31 Mart 2020 Salı
Tutkulara Kapılmak
27 Mart 2020 Cuma
Para, Silah ve Makam Sâhipliği Yada “Kânun-Üstü” Olmak
Allah’ın
kânunlarını hesâba katmayan yada takmayanlar, kendilerini kânunların üstünde
görürler. Para, silah ve makâm sâhipleri kendilerini kânunların üstünde
görürler. Üstelik bunu pişkinlikle söylerler de. Aristokrasiyi ve ayrıcalığı öven
Aristo: “Üstün yetenekli kişiler için yasa yoktur, kendileri yasadır onların.
Onlar için yasa yapmaya kalkışmak gülünç olur” der ve bâzı insanların
kânun-üstü olma hakkı olduğunu söyleyerek absürd bir laf eder.
Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya 12 Eylül Darbesi bağlamında
sorgulamaya çağırıldıklarında: “Biz kurucu iktidârız, sanık
(suçlu olarak yargılanma) sıfatımız yoktur” demişlerdi. Yâni; “bizi hiç kimse
yargılayamaz, yâni bize kânun sökmez, çünkü kânunları zâten biz çıkardık”
demeye getirmişlerdi. Çünkü o zaman parayı, silahı ve makâmı onlar kontrôl
etmişti. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın her
ikisi de sanık olduğunda: “Bu mahkeme bizi yargılayamaz. Bizi târih yargılar”
diyerek, hiç-bir soruya yanıt vermeyeceklerini belirtmişlerdi. “Biz anayasa ile
kurulmuş Milli Güvenlik Kurulu (MGK) üyesiyiz. MGK ‘kurucu iktidar’dır. Anayasa
ile hükme bağlanmış olan kurucu iktidarların tasarrufları suç konusu olamaz.
Silah arkadaşlarım yetkisini anayasadan almaktadır, mahkemenin bizi yargılama
yetkisi yoktur. 12 Eylül müdâhalesi Türk ve Dünyâ târihinde yerini almış büyük
bir olaydır. Târihi olayları ancak târih yargılar. TSK, Türk milletine olan
görevini yerine getirdi. O gün Türk milleti için en doğru olanı yaptık. Sanık
sıfatımız yoktur, biz kurucu iktidârız. Bu çerçevede hiç-bir soruya yanıt
vermeyiz” dediler.
24 Mart 2020 Salı
Tasavvuf ve “Allah’ı Bilmek” Üzerine
“Allah,
göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir
kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir
yıldızdır ki, doğu’ya da, batı’ya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından
yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir.
(Bu,) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir.
Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).
Bu âyet, “Allah’ın
ne ve nasıl olduğunu” anlatan bir âyet değildir. Açıkçası bu âyette akıl-üstü
bir söylem vardır ki zâten bu âyet müteşâbih âyetlerin efendisidir. Bu nedenle
bu âyetin te’vilini ancak ve ancak Allah bilebilir. Bu âyet üzerine ne
söylenmişse yada söylenirse-söylensin, kısır bir yorum olmaktan öteye
geçemeyecektir. Bu âyette Allah kendisinden bahsediyor ama insan aklı bunu idrâk
edemiyor. Allah kendisini misâl ile tanıtıyor ama insan yine de anlayamıyor.
Zîrâ Allah’ı anlatacak sözler insanın idrâk edebileceği türden değildir. İşte
bu nedenle Allah bu âyette zımnen; “Ben’im ne ve nasıl olduğumu bilemezsiniz”
mesajını veriyor. Zâten âyette Allah kendinin, “göklerin ve yerin nûru”
olduğunu söylüyor ve o nûrun kendisinden değil, misâlinden bahsediyor. Yâni bu
âyette Allah’ın zâtından ve mutlak varlığından bahsedilmiyor. “Göklerin ve
yerin nûrudur” deniyor. Bilme(me)mizi istediği şey budur. Hattâ o nûrun bizzat
ne olduğunu değil, o nûrun misâlini veriyor ve benzetme kullanıyor. Bunu
yapmasının nedeni, Allah’ın mutlak varlığının yada zâtının bilinmesinin
imkânsız olduğudur ve hattâ onu anlatmak için verilen misâllerin bile insan
idrâkini ve aklını fersah-fersah aştığının göstergesidir. Zîrâ “nûr üstüne nûr”
sözü insanın idrâk edebileceği bir söz değildir. O hâlde bileceğimiz şey şudur
ki, Allah’ı ancak yine Kendisi bilebilir.
Allah
bizden, “Kendisini bilmeyi” değil; yaratma sanatını, sünnetullahı ve bunlarla
tam uyumlu olan ve peygamberlerine gönderdiği vahyi bilip idrâk etmemizi ve ona
göre yaşamamızı isteyip emretmektedir. Fakat bunları yapmak bâzılarına zor
geldiği için yada Allah’ın ve gaybın varlığına bir türlü iknâ olamayanların,
Allah’ın emrettiklerini yapmak yerine Allah’ın zâtı ve mutlak varlığının ne
olduğunu bilmek yoluna düşüyorlar. İşte bu şeytanın en büyük tuzağıdır. Şeytan
insanı en olmadık kuruntulara düşürerek yoldan çıkarır:
“Onları
-ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim.
Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (velî) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir
hüsrâna uğramıştır” (Nîsâ 119).
Tasavvufta
ve bâtınîlikte (ikisi aynı şeydir), “Allah’a îman etmek”ten ziyâde, “O’nu
bilmek” önemlidir. Tasavvufta Allah’ın ne ve nasıl olduğunu bilmek çok
önemlidir. Zâten bâtınîlik ve tasavvuf bunun üzerine kuruludur. Çünkü tasavvufta
îman edilecek bir varlık yoktur. Hattâ ileri seviyedekiler için, böyle bir îman
şirk olur. Zîrâ îman edilecek bir varlık olunca, hem “îman eden” hem de “îman
edilen” bir varlık olmuş olur ki, bu tasavvufa göre şirktir ve zâten tasavvufta
şirk anlayışı budur. Bu nedenle de îman etmek yerine “bilmek” yoluna düşülür. Tasavvufçular
Allah’ı bilmenin mümkün olmadığını bilmelerine ve içten-içe anlamalarına rağmen
yine de bu yolun ardından gitmeye devâm ederler ve nihâyetinde ellerinde koca
bir “hiç” kalır.
Tasavvufçular,
Allah’ın ne-nasıl olduğunu bilemeyince, O’nun yarattıklarını Allah îlan etmek
zorunda kalmışlar ve vahdet-i vücûd denilen sapık şirk düşüncesine
sığınmışlardır. Böylece güyâ tevhide ulaşmışlar ve güyâ şirkten kurtularak
Allah’ı bilmiş saymaktadırlar kendilerini. Tasavvufa göre şirk, “ikilik”tir.
İkilik olduğu anda şirk olur derler. Hâlbuki Allah’ın varlığı ve kulun varlığı
şirk oluşturmaz. Zîrâ varlıklarının mâhiyeti aynı değildir. Allah’ın varlığı
“mutlak” iken, kulun ve yaratılmışların varlığı ise “mukayyet”tir. Yâni
Allah’ın varlığına ve yaratmasına bağlıdır. Şirk, “Allah’ın varlığından başka
mutlak bir varlığın olmaması” durumudur. Yoksa mukayyet yâni mutlak olmayan
varlıkların bulunması şirke sebep olmaz. Tam-aksine, mukayyet varlıkların olması,
ancak ve ancak Allah’ın Tek Yaratıcı olduğunu ve tek mutlak varlığın sâdece
Allah olduğunu gösterir. Çünkü O’ndan başka her-şey fânidir ve yok olucudur:
“Ve Allah
ile berâber başka bir ilaha tapma. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun yüzünden
(zâtından) başka her-şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na
döndürüleceksiniz” (Kasas 88).
Tasavvufçular
bu âyete; “varlığın hakîkatlerinden başka her-şey yok olucudur” gibi bir anlam
verirler. Yâni “varlığın posası gider ve hak tarafı kalır” derler. Oysa “varlığın
bir dışı bir de içi ve hakîkati” diye bir şey yoktur. Varlık ne ise odur.
Göründüğünden başkası değildir. Bâtınîliğin cehennemi işte buradadır: Varlığın
hem bir “dış”ı hem de “iç”i olduğunu söylemek. Tabi buna göre varlığın “iç”i
-hâşâ- Allah oluyor. Tasavvufçular kendi aralarında bu bâtıl düşüncenin sistematiğini
kurmuşlar ve bahsedilen bu düşünceye ulaşmak için de “seyr-i sülûk” denilen bir
efendi-sâlik ilişkisini şart koşmaktadırlar. Bâtınîliğin alâmet-i fârikası
budur. Böylece eğitimini tamamlayanlar tevhide ulaşmış ve -hâşâ- Allah olduklarını
idrâk etmiş ve böylece “Allah’ı bilmiş” olurlar. Hâlbuki kendilerini
kandırmaktan başka yaptıkları bir şey yoktur.
Tasavvufçular,
“ilme’l-yakîn”, “ayne’l-yakîn” ve “hakkâ’l-yakîn” süreciyle Allah’ın bilineceğini
zannetmektedirler. Hâlbuki insanın “hakkâ’l-yakîn” bir bilmeye ulaşması
imkânsızdır ve hakkâ’l-yakîn bilme, -adı üstünde- sâdece Hakka âittir. İnsan
ise “ilme’l-yakîn” yâni bilmeyle ve “ayne’l-yakîn” yâni görmeyle bir şeyi
bilebilir. Tabi Allah, insanlara hakkâ’l-yakîn bir bilgi gönderebilir. Kur’ân “hakkâ’l-yakîn”
bir bilgidir. O hâlde insan hakkâ’l-yakîn bir bilgiyi ancak Allah’ın bildirdiği
kadar bilebilir. Allah vahiy yâni hakkâ’l-yakîn bir bilgi göndermese insan hakkâ’l-yakîn
bir bilgi edinemezdi.
Bir şeyi hakkâ’l-yakîn
olarak bilebilmek sâdece Allah’a mahsustur. Çünkü insanların bir şeyi
bilebilmek için mutlakâ -bilginin tanım ve mâhiyeti icabı- bilen-bilinen ayrımı
yapmaları şarttır yâni ikilik ve ayrılık, fark ve mesâfe şart ki; bilginin
doğuş nedenlerinden biri de budur. İnsan, başka bir şeye kıyasla ancak başka
şeyi bilebilir. İlme’l-yakîn ve ayne’l-yakîn bilgiye bile kıyasla ulaşabilir. İnsanın
kendini görmesi ve bilmesi bile, aynayla mümkün. İnsan, başka bir şey olmadan
hiç-bir şeyi bilemez. Bir insanın bir şeyi hakkâ’l-yakîn bilebilmesi için o
şeyin bizzat kendisi olması gerekir ki bu mümkün değildir. Tasavvufçular bir
şeyi hakkâ’l-yakîn olarak bilmek için o şeyin bizzat kendisi olunması gerektiğini
anlamış ve hissetmiş olacaklar ki, bu mümkün olmadığı için, Allah olma yoluna
girmişlerdir. Fakat bu yol insanın girdiği en çıkmaz yoldur.
Yakîn: “Hakîkate nisbeti yüzde yüz ola şey”dir. Üç kısımdır:
İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakkâ’l-yakîn. İlki bilgiyle, ikincisi gözlemle,
sonuncusu yaşayarak elde edilir. Fakat biz gaybî konuları yâni hakkâ’l-yakîni,
(Allah’ın bildirdiğinden başka) Dünyâ’da yaşayarak bilemeyeceğimiz için, o
âhirette gerçekleşecektir. Biz Dünyâ’da hakkâ’l-yakîni “Hak’kın bildirdiği
kadar bilebilir ve yaşayabiliriz.
Kur’ân’da “yakîn” ile ilgili âyetler hep ölüm ve âhiret ile
ilgilidir:
“Ve
yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 99).
“Sonunda
yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı” (Müddesir 47).
“Sonra
onu, gerçekten yakîn gözüyle (Ayne’l-yakîn) görmüş olacaksınız” (Tekâsür 7).
İlme’l-yakîn
ve ayne’l-yakîn Dünyâ’da da fark edilip görülebilir. Fakat bunlar bile aslında
tam mânâsıyla âhiretle ilgilidir. Çünkü ne de olsa insan, ilmi ve görmeyi de
Dünyâ’da tam mânâsıyla yapabilecek kudrette değildir. Bir yazıda hakkâ’l-yakîn hakkında şunlar söylenir:
“Hakkâ’l-yakîn Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde
geçmektedir. Bunlardan birinde, başta Kur’ân olmak üzere İslâmî gerçekleri
yalanlayıp haktan sapanların cehenneme atılacağı belirtilirken kullanılmakta ve
‘meydana gelmesi kesin olan bir hususun fiîlen gerçekleşmesi’ mânâsına
gelmektedir (el-Vâkıa 56/95). Diğerinde ise Kur’ân’ı yalanlayanların âhirette
büyük pişmanlık duyacakları ve dolayısıyla azâba mâruz kalacakları haber
verilirken bunun yaşanacak bir gerçek olduğu vurgulanmaktadır (el-Hâkka 69/51).
Hakkâ’l-yakīn tabirinin hadislerde mevcudiyeti tesbit edilememiştir”.
Hakkâ’l-yakîn bilgiye ancak âhirette ulaşılır ve
hakkâ’l-yakîn bilgi âhirette görülüp bilinebilir ancak. Dünyâ’da ise vahiy ile
verilen ve vahyin bildirdiği kadar olan bilgidir.
“İnsan hakkâ’l-yakîn bir bilgi elde edemez”
denildiğinde, tasavvuf ve bâtınîlik çöker ve yok olup gider. Çünkü bâtınîlik ve
tasavvuf, insanın hakkâ’l-yakîn bir bilgiye ulaşabileceği ve ulaşması
gerektiği” üzerine kurulmuştur. Tasavvufçular bâzı âyetleri aşırı yoruma
boğarak ve tahrip ederek, insanın hakkâ’l-yakîn bir bilgiye ulaşabileceğini ispatladıklarını
zannediyorlar. Zâten tasavvuf hep bunu yaparak kendine güyâ delil bulur.
Hâlbuki ilgili âyetlerde apaçık bir şekilde hakkâ’l-yakîn bilginin sâdece Allah’a
has olduğundan bahsedilir. Hz. Mûsâ ve Hızır kıssasında da insanın hakkâ’l-yakîn
bir bilgiye ulaşmasının ve böyle bir bilgiye katlanabilmesinin imkânsızlığından
bahsedilir. Hakkâ’l-yakîn tek bilginin vahiy olduğu gösterilir. Tabi tasavvufta
insan -hâşâ- Allah kabûl edildiği için, zorunlu olarak hakkâ’l-yakîn bilgiye de
ulaşılması gerekir. Seyr-i sülûkunu tamamlamış olanlar artık güyâ hakkâ’l-yakîn
bir bilgiyle -hâşâ ve sümme hâşâ- Allah olarak konuşmaktadırlar. Zîrâ hakkâ’l-yakîn
bir bilgiyle Allah’ta yok olmuşlardır. Hâlbuki zırvalığın varyasyonlarından
başka bir şeyden bahsetmemektedirler ve yapmamaktadırlar.
“Allah’ı
bilmek” demek “O’nu sınırlandırmak” anlamına gelir. Zîrâ insan
sınırlandıramadığı şeyi, bilemez de göremez de. Hattâ insan, sınırlandırdığı
bir şeyi bile tüm boyutları yâni üç boyutlu olarak bilip göremez. Bir tarafını
görse diğer tarafı arkada ver karanlıkta kalır. İnsan bir şeyi aynı-anda tüm
boyutlarıyla göremez. Bilmek de bir sınırlandırmadır. İnsan
sınırlandır(a)madığı şeyi bilemez. Allah ise sınırlandırılabilecek bir varlık
değildir. Bu nedenle de bilinmesi ve görülmesi söz-konusu değildir.
Allah’ın
zâhir ve bâtın oluşu, “Allah yarattığı eserler ile zâhir” iken, “zâtının
mâhiyetinin bilinemezliği ile bâtındır” demektir. Yoksa Allah’ın bir zâhir bir
de bâtın bir varlığı ve yönü yoktur. Allah’ın zâhir yönü -hâşâ- “tüm varlık”
değildir. Allah’ın zâtı ise, varlığın bâtını değildir. Allah yaratma sanatıyla,
sünnetullahıyla, kânunlarıyla ve vahiylerle zâhirdir. Yoksa zâtıyla -en azından
bizim anladığımız anlamda- zâhir değildir. Tasavvufçular Allah’ın zâhir olmasını
“her-şeyin Allah olması” olarak yorumlamaktadırlar. Hâlbuki bu “sınırsız bir şirk”ten
başka bir şey değildir.
“Bâtınî
bilgi” diye bir bilgi de yoktur. Varsa da bunu sâdece Allah bilebilir. Vahiy
“bâtınî” yada hakkâ’l-yakîn bir bilgi ise -ki öyledir-, bunu sâdece Allah
bildirebilir. Müteşâbih âyetlerin te’vilini sâdece Allah’ın bilmesi bu
nedenledir. Zîrâ insanın müteşâbih bilgiyi anlamlandırması imkânsızdır. Çünkü
insanın formatı buna müsâit değildir.
İlim-sâhipleri ise ancak bunu tasdik ederler. Yâni, ilim-sâhipleri
ancak, hakkâ’l-yakîn bilginin, tasavvufçuların bâtınî dedikleri mutlak bilginin
sâdece Allah’a has olduğunu söyleyip tasdik ederler. Başka da bir şeye güçleri
yoktur.
“Ve şüphesiz o, kesin bir gerçektir”. (Ve-innehu lehakkû-l yakîn)” (Hâkka 51).
Kurân
hakkâl yakîn oladır. Bu yüzden gerçek mânâsını ancak Allah bilir. Çünkü
müslümanlar 1.400 yıldır okuyup-araştırıp-yazıp durmalarına rağmen hâlen müteşâbih
âyetlerin mânâsını hakkıyla idrâk edebilmiş değildirler.
Kur’ân’ın
bir zâhiri bir de bâtınî anlamı yoktur. Kur’ân -Allah’ın bildirdiği kadarıyla- ilme’l-yakîn
olarak bilinir ve ayne’l-yakîn olarak pratiğe yâni amel-eyleme dökülür. Ama hakkâ’l-yakîn
bir bilme olmaz. Kur’ân zâten “Hakkâ’l-yakîn Olan”ın gönderdiğidir.
Allah’ı
bilmek için ne akıl yeter, ne sezgi yeter ne de başka bir şey. Zîrâ Allah bilinemez,
bilmenin konusu da değildir. Zâten “bilen bilinenden üstün olacağı” için, Allah’ı
bilen -hâşâ- Allah’tan üstün olmuş olur. Allah’ı bilmek, “O’ndan daha üstün
hâle gelmek” yada en azından, “O’nunla aynı yüceliğe ulaşmak” anlamına gelir. Zîrâ
O’nun bilebileceği her-şeyi insanın da bilmesi durumu söz-konusu olur. Tabi
böyle bir şey imkânsız ötesidir. O hâlde ne olmalıdır?. Olacak olan şey, “Allah’a
îman etmek”tir. Allah’a ancak îman edilebilir. Zâten Kur’ân da, üstün
mü’minlerin, “bilenler ve sâlih amel işleyenler” değil, “îman edenler ve sâlih
amel işleyenler” olduğunu söyler. Çünkü sâlih amel işlemek için Allah’ı bilmek
değil, O’na iman etmek şarttır:
“Ancak
îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve
birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).
Allah’ın
bilinecek olan yönü “zâtı ve mutlak varlığı” değil, “yaratma sanatı” ve varlığa
koyduğu “sünnetullah denilen kânunları”dır. Bunları da “hakkıyla bilmeye” insan
aklı yetersiz kalır. O hâlde insan, Allah’ın sanatı ve sünnetullahı hakkında
ancak, Allah’ın bildirdiği ve aklının çapı kadarını bilebilir. Fakat îman da
bilmeye yada idrâk etmeye çok farklı bir katkı yapar. O hâlde îman ne kadar
artarsa idrâk da o kadar artacaktır. Bu
da, Allah’ı hesâba katmadan doğru bir bilgiye ulaşmanın imkânsızlığı yada
yetersizliği demektir.
Biz bırakın “Allah’ı
bilme”yi, gaybın konuları olan melek, âhiret, vahiy vs. gibi konuları bile
idrâk edemiyoruz. Kaldı ki onları Yaratan’ı bilip idrâk edebilelim. İnsanın varacağı en son idrâk, îmânın kazandırmış
olduğu ferâsetle yapılan tefekkür ve idrâktir.
“Bilmek için
bilmek” gerçek bir bilme değildir. Gerçek bilme, “eylem hâlindeyken” olur.
Tasavvufun “nefsini bilen rabbini bilir” sözü ve râsyonellerin, “evreni bilen
Allah’ı bilir” gibi sözleri boştur. İnsanın kendini bilmesi, bilmek ile değil, “kendini
tutmasıyla” olur. “Kendini bilmek”, “kendini tutmak” demektir. Kendini tutan
“Allah’ı bilmiş” olmaz, “O’nun yoluna girmiş ve yolda istikâmet tutturmuş”
olur.
Varlığı bilme yolunda olmak iyidir tabî ki ama
bunları bilmek demek “Allah’ı bilmek” demek değildir. Zâten “Allah’ı bilmek” diye
bir şey yoktur. “O’na hakkıyla kulluk etmek” vardır ki bu da “Allah’ın vahiyle
bildirdiği kadarını bilmek” ve vahyin emrettiklerini “güzel örnekliğimiz” olan
“Peygamberimiz’i örnek olarak yapmak”la olur. Tasavvuf ve bâtınîlik, varlığı
bilince Allah’ın da bilineceğini zannetmektedir. Allah’ı bilmek düşüncesi,
panteizm yada vahdet-i vücût teorisine göre “Allah’tan başka bir varlık yoktur”
yada “varlığın tümü aslında Allah’tır” sapık ve şirk düşüncesiyle ortaya
çıkmıştır. Her-şey -hâşâ- Allah olunca, “neyi bilirsen bil Allah’ı bilmiş
olursun” düşüncesine gelinir. Oysa kâinatta yada varlığın hiç-bir noktasında
Allah mutlak varlığı yada zâtıyla yoktur. Kâinatta yada varlıkta Allah, yaratma
sanatı yada sünnetullahıyla vardır.
Allah bizi,
idrâk etmemiz gereken kadar bir hakîkat ile sorumlu tutar. Zâten ötesine
gücümüz yetmez. Bu hakîkate ise ancak vahiy ile ulaşılabilir ve vahiyle idrâk edilebilir.
O hâlde hakîkat ancak Allah’ın bildirdiği kadardır. Tabi hakîkati bilmek demek onu
“sâdece bilmek” demek değildir, hakîkati idrâk ettikten sonra onu dile getirip
haykırmak ve onunla amel etmek de önemlidir ki hakîkat ancak o zaman kâlplere
yerleşir ve tezâhür eder.
İslâm demek, “sınır” demektir. Bu,
“haddini bilmek” sözüyle ifâdesini bulur. Haddinizi ne kadar bilirseniz,
hakîkati de o kadar idrâk etmiş olursunuz. Tasavvuf ise, bilmek için kendini
aşmayı ve -hâşâ- Allah olmayı şart koşar. Aksi-hâlde ne bir şey bilinmiş ne de
şirkten kurtulunmuş olur. Tasavvufa göre Allah ol(a)mayanlar şirkten
kurtulamazlar. Zîrâ her-şeyin Allah olduğunu bilmek bile bir yerden sonra
yeterli değildir ve her-şeyin Allah olduğunu tam anlamıyla idrâk etmek için Allah
olmak gerekir. Tabi bu, mümkün olacak bir şey değildir ve ancak bâtınîliğin ve
tasavvufun zırvalıklarından biridir.
Allah’ı akılla bildiğini
yada Allah’ın akılla bilinebileceğini zannedenler, O’na îman edemezler. Allah
“akledilebilecek olan” değil, “îman edilecek olan”dır. Allah’ı bilmek, O’nun ne
ve nasıl olduğunu bilmek”le olabilir. Bu imkânsızdır. O’nu bilince aslında
O’nun bildikleri de bilinmiş olunacağı için, Allah’ı bilmek -hâşâ- “Allah
olmak” anlamına gelir. Tasavvufun “imkânsız amacı” budur.
“Allah’ı
yada İslâm’ı bilmek” demek onun “dâvâsını anlamak” demektir. O dâvâ üzere olmak
demektir. Göklerde nasıl ki tek hâkim Allah ise, yeryüzünde de tek hâkim olanın
Allah olduğunu bilmek ve bunu tüm Dünyâ’ya hâkim kılmak demektir. Zâten tevhid
budur. Yoksa tevhid, tasavvufun zannettiği gibi “her-şeyi Allah olarak kabûl
etmek” demek değildir. Dâvâyı bilmek ve idrâk etmek için ise, Kur’ân’ı ve Sünnet’i
iyi bilmek gerekir ki bu da en kemâl şekilde amel-eylem hâlinde bir biliş ile
olur. Kur’ân’ı bilmek yetmez, “Kur’ân’ı hakkıyla bilmek” gerekir ki bu, amel-eylem
hâlinde iken olur ancak. Okuma-araştırma ile bir
şeyin ne olduğu “tam anlamıyla” bilinemez. Tam anlamıyla bilinebilmesi için o
şeyi “yaşamak” gerekir. Bilmek, yaşamaktır. “Bilmek”ten ziyâde “yapmak”
önemlidir çünkü.
“Mûsâ tâyin
edilen sürede gelince ve Rabbi O’nunla konuşunca: ‘Rabbim, bana göster, Seni
göreyim’ dedi. (Allah:) ‘Beni aslâ göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde
karar kılabilirse, sen de beni göreceksin’. Rabbi dağa tecelli edince, onu
param-parça etti. Mûsâ bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: ‘Sen yücesin
(Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben îman edenlerin ilkiyim’ dedi” (A’raf 143).
“Gözler
O’nu idrâk edemez; O ise bütün gözleri idrâk eder. O, latif olandır, haberdar
olandır” (En-âm 103).
Demek ki,
Allah görülemez, görülemeyeceği için de bilinemez. O’na ancak îman edilir ve geriye
Hz. Mûsâ gibi: “Sen yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben îman edenlerin
ilkiyim” demek kalır. Hz. Ali de: “Ben O’nu bilememekle bildim” der. Allah’ı
bilip idrâk etmek, O’nu bilip idrâk etmekten âciz olduğumuzu bilip idrâk etmekle
olur.
İnsan bildiği şeyden pek de
korkmaz, bilmediği şeyden ise çok korkar. İşte bu nedenle Allah korkusunun
nedeni, O’nun bilinemeyeceğinden dolayıdır?. Tasavvufçular ise güyâ Allah’ı
bildiklerini ve O’na ulaştıklarını zannettikleri ve varsaydıkları için ukalâca
tavırlar göstermektedirler. Her-şeyi bilmek yada bildiğini zannetmek kişiyi
ahlâken gevşetir. Tasavvuf, her-şeyi bildiğini yada bilinebileceğini
zannetmekle ahlâken gevşemiştir. Tasavvufa göre her-şey yada herkes -hâşâ-
Allah olunca, ahlâka pek de gerek kalmıyor. İyi ile kötü, güzel ile çirkin,
küfür ile tevhid, ahlâk ile ahlâksızlık ve adâlet ile zulüm arasında fark
kalmıyor.
Gazali, Allah’ın son ve mutlak mâhiyeti hakkında
bilinemezciliği (agnostisizm) kabûl ederek, O’nun ancak insanla ilişkisi ve
kendisini ona açması (vahyetmesi) ölçüsünde bilinebileceğini belirtmiştir.
Her-şeyi bilmek, (gnostizm-mârifet)
“Allah gibi bilmek” anlamına gelir. Her-şeyi bilebilecek olan sâdece Allah
olduğu için, insan her-şeyi bilemez ki en çok da gaybı ve Allah’ı bilemez.
Üstelik bilen “özne”, bilinen ise “nesne” olur. Allah’ı bilmek -hâşâ- “O’nu
nesneleştirmek” anlamına gelir ki tasavvufun Allah’ı bilme ameliyesi, O’nu insana
benzeterek yada insanı Allahlaştırarak yapılmak istenmektedir. Tasavvufa göre insan
ne kadar Allahlaşırsa, O’nu o kadar iyi bilecektir. Tasavvufçular, “Allah’ın
birliği”ni idrâk edemeyince, “Allah ile bir olma” düşüncesini ortaya atmıştır.
“Allah ile bir olunca O’nu bilmiş oluyorsun” derler. Çünkü “Allah’ı ancak yine
Allah’ın kendisi bilebilir”. Allah ile bir olmak, “Allah olmak” demek oluyor.
Allah’ı akılla bilemeyeceklerini anlayan tasavvufçular, aklı inkâr ettiler ve
yerine “sezgi”yi koydular. Böylece sezerek -güyâ- her-şeyi bilmeye başladılar(!).
Tasavvuf
yanılgı kabûl etmez. Çünkü -güyâ- bilgi kendilerine aracısız şekilde, aynen
vahiy gibi direkt olarak Allah’tan tecelli eder. Direkt olarak Allah’tan alınan
bilgide bir yanılgı olmaz derler. Bir
yazıda bu
bağlamda şunlar söylenir:
“Mutasavvıflar da şimdiye değin tanımlamaya
çalışılan bilgi-türü olan kazanılmış (kesbî) bilgiye karşılık, ledünnî bilgiyi
(bâtınî/tasavufî
sezgiyi) öne çıkarmışlardır. Onlara göre
ledünnî/tasavufî bilgi: ‘Kalbin Allah’ın nûruyla aydınlanması’dır ve bu bilgi sufinin kazancı değil,
Allah’ın lütfudur’.
Buna göre, tasavufî
bilgide yanılma yoktur!. Bilgi doğrudan ilâhi
kaynaktan alındığı için (hattâ ilâhi bilginin kendisi olduğu için)
doğruluğu kesinlik ifâde etmektedir. Bu konuda kategorik olarak bilginin
en üst değeri olan hakkâl-yakîn ögesini kendi anlayışlarına göre
çarpıtan tasavvufa göre Hakkâl-yakîn bilgi: ‘Kulun Allah’ta fâni olması ve O’nunla yalnız
ilmen değil, hem ilim, hem müşâhede, hem de hâl îtibâriyle bekâ
(ebedîlik, sonu olmama) bulmasıdır’. İç müşâhede yoluyla elde edilen apaçık
bilgidir”.
Tasavvufçular, mârifet (gnosis) nazariyesi yâni
rûhânî tecrübeye dayanan bilgiyle Allah’ın bilinebileceğini söylerler.
Sezgilerle -güyâ- kendilerine gelen tecellilerle Allah’ı bilebilmektedirler.
Tabi bunun nasıl olduğunun mantıklı açıklamasını hiç-bir zaman yapamadıkları ve
yapamayacakları için -ki tasavvuf sürekli olarak Allah’ın niteliği hakkında
konuşmasına rağmen- bir arpa-boyu yol bile alamamışlardır. Akla-mantığa uygun
bir açıklama ve bir târif ortaya koyamamışlardır. Zâten böyle bir şey imkânsızdır.
Tasavvufçular bu konuda delil olarak ancak kendi iddiâlarını gösterebilirler.
Fakat kişinin kendi iddiâsının delil olması söz-konusu bile değildir. Mârifet
nazariyesine bağlı olan tasavvufçular, yanılmaktan kesin olarak uzak ve
mâhiyeti îtibâriyle de zihnî bilgiden tam anlamıyla farklı olan ve ıslaha gerek
göstermeyen bir bilme-tarzına sâhip olduklarını öne sürerler. O yüzden de
bilmenin ne olduğu ile ilgili bir açıklama yapmazlar. Taftazani bu konuda şöyle
der: “Tasavvufî sezgi, sâdece onu yaşayanlar için geçerlidir, başkaları için
değil”. İyi de, bana ne o zaman sizin bilmenizden!. Gidin, şeytanı da aranıza
alarak kendi-kendinize boş-boş konuşun durun. Ne diye “en üstün bilgi
tasavvufun bilgisidir” deyip duruyorsunuz ki?. Açıklanamayan bilgi “bilgi” bile
değildir.
“Allah hakkında değil, Allah’ın yaratıkları üzerinde
düşünün” şeklinde bir hadis vardır. Zîrâ insanın aklını Allah üzerinde
kullanması hem imkânsız, hem de günahkâr bir eylem şeklidir.
Tasavvuf felsefesi, Kur’ân’dan çıkarılmış bir felsefe
değil, Kur’ân’a giydirilmeye çalışılan bir felsefedir. Çünkü tasavvufun
çıkış-noktası, “İslâm” demek olan Kur’ân ve Sünnet değildir. Tasavvufçular,
Kur’ân’ın kadrini bilememişlerdir. Tasavvufî bilgi faaliyetiyle ancak köksüz ve
bâtıl bâzı bilgiler oraya çıkar ve o bilgiyle Allah’ı bilme yoluna girerler.
Tasavvufun ulûhiyet anlayışı vahiy-merkezli olarak özgün değildir ve tamâmıyla
eklektiktir.
Tasavvufçular, vahiy-merkezli olmadıklarından dolayı
Kur’ânî bütünlüğü göremedikleri için, Allah hakkında ancak zan ürettiler ve
sapık bir sonuca varırlar. Kur’ân insanlara “Allah’ın hâlis kulları olun” (Âl-i
İmran 79) derken, tasavvuf ise “Allah olun” der. Allah’ın böylece
bilinebileceğini zanneder. Hâlbuki bu söylem, Allah’tan uzaklaşmış olmanın bir
göstergesi ve cezâsından başka bir şey değildir.
“O’nun benzeri gibi olan
hiç-bir şey yoktur” (Şûrâ 11) ve “O,
doğurmamıştır ve doğurulmamıştır” (İhlâs 3) gibi âyetlere rağmen hâlen “Allah’ı
bilmek” konusunu işliyorlar ve Allah’ı bilebileceklerini ve bildiklerinde de -hâşâ-
Allah olacaklarını zannediyorlar. Zîrâ “Allah’ı ancak yine Allah’ın kendisi
bilebilir” demektedirler. Zâten “nefsini bilen rabbini bilir” sözü bu anlamı
verir.
İnsanın
görevi, Allah’ın zâtını ve mutlak varlığını bilmek değildir ve zâten bunu
yapabilmesi söz-konusu bile değildir. Bu konuda bir şeyler bildiğini zanneden
tasavvufçuların bildiği şeyler, şeytanın kendilerine fısıldadıklarıdır. Şeytanın
vahyini “tecelli” adı altında bâtınî ve hakkâ’l-yakîn bilgi zannetmektedirler.
Tasavvufçulara,
çok sevdikleri Kehf Sûresi’nden bir âyet hatırlatalım:
“De ki: Davranış
(ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?.
Onların, dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte
güzel iş yapmakta sanıyorlar. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na
kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet
gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. İşte, inkâr etmeleri, âyetlerimi ve
elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezâsı cehennemdir” (Kehf 103-106).
Bu konuda agnostik
(bilinemezcilik) düşünceye sâhibiz. Zîrâ gayb, “bilinebilecek” bir konu
değildir. Gayb, bilmeyle değil, îmanla-inanmayla ilgili bir alandır. Bu nedenle
Gnostisizm’in (bilinircilik) yanlış olduğunu söylüyoruz Çünkü îman ile gnostisizm ve agnostisizm
bir-arada bulunamaz.
Bir şeyin “ne olmadığını”
söylemek, “ne olduğu”nu tanımlamaktan daha kolaydır. Allah hakkında, O’nun ne
olduğunu araştırmakla değil, ne olmadığını fark etmekle bir idrâke
ulaşabiliriz.
Biz
Allah’ın “ne olduğunu” değil “ne olmadığını” bilebiliriz, “ne olmadığını”
bildikçe de, hiç-bir şeyin O olmadığını ve O’na benzemediğini, böylece O’nun bilen(e)meyeceğini
idrâk ederiz. Bu bağlamda Sokrates, Tanrı için şunu söyler: “O ne olduğunu
bilmediğim, ne olmadığını bildiğimdir”.
Yunan
düşüncesinde Tanrı, kelimenin tam anlamıyla “yaratıcı” değildir. Zâten Deizm’in
yaygınlaşması da bu nedenledir. Tanrı “yaratıcı” olmayınca, O’na duâ ve ibâdet
ve kendisine adanmak çok da mantıklı değildir. İşte felsefe olarak Yunan
düşüncesi ve Plotinosçuluk’la buluşan tasavvuf da, “O’na adanıp hakkıyla kul
olmak” yerine, Allah’ı bilmeye ve bulmaya yönelmiştir. O’nu bulmak ve bilmek
ise, “kendini bilmek” ve “doğayı bilmek”le olur düşüncesi vardır. Çünkü
tasavvufa göre her-şey, vahdet-i vücûd düşüncesi bağlamında ve “lâ mevcûde
illallah”, “Allah’tan başka mevcut-varlık yoktur” inanışına göre birdir ve
her-şey -hâşâ- Allah’tır. Seyr-i sülûk ile ulaşılmak istenen yer de burasıdır.
Sonuçta “insan, kendisinin ve her-şeyin zâten Allah olduğunu bildiğinde ve
gördüğünde, Allah’ı da bilmiş olacaktır” derler.
Aslında Allah’ın
bilinemeyeceğini anlayan tasavvufçular, bunu, kendi ana-teorilerinin (Allah’tan
başka fâil ve mevcut yoktur) yıkılacağı korkusundan dolayı kabûl etmek istemeyince,
“Allah’ı zorla bilmeye” çalışmakta ve bu uğurda şirke ve küfre dönüşen tutarsız
ve sapık fikirler ortaya atmaktadırlar.
Peki, insanın
bilmesi ve yerine getirmesi gereken en doğru şey nedir?. Allah’ın insana
emrettiği şey şudur:
“Ey îman edenler!, sizi acı bir
azabdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman
edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu,
sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar,
sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel
konaklara yerleştirir. İşte büyük mutluluk ve kurtuluş budur” (Saff 10-12).
Kurtuluş, tasavvufçuların zannettiği gibi
“Allah’ı bilmek” ile olmaz. Zâten bu imkânsızdır. İnsan “Allah’ı bilme”nin ne
olduğunu bile bilemez. Şeytan bu yolda olanları derin bir gaflete sokmuştur. Onları
hayatları boyunca “Allah’ı bilmek” yoluna sokmuştur ama bir arpa-boyu yol bile
alamamışlardır-alamazlar. Şu da var ki Allah’ı bilmeyi istemek, nefsin tatmin
bulmak istemesi nedeniyledir. Fakat kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân
ile tatmin bulur. Nefs bir türlü Allah’ın istediği ve emrettiği bir hayâtı
yaşamak istemediği ve İslâm’ın sorumluluklarını ve zorluklarını göze alamadığı
için şüphe içinde “Allah’ı bilmek” yolunda gider. Böylece şeytan insanları “Allah
ile aldatmaya” devâm eder durur:
“Ey insanlar!, hiç şüphesiz Allah’ın
vâadi haktır; öyleyse dünyâ hayâtı sizi aldatmasın ve ‘aldatıcı’ (şeytan) da,
sizi Allah ile aldatmasın” (Fâtır 5).
“İnsan aşkın Tanrı’yı ve aşkın Birliği bilebilir,
çünkü insan ‘tanrı sûretinde’ yaratılmıştır. Burada doğal bir sınır vardır;
insan ‘insan olarak’ hakîkati kavrayamaz” derler. O yüzden Allah’ı bilebilmek
için -hâşâ- insanlıktan ilahlığa adım atılmış olması gerekir ki “seyr-i sülûk”
ile amaçlanan şey budur.
Tasavvufta en yüce amaç “Allah’a hakkıyla kul olmak”
değildir. Hattâ bu şirktir. Çünkü böyle olunca ortaya bir “Allah” ve bir de “kul”
çıkacaktır ve ikilik olacaktır. Bu nedenle tasavvufta en yüce amaç “Allah
olmak”tır. Bu bağlamda çok anlatılan bir zırvalık vardır: “Süryanos, Mevlâna’nın
öğrencilerinden biridir. Bir-gün ulu-orta konuşmaları yüzünden yakalayıp
Kadı’nın huzûruna çıkarırlar. Kadı sorar: ‘Sen Mevlâna’ya Tanrı diyormuşsun,
doğru mu?’. Süryanos, açık sözlülükle: ‘Yalan!’ der, ‘ben Mevlâna’ya Tanrı
demedim, Tanrı’yı yaratandır’ dedim. Tanrı benim!; ama bunu yıllardır bilmiyordum,
bana Tanrı olduğumu Mevlâna öğretti’. Süryanos’u çıldırmış sanarak serbest
bırakırlar. O da gidip olan-biteni Mevlâna’ya anlatır. Mevlâna: ‘Kadı’ya
deseydin ki’ der, yazıklar olsun sana, eğer sen de Tanrı olamadıysan!”.
Allah’ın bilinemeyeceğini
anlayanlar, “ben kulumun zannı üzereyim” diye uydurma bir söz-hadis
uydurmuşlardır. Böylece herkes kendi tanrı-şeklini ve imajını tasavvur
etmiştir.
“Âdemlikten yâni insanlıktan
çıkmadan sırlara eremezsiniz” derler. O sır ise “insanın Allah olduğu”dur.
“Allah olmak için insanlıktan çıkmak” gerektiğini söylerler. Oysa insanın
yaratılış amacı “Allah olmak” değil, Allah’a “hakkıyla kul olabilmek”tir ki bu
da ancak “insan kalınarak” olabilir.
“Kâinât ezelîdir-ebedîdir”
düşüncesiyle kâinâtı ilahlaştırarak ve “kâinât Allah’tır” (Vahdet-i Vücûd)
diyerek Allah’ın bilinmiş olacağını söylüyorlar. “Allah’ı bilmek demek,
kâinâtın tümden Allah olduğunu bilmek demektir” diyerek panteizmi ve
panenteizmi güncelleştirirler. Bu durumda yaratılan her-şey ilahtır ve insan da
bunu idrâk eden “zât”tır. Oysa insana ancak “kul” olmak yaraşır. Bu bağlamda
Aliya İzzetbegoviç: “İnsan olmak ve insan kalmak, Allah’a ve kendimize karşı
sorumluluğumuzdur” der.
“Allah, dıştan değil, içten bilinebilir, çünkü Allah:
‘Ben size şah-damarınızdan daha yakınım’ der” derler. Fakat “Ben size
şah-damarınızdan daha yakınım” demek, “hadi Ben’i bilin” demek değildir. Allah’ın
bize şah-damarımızdan daha yakın olması, O’nun “zâtıyla yakın olması”yla değil,
“yaratma özelliği (hâllâk) ile yakın olması”yla alâkalıdır. Zâten Allah sâdece insanda
değil, kâinatta bile “zâtıyla” yoktur ve yaratıcılığı, sanatı ve sünnetullahı
ile vardır. Çünkü kâinât yok-olucudur, Allah ise bâkîdir. Allah “yok olucu”
olmadığından dolayı, yok olucu bir şeyde yada yok olucu bir yerde bulunamaz. Zîrâ
yok olucu olan şey yok olduğunda -hâşâ- Allah da yok olmuş olur. O hâlde O’nu
insana yada kâinâta bakarak bilmek mümkün değildir.
Yine; “Allah’ın akıl ile değil de metafizik sezgi ile
bilinmesinden” bahsederler. Fakat sezginin sezdiği, sezgiden başkası değildir
ki bunun için bir çaba harcamaya çok da gerek yoktur. Herkeste sezgi doğuştan
vardır. Allah aklî ve sezgisel bir şey olmadığı için O’nun akıl yada sezgiyle
bilinmesi de mümkün değildir. Çünkü Allah’ın bilinmesi mümkün değildir. O’na
îman edilir ve îmâna uygun amel ve eylemde bulunulduğunda Allah kulundan râzı
olur ki zâten insanın amacı “Allah’ı bilmek” değil, O’na hakkıyla kulluk
yaparak O’nun rızâsını kazanmaktır.
“İnsan Allah’tır yada (teo-morfik) ‘Allah biçimli’dir
veyâ ‘Allah’tan dönme’dir” denir. “İnsan işte bunu tekrar bilince yâni Allah
olduğunu seyr-i sülûk ile tekrar idrâk edince, dolayısıyla kendini-nefsini bilince
Allah’ı da bilmiş olacaktır” derler. Oysa bu düşünce Evrim Teorisi’nde dile
getirilen “insan hayvandır” sözünün zıddından başka bir şey değildir. Belki de
Evrim Teorisi ilhâmını buradan almış ve işi tersine çevirmiştir.
Bir yazıda şunlar söylenir: “Bir şeyi tanımlamak
demek ‘o şeye bir sınır çekmek’ demektir. Özellikle rasyonel düşünce söz-konusu
olduğunda, ifâdeler ne derece sınırlandırılıp biçim kazandırılırsa, söz-konusu
şey o derece iyi tanımlanmış kabûl edilir. Öte-yandan doğası gereği herhangi
bir sınır kabûl etmeyen Mutlak ve Sonsuz olan, rasyonel olarak kavranamaz.
Çünkü Mutlak ve Sonsuz olan sınırlandırıldıkça mâhiyeti ve özü anlaşılmaz hâle
gelir”.
İnsanın Allah ile ilişkisi özne-özne ilişkisi olamaz,
Allah-kul ilişkisi olabilir ancak. Kul,
Allah’ı bilmekle değil,
O’na
îman etmekle mükelleftir. Çünkü kul-Allah ilişkisinde Allah kulunu çok iyi bilirken, kul ise Allah’ı, ancak O’nun bildirdiği kadar bilebilir.
Ateistler de sürekli olarak “Allah’ın
bilin(e)memesini” söz-konusu ediyorlar. Allah’ı inkâr etmelerinin nedeni,
O’nun görülememesinde ve bilinememesinde görüyorlar. Hâlbuki Allah, “bilinebilecek” olan değil, “îman
edilecek” olandır.
Peki
kesin ve mutlak anlamda bilinemeyecek
olan bir
şeyi yada varlığı inkâr etmek mi, yoksa o şeye îman etmek mi daha
mantıklıdır?.
Ey
insan!; ne olduğunu kesin olarak
bildiğin şeyler içinde senden daha üstün olan bir şey var mı?. Ne olduğunu
kesin olarak bildiğin şey senden daha üstün olamaz. Bu nedenle senden daha
üstün olan bir şeyin ne olduğunu “kesin ve mutlak olarak” bilemezsin. Allah
her-şeyden üstün olduğu için O’nu, Onun bildirdiğinden fazla bilemeyiz. Çünkü insan, bir şeyi bildiği anda bildiği şeyden daha üstün
olacağı için, Allah’ı bildiği anda -hâşâ- O’ndan daha üstün olmuş olur. Fakat
insan Allah’tan daha üstün değildir. O hâlde insan, -O’nun bildirdiğinden
başka- Allah’ı kesin ve mutlak anlamda bilemez. Demek ki Allah, “bilinebilecek
olan” değil, “îman edilecek olan” varlıktır.
Yaratılmış olanlar Yaratanı’nı bilemezler. O yüzden
O’na îman etmek zorundadırlar.
Ey insanlar!; Allah bizden, imkânsızı
yâni “Kendisini bilmeyi” değil, “güzel örneklik” olan Peygamberimiz gibi,
emrettiği şekilde yaşamamızı ve cenneti hakketmemizi istemektedir. Gerisi “lâf-ı
güzaf”tır.
Allah’a akıl-sır ermez vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2019