11 Nisan 2016 Pazartesi

İslâm’da Tâviz Vermek Var Mıdır?



“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtın da kat-kat, ölümün de kat-kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın” (İsrâ 73-75).

TDK sözlüğünde tâviz: “Uzlaşmaya varabilmek için hak, istek veya savlarının bir bölümünden, karşı taraf yararına vazgeçme, ivaz, ödün” olarak geçer.

Tâviz en başta âhiret ve gayb inancının azlığı ile alâkalıdır. Tâviz, âhiretten yırtıp Dünyâ’ya yamamaktır. Yâni ebedilikten yırtıp fâniliğe yamamak ve yamanmaktır.

Her tâviz, takvâdan bir parça azaltır. Günümüz modern dünyâsında başta müslüman ülkeler olmak üzere küresel güçlerden olmayan ülkelerin tutumları, “tâviz verme” üzerine kuruludur. Nerdeyse tağutlar tarafından istenilen her tâviz verilmektedir. Hattâ tâviz vermek modernlik olarak görülürken; tâviz vermeyenler terörist ve şiddet yanlısı olarak görülmektedir-gösterilmektedir. Zâten modern dünyâda “terörist” îlân edilenler; küresel güçlerin, istediklerini alamadıkları toplumlar-kişiler için yaptığı bir isimlendirmedir. Küresel güçler-tağutlar yâni sahte ilahlar, güçlerini hep birilerinin -ki en başta müslümanların- verdikleri tâvizlerden alırlar. Zîrâ İslâm, “tâvizsizlik” dînidir. Lâilâheillallah demek, “Allah’tan başkasına tapmam, yâni tâviz vermem” ve “Allah’tan başkasının ilahlık yapmasını tâviz vererek desteklemem ve hattâ “ve nahleu ve netrukü men yefcuruk”; “Sana isyân eden, fâsıklık yapan kişileri “hâl” ederim-ederiz” demektir. Zâten şirk, Allah’tan başkasına tâviz vererek boyun eğmektir. Bu tâvizi alabilenler ilahlığa soyunurlar zîrâ. Şeytan da gücünü insanların tümünün verdiği tâvizlerden alır. Şeytanın aldığı ilk tâviz bilindiği gibi Âdem-Havvâ’nın, Allah’ın emrine rağmen şeytanın vaâdlerine kanarak verdikleri tâvizdi. Bu nedenle tâviz vermemek, Allah’ı hakkıyla takdir etmek ve ondan korkmakla (haşyet) mümkün olabilir. Aksi-hâlde insan herhangi bir sıkıntı-zorluk-güçlük-çıkar vs. karşısında tâviz verebilir. Ancak ve ancak, gabya-âhirete inanıp, ölümü “hak” olarak gördüğü için ölümden korkmayan kimseler bu tâvizi vermezler malları ve canları pahasına da olsa. Zâten şehâdet de budur. Şehit, vermediği tâviz nedeniyle hayâtını kaybeden kişidir. Yoksa işgâl-sömürü-haysiyetsizlik vs. tâvizini kabûl edenlerin şehitlik-şehâdetle bir ilgilerinin olması söz-konusu değildir.

Şirk, bir tâvizdir. Tevhidden verilen en küçük bir tâviz bile şirki başlatır ve zamanla yaygınlaştırır ve en nihâyetinde de verilen tâviz üzerinden bir din kurulur. Bu din şirk dînidir. Artık bu dinde haktan yana bir şey bulunmaz ve zulüm ayyuka çıkmaya başlar. Öyleyse tâviz, zulmün de kaynağıdır. Buna göre her tâviz bir zulümdür denebilir.

Târihte ve hayâtın içinde çok farklı tâviz şekilleri görülür. İnsanlık-târihi bir bakıma sosyâl-ekonomik-siyâsi-târihi-felsefi-bilim-din vs. üzerinde verilen “tâvizler târihi”dir. Bundan ancak, Peygamberler ve onların izinden giden toplumlar istisnâdır. Sosyâl-ekonomik olarak verilen tâvizlerde, aynen günümüzde olduğu gibi, insanlar arasında büyük uçurumlar, ayrılıklar, aykırılıklar ortaya çıkar. Bu durum insanlar arasında sevgi ve merhâmeti zedeler ve zamanla yok eder. Târih, felsefe ve bilim üzerinde tâviz vererek haktan uzaklaşıldığında, modern masallar ve destanlar çıkar ortaya. Söylenen şeyler güvenilmez, eksik, yanlış olmasına rağmen peşine bir-sürü kişi takar ve “inanan”ları olur. Çünkü bu masallar dinleşmiştir-dinleştirilmiştir. Çelişkili-yanlış-eksik-boş inançlar-düşünceler çöplükleri nedeniyle her tarafı pis bir koku sarar. Bu kokudan çok rahatsız olan kişiler kaçacak bir yer de bulamazlar. Netîcede hiç-bir bilgi ve düşünce tam anlamıyla güvenilir olmaz.

Siyâset üzerinden verilen tâviz ise, toplumsal kötülüğü-yozlaşmayı ortaya çıkaran en büyük etkendir. Hatır-gönül, aldanma, çıkar, cehâlet vs. nedeniyle desteklenen parti-grup-hizipler, bu tâvizlerden aldıkları güçler ile toplumu oyalayıp sömürebiliyorlar ve hattâ Dünyâ-çapında büyük yıkımların ortaya çıkmasına neden olabiliyorlar. İslâm’dan-haktan-hakîkatten verilen en büyük ve en çok tâviz, şeytana aldanarak verilen kişisel tâvizlerden sonra siyâsi alandadır. Öyle ki ortaya hak-hakîkat-insan-varlık düşmanı, hastalıklı ve zâlim kişilerin ortaya atmış olduğu sapık ideolojiler, hak ve hakîkatten verilen tâvizlerin netîcesinde, ideoloji/kânun/hayat-nizâmı olarak ortaya çıkıyor. Burada şaşılması gereken şey şudur; İnsanlık târihinde Allah/vahiy-merkezli olmayan ve insanların ortaya atmış oldukları düşüncelerin sonucunda şekillenmiş olan hiç-bir ideoloji, -bir kısım çıkar-grupları hâriç- insanlara yakın-uzak vâdede bir yarar sağlamadığı gibi, büyük yıkımlara neden olmasına rağmen, insanların yine de Allah/vahiy-merkezli inanış ve hayat-nizâmına dönmeyi düşünmeyerek, yeniden-yeni sapık ideolojilere kapılmasıdır. Herhâlde bunda en büyük etken şeytanın ayartmasıdır.

Şeytan, insanı ilk-başta tâviz verdirerek ayartmıştı ve el-an da bu taktiğini kullanıyor. Kur’ân göz-ardı edilmeden tâviz verilemez. Mü’min için tâviz, “Kur’ân’a rağmen verilen” şeydir.

İyi usta, işinden tâviz vermeyendir.

“Zînâya yaklaşma” diyor Allah. Zînâ; zînâya yaklaşarak yâni tâviz vererek başlar. Zînâya yaklaşmak zînâ için bir tâvizdir.

Tâviz, tahrifi başlatır ve yayar. Sonuçta din tahrip olur. Hristiyanlar teslise ilk-başta karşıydılar fakat, “ileride nasıl olsa değiştiririz, şimdilik ses çıkarmayalım” diyerek bu konuda Roma’ya tâviz bir-süre sonra dinleri oldu. Çünkü verilen tâvizi geri döndürmek çok zordur. Bu bağlamda hak dinden verilen tâviz, bâtıl dinlerin kaynağıdır. Bâtıl dinler, hak dinden verilen tâvizler üzerine kurulmuştur.

Tâviz vermemenin bedeli ağırdır. Bâzen tüm malın ve mülkün ve hattâ hayâtın verilmesini gerektirebilir. Bu bedeli göze alabilenler ancak hiç-bir tâviz vermezler. Tâviz vermemenin bir sonucu olarak boykot, hapis sürgün vs. en hafif olanlarıdır.

Bilindiği gibi Peygamberimiz, müşriklerin küçük de olsa bir tâviz koparmak için yaptıkları “dönemsel yöneticilik” tekliflerini en ufak bir tâviz vermeyerek reddetmiştir. Bir yazıda bu şu şekilde anlatılır:

“Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’le uzlaşma yolları aradılar. Bâzı tâvizlerine karşılık bâzı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında “dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim” teklifi de vardı. Ama Resûlullah, tüm bu tekliflere Kur’ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red cevâbı veriyordu. Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt” diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?. Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız” (Kasas 57) diyorlardı. Zâten Resûlullah’ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikâme etmek, yâni Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz’e teklif ettikleri bir-kaç husustan biri de “istersen gel, seni başımıza kral yapalım” teklifi idi. Bu-günkü siyâsîlerin bırakın krallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: “Vallahi, bir elime Güneş’i, bir elime de Ay’ı verseniz, dâvamdan vazgeçmem” diyordu. Dâvâ hiç-bir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabûl etmiyordu.

Evet; müşrikler Peygamberimiz (s.a.v)’e şu teklifi yapıyorlardı: “Ey Muhammed!. Seni Arap Yarımadası’nın reisi yapalım; Kâbe’nin anahtarlarını sana verelim; seni en zenginimiz yapalım; kızlarımızın en güzelini sana verelim; sen yine Peygamberliğini yap ama bizim ilahlarımıza, putlarımıza laf deme, sâdece biraz tâviz ver”. Peygamberimiz (s.a.v) bunun üzerine; “başkanlığı, gücü, zenginliği, akraba bağlarını elimde bulundurursam, birazcık tâviz versek de İslâmiyet’i daha çabuk yayarız, işlerimizi daha rahat hâllederiz” demedi. “Bir elime Güneş’i bir elime Ay’ı verseniz aslâ dâvamdan vazgeçmem, tâviz vermem” dedi. Celâleddin Vatandaş bu olayı şöyle anlatır:

“Her yeni âyetle İslâm’ın özellikleri daha ayrıntılı şekilde bilindikçe ve İslâm’a mensup olanlar çoğalıp mü’minlerle müşrikler arasında ayrılıklar, tartışmalar ço­ğaldıkça, Mekke toplumu daha da gergin bir atmosfere sürüklendi. Gelişmelerden rahatsız olan Mekke eşrafı, bu durumu sona erdirmenin yöntemlerini eskisine oranla daha sık düşünmeye başladı. Bu dönemle ilgili bilgi veren kaynaklar, Mek­ke toplumundaki kutuplaşmanın ve kutuplar arası gerginliğin bütün toplumu et­kileyecek oranda artışına dikkat çekmektedirler. Bu durum Resulûllah'a karşı kin ve düşmanlıkları iyice artmış olan Mekke eşrafını bir-kez daha Ebû Tâlib’le görüş­meye sürükledi. Yeni bir heyet oluşturdular. Ebû Tâlib’le görüşme talebinde bu­lunan ve bu talepleri kabûl edilen heyet bu sefer ilkinkine oranla daha sert ve hat­tâ Ebû Tâlib’i de tehdit eder tarzda görüş ve tekliflerini dile getirdiler: “Ey Ebû Tâ­lib(!) Sen bizim yaşlılarımızdan, ileri gelenlerimizden ve aramızda saygı sâhibi olanlarımızdansın. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istedik. Ancak sen bu isteğimizi dikkate almadın. Yeğenine engel olmadın. Allah adına yemin ederiz ki, onun ataları­mızı eleştirmesine, bizleri akılsızlıkla suçlamasına ve ilâhlarımızı aşağılamasına artık katlanmayacağız. Bu konuda tahammülümüz kalmadı. Sen ya yeğenini bu duru­mundan vaz-geçirirsin, ya da iki taraftan birisi yok-oluncaya kadar savaşırız.

Ebû Tâlib işin gelip dayandığı bu aşama nedeniyle üzüldü. Kavminin eşrafı ile yeğeninin arasında kalmaktan sıkıntı duyuyordu. Ancak kavminin isteğini dikka­te alarak yeğenini korumaktan da vazgeçemezdi. Yeğenini yalnız başına bırakma­yı düşünemezdi. Onu çok seviyordu. O kardeşinin emâneti, babasının emâneti ve bir bakıma da evlatlığıydı. Yeğeniyle görüşüp, aradaki kin ve kavgaları sona erdir­meye vesile olacak bir anlaşma noktası bulmayı arzuladı. Bu amaçla Resulûllah’ı yanına çağırttı. Yumuşak, sevgi dolu bir üslûpla durumu yeğenine açıklayarak, is­teğini bildirdi: ‘Yeğenim(!) Beni ve kendini düşün. Bana kaldıramayacağım bir yük yükleme’. Onun bu isteğinde, müşrik lîderlerin tehdit ve baskıları nedeniyle ger­çekleşen bir korku açıkça belli oluyordu. Sözlerinde sorumluluğunu yerine getir­mekte zorlandığını dile getiren dolaylı bir yakınma vardı. Amcasının bu hâli Resulûllah'ı etkiledi. Amcasının kendine olan desteğinden vazgeçtiğini ve dolayısıy­la önemli bir desteğini kaybettiğini düşündü. Üzüldü. Yumuşak kâlbi hüzünle doldu. Gözleri yaşardı. Ancak ne olursa-olsun dâvâsından vazgeçmesi mümkün değildi. Üzüntüsünü hâl ve hareketleriyle, kararlılığını ise sözleriyle açığa vurdu: ‘Ey amca(!) Vallâhi bu dâvâyı bırakmam için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verse­ler yine de vazgeçmem. Allah bu dîni ya hâkim kılar ya da ben bu uğurda ölürüm’. Sonra amcasının yanından ayrılmak için geri döndü. Onun bu sözleri ve tavrı kar­şısında Ebû Tâlib çok etkilendi. Zâten eskiden beri yeğenine karşı kâlbi sevgi do­luydu. Yanından uzaklaşmak üzere olan yeğenine ‘Ey Yeğenim(!) Git istediğini söy­le. Allah’a yemin olsun ki seni aslâ onlara teslim etmem dedi”.                              

Yine Peygamberimiz; “Gel bir sene sen bizim ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” teklifini de reddetmişti ve ardından Kâfirûn Sûresi vahyedilmişti:

“De ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6).

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran).

Tâviz, güçsüzün “sözde güçlü”ye verdiği tâvizdir. Hikmet Ertürk uzlaşma konusuyla ilgili şunları söyler:

“Bu durumda müşriklerle uzlaşmak, onların inanç sistemi içerisinde inançlarımızı yaşayabileceğimizi düşünmek çok safça bir yaklaşımdır. Üstelik uzlaşma, farklı düşüncelerin karşılıklı veya tek taraflı olarak birbirlerine ödün vermeleridir. Karşı duruşlarda taraflar, kendi açılarından doğruluğuna veya yararına inandıkları şeyden/şeylerden vazgeçerek uzlaşmayı sağlarlar. Ve bu ödün verme; inandığı doğrulardan vazgeçme, çoğunlukla güçsüzden güçlüye doğru gerçekleşir. O hâlde bu şu demektir: Eğer taraflar eşit güçte değillerse, uzlaşma dâima güçlünün lehine olur. Güçlü taraf, kabûllerine uymayan, “olmazsa olmaz”larına ters düşen konularda karşı/güçsüz tarafı uzlaşma yoluyla ıslah ederek, onu kendisine uyumlu hâle getirir. Diğer bir deyimle uzlaşma, güçsüzün, güçlünün potasında erimesidir. “Öteki dünyâ” ile ilgili kuşkularımızın olduğu ve bu kuşkularımızdan dolayı tâvizkâr bir İslâm’ı yaşadığımız bir süreçte Kur’ân bizler için hidâyet kaynağı olmayacaktır”.

“Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki, sen onlara yumuşak davranasın/müdâhene edesin de onlar da sana yumuşak davransınlar” (Kalem 9).

Ramazan Yılmaz:

“Hz. Peygamber (as), günümüz putperest müşriklerin atalarına Tevhidî esasları anlatıyor, onlar ise bâzı konularda tâviz istiyorlardı. Resûlullah (as) ve etrâfındaki müslümanlar, baskı ve işkence altında çok zor durumda yaşıyorlardı ve Resûlullah (as) bu durumdan bir çıkış-yolu arıyordu. İşte tam o sırada yüce Allah (cc), Resûlullah (as)’ı çok şiddetli bir şekilde uyararak kendisine bildirilen hükümlerde değişiklik yapmamasını ve müşriklere en küçük bir tâviz vermemesini bildirdi.

“Az daha onlar, baskı ile seni, sana vahyettiğimizden ayırarak ondan başkasını üstümüze atman için kandıracaklardı. İşte o zaman seni dost edinirlerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın. O takdirde sana hayâtın da, ölümün de kat-kat (azâb)ını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın” (İsrâ 73-75).

Hz. Peygamber (as), döneminde hırsızlık yapan bir kadının eli kesilecekti, bâzı kimseler araya girip bu kadının tanınmış ve îtibarlı bir kabîleye mensup olduğunu, bu nedenle de elinin kesilmemesini Resûlullah (as)’dan ricâ ettiler. Resûlullah (as)’ın verdiği cevap, İslâmi hükümler karşısında insanların hepsinin nasıl eşit ve bu hükümlerin ne kadar aâdil olduklarını ortaya koyuyordu. Resûlullah (as), hırsızlık yapan kadının elinin kesilmesini istemeyenlere şöyle cevap verdi: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; hırsızlık yapan, kızım Fâtıma da olsa, yine elini keserim!”. İşte İslâm’i ölçü budur ve bu ölçü karşısında bütün insanlar eşittir” der.

Tâviz ile hoşgörüyü birbirine karıştırmamak gerekir. Hoşgörü, nefse tâviz vermemektir. Hoşgörü; nefsin istediği gibi yapmayarak karşıdaki kişiyi-toplumu ötekileştirmeyip sabır gösterebilmektir. İslâm’da hoşgörü vardır fakat İslam salt bir “hoşgörü dîni” değildir.

“En saf ideâlin bir aşağı ideâli de ideâldir” düşüncesi, tâvizin ilk aşamasıdır.

“Tamâmı elde edilemeyen şeyin tamâmından vazgeçilmez” sözü mü’minler için “geçici” bir söz olabilir. Tabî ki sonuçta tamâmı elde edilemeyen bir şeyin kalan tarafı terk edilmemeli fakat bu söz kişileri; “bir süreliğine geçici olarak ve şimdilik” vazgeçilen o şeyden uzaklaştırmamalıdır. Aksi-hâlde “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız” sözü mûcibince, vazgeçilen şey unutulur gider. Dolayısı ile, güç yetirilemediğinde ve başka bir çâre de kalmadığında, o şeyden sâdece; “geçici ve kısa bir süreliğine” vazgeçilebilir ki bu durum tâviz sayılmaz. Tâviz, vazgeçilen şey için; “olmasa da olur” denilebilen şeydir ki bu sözün ne kadar yanlış bir söz olduğu çok uzak olmayan bir zaman sonra herkes tarafından görülecektir. Zîrâ, “bu-gün göz yumduklarınız, yarın size göz açtırmayacaklardır”.  

Her tâviz, ahlâktan verilen bir tâvizdir. Tâviz vermeye alışan toplumlarda çeşitli ahlâksızlıklar belirir ve çok da uzak olmayan bir vâdede çeşitli ahlâksızlıklar ayyuka çıkar. Ahlâktan tâviz vermek, Peygamberden (sünnet) ve Kur’ân’dan tâviz vermek anlamına gelir. Zirâ “muhteşem bir ahlâka sâhip” olan Peygamberimizin ahlâkı Kur’ân’dı.  

Tâviz vermekten vazgeçildiğinde ancak, mü’minler Dünyâ’ya yeniden hükmedebileceklerdir. Hak-batıl savaşı, “tâviz vermeme” savaşıdır vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2016
Devamını Oku »

İsyân


“Bir düzene veya emre boyun eğmeme, uymama, itaat etmeme (TDK) anlamına gelen isyân sözü, insanlar tarafından mutlak bir çirkinlik olarak görülüyor. İsyân etmek farklı kesimler tarafından hep kötü gösterilmiş ve bu nedenle -mazlum olanlar da dâhil- insanlar isyân etmekten çekinmişlerdir. Halk isyân etmemeyi, “hiç-bir şekilde, ne şartla olursa-olsun isyân etmemek” olarak anlamış-anlamaktadır. İsyân, halk tarafından; “Allah’a isyân”, “devlete-düzene isyân” şeklinde düşünülmüştür sâdece.        Ne de olsa ilk isyankâr şeytandır ve “isyân ederek şeytanın sünnetini sürdürmemek gerekir” anlayışı hâkimdir. O nedenle de isyân etmeden bahsedilince hiç tartışmadan isyân ile küfür eş-anlamlı tutulmaktadır.

 

Allah’a isyân etmek yanlıştır ve kişiyi Dünyâ’da rezil edeceği gibi, âhirette de azap nedenidir. Fakat işin bir de başka bir yönü vardır; şeytana-tağuta-zâlime-adâletsizliğe-zulme isyân etmek. İsyânı mutlak anlamda kötü gösterenler ve kötü olarak anlayanlar, doğru bir davranış olarak Allah’a isyân etmezlerken; yanlış olarak, şeytana-tağuta-zâlime-adâletsizliğe-zulme de isyân etmemektedirler. Hâlbuki zâlime isyân etmek takvâdandır. Hattâ zâlime isyân etmemek, Allah’a isyân etmek anlamına gelir. Bu bağlamda tüm peygamberler isyankârdır. Zâten Allah da, peygamberleri ve vahyi göndererek, şeytana-tağuta-zâlime-adâletsizliğe-zulme isyân etmiştir-etmektedir. Allah zulme râzı değildir zîrâ. En başta Allah da isyankârdır ki bu onun merhâmetinden dolayı böyledir. İnsanların içinden seçilen peygamberler de en merhâmetli-adâletli-temiz kişilerdir. Zâten ancak bu tarz insanlar “isyân” edebilirler. Peygamberler, “Allah’a itaat, zâlime-zulme isyân” edebilme potansiyeli en yüksek insanlardır. Zâlime-zulme isyân etmeyenler zâlimleşir.

 

“Onlara âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: ‘Bundan başka bir Kur’ân getir veya onu değiştir’. De ki: ‘Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben, büyük günün azâbından korkarım (Yûnus15).

 

Âyetin de söylediği gibi, Kur’ân-merkezli bir hayat-anlayışına ve eylemine (sünnet) sâhip olmamak bir çeşit isyândır. “Sâdece vahyolunana” uymamak isyândır. Bu bağlamda isyân etmemek kişiyi tembelleştirir, uyuşturur, hayâta karşı duyarsızlaştırır, insanı korkaklaştırır, hazcı hâle getirir, kalitesizleştirir. Şeytânî, tağûtî işlere sıcak bakar hâle getirir. Böyle olunca da kişi hiç-bir haksızlığa/zulme karşı çık(a)maz, mücâdelede/isyânda/îtirazda/eleştiride vs. bulun(a)maz. En ufak bir ses bile çıkar(a)maz.

 

Müslümanlar Kur’ân-İslâm ile îtiraz-eleştiri-isyân edeceklerine, Kur’ân’ı ve dîni, tağutların düzenini onaylamakta kullanıyorlar. Bu tavra sâhip olan, zulme ve adâletsizliğe karşı “Lâ”, “Kellâ” demeyi geciktiriyor. Zulmün yerleşmesine ses çıkarmayarak tağutlara alan açıyor. Bir-türlü isyân edemiyor. Bu nedenle bir-türlü kafasını çevirip hayâtın gerçeğine bakamıyor. Zulmün yanından umursamazlıkla geçip gidiyor. Normâl olmayanı bir süre sonra normâl görmeye başlıyor. Yaşamayı/hayâtı erteliyor ve bir-süre sonra dînin hayatta görünür/yaşanır olma isteğine karşı çıkar hâle geliyor. Tağutlara taşeronluk yapmaya başlıyor. İşte bu nedenle de isyankâr oluyor. Fakat “olumsuz anlamda” olan, Allah’a karşı bir isyândır bu.

 

Allah’ın hükümlerine rağmen nefsin hükümlerine uymak da bir isyândır. Allah’a isyân. Bu bağlamda oy kullanmak (demokrasi) bir isyândır. Zâten kişi, oy vererek desteklediği kişilerin zulümlerine ses çıkarmıyor-çıkaramıyor ve böylece zulme alan açarak hakka isyân ediyor. Zâlime isyân etmemek, Allah’a isyân etmektir. Gece, en son kıldığımız namaz, yatsıdan sonra vitir namazıdır. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duâsı. Bu duâda “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz. Nahlau (hâl ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. Yöneticiyi makâmından indirmeye, alaşağı etmeye “hâl” etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme, bir siyâsi bilinçtir. Yâni bir isyândır. Müslüman âleminin hâl-i pür melâli, zâlim yöneticilerine karşı isyân etmemektendir. Dediğimiz gibi; “Ve nahleu ve netrukü men yefcuruk” diyoruz. “Sana isyân eden, fâsıklık yapan kişileri “hâl” ederiz, makamlarından al-aşağı edip indiririz ve onlara yardım etmeyerek kendi hâllerine bırakırız”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz da, ya milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı ne yapmamız gerektiğini düşünmek zorunda değil miyiz?.

 

Gerçek isyân “alttakilerin” yaptığı isyândır. Çünkü ezilen kesim gerçekten ve mecbûren isyân eder. Zîrâ zulmü en çabuk, bulunduğu yer îtibârıyla bu kesim fark eder ve görür. Bu nedenle “alttakiler”in isyânı bir cehâlet yoksa genelde samîmidir. Bu kesimin isyânı, kişisel değil, toplumsal çıkar-adâlet merkezli bir isyândır. Diğerleri gibi kişisel çıkarları için yapılan çirkin isyânlar gibi değildir.  

 

İnsanın ne zaman tepki vermeye başladığı, ne olduğunda ve ne olunca isyân edip harekete geçtiği, onun dînini-inancını ortaya çıkarır. Neyi ilahlaştırıp taptığını belli eder. İnsanın neye isyân ettiği, onun ne olduğunu açığa çıkartır. İsyân bir ses çıkarmak, sesini yükseltmekle başlar. Ses çıkarmak, hayatta olunduğunun kanıtıdır. Hayâtı dibine kadar yaşamak ise, zulme isyân etmekle (ses çıkarmak) olur. Yasaklanan isyân, Allah’a karşı yapılan isyândır. Allah’a isyân edilmez, itaat edilir. Emredilen isyân ise tağuta edilmesi gereken isyândır. (Tağut=Kendini ilah gibi görüp, Dünyâ’yı ve insanları ilah gibi yönetmek isteyenler). Tağuta isyân etmeyen, Allah’a isyân etmeye başlar. Tağuta isyân etmeyip de itaat edenler, Allah’a itaati terk edip O’na isyân etmeye başlarlar. Böylece küfretmeleri gereken tağuta tapılmaya başlanmıştır. Tağuta küfretmek, zulmün-zâlimin “üzerini örtmek” demektir. Allah Kur’ân’da tağuta küfretmeyi (isyân) emretmiştir:

 

“Dinde ikrah yok, rüşd, dalâlden cidden ayrıldı, artık her kim Tağuta küfredip (yekfur bittâğûti) Allah’a îman eylerse o işte en sağlam tutamağa yapışmıştır; öyle ki onun için kopmak yok. Allah işitir, bilir” (Bakara 256).

 

Îman, itaat ve isyân ile başlar. Allah’a itaat ile ve O’ndan başka sahte ilahlara isyân ile. Allah’tan başkasını ilahlaştırmaya karşı yapılan bir isyândır bu. Allah’tan başka sözde ilahlara isyân etmeyenler gerçek îmâna eremezler. Dîne giriş bile bir isyânın dile getirilişi iledir: “LÂilâhe, illallah”. “İlah yok Allah’tan başka!. Tüm sahte ilahlara “lâ”, hattâ “kellâ” diyerek müslüman olunur ve bu yolda bu bilinçle yol alınarak îmâna erilir ve mü’min olunur. Bu bağlamda isyân etmek, verilen sözü yerine getirmek demektir. Bâzen bu söz, malı-mülkü bu yolda sarf etmeyi ve bâzen de canı bu uğurda fedâ etmeyi (şehâdet) gerektirir.

 

Tüm peygamberler çobanlık yapmışlardır. Ebû Hüreyre (r.anh) anlatıyor: “Efendimiz Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: ‘Allah hiç-bir peygamber göndermedi ki, koyun çobanlığı yapmamış olsun’. ‘Sen de mi, Ey Allah’ın Resûlü?’ diye sordular. ‘Evet, dedi. Ben de bir miktar kırat mukâbili Mekke ehline koyun güttüm” (Buhârî, İcâre 2; Muvatta, 18 (2, 971); İbnu Mâce, Ticârat 5, (2149).

 

Çobanlık peygamberlik mesleğidir. Bu nedenle tüm peygamberlerin ellerinde âsâları=isyânları vardır. Âsâsı yâni isyânı olmayanlar Peygamber olamazlar zîrâ. Peygamberlerin âsâları; gönderiliş sebepleri olan, “zulme isyân”ın bir sembolüdür.

 

İslâm âleminin durumu tâbir-i câiz ise içler acısıdır. Bu gidişata bir isyân lâzımdır. Bu kötü gidişâta bir “âsâ” lâzımdır. Hz. Mûsâ’nın âsâsı gibi. Bu âsâ, isyândır. Âsâ zâten arapçada isyân demektir: “Fe kezzebe ve âsâ. Fakat o yalanladı ve isyân (âsâ) etti” (Nâziat 21).

 

İslâm’i olmayan otoriteye îtiraz/eleştiri/isyân şarttır bu aşamada. Hz Mûsâ örneğinde olduğu gibi: Allah Hz. Mûsâ’yı Firavun’a âsâ=isyân ile birlikte gönderdi. Bu-aşamada eylemin en bâriz görünümü olan îtiraz, eleştiri ve hattâ isyânî sözler ve davranışlar olabilecektir tabî ki. İsyâna, eleştiri ve îtirazdan sonra gelinir. Eleştiri, îtiraz ve sonra isyân gelir. Sonra da eylem başlar. Siyâsete, ekonomiye, adâlete, eğitime, sağlığa vs. yönelik konularda olan yanlış işlere karşı olan eleştiriler, îtirazlar ve isyânlar; yazılı, sesli ve hareket içeren eylemler şeklinde gerçekleştirilecektir.

 

Hz. Mûsâ, âsâsını yâni isyânını ortaya atınca, sihirbazlar, o isyânın çıkar-amaçlı geçici bir âsâ=isyân değil, hak-merkezli bir âsâ=isyân olduğunu anladıkları anda onlar da Firavun’a isyân etmeye başlamışlardı. Hem de ölümleri pahasına.

 

Ashâb-ı Kehf, bulundukları ülkede olan şirk düzenine karşı çıkarak sisteme isyân etmişlerdi. Bu isyândan sonra dağlarda-mağaralarda yaşamaya başlamışlardı. İşin ilginç yanı, Allah onların hidâyetlerini arttırınca isyân etmişler. İsyân, bir hidâyetten sonra yapılmıştır. Buna göre isyân, hidâyetle ilgilidir. Îman, hidâyet, sabır ve kararlılık bir isyân doğurur. Demek ki birilerinin söylediği gibi İslâm “pasif kalınma dîni” değil, îcâbında isyân etmenin de olduğu bir dindir:

 

“Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine îman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık. Onların kâlpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabt-etmiştik; (Krala karşı) kıyâm ettiklerinde demişlerdi ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Bunlar, bizim kavmimiz; O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi?. Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftirâ edenden daha zâlim kimdir?” (Kehf 13-16).

 

Köle olanlar her şeye “evet” derler ve hiç-bir îtirazları olmaz. Fakat bu durum onların “ben”lerine karşı da yapmış oldukları bir ihânettir. Zîrâ öz-benlikleri “hayır”, “lâ” diye haykırmaktadır.

 

Aliya İzzetbegoviç:

 

“İslâm’ın ilerlemesini sâkin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve isyankâr ruhlu kimseler gerçekleştirecektir” der.

 

İsyân bâzen bir vâroluş şeklidir. Camus gibi; “başkaldırıyorum öyleyse varım” diyerek vâroluşunu göstermek gerekebilir.

 

İnsanın, her türlü ağır yükler yüklense de isyân etmeyen eşeklerden bir farkı olmalıdır ve insan, kendisine taşıyabileceğinden daha fazla yük yükleyenlere karşı isyân etmelidir. 

 

Ali Şeriati şöyle bir duâ eder:

 

“Allah'ım!. Bana îmanda “mutlak itaati’’ bağışla ki, Dünyâ’da “mutlak isyân’’ içinde olayım. Rabbim!; Bana “kavgacı ve inatçı’’ bir takvâyı öğret ki, sorumluluğun çokluğu arasında kaybolmayayım. Beni perhizkâr, münzevî takvâdan koru ki, tenhâlık ve uzlet köşelerinde gizlenmeyeyim!”.

 

İslâm’a olan samîmiyet, küfre karşı bir isyân doğurur. Ercüment Özkan:

 

“Küfre olan hasımlığım, İslâm’a olan hısımlığımdandır” der.

 

Âsi olmak ve isyân etmek için sağlıklı olmak gereklidir fakat zorunlu değildir. Çünkü âsilik ve isyankârlık insanın bedeni ile değil, rûhuyla alâkalıdır.

 

Celâleddin Rûmi “Etme” adlı şiirinde:

 

“İsyân et arkadaşım!, söz söyleyecek an değil; aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme!” der.

 

Evet; insan, isyân eden varlıktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.  

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2016

 

Devamını Oku »

Kesinlik


Allah, “varlığı kesin” olandır. Hattâ varlığı kesin olan tek varlık Allah’tır. Çünkü mutlak (el-hak) varlık sâdece Allah’tır. Yaratılmışlar ise mutlak değil, kayıtlı varlıklardır. Allah kesin=el hak olan iken; yaratılmışların varlığı ise “hak” olmasına rağmen kesin=el-hak olmayan varlıktır. Yâni yaratılmış olan varlık “hak”tır ama “el-hak” değildir. Allah kesin varlık iken, bizler “mümkün varlık”larız. Bizim uymamız için mutlak mânâda kesin olan tek şey, Kesin Olan’dan gelen Kur’ân’dır. Kur’ân’ın söyledikleridir kesin olanlar. Bu bağlamda sahih hadisler bile, insan sözleri içinde en değerlisi ve sağlamı olmasına rağmen “kesin” değildir.

Çok fazla üzerinde durmak istemediğimiz şöyle bir düşüncemiz var: Şu-anda okuduğunuz yazı dâhil hiç-bir şeyin mutlak=kesin bir gerçekliği olmadığı gibi, kâinatın da mutlak bir gerçekliği yoktur. Kendine-has bir gerçekliği vardır tabî ki de. Ama bu gerçeklik “mutlak bir gerçeklik” değildir. Çünkü Allah’tan başka mutlak bir gerçeklik yoktur:

“İşte-böyle; şüphesiz Allah, O, Hak’tır ve şüphesiz O’nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, bâtıldır. Şüphesiz Allah yücedir, büyüktür” (Lokman 30).

Bir yazı insanda nasıl bir etki bırakırsa, kâinat da insanda öyle bir etki bırakır. Burada aslolan nokta, mutlak bir varlığı olmasa da o şeyin bıraktığı etkidir. Bu etki öylesine yoğundur ki, biz o şeyi “mutlak gerçek” zannederiz. Gerçek olan şey, “ol” ve “öl” emirleridir. Evet; kâinatın mutlak bir gerçekliği yoktur. Mutlak gerçekliği olmayan şeyler için ise, “ol”ma ve “öl”me vardır ancak. Ve Allah’ın takdir ettiği bir zamanda tekrar dirilme. Aynen televizyonda olduğu gibi; açarsınız; kapatırsınız. Televizyonu açtığınızda “kün”-“ol”, kapattığınızda “hün”-“öl” emri vermiş olursunuz. Evet; kâinat sâdece bir imajdır. Demek istediğimiz şu ki: Kâinat “hak”tır ama “el hak” değildir.

Tek Mutlak-Gerçek olan Allah, kâinatta Fiili, Sıfatı ve Zâtı ile değil, sanatı ve yasaları ile vardır. Aksi-hâlde kâinat fâni olduğu için, Allah da fâni olurdu. Kâinat yok olacağı için Allah da yok olurdu ki böyle bir nitelendirme hâşâ yapılamaz. Bu yüzden kâinatta mutlak-gerçeklik yoktur/olamaz. Mutlak-gerçekliğin olmadığı yerde de doğal olarak mutlak-doğrulara ulaşılamaz. Mutlak-varlığı olmayan şeyin mutlak-kesin bilgisi de olamaz. Olsa bile bunu mutlak olmayanlar bilemez. Ancak “Mutlak Olan” bilebilir ve bildirebilir. Fakat bildirdiği de “size az bir bilgi verildi” âyeti mûcîbince “mutlak” olamaz. “Mutlak” olsa bile biz bunu “mutlak” olarak değerlendiremeyiz ve bilemeyiz. Ancak Allah’ın izin verdiği ölçüde..

Bu nedenle vahdet-i vücut, panteizm-panenteizm gibi saçma ve sapık fikirler şizofrenik bir durumu ifâde ederler. Tasavvuftaki “lâ fâile illallah” ve “lâ mevcûde illallah” sözleri şirktir. Öyle ki; insanların târih boyunca ürettikleri ve söyledikleri en sapık düşünceler ve söylemlerdir bunlar. Fakat tasavvufun bağlıları bunları, bir akide olarak kabûl ederler ve bunu “tevhid” zannederler.

Şeytan insanları, kesin olmayan şeyleri kesinmiş gibi göstererek kandırır:

“Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veyâ ebedî yaşayanlardan kılınmamanız içindir” (A’raf 20).

Modernizm de kesinliği olmayan bir uygarlık şeklidir. Dînden kaynaklanmayan şeyin bir kesinliği olmaz zâten. Lâik-seküler-kapitâlist-demokratik-liberâl olanda kesinlik olmaz. Kesinlik İslâm’dadır sâdece. Kesinliği olmayan ideolojiler, sâdece “birileri”ne mutluluk sağlarlar. Geri kalan genel halk ise, bu kesinsizliğin içinde bocalar durur. Zâten seküler kesinsizlik, şeytanın uşakları olan tâğutlar tarafından, mevcut durumu oluşturmak için kullanılmıştır-kullanılıyor. Kesin olmayan ideolojileri ortaya atanların kendileri mutlu azınlık durumuna gelirken, geri kalanlar ise modern köleler olarak “yeryüzünün lânetlileri” konumunda kalıyorlar. Modernizm kendisini, kesinliği olmamasına rağmen “en kesin olan” gibi sunuyor Dünyâ’ya. En kesin uygarlık şekli olarak gösteriyor ve dayatıyor tatlı-sert bir şekilde.

Başta modern-bilim olmak üzere hiç-bir netliği ve kesinliği yoktur modernizmin. Her-şey görecelidir ve zâten Einteisn’in görecelik teorileri de el üstünde tutulur bu nedenle. Modernizm kesin olmama durumunu çok iyi kullanmıştır-kullanıyor ve bu sâyede Dünyâ’ya hükmedebiliyor. Çünkü insanları kesin olandan uzaklaştırmıştır-uzaklaştırıyor ve kendi sözde kesinliğini ortaya koyuyor ve hattâ dayatıyor. Bu dayatma karşısında yeterli direnci ve dik duruşlu gösteremeyen başta İslâm âlemi olmak üzere tüm mazlum halk, bu kesin(siz)liğin peşine düşüyor ve üstelik ona dört elle ve büyük aşk ve şevkle hattâ şehvetle sarılıyor. Bu durumda tecâvüzcüsüne âşık olma durumu olan Stockholm Sendromu din hâline geliyor. Bu bâtıl dîne sığınanlar Yabancı El Sendromu ile kendini boğuyor. Gerçek kesinlik yerine sahte kesinliklere kapılarak şirke düşüyor ve kendini asalak bir duruma düşürüp salaklaştırıyor ve perişan ediyor yada kardeşlerinin perişan olmasına yol açıyor. Bir zaman sonra artık duyarsızlaşıyor ve bu çirkef durumdan bir rahatsızlık da duyulmuyor.

Kesin olan şey, “kendi başına kesin ve net olan şey”dir. Bu bağlamda Dünyâ’nın döndüğü bile kesin değildir. Çünkü Dünyâ’nın döndüğünün, “aynel yakin” bir kesinliği yoktur. Yâni Dünyâ’nın döndüğünü gözüyle gören kimse yoktur. Biz Dünyâ’nın döndüğüne çıkarımlar sonucu varıyor ve bu nedenle kabûl ediyoruz. Dünyâ’nın döndüğünü kesin ve net olarak görmek için, Dünyâ’nın hemen yanında konumlanmış olan ve ters yönde, yavaş dönen yada dönmeyen başka bir cisim olması gerekir. Bu cisme kıyasla Dünyâ’nın dönüşünü gözlemleyebiliriz. Bu belki, uzak bir bölgeden, Ay’a kıyasla gözlemlenebilir. Aksi-hâlde net olarak o dönüşü gözlemleyemeyiz. Zâten Ay’a gidildiğinde de bu nedenle Dünyâ’nın dönüşü net bir şekilde gözlemlenememişti. Zîrâ Ay gibi Dünyâ da her zaman “dolun-Dünyâ” değildir. Dünyâ Ay’dan her zaman “dolun-Dünyâ” olarak gözükmez. Ay’a gidildiğinde Dünyâ “son dördün” hâlinde ve üstelik de çok bulutlu olduğundan dolayı dönüşü net=kesin olarak görülememiş ve astronotlara sorulduğunda da: “Dünyâ’ya bakarken sanki Amerika Kıtası bizim açımızdan bize doğru döndü gibi oldu” diye net olmayan bir ifâde kullanmışlardır.  

Kesin olan şey Kesin Olan’ın gösterdiğidir ve o da “kesin söz” olan Kur’ân’dır. Yeniden Kur’ân’ın söz ve eylem yoluna düşülmeden kesinsizlikten kurtulmak mümkün olmayacaktır. Kur’ân’ın söylediği kesin söz ise şudur:

“Ey îman edenler!, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur. Seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan yardım ve zafer (nusret) ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele!” (Saff 10-13).

İşte İslâm’ın yâni huzur ve mutluluğun kesin formülü: Îman, hicret, cihad.

“İtaat ve mâruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şâyet Allah’a sadâkat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu” (Muhammed 21).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2016
Devamını Oku »

Tembellik ve Korkaklık


Müslümanların modern zamanlarda edindikleri en önemli olumsuz iki huydur tembellik ve korkaklık. Bu iki huy, mağlûbiyetin bir netîcesidir. Demek ki “yenilmişlik” duygusu bir korku doğuruyor ve bu korku da zamanla tembelliğe dönüşüyor ve iletiyor kişiyi. Yenilgi ve başarısızlık bir korku oluşturuyor ve bir daha aynı korkuyu yaşamamak için de korkak bir şekilde yaşamaya râzı oluyor kişi. Bir-şey yapmaktan korkan kişi, o şeyi yapmak için harekete geçemediğinden, zamanla başka şeyleri yapmaya da korkar oluyor ve zamanla bu durum tembelliğe dönüşüyor. Tembellik de korkaklığı daha fazla arttırıyor. Bu nedenle korkaklık ile tembellik birbirinin neden-sonucudur.

Farsça olan “tembel” kelimesi “iş görmeyi, çalışmayı sevmeyen, çaba göstermekten, sıkıntıdan kaçan kimse, haylaz” diye geçer TDK sözlüğünde.

Tembellik olgusu Şeytan’ın en büyük silahlarından biridir. İnsanları kolayca ayartabildiği ve en çok baş-vurduğu yoldur. İlginçtir, tembellik insanlar tarafından şiddetli eleştirilere konu olmaz. (Hattâ tembel insanların tembelliklerine özenenler de vardır). En fazla; “tembel-tembel oturma, kalk!” denir tembele kişiye. Hâlbuki tembellik “günahların anası”dır.

İnsanlar doğuştan tembel olmazlar. İnsanlar ilk doğduklarında tembel değildirler. Hiç-bir bebek tembel değildir meselâ. Her-an hareket hâlindedir bebek. En-azından bakınır durur çevresini tanımak için. Kendisiyle ilgilenenlere duyarsız kalmaz. Bebekler sık-sık bağırır, isyân ederler. Sürekli sükûnet hâlinde kalamazlar. “Haklarını” isterler ve avazları çıktığı kadar bağırırlar. Ergenlik çağına kadar çocuklar da tembel değildirler. Tembeller “hiç-bir şey yapmama”yı tatlı bir keyif olarak görürken, çocuklar için hiç-bir şey yapmadan durmak çok sıkıntı verici bir durumdur. Henüz tembelliğe alışmamış olan çocuklar tembelliğin tezâhürü olan “hiç-bir şey yapmama”yı olağan-üstü sıkıcı bulurlar. Doğal olan, tembellik değil çalışkanlıktır zîrâ. Hiç-bir hayvan tembel değildir meselâ. Zâten tembel olsalardı yaşayamazlardı. İnsan bir amaç için ve bir amaca göre yaratılmıştır ve bu amaç tembellikle yerine getirilemez.

Modernizm, ürettikleri ürünlerle (ki bunların çoğu gereksiz ürünlerdir) insanları hareketsizleştirdi ve tembelleştirdi. İnsanlar kendilerine tembellik yapacak vakit açmak için her şeyi yapar hâle geldiler. Yaptıkları iş, ulaşım, pratik yemekler, işleri başkasına yüklemek gibi şeylerle kendilerine vakit açmak/ayırmak istiyorlar. Aslında ayrılan bu vaktin %90’ı tembellik için ayrılan vakittir. Kısa bir aktif çalışmadan sonra kazandığı parayı “lüks bir tembellikle” yemek, insanların en büyük hedefleri hâline geldi. “Hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi yaparım” cümlesi “tembelliğin ata-sözü” hâline geldi neredeyse. Modern dönemde kendini “konformizm” şeklinde gösteren tembellik, neo-nihilist bir akım oldu. Zîra tembeller aynı-zamanda hiç-bir şeyi kafaya takmamayı iyi bir haslet olarak görüyorlar. Hiç-bir şeyi kafaya takmayanların sayısı çoğalınca da hiç-bir şey düzelmiyor tabi. Çünkü insan “kafaya taktığı” şeyi yapar.

Tembellik aslında tam bir hareketsizlik durumu değil, “dengesiz yapmalar” bütünüdür. Yapılması gereken bir şey dururken yapılmaması gereken şeyleri yapmaya başlarlar. Çünkü yapılması gereken işi yapmak istemediğinden ya tembellik yaparak o işi erteleyecek, ya da biraz olsun yapmayı sevdiği başka bir işle uğraşarak o durumu atlatacaktır. Yâni tembellik aslen, “yapılması gereken işi yapmayan”dır. Bir de “yapılması gereken işi zamânında yapmayan”dır. Tembeller bir işi zamânında yapmazlar/yapamazlar. Bu nedenle de aslında o işi hiç yapmamış olurlar. Zamânında yapılmayan iş, hiç yapılmamış gibidir çünkü. İsterse bu erteleme yâni işi zamânında yapmama kısa müddetler için olsun yine de fark etmez. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Biten tuvalet kâğıdı, zamânında takılmazsa, âcil olarak tuvalete giren kişi tuvaletten götü ıslak bir şekilde çıkar. Çünkü tuvalet kâğıdı bitmiştir ve zamânında takılmamıştır. Üstelik bu kişi bu durumu sık-sık yaşıyordur. Tuvalet kâğıdını o kişi tuvaletten çıkar-çıkmaz takmanın bir faydası olmaz artık. O iş zamânında yapılmadığı için hiç yapılmamış gibidir poposu ıslak kalan kişi için. Tembeller ibâdetlerini yapmakta da çok zorlanırlar:

“Gerçek şu ki, münâfıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, tembel/isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar” (Nîsa 142).

Korku; “kötülük gelme ihtimâli karşısında uyanan kaygı duygusuna deniyor. Kur’ân “havf” ve “haşyet” olarak korkuyu ayırır.

Havf: Normâl-doğal olan bir korkudur. Aslandan, yılandan-çıyandan ya da bir kazâ-belâ olmasından duyulan korkudur ki belli bir sınırı aşmadıkça normâl ve doğal olan bir durumdur ve hayvâni ve insâni bir duygudur. Havf, aynı-zamanda, cehennemden emin olmayı ve korkmamayı ifâde eden kelimedir. Bu durum Kur’ân’da şöyle ifâdesini bulur:

“Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Bakara 112).

Dünyâ’da çeşitli zorluklarla imtihan edilecek olan insanın duyacağı korku, “havf” kelimesiyle ifâde edilmiştir:

“Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele” (Bakara 155).

“Umûdu yanında olan” bir korku şeklidir havf:

“O size şimşeği korku (havf) ve umut olarak gösteren, (yağmur yüklü) ağırlaşmış bulutları (inşâ edip) ortaya çıkarandır” (Ra’d 12

Havf bâzen de terbiye etmek için hissettirilen korkudur:

“Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol-bol gelmekteydi; fakat Allah’ın nîmetlerine nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı” (Nâhl 112).

O hâlde havf, Allah’ın istediği gibi yaşadıktan sonra âkıbetten emin olmak ve korkmamaktır.

Haşyet: Haşyet ise, “sâdece Allah karşı duyulan bir korku”dur ki bu korku, havf gibi doğal ve normâl bir korku gibi değil, Allah’ın sevgisini-merhâmetini-ilgisini yitirme korkusudur. Haşyet duyanlar, zâten havf içindedirler fakat bununla yetinmeyip çift taraflı bir râzılık peşindedirler. Önde gidenlerin korkusu ve duygusudur bu. Çünkü:

“Onlar, Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyâmet saatinden içleri titremekte olanlardır” (Enbiyâ 49).

Bu korku, sonunda cehenneme gitme korkusuyla birlikte olur. Zîrâ Allah’ın sevgisini-merhâmetini-ilgisini kaybetmenin sonucu cehennemdir. Havf korkusu canlılara âit bir korkuyken, haşyet ise, cansızlarda bile olabilen bir korkudur Kur’ân’da bu şöyle anlatılır:

“Bundan sonra kâlpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hattâ daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla (haşyet) yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan gâfil (habersiz) değildir” (Bakara 74).

İnsanlar için haşyeti şu âyetler güzel bir şekilde açıklar:

“Ve onlar Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar. Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar” (Ra’d 21).

“Onlar, Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyâmet saatinden içleri titremekte olanlardır” (Enbiyâ 49).

“Gerçekten, Rablerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar..” (Mü’minûn 57).

Haşyet korkusu, bir şeyden “Allah’tan korkar gibi korkmak” anlamındadır. Allah insanların kendisinden başkalarına haşyet duymalarını istemez ve râzı olmaz:

“Kendilerine ‘Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin’ denenleri görmedin mi?. Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah’tan korkar gibi -hattâ daha da şiddetli bir korkuyla- (haşyet) korkuya kapılıyorlar ve ‘Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamâna ertelemeli değil miydin?’ dediler. De ki: ‘Dünyâ’nın metaı azdır, âhiret, ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar’ bile haksızlığa uğratılmayacaksınız” (Nîsâ 77).

Yine -zor bir durum olmasına rağmen- Allah yoksulluktan dolayı haşyet duyulmasını istemez:

“Yoksulluk endişesiyle (haşyet)çocuklarınızı öldürmeyin; onlara ve size biz rızık veririz. Şüphesiz, onları öldürmek büyük bir hatâ (suç ve günah)dır” (İsrâ 31).

Bizi asıl ümitsiz bir duruma düşüren şey, (istisnâlar hâriç) İslâm âleminin, Allah’tan başkalarına karşı, belli bir sınırı geçmedikçe çok fazla kınanmayacak olan “havf”tan başka, haşyet-vâri bir korkuya kapılmaları ve hattâ haşyet duymalarıdır. Oysa Allah kendisinden başkasından haşyet duyulmasından râzı olmaz. Öyle ki, müslümanlar, Allah’tan başkalarından haşyet duymakla, onlara karşı derin bir korkudan başka, onların sistemlerini, ideolojilerini, fikirlerini, üretim-tüketim şekillerini, giyim-kuşamlarını, kavramlarını-sözlerini vs. kullanarak, onlardan medet umuyorlar ve onlara bir nevî kulluk yapmış oluyorlar. Onların güyâ “güçlerinden” korkarak (haşyet) gazâbından çekiniyorlar. Onların hiç-bir şeylerine eleştiri, îtiraz ve isyân etmiyorlar bu nedenle. Onlara karşı derin bir saygı ve korkuları (haşyet) var. Resmen olmasa da fiilen onların dinlerine girmişler.

Adiyy bin Hatim'den rivâyet edildiğine göre o şöyle söylüyor: “Bir-gün peygamberin yanına gittim; o sırada peygamber Tevbe Sûresi'ni okuyordu. 31. âyete gelince; “Allah’ın dışında hahamları ve râhipleri Rabler edindiler” dedi." Ben, “Ey Allah'ın Resûlü, bizler onları Rabler edinmiyorduk” dedim. Resûlullah buyurdu ki: “Aksine!; Onlar size Allah’ın haram (müsaade etmediğine) kıldıklarını helâl (müsâit), helâl (müsaade ettiğine) kıldıklarını da haram (yasak) kılarken sizler onlara itaat etmiyor muydunuz”. Ben de, “Evet” dedim. Sonra şöyle buyurdu: “İşte bu, sizin onları Rab edinmenizdir” (Sünen Tirmizi 3095 no’lu hadis).

Bu nedenle artık müslümanlar mevcut duruma eleştiri-îtiraz-isyan üretemiyorlar ve “kendileri” olamıyorlar. Kendi medeniyetlerini tekrar kurmanın düşüncesini bile yapamıyorlar ve hattâ bu konuları konuşmaktan korkuyorlar. Tembellik ve korkudur bunu yapmaktan alıkoyan şey. Tembelliğin görece rahatını bırakmak istemiyorlar ve korkunun verdiği endişeye de düşmek istemiyorlar. Hâlbuki âhiretin sıkıntısı daha beterdir:

“Allah’ın elçisine muhâlif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: ‘Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir’. Bir kavrayıp-anlasalardı. Öyleyse kazandıklarının cezâsı olarak az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe 81-82).

“Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünyâ-hayâtına sevindiler. Oysaki dünyâ-hayâtı, âhirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta’dan başkası değildir” (Ra’d 26).

“(Tek-başına) Gerçekten dünyâ-hayâtı, ancak bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Eğer îman ederseniz ve sakınırsanız, O, size ecirlerinizi verir ve mallarınızı da istemez” (Muhammed 36).

Müslümanların durumu -bâzıları her ne kadar görmek istemese ve kafasını kuma gömse de, perişân bir hâldedir. Bu durumdan kurtulmak hem insâni hem de İslâm’i vazîfemizdir. Bunun için de ilk önce, Dünyâ’nın geçici bir hayat, âhiretin ise -cennetle sonuçlandığında- ebedî huzur diyârı olduğuna tam olarak îman etmek, bundan sonra da tembelliği bırakıp ciddî-samîmi ve gayretli bir şekilde bilgi-bilinçlenme sürecine girmek ve korkaklığı (havf-haşyet) bırakıp, eylem-devlet-medeniyet sürecine geçmek ve bu uğurda çaba sarf etmek gerekir. Tâ ki sonu “hıtâmıhû misk” olsun.

İslâm; “îman, hicret ve cihad”tır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2016
















Devamını Oku »

Kılıçların Birliği


“..Müşriklerin sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takvâ sâhipleriyle berâberdir” (Tevbe 36).

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki bir-birlerine kenetlenmiş bir binâ gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” (Saff 4).

İslâm âleminin mevcut kötü durumu mâlûm. Bu durum aslında çok şaşılacak bir şey. Çünkü normâlde aynı inanca sâhip 1.5 milyar insana, tüm Dünyâ bir-araya gelse diş geçiremez. Üstelik müslüman ülkelerin arasında, her alanda üretim yapabilen, imkânları ve kalifiyeli insanları olan ülkeler de varken. Peki buna rağmen müslümanlar neden bu durumdan rahatsız olmuyorlar da bir-araya gelip bir “birlik” oluşturmuyorlar ve bu çirkef durumdan kurtulmanın yolunu aramıyorlar?.

“Ne yapmak lâzım”ı konuşmak çözüm getirmiyor. Sürekli bir “ne yapmak lâzım” konuşuluyor. 1.400 yıldır ne yapılması gerektiği, üstelik Peygamber örnekliği de varken bilinmiyorsa, bundan sonra da bilinemez ve bir şey yapılamaz. Yapılacak şey bellidir. Tüm İslâm âlemi arasında kurulacak birliktelikle berâber, bilgi-bilinç-eylem-devlet(ümmet)-medeniyet sürecine girmek. Zor gibi göründüğüne bakmayın. Bunu çok zor gibi görmemizin nedeni, “ne yapmak lâzım”ı çok fazla konuşmak ve sonuçta ortaya net bir şey konulamadığından, yapılacak bir şeyin olmadığını düşünerek ve zannederek; “yapılacak pek bir şey de yok” diyerek eylemsiz işlere kapılmak nedeniyledir. İnanın bir açıklama bile yeterlidir bu birliği başlatmak ve bu yolda yürümek için. Sâdece inanç ve biraz cesâret yeter. Cesurca atılmış tek bir adım bile yeter. Ne de olsa biz 1 adım atınca Allah “10 adım” atıyor. Biz yürüyerek gidince Allah “koşarak” geliyor. Bu-arada bu tarz düşüncelerde en önemli hatâmız; “Allah’ın yardımı”nı hesâba katmamaktır. Eğer Allah yardım ederse, her-şey yoluna girer.

Evet; ne de olsa hiç-bir müslüman, Dünyâ’daki özellikle müslümanların aleyhindeki kötü durumu inkâr edemez. Zâten iniltilerin geldiği yerlerden duyulan sesleri dinlemek yeterlidir:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

Peygamberimiz; “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din-kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58) der.

Sürekli konuşulması gereken şey, üstün olanın Allah, İslâm ve müslümanlar olduğudur en başta. Müslümanlar yeniden buna inanmalıdırlar ve bu inançla düşünce üretip eylemde bulunmalıdırlar. Çünkü Allah Kur’ân’da:

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139) diyerek bize bir özgüven aşılıyor.

Bizim dînimiz tek hak dindir ve bu nedenle üstün olan din bizim dînimizdir. Bu din üstün olunca, bu dînin bağlıları da diğer insanlardan üstündürler demektir. Eğer üstün değillerse din ile insan arasında sorun var demektir ki bu sorun en başta bir kompleks sorunudur; aşağılık kompleksi. İlk önce bu durumdan kurtulmak gereklidir. Bunun için de, kendi içimizdeki düşünsel ve kültürel farklılıkları tartışmayı bırakıp, Allah’ın dediği gibi, üstün olduğumuzu kabûl edip sürekli bunu konuşmaktır. Zâten o zaman tartışılan şeylerin çok fazla önemi kalmayacaktır. Allah onun mezhebini, bunun târikatını vs. değil, İslâm’ı diğer bâtıl dinlere (yollara) üstün kılmıştır. Üstün olan yön dindir. Bağlı bulunduğumuz ve tâkip ettiğimiz düşünce, yol vs. değil. Bunu öne çıkarmak gerekir ilk başta. Allah bu üstünlükten Kur’ân’da şu şekilde bahsediyor:

“Dînini bütün dinlere üstün kılmak için; Resûlünü hidâyet ve hak din ile gönderen O’dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar” (Tevbe 33).

“Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderen O’dur. Şâhit olarak Allah yeter” (Fetih 28).

Bize tasallut kurmaya kalkanlardan korkmaya gerek yok. Çünkü bizim onlarla aramızda bir fark var. Onlar gerçekte korkaktırlar, ölümden çok fazla korkarlar bu nedenle de bin yıl yaşamak isterler:

“Andolsun, onları hayâta karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azaptan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir” (Bakara 96).

Hâlbuki mü’minler gabya-âhirete inanırlar ve Allah yolunda olunca cennetle ödüllendirileceklerini bilirler. Bu sebeple de ölüm korkusuyla titremezler ve sağlam dururlar.

Yine onlar, tek-dünyâlı olmanın bir sonucu olarak onlar garanticidirler. Bu garanti düşüncesiyle yeterli direnci ve direnişi gösteremezler. Birliktelikleri de sahtedir ve çok çabuk bozulur. Bir direnç ile karşılaşmaya-görsünler; dağılıverirler:

“Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veyâ duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kâlpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir” (Haşr 59).

Biz kitap, mizan ve demir sâhibiyiz çok şükür. Diğerlerine göre demir noktasında daha az imkâna sâhip olsak da, tek güç maddî güç değildir. Îmânın da bir gücü vardır ve bu gücün yabana atılmaması gerekir:

“Ey Peygamber, mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlûb edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur” (Enfâl 65).

Eğer bu sayılar arasında çok fark olduğunu düşünüyorsanız Allah bu konuda da yardımcı olur ve aradaki farkı melekler ile kapatır:

“Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 66).

“Evet, eğer sabrederseniz, sakınırsanız ve onlar da âniden üstünüze çullanıverirlerse, Rabbiniz size meleklerden nişanlı beş bin melekle yardım ulaştıracaktır” (Âl-i İmran 125).

İmdi; ey müslümanlar!. Bu çirkef ve utanç verici durumdan kurtulmak istiyor muyuz?. Bunun için zihinlerin-akılların-bilgilerin aynılaşmasına gerek yok. Kâlpler bir olsa yeter ilk başta. Allah’ın bize müslüman adını koyarak o azâmeti verdiğini hatırlayarak üstün olanın bizler olduğumuzu konuşacağız, yazacağız ve bu artık her müslümanda akîde hâline gelecek. Ondan sonra artık gerisi kolay. Birlik bir kere sağlanmaya başladı mı artık bizi kimse tutamaz ve durduramaz. Kitap-mizan-demir birlikteliği gibi, kâlpler birleştikten sonra kılıçlar da birleşince, -belki de kılıçları çok da kullanmaya gerek olmadan- Dünyâ’da onurumuzla yaşamanın yolu açılacaktır bizlere. Yeniden huzur bulup kardeşler olacağız, birlik olacağız, ümmet olacağız.

“İçler acısı bir durumdayken bunları mı söylüyorsun” diyenlere; Peygamberimizin en zor zamanlardan bir zamanda, hendekleri kazarken mü’minlere olan vaâdlerini hatırlatırım. Hayat hâlen devâm ediyorsa, şu-an târihin sonu değildir. Kur’ân gibi bir kitabımız, Peygamber gibi bir örnekliğimiz ve 1.400 yıllık medeniyet kültürümüz olduktan sonra inanın zor değil.

Ne diyordu sosyoloji kuralı: Bir kere olan bir kere daha olabilir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2016


Devamını Oku »