28 Nisan 2020 Salı
Çâresizlik Üzerine
25 Nisan 2020 Cumartesi
Adanmak Yada Adan(a)mamak.. İşte Bütün Mesele Bu!
“De ki: Şüphesiz benim namazım,
ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir
ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).
Babadan-oğula geçen
müslümanlık tarzında müslümanlar her ne kadar farkında olmasalar da, Dünyâ’nın
gidişâtı hiç de iyi değildir ve Dünyâ’nın bu kötü durumu en çok da müslümanları
yaralamakta, bu durumdan en çok da müslümanlar zarar görmektedir. Dünyâ’nın
yarısı mânen perişân olmuşken diğer yarısı ise madden perişân olmuş durumdadır.
Zîrâ Allah’sız ideolojiler, düşünceler, kânunlar-kurallar ve üretimler insanları
ya mânen yada madden çürütmekte ve perişân etmektedir. Bu durumun farkında olan
müslümanlar ve duyarlı insanlar da vardır. Bunlar mevcut kötülüğün tespitini en
iyi şekilde yapıyor ve bunları her yerde yazıyor ve konuşuyorlar. Fakat yine de
yeterli bir farkındalık ortaya çıkmıyor ve bir genişlik olmuyor. Bunun nedeni
nedir?. Bunun nedenleri hakkında çeşitli şeyler söyleniyor ve “niçin olmadığı” ile
ilgili çeşitli görüşler ortaya atıyorlar. Bu bağlamda “ne yapmalı” ve “nasıl
yapmalı” başlıklı yazılar ve kitaplar yazılıyor ve konuşmalar yapılıyor. Buna
rağmen gidişatta iyiye doğru bir düzleme olmadığı gibi, maalesef kötüye doğru
hızlı bir gidiş var.
Allah bu kadar
düşünmeye, okumaya, yazmaya, konuşmaya ve duâya rağmen niçin bir kurtuluş
kapısı açmıyor?. Biz farkında olduğumuz ve olmadığımız şekilde mutlakâ yardım
ediyor ve esirgiyor, âmenna!. Buna îmânımız tam. Biz O’nun yardımlarının ve
esirgemelerinin çoğunu fark etmiyor ve bâzılarını fark ediyor olsak da,
yardımın çok net olmadığı açıktır. Peki bu niçin böyledir?. Allah bize niçin bâriz
bir şekilde (hesapsız rızık şeklinde) yardım etmiyor da genelde insanlar ve
özelde müslümanlar mânen ve madden modern bir perişanlık içinde yaşamaktan
kurtulamıyorlar?. Bunun en kestirme cevâbı şudur: Çünkü biz an îtibârıyla “hesapsız
rızk”a ve “apaçık yardım”a lâyık değiliz. Biz, Allah’ın bize neden apaçık bir
şekilde yardım etmediğiyle ilgili tespitini tabî ki de yanlış bir kader inancıyla
yapmayacağız ve “ne yapalım, kader” demeyeceğiz. Kader sünnetullahtır. Biz
sünnetullaha uyarsak kaderimiz iyi, uymazsak kötü olur. Sünnetullah-merkezli
yaklaştığımızda böyle kötü durumda olmamızın bâzı nedenleri ortaya çıkıyor.
Allah sırât-ı
müstakîm üzeredir, hakkı ve hakîkati emreder ve hakka-hakîkate göre davranılmasını
ister. Bu davranış elbette sünnetullaha göre ve vahiy-merkezli olmalıdır. Allah’ın
yasalarına ve vahye göre hareket edilmediğinde elbette kötü sonuçlar ortaya
çıkacaktır. Bu nedenle Allah’ın yasalarına, emir ve yasaklarına tam riâyet
olmadıkça Allah bize yeterli yardımını ulaştırmayacaktır. Zîrâ “imtihan” budur.
Biz Allah ne kadar yaklaşırsak Allah da bize o kadar (hattâ daha fazla) yaklaşacak
ve yardım edecektir. Allah yardım edince de perişanlıktan kurtuluruz ve zafere
ulaşırız. Sünnetullah ve imtihan budur.
“Peki niçin
olmuyor?” sorusuna verilecek kısa yanıt şudur: Çünkü biz Allah’a tam bir
teslîmiyetle teslîm olmuyoruz; çünkü biz, baştaki âyeti tezâhür ettirmiyoruz; çünkü
biz, Allah’a gerektiği gibi kul olup da kendimizi adayamıyoruz; çünkü bizim
yeterli îmânımız ve güvenimiz yok; çünkü biz yeterince gayretli, azimli ve özverili
değiliz; çünkü bizim âhiret bilincimiz ve âhirete olan îmânımız sorunlu; çünkü
biz vazgeçmek istemiyoruz; çünkü biz Dünyâ’ya ve maddeye çok bağlıyız; çünkü
biz Kur’ân’ı en yalın şekliyle anlamıyoruz ve anlamak istemiyoruz, bu nedenle
de işimize geldiği gibi yorumlamak ve anlam vermek istiyoruz, bu bağlamda
apaçık âyetleri bile aşırı yoruma tâbi tutup arzularımıza ve mevcut hayâtımıza
uydurmaya ve mevcut yaşantımızı meşrûlaştırmaya çalışıyoruz; çünkü biz
yaşadığımız hayâtımızın ve düşüncelerimizin doğru ve kusursuz olduğunu zannediyoruz;
çünkü biz -en önemlisi- Peygamber’in güzel örnekliği (Ahzâb 21) olan Sünnet’ini
tâkip etmiyoruz, sahabenin bu bağlamda Peygamber’e olan güvenini bilmiyoruz; çünkü
biz imtihan dünyâsında ve imtihanda gibi davranmıyoruz; çünkü biz âhiret-merkezli
yaşamıyoruz; çünkü biz şirk, küfür ve dolayısıyla zulüm üretiyoruz ve zulüm
içinde kalıyoruz; çünkü biz, şehvet-şöhret, servet-siyâset ve cehâlet tarafından
kuşatılmış ve tutsak edilmiş durumdayız; çünkü biz adanmıyoruz kardeşim.
Adanmanın ne demek olduğunu bilmiyoruz.
Bu durumdan ancak ve ancak adanarak kurtulabileceğimizin farkında
değiliz.
İslâm
âhiret-merkezli olduğu için “adanma” üzerine kuruludur. Bu nedenle kişilikli
insanların anlamlı bir hayat yaşamasını hedefler. Bir insan ne kadar adanmışsa
ve ne kadar takvâlıysa o oranda hem Dünyâ’da hem de âhirette işi kolay olur.
İslâm bir îman-güven işidir. Diğer sistemler ise “yalana ve bâtıla inanma ve
güvenme” üzerine kuruludur ve bu artık normâlleşmiş ve çoğunluk için
meşrûlaşmıştır.
Îman teslîmiyet
ister, yâni İslâm ister. İslâm ise, “îman-merkezinde hayat sürmek”tir. Aksi-hâlde
münâfıklık başlar. İslâm ile aydınlanmış kâlpler elleri ve ayakları harekete
geçirmiyorsa orada bir nifâk sorunu vardır. En nihâyet îman kişiyi adanmaya
götürmelidir ki bu adanma en ideâl şekilde müslümanca yaşamakla olur. Îman
güçlendikçe adanma da ister ki “tam anlamıyla İslâm” olunsun ve peygamberlerin
sözleri tezâhür etsin: “Biz sana teslim olmuş olanlarız”.
Gönül zenginliği
ve gönüllülük yâni adanma olmayınca, insanlık adına olumlu bir şeyin olması
zinhar mümkün olmaz. İnsanlık, gönül(lülük) ve adanma olmayınca iyilik adına
hiç-bir şey açığa çıkmaz ve Dünyâ karanlığa hapsolur gider. İşin kötüsü, âhiret
de zindan olur.
İlim, bilinç,
sabır, direniş ve amel-eylem için “adanmışlık” gerekir. Bu bağlamda bir
şeylerin değişmesi ve dönüşmesi için mutlakâ adanmış şahsiyetlere ihtiyaç
vardır. İslam bir “adanma” işidir ve bu şu âyetle ile ortaya konur:
“De ki: Şüphesiz benim namazım,
ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir
ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).
Âlimliğin
göstergesi, “adanma”dır. Fakat Allah yoluna adanmak, malını-canını Allah
yolunda ortaya koymak ve varını-yoğunu harcamak, “Kur’ân’ın gramerini çok iyi
bilmenin” bir sonucu değildir. Amel-eyleme ve adanmaya yöneltmeyen ilim
sorunludur. Adan(a)mayanlar da “âlim” değildirler.
“Bilginin türü”
önemlidir. Yoksa varlıkta bilgiden daha bol bir şey yoktur. Zamânımızda çok
büyük ve mîde bulandırıcı oranda bir bilgi çokluğu ve bilgi kirliliği var
meselâ. Seküler/dünyevî/din-dışı bilgi, birleştirmekten ziyâde bölmeye-ayırmaya
dönüktür. Çünkü maddî ve nefsîdir, geçicidir. Âhirete dönük olan bilgi ise
birleştirici ve yapıcıdır. Bu bilgi vahiy-merkezli bilgidir. Vahyin
oluşturmuş, inşâ etmiş olduğu bilgidir. Kur’ânî bilgidir. İşte bu bilgi-türü
insanlık târihinin gördüğü en büyük medeniyeti meydana çıkarmıştır.
Bir-birlerine düşman kişileri-kavimleri “kardeşler” yapmıştır. Bu bilgi-türü,
canlarla ve mallarla cihadı hoş göstermiştir onlara. “Allah yolunda ölme
sevgisi” oluşturmuştur. “Süper îman” denilen bir îman inşâ etmiştir. Çünkü
adanmışlardır. Adanmanın zirvesi bu bilgi-türüyle (vahiy) ortaya konmuştur.
“Kerim vazgeçişler” bu bilgi-türünden zuhûr etmiştir. Bir “delikanlılık” ortaya
çıkmıştır böylece. Adan(a)mayanlar entelektüel olsalar da “Allah yolunun
delikanlıları” olamazlar. Adanmış delikanlılar olmadıkça da bir değişimin ve dönüşümün
beklenmesi abestir.
Dünyâ’nın
şu-andaki hâl-i pür melâlinin nedeni, bilginin çok fazla olmasına rağmen
bilinçten mahrum insanların çok fazla olmasıdır. Bilgide kalınıyor ve bilince
geçilemiyor. Bilince geçilemediği için amele-eyleme hiç geçilemiyor. Zîrâ
bilince geçmek için bir “adanma” gerekiyor. Bu adanma biraz da “Dünyâ’yı
ıskalamak” anlamına geldiği için pek de tâlibi olmuyor. Çünkü âhirete îman
azalmıştır ve “Dünyâ’dan vazgeçme”nin, “âhireti kazanmak” demek olduğu
düşüncesi geçerliliğini kaybetmiş durumdadır.
“Gerçek şu ki, Allah, Âdem’i, Nûh’u,
İbrâhim âilesini ve İmran âilesini âlemler üzerine seçti” (Âl-i İmran 33).
Âyette söylenen
İbrâhim âilesi ve İmran âilesi bizim “örnek âilelerimiz”dir. Allah bize bu
örnek âileleri göstermektedir ve zımnen; “bu âileler gibi olun” demektedir.
Zîrâ ancak bu tarz âilelerde şahsiyetli insanlar yetişebilir ve Dünyâ’yı
İslâm-merkezli değiştirebilecek önderler çıkar. Çünkü bu âileler “adanmış
âileler”dir ve adanmışlık olmadığında Dünyâ’yı değiştirecek ve toplumları
peşinden sürükleyecek şahsiyetlerin çıkması hayâldir. İslâm bir yönden de bir
“adanmışlık dîni”dir. Toplumları peşinden sürükleyecek ve Dünyâ’daki zulmü
ber-tarâf edip Dünyâ’yı Dâr-ûl İslâm’a çevirecek olan şahsiyetler, mutlakâ
adanmışların içinden, “adanmış âileler”in içinden çıkar. Hz. Yûsuf ve Hz. Îsâ,
adanmış âilelerin yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Hattâ bu peygamberler, adanmanın
silsile hâlinde tekrâr etmesinin sonuçlarıdır. Dünyâ’da hak-merkezli büyük
izler bırakmak için adanmış âilelerin olması çok önemlidir. Bu âilelerin
ataları, bir zamanlar müşrik-zâlim âilelerden ve toplumlardan kopmuş olanlardır
genelde. Bu kopuşun ve hicretin sonucu çok da uzak olmayan bir zaman sonra
“örnek şahsiyetler” olarak verir meyvesini. Zâten o örnek şahsiyetler kâlpten
yapılmış bir duânın netîcesidirler. Eylemden sonra yapılmış duânın:
“(İbrâhim) Rabbim, beni namazı(nda) sürekli kıl, soyumdan olanları
da. Rabbimiz, duâmı kabûl buyur” (İbrâhim 40).
“(İsmâil'le birlikte Evin (Kâbe’nin)
sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle duâ etmişti): “Rabbimiz bizden
(bunu) kabûl et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin. Rabbimiz, ikimizi sana
teslîm olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan sana teslîm olmuş (müslüman)
bir ümmet (ver). Bize ibâdet yöntemlerini (yer veyâ ilkelerini) göster ve
tevbemizi kabûl et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabûl eden ve esirgeyensin. Rabbimiz,
içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti
öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm
ve hikmet sâhibisin” (Bakara 127-129).
“Hani İmran’ın karısı: ‘Rabbim,
karnımda olanı, her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak Sana
adadım, benden kabûl et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen’ demişti. Fakat
onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken- dedi ki: Rabbim,
doğrusu bir kız (çocuğu) doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem
adını koydum. Ben onu ve soyunu o kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım. Bunun
üzerine Rabbi onu güzel bir kabûlle kabûl etti ve onu güzel bir bitki gibi
yetiştirdi. Zekeriyâ’yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriya her ne zaman mihrâba
girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: ‘Meryem, bu sana nereden geldi?’ deyince, ‘Bu,
Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine ‘hesapsız rızık’ verendir’ dedi. Orada
Zekeriya Rabbine duâ etti: ‘Rabbim, bana katından tertemiz bir soy armağan et.
Doğrusu Sen, duâları işitensin’ dedi” (Âl-i İmran 35-38).
Demek ki bize
sâdece “adanmış şahsiyetler” değil, bu şahsiyetlerden oluşan “adanmış âileler”
de gerekiyor. Allah böyle adanmaları ve adanmış olanları görmedikçe nitelikli
şahsiyetleri nasip etmez. Allah, adanmışlığa çok destek verir. Peygamberimiz de
bir adanmışlığın netîcesiydi. Babası Abdullah’ı kurbân olmaktan kurtaran şey,
dedesi Abdulmuttalib’in 100 deveyi adamasıydı. Bir adak sonucunda Abdullah
kurbân olmaktan kurtuldu ve Âmine ile evlenince Peygamberimiz Hz. Muhammed
Dünyâ’ya geldi.
İnsanı
sapıklıktan kesin olarak alıkoyacak tek şey, kişinin rûhen ve bedenen hak
dâvâya teslim olup adanmasıdır. İslâm’a adanmaya yanaşmaktan bile korkan
müslümanlar, büyük bir şevk ile moderniteye ve kapitâlizme
adandılar/adanıyorlar. Gençlere teslîmiyeti ve adanmayı öğretmezseniz,
öğreteceğiniz diğer şeyler bir işe yaramaz ve boşuna yorulmuş olursunuz.
Îman, ancak
kâlplerde yer ettiğinde “gerçek anlamda îman” olur. Îmânın kâlplerde yer
etmesinin tek yolu da, amel-eylem üzre olmaktır. Amel-eylem üzre olmak ise,
“vahiy ve Sünnet-merkezli yaşamak”tır. Tabi bu, bir-çok şeyden vazgeçmeyi de
yanında getirir. O hâlde îman; bir özgüven, huzûr, direnç ve coşku verdiği gibi, “acıtan” da bir
şeydir. Zîrâ bedel ister ve bu bedel bir-çok şeyden vazgeçmeyi ve mutlakâ tam
bir teslîmiyetle teslîm olmayı ve adanmayı gerektirir. Aksi-hâlde “îman ettim”
sözü kuru bir laftan, resmî bir işlemden ibâret kalır. Böylelerine de zâten “mü’min”
değil, belki halk arasında “müslüman” denebilir.
Adanmış bir kimliği ve
kişiliği hiç-bir dünyevî ve maddî güç engelleyemez.
İslâm, adanmanın
bir sonucu olarak; îman, bilgi, bilinç, direniş, sabır, hicret, devlet, cihad,
şahâdet ve medeniyet sürecine açılan kapıdır. Sonra da o kapıdan âhirete ve
ebedî nîmet diyârı olan cennete çıkılır. Cennet, tam bir teslîmiyetle teslîm
olup adananların ebedî yurdudur vesselam.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2019