“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz
bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).
İslâm’a göre sürekli olarak iki tür
toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Seyyid Kutup: “Dünyâ’da iki
sistem vardır. Bunlardan birincisi “İslâm”; ikincisi de; demokrasi, sosyâlizm,
komünizm vb. tüm beşer-aklının ortaya koyduğu sistemlerdir ki, bunların hepsi
de câhili sistemlerdir” der.
Cehâlet, insanın “dünyevî olan”ı bilmemesi ve ondan habersiz
olması demek değildir. İslâm’a göre cehâlet, bir “kendini bilmeme” hâlidir. Bu
kendini bilmeme hâli, vahiyden habersiz olmaktan ve onu bilmemekten kaynaklanır.
Vahyin kazandırmış olduğu bilinçten yoksun yada mahrûm olmak, kişiyi mutlakâ
cehâlete düşürür. Dolayısı ile “Kur’ân’ı-vahyi bilmeyenler cehâlete düşerek ‘bilmez’
olurlar” denebilir. Tasavvufta şirk olarak şu şekilde bir söz söylenir:
“Kendini-nefsini bilmeyen Rabbini bilemez”. “Rabbini bilmeyen kendini bilemez”
deseler kabûl ederiz ve, tabî ki; “Rabbini bilmeyen neyi bilir ki” diyebiliriz.
Fakat Rabbin bilinmesi şartını, insanın kendisinin bilinmesine bağlıyorlar ki,
bu durumda kendisi -hâşâ- Rabb’den daha üstün oluyor. Zîrâ “etken-bilen”
kendisi iken, “edilgen-bilinen” Rabb oluyor. Hâlbuki bilinebilecek olan Allah’ın
zâtı değil, sanatıdır. Böylece “bilme” işi ifsâd edilerek şirke ve cehâlete
düşülüyor. Yâni kişi bir “kendini bilmez”, câhil oluyor. Zîrâ Rabbini hakkıyla
takdir edemiyor.
Modern dünyâda; İslâm toplumu “câhiliye
toplumu” olarak, câhiliye toplumu ise “İslâm toplumu” olarak gösterilmekte ve insanlar-müslümanlar
da bunun aynen “gösterildiği gibi” olduğunu zannetmektedirler. Sonuçta ise cehâlet
devâm ediyor ve müslümanlardan ve mazlumlardan başka zarar gören olmuyor. İşte
bunu tersine çevirmenin yolu, hak ve bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye
toplumunun ayrılmasıdır. Cehâletten kurtuluşun ilk aşaması bu “ayrılış”tır.
Zîrâ hak ve bâtıl birbirine karışmış durumdadır ve neyin ne olduğu belli
olmadığı için bilinemediğinden, cehâlet, iktidârını sürdürmektedir. Bu ayrılış,
ilk başta vahiy/sünnet-merkezli bir zihnî-kâlbî ayrılışla başlamalı, daha sonra
da amelde-eylemde görülecek bir ayrılışla devâm etmelidir. En sonunda da bu
hak-bâtıl ayrımı Dünyâ-çapında ortaya konmalıdır. Böylece hak ne imiş,
bâtıl-câhiliye ne imiş herkes görsün.
Cehâlet her zaman ve her durumda cehâlettir. Fakat
modern zamanlarda cehâlet çok farklı bir hâl almıştır. Modern cehâlet eski cehâletlere
benzemiyor. Modern cehâlette insanlar cehâletlerini kabûl etmedikleri gibi
cehâletin ne olduğunun farkında da değiller. Aslında modern insanın cehâletini
kabûl etmemesinin nedeni, hak ve bâtılın birbirine çok karışmış olmasından
dolayı cehâletin ne olduğunu bilmemesidir. Böyle olunca da modern insan; mevcut
Dünyâ-düzenini ve sistemini, zulmü ve dolayısı ile şirki savunmayı “akıl-sâhibi
olmak”, “aydınlanmış olmak” ve “doğru yolda gitmek” zannediyor. Sonuçta da bu
cehâleti “doğru yol” olarak gösteren şeytan, genelde tüm insanları, özelde ise
müslümanları, “vahyettiği yandaşları vâsıtasıyla” kandırmaya devâm ediyor.
Modern cehâletin bedeli klâsik cehâlete göre çok ağır
oluyor. İnsanlık, târihte görülmemiş şekilde ve oranda bir perişanlık yaşamaktadır.
Meselâ insan, târih boyunca hiç-bir zaman “evsiz” kalmamışken, modern zamanlarda
evsizler, “devlet kurabilecek kadar” artmıştır. Bu konuda şunlar söylenir:
“Günümüzde dünyâ-çapında yüz milyondan fazla evsiz
yaşamaktadır. Özellikle 1980 sonrası küresel ölçekte yaşanan krizler ve 2000’li
yıllarda meydana gelen finans krizleri ile ortaya çıkan işsizlik büyük oranda
evsiz nüfusun artışına kaynaklık etmiştir. Plânsız kentleşme, özellikle yoksul
kesim üzerinde büyük bir evsizlik riski yaratmaktadır. Birleşmiş Milletler'in (BM) Yeterli Barınma konusundaki özel raportörü Miloon Kothari, Dünyâ’da 1 milyarı aşkın kişinin yeterli barınma
koşullarından yoksun olduğunu, 100 milyonu aşkın kişinin de evsiz olduğunu
söyler. Ayrıca BM verilerine göre Dünyâ üzerinde 65 milyondan fazla insan
işgâl, iç-savaş ve açlık sebebiyle evlerini terk ederek mültecî durumuna
düşmüştür ve bunların 20 milyondan fazlasını ülke dışına göç etmek zorunda
kalanlar oluşturmaktadır”.
Yüksek öğretim görmüş, kariyer yapmış, kitaplar
yazmış, konferanslar vermiş olmakla cehâletten kurtulmak aynı şey olmayabilir.
Nice câhiller vardır ki toplumun önde gelen aydınları ve bilim-adamlarıdır.
Nice okuma-yazma bilmeyenler de vardır ki toplumu aydınlatırlar. Peygamberimizin
de peygamberlikten önce herhangi bir kitap okumadığı (ümmi) söylenir: (Ankebût
48). Fakat o, ahlâk timsâli olan ve “el-emin” diye çağırılan biriydi. Yâni
“kendini her türlü kötülükten sakındıran” birisi olduğu için kendisine
“muhteşem bir ahlâk sâhibi” olarak peygamberlik verilmişti. Demek ki cehâletten
kurtulmanın ilk şartı “kendini tutmak-sakınmak” ile alâkalıdır. Oysa modernizm
bir “kendini tutmama” uygarlığıdır. Bu nedenle de modernizmde cehâletten
kurtulmak söz-konusu değildir.
Cehâletin panzehiri İslâm’dır. İslâm’dan gayrı tüm “cehâlet
ilaçları” yan-etkileriyle katlanmış olarak geri döner ve toplumları daha da
câhilleştirir. Zîrâ modernizm, lâiklik-sekülerizm üzerinden, Allah’tan kopuk bir
reçete ortaya koymaktadır. Âlim olan Allah hesâba katılmadan yapılacak olan her
“cehâlet-savar”, modern insanın elinde patlayacak ve insanlara daha fazla zarar
verecektir. Zîrâ vahiyden kopuk bir aydınlanma söz-konusu olamaz.
Çağımızda câhiliye, “kültürlü câhiliye”dir. Câhiliye sanki; “eskiden
hiç-bir şey bilinmiyormuş da, tam da şimdi bilinmeye başlamış” ve “her-şey en
ideâl hâline gelmiş” gibi davranarak, birilerinin bir zamanlar içtihad kapısını
kapattığı gibi, şimdi de “târihin sonu tezleri”ni ortaya koyuyor. Eskiden
bilinmeyen şey niye şimdi bilinmiş olsun ki?. Zaman mı bitti?. Allah’ın ilmi kesin
anlamda ne eski çağlarda, ne şimdiki devirde, ne de ileriki zamanlarda tam
olarak anlaşılabilir. Seyyid Kutup da: “Allah’ın
şeriatının hikmeti, herhangi bir dönemde bütünüyle anlaşılamaz” der. Yâni insanın “cehâlet”ten “mutlak anlamda”
kurtulması söz-konusu değildir ve zâten insan için bu bir rahmettir.
Bir şeyin câhilce değil de bilinçli olarak yapılıp-yapılmadığı,
onun İslâm-merkezli olması ve bu doğrultuda amele-eyleme dökülüp-dökülmediğine
bakarak anlaşılabilir. Amele-eyleme döküldüyse bilinçlidir. Aksi-hâlde
cehâlettir. Cehâletten kurtulmak; vahiy-merkezli bir bilgi-bilinç süreciyle aydınlanmak
ve sonra da İslâm-merkezli amel ve eylemler ortaya koyarak yâni sâlih ameller
işleyerek; İslâm’ı tebliğ ve dâvet ile yayarak, sonuçta da Allah’ın izni ile “emr-i
bil mâruf ve nehy-i anil münker” merkezli bir İslâm toplumu kurarak ve
nihâyetinde de İslâm’ı devlet ve medeniyet sürecine sokmaktır. Zîrâ İslâm ancak,
bilinçli mü’minlerin gayretiyle kurulacak güçlü bir devletin öncülüğünde
yaygınlaştırılıp hâkim olabilir ve insanlık cehâletten-zulümden ancak bu
vesîleyle kurtulabilir. Zâten Nûr Sûresi 35. âyette de denildiği gibi; ancak
bir İslâm Devleti yeryüzünde hâkim duruma geldiğinde, başta müslümanlar olmak
üzere tüm insanlar cehâletten gerçek anlamda kurtularak zulme-mazlûmiyete bir
son verilebilecektir:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa,
onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet
ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse,
işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Modern zamanlarda insanları bilgilendirdiği ve
aydınlattığı iddiâ edilen medya ve iletişim araçları, aslında büyük oranda bir cehâlet
aracıdır. İnsanlar bu araçlarla kitleler hâlinde kandırılıp cehâlete düşürülebilmektedir.
Bu nedenle mü’minler bu konuda uyanık olmalı ve duydukları-gördükleri haberleri
sorgulamalı ve iyice düşünmelidirler. Kur’ân bu konuda bizi şu şekilde uyarır:
“Ey îman
edenler!; eğer bir fâsık, size bir haber getirirse, onu etraflıca araştırın.
Yoksa cehâlet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize
pişmân olursunuz” (Hucurât 6).
Birileri de “cehâletin mutluluk
olduğunu” söylüyor. Hayır!; cehâlet ahmaklıktan başka bir şey değildir. Bu
ahmaklıktan kurtulmadan insanlık selâmete çıkamayacaktır. Cehâletten kurtulmak demek, “entelektüel olmak” demek
de değildir; nice okuma-yazma bile bilmeyenler vardır ki “irfân” sâhibidirler.
Burada okuma-yazmayı kötülemiyoruz ve “bilgili-bilinçli aydınlanma”yı
öneriyoruz tabî ki ama, önemli olanın, eğitimin sonucundaki “güzel ahlâk”
olduğunu söylemek istiyoruz. Bilgi-bilinç ve ahlâk bütünlüğü, cehâletin en iyi
panzehiridir.
Modern-bilim, “pozitif bilim”dir ve maddî olmayanı
inkâr eder ve “maddî olandan başka hiç-bir şey bilinemez” der. Bu düşüncenin
sonu insanlık için olumlu sonuçlara yol açmadığından (meselâ 1. ve 2. Dünyâ
savaşları) ve nice zulümleri doğurduğundan, modern-bilimin bu önermesi bir
cehâlet îlanıdır.
Cehâlet “bilmek”ten ziyâde, belki de
bilmemekle alâkalıdır. Zîrâ bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz şeyler daha çoktur
ve bunun farkında olmak hem bilinenlere bir rûh katar, hem de “gerçek bilen”in
Allah olduğu bilincini kazandırır ki, bu bilinç gerçek anlamda “cehâletten
kurtuluş”tur. Bu bilinç insana haddini bilmeyi öğretir ve haddini bilmeyenler
cehâletten kurtulamazlar. İşte modernizm, bir “haddini bilmeme uygarlığı”dır.
Bu nedenle bir-türlü cehâletten kurtulamıyor ve insanlık bir-türlü selâmete
çıkamıyor.
Bir önermenin cehâlete yâni karanlığa mı yoksa nûra yâni
aydınlığa mı dönük olduğunun delîli, onun hayattaki yansımasıyla bilinebilir.
Hayattaki sonucu insana, sonra da bitki ve hayvanlara yarar olarak mı dönüyor
yoksa zarar olarak mı?; işte ölçü budur. Kur’ân, tâğut-merkezli olan yâni
cehâlet iş-başına geçtiğinde şu sonucun ortaya çıkacağını söyler:
“O,
iş-başına geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yer-yüzünde bozgunculuk
çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise,
bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl-konformist-modernist
önermeler ve dayatmalar, insanlığı son 200 yıldır ama özellikle son 50-60
yıldır zifiri bir karanlığa (cehâlet) sürüklemiştir ve insanlık dipsiz bir
kuyuya yuvarlanmaya devâm etmektedir. Hele ki Dünyâ “tek kutuplu” kalalıdan
bêri insanlık çeşitli “tamponlarla” avunmakta; geçici hazları mutluluk ve huzur
zannederek sevinmekte ve cehâletini sürdürmektedir. Zîrâ gerçek aydınlık olan
İslâm’ın nûrundan-aydınlığından (medeniyet) uzunca bir zamandır habersiz ve
mahrûm olduğundan, bu huzûrun ve mutluluğun ne olduğunu unutmuştur. Öyle ki
artık insanlar ve özellikle müslümanlar böyle bir huzur-iklimini “ütopya” olarak
görmeye başlamıştır. Hattâ “yeniden İslâm-merkezli bir huzur-iklimi” söyleminde
bulunanları a-normâl kişiler olarak görmekte; bu yolda, cihad-merkezli amel ve eylemde
bulunanları ise terörist îlan etmektedir. Zîrâ câhildir ve cehâletin içinde
yuvarlanmakta ve boğulmaktadır. Çok sıkı bir kuşatılmışlık içinde “sırât-ı
müstakîm”i bir-türlü bulamamaktadır ve artık maalesef bulmak da istememektedir.
Çünkü modern cehâleti “aydınlık” zannetmektedir. İşin kötüsü, müslümanlar da benzer
yada aynı durumdadır. Dünyâ’nın kötü durumu apaçık olarak ortada olduğu için, birileri
sürekli olarak “ne yapmalı” sorusunu sormaktadır. Kur’ân, Peygamber-örnekliği
ve “ebedî dersler” veren Kur’ân kıssaları apaçık ortada duruyorken bu soruyu
sorup durmaktadır. Tabî ki bu soru çok da samîmi bir soru değildir.
İslâm bir “zorbalık dîni” değildir ve tam-aksine
insanları zorbalıktan kurtarmak için vardır. Allah da Rahman ve Rahimdir. Câhilleri,
tevbe edip vahyin nûrunda yol aldıklarında affeder:
“Allah’ın
(kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların,
sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin
tevbelerini kabûl eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 17).
“Sonra
gerçekten Rabbin, cehâlet sonucu kötülük işleyen, sonra bunun ardından tevbe
eden ve ıslah olanlar(la berâberdir). Şüphesiz Rabbin bundan sonra
bağışlayandır, esirgeyendir” (Nahl
119).
Cehâlet domino-taşları gibidir. Domino taşlarının
ilki devrilmeye başladığında diğer taşları da düşürür. İlk düğmenin yanlış iliklenmesi
misâlinde olduğu gibi. Bu câhili gidişâta bir “dur” demek için tatlı-sert müdâhalelerde
bulunmak kaçınılmazdır. Bizim “güzel örnekliğimiz”de de gördüğümüz de budur.
Sözleri ve ardından sesleri yükseltmeksizin cehâletin zifiri bir karanlık
olduğunu göstermek kolay değildir. Bu nedenle İslâm hakîkatini biraz da yüksekçe
bir sesle dile getirmek gerekebilecektir.
Tabî ki en büyük cehâlet, Allah’tan başkalarının
hükmünü istemek ve buna destek olmaktır. Bu cehâletin sonu şirke ve dolayısı
ile zulme çıkar:
“Hani
Lukman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Şüphesiz
şirk, gerçekten büyük bir zulümdür”
(Lokman 13).
“Câhiliyenin hükmünü mü
istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim
vardır?”
(Mâide 50).
Modern cehâlet, “öğretilmiş cehâlet”tir. Pasif kalanlar
ve hiç-bir eleştiri ve îtirazda bulun(a)mayanlar bu cehâletten kurtulamazlar.
Vahyin aydınlığında yapılacak olan eleştiri ve îtirazlar cehâlet karanlıklarına
darbe indirecek yolun başıdır. Bu darbeler kaliteli ve sürekli olunca, cehâlet
direncini kaybedecek ve bir “gedik” açılabilecektir. Gedik bir kez açıldığında
ise hakîkat onun beynini darmadağın edip âlemi nurlandırıp aydınlatacaktır.
Şeytan-merkezli ve tâğut uygulamalı bu cehâletin-karanlığın
yok edilmesi; hakîkat erlerinin canla-başla çalışarak cehâleti teşhir etmesi ve
hakîkatin sağlamca ortaya konulmasıyla gerçekleşecektir. Böylece cehâletin
görünümü olan zulüm ve mazlûmiyet bir son bulacak, Dünyâ âdetâ cennetin bir şûbesine
(kendisine değil) dönecek ve şükür sesleri ayyuka çıkacaktır. Zîrâ cehâlet
engeli ortadan kalkmış olacağından doğal ve normâl bir dünyâda yaşadıkları için
fıtratları serbest kalan insanlar tebliğ ve dâvete duyarsız kal(a)mayacaklar ve
hayatlarını İslâm ile aydınlatarak nurlandıracaklardır. En nihâyetinde vahyin
doğrultusunda yaşayıp hayatlarını noktaladıklarında ise Allah’ın izni ile
cennetle aydınlanacaklardır. Zîrâ cennet, cehâletin olmadığı yerdir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2017