30 Mart 2019 Cumartesi

Kur’ân-Merkezli Yaşamak



“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

Hak, ancak “Hak’kın sözleriyle” hem kişinin iç-âleminde hem de dış-âlemde tezâhür edebilir. Bunu hakkıyla sağlayabilecek başka bir etken yoktur. Hem iç-âlemlerin hem de dış-âlemin aydınlanması için “Allah’ın sözü” olan Kur’ân ile bilgi-bilince erip vahiy-merkezli düşünmek ve Sünnet-merkezli amel ve eylemde bulunmak şarttır. Hakkı ikâme etmek, “Hakkın sözüne göre düşünmek ve amel-eylemde bulunmakla” olur. Zâten ancak hak-merkezli olunduğunda yeryüzü aynen gökler gibi muazzam bir düzene ve âhenge kavuşur ve hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe ulaşılır. Gökler nasıl ki Hakka göre olduğu için düzenini ve âhengini koruyorsa, yeryüzünde de düzeni ve hakkı ikâme etmek, ancak “Allah’a=Hakka göre” olunca olur. Allah göre olmak ise, “O’nun sözüne göre olmak” demektir ki, buna “Kur’ân-merkezlilik” denir.

Kur’ân-merkezlilik, “kayıtsız-şartsız bir Kur’ân-merkezlilik”tir. İç-âlemin ve dış-âlemin her alanında, her meselesinde, her noktasında ve tüm zaman ve mekânlarında olacak olan bir Kur’ân-merkezlilikten bahsediyoruz. Kur’ân-merkezli olunca yâni Allah’ın emrine göre düşünüp amelde-eylemde bulununca, hem Dünyâ’da hem de âhirette hakka-hakîkate, adâlete ve iyiliğe kavuşuruz ki zâten bunun başka da bir yolu yoktur. O hâlde Kur’ân-merkezli olmak “farz-ı ayn”dır.

Kur’ân-merkezli olmanın en güzel şekli ise, Kur’ân-merkezli olmayı en ideâl bir şekilde gösteren “güzel örnekliğimiz” Hz. Muhammed’in İslâmî Hareket Metodu’nu tâkip etmekle olacaktır. Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in “Kur’ân-merkezli siyâset”idir.

Modernitenin Dünyâ’ya hâkim olmasıyla birlikte modern müslümanlarda bâriz bir şekilde açığa çıkan şey; “sâdece Kur’ân”, “Kur’ân yeter”, “Kur’ân’dan her-şey var” vs. gibi sözlerle ifâde edilen “Kur’âncılık”tır. Tabî ki Kur’ân bizim bilgi ve bilincimizin tek kaynağıdır. Biz tüm ilhâmımızı ondan alırız. Zâten Allah da bunu emretmiştir. Fakat bu sözleri söyleyenlere baktığımızda, Kur’ân’ı sâdece kâlplerin ve zihinlerin bir nesnesi ve tatmin aracı gibi kullandıklarını, hayâtta ve amel-eylemde ise Kur’ân’ı değil de modern-lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl-küresel-emperyâl ideolojileri ölçü aldıklarını ve bu ideolojilerin bayraktarlığını yaptıklarını görürüz. O hâlde bu kişiler Kur’ân’ı, “uydukları düzenleri meşrûlaştırmak için” kullanmaktadırlar. Zâten baktığımızda, bu kişilerin, tâğutların dediklerine ve direktiflerine göre yaşadıklarını görüyoruz ki, bunların içinde de ne yazık ki “sâdece Kur’ân” diyenler ve sürekli Kur’ân okuyanlar da vardır.

Peki neden böyle oluyor?. Çünkü bahsedilen kişiler ve hizipler, Kur’ân’ı kâlplere, zihinlere, vicdanlara ve dört duvar arasına hapsediyorlar, hayatta ise tâğutlara yada onların taşeronlarına göre düşünüyor ve edip-eyliyorlar. Onları destekliyorlar. Onların uygunsuz ve apaçık yanlışlarını ise, “Kur’ân’ı aşırı yoruma tâbi tutarak” meşrûlaştırıyorlar ki zâten bunlar vahyi hayâta hâkim kılmayı aslâ düşünmediklerinden dolayı Kur’ân’ı da ancak tâğutları temize çıkarmak için kullanıyorlar. Yaptıkları aşırı yorumlara baktığınızda ise, yorumlarının mevcut din-dışı sistemlere ve bu sistemin taşeronlarının söylemlerine uygun düştüklerini görürsünüz.

Kur’ân-merkezli olmak, hayâtın her noktasında, iç-âlemde ve dış-âlemde, tüm zamanlarda ve mekânlarda Kur’ân’a göre düşünmek ve amel-eylemde bulunmakla olur. Müslümanlar işte bunu yap(a)mıyorlar. Kur’ân’ı sözde baş-tâcı yapanların çoğu, iş Kur’ân-merkezli yaşamaya gelince apışıp kalıyorlar ve seslerini kısıveriyorlar. Modernite hayâta ağırlığını koydukça, Kur’ân-merkezli yaşamaktan, “zebranın aslandan kaçtığı” gibi kaçanların listesi uzayıp gitmektedir.

Kur’ân-merkezli okumak, sürekli bir şekilde “Kur’ân’ı sâdece okumak” demek değildir. Kur’ân-merkezli okumak, “Kur’ân-merkezli yapmak” demektir. Kur’ân’ı okumuş-okuyor olmakla, “Kur’ân-merkezli olmak” farklı şeylerdir. Kur’ân-merkezli olmak, “kayıtsız-şartsız her durumda Kur’ân’a uymak ve ona göre yaşamak” demektir. İç-âlemi Kur’ân ile aydınlattıktan sonra, dış-âlemi de Kur’ân ile aydınlatmak ve Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma yoluna düşmektir. Fakat nice Kur’ân okuyanlar vardır ki “Kur’ân’a göre yaşamak” söz-konusu olunca yan çiziyorlar ve Kur’ân’ın “Kur’ân-merkezli olun” anlamındaki âyetlerini başlıyorlar aşırı yoruma boğmaya ve anlamından saptırmaya. Bu yorumları yapmada en büyük yardımcıları tabî ki de şeytan oluyor.

Müslümanların Kur’ân-merkezli olmayan düşünüşleri kendi öz-düşünüşleri olamaz. “Eğer düşünceler vahye aykırı ise, söylemler ve de eylemler vahiy-merkezli değil” demektir. Vahiy-merkezli olmayan düşünceler ve eylemler ise, bâtıl-merkezli sistemin düşünceleri ve eylemleri olur. Artık bâtıl sistemin ortaya attığı düşünceler, farklı şekildeki söylemlerle dile getirilmekten ve sistemin düşüncesi körü-körüne taklit edilmekten başka bir şey yapılmış olmaz. Bu durumda zamanla “sistem-içi söyleme mahkûm olma” kaçınılmaz hâle gelir. Artık kişinin dili sistemin dilidir, yaşamı ise “sistemin yaşam-şekline göre”dir. İlginç ve üzücü olan ise, müslümanların, sistemin diline, Kur’ân’a-İslâm’a aykırı olmasına rağmen anlamsız bir bağlılıkla bağlı olunmasıdır. Öyle ki, bu dile karşı vahyin dili bile o kişiler için kâr etmez duruma geliyor. Çünkü Kur’ân-merkezli yaşanılmamaktadır ki, Kur’ân-merkezli yaşanılmadığında, dil de, düşünce de, yaşam da vahye aykırı olmaya başlar. Kur’ân yâni hak-merkezli olunmadığında, bâtıl-merkezli olmak kaçınılmaz olur. 

Kur’ân-merkezli eğitim yaptıklarını söyleyenler de aynı şekilde davranıyorlar. Ellerinde Kur’ân var, sürekli Kur’ân dersleri yapıyorlar fakat temellerini Şeytan’ın attığı, müteahhitliğini tâğutların yaptığı projelerde-ideolojilerde amele olarak çalışıyorlar. Sonuçta da lâik-seküler-modernist-konformist-demokratik ideolojilere, çok sevdikleri hocalarına-âlimlerine ve hayrân oldukları parti-lîderlerine göre hareket ediyorlar. Hem de aşırı bir şevkle ve meftûn olarak. Üstelik inandıkları Kur’ân’a rağmen, Peygamber’e rağmen, Allah’a rağmen. Allah-Peygamber-Kur’ân ile yüzdeyüz çatışan-çarpışan kişiler ve fikirler şiarları oluyor. Zâten kurdukları ve yenilerini kurmak için çabaladıkları sivil-toplum (cemaat değil) kuruluşları yâni dernekleri; büyük bir aşkla oy verdikleri partilerinin ileri karakolları, şûbeleri, “arka bahçeleri” olarak görev yapıyor. Orada İslâm’dan çok, parti-gündemi konuşuluyor ve okunuyor. Kur’ân, “Kur’ân-merkezli” okunmadığı için, hayat da Kur’ân-merkezli dokunmuyor. Sonuçta da hayâtı, Kurân değil, bâtıl düzenlerden bir düzen şekillendiriyor. Bâtılın şekillendirdiği Dünyâ, küfrün, şirkin ve dolayısı ile de zulmün merkezi hâline geliyor.  

Yapılması gereken şey, yine Kur’ân’dan yola çıkarak yâni düşünceyi-felsefeyi-teoriyi Kur’ân’dan alarak bir pratik gerçekleştirmek olmalıdır. Bu da ancak Kur’ân-merkezli oluşturulacak olan bir siyâsetle olur. Çünkü insanlar ne olursa-olsun Dünyâ’ya bedenlerinden bağlıdırlar ve maddiyatı da belirleyen siyâseti tâkip etmek ve ona zoraki de olsa uymak zorundadırlar. Bu nedenle bu uydurmaları yok edecek ve kurtaracak etken, siyâsettir ama bu siyâset, “Kur’ân/vahiy-merkezli olan bir siyâset” olmalıdır. Bu zorunludur. Çünkü böyle olmadığında yâni vahiy-merkezli bir siyâset olmadığında bu uydurmalardan bırakın kurtulmayı, zamanla bu uydurmalar çoğalıp daha da sağlamlaşacaktır. Zîrâ bu uydurmalar, Kur’ân-merkezli bir siyâsetten kopulduğunda ortaya çıkmaya başlamış, çoğalıp yaygınlaşmış ve kemikleşmiştir. İşte bu nedenle Kur’ân ve sünnet-merkezli oluşturulacak bir siyâset, bu uydurmaları, küfrü, şirki ve zulmü, gerek söylemlerle dikkat çekerek ve gerekse “zor” kullanarak yok edecek ve insanları kurtaracak ve selâmete ulaştıracaktır.

Bir yanlışlığı-kötülüğü-çirkefliği “sâdece güzellikle” def edemezsiniz. Vahiy-merkezli bir inşâ, bâtıl-merkezli bir temel üzerine kurulamaz. Zâten etkili bir yanlışın, bir zulmün ve küresel çaptaki bir çirkinliğin güzellikle ve kırıp dökmeden değiştirilip düzeltildiğinin (kısmen Yûnus Kavmi hâriç) insanlık târihinde bir örneği yoktur. Bâtıl ancak; ilk başta Kur’ân-merkezli doğrularla yâni hakkın en iyi şekilde ortaya konmasıyla, sonra da bâtılı rezil etmekle, “ölçülü zor kullanma”larla ve vahiy-merkezli yasaklar belirlemekle bertarâf edilebilir ve böylece uydurmalar ve şirk değerini yitirip, “hak olan” değer kazanarak hayatta görünür hâle gelir.

Müslümanlar Kur’ân-merkezli bir düşünüşe ve amel-eyleme sâhip olmalılar ki, karşı tarafın buna üstün çıkması söz-konusu olamaz. Hiç-bir şey Kur’ân-merkezli olmanın önüne ve ötesine geçemez. Bunun böyle olduğunun delîli, son 150 öncesi yaşanan hayat ve sonrasında son 150-200 yıldır, hayâtın her alanında vahye aykırı olan kânun ve kuralların, insanların büyük çoğunluğunu madden yada mânen perişân etmiş olmasıdır. Zîrâ kâinât nasıl ki Allah’a göre düzenlenmiş ve O’na göre hareket ettiği için onda bir bozukluk ve düzensizlik göremiyorsak, yeryüzünde de insanların şirkten, küfürden ve dolayısı ile zulümden kurtulmaları ve “insan” gibi yaşamalarının tek yolu “Allah’ın dediği gibi yaşamaktır” ki bu da ancak, “iç ve dış-âlemin Kur’ân-merkezli olarak düzenlenmesiyle” olur.

Kur’ân gerçek anlamda idrâk edilip, sonra da Kur’ân-merkezli düşünce-amel-eylem süreciyle İslâmî bir toplumun ve siyâsetin kurulmasıyla ancak, insanlar hem Dünyâ’da hem de âhirette “iyilik”e kavuşacaktır. Böyle bir hayâtın örnekliği ise, Hz. Muhammed tarafından “asr-ı saadet” denilen süreç ile gösterilmiştir ve buna “güzel örneklik (Ahzâb 21) denilmiştir.

Kur’ân-merkezli olmak, Kur’ân-merkezli okuduktan sonra, “hayâtı Kur’ân-merkezli dokumak”la olur.

Biz bu Dünyâ’ya Kur’ân-merkezli yaşamaya ve Kur’ân-merkezli ölmeye geldik. Kur’ân-merkezli yaşayanlara ve ölenlere selâm olsun!.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2018



Devamını Oku »

23 Mart 2019 Cumartesi

Serbest Piyasa Ekonomisi Üzerine


“Ey îman edenler!. Birbirinizin malını karşılıklı rızâ ile yapılan ticâretle de olsa haksızlık ve hîle ile yemeyin (de) birbirinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhâmetlidir” (Nîsâ 29).

 

Bu âyeti yanlış olarak; “ey îman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rızâya dayanan bir ticâret dışında haksız sebeplerle yemeyin” şeklinde çevirince, “birbirinizin mallarını sâdece ticâret yolu ile haksızca yiyebilirsiniz” şeklinde anlaşılıyor. Peki bu nasıl olur?. Bir malı 1’e alıp 10’a satarsanız, insanların mallarını haksızca yemiş olursunuz. Çünkü hiç kimse 1 liralık mâliyeti olan bir malı 10 liraya almak istemez ve böyle bir durumla karşılaştığında kendisini hem aptal gibi hisseder, hem de aşağılanmış olarak görür. Bu, bir çeşit “öldürme”dir ki âyetin bahsettiği “öldürme” budur.

 

İslâm’a göre bir kimsenin malı diğerine ancak o kişinin rızâsı ile helâl olur.

 

1’e alıp 10’a 20’ye satma düşüncesi, “İslâm’da ticâret, serbest piyasaya göredir” uydurma sözünden dolayıdır. Oysa İslâm’da “serbest piyasa ekonomisi” yoktur. Zâten İslâm medeniyetinde, siftah yapan bir esnaf, müşteriyi, siftah yapmayan esnaf komşusuna gönderirdi. Serbest piyasa “rekâbet” demektir. Eğer serbest piyasa ve dolayısı ile bir rekâbet varsa, iki dükkandaki fiyatlar da farklı olur-olabilir. O hâlde müşteri de, esnaf kendisini diğer komşuya gönderse de fiyatı ucuz olan dükkandan alış-veriş yapmayı sürdürür. Zâten serbest piyasa “rekâbet” demek olacağı için, hiç-bir esnaf siftah yapmayan komşusunu düşünmez ve kendisine gelmiş müşteriyi komşusuna yönlendirmez. “Serbest piyasa” demek, rekâbet; rekâbet demek ise “hırs” demektir. İslâm’da ise hırs hoş görülmez ve hattâ hırslı davrananlar kınanır ve yaptıkları şey onaylanmaz. İslâm’da hırs değil, tam-aksine “mütevâzı”lık vardır ve zâten ihtiyaç fazlasını biriktirmek de yasak olduğundan, (Bakara 219) hırs yapıp da biriktirme yoluna gidil(e)mez.

 

İnsanlar ticâret yapmakta serbesttirler, istediği şeyin ticâretini yapabilirler. Fakat İslâm-merkezli bir ticâret anlayışında, bir müslüman ticâreti istediği gibi yapmakta serbest olamaz. Çünkü ticâretteki bu serbestiyet, çok da uzun olmayan vâdede, ticâretin ve dolayısı ile “servetin birilerinin ellerinde tekelleşmesine” neden olur. Zîrâ insanların ayağını kaydırabilen beş sebepten biri de ticâret ve ondan doğan servetle ilgilidir. Servet, insanın aklını başından alan ve kişinin yoldan çıkmasına neden olan etkenlerin başında gelir. İnsanı ayartabilen diğer 4 etken ise; şehvet, şöhret, siyâset ve cehâlettir. Bu yüzden ticâret, vicdan ve merhâmet ile “içten”, devlet ve kuruluşlar tarafından da “dıştan” denetlenmediğinde insanların akıllarını başından alır. Zâten târih boyunca fitne ve ifsâd en çok da bu nedenle ortaya çıkmıştır ve çıkıyor.

 

Serbest bırakılan fiyatlar yukarı fırlar; bu durum, küçük azınlığı daha bir zengin ederken, halkın geniş kesimi için zorunlu ihtiyaç maddeleri “yanına bile yaklaşılmaz” hâle gelir. Çünkü her türlü sınırsız serbestlik (liberâlizm) insanları yoldan çıkarır. Çünkü “bir sınır olmadığında hiç-bir sınır olmaz”. Hele ki insanı hırsa ve uçuk hayâllere sürükleyen ticâretteki serbestlik, kişiye olmadık işler yaptırır. Haksızlık, vicdansızlık ve adâlet diz-boyu olur. 

 

Seküler piyasada “görünmez bir el”  insanları sürekli kontrôl eder ve yönlendirir. Tabi bu, biraz da bizim bu kontrôle izin vermemiz ve alan açmamız nedeniyledir. Oysa mü’min için “mutlak gözetleyici” olan sâdece Allah’tır. Allah tüm varlığı olduğu gibi O’nun yolunda gidenleri de sürekli kontrôl ettiği gibi iyiliğe yönlendirir. Bizim iç-denetimimiz ne yönde olursa, Allah da bizi o yönde değerlendirir ve yönlendirir. İşte; piyasada “sınırsız ticaret özgürlüğü” anlamına gelen “serbest piyasa ekonomisi”, bizi Allah’ın değil de, şeytanın kontrôl etmesine ve yönlendirmesine sebep oluyor. Hâlbuki İslâm ve müslümanlık, “sâdece Allah’ın denetlemesini ve yönlendirmesini kabûl etmek” demektir.

 

“İslâm’da ekonomiyi serbest piyasa belirler” deniliyor, fakat hem fâhiş fiyatla mal satılamayacağı söyleniyor hem de “narhı (fiyat belirleme) Allah koyar” denerek, sürekli söylenip duran, “İslâm’da ekonomi, serbest piyasa ekonomisidir” düşüncesi boşa çıkmış oluyor. Allah hiç-bir şeyi başıboş bırakmıyor ki ekonomiyi ve ticâreti başı-boş bıraksın.

 

Ekonomiye dîni karıştırmıyorlar ve “dînin vicdanlarda kalması ve zinhar siyâsete karıştırılmaması” gerektiği gibi, dînin ekonomiye de karıştırılmaması gerektiği söyleniyor. Üstelik bunu müslümanlar da söylüyor. Serbest ekonomi ve ticâret şekli ve piyasası kutsallaştırılıyor ve birileri de İslâm’ın ekonomi anlayışının bu olduğunu sanıyor. Oysa Peygamberimiz, hırsla, kurnazlıkla yapılan ticâreti yasaklamıştır:

 

“Bir adamın namazı-niyazı sizi aldatmasın. O adamın dirhem ve dinarla yâni para ile olan ilişkisine bakın”. Başka bir varyantta da: “Kişinin namazına, orucuna bakmayın; konuştuğunda, doğru konuşup konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde, güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; Dünyâ kendisine güldüğünde, takvâyı elden bırakıp bırakmadığına (menfaat ânındaki tavrına) bakıp öyle değerlendirin” (Kenzul-Ummal, h. No: 8435)

 

İslâm’ın ekonomi modeli, “serbest piyasa ekonomisidir” deniyor. Fakat bu çok yanlış bir düşüncedir. Çünkü bu model İslâm’ın değil, kapitâlizmin, hem de vahşi kapitâlizmin modelidir. İslâm’ın değil, Adam Smith’in ortaya çıkardığı, “bırakınız yapsınlar” (laissez fairez) şeklindeki serbest piyasa ekonomisi, İslâm’ın ekonomi düşüncesine terstir. Çünkü İslâm’da “ne olursa-olsun kâr etmek için her-şeyi yapmak” düşüncesi yoktur. İslâm medeniyetinde ekonomi ve ticârette bir serbestlik vardır ama bu “sınırsız bir serbestlik” değildir. İslâm’da  gizli-gizli yapılan ticârete izin verilmez. Meselâ pazara ulaşılmayan malın yolda toptan satılması-alınması meşrû değildir.           İslâm’daki serbestlik, her türlü kurnazlığı ve haksızlığı da yanında taşıyan bir serbestlik değildir. Aslına bakarsanız İslâm’da serbestliğe çok da meydan verilmez. Zâten liyâkatli mü’min bir toplumda ekonomi modeli, İslâm’ın kendine has ürettiği bir modeldir. Bu da; kanaâte, hayra, vicdan ve merhâmete dayalı olan bir modeldir. Bu modelde ekonomi ve pazar-ticâret sürekli denetlenir ve uygunsuz durumlarda uyarılar yapılır. Bu bağlamda Peygamberimiz pazarı sürekli dolaşır ve denetlerdi. Olası yanlışlara hemen müdâhale eder ve doğal ve mâkûl bir alış-veriş çizgisi ortaya koyardı. Serbest ticâret ve ekonomi sisteminin nasıl da birilerini tekelleştirdiği ve sonunda haksızlıklar yapıldığını bir rivâyet şu şekilde ortaya koyar:

 

“Zebid kabîlesinden bir tâcir Mekke’ye mal satmaya geldi. Ebu Cehil başka tâcirleri Zebid ile ticâretten menetti ve kendisi de çok düşük bir fiyat teklif etti. Ebu Cehil’in öyle bir nüfûzu vardı ki, kimse daha yüksek bir fiyat teklif edemedi. Tâcir pek üzgün olarak Hz. Peygamber’e gitti. Resûlullah, üç deveden müteşekkil malı, mal sâhibinin istediği fiyattan satın aldı ve Ebu Cehil ile sert münâkaşalar oldu”.

 

Görüldüğü gibi Peygamberimiz, serbest ekonomi sisteminin mutlakâ ortaya çıkaracağı haksızlıklardan birini bu şekilde önlemiştir. Demek ki İslâm’da piyasa o kadar da serbest değildir. İslâm ideâl olanı ortaya koymaya çalışır ki Peygamberimiz de bunu ikâme etmekle görevliydi. Peygamberimiz, ideâl tüccardan bahsederken şunları söyler:

 

“Bir şey satarken onu aşırı bir şekilde övmezler, bir malı da alırken asla yalan söylemezler, kendilerine îtimat edildiğinde ihânet etmezler, borçlarını geciktirmez, vaktinde öderler, alacakları olduğunda, zor durumda olan borçluyu sıkıştırmazlar. Kim bir gıdâ maddesi satın alır ve günün râyiç bedeli üzerinden satarsa, sanki onu yoksullara sadaka olarak dağıtmış gibi sevap alır’’ (İbn-i Mâce).

 

“Doğru sözlü güvenilir tüccar, âhirette peygamberler, sâdıklar ve şehitler ile berâberdir” (Tirmizi).

 

‘‘Bir malın ayıbını söylemeden satmak helâl olmaz’’ (Müslim îman: 43).

 

“İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, kişi malı helâlden mi, haramdan mı aldığına hiç aldırmaz” (Buhârî, Büyû, 7, 23).

 

Yine bir rivâyette şu olay anlatılır:

 

“Resûlullah, buğday satan bir adama rastladı. Satıcıya: ‘Nasıl satıyorsun?’ diye sordu. Adam da kendince anlattı. Peygamberimiz elini çuvala daldırdı ve buğdayın ıslak olduğunu gördü. Bunun üzerine, ‘insanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya!. Aldatan bizden değildir’ (Müslim, Îman, 164) buyurdu”.

 

Serbest piyasa ekonomisi tekelleşmeye çok açıktır. Oysa İslâm’da tekelleşmek yasaktır. Çünkü fakirlerle-yoksullarla paylaşılmayan her türlü devlet-geliri zenginlerin elinde servete ve dolayısı ile devlete döner: “Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır. (Haşr 7).

 

Serbest piyasa ekonomisi tekelcidir. Piyasaya hâkim olup tekelleşenler, zamanla diğerlerini siler ve kendilerini “tek-el” îlân ederler. Böylece fiyatları onlar belirler ki bu belirleme aslında, aşırı fiyatlandırma şeklindedir. Sonuçta bu durum, halkın ezildikçe ezilmesine, küçük bir kesimin de zenginleştikçe zenginleşmesine ve azgınlaştıkça azgınlaşmasına sebep olur. 

 

Serbest piyasa ekonomisi, doğal bir arz-talep dengesi değildir. Tam-aksine, doğal dengeyi bozar ve talep yokken arzı çoğaltır. Böylece tüketimi kışkırtır, azgınlaştırır ve sonunda da kutsallaştırır. Serbest ticâretin ve ekonominin bir sonraki adımı “rant ekonomisi”dir ki, bu “haksız kazanç” olarak haramdır.

 

Adam Smith şöyle der: “Ekonomi konusunda yapılacak en doğru şey, piyasaya hiç müdâhale etmemektir. Zîrâ, piyasa dâima en doğrusunu yapar”. Bu söz piyasayı kutsallaştırmak anlamına gelir. Günümüzde apaçık görüldüğü gibi, serbest bırakılan piyasa mutlakâ kapitâlizmin aracı hâline gelir ve Dünyâ’yı ifsad eder. Bu piyasa şekli günümüzde insanların büyük bir bölümünün açlıktan-susuzluktan ölmesine neden olurken, diğer taraftaki insanların da aşırı tüketimden dolayı obezleşerek ruhsuzlaşıp hayvanlaşmasına neden olmuştur.

 

Kapitâlizm serbest piyasa ekonomisinden beslenir. Denetlenmeyen ekonomi mutlakâ fitne çıkarıp ifsad eder ve zengin-fakir arasındaki uçurumu derinleştirir.

 

Batı, modernizm ile birlikte her-şeyi serbest bırakmıştır ki bu belki de serbest piyasa ekonomisi ile başlamıştır. Piyasa serbest olunca bu serbestlik mutlakâ hayâtın her alanına da yansımaya başlar. Toplumun davranışlarını belirlemede pazarın payı çok büyüktür. Bilindiği gibi uzak-doğu ülkeleri savaşsız bir şekilde feth edilmişti ki bu fetih “gönüllerin fethi” şeklindeydi. Gönülleri fethedenler ise, oralara ulaşmış olan tüccarlar ve onların hakka-hakîkate-adâlete tam uygun olarak yaptıkları ticâretleriydi. Çünkü vicdâna, merhâmete hakka-hakîkate ve adâlete uygun davranışlar, insanların gönüllerini fetheder.   

 

İslâm piyasayı çok da serbest bırakmaz. Çünkü mülk Allah’ındır ve mülk konusunda insanlar dilediği gibi davranamazlar. En doğru davranış ise İslâm’a göre davranmaktır:

 

“Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı yada mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın”  (Hûd 87).

 

Âyetin de bahsettiği gibi Hz. Hûd, kavminin uyguladığı serbest piyasa ekonomisi modeline müdâhale ediyor ve bunu “salât”ın bir gereği olarak yapıyor. Çünkü din bu tarz bir piyasa-ekonomi-ticâret şekline izin vermiyor. Zîrâ İslâm’a uygun değildir. Uygun olmayan şey, “diledikleri gibi, serbestçe ticâret yapmaları”dır.

 

İnsanlar istedikleri malı pazara getirip belli fiyata satabilirler. Bu satışta fiyatlar çok az bir miktarda yüksek yada alçak olabilir. Bâzı kişiler daha az bir kârla yetinebilir. Yada malı kendisi üretmiştir veyâ uygun bir fiyatla almış olabilir. Fakat bu, diğerlerini çok olumsuz etkileyecek ve sorun ve haksızlık çıkarak şekilde olamaz.  

 

Bir de üretim-tüketim konusunda şunu söylüyorlar; “Narhı Allah koyar”. (Narh: Tüketiciyi korumak amacıyla, belli-başlı, özellikle zorunlu tüketim maddeleri için devletçe saptanan fiyat). Tamam, narhı Allah koyar. Yağmur yağmaz yada fazla yağış olur, kuraklık olur, toprak kayar, doğal âfet olur vs. ve üretim etkilenir. Böylece Allah narhı koymuş olur. Burada sorun yok. Fakat Allah narhı sâdece garibanlar için mi koyar?. Bu narh sâdece fakirler için mi geçerlidir?. Çünkü duruma göre mal azalınca ve Allah narh koymuş olunca garibanlar o nîmetten mahrûm kalıyor ama zenginleri için fark etmiyor ki!. Ne de olsa durumları müsâit, alıp yiyebiliyorlar ve narhtan etkilenmiyorlar. Eğer bir mal bir şekilde o yıl az üretilmişse, ürün az olmuşsa, herkes yâni hem zenginler hem de fakirler o maldan azar-azar tüketeceklerdir. Mal az diye fiyatların yükselmesiyle birlikte “fakirler o nîmetten aslâ faydalanamayacak fakat zenginler burunlarından gelircesine faydalanacak” demek değildir Allah’ın narhı koyması. Narh herkes içindir. Ne yâni; zenginlerin her zaman ve durumda bir maldan faydalanma hakları var da fakirlerin yok mu?. Yada neden yok?. Yoksa -hâşâ- Allah zenginleri çok seviyor da fakirlere gıcık mı oluyor?.

 

Osmanlılar’da “muhtesip” ve “şehremini” denen görevliler vardı ki, bu kişilerin görevi çarşı-pazar işlerinden sorumlu olup oraları denetlemekti. Muhtesip ve şehremini, çarşı ve pazarları denetler, kadıdan aldıkları izinle “narh” adı verilen fiyatları belirlerler, esnafın da belirlenen fiyata uymasını sağlarlardı. 

 

Ticâret kötü değildir ve “rızkın onda dokuzu ticârettedir” denir ki, aslında nefes alıp-vermek bile bir ticâret olarak hayâtîdir. Fakat ticâretin doğru-düzgün yapılması konusu çok önemlidir ki, aksi-hâlde mutlakâ fitne ve ifsâd başlamakta ve zamanla da büyümektedir.

 

Peygamberimiz Medine’ye geldiğinde Medîne ticâretinin yahudilerin elinde olduğunu gördüğünde (çünkü Medîne’liler çiftçi ve ziraatçidir) hemen bir pazar kurmuş, kurallar oluşturmuş, özellikle Mekke’li tüccar muhâcirlerin burayı işletmesini teşvik etmiştir. Zîrâ insanlar için ilk öncelik, alış-verişin hakkâniyetle yapıldığı bir pazardır.

 

Satmak isteyen her zaman pahalı satmak ister, çünkü ticârette ister-istemez bir hırs ortaya çıkar. Bu nedenle piyasa “serbest” bırakılamaz. Alıcı ise malı mâkûl bir fiyatla almak ister. Bu nedenle İslâm her zaman alıcıdan yanadır. “Müşteri dâima haklıdır” sözünün kaynağı belki de burasıdır.

 

Son zamanlarda en çok kullanılan kelime “tüketim” ve “tüketmek” kelimesidir. İnsanlar bir gıda için “yedim-içtim” değil de, “tükettim” kelimesini kullanıyorlar. Gıda konusuyla ilgili olanlar, “şunu yiyin bunu için” demiyorlar da, “şunu-şunu tüketin” diyorlar ve “tüketim” ve “tüketmek” kelimelerini üstüne basa-basa kullanıyorlar. Öyle ki, mîde bulandırıcı şekilde bir “tüketim” kelimesi kullanılıyor. Bu kelime, kapitâlist serbest piyasa ekonomisinin ortaya çıkardığı bir kelimedir. Çünkü “tüketmek” kelimesinde, “bitirmek ve yeniden almak” düşüncesi açığa çıkıyor. Tüketim kelimesinde doymak ve tatmin olmak düşüncesi olmuyor. Tüketim kelimesi sürekli olarak tüketmeyi düşündürtüyor ve de tüketimi arttırıyor. Özellikle seçilmiş bir kelimedir bu kelime. Oysa dilimizde yemek-içmek, kullanmak, tatmak, beslenmek gibi kelimeler de vardır.   

 

“Parayı sıkı-sıkıya tâkip edenler; “para kendi yolunu bulur, engellemeyin, düzenleme yapmayın, serbest bırakın” derler. Fakat bu söz ve uygulama Dünyâ’yı uçuruma yuvarlamaktadır. Zîrâ kontrôl edilmeyen şey insanları uçuruma yuvarlar ki para, en çok kontrôl edilmesi gereken şeydir. Başta ABD’de uygulanan ve 1990’lardan îtibâren bütün Dünyâ’ya dayatılan serbest piyasa ekonomisi özel bir delilik çeşididir.

 

Apaçık bir şekilde görülmektedir ki, Dünyâ, serbest pazar ekonomisinin kıskacında ve kuşatmasındadır. İnsanlar serbest piyasa ekonomisi yoluyla sömürülmektedir. Sömürgenler her alanda tekelleşmişler ve servetleri “devlet” hâline gelmiştir. Artık siyâsete de, “ekonomiye yön verenler” yön vermekteler, fakat bunu da kendi çıkarlarına uygun olarak belirlemektedirler. Bu durum garibanı daha da gariban yapmakta, zengin-fakir arasındaki uçurumu her geçen gün daha da derinleştirmekte ve toplumsal bir düşmanlık ve de dolayısıyla çöküş yaşanmaktadır. Zîrâ her türlü ahlâksızlık, tekelleşen ve servetleri devlet olmuş olan bu kişilerin siyâsete ve sosyâl hayâta, ellerindeki maddî güç ile yön vermekte olmalarıdır.

 

“Bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur”. İslâm’ın her konuda kırmızı çizgileri vardır. En çok da ekonomik alanda kırmızı çizgiler koyar. Para, mal-mülk ile ilgili âyetler Kur’ân’da en çok işlenen âyetlerdir. Hattâ en uzun âyet para (borç) ile ilgili olandır: (Bakara 282). Çünkü şeytan dâima bu noktayı gözetler. Yıkımı buradan yapar en çok. Kardeşi kardeşe; oğulu babaya-anaya, karıyı kocaya düşürür, kan-kardeşi can-düşmana çevirebilir.

 

Serbest Piyasa Ekonomisi, “ahlâksız vahşî kapitâlizmin bir ürünü” olarak moderndir. Ahlâkın olmadığı yerde “serbest piyasa ekonomisi” bir “kurtlar sofrası”dır. Serbest Piyasa Ekonomisi, mutlakâ “acımasız rekâbet”i de yanında getirir. Bu da insanı “insanın kurdu” yapar. Sonuçta da Dünyâ bir “kurtlar sofrası”na döner ki, bu sofrada garibana yer yoktur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2018

 

 

 

Devamını Oku »