“Yoksa (elinizde) ders
okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz mutlakâ
sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir
yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak diye” (Kalem 37-39).
Bir şey bir şeye uyarsa,
uyan şey uyulan şeyin nesnesi olur. Bu bağlamda din için; “zamâna uygun”, “akla
uygun”, “bilime uygun” gibi söylemler yanlıştır. Bunların yerine; “akılla
anlaşılabilir”, “tüm zamanlara ve mekânlara hitâp eder” gibi söylemler tercih
edilmelidir. Çünkü İslâm, zamânın, aklın ve bilimin fevkindedir. Bu nedenle de
İslâm, bir şeye uymaz, o şeyi değiştirir ve kendine uydurur. Kezâ Kur’ân,
hiç-bir târihin, zamânın ve mekânın nesnesi değildir, olmaz. Nesne olanlar
“müslümanlar” olabilir-olmuştur fakat İslâm olamaz. Zîrâ İslâm tüm zamanların
öznesidir.
İslâm hiç-bir zamânın ve
mekânın, hiç-bir düşüncenin ve zihniyetin nesnesi olmadığı için, ortaya çıkan
yeni ve gayr-ı İslâmî çağların soru ve sorunlarına cevap vermek gibi bir
sorumluluğu yoktur. İslâm, şeytânî soru ve sorunlara cevap vermek zorunda
değildir. Niçin sürekli olarak, “İslâm’ın, modern dünyânın soru ve sorunlarına
cevap veremediği” ve bu nedenle de “yeni bir İslâm anlayışı oluşturmak”
gereğinden söz edilip duruluyor. İslâm’ın böyle bir amacı ve hedefi yoktur ki!.
İslâm ve mü’minler, yeni bir din anlayışı oluşturmakla değil, sapmış olan insanı
ve zamânı-mekânı yeniden doğal, normâl ve fıtrî hâline çevirmekle ve her-şeyi yeniden
Allah ve vahiy-merkezli yapmakla mükelleftir.
İslâm kendi sisteminin
kurmak ve hâkim hâle getirmek ister, yoksa şeytanın, nefsin ve tâğutların ürettikleri
ve tüm Dünyâ’ya yayarak hâkim oldukları sapkın akımların nesnesi olmak ve
mevcut durumu meşrûlaştırmak için gelmiş olan bir din değildir. İslâm’ın yapısı
ve özü buna uygun değildir. Zîrâ İslâm “dinlerden bir din” değildir. İslâm,
nasıl ki tüm kâinatta ve göklerde câri olan muhteşem bir döngü varsa ve bu döngü
tam da Allah’ın tüm kâinâta koyduğu ve adına İslâm ve sünnetullah dediği sisteme
göre hareket ediyor ve de muhteşem bir âhenkle bu sistem ve döngü işliyorsa,
aynı-şekilde Dünyâ’da ve insanlar arasında da bu döngüyü ve muhteşem sistemi
kurmak ve işletmek ister. Bu işletmeyi de en güzel söz olan Kur’ân ve en güzel
örneklik olan Sünnet’e uygun ve aykırı olmamak kaydıyla yeniden yapmak ister.
İslâm zâten budur. İslâm, Dünyâ’yı ve insanlar arasındaki işleyişi, yeni bir
düşünce ve din yada din anlayışı ile değil, “yeniden İslâm düşüncesi” ile
yapmak ister, “yeni bir inşâ” ile değil “yeniden ihyâ” ile yapmak ister. Tüm peygamberlerin
aynı şeyi söylemesi ve aynı şey yâni tevhid için çalışmasının nedeni budur.
Zîrâ peygamberlerin içinde hiç-bir peygamber yeni bir din ve düşünce getirmek
için değil, İslâm dînini ve düşüncesini yeniden hâkim kılmak için çalışmıştır
ki bunu da, Allah’ın indirdiği vahiylere göre yapmışlardır. Yoksa yeni bir
düşünce ve zihniyete göre değil. Bunu da; “ben sâdece vahye uyarım” diyerek
ifâde etmişlerdir.
Yeni bir inşâya gerek
yoktur, “yeniden ihyâ”ya ihtiyaç vardır. Yeni inşâlar “Kur’ân’dan ve Sünnet’ten
yâni güzel örneklikten kopmak” demek olacak ve İslâm yerine şeytan, nefs ve tâğutların
merkezinde yeni bir beşerî-seküler din ortaya çıkacaktır.
Bellemişler bir “zamânın
ihtiyaçları, asrın sorunları” sözünü. İyi de zamânın ihtiyaçlarını ne
belirliyor ve asrın sorunlarını ne ortaya çıkarıyor?. Zamânın soru ve sorunları
neyden ve nereden kaynaklanıyor?.
Birilerinin ihtiras olarak belirlediklerini niçin “zamânın ihtiyaçları”
olarak görmek zorunda kalıyoruz ve niçin bu ihtiyaçları karşılamak ve ortaya
çıkan yeni soru ve sorunlara cevap vermek için İslâm’a bin takla attırarak Kur’ân’ı
zulmedercesine aşırı yoruma boğuyoruz ve de moderniteye uydurana kadar olmadık
yorumlar yapıyoruz?.
Elbette tüm zamanlar ve
mekânlar için doğal, normâl ve fıtrî ihtiyaçlar vardır ve Allah doğayı bu
ihtiyaçları karşılayacak şekilde yaratmıştır ve vahyini de buna uygun olarak
indirmiştir. Zâten gerçek ihtiyaçlar ancak böyle bir zaman ve mekânda olur ve
gerçek soru ve sorunlar da ancak böyle bir zaman ve mekânda ortaya çıkar ve
cevap bulabilir. Yoksa hiç-bir ihtirâsa tatmin edici bir cevap verilemez.
Modernizmin ortaya çıkardığı
“ihtiyaç” zannedilen ihtirasları için ekini ve nesli mahvetmek pahasına yeni
şeyler üretmek ve ortaya koymak sapkınlıktan başkası değildir. Zâten sapkın
olduğu için çok da uzak olmayan vâdede bu tür yeni üretimler ekini ve nesli
ifsat etmekte yâni zarar vermektedir. Çünkü yeni olan her-şey insana az-çok
zarar verir. Ancak “yeniden” olan şeylerdir insanı insanca yaşatacak ve hem Dünyâ’da
hem de âhirette mutlu-mesut edecek olan.
Yeni olunca merkeze Allah,
vahiy, din ve peygamber değil, akıl ve beşer koyulur ve böylece yeni ve kusursuz
bir yorum ve pratik ortaya koyulduğu zannedilir. Oysa akıl şaşmaz-yanılmaz bir
şey değildir. Akıl zâten ancak vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olursa
doğru çalışır, yoksa şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne girerek fitne
üretir ve ifsâd eder ki Allahsızlığın târihi böyle ortaya çıkar. O-hâlde aklın
“aşkın olan”a dayanması gerekir ki bu da vahiy-merkezli aklı yeniden kullanarak
hakkı ve hakîkati yeniden têsis etmeyi gerektirir. Yoksa serbest kalan akıl “yenilik
yapıyorum” diye ancak sapıklık üretir ve ekini ve nesli helâk eder.
Yeni düşüncesi, “ilerleme”
inancından kaynaklanır. Hâlbuki ilerleme diye bir şey yoktur ve o sâdece bir
yanılsamadır. Tüm kâinatta bir döngü vardır ve döngü sürekli yeniden deverân
eder durur. Zâten sürekli bir ilerleme olmuş olsaydı kâinâtın geldiği yer îtibârıyla
“en ileri noktada” olması gerekirdi yâni ilerlemenin sonuna gelinmiş olması
gerekirdi.
İslâm’da yeni bir inşâ değil,
“yeniden ihyâ” vardır. İnşâ olsa bile bu “yeni bir projeyle inşâ” değil, “vahyin
ve güzel örnekliğin yeniden ihyasıyla inşâ” şeklinde olurdu.
Yeni olunca eski olandan
nefret edilmeye başlanır. Vahiy de “eski” olduğu için o da ya hiç kâle alınmaz
ve tümden yeniye başvurulur yada vahiy aşırı yoruma tâbi tutularak rayından
sapar ve bambaşka bir hâle sokularak yeni bir din ortaya çıkarılır. Hâlbuki tüm
peygamberler yeni değil “yeniden ihyâ” peşinde olmuşlardır ve zâten aralarındaki
tutarlılığı da bu sağlamıştır. Yoksa her gelen peygamber yeni bir din ve te’vilden,
yeni bir din düşüncesinden bahsetseydi peygamber-başı farklı bir din ortaya çıkardı.
Peygamberimiz’e; “İbrâhim’in dînine uy” denmesi, peygamberlere gelen vahiylerde
ve şeriatlarda bir değişikliğin olmadığından dolayıdır. Aksi-hâlde yeni gelen
peygamber, eski peygambere uymakla kınanırdı. Peygamberler muhteşem döngüyü ve
nizâmı kesintiye uğratan etkenleri ortadan kaldırırlar, yoksa yeni bir yön ve
döngü belirlemezler. Yön zâten bellidir ve döngü hep sırât-ı müstakîm üzere
devâm eder.
Tarım toplumundan kopup endüstri
toplumuna çevrilen ve adına modernizm denilen dönem, İslâm’a-vahye uygun
değilse ve İslâm ile uyuşmuyorsa burada yapılması gereken şey İslâm’ı göz-ardı
etmek yada vahyi moderne uydurana kadar aşırı yoruma tâbi tutmak değil, modernizmi
bertarâf edip İslâmî düzeni zamâna ve mekâna yeniden hâkim kılmak olmalıdır. Zîrâ
aslolan din’dir, ideoloji değil. Çünkü İslâm’ın sâbiteleri vardır ve bu
sâbiteler aşkın bir hakîkate yâni Allah’a dayanır. Tüm kâinâtın da sâbiteleri
vardır ve zâten tüm kâinât o muhteşem nizâmını ve döngüsünü işte bu
“sünnetullah” denen sâbitelere borçludur. Bu sâbiteler olmasa tüm kâinât kaosa
sürüklenirdi. Yenilik ise sâbitliğin ve sâbitelerin olmasını kabûllenemez.
Dolayısı ile her yenilik sâbiteleri kaldırmaya çalışır. Dünyâ’da ve insanlar
arasında da sâbitleler olmadığında kaos kaçınılmazdır. Bu sâbiteler elbette modernizm
denilen sapkınlıktan değil, vahiyden kaynaklanır. Sâbitelerin kaynağı şeytan,
nefs ve beşer değil; Allah, âhiret, vahiy, din ve peygamber yâni İslâm’dır.
Kâinâtın hiç-bir noktasında
yenilik yoktur ve hep “yeniden” vardır. Sürekli olarak ve yeniden o muhteşem
döngü devâm eder durur. Yenilikler sürekliliği kesintiye uğratırlar. Fakat kâinat
kesintiye uygun olmadığından dolayı yeniliğe katlanamaz. Kâinatta meydana gelen
değişkenlikler, sâdece döngüden kaynaklanan geçici değişkenlikler olabilir.
İslâm’da ve sünnetullahta değişim
yoktur, Allah’ın sisteminde ve tüm kâinâta koyduğu yasalar olan sünnetullahta
değişim olmaz: “… Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı
gözlemektedirler?. Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik
bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın”
(Fâtır 43). Bu yüzden Kur’ân’da nesh bile yoktur ve bir süreç içinde bir emri
yada yasağı belleterek öğretme ve uygulama yada vazgeçirme vardır. Şeriatlar da
değişmez, zîrâ temelini vahiyden alırlar. Sâdece bâzı geçici ve temel ilkelere
zarar vermeyen uygulamalar olabilir. Zâten sonunda son peygamber ve son vahiyle
birlikte şeriata son nokta konmuştur. Daha da değişecek bir şey yoktur. Allah,
Dünyâ’nın, insanın ve nefislerin bâtıl yönde değişmesiyle vahyini ve şeriatını değiştirecek
değildir. Çünkü vahiy, Dünyâ’nın değişmesine ayak uydurmak için değil, Dünyâ’yı
vahye göre değiştirmek için vardır.
Dünyâ doğal hâline bırakıldığında
da değişecek değildir. Normâl, fıtrî ve doğal döngüsünü sürekli aynı şekilde
sürdürür gider. Zîrâ bitkiler ve hayvanlar bir değişime neden olmazlar ve mâruz
kalmazlar. Çünkü onlar doğala ve doğaya tam uyarlar. Doğadan insanı
çektiğinizde, doğada bir değişmenin olmadığı çok net olarak görülecektir. İnsan
olmadığında doğadaki döngü aynı şekilde devâm edip duracaktır. Değişime neden
olan insandır. Bu insan ise, doğala, normâle ve fıtrata ihânet eden yâni
Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberleri yâni İslâm’ı ve sünnetullahı kâle
almayan varlıktır. Yoksa mü’minler döngüye ve insana zarar verecek değişimler
yapmazlar.
Değişim vahiyden kopuk
olarak yapıldığında mutlakâ yeni ve bâtıl sorulara ve sorunlara neden
olacaktır. Vahye göre yapıldığında ise doğal bir değişme olacağından dolayı
cevâbı verilemeyecek bir soru ve sorun olmaz ve sapkınlığa yol açmayacak değişimler
olur sâdece. Eğer ortada bir değişim varsa ve vahiy ve güzel örneklikle bu
değişime uyum sağlanamıyorsa ve de ortaya çıkan yeni sorulara ve sorunlara
cevap verilemiyorsa ortada bir sapkınlık, sapıklık, fitne ve fesad vardır.
Doğal, normâl ve fıtrî olmayan bir durum ortaya çıkmış demektir. İslâm bu
sapkınlıklara cevap vermekle değil, o sapkınlıkları ortadan kaldırıp Dünyâ’yı
ve insanı yeniden fıtrata ve vahye uygun hâle döndürmekle sorumludur. Zîrâ
İslâm hiç-bir zaman ve mekânın nesnesi değildir ve tüm zamanların ve mekânların
öznesidir. Bu nedenle de sürekli olarak zamâna ve mekâna hâkim olmak ister. İslâm
zamânın sapkın yeniliklerine ve zırvalıklarına cevap üretmek zorunda değildir. Zâten
sapkınlıklara cevap üretmek de ayrıca bir sapıklık ve sapkınlıktır.
Şöyle bir soru sorulur: “Din özü îtibâriyle değişmez,
sâbit hükümler içermektedir. Hayat ise özü îtibâriyle değişen, yenilenen bir
oluş ve akış sürecidir. Bu durumda soru şudur; gökten gelen değişmez dînî hukuk
ile yerde yaşanan, sürekli yenilenen ve değişen hayat şartları arasındaki uyum
nasıl sağlanacaktır?. Sâbit dîni, değişen hayat şartlarına uydurmaya
çalıştığınızda din buharlaşacak, hayâtı sâbit olan dîne uydurmaya çalıştığınızda
da hayâtın gelişimini durduracak, hattâ onu geriye doğru çekeceksiniz demektir.
İslâm için söyleyecek olursak, yedinci yüzyılda gökten gelen değiştirilemez dîni
hukûku (şeriatı), sürekli değişip yenilenen hayâta tatbik etmeye
çalıştığınızda, ya şeriatı (hukûku) buharlaştırmak, yada hayat şartlarını
yedinci yüzyılda dondurmak zorunda kalacaksınız demektir. Daha popüler
argümanlarla soracak olursak; din zamâneye mi uyacak, zamâne dine mi?”.
Elbette zaman, mekân ve
toplum her şartta dîne uyacaktır, din zamâna, mekâna ve topluma değil. Zîrâ
İslâm hiç-bir zamânın, mekânın ve toplumun nesnesi değildir ve tam tersine tüm
zaman ve mekânların öznesidir. Zâten tek özne de İslâm’dır. İslâm’da tez, antitez
ve sentez süreci işlemez. Zîrâ İslâm zâten en güzel sentezdir. Bu senteze göre
gerektiğinde senteze aykırı olmayan yorumlar ve uygulamalar yapılabilir. Fakat
sürekli olarak yeni bir tez ve antitez ortaya çıkararak bir senteze gidilmeye
çalışılamaz. O ancak beşerî sistemlerde ve dinlerde olur ama o da bir türlü netliğe
ve “herkes için iyiliğe” dönüşmez.
İslâm zamânın idrâkine,
çağın diline ve zamânın rûhuna falan da uydurulamaz. Zamânın rûhu, çağın dili
ve mevcudun idrâki ancak İslâm’a göre değiştirilip dönüştürülür. Çünkü dediğimiz
gibi, İslâm hiç-bir zamânın, mekânın, idrâkin ve toplumun nesnesi olamaz ve
hepsinin öznesidir.
Evrim diye bir şey de
yoktur. Allah zâten yaratmayı en güzel bir şekilde yapmıştır ve insanın aklı,
zihni ve beyni tâ ilk baştan bêri en güzel ve ideâl olarak yaratılmıştır. İlk
peygamberler -hâşâ- aklı kıt insanlar değildi. Dolayısıyla akıl ve zihin olarak
da bir evrimleşme yoktur. Belki de modernizm ile birlikte tersine bir evrim
olduğunu söylemek daha doğru olabilir.
Aslında yenilik diye bir şey
yoktur, o bir yanılsamadır. Çünkü “eski” diye bir şey yoktur. Zîrâ tüm eskilere
de bir zamanlar yeni ve yenilik deniyordu. Her yenilik eskiyecektir. O-hâlde
yeni denilen şey yeni falan değildir, çünkü her yeni eskiyip durmakta olduğu
için bir-an önceki duruma göre her-şey eskidir. Her-şey her-an yaratılıp
dururken eskiden ve yeniden bahsetmek abestir. Yenilik denilen şeyler farklı ve
genelde Allah’sız bir bakışla ve düşünüşle görülen ve ortaya atılan şeylerdir.
Ama onlar da eskimeye mahkûmdur. Çünkü Termodinamiğin İkinci Kânunu olan Entropi
hiç-bir şeyi yeni olarak bırakmaz ve hemen eskitmeye başlar. Eskimek eşyânın
kaderidir. O-hâlde yeninin peşinden gitmek büyük bir kısır-döngüdür ve boşuna
bir çaba ve yorulmadan başkası değildir. Elmalılı bu bağlamda şunları söyler:
“Susamış
bir adamın ilk yudum suda duyduğu lezzet son yudumunda yoktur. Büyük bir
zaferin sevinci gittikçe azalır, eksilir, nihâyet duyulmaz olur. Aynı nîmet ve
cezâ içinde bulunan insanlar her zaman sevinç ve üzüntüde eşit değildirler.
Yoktan bin lira kazanmış bir adamla, on bin lira servetinin dokuz binini
kaybederek bin liraya sâhip olmuş bir adamı düşünelim; azalarak değişme ile
çoğalarak değişme, her ikisi de birer yenilik olmasına rağmen insanlardaki
etkisi aynı değildir. Birisi sevince neden olurken diğeri üzüntüye sebep olur. Dolayısıyla
devamlılığının ve zaman-aşımının hisler üzerinde büyük têsirleri vardır. Peygamberlik
dönemi uzaklaştıkça, gençlik heyecânı geçtikçe kâlpleri bir donuklaşma kaplar,
hatırlama ve anma sürekli hisleri heyecâna getiremez olur. Hayâtın monoton akışı
heyecânı bitirir. Monotonluk sıkıntı ve bıkkınlık getirir. Bu da insanların
tâkâtini aşan bir hâle gelince gönüllerde gelişi-güzel bir yenilik meyli
uyanır. Yenilik arayışı aklî bir temele oturtulmayıp, süreklilikten mahrum
kalınınca artık o yenilikler yenilik olmaktan çıkar bir başkalaşmaya,
sürekliliği yıkan bir tebeddüle dönüşür. Bir kökten gelmeyen, o kökün inkişâf
seyrini tâkip etmeyen, bir başlangıç noktasının (mebde) tekâmül silsilesi
olarak anlaşılmayan yenilikler külli bir ölümdür. Buna şeriat dilinde bidat-ı
seyyie (kötü yenilik) denilir”.
İslâm’ın emirleri, nehiyleri
ve âyetleri sâdece belli bir zamâna, mekâna ve târihe âit değildir. Fakat İslâm,
sapkın ve yoldan çıkmış zamanların ve mekânların nesnesi yapılacak bir din
değildir. İslâm’ın belli bir paradigması vardır ve bu paradigma bir sınır
çizmeyi gerektirir. İslâm her türlü sapkınlık, küfür, şirk ve zulüm de dâhil
tüm olasılıklara ve yaşanabilecek tüm olaylara ve olgulara cevap vermek zorunda
değildir. İslâm kendi oluşturduğu zaman, mekân ve paradigma içinde hâkim
olacağı için soru ve sorunlara da sâdece bu paradigma, zaman ve mekân içinde
cevap verir. Bu nedenle de İslâm, gayr-ı İslâmî tüm olay, olgu, zaman, mekân,
paradigma, düşünce, sistem, ideoloji ve zihniyeti yıkar ve yerine İslâm’ı hâkim
hâle getirir. Zîrâ İslâm küfür, şirk, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm içinde
anlaşılıp yaşanabilecek ve hâkim olabilecek bir din değildir. O ancak sırât-ı
müstakîm üzere gidebilir.
Kâinâtın ve doğanın şeriatı
değişmiyor ki vahyin ve insanın şeriatı değişsin. Tüm varlık bir yeniliğe doğru
gitmeden Allah’a, vahye ve sünnetullaha tam uygun olarak şeriatını, kânun ve
kurallarını yâni döngüsünü sürdürmektedir. İnsanın da yapması gereken budur.
Çünkü ancak böyle yaptığında yâni sünnetullaha uyduğunda hem Dünyâ’da hem de
âhirette mutluluğa, huzûra ve kurtuluşa erecektir. Aksi-hâlde zor ve sıkıntılı
bir hayat yaşamaktan kurtulamayacaktır. Çünkü ortaya çıkan tüm yenilikler onu
sıktıkça sıkacak, ezdikçe ezecektir. Zîrâ yenilikler %99 Allah’sız olur ve nefs
kaynaklıdır. Bu da ruhsuzluğa sebep olacağı için uzun vâdede madden ama kısa
vâdede rûhen sıkıntıların ortaya çıkmasına neden olacaktır.
İnsanın başına gelen tüm
kötülükler kendi elleriyle işledikleri yüzündendir. Bu kötülükler hep Allah’sız
yapılan yenilikler ve tecdidler nedeniyle başımıza gelmektedir. Doğallıktan,
normâlden ve fıtrattan kopulduğu için insanın başına daha önce bilmediği ve
yaşamadığı zorluklar ve sıkıntılar gelip durmaktadır. Oysa eskiden zorluklar da
doğal ve normâl olurdu.
Allah yeryüzünü öldükten sonra diriltir. Bu ölmeler
ve diriltmeler yeniden ve yeniden devâm eder ve tekrarlar durur. Yoksa tabiatın
her dirilmesinde bambaşka bir tabiat ortaya çıkmaz. Madde sınırsız değildir ki değişim
de sınırsız olsun. O yüzden sınırsız yenilikler olmaz, olmamalıdır. Eğer olursa
mutlakâ fitne üretir ve ifsâd ederek zarar verir. “Sonsuz tekâmül aşamaları”
falan da yoktur kâinatta. Eğer öyle olsaydı âhiret boşa çıkardı. Çünkü sınırsız
tekâmül, âhireti inkâr etmek anlamına gelir ve kâinâtı da ebedîleştirir,
mutlaklaştırır ve ilahlaştırır. Sürekli bir tekâmülden bahsedenlerin âhiret
inançları ya hiç yoktur yada sorunludur.
Tabiat doğala, normâle ve fıtrata yâni İslâm’a uygun
olmayan değişimleri ve yenilikleri kaldırmaz ve bu tür yenilikler zamanla ekini
ve nesli ifsâd etmeye başlar ki modernizm ile yaşanan sürecin sonunda gelinen
yer burasıdır. Yenilik olması için, doğala ve fıtrata aykırı müdâhaleler
şarttır. Modern-bilim ve teknolojinin yaptığı işte budur. Fıtrata aykırı olunca
ortaya çıkan yenilikler ortaya zarardan başka bir şey çıkaramaz. Bid’attan
korkulmasının ve çekinilmesinin nedeni budur. Çünkü târihî tecrübeyle sâbittir
ki doğala, normâle ve fıtrata yâni İslâm’a aykırı olan değişimler mutlakâ zarar
getirir, fitne çıkarır ve ifsâd eder. Bu ister madde, ister düşünce konusunda
olsun fark etmez. Yenilikçiliğin kendisi de bir fitnedir zâten.
İslâm’ın dilinde de yenilik yoktur. Tüm peygamberler
aynı ve benzer ifâdeler kullanmışlar, benzer şeyler söylemişler ve aynı ve
benzer çaba içinde olmuşlardır. Bozuldukça yeni şeyler getirmemişler ve yeni
şeyler söylememişlerdir. Bozuldukça ve rayından çıktıkça yeniden İslâm’ı ortaya
koymuşlar ve aynı değişmez ifâdelerle ve çabalarla düzeltme yoluna gitmişlerdir.
Hiç-biri bir-önceki peygambere ve vahye göre bambaşka bir dil kullanmadığı gibi
bambaşka bir hedef için çaba içinde olmamıştır. Çünkü İslâm’da “yeni” yoktur, “yeniden”
vardır. Bu nedenle Şûrâ 13. âyette tüm peygamberlere aynı şey bildirilmiştir:
“Allah, dinden
Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı), sana
vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz
kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta
egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’
olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak
koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
Eğer önceki peygamberlere gelen âyetler-vahiyler
artık nehy olmuş olsaydı Allah Peygamberimiz’e “önceki peygamberle îman et ve
onları izle” diye bir emri göndermezdi:
“Ve onlar, sana
indirilene, senden önce indirilenlere îman ederler ve âhirete de kesin bir
bilgiyle inanırlar” (Bakara 4).
Müceddidler de
peygamberlerin yolundan giderler ve dîni yenileme yoluna giremezler. Onlar dîni
yâni İslâm’ı özüne döndürmeye ve yeniden iç ve dış-âlemde hâkim kılmaya
çalışırlar.
Yeni bir peygamber ve yeni
bir vahiy artık gelmeyecektir. Çünkü İslâm kemâle ermiş ve en güzel örneklikle
örneklendirilmiştir. Mevcut vahyi ve şeriatı Allah korumaktadır. Koruyan Allah
olduğu için bir yenilik ve değişim olmayacak ama insanlar saptıkça İslâm hayâta
yeniden hâkim kılınmaya çalışılacaktır.
Vahye uygun olmayan ve aykırı
olan tüm yenilikler bir gedik oluşturur ve şeytan ve uşakları işte hep o
gedikleri gözetirler. Modernizm, târihin gördüğü en büyük gedik ve deliktir.
Modernizm ile birlikte açılan gediklerden şeytan ve uşakları içeri girmişler ve
yenilik ve tecdid diye-diye İslâm’ı ifsad etmek istemektedirler. Bunu önlemek
ise vahye ve güzel örnekliğe sımsıkı bağlanmakla olur. Çünkü İslâm’ın yeniliğe
ve tecdide ihtiyâcı yoktur. Sünnetullah ve ilâhi sistemle tam uyumlu vahiy tüm
zamanlar ve mekânlar için geçerli ve yeterli bir hitaptır. Zâten Peygamberimiz
tarafından “güzel örneklik” olarak da en ideâl bir şekilde ortaya konmuştur.
Din sâbit olduğu gibi şeriat
da sâbitelidir. Yâni şeriat da vahye ve Sünnet’e uygun olarak ortaya konmalıdır.
Din ve şeriat; Rönesans, Aydınlanma, Sanâyileşme, lâik, seküler, demokratik,
modern beşerî ideolojilere göre belirlenemez. İslâm’ın bu beşerî-şeytânî
ideolojilere ve nefsi merkeze alan zihniyete ihtiyâcı yoktur. Çünkü İslâm zâten,
şeytânî-nefsî-beşerî sistemleri yıkıp, ilâhî sistemi yâni vahyi hayâtın her alanına
hâkim kılmak için vardır. Bunun aksini savunanlar ise, Allah, âhiret, gayb,
vahiy ve peygamber tasavvurları ve düşünceleri bozulmuş, takvâsını kaybetmiş,
dâvâsından vazgeçmiş ve mevcudun baskısı ve etkisi altında insanı, aklı ve
maddeyi ilahlaştırmış ve de Allah yerine bunlara tapmaya başlamış olanlardır.
Mü’minler için gerçek anlamda
tek yenilik, ölüm ve ölüm-ötesinde olacaktır ki biz onun nasıllığını henüz ölmediğimiz
için bilmiyoruz.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder