26 Mayıs 2023 Cuma

Canının İstediği Gibi Yaşamak


“İnsan, ‘kendi başına ve sorumsuz’ bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyâmet 26).

 

“Canının istediği gibi yaşamak” aslında “nefsinin istediği ve emrettiği gibi yaşamak” demektir. “Canının istediği gibi yaşamak” düşüncesinde bir sınır ve kırmızı çizgi yoktur. Canının istediği gibi yaşamak düşüncesinde olan kişiyi hiç-bir şey sınırlayamaz. İslâm ise bir sınır koyma ve sınırlandırma dînidir. Çünkü İslâm’da kişi Allah’a, âhirete, gayba, vahye ve peygambere bağlıdır. Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında kırmızı çizgileri vardır. Böyle olduğu için de mü’minler canlarının istediği gibi yaşayamazlar.

 

Târih boyunca insanlar hem doğallıktan kop(a)madıkları için hem de dîni yükümlülüklerden ve sınırlardan dolayı canlarının istedikleri gibi yaşamamışlar yada yaşayamamışlardır. Zâten doğada ve doğal yaşam tarzında canınızın istediği gibi yaşayamazsınız. Çünkü doğaya ve doğala bağlısınızdır ve bu nedenle doğaya ve doğala aykırı bir davranışta bulunmazsınız. Meselâ doğada henüz yetişmemişse bir yiyeceği yiyemezsiniz. Şimdiki gibi çeşitli hormonlar ve katkılarla yılın her mevsimi ve gününde mevcut olan  yiyecekler olmadığı için canınızın çektiğini istediğiniz zaman yiyemezsiniz. Zâten işin doğrusu da budur. Doğal yaşamda canınızın çektiği şeyi yiyip-içebilmeniz için beklemeniz gerekir ki beklemek insanın canının istediği gibi yaşamasına engel olur. Çünkü canının istediği gibi yaşamak, beklememekle ve hemen elde etmekle ilgilidir.     

 

Bireyselleşme ile birlikte kitlesel anlamda “canının istediği gibi yaşamak” düşüncesi de açığa çıkmış ve bu zihniyet kısa zamanda tüm Dünyâ’ya yayılmıştır. Modernizm bir sorumsuzluk ve canının istediği gibi yaşama uygarlığıdır. Hayâtiyetini buradan alır. Eğer Modernizm’i yıkmak istiyorsanız, canınıza daha doğrusu nefsinize sâhip çıkmanız yeter. Çünkü canınızın yâni nefsinizin istediği gibi yaşamak modernizmi ortaya çıkardığı gibi onu günden-güne güçlendiren şeydir.    

 

Modern dünyâda, “hazzı en yüksek seviyede yaşayanlar yâni canının istediği gibi yaşayanlar “en başarılı insan” olarak kabûl ediliyor. Kendini Allah’a adamış ve bu uğurda her-şeyden vazgeçerek nefsini sınırlandırmış ve malını-canını ortaya koymuş olanlar ise; ahmak, gerici, yobaz ve terörist olarak görülüyor.

 

Bir müslüman, Allah ve âhiret yokmuş gibi, vahiy ve peygamber örnekliği ona nasıl yaşaması gerektiğini göstermemiş gibi, “canım böyle istiyor” diyerek dilediği gibi yaşayamaz. Mü’minler, canının istediği gibi yaşamayan-yaşayamayan kişilerdir. Peki nasıl yaşarlar?. Allah nasıl emretmişse o şekilde yaşarlar:

 

“Yoksa insana ‘her dileyip arzu ettiği’ şey mi var?” (Necm 24).

 

“Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve isrâf etmeyin. Çünkü O, isrâf edenleri sevmez” (A’raf 31).

 

“Onlar, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur” (Furkân 67).

 

Bâzen de daha ağır sorumluluklarla karşılaşabilirler:

 

“Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne îman ettiler, sonra hiç-bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sâdık (doğru) olanların ta kendileridir” (Hucurât 15).

 

Kur’ân’ı anlamak, “canının istediği gibi anlamak” şeklinde değildir. Kur’ân en iyi şekilde, bir zulme “dur” derken anlaşılabilir. Meydanın tam ortasında can boğaza gelip dayanmışken anlaşılır: “Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22). Kur’ân; fildişi kulelerde, dört duvar arasında, masa-başında, sâdece beyinle ve zihinle anlaşılabilecek bir Kitap değildir. Bir garibana yardım ederken, bir dertlinin derdini dinlerken, zor durumda olana yardım ederken vs. anlaşılabilir. Bu da canının istediği gibi anlamaktan uzak şeylerdir. Kur’ân-İslâm, canının istediği gibi yaşayarak ve okuyarak değil, “canını dişine takarak” anlaşılabilecek bir Kitap’tır, Din’dir. Bu bağlamda, Allah, cennet ve İslâm için kılını kıpırdatmayanlar, sıra vatana-millete gelince mallarını ve canlarını bile ortaya koyabiliyorlar. Demek ki insan malını ve canını, inandığı ve sevdiği şey için ortaya koyabiliyor.

 

Canının istediği gibi yaşamak canlılığı öldürür. Canı istediği gibi yaşayanların canlılara karşı vurdumduymazlık içinde olduğu görülür. Hayvanları, bitkileri kısaca ekini ve nesli canlarının istedikleri gibi ifsâda upratıp helâk ederler.

 

Sorun, her-şeyden önce hayâtı “canım böyle istiyor” anlayışına göre yaşamak mı; yoksa “Biz Allah’a âidiz ve tekrar O’na döneceğiz” (Bakara 156) nihâi gâye düşüncesiyle yaşamak mıdır?.

 

İnsanlar 2’ye ayrılır: 1-Başkası için kendi canını verenler; 2-Kendi canı için başkasının canını alanlar. Canının istediği gibi yaşamak için niceleri, nicelerinin canlarını almıştır-almaktadır.

 

Canı sıkılan insan çok tehlikelidir. Çünkü canının istediği gibi yaşayamadığı için canı sıkılmakta ve ezilmektedir. Nefsi ona ağır bir baskıda bulunmaktadır. Bu baskı karşısında olmayacak şeyleri yapabilmesi çok olasıdır.

 

Kur’ân, namaz kılanların ve kulluğu hakkıyla yapanların “canlarının istediği gibi” yaşayamayacağını söylüyor:

 

“Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı yada mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın” (Hûd 87).

 

Demek ki başta namaz olmak üzere tüm ibadetler, emirler, yasaklar ve sorumluluklar, insanın “canının istediği gibi” yaşamasına engel olur.

 

Peki canı istediği gibi yaşayanlar, ömürleri tükenince ve ölüm kapıya dayanınca ne yapacaklar?:

 

Hayır; can, köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman, ‘son müdâhaleyi yapacak kim’ denir. Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu anlamıştır. (Ölüm   korkusundan) ayaklar birbirine dolaştığında; o gün sevk, yalnızca Rabbinedir. Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı. Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti. Sonra çalım satarak yakınlarına gitmişti. Sen buna müstahaksın, dahasına müstahaksın. Yine müstahaksın, dahasına da müstahaksın. İnsan, ‘kendi başına ve sorumsuz’ bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyâmet 26-36).

 

Anlaşılıyor ki “canının istediği gibi yaşamak” düşüncesinin bir nefeslik canı vardır.

 

Hayatlarının merkezinde Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber yâni İslâm olan insanlar, canlarının istediği gibi yaşayamazlar. Çünkü canının istediği gibi yaşamak ancak cennette olacaktır. Dünyâ’da canının istediği gibi yaşayanlar ve tüm sorumlulukları inkâr yada iptâl edenlerse, canlarının hiç-bir isteğini yerine getiremeyecekleri cehennem çukurunda derin pişmanlıklar içinde olacaklardır. Çünkü:

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

Nefislerini dizginleyenler ve canlarının istediği gibi yaşamayı cennete bırakanlar ise cennet bahçelerinde canlarının çektiği her-şeyle sevineceklerdir:

 

“Şüphesiz muttakî olanlar, gölgeliklerde ve pınar-başlarındadır; Ve canlarının çekip-arzu ettiği meyveler (arasındadırlar). Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere, âfiyetle yiyin ve için” (Mürselât 41-43).

 

Evet; mü’minler Dünyâ’da cenneti anlamsızlaştıracak şekilde yaşa(ya)mazlar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2023

Devamını Oku »

Tasavvuf ve Ruhbanlık


“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. Îman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi” (Bakara 165).

 

“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).

 

“Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi bir-biri ardınca gönderdik. Meryem-oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kâlplerinde bir şefkat ve merhâmet kıldık. (Bir bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah’ın rızâsını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan îman edenlere ecirlerini verdik, onlardan bir-çoğu fâsık olanlardır” (Hadîd 27).

 

Bu âyetler tasavvufa ve ruhbanlığa meyledilmemesi gerektiğini söyler. Zîrâ bir mü’minin ne tasavvufa ne de ruhbanlığa ihtiyâcı yoktur. Çünkü Kur’ân insan için yeterli derecede bilgi ve bilinci sağlarken, Peygamber örnekliği demek olan Sünnet de bu bilgi ve bilince göre olması gereken en ideâl uygulamayı göstermiştir. Bu bakımdan İslâm’ın ne olduğu, ne dediği ve nasıl uygulanması gerektiği çok açık ve bellidir. İslâm bir sır, bir bilmece, girift bir metin değildir ki, bir köşeye çekilip yada bir efendiye bağlanıp da yıllar boyunca sürecek bir eğitim ile öğrenilebilsin ve sürekli olarak “acaba Allah ne demek istiyor” diye düşünülüp derin araştırmalara girişilerek olmadık sonuçlara ulaşılsın, yada tüm ömür, bir köşede-kıyıda inzivâya çekilerek sâdece bireysel ibâdete hasredilsin. İlk peygamber ile başlayan İslâm’ı tamamlayan Kur’ân vahiylerini oluşturan âyetler, hayatlarında hiç kitap görmemiş, okuma-yazma bile bilmeyen insanlara gelmiştir ve bu insanlar Kur’ân’ın ne dediğini hemen idrâk ettikten sonra peygamber örnekliğine bakarak da en doğru uygulamayı yapmışlardır. Bu bağlamda İslâm apaçıktır ve hayâtın tam ortasında idrâk edilip yaşanabilecek bir din’dir ki bu din idrâk ve uygulama noktasında kolaylaştırılmıştır.      

 

İslâm’dan başka tüm dinlerde ruhbanlık vardır. İslâm’da ruhbanlık yoktur. İslâm’da ruhbanlığın olmaması, İslâm’ın hayâtın her alanına karışmasından dolayıdır. Hristiyanlıkta din Dünyâ’ya karışmadığı için bu otoriteyi papazlar ellerine alarak ruhbanlığı oluşturmuşlardır. Fakat kendilerini İslâm’dan sayan-sanan tasavvufçuların öğretilerine ve uygulamalarına bakıldığında onların da bir tür ruhban oldukları görülür.

 

Von Kremer’e göre tasavvuf iki kaynaktan etkilenmiştir. Bunlar, “Hristiyan ruhbanlığı” ve “Hint Budizmi”dir. Hartmann da, 1916 senesinde “Der İslâm” dergisinde; “tasavvufun kaynağı” konusunda yazdığı makâlede; tasavvuf”un, “Hint felsefesi”nden, “Yahudi kabalası”ndan, “Hristiyan ruhbanlığı”ndan, “Gnostisizm”den ve “Yeni Eflâtunculuk”tan kaynaklandığını savunmuştur. Hartmann’a göre; bütün bu unsurları toplayan ve tasavvuf içerisinde birleştiren kişi, Ebu’l-Kasım Cüneyd El-Bağdâdi’dir.

 

İslâm’da ruhbanlık olmadığı gibi, aslında tasavvuf, târikatçılık ve ilâhiyatçılık da yoktur. İlâhiyatçılar da modern ruhbanlardır. İslâm’ın bunların hiç-birine ihtiyâcı yoktur. İslâm’da kardeşlik ve emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker = “iyiliği emretmek ve kötülüğü kaldırmak” üzere bir cemaatin bulunması yeterlidir. Zâten Peygamber örnekliğinde de bunlardan başka bir şey yoktur.

 

Gerek ruhbanlık olsun gerekse de tasavvuf, -sözde- Allah’a karşı aşırı sevgi-saygı nedeniyle ortaya çıkmışlardır. Fakat aşırılaştırınca sevgiyi de zehirlemişler ve Allah’ın kendilerine emretmediği ve beklemediği ruhbanlığı ve tasavvufu ortaya çıkarmışlar ve geliştirmişlerdir.

 

Ruhbanlıkta ve tasavvufta, bilginleri, efendileri, -sözde- yüksek mânevî derecelere yükselmiş olanlara karşı aşırı bir sevgi, saygı ve korku olur. Öyle ki bunların karşısında ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi olmak gerekir. Oysa aşırı sevgi, saygı ve korku sâdece Allah’a olmalıdır ve sâdece O’ndan yardım istenmeli, O’nun bildirdiklerine göre düşünülüp yaşanmalıdır. 

 

“Onlar, Allah’ın berisinden bilginlerini ve din-adamlarını, bir de Meryem-oğlu Mesih’i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibâdet etmekle emrolunmuşlardı ki, O’ndan başka hiç-bir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları her-şeyden münezzehtir” (Tevbe  31).

 

Bu âyeti duyan Adiy ibni Hatem îtirâz etmişti; “ben de bir hristiyanım fakat biz ahbar ve ruhbanlarımızı Rab edinmiyor ve onlara ibâdet etmiyoruz” demişti. Bunun üzerine Resûlûllah şöyle buyurdu: “Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kıldıklarında onların dediklerini kabûl etmiyor musunuz?”. Adiy ibn-i Hatem “evet, kabûl ediyoruz, çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir” dedi. Bunun üzerine Resûlûllah: “İşte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu.

 

Bilindiği gibi lâiklik, batı’da ruhbanlara karşı çıkarılmış ve yürürlüğe konmuş bir ideolojidir. İslâm’da ruhbanlık olmadığı için lâikliğe de gerek yoktur. Ruhbanlığa karşı îcâd edilmiş olan lâiklik batı’da görece bir yarar sağlamış olabilir fakat ruhbanlık kurumu olmayan İslâm’ın lâikliğe ihtiyâcı yoktur ve lâiklik ona zarar verir-vermiştir-vermektedir.

 

Bir yazıda tasavvuf hakkında şunlar söylenir:

 

“İslâm, çıplak gözle uzaya bakarak düşünüp ibret almaya; tasavvuf ise teleskop/sezgi ile uzaya bakmaya benzetilebilir. Bugün tasavvuf, orta-çağda olduğu gibi, zühdü ve takvâyı değil; bir-çok çevrede egemen sisteme, yaşama kolayca eklemlenmeyi ifâde ediyor. Çünkü sırtında şeriat ve cihad bagajları yok. Tasavvufun İslâm’a nispeti, meyve-kurdunun meyveye nispeti gibidir. Meyve-kurdu, meyve değildir. İçeriden de üreyebilir, dışarıdan da girebilir. Meyvenin kurda ihtiyâcı yoktur; ancak, kurdun meyveye şiddetle ihtiyâcı vardır. Daha açıkça: İslâm’ın tasavvufa ihtiyâcı yoktur; çünkü o, Kur’ân’ın deyimi ile ‘ekmel’dir (5/Mâide, 3). Ancak, tasavvufun İslâm’a ihtiyâcı vardır; çünkü o eksik, özü ve kökü dışarıdan gelen (mistisizm) bir dinselliktir”.

 

Mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf, “işgüzarlık”tır. Allah’ın insandan böyle bir beklentisi yoktur. O-hâlde mistisizm, bâtınîlik, tasavvuf ve ruhbanlık, Allah’a rağmen ortaya çıkmış bâtıl ve gayri İslâmî bir akımdır.

 

Hristiyanların, Allah emretmediği hâlde ruhbanlığı üretmeleri ama hakkını verememeleri gibi, müslümanların içinden bir kısım insanların da yine Allah emretmemesine rağmen tasavvufu üretmeleri ama hakkını verememeleri aynıdır. Üstelik ikisi de aşırılaşıp sapınca insanlar için zulüm hâline gelmiştir. Kendilerine yada birilerine zulmetmişlerdir-zulmetmektedirler. Bu durum mistisizm, bâtınîlik ve tüm türevleri için de geçerlidir. Mistisizm, bâtınîlik, ruhbanlık ve tasavvuf, tabi sonra da târikatlar ve bâzı cemaatler, maddî yada mânevî sömürünün kurumları hâline gelmişlerdir.  

 

Allah’ın insanlardan böyle bir beklentisi olmamasına rağmen insanlar ruhbanlığı ve tasavvufu îcâd etmişler, fakat bunlar özünde bir cehâlet, bâtıl ve zulüm olduğu için, yöneldikleri bu şeye kendileri de katlanamamışlar ve sonunda da ya ilmi anlamda, yada maddî-mânevî anlamda hep istismâr etmişlerdir-ediyorlar. Böylece birileri birilerini kendilerine kul-köle edinmişlerdir-ediniyorlar.

 

Ruhbanlık da tasavvuf da birer körü-körüneliktir. Körü-körünelik olunca hem câhilce bir yöneliş hem de bir şeyleri körü-körüne göz-ardı etmek kaçınılmaz olur.

 

Ruhbanlıkta ve tasavvufta bir aşırılık da vardır. Peygamberimiz, mistisizm, bâtınîlik, ruhbanlık ve tasavvuftaki gibi  bâzı “aşırılık” meyline kapılan inzivâcılara kızmıştı. Enes ibni Mâlik rivâyet eder:

 

“Peygamberimiz’in nâfile ibâdetlerini öğrenmek üzere üç kişilik bir grup, Peygamberimiz’in hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Peygamberimiz’in ibâdetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve; ‘Allah’ın Resûlü nerede biz neredeyiz?. Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır’ dediler. İçlerinden biri: ‘Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım’ dedi. Bir diğeri: ‘Ben de hayâtım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim’ dedi. Üçüncü kişi de: ‘Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, aslâ evlenmeyeceğim’ diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onlarla karşılaştı ve kendilerine şunları söyledi: ‘Biraz önce şöyle-şöyle diyen sizler misiniz?’ buyurdu. Onlar: ‘Evet ey Allah’ın elçisi’ dediler. Resûlûllah: ‘Sizi uyarıyorum!. Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bâzen oruç tutar, bâzen tutmam. Geceleri hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir, benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir’ buyurdu” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5).

 

Mistisizmde, bâtınîlikte, ruhbanlıkta ve tasavvufta olan aşırılık, -sözde- Allah sevgilerinde de aşırılık oluşmuş ve “Allah aşkı” dedikleri bir densizliği ortaya çıkarmışlardır. Bir yazıda şöyle denir:

 

“Mistiklerin/mutasavvıfların dünyevî denenme misyonunu/sorumluluğunu ve bunun gerektirdiği belâ, şerr, musîbet, meşakkat ve zorlukları -ve doğal olarak bunların karşılığı olan faydayı/ödülü-cenneti- terk ederek Tanrı’ya tek-taraflı olarak âşık olmaları ve yoğun ruhsal bir coşku ve zevkle onda boğulmaları (istiğrak) veyâ ona katılmaları (ittihâd, hulûl, vahdet, fenâ, vusûl-vecd), Tanrı’nın (Kur’ân’ın) istediği bir şey değildir (57/27). Bu öğreti, İslâm toplumlarında ve İslâm düşüncesinde güç kazandıktan sonra, maalesef, Allah’ın ahlâkî davranışın sevk edicisi/bâisi/iticisi olarak koyduğu menfaat (cennet) ödülünü aşağılayarak (Cennet, cennet dedikleri/ Bir-kaç ğılman, bir-kaç hûri/İsteyene ver sen anı (onu)/Bana seni gerek seni” -Yunus Emre-) yâni Allah’tan fazla ahlâkçı/ideâlist kesilmeleri, İslâm toplumlarında kültürel/entelektüel bir hegemonya kurmuştur”.

 

Mistisizm, bâtınîlik, ruhbanlık ve tasavvuf, insanın sosyâl, kültürel, ekonomik, âilevî vs. yönüne uygun olmadığı gibi, rûhî, kâlbî ve zihnî yönüne de uygun değildir. Bu nedenle Allah bunu emretmemiştir. Allah’ın emretmediği bir şeyi işgüzarlık yaparak görev addetmek de tersinden bir zulümdür. Zâten bunu görev edinenler -mümkün olmadığı için- işin hakkını verememişler ve sonunda işin cılkını çıkarıp zulme ve sapkınlığa düştükleri gibi İslâm’dan sapmışlardır. Zîrâ İslâm: “Kur’ân ne dediyse o” ve “Peygamber nasıl yaptıysa öyle” olmaktan başkası değildir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2023

 

 

 

Devamını Oku »

Alt-Sistem Üst-Sistem

 

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa aslâ ondan kabûl edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır” (Âl-i İmran 85).

 

Sistem “düzen” demektir. İnsanın elinde tuttuğu; sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî yönetimler ve işleyişler hâriç kâinatta süper düzen ve işleyişte olmayan hiç-bir nokta yoktur. Zîrâ tüm kâinât, Allah’ın idâresinde en üst sistem olan İslâm ile yönetilmekte ve deverân etmektedir. Zâten kâinâtı düzende tutacak başka bir ilah da sistem de yoktur, olamaz. Çünkü kâinât ancak “ilâhî üst-sistem” ile düzenini-nizâmını koruyabilir ve sürdürebilir.  

 

İslâm, hiç-bir sistemin alt-sistemi değildir, olamaz. İslâm en ileri derecedeki en üst sistemdir. Onun dışındaki tüm sistemler alt-sistem olmaya mahkûmdur. Böyle olduğu için de “İslâm’a uymak yada uymamak” durumu vardır. İslâmî üst-sisteme uymayanlar, beşerî-seküler alt-sisteme uymak zorunda kalırlar. Fakat Dünyâ’daki sorunların ana-nedeni, “ilâhi üst-sistem” yerine, “beşerî alt-sistemler”e uymaktır.

 

İnsanlık târihinde hiç-bir zaman, modernizmde olduğu gibi, alt-sisteme körü-körüne, câhilce ve ahmakça bir bağlanma olmamıştır. Modernizme olan bağlılık, târih boyunca yaşanan en yoğun ve en körü-körüne olan bağlılık şeklidir. Çünkü beşerî alt-sistemler, “kula kulluk” sitemleridir. İslâm üst-sistemi ise, anti-cehâlet, anti-şirk ve anti-zulüm sistemidir. Bu nedenle İslâm; yürürlükteki mevcut işleyen sisteme çomak sokan bir din ve sistemdir. Zâten çomak sokması için gönderilmiştir.

 

İslâmî üst-sistemin zıddı, tüm zamanlarda ve mekânlarda uygulanan beşerî alt-sistemler ve lâik-seküler yönetimlerdir. Lâik-seküler alt-sistemi esas alarak iyi bir yönetim ve idârenin kurulması mümkün değildir. Buna rağmen seküler alt-sistemi ve eserlerini beğenen insanlar vardır. Bunun nedeni hem ilâhî üst-sistemi bilmemeleri hem de din’den uzak yada nefret ediyor olmalarıdır.

 

Bu zihniyete bâzı modernist müslümanlar da dâhildir. Bunlar Kur’ân’ı okuyor fakat yorumunu İslâm’ın kendi iç-dinamikleri yerine modern-seküler alt-sisteme göre yapıyorlar. Böylece seküler-modern alt-sistem eleştirisi yerine bu sisteme bağlılık ve bağımlılık ortaya çıkıyor. Böyle olunca da bir zamanlar “küfür, şirk ve zulüm” olarak gördükleri “lâik-seküler-modern-demokratik” alt-sistemleri, artık “kazanım” olarak görmektedirler. Oysa seküler alt-sisteme bir eleştiri ve îtirâz edilmeyen yerde “din’den bahsedilmiyor” demektir. Ezber bozucu olmayan tüm söylemler, mevcut alt-sistemi beslemekten başka bir işe yaramaz-yaramıyor.

 

Seküler alt-sistemden vazgeçmeden “seküler istem” içinde kalarak alt-sistemi eleştirmek ve bu sisteme îtirâz etmek, çok da samîmi bir şey olmasa gerek. Çünkü -bir yerden sonra- “seküler sistem” içinde kalarak şeytânî alt-sistemle mücâdele etmek mümkün olabilseydi, bu mücâdeleyi en iyi şekilde Peygamberimiz yapardı. Hicret, seküler sistem içinde kalarak seküler sistemle “hakkıyla” bir mücâdelenin yapılamayacağının delîlidir.

 

Müslümanlar, seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik alt-sisteme eleştiri ve îtirâz etmeye cesâret edemeyince, onu onaylamak zorunda kaldılar. Modern alt-sistemin yaptığı bozukluğu başka bir modern alt-sistem ile düzeltmeyi düşünmek ve savunmak ahmaklıktan başkası değildir. Çünkü bozulmayı zâten seküler alt-sistem ortaya çıkarıyor. Bu modern alt-sistem Allah-âhiret-cehennem korkusunu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke ettiğinden dolayı, insanlığın çirkefliğin her türlüsüne mâruz kalması kaçınılmaz oluyor. Bu nedenle de nefsten, tâğuttan, seküler-liberâl-kapitâlist alt-sistemden zihnen ve kâlben kurtulup özgürleşmedikçe Allah’a hakkıyla kul olunamıyor-olunamaz. Modern(ist) müslümanların sorunu budur.

 

Bir alt düşünceyi, felsefeyi, ideolojiyi, dîni ve sistemi benimseyenler, bunu İslâm ile onaylamak istiyorlar. Onaylamak uygun değilse bunu aşırı zorlayarak ve yorumlayarak yapıyorlar. İnsanlık târihi işte bu davranışla mâlûldür. İslâmî üst-sistem yâni vahiy ve peygamberler ise işte bunu değiştirmek ve İslâmî üst-sistemi ortaya koyup yeniden hâkim kılmak için gelmiştir. Böylece neyin üst neyin de alt olduğu açığa çıkar. İslâm’a uygun olmayan ve aykırı olanlar bâtıl, cehâlet, zırvalık, şirk, küfür ve zulüm sistemleri olarak tescil edilir.

 

Şeytanın, nefsin ve beşerin üst-sistem kurma çapı ve gücü yoktur. Onu ancak Allah kurabilir ve peygamberler de vahiy-merkezli olarak sürdürürler. Çünkü üst-sistemler ancak Allah’ın bildirdiği ve peygamberlerin örneklendirdiğine göre ortaya çıkar.

 

Dünyâ’da mevcut durumda hangi sistem yaygın ve hâkim ise, insanlar da o sisteme göre karakterlerini ve davranışlarını belirlerler. Modern insan, karakter ve davranış olarak tam bir sapma hâlindedir. Zîrâ, lâik, seküler, beşerî, modern bir şeytânî alt-sistem ile kuşatılmıştır ve bu sisteme entegre olmuştur. Sosyo-kültürel ve ekonomik yapı hangi sistemin etkisinde ise bireyler ve de toplumlar o sistemin karakterine bürünürler.

 

İslâm yâni Allah’ın sistemi tüm zamanlar ve mekânlar için en üst sistemedir. Modernizm denilen melânet ise insanlık târihinin ürettiği en alt sistemdir. Modern sistem, orta-çağı kötülese ve “karanlık” dese de aslında orta-çağ modern alt-sisteme göre ışıl-ışıldır. Hattâ Kur’ân ve Sünnet ile tebellür etmiş olan İslâm da  orta-çağda tamamlanmış olduğu için orta-çağ aslında tüm zamanların en aydınlık dönemi ve çağıdır. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed’in yaşadığı çağdır bu çağ. Allah’ı hesâba katmayan sistemler nasıl ki mecbûren “kapkara” olmaya mahkûmsa, Allah-merkezli, vahiy-merkezli üst-sistem olan İslâm ise doğal olarak en aydınlık çağ ve en üst sistemdir. Dolayısı ile modernizmin kendini meşrûlaştırmak için kötülediği ve fişlediği orta-çağ, modernizmden bâriz bir şekilde daha üstün ve aydınlık bir çağdır. Cehâletlerinden dolayı modernizmi gelmiş-geçmiş en üst sistem ve gelinen en ileri durum olarak gördükleri için ve de ona meftûn ve râm olarak taptıkları için bunun farkında değildirler.

 

İnsanlık târihi boyunca merkezde Allah’ın (vahiy peygamber) olduğu ilâhî üst-sisteme karşı, merkezde insanın (şeytan, nefs, akıl) olduğu beşerî alt-sistemler olmuştur. Modernizm dîne karşı olduğu, Allah’ı, dîni, vahyi ve peygamberi hesâba katmadığı, inkâr ettiği ve onun yerine insanı ve aklı merkeze aldığı için, aslında beşerî olmakta birleşen kapitâlizm ve komünizm üst-sistem olarak belirlemiş ve dîni ise alt-sistem bile kabûl etmemeye başlamıştır.

 

Beşer ve akla göre belirlenen ve kabûl edilen üst-sistemler orijinâl değildir. Meselâ insanlık târihinin -sözde- en üst sistemi olarak görülen modernizm aslında “kâfir yunan düşüncesi ve felsefesi”ne ve “pagan roma siyâseti”nin güncelleştirilmesinden başkası değildir. Tek üst-sistem olan İslâm ise tek orijinâl sistemdir. Çünkü direkt olarak Allah’a dayanır. İslâm, dinsel kodları îtibârıyla ne doğu’ya ne de batı’ya âit olmayan “mübârek zeytin ağacı” ile sembôlize edilen, bağımsız Orta-doğu’ya/Doğu Akdeniz’e/ Filistin’e âit bir dinsel-kültürel üst-sistemdir ki bu sistem tek üst-sistemdir.

 

İşte bu nedenle Allah’a ve Allah’ın üst-sistemi olan İslâm’a “gönüllü teslîmiyet” göster(e)meyenler, şeytânî, nefsî, tâğûtî beşerî alt-sistemlerden birine “koşulsuz-şartsız teslim” olmak zorunda kalırlar. Bu sistemlerden birine âit olanlar, ahlâken dibe vurmuşlardır ve bunalıma düşmüşlerdir. Bu bunalımdan kurtulmak için de maddî gelişmeyi “tampon” olarak kullanmaktadırlar. Fakat içten çürüme fazlalaştıkça dışarısı da çürümeye başlayacak ve alt-sistem günü geldiğinde -sünnetullah gereği- bir fiskeyle yıkılıvereceklerdir.

 

İslâm’a rağmen kurulan tüm sistemler İslâm’ın düşmanıdır. Çünkü onlar İslâm’a düşmandır.

 

İslâm’a göre “üstünlük” takvâda iken; lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-bireyci-demokratik-emperyâlist alt-sistemde üstünlük “tüketim”dedir.

 

Modernizmin ağır kuşatması altında seküler alt-sistemlere îtirâza cesâret edemeyen müslümanlar, “gelenek eleştirisi”yle idâre ediyor. Oysa mü’minler, seküler modern alt-sistemde yaşamayı zûl kabûl eden kişiler olmalıdır.

 

Hayat, İslâm’dan başka hiç-bir dîne, düşünceye, ideolojiye, sisteme ve akıma gerçek anlamda hayat-hakkı tanımaz. Zîrâ hayat ancak İslâm ile uyumludur. İslâm’dan başka hiç-bir şeyin hayatta gerçek anlamda bir karşılığı yoktur.

 

Küresel lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik şirk ve zulüm sistemlerine karşı, içlerinde bir öfke ve isyân besleyip büyütmeyen ve hakkın ve adâletin yegâne şartı olan bir İslâm Devleti-Medeniyeti hayâli ve hedefi olmayanlar bir câhillikle mâlûldür. Lâilâheillallah sözü, “beşeri sistemleri reddediyorum” demektir.

 

Modernizm, eski hâkim paradigma olan İslâm’ı ötekileştirerek ve silmeye çalışarak hâkimiyetini kurmak istiyor ve bunu büyük ölçüde kurdu. O-hâlde İslâmî hâkimiyeti yeniden kurmak için modernizmi ötekileştirmek ve silmek şarttır. Zîrâ hiç-bir sistem bir-önceki hâkim sistemi silmeden hâkim olamaz. Modern-seküler alt-sistem, doğal-İslâmî üst-sistemi “yıkarak” hayattan uzaklaştırdığı için, doğal-İslâmî üst-sistem de, seküler-modern alt-sistemi “yıkarak” hayattan uzaklaştırmalıdır.

 

İnsanlık bir-zaman sonra mecbûren doğal-ilâhî üst-sisteme dönmek zorunda kalacaktır. Sünnetullah bunu gerektirir. Fakat bunun ne zaman olacağını bilmediğimizden, müslümanlar bu doğal-ilâhi durumu bir-an önce ortaya koymak zorundadırlar. İşte bu yapıldığında ve İslâm hayâta hâkim kılındığında, her tarafa: “İnsanlık, ilâhi sistemden ayrılmanın bir sonucu olarak ciddî bir sapmadan kurtarıldı” diye yazılacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2023

 

Devamını Oku »

15 Mayıs 2023 Pazartesi

Dinden Umûdu Kesmek


“O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünyâ-hayâtımızdan ibârettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz” (Mü’minûn 37).

 

Umutsuzluk, mutsuzluktur. Modern insanın gerçek mutluluğa ulaşamaması ve bundan dolayı da geçici hazlara ve arzulara olanca arzusuyla bağlanması bu nedenledir. Târih boyunca insanın anlamamadığı yada kabûl etmek istemediği şey, Dünyâ’nın geçici bir imtihan alanı, dünyâ hayâtının da -süresi belli olmayan- kısa bir hayat olduğudur. Tüm kâinatta ve Dünyâ’da “Allah’ın yasaları” demek olan sünnetullah hâkimdir ve hep hâkim olacaktır. Kâinatta her-şey Allah’ın irâdesi ve kontrôlü altındadır. İnsana ise bir tek, “nefsini kontrôl etmek ve dizginlemek” kalmaktadır. Sünnetullah gereği tüm canlıların hattâ tüm kâinâtın öleceği kesindir. Böyle olunca da insanın mutlakâ bir şeye umûdunu bağlaması gerekir. Aksi-hâlde insan sonsuz bir boşluğa düşecek, ne zaman geleceği belli olmayan ölüm gerçeği karşısında hiç-bir rahat yüzü göremeyecek ve huzurlu olamayacaktır.

 

Lâkin umûdu Allah’a, âhirete, vahye bağlamak şeytanın hiç sevmediği ve nefsin ise zinhar hoşlanmadığı bir şey olduğundan, üstelik “kendilerinde Allah gibi güç olduğu zannedilen” tâğutların da sürekli olarak insanları Allah yerine kendilerine bağlamak istemeleri nedeniyle insan, kişiye çeşitli sorumluluklar yükleyen dinden uzak kalmakta ve onun yerine umûdunu sonu gelmeyen maddî şeylere bağlamaktadır. Fakat kâlpler ancak ve sâdece Allah’ın zikri olan vahiy ve Kur’ân ile mutmain olabileceği ve bunun başka da bir yolu olmadığı için, özellikle modern insan umut bağladığı şeyler tarafından kuşatılmakta, maddî ve mânevî olarak yavaş-yavaş sömürülmekte, sonuçta da hem Dünyâ’da hem âhirette mutsuz ve umutsuz bir hâle düşmektedir. İnsan bunun böyle olduğunu yaşarken göremezse ölüm ânında, hiç olmadı âhirette mutlakâ görecek ama  iş işten çoktan geçmiş olacağı için “pişmân olanlar” arasına katılmak zorunda kalacaktır.  

 

Dinden umûdu kesince mecbûren “Dünyâ’ya bel bağlamak ve Dünyâ’yı cennete çevirmek” düşüncesi ve eylemi öne çıkar ve bu düşünce zamanla dînin kendisi olur. Yâni tüm umûdu Dünyâ’ya ve maddeye bağlamak bâtıl bir din olup çıkar ki modernizm denen melânet işte hayâtiyetini bu zihniyet ve boş umut arzusu ile sağlamaktadır. Modernizm ile birlikte insan, târihte hiç olmayan bir yoğunlukla Dünyâ’ya bağlanmış ve umûdunu tamâmıyla maddeye yöneltmiştir. Çünkü dinden ve cennetten umûdunu kesenler, -mecbûren- Dünyâ’ya cennet muâmelesi yapmaya başlarlar. Lâkin cenneti Dünyâ’da aramak ve kurmak düşüncesi çok da uzun olmayan bir vâdede cinnete dönüşür ki modern insan işte bu cinnet hâliyle mâlûldür.

 

Modernizm ile birlikte ortaya çıkan “ilerleme” düşüncesi, “ileride her-şeyin daha iyi olacağı zannı ve umûdu”nu doğurmuştur. Fakat hayatta sürekli bir ilerleme değil, bir döngü vardır ve bu döngüde eğer umutlar Allah’a bağlanmamış ve insan merkeze Allah’ı, âhireti ve vahyi almamışsa, iyiliklerden çok kötülükler ortaya çıkar ve fitne ve fesat Dünyâ’yı kuşatır.   

 

Kapitâlizm ve modernizm, umûdu bitirmiştir yada bitirmek üzeredir. Artık modern insan tüm umûdunu modern-bilime, teknolojiye, kolay paraya, sonu gelmez zevkler, arzular ve ihtiraslar içinde uzun süre boyunca yaşamaya bağlamıştır.

 

Demokrasi de çoğu kişinin umûdudur. Demokrasi, şimdiye kadar kendisine bağlanan umutları hep boşa çıkarmış olmasına rağmen yine de “daha fazla demokrasi” diyerek demokrasiye umut bağlanmaktadır. Çünkü dinden umut kesilmiştir. Peygamberlik öncesi Mekke’nin mazlumları, mazlumluktan kurtulma umûdunu, merhâmetli müşriklere(!) bağlamışlardı. Şimdikiler de aynısını yapıyorlar; “Diğeri” gelirse yada diğer türlü olursa rahatlayacaklarını ve adâlete kavuşarak mutlu-mesut yaşayacaklarını düşünüyorlar ve buna umut bağlıyorlar. Hâlbuki lâik, seküler ve demokratik sistemlerde asıl sorun kişilerde değil, “sistem”dedir. Sistem-değişikliği yapılmadığında da hiç-bir değişiklik olmayacak ve insan boşuna umut etmiş olmakla kalacaktır.

 

İnsanları “insan” yapan, biraz da korkuları, acıları, endişeleri ve umutlarıdır. Psikolojik ilaçlar bu duyguları blôke etmek üzerine kuruludur. Bu ilaçları kullananlar, irâdelerini kaybetmişler ve umutsuz bir duruma düşmeye başlamışlardır. Dinden umûdunu kesenler ve Dünyâ’ya sarılanların sonu, Dünyâ’da istediğini bulamayınca yada istediğini alamayınca -çünkü Dünyâ insana istediği tatmini ve huzûru zinhar veremez- umudunu psikolojik ilaçlara bağlamak zorunda kalmışlardır.

 

Birileri de hem sistemden hem de “yaşayan” insanlardan umûdunu kesince, türbelerden yâni ölülerden medet ummaya başlamaktadırlar. Bu türbeler ister klâsik ve geleneksel isterse de modern türbeler olsun fark etmez. Allah’a sığınacaklarına, âhirete ve vahye umut bağlayacaklarına “ata”lara ve dedelere bel bağlamakta, sorunların çözümleri için “şirke düşerek- ölülerden medet ummaktadırlar. Çünkü dediğimiz gibi; dinden, dolayısıyla Allah’tan, âhiretten ve vahiyden umutlarını kesmişlerdir ve bunun sonucu ve -sünnetullah gereğince- cezâsı olarak da geçici olan kişilere ve şeylere umut bağlamaktadırlar. Çünkü insan mutlakâ bir şeye umut bağlamak zorunda olan bir varlıktır. Umut bağlanmaya değer tek varlık ise âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Zâten ancak Allah, kendisine bağlanan umutları istismâr etmez ve boşa çıkarmaz.   

 

Modern insan -ki bunların içinde kendisine “müslüman” diyenler de var- Allah’ın ve dînin, yaşanan sorunları ve zorlukları çözemeyeceğini, bunun yerine de insanların akıl, modern-bilim, teknoloji vs. aracılığı ile sorunlara çâre bulmasını umut edip boşu-boşuna bekleyerek ömür tüketmektedir. Birisi; “sorunlarımı, ilerleme noktasında zirveye çıkmış olan modern hayat çözemiyorken ve karşılayamıyorken din mi çözecek ve karşılayacak?” demişti. Hâlbuki bu kişinin sorunlarının nedeni, umûdunu Allah, âhiret ve din yerine Dünyâ’ya ve maddeye bağlamış olmasıydı.

 

Modern insan, uzaya yâni Dünyâ-dışına çıkmaya çok meraklı hâle geldi. Bir-çok insan Ay’da kolonilerin kurulmasını ve Mars’a vs. gidilebilmesini istemekte ve beklemektedir. Fakat bu boşuna bir bekleyiş olacaktır. Peki modern insan niçin Ay’a ve Mars gibi Dünyâ dışında bir yerlere gitmek istiyor?. Çünkü modern insan, dinden umûdunu kesmiş olduğu için, tam da dîne göre düzenlenmiş olan ve ancak din ile düzenlenebilecek ve nizâma kavuşabilecek olan Dünyâ’dan umûdunu kesmiş olduğu için buradan kurtulmak istiyor. Şu da var ki, şeytan ve tâğutlar, insanlara böyle boş umutlar aşılıyor ki dîne umut bağlanmasın.  

 

Dinden umut kesmenin bedeli din dışındaki şeylere karşı hırslı olmaktır. Dinden umûdunu kesenler Dünyâ’ya ve maddeye umutlarını bağlamış oldukları için bu noktada çok hırslıdırlar. Hattâ Dünyâ’ya ve maddeye umut bağlayıp da hırslı olmayanları gerici, yobaz ve terörist olarak görmeye başladılar. Oysa hırslı olmanın ağır bir bedeli de vardır. Hırslı olmanın bedeli, hırslı kişinin hedefine ulaşamadığında ve bir umut kalmadığında kısa sürede tükenmesi ve çökmesidir. Hırslı insanlar bir umut kalmadığında çabucak soluverirler. Bireycilik hırslı olmayı dinleştirmiştir. Oysa bireycilik umutsuzluktur.

 

Modern müslümanlar da umutsuz bir hâle gelmişlerdir. İslâm’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, âilevî, siyâsî, askerî, hukûkî, kânûnî yönlerini hem bilmedikleri hem de Allah’a, âhirete ve dîne sağlam bir bağlılıklıkla bağlı olmadıkları için dîne-İslâm’a yeterince ve hakkıyla güven duymamakta ve umut bağlamamaktadırlar. Böyle olduğu içindir ki; “al abdestini, kıl namazını, tut orucunu, kimsenin işine karışma” sözünü sloganlaştırmaktadırlar.

 

Dinden umûdunu kesmiş olan lâik-seküler kesim ise; (nasıl olacaksa) “kâlbin temiz olacak”, “çalışmak da ibâdettir”, “Allah ile kendi arasında” gibi içeriksiz laflarla Allah’tan ve dinden umutlarını kestiklerini ve başka-başka şeylere umut bağladıklarını göstermektedirler. 

 

Allah’a hakkıyla îman edip güvenmemek ve dinden umûdu kesmek; âhirete, peygamberlere ve vahye aldırmazlık etmeye, bu da içkinin, kumarın, zinânın, fâizin, yalanın, iftirânın, yolsuzluğun, adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın dolayısıyla zulmün yaygınlaşmasına ve hâkim hâle gelmesine neden olmaktadır. Târih boyunca tüm insanların olduğu gibi modern insanın da başlına gelen her türlü musîbet, başına gelen sorunlar ve kötülükler hep, Allah ve din yerine, umûdu şeytana, nefse, tâğutlara, Dünyâ’ya ve maddeye bağlamaktan dolayıdır. 

 

Modern insanın dinden umûdu kesmesinin bir sonucu olarak Dünyâ’ya sıkıca sarılıp asılmasının netîcesinde modern insan büyük bir boşluğa düşmüş durumda debelenip durmaktadır. Ne beklediğini bilmediği bir beklenti içindedir. Allah’tan, âhiretten, vahiyden, peygamberden ve dinden umut kesmek, modern insanın en büyük yanlışı ve handikabıdır. Modern insan, kendisini uçuruma doğru sürükleyen şeye çok güçlü bir şekilde umut bağlamış, bu yüzden ona sımsıkı yapışmış bir vaziyette uçuruma ve ateşe doğru yuvarlandıkça-yuvarlanmaktadır.

 

Allah’tan umûdunu kesenler, din’den de umûdunu kesmiştir-kesmektedir. Oysa “Allah’tan umut kesilmez” diye bir sözümüz vardır bizim. Allah’tan umut kesilmeyince din’den umut kesilmemelidir.

 

Dinden umûdun kesilmesinin en büyük nedeni, dînin yüklediği sorumluklardan ve yüklerden kaçmaktır. Fakat insan imtihan olmaktan kurtulamayacağı için, dînin sorumluluğundan kaçanlar kendilerini büyük umutlar bağladıkları Dünyâ’nın ve maddenin ağır yükleri altına bulmuşlardır-bulmaktadırlar.

 

İnsanın en değerli şeyi, inandığı, güvendiği ve umûdunu en çok bağladığı şeydir. İnanmaya, güvenmeye ve umut bağlamaya en çok lâyık olan ve bunu en çok hak eden ise Allah ve din’dir. Çünkü insan tek-boyutlu bir varlık değildir ve bedeninden başka bir kâlbi ve rûhu da vardır. Üstelik Dünyâ’dan sonra âhiret de vardır. İnsanın bu yönünün de tatmin olması için olmazsa-olmaz olan şey vahiy ve din’dir.

 

Modern insan görmezden, duymazdan ve bilmezden gelerek üç maymunu ne kadar oynarsa-oynasın, bir rûhu ve kâlbi olduğu için ve bunların da beslenmesi ve tatmin edilmesi şart olduğundan dolayı aşkın ve mânevî olana bağlanmak zorundadır.

 

“Mal ve çocuklar, dünyâ-hayâtının çekici-süsüdür; sürekli olan ‘sâlih davranışlar’ ise, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır” (Kehf 46).

 

“Dedi ki: “Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim umut keser?” (Hicr 56).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

6 Mayıs 2023 Cumartesi

Affedilmeyecek Tek Günah


“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

 

Düşüncesinin, söyleminin ve eyleminin merkezinde vahiy olmayanlar, yazının başlığındaki soruya hemen; “affedilmeyecek tek günah kul-hakkıdır” der. Oysa bu doğru değildir. Affedilmeyecek olan tek günah, yazının başındaki âyetin söylediği gibi “şirk” yâni “Allah’a ortak koşmak”tır. Şirk, “Allah’ı sâdece göklere hükmeden bir ilah” olarak görmek ve “yeryüzünde hüküm koymayı Allah yerine insana veren” düşünce ve uygulamalardır. Hâlbuki insan hüküm koyma noktasında değil, hükmü uygulama noktasında sorumludur. Zâten insanın Allah’tan ve vahiyden bağımsız olarak ortaya koyduğu hüküm ve kânunlar, yakın yada çok da uzak olmayan bir vâdede mutlakâ fitneye ve fesada yol açar. Çünkü insan ancak vahye uygun ve aykırı olmayan hükümler ortaya koyduğunda sorun çıkmaz.   

 

Şirk; Allah’ın ekmeğini yiyip de, şeytana-tâğuta kulluk yapmaktır. Allah’ın affetmeyeceği tek günah, suç ve zulüm “şirk”tir. Kişi ölürken şirk içinde ölürse, ebedî cehennemliklerden olacaktır.Çünkü âlemlerin rabbi ve yaratıcısı olan Allah şirki zinhar affetmeyecektir.

 

Kıssalarda tüm peygamberlerin ortak söylemi, “Allah’tan başkasına kulluk/ibâdet etmeyin” söylemidir. Çünkü zulmün en beteri “Allah’a yapılan zulümdür” ki bu da O’na şirk koşmak ve küfre düşmek ile olur. Küfre düşmek ve şirk koşmak ise, kulluğu ve dolayısıyla ibâdeti, Allah’tan başkalarına ve başka şeylere yapmakla olur. Âlemlerin Rabbi Allah yerine, O’ndan başka her-şeye kulluk/ibâdet etmek şirktir, küfürdür, zulümdür.

 

Allah’tan başkasına kulluk etmek demek; Dünyâ’daki ve insanlar arasındaki istisnâsız her alanda ve her konuda yâni sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, kânûnî, hukûkî, askerî, ticârî, âilevî vs. aklınıza gelen-gelmeyen her konuda tasavvuru, düşünceyi, söylemi ve eylemi Allah’a, Allah’ın emrettiğine yâni vahye ve peygamberlerin örnekliğine göre değil de; başta şeytana, nefse, küresel gücü ellerine geçirmiş olan tâğutlara (yâni kendisinde Allah gibi bir güç olduğu zannedilenlere), çıkarlara, hevâ ve heveslere, arzulara vs. göre belirlemek, düzenlemek ve yapmak demektir. İşte “Allah’tan başkalarına kulluk ve ibâdet etmek” yâni tapmak bu demektir. Kur’ân’ın şirk, küfür ve zulüm dediği budur.

 

Şirk Allah’tan bağımsız “iş yapma isteği”dir ki bu en çok da ticâret ve servet konusunda olur. Bu nedenle Kur’ân bizi uyarır ve şöyle der:

 

“Ey îman edenler!. Birbirinizin malını ‘karşılıklı rızâ ile yapılan ticâretle dâhi olsa’ haksızlık ve hîle ile yemeyin (de) birbirinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhâmetlidir” (Nîsâ 29).

 

Bu âyette, altı çizili olan yeri; “rızâya dayanan bir ticâret hâriç” diye çeviriyorlar. Fakat böyle bir çeviride: “ticâretle olan bir rızâ varsa, o zaman haksızlık yapılabilir” gibi bir anlam ortaya çıkıyor. Hâlbuki burada, “birbirinizin mallarını, ne olursa-olsun (illâ=ne olursa-olsun, hangi şartta olursa-olsun, her hâlde) haksızlıkla yemeyin” anlamı vardır.

 

Kul-hakkı yemek ve bir kulun hakkını almak elbette çok kötü ve yanlış bir iş ve de ağır günahtır. Fakat kul-hakkı “en büyük günah” değildir. Zîrâ ne Kur’ân’da ne de hadislerde böyle bir ifâde yoktur. “Bana kul-hakkıyla gelmeyin de ne ile gelirseniz-gelin” sözü ne Kur’ân’da ne de hadislerde yoktur. Bu söz müslümanların zaman içerisinde sentezleyerek ortaya çıkardıkları ve önem verdikleri bir konudur. Kanımca böyle bir sözün ortaya çıkmasının nedeni hem bilmemekten hem de insanların, işledikleri şirki, küfrü ve dolayısıyla zulmü görmezden gelip ber-tarâf etmek istemeleridir. Kul-hakkı konusuna büyük önem vererek ve onu “affedilmeyecek tek günah” olarak görerek, aslında gerçekten de affedilmeyecek tek günah olan şirki, ikinci, üçüncü ve en hattâ arka sıralara taşımışlardır. “Bana kul-hakkıyla gelme de ne ile gelirsen gel” sözü böylece şirki blôke eden ve önemsizleştiren bir söz olmuştur-olmaktadır.

 

“Sonra şüphesiz sizler, kıyâmet günü Rabbinizin huzûrunda dâvâlaşacaksınız” (Zümer 31).

 

Kul-hakkına girmemek elbette önemlidir ama “en önemlisi” değildir. Allah kul-hakkı yiyen kişi için -icâbında- âhirette hak-sâhibine hakkını verir ve kişilerin birbirlerine haklarını helâl etmelerini sağlayabilir ve böylece ortada kul-hakkı kalmaz. Böylece kul-hakkı, affedilmeyecek tek günah olmaktan çıkar. Çünkü bir günah “affedilmeyecek tek günah” ise, o “âhirette affedilmeyecek tek günah”tır.

 

Kul-hakkından daha önemli ve affedilmesi çok güç hattâ imkânsız olan günah, “kamu-hakkı”dır. Çünkü kul-hakkında hakkı yenen kul aranıp bulunabilir ve hakkı iâde edildiğinde helâlleşme sağlanabilir. Fakat kamu-hakkında onca sayıdaki hak-sâhibiyle helâlleşebilmek mümkün değildir. Tabi Allah âhirette kişiden râzı olursa kamu-hakkını da hak-sâhiplerine haklarını vererek affedebilir. Böylece kamu-hakkı da “affedilmeyecek tek günah” olmaktan çıkar. O-hâlde kamu hakkı da affedilmeyecek tek günah değildir.

 

Affedilmeyecek tek günah ise, yine “hak” ile ilgilidir ve bu hak “Allah hakkı”dır. Allah’ın hakkını yemek ise, tüm kâinatta mutlak ve kesin anlamda Allah’ın hükmü hâkim iken, yeryüzünde O’nun hükmünü inkâr ve iptâl edip, hükmü insana vermektir. İşte bu “Allah’ın hakkını çiğnemek” demektir. Yaratıcı kim ise hüküm de ona âit olması gerekmesine rağmen bu hakkı çiğneyerek ve yeryüzünde hükmü Allah yerine insana vermek “Allah hakkı yemek” demektir ki buna Kur’ânî literatürde “şirk” denir. Şirk en büyük zulümdür. Allah kendisine şirk koşulmasını zinhar kabûl etmez ve aslâ affetmez. Zâten Allah hakkını ödemek mümkün de değildir. Çünkü kulun hakkını Allah öder ve kul-hakkı ortadan kalkar. Fakat Allah’ın çiğnenen hakkını kim ödeyebilecektir ki bu hak ortadan kalksın?. Allah hakkını çiğneme günahını yâni şirki ancak Dünyâ’dayken tevbe eden ve durumunu düzelten, dolayısıyla şirkten uzaklaşıp tevhide göre yaşayan ve ölen kişi için Allah bağışlar.

 

Aslında affedilmeyecek tek günah olan şirk koşulması sâdece âhirette değil Dünyâ’da da küfür ve zulme yol açacağı için insana mutlakâ zarar vereceğinden dolayı Dünyâ’da da bir yaptırımı olması gerekir. Şirk koşmak ve şirke alan ve yol açan unsurlar hem baştan alınan tedbirlerle önlenmeli hem de şirk açığa çıktığında bir cezâ da olmalıdır. Çünkü şirk açık yada gizli şekilde bir kez başladığında yerinde durmaz ve mutlakâ arkası gelir. Bu da Dünyâ’da düzenin ve nizâmın bozulmasına neden olur ki zâten insanın sosyâl, kültürel, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî, ekonomik, âilevî vs. yaşanan her türlü sorunun arkasında şirk vardır. Tocqueville'in naklettiğine göre, Connecticut’un kânun yapıcıları, 1640-1650 yıllarında, kutsal kitaplardan çıkarılmış şu cezâ yasasını yürürlüğe koyuyorlardı: “Her kim ki Rab’dan başka bir ilâha tapacak olursa îdam edilecektir”.

 

Şirk varsa mutlakâ zulüm de vardır ki en büyük zulüm şirktir:

 

“Hani Lokman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; ‘Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür” (Lokman 13).

 

İslâm’da hak deyince her türlü hak anlaşılmalıdır. Bu nedenle hakkı ve hakîkati ayırmak ve bölmek doğru değildir.

 

Kul-hakkı bu Dünyâ’da geçerlidir. Kul, bu Dünyâ’da iken affeder yada affetmez. “Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir” (Şûrâ 43). Âhirette ise söz Allah’ındır artık. (Mâliki yevmiddin). Hak-hakîkat sâdece O’nun elindedir.

 

Allah’a hakkıyla kul olamayanlar sürekli olarak kul-hakkından bahsederler. Şirki hesâba katmamak ve kul-hakkına aşırı titizlenmek ise kula-kulluğu ortaya çıkarabilir. Bu yüzden de önem sırasına dikkat etmek gerekir.

 

Şirkin ne olduğunu bilmeyenler ve bunu önemsemeyerek, “bana kul-hakkıyla gelme de ne ile gelirsen-gel” sözünü bayraklaştıranlara baktığınızda kul-hakkı yemekle kalmadıklarını gördükten başka, aslında affedilmeyecek olan tek günah olan şirki de işleyip durduklarını görürsünüz. Zîrâ şirk koşanlar kul-hakkını da yerler. Allah’ın hakkını yiyenler kulun hakkını mı yemekten kaçınacaklar?.

 

“Onların pek çoğu Allah’a ortak koşmaksızın (şirk) îman etmezler” (Yûsuf 106).

 

İnsanların büyük çoğunluğu şirk koşmadan îman bile edemezken kul-hakkına dikkat edip bu konuda titiz olacaklarını bekleyemezsiniz. Böylece hem şirk ortadan kalkmamış olur hem de kul-hakkı en çok çiğnenen ve yenen hak olur. Çünkü şirk koşulduğunda kul-hakkı topluma hâkim olur. 

 

Evet; affedilmeyecek olan tek günah “kul-hakkı” değil, Allah’a ortak koşmak demek olan “şirk”tir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2023

 

Devamını Oku »

Sessiz-Sedâsız Müslümanlık


“Ey îman edenler, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. (Saff 10-11)

 

Modern müslümanlar ıslah noktasında, hiç-bir şeyi kırıp-dökmeden, hiç gürültü-patırtı yapmadan bir düzeltmenin olabileceğini zannediyorlar. Oysa insanlık-târihinde yaşanmış (Belki Hz. Yûnus’un ikinci görev yeri ve kavmi istisnâ tutulacak olursa) sessiz-sedâsız ve gürültüsüz-patırtısız yapılmış bir “düzeltme” örneği yoktur. Sapmalardan ve fitne-fesattan kaynaklanan bir zulmün ve şirkin, güzellikle, sessiz-sedâsız, gürültüsüz-patırtısız bertarâf edilip düzelmesi pek mümkün de değildir. Zâten eğer böyle bir şey mümkün olabilseydi bunu yapabilecek olanlar ilk başta, ahlâk timsâli ve tebliğ ve dâvetin önderleri peygamberler olurdu. Meydana gelen fitneler ve sapmalar zâten insanların, Allah’ı unuttukları yada hesâba katmadıkları için ortaya koydukları sapıklıklardır ve bu nedenle ondan vazgeçmek kolay olmamaktadır.

 

Modern insanın yeni âmentüsü: “Zaman sana uymuyorsa, sen zamâna uy” sözüdür. Üstelik bu sözü Peygamberimiz’e isnât ederler. Böylece mevcudu kutsamış oluyorlar. Bu nedenle modern insanlar ve müslümanlar, hiç-bir şeyi kırıp-dökmeden, hiç gürültü-patırtı yapmadan bir düzeltmenin olabileceğini zannediyorlar ve söylemlerini de bu yönde yapıyorlar. Sâdece kuru sevgi ile tüm Dünyâ’nın cennete dönüştürülebileceğini zanneden câhiller var.

 

Müslümanın davranışlarını belirleyen vahiy ve peygamber örneklikleri olmalıdır. Peygamber örnekliklerine bakıldığında ise sürekli olarak bir çatışmanın olduğu görülür. Hâlbuki güzel örneklik sâhibi peygamberler üstün bir ahlâka ve merhâmete sâhip kişilerdir ve bu nedenle de iyilik yoluyla düzeltmeye çalışırlar. Fakat onlar bâtılın, şirkin, küfrün ve zulmün sâdece iyilik ve güzellikle çözülemeyeceğini bildikleri ve gördükleri için mutlakâ bir mücâdele içine girmek zorunda kalmışlardır. Çünkü bir taraf haktan bahsederken diğer taraf bâtıl üzeredir ve hak ile bâtılın birleşmesi zinhar mümkün değildir. Modern müslümanlar hakkı bâtıl ile karıştırınca sünnetullah gereğince bâtılın hâkim olmasına neden olmaktadırlar.

 

Modern müslümanlar düşünce, söylem ve eylemde vahyi ve güzel örneklikleri değil de, mevcudu merkeze aldıkları için, mevcutla ters düşmemek gayreti içine giriyorlar ve konuşmalarını, yazılarını ve amel-eylemlerini mevcut zihniyeti karşılarına almamaya özen göstererek yapıyorlar. Sessiz-sedâsız müslümanlık bu şekilde yayılıyor ve gerçek müslümanlığın da bu olduğu sanılıyor. Oysa muhteşem bir ahlâk sâhip olan, âlemlere rahmet Peygamberimiz, o kadar dürüst ve merhâmetli bir insan olmasına rağmen, dâvâsı uğruna tüm malını-mülkünü bu yolda feda ettiği gibi, 70’e yakın seriye, gazve ve savaş yapmış ve bunların bir-çoğunda bizzat baş-komutan olarak bulunmuştur. Bu yolda niceleri canlarını vermişlerdir. Çünkü Allah sessiz-sedâsız ve pasif bir müslümanlık istemiyor ve aktif olunmasını emrediyor. Bu da bâzı sorumlulukların ve zorlukların omuzlanmasını gerektiriyor. Kur’ân’da insanların-mü’minlerin zorluklara tâlip olması şu şekilde emrediliyor:

 

“Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir” (Beled 12-13).

 

“Allah’a ve Resûlüne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz” (Saff 11).

 

“Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” (Tevbe 41).

 

Bir sapkınlığa karşı “sessiz kalmak”la başlayan bir süreç, kısa süre sonra “o sapkınlığa saygı duymak” ve en sonunda da “o sapıklığı kabûl etmek” ve de “kabûl etmeyenleri yobazlıkla suçlayıp dışlamakla” sonuçlanır. Çünkü bir kez tâviz verildiğinde ve sessiz kalındığında arkası mutlakâ gelir.

 

Çoğunluk tarafından benimsenmiş hattâ meftûn ve râm olunmuş olan modern paradigmayı değiştirmek herkesi memnun ederek olmayacaktır elbette. Bu nedenle İslâmî değişim sessiz-sedâsız olacak değildir. Zâten gerçek değişimlerin güle-oynaya ve gürültüsüz-patırtısız olduğunun târihte bir örneği yoktur. Herkesi memnun etme diye bir şey yoktur. “Sen ne kadar istesen de insanların tümü îman  etmeyecektir” diyor Allah. O-hâlde neden herkesin güzellikle modern paradigma yerine İslâm’ı ve İslâm Devleti’ni, medeniyetini ve paradigmasını kabûl etmesini bekleyelim?. “Sizden emr-i bil mâruf yapan bir topluluk bulunsun” diyor Allah. Böyle bir topululuk oluştuğunda “iş” başlar ve Allah’ın izniyle tamamlanıp biter.

 

Şu âyet varken sessiz-sedâsız bir müslümanlık nasıl olacaktır?:

 

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir velî (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

 

Bu âyet mecbûren sessiz-sedâsız olmayı iptâl edecektir. Çünkü bu âyetin hakkını vermek ve işin gereğini yapmak için biraz gürültü çıkarmak gerekecektir. Bu bağlamda Malcolm X şöyle der: Hayâtımın erken dönemlerinde öğrendim ki eğer bir şeyi istiyorsan, biraz gürültü yapsan iyi olur”.

 

Bu Dünyâ’da yapılacak şey; ya peygamberlerin yaptığı gibi yoğun bir şekilde ilim, tebliğ ve dâvet ile uğraşıp belli bir süre sonra da icâbında tüm malı ve mülkü ortaya koyarak kâfirle, şirk, küfür ve zulümle çatışıp, vurmak-vurulmak ve şehit yada gâzi olmak; yada “bana ne, neme lâzım” diyerek bir deniz kenarında sessizliğin huzûruyla kendinden geçmektir. İşte imtihan bunun imtihanıdır.

 

Modern-seküler sistem, doğal-İslâmî sistemi “yıkarak” hayattan uzaklaştırdığı için, doğal-İslâmî sistem de seküler-modern sistemi altını üstüne getirerek ve gürültü ve patırtıyla da olsa “yıkarak” hayattan uzaklaştırmalıdır. Kısasa-kısas’ın sosyâl-siyâsal yönü İslâm’ın devrimci yönüyle böyle tezâhür eder. Zîrâ târih boyunca hiç-bir kötülük sessiz-sedâsız ve güzellikle uzaklaştırıl(a)madığı gibi, hiç-bir iyilik de sessiz-sedâsız ve gürültüsüz-patırtısız ikâme edilmemiştir. O-hâlde sessiz-sedâsız bir müslümanlık mümkün değildir.

 

Dört duvar arasında çiçek-böcek muhabbeti yaparak ve İslâm’ı zihinlere, kâlplere, gönüllere, masa-başına vs. hapsederek bir şeylerin değiştirilmesi ve düzeltilebilmesi mümkün değildir. Allah bize “ağır bir söz” ve sorumluluk yüklemiştir.

 

Müslümanların görevleri, sorumlulukları ve amaçları, hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe ulaşmaktır. Bunun için de aktif bir mücâhede ve mücâdele içinde olmak gerekir. Bu da bir köşeye-kenara çekilip salt okuma-araştırma ile yapılabilecek bir şey değildir. İslâm, şeytanın, nefsin ve tâğutların, -ekini ve nesli helâk ederek- kurdukları bâtıl hâkimiyeti ve cehâleti yıkarak, hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi kurmak ve hâkim kılmak ister ve bunu emreder. Bu elbette sessiz-sedâsız olacak bir şey değildir, çünkü hiç-bir zaman böyle olmamıştır. Bunun için sağlam bir îman, hedef, hicret, cihad, gayret, azim, ilim ve amel-eylem gerekir.   

 

“Çalışanlar bunun için çalışsın” (Sâffât 61).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2023

 

 

Devamını Oku »