31 Mart 2020 Salı

Tutkulara Kapılmak




“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını-nefsini) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

Tutku: “İstenç ve yargıları aşan güçlü coşku. Ölçüyü aşan, güçlü istek durumundaki eğilim” demektir.

Tutku, bir şeye olan arzu ve sevginin sınırı aşarak zıvanadan çıkmış hâlidir. İnsan aslında olduğundan daha fazla değerli olmayan bir şeye, nefsinin güdümünde ve kışkırtması altında olduğu için çok fazla değer vermeye başlar ve böylece tutkular açığa çıkar. Tutkular şeytanın ve nefsin güdümündedir. İnsanı bir kez ele geçirdiğinde ve tutkularına esir ettiğinde insanın o tutkulardan kurtulması çok zor olur. Hattâ çoğunlukla insanlar hayatları boyunca tutkularının peşinden sürüklenir giderler. Tutkularına esir olmuş olan insanın tutkusu, istediği şeyi elde edinceye kadar sürekli artar ve en sonunda ulaşamadığı şeye gayri meşrû yoldan da olsa erişmeye çalışır. Tutku “şiddetli isteme hâli”dir. Öyle ki bâzen de tutkularına yenilerek insanlık-dışı şeyler bile yapabilirler.

Tutkularını alabildiğine serbest bırakmış olanlar, ruhlarını kara zindanlara atmış olurlar. Böylece vicdanları işlemez hâle gelirken merhâmet ve acıma duyguları yok olur. Sonuçta tutkularını ilahlaştırmış olanlar için en kötü, çirkin ve âdice şeyler bile normâl görülmeye başlar. Şeytan bunun için gerekli argümanı verir durur. Artık kişi tutkularına göre düşünür, konuşur ve hareket eder. Böyle olunca da en sapıkça düşünce ve hareketlerini bile normâl görür ve hattâ üstünlük sebebi sayar. Tutkularına aykırı olan hiç-bir şeyi doğru ve iyi olarak kabûl etmez. Modern insan işte bu durumdadır ve gün geçtikçe tutkularının batağına daha fazla batmaktadır.

Modernite, tutkularının kontrôlüne girmiş ve tutkularına esir olmuş kişileri pek sever. Çünkü moderniteyi ve liberâl kapitâlizmi ayakta tutan şey, tutkular ve tutkularına kapılıp esir olmuş kişilerdir. Zîrâ tutku, “gerçekte ihtiyaç duyulmayan şeye aşırı bağlanmak” demektir. Tutku, insanın aslında hiç de ihtiyâcı olmayan bir şeye karşı aşırı ihtiras duymasına ve onu elde etmek için her-şeyi yapmasına neden olur. Tutku bir “sâhip olma hastalığı”dır. Modernite ve liberâl kapitâlizm işte bu sâhiplenme, hem de “âcilen sâhiplenme” isteği, arzusu ve tutkusundan beslenir.

İnsanların tutku sâhibi olması için nefislerini serbest bırakması ama rûhunu hapsetmesi gerekir. Bunun için de dinden uzak kalması şarttır. Çünkü din, insanı ihtiraslara karşı sürekli uyanık tutar ve korur. Kendini özgür zanneden modern insan aslında tutkularının esiridir. “Hiç-bir şeye bağlanmam” diyen çağdaş insan, modernitenin direktiflerini adım-adım izlerken aslında şeytanın, tâğutların ve nefsin direktiflerini birebir dinler ve artık onu tutkuları yönlendirmeye başlar. Böylece o da “tutku dîni”nin militan bir üyesi olur çıkar.

İslâm, nefisleri terbiye etmek üzerinden “tutkulara sınır koyma dîni”dir. Modernite sürekli olarak “kendini serbest bırak, özgürsün, kendini tutma, hayâllerini erteleme” derken, İslâm ise sürekli olarak “kendini tut” der. İslâm bir “kendini tutma dîni”dir. Namaz ile günahlardan uzak tutar, oruç ile şehvetten ve aşırılıktan uzak tutar, hac ile bir toplum bilinci ortaya koyar ve bireysellikten ve bencillikten uzak tutar, zekât ile kişiyi cimrilikten ve paranın esiri olmaktan uzak tutar. İslâm insanı tutar. Modernite ise alabildiğine serbest bırakır ve tutkulara kurbân eder.

İslâm “vazgeç” derken, modernite ise “vazgeçme” diyor; hiç-bir tutkundan vazgeçme. “Her-şey senin için”, “sen en iyisine lâyıksın”, “git istediğini al” der. Kur’ân ise baştan-sona insanı tutkularından, hevâ ve hevesinden uzaklaştırır yada en azından bunları kontrôl altına almasını öğretir. Tutkuların peşinde tek bir adım atıldığı anda diğer adımlar da arkasından gelir ve artık biraz sonra insan tutkularının ardından koşmaya başlar. O yüzden “tutkulara yaklaşmak” bile çok risklidir. Bunun için meşrû olan isteklerle yetinmek şarttır.  

Tutkuyla elde edilen şeyler hemen elde edilmemelidir. Çünkü hemen elde edilirse mutluluktan çok mutsuzluk verebilir, zîrâ hemen ede edilen şey özlemlerin de hemen bitmesine neden olacağı için insanı mutsuz eder. Tutkular zamanla insanda tüm zevkleri ve istekleri blôke eder ve artık hiç-bir şey zevk vermemeye başlar. Böylece tutkularına kapılmış insan için cennet bile anlamsızlaşır:

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

Modernite insanları bir şeye hemen sâhip olunmaya zorlar ki zâten moderniteyi hayatta tutan ve onu Dünyâ’ya hâkim kılan şey de budur. İnsan ihtiyaç duyduğu yada sâhip olmak istediği şeyi hemen elde etmek ister. Bundan dolayı da istediği şeye karşı bir tutku duyar. Hâlbuki o ihtiyaç duyduğu şey için biraz sabretse, onu elde etmek için bir birikim yapsa ve o şeyi zamânı gelince alsa, o şeyin hem değerini bilecek hem de o şeye karşı tutku duymamış olacaktır. Çünkü hemen elde edince değeri de hemen azalıp bitiyor. Moda da böyledir. Moda bir tutkudur. Her sene modanın değişmesi aslında her sene yada her mevsim tutkuların değiştirilmesidir. Yeni çıkan bir modeli hemen almak istemek tutkunun bir sonucudur. Tutkular nedeniyle kapitâlizm şahlanırcasına artmaktadır. İnsanın elinde ihtiyâcını gören bir şey varken onun yenisini almak istiyor. Çünkü ona karşı bir tutku oluşturuluyor. Çünkü modernizm bir “sınırsızlık ve kışkırtılmışlık uygarlığıdır. Modernite bu sınırsızlık duygusunu, ürettiklerinin içine sızdırmıştır. Üretilen şeyler ihtiyaç değil de ihtiras-merkezli olduğu için, üretilen ürünler insanda bir tutku ortaya çıkarır. Böylece her-şey insana tutku vermeye başlar ve onu tutuklar. Oysa ihtiraslar “ihtiyaçlar” değildir.  

Meşrû ve gerçek ihtiyaç olmayan şeylere duyulan istek, tutkuyu ve şehveti arttırır ve bu şehvet insanı tutuklar ve esir eder. Züleyhâ’nın tutkusu onu prensesken köle yapmıştı. Bu nedenle esas mahkûm Yûsuf değil Züleyhâ’dır, esas özgür olan ise Yûsuf’tur. Züleyhâ ve diğer kadınlar tutkularından dolayı ellerini kestiler de farkına bile varamadılar. Çünkü tutkular insanların aklını başından alır, doğasını bozar. Tutku ve şehvet, insanı içten-içe kemiren bir canavardır.

Târih boyunca milyarlarca insan doğmuş, yaşamış ve ölmüştür. Bu insanların içinden ancak çok azı hayâtın gerçek amacını anlamaya çalışmış ve anlamıştır. Büyük bir kısmı ise kendilerini zamânın akışına bırakmış ve belli ihtiyaçlarını karşılamak, nefislerinin çeşitli istek ve tutkularını kovalamak dışında bir amaç gözetmeden ömürlerini tüketmişlerdir. Mü’minler ise tutkulardan uzak durup meşrû olmayan şeylere kapılmaktan uzak durmuşlardır:

“(Öyle) Adamlar ki, ne ticâret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten tutkuya kaptırıp alıkoymaz; onlar, kâlplerin ve gözlerin inkılâba uğrayacağı (dehşetten allak-bullak olacağı) günden korkarlar” (Nûr 37).

Dünyâ’da yaşanan tüm savaşlar, acılar, feryatlar, haksızlıklar, açlık, susuzluk, evsizlik, birilerinin tutkuları nedeniyledir. Birilerinin tutkuları ve aşırı istekleri, diğerlerinin zor ve kısıtlı bir hayat yaşamalarına neden olmaktadır. Hak yolunda olan savaşlar işte bu zulme bir “dur” demek ve insanları tutkularından âzâd edip ruhlarının esâretten kurtulması içindir.

İnsanların ihtiyaç duyduğu şeyler vardır. Temel ihtiyaçlar ve güzellik için ihtiyaç duyduğu şeyler vardır. Fakat nefisler kışkırtıldığında artık her-şeye ihtiyaç duymaya başlar. Mal ve mülk sevgisi ve hayâli ile kendinden geçer. Böylece tutkularının esîri hâline gelir. Kur’ân bu konuda bizi çeşitli âyetleriyle uyarmaktadır:

“Malı ‘bir yığma tutkusu ve hırsıyla’ seviyorsunuz” (Fecr 20).

“Mal, mülk ve servette çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendînizden geçirdi” (Tekâsür 1).

“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).

“Bilin ki, dünyâ hayâtı ancak bir oyun, (eğlence türünden) tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir çoğalma-tutkusudur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

Yaşama olan tutkunluk arttıkça gürültü de artar. Yaşamak “gürültü çıkartmaktır” çünkü. Tutkulu yaşamak ise büyük gürültülere neden olur.

Modern insanın en güçlü tutkularından biri de, “bolluk içinde yaşama” isteğidir. Fakat bunun için Dünyâ’nın yarısının darlık içinde yaşaması gerekecektir. Çünkü ihtiraslar sonsuz ve sınırsız olsa da (ihtiyaçlar sonsuz değildir) kaynaklar sınırlıdır. Çünkü Dünyâ sınırlıdır. 

Aşk zannedilen şey aslında tutkudur. Aşk insanın tutkularına esir olması demektir. Aşk sevginin değil tutkunun bir sonucudur. Sevgi-merkezli değil de aşk yâni tutku-merkezli olunca, o şeyi elde eder-etmez tutkular söner ve aşklar bitiverir. Böylece bir zamanlar büyük tutku ve aşk duyulan sevgililer bir zaman sonra şeytan gibi görülür ve bu sefer de ondan kurtulmak için tutku duyulmaya başlanır. Oysa sevgi-merkezli olan birliktelikler -bedeli ödendiği için- ömür-boyu sürer.

Şeytan hâkimiyetini tutkular ve tutkulara kapılanlar üzerinden sürdürmektedir. Modernite bir “tutku uygarlığı”dır. Tüm tutkular serbest bırakılmış ve ruhlar tutuklanmıştır. Çünkü ikisinin bir-arada olması mümkün değildir.

Maddeye, paraya, güce, şehvete olan tutku, modernite ile birlikte en zirvesine çıkmıştır. Aztekler Cortes’e, neden İspanyolların altına böylesine tutkun olduklarını sorduklarında Cortes şöyle cevap vermişti: “Çünkü ben ve arkadaşlarım ancak altınla giderilebilen bir kâlp hastalığından muzdaribiz”. İşte bu durum modern insan için de geçerlidir. Çünkü kâlpleri ancak parayla, güçle ve şehvetle tatmin olmaktadır. Yâni tutkularının esîri olmadıkça ve tutkularının peşinde koşmadıkça kâlpleri tatmin olmamaktadır. Mü’minlerin kâlbi ise ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur. Kâlbi Allah’ın zikrinden başkasıyla mutmain olmayanlar tutku sâhibi olmazlar ve dinden koparak hevâ ve hevesinin mahkûmu olmuş modern insanlar gibi tutkulara kapılıp gitmezler.

Tatmin edilen tutku, insanı mutluluktan çok mutsuzluğa götürür. İnsanı mutlu edecek şey, bâzen de istediği şeye erişememesindedir. Çünkü böylece mü’minler için her-şeyin emirlerine verileceği yer olan cennet anlam kazanır.

Modern telâkki, insanların arzularını ve tutkularının aşırı şekilde kışkırtınca, insan zindân üstüne zindanların içinde kalmaktadır. Ne yazık ki modern insan bu “şeffaf zindan”ları göremediğinden yada nefsini ve arzularını bolca tatmin imkânı bulabildiğinden dolayı bu zindanları görmek istememektedir. Zîrâ modern insan, zindanında mutludur(!).

Yasaların olmasının bir nedeni de insanın bitmez-tükenmez tutkuları yâni nefsidir. İnsan tutkularının peşinde haksızlıklar yapamasın yada yaparsa cezâlandırılsın diye yasalar yapılır. Yasaların olmasının bir nedeni de budur. Lâkin İslâmî olmayan yasalar zâten tutkuların kuşatmasında yapıldığından dolayı çok da işe yaramaz ve tutkuların zulmünü engelleyemez.

Modernite bir tutku uygarlığıdır. Tutkulu olmayınca modern dünyâda yarı-aç yaşarsınız. Zîrâ modern sistem tutkularına kapılmış olanlara yollar açar ve imkânlar sunar. Tutkularına yenilmeyenler ise bir tutku uygarlığı olan modernite içinde sınırlı yaşarlar ki zâten mü’minlerin sınırlı yaşamaları gerekmesinin bir nedeni de budur. Modernite tutkulu olmamaya ve olmayana ağır cezâlar keser. Bunun farkına varan modern insan, tutkulara kapılmakta yarış içine girer. Artık tutkularına en çok kapılanlar modernite içinde tutkularını en çok tatmin edebilecek seviyeye gelirler. Lâkin âhirette de bunlar cehenneme tutku duyacaklardır:

“Onlar, hidâyete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azâbı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar” (Bakara 175).  

Tutku “bencil tutku”dur. Bencillikle yan-yanadır. Bencil olmayanlar tutkulu ol(a)mazlar, tutkulu olanlar ise aynı-zamanda bencil olurlar.

Dünyâ’nın hâl-i pür melâli ve açlık, susuzluk, evsizlik, perişanlık ve feryât-figân, birilerinin tutkulara kapılmasının bir sonucudur. Bu nedenle İslâm tutkuları sınırlar ve hattâ yok eder. Onun yerine meşrû istekleri koyar.

Modern dünyâ, tutkuyu olmazsa-olmaz bir şart olarak kabûl eder fakat tutku, insanı Dünyâ’ya kilitler ve maddenin tutkunu yâni, kölesi ve kulu yapar.

Âhireti hesâba katmayan “tek dünyâlı”lar, mecbûren arzularını, ihtiraslarını, isteklerini ve tutkularını “din” yapmak zorunda kalacaklar, en uzun süre boyunca ve en yoğun bir şekilde tutkularını tatmin edip haz içinde yaşamayı isteyeceklerdir. Fakat mü’minler için bu tür bir yaşam, “Dünyâ’da oyun ve eğlenceye yâni arzulara ve tutkulara kapılmak, âhirette ise sonsuz bir azâba sürüklenmek” demektir.

Evet, mü’minler Dünyâ’da cenneti anlamsızlaştıracak şekilde yaşa(ya)mazlar. Zîrâ cennet, tüm nîmetlerin tutkuya kapılmadan sâhip olunacağı yerdir. Orası, tutkularına esir olmamış mü’minlerin ebedî nîmet yurdudur.   

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Kasım 2019


Devamını Oku »

27 Mart 2020 Cuma

Para, Silah ve Makam Sâhipliği Yada “Kânun-Üstü” Olmak




“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

“Sonra seni bu emirden bir şeriat (hukuk) üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına uyma!” (Câsiye 18).

Hukuk lûgatta: “Haklar. İnsanın cemiyet hayâtında riâyet etmesi lâzım gelen kâideler, esaslar, yâni; şer’i ve adlî hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kâideler. Şeriat kitaplarında yazılı olan haklar, kânunlar ve kâideler” anlamındadır.

İslâm’da hukuk, şeriattır. Bu şeriat ise Kur’ân ile belirlenmiş ve onun pratik uygulaması olan Sünnet ile örneklendirilmiştir. Kur’ân’daki şeriat, “Allah’ın şeriatı” yâni hukûkudur. Bu hukuk, beşerî olan hukuklara, daha doğrusu “kânunlara-kurallara karşı olan bir hukuk”tur. Hukuk, “hak”kın çoğuldur ki her türlü hakkı içerir ve haksızlıkları açığa çıkararak adâleti uygular.

İnsanlık târihi boyunca “Allah’ın hukûku” karşısına, kendisiyle şirk koşulan tanrıların kânunları konulmuştur ki bu kânunlar aslında putlar üzerinden, şeytanın uşaklığını yapan tâğutların, “önde gelenler”in ve kendilerini “özel” görenlerin kânunlarıdır. Mü’minlik târihi, “beşerî kânunlar karşısında, Allah’ın hukûkunu hâkim kılma” savaşıdır.

Kânunlar ikiye ayrılır: 1-Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın mutlak kânunları; 2-Bir-takım kaprisli insanların, çıkarları için uydurdukları değişken yasalar.

Beşerî kânunlar ve kurallar; küresel güçleri, sermâyedarları yâni tâğutları “halktan korumak için” hazırlanmış metinlerdir. Beşerî kânunlar, “ayrıcalıklı(!)” olanların, “ayrıcalıklarını korumak için” uydurduğu metinlerdir. Mecliste kânun çıkaranlar, “aleyhlerine olacak bir kânun” çıkarırlar mı?. Tabî ki de çıkarmazlar. O hâlde çıkarılan kânunlar, “kânunları çıkaranların lehlerine” olan kânunlardır. Gayri-İslâmî sistemlerde kânunları çıkaranlar kânunlardan üstündür. Prens prensipten üstündür.

Demokrasi, İslâmî-fıtrî kânunların iptâli; şeytânî-tâğûtî-nefsî arzuların ikâmesidir. Demokraside orman kânunları hâkimdir, her zaman “güçlüler” kazanır. Demokrasilerde çıkarılan kânunlar her zaman zenginlerin lehine, fakirlerin ise aleyhinedir. Oy kullanmak; “ben Allah’ın kânunlarını değil, beşerin, keyfine göre çıkardığı kânunları istiyorum” demektir. Beşerî sistemlere oy vermek, “kânunları Allah’tan değil de, bâtıl batı’dan almaya devâm etmek” demektir.

Tüm Dünyâ’da insanlar şunu çok iyi biliyor ve görüyor: Beşerî kânunlar en çok garibanlar olmak üzere, alt ve orta sınıftakiler ve biraz da yüksek sınıftakiler için yapılmıştır-yapılmaktadır. Başta para-babaları olan küresel sermâyedarlar, sonra silahı üreten ve ona sâhip olan güçler ve üst-makam sâhipleri bu kânunlara tâbi değildirler ve onlar insanlar tarafından çıkarılan beşerî kânunlardan muaftırlar. Zîrâ Dünyâ’daki lâik-seküler-dinsiz kânunları zâten onlar yapmışlardır. Bunlar zâten sopayı kendileri îmâl etmektedirler, o yüzden sopalan(a)mazlar. Kânunları yapanlar kânun tarafından cezâlandırıl(a)maz. Kânun oları sınırlar gibi gözükür ama sınırlayamaz ve sınırlamaz da. Cezâyı belirleyenler ve cezâyı kesenler cezâ görmezler. Kânunları belirleyenler gerektiğinde ve lâzım olduğunda “kânun hükmünde kararnâmeler” çıkarırlar ki bu kararnâmeler aslında “kânunun üstünde kararnâmeler”dir.

Tabi bu, beşerî kânunlar için geçerlidir. Allah’ın kânunları olan şeriatta ise Allah’tan gayrı herkes bu kânunlara tâbidir ve hiç kimsenin bir ayrıcalığı yoktur ve olamaz. Âlemlere rahmet olan Peygamberimiz bile bu kânunların üstünde değildir. İlâhi kânunların üstünde olan sâdece Allah’tır. O yüzden aslâ adâletsizlik olmaz ve birileri kayırılmaz. İslâm târihi, hiç kimsenin Allah’ın kânunları karşısında bir ayrıcalığının olmadığının örnekliği ile doludur. Tüm beşerî sistemlerin kânunlarında “boşluk” varken, bir tekAllah’ın kânunlarında “boşluk” yoktur.

Allah’ın kânunlarını hesâba katmayan yada takmayanlar, kendilerini kânunların üstünde görürler. Para, silah ve makâm sâhipleri kendilerini kânunların üstünde görürler. Üstelik bunu pişkinlikle söylerler de. Aristokrasiyi ve ayrıcalığı öven Aristo: “Üstün yetenekli kişiler için yasa yoktur, kendileri yasadır onların. Onlar için yasa yapmaya kalkışmak gülünç olur” der ve bâzı insanların kânun-üstü olma hakkı olduğunu söyleyerek absürd bir laf eder.

 

Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya 12 Eylül Darbesi bağlamında sorgulamaya çağırıldıklarında: “Biz kurucu iktidârız, sanık (suçlu olarak yargılanma) sıfatımız yoktur” demişlerdi. Yâni; “bizi hiç kimse yargılayamaz, yâni bize kânun sökmez, çünkü kânunları zâten biz çıkardık” demeye getirmişlerdi. Çünkü o zaman parayı, silahı ve makâmı onlar kontrôl etmişti. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın her ikisi de sanık olduğunda: “Bu mahkeme bizi yargılayamaz. Bizi târih yargılar” diyerek, hiç-bir soruya yanıt vermeyeceklerini belirtmişlerdi. “Biz anayasa ile kurulmuş Milli Güvenlik Kurulu (MGK) üyesiyiz. MGK ‘kurucu iktidar’dır. Anayasa ile hükme bağlanmış olan kurucu iktidarların tasarrufları suç konusu olamaz. Silah arkadaşlarım yetkisini anayasadan almaktadır, mahkemenin bizi yargılama yetkisi yoktur. 12 Eylül müdâhalesi Türk ve Dünyâ târihinde yerini almış büyük bir olaydır. Târihi olayları ancak târih yargılar. TSK, Türk milletine olan görevini yerine getirdi. O gün Türk milleti için en doğru olanı yaptık. Sanık sıfatımız yoktur, biz kurucu iktidârız. Bu çerçevede hiç-bir soruya yanıt vermeyiz” dediler.

 

Modernite; servet, silah ve makâm merkezli şeytânî bir düzendir. Küfrün, şirkin ve dolayısı ile zulmün bayraktarlığını yapan tâğutların, sistemlerini ayakta tuttukları üç ana etkendir. Moderniteyi kuranlar ve yürütenler, haksız kazançla elde ettikleri servetle, zulmettikleri silahla ve istedikleri kânunları çıkardıkları makamla Dünyâ’ya hâkim olmuşlardır ve yine bunlarla hâkimiyetlerini sürdürmektedirler. Bu üç şeyi meşrû yoldan değil, hırsızlıkla ve sömürgeyle elde etmişlerdir. Yâni bu üç etkenin kökeninde zulüm, sömürü ve hırsızlık vardır.

Allah’ın kânunları, beşerin nefsine uyana kadar yorumlanıp değiştirilirken, beşerin kânunlarının değiştirilmesi teklif bile edilemiyor. Şirk denen pislik budur işte. Değiştirilmesi teklif edilemeyecek ve hattâ düşünülemeyecek olan kânunlar, “Allah’ın kânunları”dır. Dünyâ’da, “değiştirilemez” zannedilen ne “beşerî kânunlar” çıkartıldı ve ne kânun koyanlar yaşadı ki, şu-anda esâmileri bile okunmuyor. İslâm’a göre, Allah’ın kânunlarına rağmen bir kânun, teklif bile edilemez. Kur’ân’da sürekli söylenen; “yalnızca Allah’a kulluk edin” sözü, “yalnızca Allah’ın kânunlarına uyun” demektir.

Allah’ın kânunları yerine beşerin çıkaracağı (sistem-içi) kânunlarla iyiliğe gidileceğini sanmak, derin bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır. Seküler-lâik ülkelerin kânunları “hukûki” değil, “siyâsî”dir.

Modern müslümanlar da artık Allah’ın kânunlarını takmaz ve önemsemez oldular. Allah’ın seçtiği (Peygamber) konuşunca şirk sayıyorlar, fakat insanın seçtikleri (meclis) konuşunca kânun olarak kabûl ediyorlar ve o kânunlara hiç-bir şart koşmadan uyuyorlar. Devletin “değiştirilmesi teklif dâhi edilemeyecek kânunları”na laf edemeyenler, Kur’ân’ın hükümlerinin, “modern zamâna uymuyor(!)” diye değiştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. İnsanlar seküler kânunların “suç” dediğinden korkuyorlar da, Allah’ın “günah” dediğinden korkmuyorlar.

Kur’ân okumak demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir. Peygamberimiz bu nedenle müşriklere hiç-bir tâviz vermeyerek meşhur; “bir elime Güneş’i, diğer elime Ay’ı verseniz dâvamdan vazgeçmem ve sizin kânunlarınıza ve önerilerinize uymam” sözünü söylemiştir.

Kimin kânunlarına göre hareket ediyorsanız, onun dînindensinizdir. Türkiye’de Allah’ın kânunlarına göre hareket etmek kânûnen yasak ve suçtur. (Anayasanın 24. maddesi). Fakat Atatürk’ün kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda Türkiye’de kimin dîni geçerlidir?.

Kur’ân’ın; etimolojik değerlendirilmesine, kelimelerinin-kavramlarının didiklenmesine, te’viline-yorumuna gerek olmayan ve “işlendiğinde affedilmeyecek tek günah” olan apaçık bildirisi şudur: “Allah’tan başkalarının hüküm (kânun-yasa) koyması şirktir”. Şirk; Allah’ın kânunları dururken, beşerin, keyfine ve çıkarına göre kânun yapmasıdır. Tevhid; “Allah’ın kânunlarının gökte hâkim olduğu gibi, yeryüzünde de hâkim olması” demektir. Bütün Dünyâ eksiksiz bir-araya gelip Allah’ın kânunlarına aykırı bir kânun ortaya koysa, o kânun yine de küfürdür, şirktir. O kânunu koyanlar da müşrik, kâfir, fâsık, câhil ve zâlimdir.

Beşerî kânunlar küfrü, şirki, adâletsizliği ve zulmü ortaya çıkarır ve zamanla arttırır. Üstelik nefisleri kışkırtır ve azdırır. Böylece nefsin kontrôlünde olan ahlâksız bir Dünyâ ortaya çıkar. Çünkü nefisler ancak, “İslâm’ın kânunları” ile dizginlenebilir. İslâm’ın kânunları yerine beşerî kânunlarla Dünyâ’nın bir “barış yurdu”na döneceğini beklemek, “boşuna bir bekleyiş”tir. Dünyâ’da hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik ancak, Allah’ın kânunları olan Kur’ân ile hükmedildiğinde gerçekleşir.

Ancak 2 maddeden oluşacak bir anayasa zulmü ber-tarâf edip adâleti-hukûku sağlayabilir: 1-Anayasa Kur’ân’dır. 2-Kur’ân’ın uygulaması Peygamber örnekliğine (Sünnet) göre olur.

“Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Zîrâ sen doğru yol üzeresin” (Zuhrûf 43).

İnanlık târihine Peygamberler ve bâzı hak-hakîkat yolunda olanların bulunduğu zamanlar hâriç her zaman, para, silah ve makâm sâhipleri kânunların üstünde olmuştur. Kânunlar onlara sökmez, onları alâkadar bile etmez. Çünkü bu kânunlar, onların keyfilerine ve çıkarlarına göre hazırladıkları ve istedikleri zaman istedikleri gibi değiştirdikleri metinlerdir. Bu kânunların onlar için bir bağlayıcılığı yoktur. İslâm’ın yâni Allah’ın kânunlarında ise, ne bir değişme ne de bir sapma olur. Zîrâ Allah’ın kânunları “sünnetullah” çerçevesinde işler ve bu kânunlar tam isâbetli ve hayâta, fıtrata, doğala uygun olan çok sağlam kânunlardır:

“(Bu,) Allah’ın öteden bêri sürüp giden sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın” (Fetih 23).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2019


Devamını Oku »

24 Mart 2020 Salı

Tasavvuf ve “Allah’ı Bilmek” Üzerine

 

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğu’ya da, batı’ya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).

 

Bu âyet, “Allah’ın ne ve nasıl olduğunu” anlatan bir âyet değildir. Açıkçası bu âyette akıl-üstü bir söylem vardır ki zâten bu âyet müteşâbih âyetlerin efendisidir. Bu nedenle bu âyetin te’vilini ancak ve ancak Allah bilebilir. Bu âyet üzerine ne söylenmişse yada söylenirse-söylensin, kısır bir yorum olmaktan öteye geçemeyecektir. Bu âyette Allah kendisinden bahsediyor ama insan aklı bunu idrâk edemiyor. Allah kendisini misâl ile tanıtıyor ama insan yine de anlayamıyor. Zîrâ Allah’ı anlatacak sözler insanın idrâk edebileceği türden değildir. İşte bu nedenle Allah bu âyette zımnen; “Ben’im ne ve nasıl olduğumu bilemezsiniz” mesajını veriyor. Zâten âyette Allah kendinin, “göklerin ve yerin nûru” olduğunu söylüyor ve o nûrun kendisinden değil, misâlinden bahsediyor. Yâni bu âyette Allah’ın zâtından ve mutlak varlığından bahsedilmiyor. “Göklerin ve yerin nûrudur” deniyor. Bilme(me)mizi istediği şey budur. Hattâ o nûrun bizzat ne olduğunu değil, o nûrun misâlini veriyor ve benzetme kullanıyor. Bunu yapmasının nedeni, Allah’ın mutlak varlığının yada zâtının bilinmesinin imkânsız olduğudur ve hattâ onu anlatmak için verilen misâllerin bile insan idrâkini ve aklını fersah-fersah aştığının göstergesidir. Zîrâ “nûr üstüne nûr” sözü insanın idrâk edebileceği bir söz değildir. O hâlde bileceğimiz şey şudur ki, Allah’ı ancak yine Kendisi bilebilir.

 

Allah bizden, “Kendisini bilmeyi” değil; yaratma sanatını, sünnetullahı ve bunlarla tam uyumlu olan ve peygamberlerine gönderdiği vahyi bilip idrâk etmemizi ve ona göre yaşamamızı isteyip emretmektedir. Fakat bunları yapmak bâzılarına zor geldiği için yada Allah’ın ve gaybın varlığına bir türlü iknâ olamayanların, Allah’ın emrettiklerini yapmak yerine Allah’ın zâtı ve mutlak varlığının ne olduğunu bilmek yoluna düşüyorlar. İşte bu şeytanın en büyük tuzağıdır. Şeytan insanı en olmadık kuruntulara düşürerek yoldan çıkarır:

 

“Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (velî) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır” (Nîsâ 119).

 

Tasavvufta ve bâtınîlikte (ikisi aynı şeydir), “Allah’a îman etmek”ten ziyâde, “O’nu bilmek” önemlidir. Tasavvufta Allah’ın ne ve nasıl olduğunu bilmek çok önemlidir. Zâten bâtınîlik ve tasavvuf bunun üzerine kuruludur. Çünkü tasavvufta îman edilecek bir varlık yoktur. Hattâ ileri seviyedekiler için, böyle bir îman şirk olur. Zîrâ îman edilecek bir varlık olunca, hem “îman eden” hem de “îman edilen” bir varlık olmuş olur ki, bu tasavvufa göre şirktir ve zâten tasavvufta şirk anlayışı budur. Bu nedenle de îman etmek yerine “bilmek” yoluna düşülür. Tasavvufçular Allah’ı bilmenin mümkün olmadığını bilmelerine ve içten-içe anlamalarına rağmen yine de bu yolun ardından gitmeye devâm ederler ve nihâyetinde ellerinde koca bir “hiç” kalır.

 

Tasavvufçular, Allah’ın ne-nasıl olduğunu bilemeyince, O’nun yarattıklarını Allah îlan etmek zorunda kalmışlar ve vahdet-i vücûd denilen sapık şirk düşüncesine sığınmışlardır. Böylece güyâ tevhide ulaşmışlar ve güyâ şirkten kurtularak Allah’ı bilmiş saymaktadırlar kendilerini. Tasavvufa göre şirk, “ikilik”tir. İkilik olduğu anda şirk olur derler. Hâlbuki Allah’ın varlığı ve kulun varlığı şirk oluşturmaz. Zîrâ varlıklarının mâhiyeti aynı değildir. Allah’ın varlığı “mutlak” iken, kulun ve yaratılmışların varlığı ise “mukayyet”tir. Yâni Allah’ın varlığına ve yaratmasına bağlıdır. Şirk, “Allah’ın varlığından başka mutlak bir varlığın olmaması” durumudur. Yoksa mukayyet yâni mutlak olmayan varlıkların bulunması şirke sebep olmaz. Tam-aksine, mukayyet varlıkların olması, ancak ve ancak Allah’ın Tek Yaratıcı olduğunu ve tek mutlak varlığın sâdece Allah olduğunu gösterir. Çünkü O’ndan başka her-şey fânidir ve yok olucudur:

 

“Ve Allah ile berâber başka bir ilaha tapma. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun yüzünden (zâtından) başka her-şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz” (Kasas 88).

 

Tasavvufçular bu âyete; “varlığın hakîkatlerinden başka her-şey yok olucudur” gibi bir anlam verirler. Yâni “varlığın posası gider ve hak tarafı kalır” derler. Oysa “varlığın bir dışı bir de içi ve hakîkati” diye bir şey yoktur. Varlık ne ise odur. Göründüğünden başkası değildir. Bâtınîliğin cehennemi işte buradadır: Varlığın hem bir “dış”ı hem de “iç”i olduğunu söylemek. Tabi buna göre varlığın “iç”i -hâşâ- Allah oluyor. Tasavvufçular kendi aralarında bu bâtıl düşüncenin sistematiğini kurmuşlar ve bahsedilen bu düşünceye ulaşmak için de “seyr-i sülûk” denilen bir efendi-sâlik ilişkisini şart koşmaktadırlar. Bâtınîliğin alâmet-i fârikası budur. Böylece eğitimini tamamlayanlar tevhide ulaşmış ve -hâşâ- Allah olduklarını idrâk etmiş ve böylece “Allah’ı bilmiş” olurlar. Hâlbuki kendilerini kandırmaktan başka yaptıkları bir şey yoktur.

 

Tasavvufçular, “ilme’l-yakîn”, “ayne’l-yakîn” ve “hakkâ’l-yakîn” süreciyle Allah’ın bilineceğini zannetmektedirler. Hâlbuki insanın “hakkâ’l-yakîn” bir bilmeye ulaşması imkânsızdır ve hakkâ’l-yakîn bilme, -adı üstünde- sâdece Hakka âittir. İnsan ise “ilme’l-yakîn” yâni bilmeyle ve “ayne’l-yakîn” yâni görmeyle bir şeyi bilebilir. Tabi Allah, insanlara hakkâ’l-yakîn bir bilgi gönderebilir. Kur’ân “hakkâ’l-yakîn” bir bilgidir. O hâlde insan hakkâ’l-yakîn bir bilgiyi ancak Allah’ın bildirdiği kadar bilebilir. Allah vahiy yâni hakkâ’l-yakîn bir bilgi göndermese insan hakkâ’l-yakîn bir bilgi edinemezdi.

 

Bir şeyi hakkâ’l-yakîn olarak bilebilmek sâdece Allah’a mahsustur. Çünkü insanların bir şeyi bilebilmek için mutlakâ -bilginin tanım ve mâhiyeti icabı- bilen-bilinen ayrımı yapmaları şarttır yâni ikilik ve ayrılık, fark ve mesâfe şart ki; bilginin doğuş nedenlerinden biri de budur. İnsan, başka bir şeye kıyasla ancak başka şeyi bilebilir. İlme’l-yakîn ve ayne’l-yakîn bilgiye bile kıyasla ulaşabilir. İnsanın kendini görmesi ve bilmesi bile, aynayla mümkün. İnsan, başka bir şey olmadan hiç-bir şeyi bilemez. Bir insanın bir şeyi hakkâ’l-yakîn bilebilmesi için o şeyin bizzat kendisi olması gerekir ki bu mümkün değildir. Tasavvufçular bir şeyi hakkâ’l-yakîn olarak bilmek için o şeyin bizzat kendisi olunması gerektiğini anlamış ve hissetmiş olacaklar ki, bu mümkün olmadığı için, Allah olma yoluna girmişlerdir. Fakat bu yol insanın girdiği en çıkmaz yoldur.

 

Yakîn: “Hakîkate nisbeti yüzde yüz ola şey”dir. Üç kısımdır: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakkâ’l-yakîn. İlki bilgiyle, ikincisi gözlemle, sonuncusu yaşayarak elde edilir. Fakat biz gaybî konuları yâni hakkâ’l-yakîni, (Allah’ın bildirdiğinden başka) Dünyâ’da yaşayarak bilemeyeceğimiz için, o âhirette gerçekleşecektir. Biz Dünyâ’da hakkâ’l-yakîni “Hak’kın bildirdiği kadar bilebilir ve yaşayabiliriz.

 

Kur’ân’da “yakîn” ile ilgili âyetler hep ölüm ve âhiret ile ilgilidir:

 

“Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” (Hicr 99).

 

“Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı” (Müddesir 47).

 

“Sonra onu, gerçekten yakîn gözüyle (Ayne’l-yakîn) görmüş olacaksınız” (Tekâsür 7).

 

İlme’l-yakîn ve ayne’l-yakîn Dünyâ’da da fark edilip görülebilir. Fakat bunlar bile aslında tam mânâsıyla âhiretle ilgilidir. Çünkü ne de olsa insan, ilmi ve görmeyi de Dünyâ’da tam mânâsıyla yapabilecek kudrette değildir. Bir yazıda hakkâ’l-yakîn hakkında şunlar söylenir:

 

“Hakkâ’l-yakîn Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde geçmektedir. Bunlardan birinde, başta Kur’ân olmak üzere İslâmî gerçekleri yalanlayıp haktan sapanların cehenneme atılacağı belirtilirken kullanılmakta ve ‘meydana gelmesi kesin olan bir hususun fiîlen gerçekleşmesi’ mânâsına gelmektedir (el-Vâkıa 56/95). Diğerinde ise Kur’ân’ı yalanlayanların âhirette büyük pişmanlık duyacakları ve dolayısıyla azâba mâruz kalacakları haber verilirken bunun yaşanacak bir gerçek olduğu vurgulanmaktadır (el-Hâkka 69/51). Hakkâ’l-yakīn tabirinin hadislerde mevcudiyeti tesbit edilememiştir”.

 

Hakkâ’l-yakîn bilgiye ancak âhirette ulaşılır ve hakkâ’l-yakîn bilgi âhirette görülüp bilinebilir ancak. Dünyâ’da ise vahiy ile verilen ve vahyin bildirdiği kadar olan bilgidir.

 

 “İnsan hakkâ’l-yakîn bir bilgi elde edemez” denildiğinde, tasavvuf ve bâtınîlik çöker ve yok olup gider. Çünkü bâtınîlik ve tasavvuf, insanın hakkâ’l-yakîn bir bilgiye ulaşabileceği ve ulaşması gerektiği” üzerine kurulmuştur. Tasavvufçular bâzı âyetleri aşırı yoruma boğarak ve tahrip ederek, insanın hakkâ’l-yakîn bir bilgiye ulaşabileceğini ispatladıklarını zannediyorlar. Zâten tasavvuf hep bunu yaparak kendine güyâ delil bulur. Hâlbuki ilgili âyetlerde apaçık bir şekilde hakkâ’l-yakîn bilginin sâdece Allah’a has olduğundan bahsedilir. Hz. Mûsâ ve Hızır kıssasında da insanın hakkâ’l-yakîn bir bilgiye ulaşmasının ve böyle bir bilgiye katlanabilmesinin imkânsızlığından bahsedilir. Hakkâ’l-yakîn tek bilginin vahiy olduğu gösterilir. Tabi tasavvufta insan -hâşâ- Allah kabûl edildiği için, zorunlu olarak hakkâ’l-yakîn bilgiye de ulaşılması gerekir. Seyr-i sülûkunu tamamlamış olanlar artık güyâ hakkâ’l-yakîn bir bilgiyle -hâşâ ve sümme hâşâ- Allah olarak konuşmaktadırlar. Zîrâ hakkâ’l-yakîn bir bilgiyle Allah’ta yok olmuşlardır. Hâlbuki zırvalığın varyasyonlarından başka bir şeyden bahsetmemektedirler ve yapmamaktadırlar.  

 

“Allah’ı bilmek” demek “O’nu sınırlandırmak” anlamına gelir. Zîrâ insan sınırlandıramadığı şeyi, bilemez de göremez de. Hattâ insan, sınırlandırdığı bir şeyi bile tüm boyutları yâni üç boyutlu olarak bilip göremez. Bir tarafını görse diğer tarafı arkada ver karanlıkta kalır. İnsan bir şeyi aynı-anda tüm boyutlarıyla göremez. Bilmek de bir sınırlandırmadır. İnsan sınırlandır(a)madığı şeyi bilemez. Allah ise sınırlandırılabilecek bir varlık değildir. Bu nedenle de bilinmesi ve görülmesi söz-konusu değildir.

 

Allah’ın zâhir ve bâtın oluşu, “Allah yarattığı eserler ile zâhir” iken, “zâtının mâhiyetinin bilinemezliği ile bâtındır” demektir. Yoksa Allah’ın bir zâhir bir de bâtın bir varlığı ve yönü yoktur. Allah’ın zâhir yönü -hâşâ- “tüm varlık” değildir. Allah’ın zâtı ise, varlığın bâtını değildir. Allah yaratma sanatıyla, sünnetullahıyla, kânunlarıyla ve vahiylerle zâhirdir. Yoksa zâtıyla -en azından bizim anladığımız anlamda- zâhir değildir. Tasavvufçular Allah’ın zâhir olmasını “her-şeyin Allah olması” olarak yorumlamaktadırlar. Hâlbuki bu “sınırsız bir şirk”ten başka bir şey değildir.

 

“Bâtınî bilgi” diye bir bilgi de yoktur. Varsa da bunu sâdece Allah bilebilir. Vahiy “bâtınî” yada hakkâ’l-yakîn bir bilgi ise -ki öyledir-, bunu sâdece Allah bildirebilir. Müteşâbih âyetlerin te’vilini sâdece Allah’ın bilmesi bu nedenledir. Zîrâ insanın müteşâbih bilgiyi anlamlandırması imkânsızdır. Çünkü insanın formatı buna müsâit değildir.  İlim-sâhipleri ise ancak bunu tasdik ederler. Yâni, ilim-sâhipleri ancak, hakkâ’l-yakîn bilginin, tasavvufçuların bâtınî dedikleri mutlak bilginin sâdece Allah’a has olduğunu söyleyip tasdik ederler. Başka da bir şeye güçleri yoktur.

 

Ve şüphesiz o, kesin bir gerçektir”. (Ve-innehu lehakkû-l yakîn)” (Hâkka 51).

 

Kurân hakkâl yakîn oladır. Bu yüzden gerçek mânâsını ancak Allah bilir. Çünkü müslümanlar 1.400 yıldır okuyup-araştırıp-yazıp durmalarına rağmen hâlen müteşâbih âyetlerin mânâsını hakkıyla idrâk edebilmiş değildirler.

 

Kur’ân’ın bir zâhiri bir de bâtınî anlamı yoktur. Kur’ân -Allah’ın bildirdiği kadarıyla- ilme’l-yakîn olarak bilinir ve ayne’l-yakîn olarak pratiğe yâni amel-eyleme dökülür. Ama hakkâ’l-yakîn bir bilme olmaz. Kur’ân zâten “Hakkâ’l-yakîn Olan”ın gönderdiğidir.

 

Allah’ı bilmek için ne akıl yeter, ne sezgi yeter ne de başka bir şey. Zîrâ Allah bilinemez, bilmenin konusu da değildir. Zâten “bilen bilinenden üstün olacağı” için, Allah’ı bilen -hâşâ- Allah’tan üstün olmuş olur. Allah’ı bilmek, “O’ndan daha üstün hâle gelmek” yada en azından, “O’nunla aynı yüceliğe ulaşmak” anlamına gelir. Zîrâ O’nun bilebileceği her-şeyi insanın da bilmesi durumu söz-konusu olur. Tabi böyle bir şey imkânsız ötesidir. O hâlde ne olmalıdır?. Olacak olan şey, “Allah’a îman etmek”tir. Allah’a ancak îman edilebilir. Zâten Kur’ân da, üstün mü’minlerin, “bilenler ve sâlih amel işleyenler” değil, “îman edenler ve sâlih amel işleyenler” olduğunu söyler. Çünkü sâlih amel işlemek için Allah’ı bilmek değil, O’na iman etmek şarttır:

 

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

 

Allah’ın bilinecek olan yönü “zâtı ve mutlak varlığı” değil, “yaratma sanatı” ve varlığa koyduğu “sünnetullah denilen kânunları”dır. Bunları da “hakkıyla bilmeye” insan aklı yetersiz kalır. O hâlde insan, Allah’ın sanatı ve sünnetullahı hakkında ancak, Allah’ın bildirdiği ve aklının çapı kadarını bilebilir. Fakat îman da bilmeye yada idrâk etmeye çok farklı bir katkı yapar. O hâlde îman ne kadar artarsa idrâk da o kadar artacaktır.  Bu da, Allah’ı hesâba katmadan doğru bir bilgiye ulaşmanın imkânsızlığı yada yetersizliği demektir.

 

Biz bırakın “Allah’ı bilme”yi, gaybın konuları olan melek, âhiret, vahiy vs. gibi konuları bile idrâk edemiyoruz. Kaldı ki onları Yaratan’ı bilip idrâk edebilelim. İnsanın  varacağı en son idrâk, îmânın kazandırmış olduğu ferâsetle yapılan tefekkür ve idrâktir.

 

“Bilmek için bilmek” gerçek bir bilme değildir. Gerçek bilme, “eylem hâlindeyken” olur.

 

Tasavvufun “nefsini bilen rabbini bilir” sözü ve râsyonellerin, “evreni bilen Allah’ı bilir” gibi sözleri boştur. İnsanın kendini bilmesi, bilmek ile değil, “kendini tutmasıyla” olur. “Kendini bilmek”, “kendini tutmak” demektir. Kendini tutan “Allah’ı bilmiş” olmaz, “O’nun yoluna girmiş ve yolda istikâmet tutturmuş” olur.

 

 Varlığı bilme yolunda olmak iyidir tabî ki ama bunları bilmek demek “Allah’ı bilmek” demek değildir. Zâten “Allah’ı bilmek” diye bir şey yoktur. “O’na hakkıyla kulluk etmek” vardır ki bu da “Allah’ın vahiyle bildirdiği kadarını bilmek” ve vahyin emrettiklerini “güzel örnekliğimiz” olan “Peygamberimiz’i örnek olarak yapmak”la olur. Tasavvuf ve bâtınîlik, varlığı bilince Allah’ın da bilineceğini zannetmektedir. Allah’ı bilmek düşüncesi, panteizm yada vahdet-i vücût teorisine göre “Allah’tan başka bir varlık yoktur” yada “varlığın tümü aslında Allah’tır” sapık ve şirk düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Her-şey -hâşâ- Allah olunca, “neyi bilirsen bil Allah’ı bilmiş olursun” düşüncesine gelinir. Oysa kâinatta yada varlığın hiç-bir noktasında Allah mutlak varlığı yada zâtıyla yoktur. Kâinatta yada varlıkta Allah, yaratma sanatı yada sünnetullahıyla vardır.

 

Allah bizi, idrâk etmemiz gereken kadar bir hakîkat ile sorumlu tutar. Zâten ötesine gücümüz yetmez. Bu hakîkate ise ancak vahiy ile ulaşılabilir ve vahiyle idrâk edilebilir. O hâlde hakîkat ancak Allah’ın bildirdiği kadardır. Tabi hakîkati bilmek demek onu “sâdece bilmek” demek değildir, hakîkati idrâk ettikten sonra onu dile getirip haykırmak ve onunla amel etmek de önemlidir ki hakîkat ancak o zaman kâlplere yerleşir ve tezâhür eder.

 

İslâm demek, “sınır” demektir. Bu, “haddini bilmek” sözüyle ifâdesini bulur. Haddinizi ne kadar bilirseniz, hakîkati de o kadar idrâk etmiş olursunuz. Tasavvuf ise, bilmek için kendini aşmayı ve -hâşâ- Allah olmayı şart koşar. Aksi-hâlde ne bir şey bilinmiş ne de şirkten kurtulunmuş olur. Tasavvufa göre Allah ol(a)mayanlar şirkten kurtulamazlar. Zîrâ her-şeyin Allah olduğunu bilmek bile bir yerden sonra yeterli değildir ve her-şeyin Allah olduğunu tam anlamıyla idrâk etmek için Allah olmak gerekir. Tabi bu, mümkün olacak bir şey değildir ve ancak bâtınîliğin ve tasavvufun zırvalıklarından biridir.

 

Allah’ı akılla bildiğini yada Allah’ın akılla bilinebileceğini zannedenler, O’na îman edemezler. Allah “akledilebilecek olan” değil, “îman edilecek olan”dır. Allah’ı bilmek, O’nun ne ve nasıl olduğunu bilmek”le olabilir. Bu imkânsızdır. O’nu bilince aslında O’nun bildikleri de bilinmiş olunacağı için, Allah’ı bilmek -hâşâ- “Allah olmak” anlamına gelir. Tasavvufun “imkânsız amacı” budur.

 

“Allah’ı yada İslâm’ı bilmek” demek onun “dâvâsını anlamak” demektir. O dâvâ üzere olmak demektir. Göklerde nasıl ki tek hâkim Allah ise, yeryüzünde de tek hâkim olanın Allah olduğunu bilmek ve bunu tüm Dünyâ’ya hâkim kılmak demektir. Zâten tevhid budur. Yoksa tevhid, tasavvufun zannettiği gibi “her-şeyi Allah olarak kabûl etmek” demek değildir. Dâvâyı bilmek ve idrâk etmek için ise, Kur’ân’ı ve Sünnet’i iyi bilmek gerekir ki bu da en kemâl şekilde amel-eylem hâlinde bir biliş ile olur. Kur’ân’ı bilmek yetmez, “Kur’ân’ı hakkıyla bilmek” gerekir ki bu, amel-eylem hâlinde iken olur ancak. Okuma-araştırma ile bir şeyin ne olduğu “tam anlamıyla” bilinemez. Tam anlamıyla bilinebilmesi için o şeyi “yaşamak” gerekir. Bilmek, yaşamaktır. “Bilmek”ten ziyâde “yapmak” önemlidir çünkü. 

 

“Mûsâ tâyin edilen sürede gelince ve Rabbi O’nunla konuşunca: ‘Rabbim, bana göster, Seni göreyim’ dedi. (Allah:) ‘Beni aslâ göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin’. Rabbi dağa tecelli edince, onu param-parça etti. Mûsâ bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: ‘Sen yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben îman edenlerin ilkiyim’ dedi” (A’raf 143).

 

“Gözler O’nu idrâk edemez; O ise bütün gözleri idrâk eder. O, latif olandır, haberdar olandır” (En-âm 103).

 

Demek ki, Allah görülemez, görülemeyeceği için de bilinemez. O’na ancak îman edilir ve geriye Hz. Mûsâ gibi: “Sen yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben îman edenlerin ilkiyim” demek kalır. Hz. Ali de: “Ben O’nu bilememekle bildim” der. Allah’ı bilip idrâk etmek, O’nu bilip idrâk etmekten âciz olduğumuzu bilip idrâk etmekle olur.

 

İnsan bildiği şeyden pek de korkmaz, bilmediği şeyden ise çok korkar. İşte bu nedenle Allah korkusunun nedeni, O’nun bilinemeyeceğinden dolayıdır?. Tasavvufçular ise güyâ Allah’ı bildiklerini ve O’na ulaştıklarını zannettikleri ve varsaydıkları için ukalâca tavırlar göstermektedirler. Her-şeyi bilmek yada bildiğini zannetmek kişiyi ahlâken gevşetir. Tasavvuf, her-şeyi bildiğini yada bilinebileceğini zannetmekle ahlâken gevşemiştir. Tasavvufa göre her-şey yada herkes -hâşâ- Allah olunca, ahlâka pek de gerek kalmıyor. İyi ile kötü, güzel ile çirkin, küfür ile tevhid, ahlâk ile ahlâksızlık ve adâlet ile zulüm arasında fark kalmıyor.

 

Gazali, Allah’ın son ve mutlak mâhiyeti hakkında bilinemezciliği (agnostisizm) kabûl ederek, O’nun ancak insanla ilişkisi ve kendisini ona açması (vahyetmesi) ölçüsünde bilinebileceğini belirtmiştir.

 

Her-şeyi bilmek, (gnostizm-mârifet) “Allah gibi bilmek” anlamına gelir. Her-şeyi bilebilecek olan sâdece Allah olduğu için, insan her-şeyi bilemez ki en çok da gaybı ve Allah’ı bilemez. Üstelik bilen “özne”, bilinen ise “nesne” olur. Allah’ı bilmek -hâşâ- “O’nu nesneleştirmek” anlamına gelir ki tasavvufun Allah’ı bilme ameliyesi, O’nu insana benzeterek yada insanı Allahlaştırarak yapılmak istenmektedir. Tasavvufa göre insan ne kadar Allahlaşırsa, O’nu o kadar iyi bilecektir. Tasavvufçular, “Allah’ın birliği”ni idrâk edemeyince, “Allah ile bir olma” düşüncesini ortaya atmıştır. “Allah ile bir olunca O’nu bilmiş oluyorsun” derler. Çünkü “Allah’ı ancak yine Allah’ın kendisi bilebilir”. Allah ile bir olmak, “Allah olmak” demek oluyor. Allah’ı akılla bilemeyeceklerini anlayan tasavvufçular, aklı inkâr ettiler ve yerine “sezgi”yi koydular. Böylece sezerek -güyâ- her-şeyi bilmeye başladılar(!).

 

Tasavvuf yanılgı kabûl etmez. Çünkü -güyâ- bilgi kendilerine aracısız şekilde, aynen vahiy gibi direkt olarak Allah’tan tecelli eder. Direkt olarak Allah’tan alınan bilgide bir yanılgı olmaz derler. Bir yazıda bu bağlamda şunlar söylenir:

 

“Mutasavvıflar da şimdiye değin tanımlamaya çalışılan bilgi-türü olan kazanılmış (kesbî) bilgiye karşılık, ledünnî bilgiyi (bâtınî/tasavufî sezgiyi) öne çıkarmışlardır. Onlara göre ledünnî/tasavufî bilgi: ‘Kalbin Allah’ın nûruyla aydınlanmasıdır ve bu bilgi sufinin kazancı değil, Allah’ın lütfudur. Buna göre, tasavufî bilgide yanılma yoktur!. Bilgi doğrudan ilâhi kaynaktan alındığı için (hattâ ilâhi bilginin kendisi olduğu için) doğruluğu kesinlik ifâde etmektedir. Bu konuda kategorik olarak bilginin en üst değeri olan hakkâl-yakîn ögesini kendi anlayışlarına göre çarpıtan tasavvufa göre Hakkâl-yakîn bilgi: ‘Kulun Allah’ta fâni olması ve O’nunla yalnız ilmen değil, hem ilim, hem müşâhede, hem de hâl îtibâriyle bekâ (ebedîlik, sonu olmama) bulmasıdır. İç müşâhede yoluyla elde edilen apaçık bilgidir.

 

Tasavvufçular, mârifet (gnosis) nazariyesi yâni rûhânî tecrübeye dayanan bilgiyle Allah’ın bilinebileceğini söylerler. Sezgilerle -güyâ- kendilerine gelen tecellilerle Allah’ı bilebilmektedirler. Tabi bunun nasıl olduğunun mantıklı açıklamasını hiç-bir zaman yapamadıkları ve yapamayacakları için -ki tasavvuf sürekli olarak Allah’ın niteliği hakkında konuşmasına rağmen- bir arpa-boyu yol bile alamamışlardır. Akla-mantığa uygun bir açıklama ve bir târif ortaya koyamamışlardır. Zâten böyle bir şey imkânsızdır. Tasavvufçular bu konuda delil olarak ancak kendi iddiâlarını gösterebilirler. Fakat kişinin kendi iddiâsının delil olması söz-konusu bile değildir. Mârifet nazariyesine bağlı olan tasavvufçular, yanılmaktan kesin olarak uzak ve mâhiyeti îtibâriyle de zihnî bilgiden tam anlamıyla farklı olan ve ıslaha gerek göstermeyen bir bilme-tarzına sâhip olduklarını öne sürerler. O yüzden de bilmenin ne olduğu ile ilgili bir açıklama yapmazlar. Taftazani bu konuda şöyle der: “Tasavvufî sezgi, sâdece onu yaşayanlar için geçerlidir, başkaları için değil”. İyi de, bana ne o zaman sizin bilmenizden!. Gidin, şeytanı da aranıza alarak kendi-kendinize boş-boş konuşun durun. Ne diye “en üstün bilgi tasavvufun bilgisidir” deyip duruyorsunuz ki?. Açıklanamayan bilgi “bilgi” bile değildir.

 

“Allah hakkında değil, Allah’ın yaratıkları üzerinde düşünün” şeklinde bir hadis vardır. Zîrâ insanın aklını Allah üzerinde kullanması hem imkânsız, hem de günahkâr bir eylem şeklidir.

 

Tasavvuf felsefesi, Kur’ân’dan çıkarılmış bir felsefe değil, Kur’ân’a giydirilmeye çalışılan bir felsefedir. Çünkü tasavvufun çıkış-noktası, “İslâm” demek olan Kur’ân ve Sünnet değildir. Tasavvufçular, Kur’ân’ın kadrini bilememişlerdir. Tasavvufî bilgi faaliyetiyle ancak köksüz ve bâtıl bâzı bilgiler oraya çıkar ve o bilgiyle Allah’ı bilme yoluna girerler. Tasavvufun ulûhiyet anlayışı vahiy-merkezli olarak özgün değildir ve tamâmıyla eklektiktir.

 

Tasavvufçular, vahiy-merkezli olmadıklarından dolayı Kur’ânî bütünlüğü göremedikleri için, Allah hakkında ancak zan ürettiler ve sapık bir sonuca varırlar. Kur’ân insanlara “Allah’ın hâlis kulları olun” (Âl-i İmran 79) derken, tasavvuf ise “Allah olun” der. Allah’ın böylece bilinebileceğini zanneder. Hâlbuki bu söylem, Allah’tan uzaklaşmış olmanın bir göstergesi ve cezâsından başka bir şey değildir.

 

“O’nun benzeri gibi olan hiç-bir şey yoktur” (Şûrâ 11) ve “O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır” (İhlâs 3) gibi âyetlere rağmen hâlen “Allah’ı bilmek” konusunu işliyorlar ve Allah’ı bilebileceklerini ve bildiklerinde de -hâşâ- Allah olacaklarını zannediyorlar. Zîrâ “Allah’ı ancak yine Allah’ın kendisi bilebilir” demektedirler. Zâten “nefsini bilen rabbini bilir” sözü bu anlamı verir.

 

İnsanın görevi, Allah’ın zâtını ve mutlak varlığını bilmek değildir ve zâten bunu yapabilmesi söz-konusu bile değildir. Bu konuda bir şeyler bildiğini zanneden tasavvufçuların bildiği şeyler, şeytanın kendilerine fısıldadıklarıdır. Şeytanın vahyini “tecelli” adı altında bâtınî ve hakkâ’l-yakîn bilgi zannetmektedirler.

 

Tasavvufçulara, çok sevdikleri Kehf Sûresi’nden bir âyet hatırlatalım:

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyâmet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. İşte, inkâr etmeleri, âyetlerimi ve elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezâsı cehennemdir” (Kehf 103-106).

 

Bu konuda agnostik (bilinemezcilik) düşünceye sâhibiz. Zîrâ gayb, “bilinebilecek” bir konu değildir. Gayb, bilmeyle değil, îmanla-inanmayla ilgili bir alandır. Bu nedenle Gnostisizm’in (bilinircilik) yanlış olduğunu söylüyoruz  Çünkü îman ile gnostisizm ve agnostisizm bir-arada bulunamaz.

 

Bir şeyin “ne olmadığını” söylemek, “ne olduğu”nu tanımlamaktan daha kolaydır. Allah hakkında, O’nun ne olduğunu araştırmakla değil, ne olmadığını fark etmekle bir idrâke ulaşabiliriz.

 

Biz Allah’ın “ne olduğunu” değil “ne olmadığını” bilebiliriz, “ne olmadığını” bildikçe de, hiç-bir şeyin O olmadığını ve O’na benzemediğini, böylece O’nun bilen(e)meyeceğini idrâk ederiz. Bu bağlamda Sokrates, Tanrı için şunu söyler: “O ne olduğunu bilmediğim, ne olmadığını bildiğimdir”.

 

Yunan düşüncesinde Tanrı, kelimenin tam anlamıyla “yaratıcı” değildir. Zâten Deizm’in yaygınlaşması da bu nedenledir. Tanrı “yaratıcı” olmayınca, O’na duâ ve ibâdet ve kendisine adanmak çok da mantıklı değildir. İşte felsefe olarak Yunan düşüncesi ve Plotinosçuluk’la buluşan tasavvuf da, “O’na adanıp hakkıyla kul olmak” yerine, Allah’ı bilmeye ve bulmaya yönelmiştir. O’nu bulmak ve bilmek ise, “kendini bilmek” ve “doğayı bilmek”le olur düşüncesi vardır. Çünkü tasavvufa göre her-şey, vahdet-i vücûd düşüncesi bağlamında ve “lâ mevcûde illallah”, “Allah’tan başka mevcut-varlık yoktur” inanışına göre birdir ve her-şey -hâşâ- Allah’tır. Seyr-i sülûk ile ulaşılmak istenen yer de burasıdır. Sonuçta “insan, kendisinin ve her-şeyin zâten Allah olduğunu bildiğinde ve gördüğünde, Allah’ı da bilmiş olacaktır” derler.  

 

Aslında Allah’ın bilinemeyeceğini anlayan tasavvufçular, bunu, kendi ana-teorilerinin (Allah’tan başka fâil ve mevcut yoktur) yıkılacağı korkusundan dolayı kabûl etmek istemeyince, “Allah’ı zorla bilmeye” çalışmakta ve bu uğurda şirke ve küfre dönüşen tutarsız ve sapık fikirler ortaya atmaktadırlar.

 

Peki, insanın bilmesi ve yerine getirmesi gereken en doğru şey nedir?. Allah’ın insana emrettiği şey şudur:

 

“Ey îman edenler!, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte büyük mutluluk ve kurtuluş budur” (Saff 10-12).

 

Kurtuluş, tasavvufçuların zannettiği gibi “Allah’ı bilmek” ile olmaz. Zâten bu imkânsızdır. İnsan “Allah’ı bilme”nin ne olduğunu bile bilemez. Şeytan bu yolda olanları derin bir gaflete sokmuştur. Onları hayatları boyunca “Allah’ı bilmek” yoluna sokmuştur ama bir arpa-boyu yol bile alamamışlardır-alamazlar. Şu da var ki Allah’ı bilmeyi istemek, nefsin tatmin bulmak istemesi nedeniyledir. Fakat kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulur. Nefs bir türlü Allah’ın istediği ve emrettiği bir hayâtı yaşamak istemediği ve İslâm’ın sorumluluklarını ve zorluklarını göze alamadığı için şüphe içinde “Allah’ı bilmek” yolunda gider. Böylece şeytan insanları “Allah ile aldatmaya” devâm eder durur:

 

“Ey insanlar!, hiç şüphesiz Allah’ın vâadi haktır; öyleyse dünyâ hayâtı sizi aldatmasın ve ‘aldatıcı’ (şeytan) da, sizi Allah ile aldatmasın” (Fâtır 5).

 

“İnsan aşkın Tanrı’yı ve aşkın Birliği bilebilir, çünkü insan ‘tanrı sûretinde’ yaratılmıştır. Burada doğal bir sınır vardır; insan ‘insan olarak’ hakîkati kavrayamaz” derler. O yüzden Allah’ı bilebilmek için -hâşâ- insanlıktan ilahlığa adım atılmış olması gerekir ki “seyr-i sülûk” ile amaçlanan şey budur.

 

Tasavvufta en yüce amaç “Allah’a hakkıyla kul olmak” değildir. Hattâ bu şirktir. Çünkü böyle olunca ortaya bir “Allah” ve bir de “kul” çıkacaktır ve ikilik olacaktır. Bu nedenle tasavvufta en yüce amaç “Allah olmak”tır. Bu bağlamda çok anlatılan bir zırvalık vardır: “Süryanos, Mevlâna’nın öğrencilerinden biridir. Bir-gün ulu-orta konuşmaları yüzünden yakalayıp Kadı’nın huzûruna çıkarırlar. Kadı sorar: ‘Sen Mevlâna’ya Tanrı diyormuşsun, doğru mu?’. Süryanos, açık sözlülükle: ‘Yalan!’ der, ‘ben Mevlâna’ya Tanrı demedim, Tanrı’yı yaratandır’ dedim. Tanrı benim!; ama bunu yıllardır bilmiyordum, bana Tanrı olduğumu Mevlâna öğretti’. Süryanos’u çıldırmış sanarak serbest bırakırlar. O da gidip olan-biteni Mevlâna’ya anlatır. Mevlâna: ‘Kadı’ya deseydin ki’ der, yazıklar olsun sana, eğer sen de Tanrı olamadıysan!”.

 

Allah’ın bilinemeyeceğini anlayanlar, “ben kulumun zannı üzereyim” diye uydurma bir söz-hadis uydurmuşlardır. Böylece herkes kendi tanrı-şeklini ve imajını tasavvur etmiştir.

 

“Âdemlikten yâni insanlıktan çıkmadan sırlara eremezsiniz” derler. O sır ise “insanın Allah olduğu”dur. “Allah olmak için insanlıktan çıkmak” gerektiğini söylerler. Oysa insanın yaratılış amacı “Allah olmak” değil, Allah’a “hakkıyla kul olabilmek”tir ki bu da ancak “insan kalınarak” olabilir.

 

“Kâinât ezelîdir-ebedîdir” düşüncesiyle kâinâtı ilahlaştırarak ve “kâinât Allah’tır” (Vahdet-i Vücûd) diyerek Allah’ın bilinmiş olacağını söylüyorlar. “Allah’ı bilmek demek, kâinâtın tümden Allah olduğunu bilmek demektir” diyerek panteizmi ve panenteizmi güncelleştirirler. Bu durumda yaratılan her-şey ilahtır ve insan da bunu idrâk eden “zât”tır. Oysa insana ancak “kul” olmak yaraşır. Bu bağlamda Aliya İzzetbegoviç: “İnsan olmak ve insan kalmak, Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuzdur” der.

 

“Allah, dıştan değil, içten bilinebilir, çünkü Allah: ‘Ben size şah-damarınızdan daha yakınım’ der” derler. Fakat “Ben size şah-damarınızdan daha yakınım” demek, “hadi Ben’i bilin” demek değildir. Allah’ın bize şah-damarımızdan daha yakın olması, O’nun “zâtıyla yakın olması”yla değil, “yaratma özelliği (hâllâk) ile yakın olması”yla alâkalıdır. Zâten Allah sâdece insanda değil, kâinatta bile “zâtıyla” yoktur ve yaratıcılığı, sanatı ve sünnetullahı ile vardır. Çünkü kâinât yok-olucudur, Allah ise bâkîdir. Allah “yok olucu” olmadığından dolayı, yok olucu bir şeyde yada yok olucu bir yerde bulunamaz. Zîrâ yok olucu olan şey yok olduğunda -hâşâ- Allah da yok olmuş olur. O hâlde O’nu insana yada kâinâta bakarak bilmek mümkün değildir. 

 

Yine; “Allah’ın akıl ile değil de metafizik sezgi ile bilinmesinden” bahsederler. Fakat sezginin sezdiği, sezgiden başkası değildir ki bunun için bir çaba harcamaya çok da gerek yoktur. Herkeste sezgi doğuştan vardır. Allah aklî ve sezgisel bir şey olmadığı için O’nun akıl yada sezgiyle bilinmesi de mümkün değildir. Çünkü Allah’ın bilinmesi mümkün değildir. O’na îman edilir ve îmâna uygun amel ve eylemde bulunulduğunda Allah kulundan râzı olur ki zâten insanın amacı “Allah’ı bilmek” değil, O’na hakkıyla kulluk yaparak O’nun rızâsını kazanmaktır.

 

“İnsan Allah’tır yada (teo-morfik) ‘Allah biçimli’dir veyâ ‘Allah’tan dönme’dir” denir. “İnsan işte bunu tekrar bilince yâni Allah olduğunu seyr-i sülûk ile tekrar idrâk edince, dolayısıyla kendini-nefsini bilince Allah’ı da bilmiş olacaktır” derler. Oysa bu düşünce Evrim Teorisi’nde dile getirilen “insan hayvandır” sözünün zıddından başka bir şey değildir. Belki de Evrim Teorisi ilhâmını buradan almış ve işi tersine çevirmiştir.

 

Bir yazıda şunlar söylenir: “Bir şeyi tanımlamak demek ‘o şeye bir sınır çekmek’ demektir. Özellikle rasyonel düşünce söz-konusu olduğunda, ifâdeler ne derece sınırlandırılıp biçim kazandırılırsa, söz-konusu şey o derece iyi tanımlanmış kabûl edilir. Öte-yandan doğası gereği herhangi bir sınır kabûl etmeyen Mutlak ve Sonsuz olan, rasyonel olarak kavranamaz. Çünkü Mutlak ve Sonsuz olan sınırlandırıldıkça mâhiyeti ve özü anlaşılmaz hâle gelir”.

 

İnsanın Allah ile ilişkisi özne-özne ilişkisi olamaz, Allah-kul ilişkisi olabilir ancak. Kul, Allahı bilmekle değil, O’na îman etmekle mükelleftir. Çünkü kul-Allah ilişkisinde Allah kulunu çok iyi bilirken, kul ise Allah’ı, ancak Onun bildirdiği kadar bilebilir.

 

Ateistler de sürekli olarak Allah’ın bilin(e)memesini söz-konusu ediyorlar. Allah’ı inkâr etmelerinin nedeni, O’nun görülememesinde ve bilinememesinde görüyorlar. Hâlbuki Allah, bilinebilecek olan değil, îman edilecek olandır. 

 

Peki kesin ve mutlak anlamda bilinemeyecek olan bir şeyi yada varlığı inkâr etmek mi, yoksa o şeye îman etmek mi daha mantıklıdır?.

 

Ey insan!; ne olduğunu kesin olarak bildiğin şeyler içinde senden daha üstün olan bir şey var mı?. Ne olduğunu kesin olarak bildiğin şey senden daha üstün olamaz. Bu nedenle senden daha üstün olan bir şeyin ne olduğunu “kesin ve mutlak olarak” bilemezsin. Allah her-şeyden üstün olduğu için O’nu, Onun bildirdiğinden fazla bilemeyiz. Çünkü insan, bir şeyi bildiği anda bildiği şeyden daha üstün olacağı için, Allah’ı bildiği anda -hâşâ- O’ndan daha üstün olmuş olur. Fakat insan Allah’tan daha üstün değildir. O hâlde insan, -O’nun bildirdiğinden başka- Allah’ı kesin ve mutlak anlamda bilemez. Demek ki Allah, “bilinebilecek olan” değil, “îman edilecek olan” varlıktır.

 

Yaratılmış olanlar Yaratanı’nı bilemezler. O yüzden O’na îman etmek zorundadırlar.

 

Ey insanlar!; Allah bizden, imkânsızı yâni “Kendisini bilmeyi” değil, “güzel örneklik” olan Peygamberimiz gibi, emrettiği şekilde yaşamamızı ve cenneti hakketmemizi istemektedir. Gerisi “lâf-ı güzaf”tır.

 

Allah’a akıl-sır ermez vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2019

 

Devamını Oku »