14 Mart 2023 Salı

İslâm’ı Zamânın Soru(n)larıyla Boğmak


“Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak diye” (Kalem 37-39).

 

Bir şey bir şeye uyarsa, uyan şey uyulan şeyin nesnesi olur. Bu bağlamda din için; “zamâna uygun”, “akla uygun”, “bilime uygun” gibi söylemler yanlıştır. Bunların yerine; “akılla anlaşılabilir”, “tüm zamanlara ve mekânlara hitâp eder” gibi söylemler tercih edilmelidir. Çünkü İslâm, zamânın, aklın ve bilimin fevkindedir. Bu nedenle de İslâm, bir şeye uymaz, o şeyi değiştirir ve kendine uydurur. Kezâ Kur’ân, hiç-bir târihin, zamânın ve mekânın nesnesi değildir, olmaz. Nesne olanlar “müslümanlar” olabilir-olmuştur fakat İslâm olamaz. Zîrâ İslâm tüm zamanların öznesidir.

 

İslâm hiç-bir zamânın ve mekânın, hiç-bir düşüncenin ve zihniyetin nesnesi olmadığı için, ortaya çıkan yeni ve gayr-ı İslâmî çağların soru ve sorunlarına cevap vermek gibi bir sorumluluğu yoktur. İslâm, şeytânî soru ve sorunlara cevap vermek zorunda değildir. Niçin sürekli olarak, “İslâm’ın, modern dünyânın soru ve sorunlarına cevap veremediği” ve bu nedenle de “yeni bir İslâm anlayışı oluşturmak” gereğinden söz edilip duruluyor. İslâm’ın böyle bir amacı ve hedefi yoktur ki!. İslâm ve mü’minler, yeni bir din anlayışı oluşturmakla değil, sapmış olan insanı ve zamânı-mekânı yeniden doğal, normâl ve fıtrî hâline çevirmekle ve her-şeyi yeniden Allah ve vahiy-merkezli yapmakla mükelleftir.

 

İslâm kendi sisteminin kurmak ve hâkim hâle getirmek ister, yoksa şeytanın, nefsin ve tâğutların ürettikleri ve tüm Dünyâ’ya yayarak hâkim oldukları sapkın akımların nesnesi olmak ve mevcut durumu meşrûlaştırmak için gelmiş olan bir din değildir. İslâm’ın yapısı ve özü buna uygun değildir. Zîrâ İslâm “dinlerden bir din” değildir. İslâm, nasıl ki tüm kâinatta ve göklerde câri olan muhteşem bir döngü varsa ve bu döngü tam da Allah’ın tüm kâinâta koyduğu ve adına İslâm ve sünnetullah dediği sisteme göre hareket ediyor ve de muhteşem bir âhenkle bu sistem ve döngü işliyorsa, aynı-şekilde Dünyâ’da ve insanlar arasında da bu döngüyü ve muhteşem sistemi kurmak ve işletmek ister. Bu işletmeyi de en güzel söz olan Kur’ân ve en güzel örneklik olan Sünnet’e uygun ve aykırı olmamak kaydıyla yeniden yapmak ister. İslâm zâten budur. İslâm, Dünyâ’yı ve insanlar arasındaki işleyişi, yeni bir düşünce ve din yada din anlayışı ile değil, “yeniden İslâm düşüncesi” ile yapmak ister, “yeni bir inşâ” ile değil “yeniden ihyâ” ile yapmak ister. Tüm peygamberlerin aynı şeyi söylemesi ve aynı şey yâni tevhid için çalışmasının nedeni budur. Zîrâ peygamberlerin içinde hiç-bir peygamber yeni bir din ve düşünce getirmek için değil, İslâm dînini ve düşüncesini yeniden hâkim kılmak için çalışmıştır ki bunu da, Allah’ın indirdiği vahiylere göre yapmışlardır. Yoksa yeni bir düşünce ve zihniyete göre değil. Bunu da; “ben sâdece vahye uyarım” diyerek ifâde etmişlerdir. 

 

Yeni bir inşâya gerek yoktur, “yeniden ihyâ”ya ihtiyaç vardır. Yeni inşâlar “Kur’ân’dan ve Sünnet’ten yâni güzel örneklikten kopmak” demek olacak ve İslâm yerine şeytan, nefs ve tâğutların merkezinde yeni bir beşerî-seküler din ortaya çıkacaktır.

 

Bellemişler bir “zamânın ihtiyaçları, asrın sorunları” sözünü. İyi de zamânın ihtiyaçlarını ne belirliyor ve asrın sorunlarını ne ortaya çıkarıyor?. Zamânın soru ve sorunları neyden ve nereden kaynaklanıyor?.  Birilerinin ihtiras olarak belirlediklerini niçin “zamânın ihtiyaçları” olarak görmek zorunda kalıyoruz ve niçin bu ihtiyaçları karşılamak ve ortaya çıkan yeni soru ve sorunlara cevap vermek için İslâm’a bin takla attırarak Kur’ân’ı zulmedercesine aşırı yoruma boğuyoruz ve de moderniteye uydurana kadar olmadık yorumlar yapıyoruz?.

 

Elbette tüm zamanlar ve mekânlar için doğal, normâl ve fıtrî ihtiyaçlar vardır ve Allah doğayı bu ihtiyaçları karşılayacak şekilde yaratmıştır ve vahyini de buna uygun olarak indirmiştir. Zâten gerçek ihtiyaçlar ancak böyle bir zaman ve mekânda olur ve gerçek soru ve sorunlar da ancak böyle bir zaman ve mekânda ortaya çıkar ve cevap bulabilir. Yoksa hiç-bir ihtirâsa tatmin edici bir cevap verilemez.

 

Modernizmin ortaya çıkardığı “ihtiyaç” zannedilen ihtirasları için ekini ve nesli mahvetmek pahasına yeni şeyler üretmek ve ortaya koymak sapkınlıktan başkası değildir. Zâten sapkın olduğu için çok da uzak olmayan vâdede bu tür yeni üretimler ekini ve nesli ifsat etmekte yâni zarar vermektedir. Çünkü yeni olan her-şey insana az-çok zarar verir. Ancak “yeniden” olan şeylerdir insanı insanca yaşatacak ve hem Dünyâ’da hem de âhirette mutlu-mesut edecek olan.

 

Yeni olunca merkeze Allah, vahiy, din ve peygamber değil, akıl ve beşer koyulur ve böylece yeni ve kusursuz bir yorum ve pratik ortaya koyulduğu zannedilir. Oysa akıl şaşmaz-yanılmaz bir şey değildir. Akıl zâten ancak vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olursa doğru çalışır, yoksa şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girerek fitne üretir ve ifsâd eder ki Allahsızlığın târihi böyle ortaya çıkar. O-hâlde aklın “aşkın olan”a dayanması gerekir ki bu da vahiy-merkezli aklı yeniden kullanarak hakkı ve hakîkati yeniden têsis etmeyi gerektirir. Yoksa serbest kalan akıl “yenilik yapıyorum” diye ancak sapıklık üretir ve ekini ve nesli helâk eder.

 

Yeni düşüncesi, “ilerleme” inancından kaynaklanır. Hâlbuki ilerleme diye bir şey yoktur ve o sâdece bir yanılsamadır. Tüm kâinatta bir döngü vardır ve döngü sürekli yeniden deverân eder durur. Zâten sürekli bir ilerleme olmuş olsaydı kâinâtın geldiği yer îtibârıyla “en ileri noktada” olması gerekirdi yâni ilerlemenin sonuna gelinmiş olması gerekirdi.

 

İslâm’da yeni bir inşâ değil, “yeniden ihyâ” vardır. İnşâ olsa bile bu “yeni bir projeyle inşâ” değil, “vahyin ve güzel örnekliğin yeniden ihyasıyla inşâ” şeklinde olurdu.

 

Yeni olunca eski olandan nefret edilmeye başlanır. Vahiy de “eski” olduğu için o da ya hiç kâle alınmaz ve tümden yeniye başvurulur yada vahiy aşırı yoruma tâbi tutularak rayından sapar ve bambaşka bir hâle sokularak yeni bir din ortaya çıkarılır. Hâlbuki tüm peygamberler yeni değil “yeniden ihyâ” peşinde olmuşlardır ve zâten aralarındaki tutarlılığı da bu sağlamıştır. Yoksa her gelen peygamber yeni bir din ve te’vilden, yeni bir din düşüncesinden bahsetseydi peygamber-başı farklı bir din ortaya çıkardı. Peygamberimiz’e; “İbrâhim’in dînine uy” denmesi, peygamberlere gelen vahiylerde ve şeriatlarda bir değişikliğin olmadığından dolayıdır. Aksi-hâlde yeni gelen peygamber, eski peygambere uymakla kınanırdı. Peygamberler muhteşem döngüyü ve nizâmı kesintiye uğratan etkenleri ortadan kaldırırlar, yoksa yeni bir yön ve döngü belirlemezler. Yön zâten bellidir ve döngü hep sırât-ı müstakîm üzere devâm eder.

 

Tarım toplumundan kopup endüstri toplumuna çevrilen ve adına modernizm denilen dönem, İslâm’a-vahye uygun değilse ve İslâm ile uyuşmuyorsa burada yapılması gereken şey İslâm’ı göz-ardı etmek yada vahyi moderne uydurana kadar aşırı yoruma tâbi tutmak değil, modernizmi bertarâf edip İslâmî düzeni zamâna ve mekâna yeniden hâkim kılmak olmalıdır. Zîrâ aslolan din’dir, ideoloji değil. Çünkü İslâm’ın sâbiteleri vardır ve bu sâbiteler aşkın bir hakîkate yâni Allah’a dayanır. Tüm kâinâtın da sâbiteleri vardır ve zâten tüm kâinât o muhteşem nizâmını ve döngüsünü işte bu “sünnetullah” denen sâbitelere borçludur. Bu sâbiteler olmasa tüm kâinât kaosa sürüklenirdi. Yenilik ise sâbitliğin ve sâbitelerin olmasını kabûllenemez. Dolayısı ile her yenilik sâbiteleri kaldırmaya çalışır. Dünyâ’da ve insanlar arasında da sâbitleler olmadığında kaos kaçınılmazdır. Bu sâbiteler elbette modernizm denilen sapkınlıktan değil, vahiyden kaynaklanır. Sâbitelerin kaynağı şeytan, nefs ve beşer değil; Allah, âhiret, vahiy, din ve peygamber yâni İslâm’dır.

 

Kâinâtın hiç-bir noktasında yenilik yoktur ve hep “yeniden” vardır. Sürekli olarak ve yeniden o muhteşem döngü devâm eder durur. Yenilikler sürekliliği kesintiye uğratırlar. Fakat kâinat kesintiye uygun olmadığından dolayı yeniliğe katlanamaz. Kâinatta meydana gelen değişkenlikler, sâdece döngüden kaynaklanan geçici değişkenlikler olabilir.

 

İslâm’da ve sünnetullahta değişim yoktur, Allah’ın sisteminde ve tüm kâinâta koyduğu yasalar olan sünnetullahta değişim olmaz: “… Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler?. Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın” (Fâtır 43). Bu yüzden Kur’ân’da nesh bile yoktur ve bir süreç içinde bir emri yada yasağı belleterek öğretme ve uygulama yada vazgeçirme vardır. Şeriatlar da değişmez, zîrâ temelini vahiyden alırlar. Sâdece bâzı geçici ve temel ilkelere zarar vermeyen uygulamalar olabilir. Zâten sonunda son peygamber ve son vahiyle birlikte şeriata son nokta konmuştur. Daha da değişecek bir şey yoktur. Allah, Dünyâ’nın, insanın ve nefislerin bâtıl yönde değişmesiyle vahyini ve şeriatını değiştirecek değildir. Çünkü vahiy, Dünyâ’nın değişmesine ayak uydurmak için değil, Dünyâ’yı vahye göre değiştirmek için vardır.

 

Dünyâ doğal hâline bırakıldığında da değişecek değildir. Normâl, fıtrî ve doğal döngüsünü sürekli aynı şekilde sürdürür gider. Zîrâ bitkiler ve hayvanlar bir değişime neden olmazlar ve mâruz kalmazlar. Çünkü onlar doğala ve doğaya tam uyarlar. Doğadan insanı çektiğinizde, doğada bir değişmenin olmadığı çok net olarak görülecektir. İnsan olmadığında doğadaki döngü aynı şekilde devâm edip duracaktır. Değişime neden olan insandır. Bu insan ise, doğala, normâle ve fıtrata ihânet eden yâni Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberleri yâni İslâm’ı ve sünnetullahı kâle almayan varlıktır. Yoksa mü’minler döngüye ve insana zarar verecek değişimler yapmazlar.

 

Değişim vahiyden kopuk olarak yapıldığında mutlakâ yeni ve bâtıl sorulara ve sorunlara neden olacaktır. Vahye göre yapıldığında ise doğal bir değişme olacağından dolayı cevâbı verilemeyecek bir soru ve sorun olmaz ve sapkınlığa yol açmayacak değişimler olur sâdece. Eğer ortada bir değişim varsa ve vahiy ve güzel örneklikle bu değişime uyum sağlanamıyorsa ve de ortaya çıkan yeni sorulara ve sorunlara cevap verilemiyorsa ortada bir sapkınlık, sapıklık, fitne ve fesad vardır. Doğal, normâl ve fıtrî olmayan bir durum ortaya çıkmış demektir. İslâm bu sapkınlıklara cevap vermekle değil, o sapkınlıkları ortadan kaldırıp Dünyâ’yı ve insanı yeniden fıtrata ve vahye uygun hâle döndürmekle sorumludur. Zîrâ İslâm hiç-bir zaman ve mekânın nesnesi değildir ve tüm zamanların ve mekânların öznesidir. Bu nedenle de sürekli olarak zamâna ve mekâna hâkim olmak ister. İslâm zamânın sapkın yeniliklerine ve zırvalıklarına cevap üretmek zorunda değildir. Zâten sapkınlıklara cevap üretmek de ayrıca bir sapıklık ve sapkınlıktır.

 

Şöyle bir soru sorulur: “Din özü îtibâriyle değişmez, sâbit hükümler içermektedir. Hayat ise özü îtibâriyle değişen, yenilenen bir oluş ve akış sürecidir. Bu durumda soru şudur; gökten gelen değişmez dînî hukuk ile yerde yaşanan, sürekli yenilenen ve değişen hayat şartları arasındaki uyum nasıl sağlanacaktır?. Sâbit dîni, değişen hayat şartlarına uydurmaya çalıştığınızda din buharlaşacak, hayâtı sâbit olan dîne uydurmaya çalıştığınızda da hayâtın gelişimini durduracak, hattâ onu geriye doğru çekeceksiniz demektir. İslâm için söyleyecek olursak, yedinci yüzyılda gökten gelen değiştirilemez dîni hukûku (şeriatı), sürekli değişip yenilenen hayâta tatbik etmeye çalıştığınızda, ya şeriatı (hukûku) buharlaştırmak, yada hayat şartlarını yedinci yüzyılda dondurmak zorunda kalacaksınız demektir. Daha popüler argümanlarla soracak olursak; din zamâneye mi uyacak, zamâne dine mi?”.

 

Elbette zaman, mekân ve toplum her şartta dîne uyacaktır, din zamâna, mekâna ve topluma değil. Zîrâ İslâm hiç-bir zamânın, mekânın ve toplumun nesnesi değildir ve tam tersine tüm zaman ve mekânların öznesidir. Zâten tek özne de İslâm’dır. İslâm’da tez, antitez ve sentez süreci işlemez. Zîrâ İslâm zâten en güzel sentezdir. Bu senteze göre gerektiğinde senteze aykırı olmayan yorumlar ve uygulamalar yapılabilir. Fakat sürekli olarak yeni bir tez ve antitez ortaya çıkararak bir senteze gidilmeye çalışılamaz. O ancak beşerî sistemlerde ve dinlerde olur ama o da bir türlü netliğe ve “herkes için iyiliğe” dönüşmez.

 

İslâm zamânın idrâkine, çağın diline ve zamânın rûhuna falan da uydurulamaz. Zamânın rûhu, çağın dili ve mevcudun idrâki ancak İslâm’a göre değiştirilip dönüştürülür. Çünkü dediğimiz gibi, İslâm hiç-bir zamânın, mekânın, idrâkin ve toplumun nesnesi olamaz ve hepsinin öznesidir.

 

Evrim diye bir şey de yoktur. Allah zâten yaratmayı en güzel bir şekilde yapmıştır ve insanın aklı, zihni ve beyni tâ ilk baştan bêri en güzel ve ideâl olarak yaratılmıştır. İlk peygamberler -hâşâ- aklı kıt insanlar değildi. Dolayısıyla akıl ve zihin olarak da bir evrimleşme yoktur. Belki de modernizm ile birlikte tersine bir evrim olduğunu söylemek daha doğru olabilir.

 

Aslında yenilik diye bir şey yoktur, o bir yanılsamadır. Çünkü “eski” diye bir şey yoktur. Zîrâ tüm eskilere de bir zamanlar yeni ve yenilik deniyordu. Her yenilik eskiyecektir. O-hâlde yeni denilen şey yeni falan değildir, çünkü her yeni eskiyip durmakta olduğu için bir-an önceki duruma göre her-şey eskidir. Her-şey her-an yaratılıp dururken eskiden ve yeniden bahsetmek abestir. Yenilik denilen şeyler farklı ve genelde Allah’sız bir bakışla ve düşünüşle görülen ve ortaya atılan şeylerdir. Ama onlar da eskimeye mahkûmdur. Çünkü Termodinamiğin İkinci Kânunu olan Entropi hiç-bir şeyi yeni olarak bırakmaz ve hemen eskitmeye başlar. Eskimek eşyânın kaderidir. O-hâlde yeninin peşinden gitmek büyük bir kısır-döngüdür ve boşuna bir çaba ve yorulmadan başkası değildir. Elmalılı bu bağlamda şunları söyler:

 

“Susamış bir adamın ilk yudum suda duyduğu lezzet son yudumunda yoktur. Büyük bir zaferin sevinci gittikçe azalır, eksilir, nihâyet duyulmaz olur. Aynı nîmet ve cezâ içinde bulunan insanlar her zaman sevinç ve üzüntüde eşit değildirler. Yoktan bin lira kazanmış bir adamla, on bin lira servetinin dokuz binini kaybederek bin liraya sâhip olmuş bir adamı düşünelim; azalarak değişme ile çoğalarak değişme, her ikisi de birer yenilik olmasına rağmen insanlardaki etkisi aynı değildir. Birisi sevince neden olurken diğeri üzüntüye sebep olur. Dolayısıyla devamlılığının ve zaman-aşımının hisler üzerinde büyük têsirleri vardır. Peygamberlik dönemi uzaklaştıkça, gençlik heyecânı geçtikçe kâlpleri bir donuklaşma kaplar, hatırlama ve anma sürekli hisleri heyecâna getiremez olur. Hayâtın monoton akışı heyecânı bitirir. Monotonluk sıkıntı ve bıkkınlık getirir. Bu da insanların tâkâtini aşan bir hâle gelince gönüllerde gelişi-güzel bir yenilik meyli uyanır. Yenilik arayışı aklî bir temele oturtulmayıp, süreklilikten mahrum kalınınca artık o yenilikler yenilik olmaktan çıkar bir başkalaşmaya, sürekliliği yıkan bir tebeddüle dönüşür. Bir kökten gelmeyen, o kökün inkişâf seyrini tâkip etmeyen, bir başlangıç noktasının (mebde) tekâmül silsilesi olarak anlaşılmayan yenilikler külli bir ölümdür. Buna şeriat dilinde bidat-ı seyyie (kötü yenilik) denilir”.

 

İslâm’ın emirleri, nehiyleri ve âyetleri sâdece belli bir zamâna, mekâna ve târihe âit değildir. Fakat İslâm, sapkın ve yoldan çıkmış zamanların ve mekânların nesnesi yapılacak bir din değildir. İslâm’ın belli bir paradigması vardır ve bu paradigma bir sınır çizmeyi gerektirir. İslâm her türlü sapkınlık, küfür, şirk ve zulüm de dâhil tüm olasılıklara ve yaşanabilecek tüm olaylara ve olgulara cevap vermek zorunda değildir. İslâm kendi oluşturduğu zaman, mekân ve paradigma içinde hâkim olacağı için soru ve sorunlara da sâdece bu paradigma, zaman ve mekân içinde cevap verir. Bu nedenle de İslâm, gayr-ı İslâmî tüm olay, olgu, zaman, mekân, paradigma, düşünce, sistem, ideoloji ve zihniyeti yıkar ve yerine İslâm’ı hâkim hâle getirir. Zîrâ İslâm küfür, şirk, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm içinde anlaşılıp yaşanabilecek ve hâkim olabilecek bir din değildir. O ancak sırât-ı müstakîm üzere gidebilir.

 

Kâinâtın ve doğanın şeriatı değişmiyor ki vahyin ve insanın şeriatı değişsin. Tüm varlık bir yeniliğe doğru gitmeden Allah’a, vahye ve sünnetullaha tam uygun olarak şeriatını, kânun ve kurallarını yâni döngüsünü sürdürmektedir. İnsanın da yapması gereken budur. Çünkü ancak böyle yaptığında yâni sünnetullaha uyduğunda hem Dünyâ’da hem de âhirette mutluluğa, huzûra ve kurtuluşa erecektir. Aksi-hâlde zor ve sıkıntılı bir hayat yaşamaktan kurtulamayacaktır. Çünkü ortaya çıkan tüm yenilikler onu sıktıkça sıkacak, ezdikçe ezecektir. Zîrâ yenilikler %99 Allah’sız olur ve nefs kaynaklıdır. Bu da ruhsuzluğa sebep olacağı için uzun vâdede madden ama kısa vâdede rûhen sıkıntıların ortaya çıkmasına neden olacaktır.

 

İnsanın başına gelen tüm kötülükler kendi elleriyle işledikleri yüzündendir. Bu kötülükler hep Allah’sız yapılan yenilikler ve tecdidler nedeniyle başımıza gelmektedir. Doğallıktan, normâlden ve fıtrattan kopulduğu için insanın başına daha önce bilmediği ve yaşamadığı zorluklar ve sıkıntılar gelip durmaktadır. Oysa eskiden zorluklar da doğal ve normâl olurdu.

 

Allah yeryüzünü öldükten sonra diriltir. Bu ölmeler ve diriltmeler yeniden ve yeniden devâm eder ve tekrarlar durur. Yoksa tabiatın her dirilmesinde bambaşka bir tabiat ortaya çıkmaz. Madde sınırsız değildir ki değişim de sınırsız olsun. O yüzden sınırsız yenilikler olmaz, olmamalıdır. Eğer olursa mutlakâ fitne üretir ve ifsâd ederek zarar verir. “Sonsuz tekâmül aşamaları” falan da yoktur kâinatta. Eğer öyle olsaydı âhiret boşa çıkardı. Çünkü sınırsız tekâmül, âhireti inkâr etmek anlamına gelir ve kâinâtı da ebedîleştirir, mutlaklaştırır ve ilahlaştırır. Sürekli bir tekâmülden bahsedenlerin âhiret inançları ya hiç yoktur yada sorunludur.

 

Tabiat doğala, normâle ve fıtrata yâni İslâm’a uygun olmayan değişimleri ve yenilikleri kaldırmaz ve bu tür yenilikler zamanla ekini ve nesli ifsâd etmeye başlar ki modernizm ile yaşanan sürecin sonunda gelinen yer burasıdır. Yenilik olması için, doğala ve fıtrata aykırı müdâhaleler şarttır. Modern-bilim ve teknolojinin yaptığı işte budur. Fıtrata aykırı olunca ortaya çıkan yenilikler ortaya zarardan başka bir şey çıkaramaz. Bid’attan korkulmasının ve çekinilmesinin nedeni budur. Çünkü târihî tecrübeyle sâbittir ki doğala, normâle ve fıtrata yâni İslâm’a aykırı olan değişimler mutlakâ zarar getirir, fitne çıkarır ve ifsâd eder. Bu ister madde, ister düşünce konusunda olsun fark etmez. Yenilikçiliğin kendisi de bir fitnedir zâten.

 

İslâm’ın dilinde de yenilik yoktur. Tüm peygamberler aynı ve benzer ifâdeler kullanmışlar, benzer şeyler söylemişler ve aynı ve benzer çaba içinde olmuşlardır. Bozuldukça yeni şeyler getirmemişler ve yeni şeyler söylememişlerdir. Bozuldukça ve rayından çıktıkça yeniden İslâm’ı ortaya koymuşlar ve aynı değişmez ifâdelerle ve çabalarla düzeltme yoluna gitmişlerdir. Hiç-biri bir-önceki peygambere ve vahye göre bambaşka bir dil kullanmadığı gibi bambaşka bir hedef için çaba içinde olmamıştır. Çünkü İslâm’da “yeni” yoktur, “yeniden” vardır. Bu nedenle Şûrâ 13. âyette tüm peygamberlere aynı şey bildirilmiştir:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı), sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Eğer önceki peygamberlere gelen âyetler-vahiyler artık nehy olmuş olsaydı Allah Peygamberimiz’e “önceki peygamberle îman et ve onları izle” diye bir emri göndermezdi:

 

“Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere îman ederler ve âhirete de kesin bir bilgiyle inanırlar” (Bakara 4).

 

Müceddidler de peygamberlerin yolundan giderler ve dîni yenileme yoluna giremezler. Onlar dîni yâni İslâm’ı özüne döndürmeye ve yeniden iç ve dış-âlemde hâkim kılmaya çalışırlar.

 

Yeni bir peygamber ve yeni bir vahiy artık gelmeyecektir. Çünkü İslâm kemâle ermiş ve en güzel örneklikle örneklendirilmiştir. Mevcut vahyi ve şeriatı Allah korumaktadır. Koruyan Allah olduğu için bir yenilik ve değişim olmayacak ama insanlar saptıkça İslâm hayâta yeniden hâkim kılınmaya çalışılacaktır.

 

Vahye uygun olmayan ve aykırı olan tüm yenilikler bir gedik oluşturur ve şeytan ve uşakları işte hep o gedikleri gözetirler. Modernizm, târihin gördüğü en büyük gedik ve deliktir. Modernizm ile birlikte açılan gediklerden şeytan ve uşakları içeri girmişler ve yenilik ve tecdid diye-diye İslâm’ı ifsad etmek istemektedirler. Bunu önlemek ise vahye ve güzel örnekliğe sımsıkı bağlanmakla olur. Çünkü İslâm’ın yeniliğe ve tecdide ihtiyâcı yoktur. Sünnetullah ve ilâhi sistemle tam uyumlu vahiy tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli ve yeterli bir hitaptır. Zâten Peygamberimiz tarafından “güzel örneklik” olarak da en ideâl bir şekilde ortaya konmuştur.

 

Din sâbit olduğu gibi şeriat da sâbitelidir. Yâni şeriat da vahye ve Sünnet’e uygun olarak ortaya konmalıdır. Din ve şeriat; Rönesans, Aydınlanma, Sanâyileşme, lâik, seküler, demokratik, modern beşerî ideolojilere göre belirlenemez. İslâm’ın bu beşerî-şeytânî ideolojilere ve nefsi merkeze alan zihniyete ihtiyâcı yoktur. Çünkü İslâm zâten, şeytânî-nefsî-beşerî sistemleri yıkıp, ilâhî sistemi yâni vahyi hayâtın her alanına hâkim kılmak için vardır. Bunun aksini savunanlar ise, Allah, âhiret, gayb, vahiy ve peygamber tasavvurları ve düşünceleri bozulmuş, takvâsını kaybetmiş, dâvâsından vazgeçmiş ve mevcudun baskısı ve etkisi altında insanı, aklı ve maddeyi ilahlaştırmış ve de Allah yerine bunlara tapmaya başlamış olanlardır.

 

Mü’minler için gerçek anlamda tek yenilik, ölüm ve ölüm-ötesinde olacaktır ki biz onun nasıllığını henüz ölmediğimiz için bilmiyoruz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder