak için fazla enerjiye ihtiyaç yoktur. Bu nedenle de plânlı-programlı olmak ihtiyâcı duymazlar. Ne de olsa Güneş her gün doğmakta, yağmur yağmakta ve hem kendileri hem de hayvanları için su ve bitki örtüsü “garantili” bir şekilde oluşmaktadır.

Soğuk iklimde ise vücut da soğuktur ve vücûdun ısınması için daha fazla enerjiye-kalôriye ihtiyaç vardır. Bu nedenle de gereken ihtiyâcı karşılamak için daha fazla çalışmak şarttır. Bu da plânlı-programlı olmayı gerektirir. Çünkü plânlı-programlı olmak, hem gereken şeylerin daha kolay hem de daha çok üretilmesini sağlar. Batı’nın iklimi genelde daha soğuk olduğu için, batı’lılar plânlı-programlı iş yapmak zorundadır ve zâten uygarlık da plânlı-programlı iş yapmanın bir sonucudur. Soğuk iklimde sürekli bir “sıcaklık” ihtiyacı olduğundan dolayı, bu ihtiyaç “günlük” olarak değil de, “ömürlük” hattâ çocuklar ve torunlar için bile yetecek hâle getirilmek istenir. Bu nedenle de batı, kurduğu uygarlığın nîmetlerinden kendi dışındakileri yararlandırmayı düşünmez. Çünkü onlara göre “ihtiyaçlar sınırsızdır ama Dünyâ sınırlıdır”. Dünyâ’nın nîmetlerinde ise en çok, “ileri olanlar(!)”, “evrimini tamamlamış olanlar(!)” yararlanmalıdır. Bu düşünce, batı’lıların kendilerinden başkalarını yâni “geri ve ilkel(!)” olanları sömürmeyi güyâ normâlleştirir. Batı bu yüzden paylaşmayı, başkası için bir şey yapmayı, diğergamlığı ve Allah rızâsını bilmez. Allah rızâsı için taş üstüne taş koyduğu vâki değildir. O, “sıcaklığını” kaybetmemek için diğerlerini sömürdükçe sömürür ki, Dünyâ’nın son 250 yıldaki hâl-i pür melâlinin nedeni budur.

Oysa doğu’lularda ve müslümanlarda, hem fazla enerjiye ihtiyaç duymadıklarından hem de İslâm’da mutlakâ “başkalarını düşünmek” zorunluluğu olduğundan dolayı, tam tersi özellikler bulunur. Tabi coğrâfi avantaj, insanların tembel ve miskin olmalarını meşrû kılmaz. Çünkü her miskinlik ve tembellik, yanında mutlakâ bencilliği de birlikte getirir. Bu nedenle İslâm Dîni ve Peygamberimiz, insanları tembellikten ve miskinlikten kurtarmış, plânlı-programlı-düzenli bir şekle sokmuş ve düşünceyi-bilimi-üretimi geliştirmiştir. Hem iklim sıcak olduğundan ve vücut için fazla enerjiye ihtiyaç olmadığından, hem de dînin emri nedeniyle, fazla ürünlerini “diğerleri”yle paylaşmıştır. İnsanlık ve medeniyet için harcamıştır. Bu iki nedenden dolayı, (nefsin alabildiğine kışkırtıldığı modern dönem hâriç) doğu’luların ve müslümanların -çok az istisnâlardan başka- diğer toplumları sömürdüğü vâki değildir.

Doğu ile batı’yı birbirinden ayıran en temel fark, doğu’nun batı gibi, çıkarı için milletleri küresel bir emperyâlizme tâbi tutmamış olmasıdır. Bundan bile-isteye kaçınmıştır. İstese yapabilirdi ama yapmamıştır. Zîrâ hem müslümanlarda hem de doğu’lularda (en azından o dönem için) emperyâl bir zihniyet yoktu. John M. Hobson bu konuda şunları söyler:

“Onbeşinci yüzyılın başlarından îtibâren Çin, Hint Okyanusu üzerindeki etki alanını genişletmişti. Dünyâ’nın yarısı Çin’in elindeydi ve elinde bulunan güçlü donanma da, Dünyâ’nın diğer yarısı da Çin’in erişebileceği konumdaydı. Çin, Avrupa'nın keşif ve yayılma çağı başlamadan yüz yıl önce çok büyük bir sömürge gücü olabilirdi. Ama olmadı. Gerçek şu ki, Çinliler isteselerdi Dünyâ’nın büyük bölümünde emperyâl bir misyon yüklenebilirlerdi. Öyleyse neden yapmadılar?. Bunun malzeme kapasitesinin yetersiz olmasıyla bir ilgisinin olmadığı artık netleşmelidir. Bunun nedeni, büyük ölçüde kendi özel kimliklerinin bir sonucu olarak emperyâlizmi görmezden gelmeyi seçmeleriydi. Felipe Femandez-Armesto’nun da benzer şekilde ifâde ettiği gibi: Çin’in ‘Kader Doktrini’ hiç gerçekleşmedi ve o dönemde elinde tuttuğu dünyâ lîderliği elinden alındı... Çin’in bu hakkından vazgeçişi dünyâ târihinin en önemli toplu suskunluklarından biri olarak kalmıştır”.

Miskinliğe ve tembelliğe izin vermeyen İslâm, doğu’lunun bu tembel ve miskin durumunu değiştirdi ve onları bir düzene soktu, çünkü İslâm’ın hedefi, tüm Dünyâ’nın zulümden-adâletsizlikten-açlıktan susuzluktan kurtulması ve refaha ulaşmasıdır. Zîrâ İslâm-müslümanlar ve doğu’lular, batı’lar gibi bencil değildirler ve müslümanlar için bu yasaktır da. Bu yüzden İslâm, plânlı-programlı bir hayat-şekli ortaya koydu. Zâten böyle olmadığında bir farkın, bir devletin ve medeniyetin oluşması mümkün değildir. İslâm’ın getirdiği düzene uyan İslâm coğrafyası, işte bu mükemmel düzen ile Dünyâ’da hâkimiyet kurdu, eşsiz bir medeniyet başlattı ve hakkı-hakîkati-adâleti ikâme etti. Zâten İslâm’daki namaz ibâdetinde bu düzenin sürekli provası yapılır. Namaz sırasında saflar düzgün olmalıdır, namaz tâdil-i erkâna uygun kılınmalı ve cemaat hep birlikte hareket etmelidir. İslâm’da ibâdet, muâmalet, ilim, iş ve hayâtın her alanında bir düzen vardır ve olmalıdır. Bir plân, program ve düzenlilik uygulamaları olan ibâdetler, (namaz, oruç, hac vs.) hep bir düzene göre hareket etmenin göstergeleridir ki, bu ibâdetler, hayatta da bir düzen kurmanın provasıdırlar. Zâten müslümanlar bu düzenden tâviz verdiklerinde yenilmeye ve Dünyâ’da hâkimiyeti kaybederek ezilmeye başlamışlardır. Oysa Kur’ân bu konuda müslümanları tüm zamanlar için uyarmıştır:

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak savaşanları sever” (Saff 4).

Batı, uygarlığını bir düzene borçludur ve bu düzeni ilk başta İslâm’dan-müslümanlardan almıştı (İspanya-Osmanlı). Fakat batı kurduğu düzene, Allah’ı ve dîni, dolayısı ile adâleti-merhâmeti-vicdânı karıştırmadı. Kurduğu “Allah’sız” uygarlığının (medeniyet değil) sonunda Dünyâ’nın düzenini bozdu ve yeryüzünü ifsâd etti, karada ve denizde fesad çıkardı. Hâlbuki İslâm düzeni, Dünyâ’yı bir düzene koymuş ve “bir güvenlik barış yurdu” (Dârüs-selam) yapmıştı.

Batı, “soğuk iklim imtihanı”nı kaybederek bencilleşmiştir ve bu nedenle de “anlam”ı kaybetmiştir. Artık sürekli “açıklama” yapar. Doğu ise anlamlandırır. İslâm bu anlamlandırma işine açıklamayı da eklemiştir ve güzel olanı tamamlamıştır. Batı sâdece açıklarken, doğu, anlamlandırır ve İslâm, bu anlamlandırmanın yanına açıklamayı da eklemiştir. Batı “anlamdan kopuk bilim”in peşine düşmüşken, doğu, anlamlandırdığı bilimi açıklamayı da katarak tamamlamış; anlamlandırmayı, açıklamayı ve dolayısı ile gönlü zenginleştirmiştir. Çünkü batı bilim, doğu gönül-merkezlidir.

Aslında müslümanların ebedî ve ezelî ötekisi şeytan’dır. Fakat şeytanı sâdece kişisel ve soyut anlamda “öteki” îlan etmek Dünyâ’daki sorunları-zulümleri bitirmiyor. Yâni sâdece “içimizdeki şeytan”ı ötekileştirmek yetmiyor ve “dışımızdaki şeytanlar”ın da ötekileştirilmesi gerekiyor ki zulümler bitip hak-hakîkat ortaya çıksın ve adâlet “herkes için” Dünyâ’da hâkim olsun. Zîrâ müslümanları “öteki” îlan eden batı toplumları, bu nedenle 1.400 yıldır müslümanlarla uğraşıyor ve bu konuda el-birlik hareket ediyorlar. Son 250-300 yıldır da müslümanları baskı altında tutmayı başarıyorlar.  

Aslında batı kendi içinde mutlak bir birlik içinde değildir ve gerek eski zamanlardaki savaşlardan, gerekse milliyetçi-ırkçı üstünlük iddialarından kaynaklanan kinler sebebiyle bir-birleriyle gerçek bir dostluk hâlinde olamıyorlar, olamazlar da. Fakat “öteki” îlan ettikleri müslümanlara-doğu’lulara karşı birlikte hareket etmek zorunda olduklarının da farkındadırlar. Aksi-hâlde birbirleriyle çekişmeye başlıyorlar çünkü. Zâten bu, sünnetullah gereği böyledir:

 “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

Demek ki kim birbiriyle çekişmeyi bırakıp da birlik olup bir güç elde ederse, sonunda Dünyâ’ya mutlakâ hâkim olur. Allah bu hâkimiyeti mü’minlerin kurmasını istiyor. Zîrâ Dünyâ ve insanlar, ancak “vahye göre kurulacak olan birliğin sonunda” huzûra ulaşabilir.

Batı’nın görünüşte sağlam gibi duran birliği ve yapısı çok dayanıksızdır aslında. Madde ve çıkar-merkezli olduğundan dolayı yıkılması zor olmaz:

“Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veyâ duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kâlpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir” (Haşr 14).

Gerçek bir birlik oluşturamamış olmaları ve sağlam bir âhiret inançlarının olmaması onları bu şekilde davranmaya iter. Müslümanların-mü’minlerin gerçekleştirecekleri birlik ise bunun gibi değildir. Çünkü mü’minlerin ulaşmayı istedikleri gerçek hayat “cennet hayâtı”dır ve bu nedenle ölümden bile diğerleri gibi korkmazlar.

Batı’ya entegre olarak “İslâm ve doğu medeniyeti hâkimiyeti” kurulamaz. Müslümanların ve doğu’luların bunu artık fark etmeleri gerekir. Çünkü batı, aksi-yönde propaganda yapıp durmaktadır. Bu bağlamda Von Runebgu şöyle der:

“İslâm; batı’nın hâkim olduğu Dünyâ’da vâr olmak istiyorsa, kendini ona uyumlu hâle getirmek zorundadır. Siyâsal-toplumsal ve ekonomik anlamda hayatta kalabilmesi için bir yenilik (reform) yapması gereklidir ve bunun için öncelikle çağa ayak uydurmanın ve ilerlemenin yolunu aramalıdır; bunun ilk şartı da, İslâm hukukunun batı hukuk sistemine uydurulmasıdır”.

Tabi batı’yı tümden ötekileştirmek de doğru değildir. Çünkü bu; “mümeyyiz akla” uygun bir davranış olmaz. Zîrâ insanların hepsi bir değildir. Bu sebeple Allah Kur’ân’da bizi şu şekilde uyarır:

“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adâletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adâlet yapanları sever. Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost (veli) edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zâlimlerin ta kendileridir” (Mümtehine 8-9).

İslâm’a göre sürekli olarak iki toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Modern zamanlarda “câhiliye toplumu”nu batı temsil etmektedir fakat zamanla doğu’yu ve müslümanları da câhiliye toplumuna dâhil etmiştir ve etmektedir. Zîrâ modern dünyâda, İslâm toplumu “câhiliye toplumu” (bâtıl toplum); câhiliye toplumu ise “İslâm toplumu” (hak toplum) olarak gösteriliyor ve doğu’lular ve müslümanlar da bunun böyle olduğunu zannediyor. Bu durumdan ise genelde doğu’lulardan ve müslümanlardan başka zarar gören olmuyor. İşte bunu tersine çevirmenin yolu hak ve bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun ayrılmasıdır ki, bu, “doğu ve batı zihniyetinin yâni dîninin (yaşam tarzı) ayrılması, hakkın ve bâtılın belirgin hâle gelmesi” demektir. İşte ancak bu ayrılma ile bâtıl açığa çıkarak hak ve adâlet ortaya konacak ve sonuçta Allah’ın dînî yeryüzünde hâkim kılınacaktır.

Evet; “ışık”, “nûr”, ziyâ” doğudan yükselir. Batı’dan ise sûni pırıltılar çıkar ancak. Zîrâ, -cılız istisnâları ayrı tutarsak- batı ve batı’lılar gerçek bir aydınlığın bilincinden uzaktırlar. Peygamberler de doğudan çıkar ve bu nedenle vicdan ve merhâmet de doğu’dan gelir. Devlet-medeniyet (ulus-uygarlık değil) doğu’da temellenir ve tüm Dünyâ’ya yayılır. Aydınlanma ve nûr, doğu’dan batı’ya doğru olur.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018




Devamını Oku »

2 Kasım 2018 Cuma

Beşer, İnsan, Halife



“Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife vâr edeceğim’ (câilun fîl ardı halîfeten) demişti. Onlar da: ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi vâr edeceksin?’ dediler. (Allah:) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim’ dedi” (Bakara 30).

“Hani Rabbin meleklere demişti: ‘Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım (innî hâlikun beşeren) (Hicr 28).

“Ey insanlar!. Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır” (Hz. Muhammed).

Halife: “Öncekinin yerine geçen. İlâhî, yâni şer’î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber’e vekil olan zât”.

Beşer: “İnsan derisinin dış yüzü. İnsan. Âdem”.

Bakara Sûresi 30. âyetinde geçen “câilun” kelimesine farklı anlamlar vermek sûretiyle Hz. Âdem’in ilk insan olmadığı yönünde bâzı görüşler mevcut. Buna göre “câilun” kelimesinin “yaratacağım” anlamına değil de, “kılacağım/seçeceğim” anlamına geldiği iddia ediliyor. Böyle olunca da “zâten var olan” bir insan-kitlesinin içinden birini (Hz. Âdem) “halife” tâyin etmenin kastedildiğini söylüyorlar. Yâni “câilun” kelimesini, “bu insan-grubunun (beşer) içinden birini (halife) seçerek vahiy göndermeye başlamak” olarak anlıyor ve anlatıyorlar.

Açıkçası ben bu tür anlamaların/düşünmelerin konjonktürel bir anlama olduğunu ve modern-bilim ile ters düşülme endişesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Ayrıca Kur’ân’da geçen kelimelerin esneme payının çok da fazla olmadığına, hattâ etimolojik değerlendirmelerin fazla zorlandığında “tahrifat” yapacağına, bunun sonucunda da anlam-kaymalarının olacağına inanıyorum. En azından bu tür düşünceleri benimseyecek bir grubun varlığı ile yeni bir tefrikanın ortaya çıkacağı tehlikesi var. Tabî ki Kur’ân-ı Kerim mûcizevî bir kitaptır ve evrensel olduğu (sâdece belli bir zamâna has olmadığı) için her çağa hitâp edebilecek kelimeler içerir. Fakat Kur’ân’daki kelimelerin anlamları hem Kur’ân’ın kendisiyle, hem de kelimenin diğer anlamlarıyla çelişmemelidir.

“Ceale” kelimesi Kur’ân’da: “Yaratmak, îcad etmek, çevirmek, yapmak, koymak, kılmak” şeklinde de kullanılıyor.

“El hamdu lillâhillezî halakas semâvâti vel arda ve cealez zulumâti ven nûr(nûra), summellezîne keferû bi rabbihim ya’dilûn”.

“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vâr eden Allah’a mahsustur. Yine de hakkı tanımayanlar bunları kendilerini yaratana denk tutuyorlar” (En-âm 1).

Kur’ân’da; insan, beşer ve halife kelimeleri farklı varlıkları târif etmek için kullanılan kelimeler değildir. Bunların hepsi de, bildiğimiz-tanıdığımız insanı târif etmek için kullanılmıştır. Bu kelimeleri ayırmak isteyenlerin amacı biraz da, Evrim Teorisi bağlamında -güyâ- “insanın evrimini” yâni yaratılış aşamasını göstermesi içindir. İnsanın evrim süreci için; beşer, insan ve halife süreçleri gösteriliyor. Oysa insan orijinâl bir varlıktır ve “en güzel şekilde” yaratılmıştır: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tîn 4).

Kavramları sürekli didikleyerek ayıranlar, aynı şeyin farklı dillendirilmesi için kullanılan kelimelerin, farklı varlıkları târif ettiğini zannediyorlar. Meselâ Resûl ve Nebî kelimeleri de böyledir. Ayırmaya yâni parçalamaya bir başladığınızda bu işin sonu gelmez ve artık üzerinde çalıştığınız kelime-kavram ifsâd olur ve gerçek anlamını vermekten uzaklaşır. Meselâ “Kur’ân”ın Kur’ân’da bir-çok anlamı var diye Kur’ân’dan başka kitapların da olduğunu anlamak Kur’ân’ın kendisine aykırıdır. Bu durum her şeyde böyledir. Kur’ân’da farklı anlama gelen aynı kelimeler de vardır ama bu zâten her dilde olan şeydir. Bir kelimeyi hayattan kopuk ve ilk ve en çok kullanan muhâtapların anladıklarını hesâba katmadan incelemeye başladığınızda, oturduğunuz yerde bir-çok anlama ulaşabilirsiniz ve ulaşılan sonuçlardan hangisinin doğru olduğuna da bir türlü karar veremezsiniz ve sonuçta bir “zihni ifsâd” başlar. Modern zamanlarda Kur’ân kelime ve kavramlarına, indiği dönemde olmayan anlamlar veriliyor. Zîrâ lûgat da gelişip durmaktadır. Bu durum insan, beşer ve halife kelimeleri için de geçerlidir. Aslında bu kelimelerin tümü, “yaratılışı en ideâl şekilde tamamlanmış” olan kişi için geçerlidir. Hem bu âyetler sâdece ilk insan için geçerli değildir ki. Yeni doğan-yaratılan insan için de geçerlidir. Âdem de, beşer de, insan da, halife de aynıdır.

“Ben bir halife yaratacağım” sözüyle, “ben bir beşer yaratacağım-vâr edeceğim” sözü arasında bir fark yoktur. Allah’ın bizi “halife” seçmesinin nedeni, yeryüzünde nasıl davranacağımızı görmek içindir: “Sonra, nasıl yapıp-davranacaksınız diye gözlemek için, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık” (Yûnus 14).

Allah, beşeri hâlk ettikten (halâk) sonra, halife de kılmıştır (ceale). “İnsan”, kişinin et ve kemik tarafı değil, rûh ve bilinç tarafıdır. Et ve kemik tarafına “beşer” denir. “İnsan” olarak rûh ve bilinç ile amel ve eylemde bulunması da “halifelik”tir.

“Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir? dedi. (Bu) Böyledir dedi: Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir” (Âl-i İmran 47).

Şimdi beşeri insandan ayıracaksak, âyette bahsedilen “beşer” için, “henüz insanlaşmamış varlık” mı diyeceğiz?. Meryem’e dokunmayan beşer, en ideâl şekilde yaratılışı tamamlanmış olan insan değil midir yâni?.

“(Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara (bir dâvetçi) yolladı, oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline (önlerindeki meyveleri soymaları için) bıçak verdi. (Yûsuf’a da:) ‘Çık, onlara (görün)’ dedi. Böylece onu (olağan-üstü güzellikte) görünce (insan-üstü bir varlıkmış gibi gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve: ‘Allah’ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir’ dediler” (Yûsuf 31).

Şimdi bu âyete göre, insanı beşer-insan-halife olarak evrim sürecine sokacak ve “beşer”i, “henüz varlığı tamamlanmamış yada en azından aklı olgunlaşmamış bir varlık” olarak târif edeceksek, kadınlar, önlerine çıkan Yûsuf’un neyine hayrân olmuşlardır?.

Peygamberler de kendilerinin bir beşer olduğunu söylerler:

“…De ki: Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?” (İsrâ 93).

“İnsanı (beşer) bir sudan yaratıp onu, neseb ve sihriyyet (akrabalık sâhibi) kılan O’dur. Senin Rabbin güç yetirendir” (Furkân 54).

“Sizi topraktan yaratmış olması, O’nun âyetlerindendir; sonra siz, (yeryüzünün her yanına) yayılmakta olan bir beşer (türü) oldunuz” (Rûm 20).

“Hani Rabbin meleklere: ‘Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım’ demişti” (Sâd 71).

Yukarıdaki üç âyette beşerin sudan, topraktan ve çamurdan yaratılışı söyleniyor. Her defâsında da “beşer” kelimesi kullanılıyor. İnsan kelimesi kullanılsaydı da aynı olurdu. “Toprak ve çamurdan yaratma” ifâdesi “mûcizevî ilk yaratma” için; “sudan yaratma” ifâdesi ise, görüp bildiğimiz, bir hâmilelik süreciyle olan “şimdiki yaratmalar” içindir:

 “Allah sizi önce topraktan yarattı, sonra bir damla sudan. Sonra sizi çift-çift kıldı…” (Fâtır 11).

“Yeryüzünde sizi halifeler kılan O’dur. Öyleyse kim inkâr ederse, artık inkârı kendi aleyhinedir. Rableri katında kâfir olanlara kendi inkârları gazabtan başkasını arttırmaz ve kâfir olanlara kendi inkârları kayıptan başkasını arttırmaz” (Fâtır 39).

Allah insanı yeryüzünün halifesi yapmışken, birileri de halifeliği kaldırıyor. Halifelik, birilerinin kaldırılmasıyla kalkmış olmaz. Tabi Allah’ın verdiği halifelik, insanların verdikleri gibi de değildir. “Târihsel halifelik”in kaldırılması batı’nın isteği ve zorlamasıyla olmuştur. “Çimento” işlevi gören halifelik kalkınca Osmanlı/Türk’ün müslüman-dünyâ ile ilişkileri kesilecek, İslâm-dünyâsı zayıflayacak ve sonunda da müslüman-coğrafyada bulunan yer-altı ve yer-üstü zenginlikleri, bir baskı ile karşılaşılmadan batı tarafından kolaylıkla sömürülebilecektir ve de aynen böyle olmuştur. Fakat bu projenin tutması için milletleri bir-birine düşman etmek gerekiyordu ki bunu da çeşitli söylemler ile gerçekleştirdiler. Meselâ Türklere: “araplar sizi arkadan vurdu/vuruyor” derlerken; Araplara da: “Bu türkler de dinden çıktı ve sizi kendi hâlinizde savunmasız bıraktı” dediler. Bunu uzun zamandır sünni-şii düşmanlığı olarak da devâm ettiriyorlar. Zîrâ onları bir-araya getirecek ve barıştıracak “halife”den mahrumlar. İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve kültürle müslümanlar arasındaki zıt düşünceler ve de düşmanlıklar çok kolay oluşturulabildi. İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin nedeni budur (birliğin bozulması). Gerisi hikâye…

Biz Allah’ın beşer-insan olan halifeleriyiz, yer-yüzüne “İslâmî düzeni” getirmek için seçildik.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018


Devamını Oku »