“…Yoksa siz, Kitab’ın bir
bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan
habersiz değildir” (Bakara 85).
Kâinat, formatı gereğince
ancak bir bütünlük içinde varlığını sürdürebilir ve koruyabilir. Bu durum,
Dünya’daki taş, toprak, dağ, deniz, nehir vs.den başka, hayvan ve bitkiler için
de geçerlidir. Her-şey çift yaratılmıştır ve çiftiyle kâimdir. Bir atomu
çiftinden ayırdığınızda muazzam bir gürültü ve enerji açığa çıkararak yok olur.
Bir şeyi çiftinden yâni bütünlüğünden kopardığınız anda o şey yok oluyor. Çünkü
her-şey çiftiyle birlikte varlığını sürdürebilecek ve bir bütünlük içinde durabilecek
şekilde plânlanarak yaratılmıştır. Bu durum yaratılmışlar içinde tek bilinçli
varlık olan insan için de geçerlidir ve hattâ belki de bu durum en çok insan için
geçerlidir. İnsan ancak Allah’ın yaratmasına, fıtrata, doğala ve normâle yâni
bütünlüğe göre tasavvur ettiğinde, düşündüğünde, konuştuğunda, yazdığında ve
eylediğinde, aynen göklerdeki gibi bir nizâma ve düzene kavuşabilecek,
aksi-hâlde ise yakın-uzak vâdede mutlakâ fitne üretecek ve düzeni bozarak zamanla
her-şey ifsâd olacaktır ki bu durum tüm insanlık târihinde görülmekle birlikte
en çok da, Allah’ın, âhiretin, gaybın, dînin ve vahyin inkâr edildiği ve yok
sayıldığı modernizm sürecinde görülmüştür-görülmektedir. Zîrâ modernizm bir “parçalama
ve bütünlükten kop(ar)ma uygarlığı”dır. Modernizm hayâtiyetini, her-şeyi
parçalayarak ve bütünlüğünden kopararak sağlar ve sürdürür. Her-şey ancak,
Allah’ın tüm varlığa koyduğu “sünnetullah” denen yasaların adı olan İslâm ile
bütünlüğünü ve düzenini sağlayabilecekken, modernizm denilen Allahsızlık ise,
İslâm’ın zıddı olarak tezâhür eder ve böylece bütünlüğü ve düzeni bozar. Zîrâ düzensizlikten
beslenir. Bu yüzden de bütünselliğe düşmandır.
İnsanlık son 200 yıldır
moderniteye meftûn ve râm olmaya başlayınca ve modernizm adına büyük tâvizler
vermeye başlayınca ve de zamanla modernizm tarafından ağır bir kuşatmaya ve
baskıya mâruz kalınca, artık her-şeyi modernizme yâni bütünselliğe aykırı
olacak şekilde değerlendirmeye ve yapmaya başladı. Artık Allah’ı, âhireti,
gaybı, dîni, vahyi ve peygamberleri de modernizme göre yorumladı ve anlamak
istedi-istiyor. Fakat yanlış anladı ve yanlış değerlendirdi-değerlendiriyor.
Zîrâ gaybî konular ancak bütünselliğe yâni madde ve meta-fizik bütünlüğüne göre
doğru değerlendirebilir. İşte fitne üretip ifsâd edici yanlış-bâtıl değerlendirmeleri,
kendine müslüman diyen, dîni iyi bildiğini söyleyen ve -sözde- din-vahiy
yolunda olanlar da yapmaya başladı ve bu bağlamda Kur’ân’ı da modernizme göre
anlamak, yorumlamak ve değerlendirmek uğruna, Kur’ân bütünlüğünden vazgeçerek,
parçalayıcı ve bütünlüğü görmezden gelici şekilde yorumlamaya, değerlendirmeye,
buna göre davranış ve tutum takınmaya başladı.
Bu bağlamda meselâ, Mekkî
âyetlerle Medenî âyetleri ayırdılar ve Kur’ân bütünlüğünü bozdular. Medenî
âyetleri görmezden gelerek Mekkî âyetleri öne çıkarmaya başladılar. Zîrâ Medenî
âyetler sâdece iç-âlemleri değil dış-âlemi de inşâ edip dış-âlemde de hâkim olmayı
daha çok emrediyor ve zaten Peygamberimiz ve onunla birlikte olanlar da bunu
sağlamak için çalışmışlardı. Bu ise modernizmin zinhar kabûl edemeyeceği bir
şey olduğundan ve de modernist müslümanlar hayâtlarının merkezine Kur’ân’ı
değil de modernizmi koydukları için, teorik ve pratik bütünlüğün sağlandığı
Medenî âyetler modernizmi çökertecek olduğundan dolayı, Medenî âyetleri ya aşırı
yorumlayarak yada tümden görmezden gelerek ve inkâr ederek okumaya ve
yorumlamaya başladılar. Böyle olunca da Mekkî âyetleri aşırı öne çıkardılar ve
böylece İslâm’ı sanki sâdece iç-âlemleri inşâ eden, aşırı hoş-görülü ve
tâvizkâr bir din gibi sundular-sunuyorlar. Sonuçta da İslâm’ı bir “ahlâk dîni”
olarak gösterdiler-gösteriyorlar. Tabi bu bağlamda Peygamber’i, Sünnet’i ve
sahih hadisleri de tümden inkâr ve iptâl etme yoluna girdiler. Çünkü Kur’ân’a
modernizmden güç alarak istedikleri gibi yorum yapabiliyor ve istedikleri gibi
anlayıp yorumlayabiliyorlardı. Tabi bunu yapmak için Kur’ân’a olmadık
işkenceler yapıyorlar. Çünkü Kur’ân bütünseldir ve o bütünselliğe aykırı olan
yorum ve anlayışlar kesinlikle yanlış ve bâtıl olur. Zâten Sünnet yâni “vahiy-merkezli
pratiklik, davranış ve güzel örneklik” vahyi bütünselliğine aykırı olarak
yorumlanmasına ve anlaşılmasına aslâ izin vermez.
Müslümanlar arasında
anlaşmazlığın ve tefrikanın ortaya çıkmasının en bâriz nedeni; âyetleri idrâk
etmede Kur’ân bütünselliğine bakılmayıp, âyetleri “Mekke’ye göre” yada
“Medîne’ye göre” yorumlamaktır. Kur’ân bütünlüğünü yâni Mekkî ve Medenî
âyetleri birlikte değerlendirmeyerek sâdece Mekkî âyetlerle ilgilenilmesinin
nedeni, Mekkî âyetlerin yoruma ve farklı anlaşılmaya daha müsâit olmasından
dolayıdır.
İslâm’ı hayâta hâkim
olmaktan alıkoyan şey, “İslâm’ı cüzlerine indirgemek”tir. Bu bağlamda İslâm’ı
indirgemek istenen konulardan biri de ahlâktır. İslâm hiç-bir işini ahlâksız
yap(a)maz. Fakat İslâm salt bir ahlâk dîni değildir. İslâm’ı ahlâka indirgemek
isteyenler, onun hayâtın her alanına karışmasından rahatsız olanlardır. İslâm’ı
ahlâka indirgeyince hayâtın dış ve maddî tarafı onlara kalacak ve istedikleri
ve çıkarlarına-nefislerine uygun olarak Dünyâ’yı düzenleyebileceklerdir. Fakat
Allah buna müsâde etmemiştir ve Kur’ân’ı hayâtın her alanı için düzenleme ve
düzeltme potansiyeli içeren bütünsel bir Kitap olarak indirmiştir. Zâten
Peygamber örnekliği de sâdece ahlâk alanında değil, hayâtın her alanı için
geçerlidir.
İslâm söz ve amel
bütünlüğüdür. Sözünü söylemesi için bir topluma ihtiyâcı olduğu gibi, amelini
göstermesi için de bir mekâna ihtiyâcı vardır. İslâm Devleti talebi bunun için
gereklidir. İslâm, ilim-amel bütünlüğüdür. Müslümanların bir türlü
sağlayamadığı şey budur.
Birilerinin zannettiği gibi,
İslâm’ın “özü” ile “kabuğu” arasında fark olmaz. O yüzden “İslâm’ın özü” diye
bir şey yoktur. İslâm bir bütündür ve neyse odur. Kur’ân’a orijinâl kendi
bütünlüğü içinden bakmayıp da dışarıdan oluşturulmuş etkilerle (tasavvuf, ehl-i
sünnet, târihselcilik, modernizm vs). bakıldığında, Kur’ân’la ilişki bozuluyor
ve bu bozulmayla berâber Kur’ân’ın bütünselliği de bozulmuş oluyor. Kur’ân
bütünselliği bozulunca, insanlar arasındaki bütünsellik de kısa-zamanda bozulmaya
başlıyor ve ifsâd ortaya çıkıyor. Zîrâ insanlar arasındaki bütünsellik yâni
düzen ancak Kur’ân-vahiy ile sağlanabilir ki Allah’ın bir peygamber seçmesi ve
insanlar arasındaki bütünselliği ve düzeni sağlaması ancak böyle olur. Çünkü
bunun başka bir yolu yoktur.
Kâlpler gerçek anlamda ne
malla-mülkle-parayla, ne de makamla-kadınla tatmin bulur. İnsanın servet,
siyâset, şehvet ve şöhret ile tatmin olması mümkün değildir. Çünkü insan çift
kutuplu bir varlıktır. Maddî yanından sonra rûhunu-kâlbini de tatmin etmesi
gerekir ki bu ancak bütünsellik ile sağlanabilir. Bu bütünselliği gerçek
anlamda sağlayabilecek tek şey ise, ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân’dır. Kâlpler
ancak ve ancak Allah’ın zikriyle; yâni ilim, amel ve eylem bütünlüğü ile tatmin
bulur:
“Bunlar, îman edenler ve
kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler
yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).
Modernizm bir “parçalama
uygarlığı”dır. Çünkü modernizm, “bütünlük” fikrine katlanamaz ve kabûl edemez.
Zîrâ bu, modernizmin sonu olurdu. Bundan dolayı modernizm her-şeyi parçalarına
ayırarak incelemeye ve bunu sürekli yapmaya mecburdur. Parçaladıkça yanlış
yapar ve sürekli düzeltme yapmak zorunda kalır ki yaptığı düzeltme de aslında
“yeni bir yanlış”tan başkası değildir. Zîrâ bütünlükten kopunca doğruya ve
hakîkate ulaşmak zinhar mümkün olmaz. Hak ve hakîkat ancak vahiy-merkezli bir
bütünlük içinde ortaya çıkabilir ki, bunun başka da bir yolu yoktur.
Bir-şeyi aşırı inceleme,
incelenen şeyde mutlakâ bir hatâ açığa çıkarır. Zîrâ “aşırı inceleme”, o şeyi
“parçalayarak bütününden koparmak” demektir. Parçalanan ve bütünlüğünden
koparılan şey eksiktir. Çünkü “parça” eksiktir. Tek-tek
parçaların toplamı “bütün” etmez. İşte modernizm ve psikoloji, insanı da
çeşitli şekillerde aşırı bir incelemeye tâbi tuttu, yâni parçaladı. Artık
modernizm için “insan” demek, “hatâ ve eksiklik” demek oldu. Bütün’den
koparılan parçalar, bir süre sonra “bütün” ile kavga etmeye ve hattâ “bütün”ü
reddetmeye başlarlar. Bu da parçalanmayı aşırılaştırır ve kritik eşik
aşıldığında acı azapla karşılaşmak kaçınılmaz olur.
İşte aynen
bunun gibi; Kur’ân dili ile fazla
uğraşıldığında da, yâni kelimelerin-âyetlerin kökeni, modernizmin hatırı ve
onun lehine olarak fazla araştırıldığında, kelime, bütünlüğünden koparıldığı
için kelimenin ve sonuçta cümlenin anlamı değişir-değişiyor. Ortaya çıkan yeni
anlam ise, “Kur’ân’ın asıl bilinmesi gereken gizli anlamı” zannediliyor. Bu çok
fazla yapıldığında, hakîkat yerine bâtıl, “din” zannedilmeye başlıyor.
Kur’ân’a yapılacak en büyük
eziyet, ona matematiğe yaklaşır gibi yaklaşmakla olur. Kur’ân’ın bir
iç-dinamiği ve bütünlüğü vardır ve bu bütünlüğün aslâ bozulamayacağı “bilenler”
için apaçıktır. Zâten Sünnet denilen ve Ahzâb Sûresi 21. âyette dile getirilen
“Allah kontrôlünde ve gözetiminde” ortaya konan “güzel örneklik”, bu bütünlüğü
davranış-tavır-metod olarak da göstermiş olduğundan dolayı, Kur’ân’ı
bütünselliğinden koparıp parçalayarak doğru anlamak, idrâk etmek ve amele-eyleme
dökmek mümkün değildir. Zâten modern müslümanların Kur’ân’ı o kadar çok
okumalarına rağmen; şirke, küfre, adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa,
ahlâksızlığa ve zulme karşı bir eleştiri, îtirâz ve isyân anlamında bir şey
yapmak için kıllarını bile kıpırdatamamalarının en büyük nedeni budur.
Bütünsellikten kopuk okuma, bütünlüğü bozmakta ve İslâm’ı ve Kur’ân’ı
tek-boyutlu bir Din ve Kitap gibi göstermekte, idrâk edip de eyleme dönme
aşamasını geciktirmekte yada iptâl etmektedir.
Kur’ân bütünlüğünü göz-ardı edenler, din ile şeriatı
ayırıyorlar ve şöyle diyorlar:
“Din ahlâktır, aklen keşfedilebilecek
ilkelerden ibârettir; insan aklının ve fıtratının önlenemez bir şekilde
kendisine söylettiği, yaptığında huzûr veren, yapmadığında vicdânını sızlatan
şeydir. Din öldürmemektir, çalmamaktır, hiç-bir acıya, ıstırâba, felâkete sebep
olmamaktır. İnsanların, çevrenin, canlı-cansız bütün varlıkların vicdânı
olmaktır. Din, ‘öldürmeyeceksin’ der, şeriat öldürme durumunda verilecek cezâyı
tartışır. Din, ‘çalmayacaksın’ der, şeriat çalana verilecek cezayla ilgilenir.
Din, olması gerekeni, ideâli söyler. Gücünü insanlar için yarattığı bu
ideâllerden ve bu ideâllerin hayat verdiği insanlardan alır. Din insanın rûhu,
şeriat bedenidir. Din Mekke, şeriat Medîne’dir”.
Görüldüğü gibi din bölünüp
parçalanıyor ve sanki iki ayrı şey varmış gibi yansıtılıyor. Oysa din ve şeriat
bir bütündür, bir-aradadır ve bölünüp ayrılamaz. Din-şeriat, vahiy-peygamber,
toplum-medeniyet vs. ayrı değildir ve bütündür, ayrılamaz ve bölünemez. Zâten
bunların bütünlüğüne “İslâm” denir. İslâm
“bölün(e)mez bütün”dür. Zîrâ bölündüğünde şirk, küfür ve zulüm başlar.
Kur’ân’ın korunmuşluğu,
“bütünselliğinin korunmuşluğu”dur. Bütünselliği bozulduğunda, “bütünselliğini
bozan için” korunmuşluğu da bozuluyor. Korunmuşluğu bozulan Kitap, insanları da
korumuyor ve hem iç-âlemi hem de dış-âlemi olması gerektiği gibi inşâ edemiyor.
Bu nedenle Kur’ân’ın yorumu
ve eylemi Kur’ân bütünlüğüne yâni ilim-amel, Kur’ân-Sünnet bütünlüğüne göre
olmalıdır, moderniteye ve keyfe göre değil. Sünnet, Kur’ân’ı değil ama İslâm’ı
bütünler. Zîrâ İslâm, Vahiy ve Peygamber yâni Sünnet’tir. İslâm, Kur’ân-Sünnet
bütünlüğüdür. Zîrâ Kur’ân, iç-âlem ve dış-âlem bütünlüğüdür. Kur’ân, iç-âlemi
inşâ edip vahyi iç-âlemde hâkim kıldıktan sonra, dış-âlemi de inşâ edip
dış-âlemde de hâkim olmak ister. Zîrâ bütünlük bunu gerektirir ve mecbur kılar.
Allah’ın kâinâta koyduğu
sünnetullah yasası, “sâdece Kur’ân” şeklinde değil, “Kur’ân ve Sünnet
bütünlüğü” şeklinde tezâhür eder. Çünkü İslâm, ilim-amel bütünlüğüdür. Kâlpler
sâdece söz ile değil, söz ve amel bütünlüğü ile mutmain olur. Bir yazıda şöyle
denir:
“Bütünlüğün
rûh, beden ve sosyâl bir düzen içerisinde itminan olması icâp eder. Bu
bütünlüğü kuran tüm unsurların mâkûliyet düzeyinde tatmin edilmesi ve
doyurulması gereklidir. Salt bedensel tatmine yönelen bireyde rûh ve sosyâl
itminan eksik kalır. Modern hayat, insanımızın bütününü var kılan tüm
unsurlarını tatmin etme imkânını kişiye sunmadığı için yada birey bu durumun farkında
olmadığı için insanı vâr eden muvâzene-denge bozulmuş oluyor. Günlük yaşam
içinde boğulan birey günlük basit bedensel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde
rûh ve duygu-dünyâsını iyileştirecek mesâilere vakit ayıramaz hâle geldiği için
mutsuz oluyor”.
Allah her-şeyi çiftiyle
yaratmıştır. Zîrâ bütünlük ancak böyle sağlanabilir ve zâten kâinat da işte bu
bütünlük ile bir-arada durabilmektedir:
“Yerin bitirdiklerinden,
kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan
(Allah çok) yücedir” (Yâsin 36).
Devlet-bütünlüğü kaybolunca,
dînî bütünlük de kaybolur-kayboluyor. Tersi de geçerlidir. Allah devletin ve insanlar
arasındaki sosyâl, kültürel, ekonomik, kânûnî, hukûkî, askerî ve siyâsî
alanların, iç-âlemin ve dış-âlemin de mutlak anlamda rabbi olmadığında ve de “sâdece
göklerin rabbi” olarak kabûl edildiğinde bütünlük bozulmakta, kopmakta ve mecbûren
şirk, küfür ve zulüm başlamaktadır ki şirk ve küfür, “gökler ile yer
bütünlüğünün bozulması” bu demektir. Tevhid ise, “Allah’ın hem, tüm göklerde
olduğu gibi yeryüzünde ve insanlar arasındaki sosyâl, kültürel, ekonomik,
kânûnî, hukûkî, askerî ve siyâsî alanlarda, hem de insanın iç-âleminde ve
dış-âleminde mutlak anlamda tek Rab olması” demektir. Allah göklerin ve yerin
Rabbidir. Tevhid işte budur ve başka bir şey değildir. Tevhid, “Allah’ın tüm
alanlarda, zamanlarda ve mekânlarda tek İlah olarak kabûl edilmesi ve her-şeyin
O’na göre belirlenerek bütünlüğün ikâme edilmesi ve hâkim kılınması”dır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder