Kur’ân
Aldatmanın
bir çeşidi de, “Kur’ân ile aldatmak”tır.
Aman söyleme! ateist-deist olurlar diyorlar. Furkân olan
Kur’ân’ın âyetlerine bakarak ateist-deist olanlar, olurlarsa olsunlar.
Apaçık
olan aşırı araştırıldığında, o apaçıklığa aykırı fikirler ortaya çıkmaya başlar
ki modern Kur'ân çalışmalarının yaptığı şey budur.
Bakara
219. âyetinin tefsiri (Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri sadedinde) Nâhl 71. âyettir.
Bir
kişinin Kur’ân’ı idrâk edip-edemediğinin delîli, Kur’ân’ın, okuyucusuna
kazandırmış olduğu “kerim öfke”nin ve “kutsal küfr”ün (Nîsâ 60) o kişide
olup-olmadığıdır.
Bugün
bir peygamber gönderilecek olsaydı, ona yine Kur’ân vahyedilirdi.
Değişmeyen
ve değişmeyecek olan tek şey Kur’ân’dır.
Eğer
Kur’ân’ı bilmiyorsanız, tüm “aldatıcılar” sizi aldatır.
Eğer Kur’ân’ı sâdece “yüzünden” okumak yetseydi, Kur’ân’ın
Araplara arapça yâni anladıkları dilden gelmesine gerek olmazdı.
Emirlerine-tavsiyelerine
uymadıktan sonra, “Kur’ân’ı iyi bilme”nin faydası yoktur.
Hayrân
olduklarınıza güçlü bir “L” (Hayır!!) demeden Kur’ân’ı kavrayamazsınız.
Hem
sürekli Kur’ân okuyup hem de sürekli “relaks” olmak çok da mümkün değildir. En
azından Hûd Sûresi sizi kocatır.
Her
bilenin üstünde bir bilen vardır. Bu nedenle hiç kimse Kur’ân hakkında sanki
onun yazarı gibi konuşamaz.
Herkes
Kur’ân’ın, tam da kendi düşündükleri gibi söyleme(me)sini istiyor. Olmadı,
zorluyorlar.
İlk-başta
her-şey mükemmel düzeydedir. Zamanla yozlaşır. Termodinamiğin 2. Kânunu olan
entropi, Allah’ın bir yasası olarak işler çünkü. Müslüman, entropinin
bozmasından daha güçlü bir düzeltme içinde olmazsa, bozulma durdurulamaz. İnsan
bunu ne kadar sürdürebilir?. Mesele budur. Kur’ân, entropinin bozmasından daha
güçlü olan düzeltme yasalarına sâhiptir.
Kendisine
güvenmeyen, Kur’ân okumasın.
Kerîm öfkelere sâhip olmadan Kur’ân
anlaşılamaz.
Kıyâmet
kopmadıkça Kur’ân’ın anlamı tükenmez.
Kişinin
hayâtında, Kur’ân ile tanıştıktan sonra “olumlu”, Kur’ân ile ilişkisini
kestikten sonra ise “olumsuz” bir farklılık olmadıysa, onun Kur’ân ile zâten
hiç ilişkisi olmamıştır.
Kişisel
şartları ve toplumsal şartları değiştirmeyi düşünmeden okunan Kur’ân, ancak
tâğutlara alan açar.
Kur’ân
“en fazla okunup en az anlaşılan kitap” değildir; Kur’ân “en fazla okunup en az
yaşanan” kitaptır.
Kur’ân “gönüllerde tutulabilecek” bir
kitap değildir.
Kur’ân
“kurucu metin”, sünnet ise “kurucu tecrübe”dir.
Kur’ân
“ne yapılacağı”nı söylerken, Peygamber (sünnet), “nasıl yapılacağını” gösterir.
Kur’ân
“okunmak” ve “amel edinmek” için gönderilmiştir, “tapınmak” için değil.
Kur’ân
1.400 yıldır bir türlü anlaşılamıyordu. Çok şükür modern çağ, modern teknoloji
ve modern müslümanlar ortaya çıktı da Kur’ân’ı anlamaya başladık(!). Lâkin bu
sefer de, Kur’ân’ın “kendisiyle amel edilmesi gereken bir kitap” olduğunu
anlayamıyoruz.
Kur’ân
aptallara gelmediği için, 2+2’nin sonucunu söylemesine gerek yoktur.
Kur’ân
ateistlikten neredeyse hiç bahsetmez. Zîrâ Allah, ateistleri adam yerine bile
koymaz.
Kur’ân âyetlerinin
hakîkati ve en doğru anlamı, Peygamber’in pratiğe döktüğü gibidir.
Kur’ân
bir “araştırma kitabı” değil, “yaşama kitabı”dır.
Kur’ân
bir “dilbilgisi kitabı” değildir.
Kur’ân
bir “uçan halı” yapıldı; ona binenler hayâli diyarlarda geziniyor.
Kur’ân
bir bilinç kitabıdır, “tutkular kitabı” değil.
Kur’ân
bir îman unsurudur. O nedenle Kur’ân’a îman etmek “gayba îman etmek” demektir.
Çünkü îman, “gayba îman”dır. Gayb mutlak anlamda bilinemeyeceği için, sonuçta
Kur’ân da mutlak anlamda bilinemez.
Kur’ân
bir îman/ahlâk kitabı mıdır?, yoksa bir îman-eylem kitabı mıdır? İkisidir de.
Fakat hangisinin öne çıkacağını zaman-mekân-durum belirler. Bu
zamanda-mekânda-durumda Kur’ân’ın îman-ahlâk tarafından ziyâde, îman-eylem
tarafı öne çıkarılmalıdır. Târihinde neredeyse hiç olmadığı kadar bu derece bir
perişânlığa rağmen, böyle zamanlarda-mekânlarda-durumlarda inatla Kur’ân’ın
îman-ahlâk tarafını öne çıkaranlardan şüphe edilmelidir.
Kur’ân
bir kader kitabıdır. Cennetlikleri ve cehennemlikleri belirler. Ona uyanlar
cennete gider, uymayanlar cehenneme gider.
Kur’ân
bir “örnek insan” yetiştirme kılavuzudur.
Kur’ân
cennette geçersizdir.
Kur’ân
dili ile fazla uğraşıldığında, yâni kelimenin kökeni fazla araştırıldığında,
kelime, bütünlüğünden koparıldığı için kelimenin ve sonuçta cümlenin anlamı
değişiyor. Ortaya çıkan yeni anlam ise, “Kur’ân’ın asıl bilinmesi gereken gizli
anlamı” zannediliyor.
Kur’ân
en iyi, “Peygamber örnekliği” ile okunduğundan idrâk edilebilir.
Kur’ân hakkında düşüncelerimizdeki yanlışlar, sağlamasını
yapmadığımız yâni vahyi pratiğe dökmediğimiz için açığa çıkmıyor.
Kur’ân hayâtın tam ortasına inmiştir, boşluğa değil.
Kur’ân
hiç-bir târihin ve zamânın nesnesi değildir.
Kur’ân
ile “modern bilim” arasında bir çelişki varsa, yanlış olan “modern bilim”dir.
Kur’ân
ile modern-bilimin bire-bir uyuştuğunu söylüyorlar. Hâlbuki Kur’ân meâllerine “parantez”
koymadan Kur’ân ile modern-bilimin uyuşması imkânsızdır.
Kur’ân
kelime ve kavramlarına, indiği dönemde olmayan anlamlar veriliyor. Zîrâ lûgat
da gelişiyor.
Kur’ân
kıssaları, peygamberlerin vahyi uygulama metodları, yâni sünnetleridir.
Peygamberimize o sünnetleri anlatması ve uygulaması emri verilmiştir.
Kur’ân
meâl olarak târihsel, tefsir olarak evrenseldir.
Kur’ân
nerenize indiyse/iniyorsa, oranıza göre yorumlarsınız.
Kur’ân
okuduğunu sanıyor, aslında âyetlere meydan okuyor.
Kur’ân
okumak demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek”
demektir.
Kur’ân
okumak, “mushafın etimolojisini yapmak” demek değildir.
Kur’ân
sâdece “okunup geçilecek bir söz-yığını” değil, yerine getirilmesi gereken tâlimatnâmeler
manzûmesidir.
Kur’ân sâdece bir vaaz ve nasihat kitabı değil, aynı-zamanda
hayâtın her alanına hükmeden bir Kitap’tır.
Kur’ân
sürekli; “akıllı ol” derken; tasavvuf sürekli; “âşık ol” diyor.
Kur’ân
tertil ile okunduktan sonra, hayatta ilmek-ilmek dokunmazsa somut bir yararı
olmaz.
Kur’ân
üzerinde yapılan “derin kazılar”, “Kur’ân’ın altını oymak” anlamına gelir.
Kur’ân
ve “vahyi pratiğe dökmek” demek olan Sünnet (güzel örneklik) yolunun dışındaki
tüm yollar, “dîne karşı din”dir.
Kur’ân ve Sünnet (güzel örneklik) iki kanattır. Müslümanların
bir kısmı Kur’ân kanadını, diğer kısmı ise Sünnet kanadını aşırı sâhiplenip
diğer kanadı umursamayınca mecbûren “tek kanatlı” kalıyor ve bu nedenle ne
kadar çırpınsa da uçamıyor.
Kur’ân
ve Sünnet, et ile tırnak gibidir. Birbirinden ayrılamaz. Zâten ayrıldığında
ikisi de işlevini yerine getiremez.
Kur’ân yapılması gerekeni apaçık söylüyor, fakat insan, emri
yerine getireceğine, kelimenin yapısını incelemeye girişiyor. Sonunda da emri
yerine getirmeyecek bir anlama ulaşıyor. Niye?. Çünkü Peygamber örnekliğini
önemsemiyor
Kur’ân yeter söylemi, modernist bir söylemdir.
Kur’ân, “anlayarak” okunduğundan bêri, ümmette olumlu yönde bir
değişme oldu mu?.
Kur’ân,
“beyin fırtınalarının”nın nesnesi olacak bir kitap değildir.
Kur’ân,
“bilkuvve” olandır; sünnet ise “bilfiil”. Vahyi kuvveden fiile geçirmektir mü’minin
görevi.
Kur’ân,
“bir yaşam-şekli onaylama-düzenleme” yada “onaylamama-düzenleme” kitabıdır.
Peygamberler, insanların içinde, Kur’ân’ın onaylayacağı yaşam-şeklini ortaya
koyabilecek en iyi şahsiyetlerdir.
Kur’ân, “cennet kitabı” değil, “Dünyâ kitabı”dır. Onu Dünyâ’ya
göre anlayıp yaşamak lâzım, cennete göre değil.
Kur’ân,
“evrim” değil, “devrim” Kitabıdır.
Kur’ân,
“fildişi kuleler”de, rezidanslarda okunup anlaşılabilse bile, “idrâk” edilemez.
İdrâk edilemeyen Kur’ân ise, hayâta hâkim olamaz.
Kur’ân,
“filozof Muhammed”in bir kitabı değildir.
Kur’ân,
“toplumun kabûlleri”ne göre yorumlanarak tahrif ve tahrip ediliyor.
Kur’ân,
1.400 yıl önce “târihsel bir gerçeklik” üzerine inmiştir. Bu gerçekliği yok
sayarak Kur’ân’ın idrâk edilmesi mümkün değildir.
Kur’ân,
akademik tartışmaların nesnesi değildir.
Kur’ân,
anladıkça “idrâk edilemeyecek” olan bir kitaptır. Zîrâ Kur’ân’ın idrâki
amel-eylem ile olur.
Kur’ân,
araştırılmayı değil, uygulanmayı bekleyen bir Kitap’tır.
Kur’ân, bir “robot programı” değildir. O, insan tarafından “hayâtın
tam ortasında yaşanması için” gönderilmiştir.
Kur’ân,
bir “sorun” değildir.
Kur’ân,
bir insan aracılığı ile değil de, meselâ Kâbe’den ara-ara gelen seslerle
bildirilseydi ne fark ederdi?.
Kur’ân, bir masa-başı kitabı değildir.
Kur’ân,
birileri tarafından “protestan lûgatı” gibi kullanılıyor.
Kur’ân-Kur’ân
deyip durmalarına rağmen, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma hayâli, düşüncesi ve
çalışması olmayanlar, ya câhildirler yada yalancı.
Kur’ân,
meâlini-tefsirini okuyup anlamakla değil, rûhunu kavramakla idrâk edilebilir.
Bunun için de, “kıvrak bir zekâ” değil, “akleden bir kâlp” gereklidir.
Kur’ân,
okunduğunda hemen anlaşılabilecek apaçık bir Kitap’tır. Bu nedenle derin Kur’ân
çalışmaları sapıkça fikirler üreti(yo)r.
Kur’ân,
okunduğunda kolayca anlaşılabilecek bir kitaptır. Fakat Kur’ân’ın anlaşılması
yetmez, uygulanması da gerekir. Hayâtın tam ortasında..
Kur’ân,
psikologları işsiz bırakır.
Kur’ân, teist-ateist arasındaki değil,
müşrik-mü’min arasındaki mücâdeleleri anlatır. Hâlen de öyledir.
Kur’ân, tüm zamanlarda ve her şartta mutlak anlamda uyulması
gereken bir kitaptır. Kur’ân, zamânın nesnesi değildir.
Kur’ân,
uykularımızı kaçırmıyorsa, onu “idrâk edemiyoruz” demektir.
Kur’ân,
yorum yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu
olmaz. Zîrâ eylemin (sünnet) yorumu olmaz. Bu nedenle sünnet “birleştirici” bir
etkendir. Param-parça olmuş ümmet, sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.
Kur’ân,
zamânın nesnesi değildir.
Kur’ân,
zulmün en büyük eleştirisidir.
Kur’ân;
“modern müslümanlar(!)” tarafından, şeytanın yönlendirmesiyle ortaya çıkarılan
konjonktüre uydurulmaya çalışılıyor.
Kur’ân;
“zihinsel-entelektüel orgazm” nesnesi değildir.
Kur’ân;
anlaşılmak için “özel bir bilgi” gerektirmeyecek açıklıkta bir kitaptır.
Kur’ân’a
îman etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur.
Kur’ân’a
orijinâl kendi bütünlüğü içinden bakmayıp da dışarıdan oluşturulmuş etkilerle (tasavvuf,
ehl-i sünnet, târihselcilik, modernizm vs). etkilerle bakıldığında, Kur’ân’la
ilişki bozuluyor ve bu bozulmayla berâber modern-bilime bakıldığında Kur’ân ile
modern-bilimin aynı olduğu zannediliyor.
Kur’ân’a
yapılacak en büyük eziyet, ona matematiğe yaklaşır gibi yaklaşmakla olur.
Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, onu Sünnet’ten ayırmakla
olur.
Kur’ân’cılar,
Kur’ân’da neyi bulmak istiyorlarsa onu arıyorlar.
Kur’ân’cılık,
(hâşâ) Hz. Muhammed’i “adam” yerine koymamaktır.
Kur’ân’cılık,
“İslâm’ı tahrif etme projesi”dir.
Kur’ân’cılık,
bir zaman sonra hüsranla sonuçlanancak bir “furya”dır.
Kur’ân’da
“domates” yazmıyor diye domates yemeyecek miyiz yâni?.
Kur’ân’da
“pasif anlamlar” yoktur.
Kur’ân’da
bir-çok yerde geçen “atalara uymak” denilen şey, “milliyetçilik yapmak”tır.
Kur’ân’da
her-şey var demek; “Kur’ân’da, şeytanın-tâğutların-kâfirlerin zırvalıkları da
var” demek değildir. Kur’ân’da her-şey var demek, “Kur’ân’da, Allah’ın insandan
râzı olacağı ve “insanı cennete götürecek her-şey var” demektir.
Kur’ân’da
namazın rekat sayılarının verilmeyişinin nedeni, namaza bir sınır konulamayacağındandır.
Kur’ân’da
peygamberlerin mücâhede ve mücâdeleleri ayrıntıları ile anlatılıp dururken; “ne
yapmalı?”, “nasıl yapmalı” sorularını sormak abestir. Kur’ân kıssaları, “İslâmî
Hareket Metodu”dur.
Kur’ân’da
Resûl ve Nebî ayrımı, “esastan” değil, “usûlden”dir.
Kur’ân’da
uyuşturucu sözler bulamayanlar ya başka dinlerden/inançlardan bulmuşlar o uyuşturucuları
yada kendileri uydurmuşlardır.
Kur’ân’daki
“ey Peygamber’in hanımları!” şeklindeki ifâde, Peygamberimiz’in vefâtından
sonra; “ey mü’minlerin hanımları” şeklinde anlaşılmalıdır.
Kur’ân’ı
(moderniteye uygun olarak) aşırı didiklemek, Peygamber’i ve 1.400 yıllık târihi
hafifletmek ve tümden yok saymakla sonuçlanmıştır.
Kur’ân’ı
“anlayarak” okuduktan sonra anladıklarını hayâta geçirmeyenlerin, “anlamadan
okuyanlar”dan farkı kalmaz.
Kur’ân’ı
anlama usûlü kitaplarının zâten kendileri anlaşılmazdır. Bir anlama-sorunu
olmamasına rağmen, bu tarz kitaplar anlamayı daha da zorlaştırıyorlar.
Kur’ân’ı
anlamak için gerekli olan en önemli şey, ahlâktır. Modern insan ahlâkını
kaybettiği için idrâkini de kaybetmiştir.
Kur’ân’ı anlamak mı istiyorsun?. İbâdetlerini yap, Kur’ân
merkezli oku, tefekkür et, sohbet et.
Kur’ân’ı
anlamak, “canının istediği gibi anlamak” demek değildir.
Kur’ân’ı
anlayarak okuma çalışmalarının sonucunda “örnek bir mü’min toplum”
oluşmamıştır.
Kur’ân’ı
anlayarak okumak, onu anladığın dilden okumakla olur. Anladığı dilden
okuduğunda anlamıyorsa, -Kitap’ta anlaşılmazlık olmadığına göre- okuyan ciddi
ve istikrarlı olarak okumuyor demektir.
Kur’ân’ı bilmek yetmez, “Kur’ân’ı
hakkıyla bilmek” gerekir ki bu, eylem hâlinde iken olur ancak.
Kur’ân’ı
çok da fazla didiklemeye gerek yok. Yaşamını Peygamber’e benzetmeye çalış
yeter. Onun örnekliğinin ilerisine geçecek değilsin ya!.
Kur’ân’ı
hayattan uzaklaştırıp vicdanlara hapsetmek, Kur’ân’ın tamâmının neshedildiğini
söylemektir. Zîrâ Kur’ân bir hayat kitabıdır.
Kur’ân’ı hayattan uzaklaştırmak, emirlerini yok saymak
demektir.
Kur’ân’ı
idrâk etmek için akıl, uygulamak için ise yürek gerekir. Müslümanlar akıllarını
kullanayım derken yüreksizleştiler.
Kur’ân’ı
idrâk etmek için hadise ve başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat
Kur’ân’ı “yaşamak için” sünnetin yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme
tarzına gerek vardır. Bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân
iken, amel ve eylemin kaynağı ise sünnettir. Sünnet bu bağlamda
bağlayıcıdır.
Kur’ân’ı
İslâm düşmanları da dâhil herkes anlayabilir, fakat herkes uygulayamaz.
Kur’ân’ı işinize gelen her şekilde
açıklayabilirsiniz; fakat Kur’ân’ın gerçek açıklaması, “işinize gelmeyen”
açıklamalardır.
Kur’ân’ı
kavrama seviyesi kişinin bilgisiyle/zekâsıyla değil, ciddiyetiyle alâkalıdır.
Kur’ân’ı mehcûr bırakmak (Furkân 30), sâdece okuma
noktasında değil, aynı-zamanda uygulama noktasındadır da.
Kur’ân’ı
noktası-virgülüne kadar okumaktan ziyâde, noktası-virgülüne kadar “yaşamak”
önemlidir.
Kur’ân’ı
okudukça hayat tarzlarınız değişmiyorsa, Kur’ân’ı idrâk edememişsiniz demektir.
Kur’ân’ı
okumuş-okuyor olmakla, “Kur’ân-merkezli olmak” farklı şeylerdir.
Kur’ân’ı
okuyan, onu “kişisel kalitesi oranında” idrâk edebilir. Zîrâ Kur’ân, kendisini
ona kalitesi oranında açar.
Kur’ân’ı
okuyup durduğu hâlde mevcut kötü duruma eleştiri, îtiraz, isyân ve muhâlefette
bulunmayanlarda, bir anlayış sorunu yoksa, bir “kişilik bozukluğu var”
demektir.
Kur’ân’ı okuyup Peygamber’e uymak “out”, Kur’ân’ı okuyup
Atatürk’e uymak “in”.
Kur’ân’ı
TDK sözlüğü gibi görmek yanlıştır.
Kur’ân’ı
yeniden okumak mı?. Ne olacak ki yeniden okuyunca?. Ne değişecek?.
Müslümanların ve Dünyâ’nın böyle bir beklentisi yok. Müslümanların ve Dünyâ’nın
“Kur’ân’ı okuyup harekete geçmek” sorunu ve beklentisi var. Kur’ân “hiç-bir şey
yapmadan ‘sürekli okunma’ kitabı” değildir. Sürekli okuyarak sürekli eyleme
geçme ve eylemde olma kılavuzudur.
Kur’ân’ı,
“amel-eylem kitabı” değil de, kuru-kuruya sâdece “okuma kitabı” zannetmek, ağır
bir cehâlettir.
Kur’ân’ı, “hayâta hâkim kılmak hedefi ve hayâli” olmadan
incelemek, Kur’ân’ı nesneleştirmektir.
Kur’ân’ı,
“Kur’ân’dan kurtulmak için” okuyanlar var.
Kur’ân’ı, “uygulamak isteyenler” farklı; “uygulamak
istemeyenler” farklı anlar.
Kur’ân’ı,
parti-merkezli yorumlamak şirktir. Tüm şirkler yanlış sonuçlara ulaştırır.
Kur’ân’ı,
ancak uzmanların yada üzerinde çok çalışanların anlayacağı şekilde,
kelimelerini didikleyerek, etimolojik-semantik yorumlarını yapmak ve ıstılâhi
(yâni sâdece kendi hizbi içinde anlamlı olan) bir sonuca ulaşarak sürekli
bunlardan bahsetmek; okuma-yazma bilmeyen, geçim derdinden dolayı bu konuları
anlamak için zaman ayıramayan, kafaları bunlara basmayan ve bu tür çalışmaları
sevmeyenlere yapılan ağır bir hakârettir. Ayrıca, kolayca anlaşılan (Kamer
Sûresi) Kitab’ı anlamayı zorlaştırmaktır.
Kur’ân’ı,
insanların ortaya çıkardığı bâtıl düşüncelere-ideolojilere-yaşamlara uydurmaya
kalkmak, “Kur’ân’a isyân etmek” anlamına gelir.
Kur’ân’ı;
modern aklın, modern-bilimin ve modern çağın ışığında yorumlama ve bunlara
uydurma düşüncesi, aslında vahyin, tüm bu modern etkenlere olan üstünlüğünün
bir göstergesidir. Buna göre, vahyin, sahih
olarak bu etkenlerin ışığında yorumlanması ve anlaşılması imkânsızdır.
Kur’ân’ı;
moderniteye, nefse ve çıkara uydurmak için yorumlamaya bir başladınız mı,
şeytan en büyük destekçiniz olur.
Kur’ân’ın
“dediği” ile “demek istediği” arasında zıdlık yoktur, olamaz.
Kur’ân’ın
“güzel örneklik (Ahzâb 21)” dediği sünnete uymak zorunda olmamızın nedeni,
“sünnet” denilen o örnekliğin “aşılamayacak” olmasıdır.
Kur’ân’ın
“güzel örneklik” (Ahzâb 21) dediği “sünnet pratiği” göz-ardı edildiği için,
sürekli olarak; “Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitaplar yazılıp duruluyor
fakat “ne yapılması” ve “nasıl yapılması” gerektiğine bir türlü karar
verilemiyor.
Kur’ân’ın
“hakkıyla okunması” demek, “hayâtın İslâm-merkezli dokunması” demektir.
Kur’ân’ın
“tefsir” ekôllerinden biri de “kılıç tefsiri”dir. Kur’ân târih boyunca
defâlarca kılıçla da tefsir edilmiştir.
Kur’ân’ın
“yap” dedikleri tavsiye değil “emir” iken; “yapma” dedikleri ise ricâ değil “nehy”
(yasak) dir.
Kur’ân’ın apaçık âyetlerinin sorumluluğunu yüklenmek
istemeyenler, âyetleri spekülasyona tâbi tutmak zorunda kalıyor.
Kur’ân’ın âyetlerini fazla kurcalarsanız, onun genetiğini
(rûhunu) değiştirmiş ve GDO’lu bir hâle getirmiş olursunuz. Netîcede Kur’ân’ı
ne kadar “yerseniz” (okursanız) yiyin, gerçek bir doyuma ulaşamazsınız. Ancak
şişkinlik yapar.
Kur’ân’ın
bahsettiği “güzel örneklik”, “sâlih ameller”dir.
Kur’ân’ın bir lafzı vardır bir de rûhu vardır. Lafız
anlamayla, rûh idrâk ile alâkalıdır. Lafzını okuyarak anlarsınız fakat rûhunu
idrâk etmek için gereken şey “samîmiyet”tir. Kur’ân’ın gerçek mânâsını
samîmiyetten kaynaklanan bu idrâk verir.
Kur’ân’ın
bir zihniyeti var. Kişi, hayâtında o zihniyet ile düşünüp, edip-eyleyen biri
değilse Kur’ân’ı idrâk edemez. “Mushaf incelemeleri”nden öte bir-şey yapmış
olmaz.
Kur’ân’ın
bu kadar çok okunmasına rağmen İslâm âleminde ve Dünyâ’da olumlu anlamda bir
değişikliğin olmamasının nedeni, Kur’ân’ın hayâta değil de, “boşluğa” okunmasıdır.
Kur’ân’ın
davranışa dönüşmeyecek hiç-bir âyeti yoktur.
Kur’ân’ın
dediğini yapmayanlar, Kur’ân’ı çok iyi bilseler neye yarar ki?.
Kur’ân’ın
en ideâl anlama şekli, Hz Muhammed’in anladığı ve açıkladığı gibi olan anlama
şeklidir.
Kur’ân’ın
hakkıyla idrâk edilip-edilmediği, “hakkıyla yaşanıp-yaşanmadığı” ile
anlaşılabilir.
Kur’ân’ın
hükümleri, mevcut zamânın arzularına değil; zaman, “Kur’ân’ın hükümlerine”
uyacak..
Kur’ân’ın ifâdeleri genelde serttir. 2 kere 2 dörttür sözü
sert bir şekilde söylenir. Kur’ân sürekli doğruları ifâde ettiği için dili
serttir.
Kur’ân’ın korunması, onun uygulanmasıyla olur.
Kur’ân’ın
korunmuşluğu, “bütünselliğinin korunmuşluğu”dur. Bütünselliği bozulduğunda, “bütünselliğini
bozan için” korunmuşluğu da bozuluyor.
Kur’ân’ın
Kur’ân’ı tefsir ettiği gibi; varlık da varlığı tefsir eder. Bu tefsiri iyi
okumak lâzım.
Kur’ân’ın modern yorumları, vahyi, şeytan-işi pislik beşerî
ideolojilere uydurana kadar devâm eden yorumlamalardır.
Kur’ân’ın
ne dediğinin anlaşılması tartışmaları, uygulaya-gelen örnek bir İslam
toplumunun olmamasındandır.
Kur’ân’ın olduğu gibi kabûl edilememesinin nedeni, Kur’ân’a
teslim olunamamasıdır.
Kur’ân’ın safha-safha inmesinin nedeni, vahyi sindirmek ve
bir “örneklik” (sünnet) oluşturmak içindir.
Kur’ân’ın
sosyo-ekonomik yönüyle ilgili âyetleri “müteşâbih” değil, muhkem âyetlerdir.
Kur’ân’ın
söylemediğini Kur’ân’a zorla söylettirmeye çalışmak, “Kur’ân okumak” demek
değildir.
Kur’ân’ın târihsel ve evrensel olarak en öne çıkan mesajı ve
tüm zamanların ve anların güncel sözü, “Lâilâheillallah”tır.
Kur’ân’ın
tüm zamanlar için geçerli olan, kendine-has bir okuma, idrâk etme ve amel
metodu vardır. Kur’ân, târihselci, gelenekçi, bilimsel, modern, evrensel ve
ideolojik yorumların nesnesi yapılamaz.
Kur’ân’ın
yanına Sünnet’i koymaktan imtinâ eden ve “sâdece Kur’ân” diyen “bâzıları”; sıra
demokrasiye gelince, Kur’ân’ın yanına demokrasiyi koymaktan imtinâ etmiyorlar.
Hz. Muhammed’in vahiy-merkezli yaşam-tarzı “out”, bâtıl batı’nın nefsî
yaşam-tarzı “in”.
Kur’ân’ın zâhirinin yanında bir de bâtını olduğunu söylemek,
Kur’ân’ı inkâr etmek anlamına gelir.
Kur’ân’ın
zihne inmesi yetmez, yüreğe de inmeli ki “yürekli nesiller” ortaya çıksın.
Kur’ân’ın, günümüzün (ve de tüm zamanların) problemlerini
çözebilecek formûllere sâhip tek kitap olduğunu idrâk edemeyenler, sürekli Kur’ân
okusalar da, Kur’ân’dan hâlâ habersizdirler.
Kur’ân’ın;
etimolojik değerlendirilmesine, kelimelerinin-kavramlarının didiklenmesine, te’viline-yorumuna
gerek olmayan ve “işlendiğinde affedilmeyecek tek günah” olan apaçık bildirisi
şudur: “Allah’tan başkalarının hüküm (kânun-yasa) koyması şirktir”.
Kur’âncılık, Kur’ân’dan “keyfe göre hüküm çıkarmak”tır.
Kur’ân-merkezli
okumak, Kur’ân-merkezli “yapmak” demektir.
Kur’ân
okuyanlardan biri namazı, diğeri başörtüsünü, bir diğeri ise tek hüküm
koyucunun Allah olduğu gerçeğini inkâr ediyor. Demek ki Kur’ân her okuyanına
aynı şeyi söylemiyor yada her okuyan aynı şeyi anlamak istemiyor. Peki Allah’ın
resûlü kendisine inen vahiyden ne anlıyordu?. Bu neden hesâba katılmıyor?. O da
yanlış anlayacak değil ya...
Kur'ân'ın ideâl pratiği olan Sünnet’i terk edenler ve hesâba
katmayanlar, ömürlerini boş yere “Kur’ân âyetlerinin anlamının ne olduğunu
araştırma”la tüketirler.
Mevcut
sorunların ve çirkefliklerin nedeni, Kur’ân’ın bilinmemesinden ziyâde,
bilenlerin “örnek olacak şekilde yaşamaması”ndandır.
O
kadar çok Kur’ân okuyor, fakat ağzından bir kere olsun “lâ” çıkmıyor.
Pratiğe
dönük olmayan şey Kur’ân değildir.
Resûl
ve Nebî’yi ayırmak, “Kur’ân’ı inkâr etmeye başlama projesi”dir.
Sahabenin Peygamber’e, “biz Kur’ân’dan başkasını
tanımayız ve uymayız” dediğini bi düşünsenize..
Söz-konusu
Kur’ân ise, gerisi teferruattır.
Statükoya eklemlenen modern müslümanlar, Kur’ân’ı mızrakların
ucuna takarak Muaviye’ye rahmet okutuyorlar.
Şimdiki
gnostikler olan tasavvufçuların “Kur’ân’ın bir zâhir bir de bâtını vardır”
dedikleri gibi; daha önceki zamânın gnostikleri de “İncil’in bir zâhiri bir de
bâtını vardır” diyorlardı.
Tekfir,
kime yapıldığı ile alâkalıdır. Müslümanı tekfir etmektir kötü ve yanlış olan.
Yoksa kâfire Kur’ân da “kâfir” der. Kur’ân, kâfiri tekfir eder. Kâfire kâfir
demek, yâni gevura gevur demek terk edildiğinde, kimin kâfir/gevur, kimin mü’min
olduğu belli olmaz.
Ulû’l-emr’e
itaatin şartı, Kur’ân ile hükmetmesidir.
Uygulanmayan
kânun nasıl ki işe yaramazsa, kânunların şâhı olan Kur’ân kânunları da,
uygulanmadığında çok da işe yaramaz.
Zinânın
Kur’ânî cezâsı olan “100 sopa”yı kânunlaştırmadıkça, tecâvüzlerin önüne
geçilemez.
Küresellik
Algılarımızı küresel şirketler şekillendiriyor.
Çizgi
film, okul, askerlik, iş; “küresel itaat”in sıraya konmuş araçlardır.
Küresel
“zenginlik pastası” her zaman aynıdır. Kapitâlizm “hayâli pastalar” üretti ama
“gerçek zenginlikler” ortaya çıktı.
Küresel
ısınma yoktur, “kentsel ısınma” vardır.
Küresel
kuraklığın nedeni, “küresel sıcaklık” değil, “küresel bereketsizlik”tir.
Küresel
lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik şirk ve zulüm sistemlerine karşı,
içlerinde bir öfke ve isyân besleyip büyütmeyen ve hakkın ve adâletin yegâne
şartı olan bir İslâm Devleti-Medeniyeti hayâli ve hedefi olmayanlar, ya
câhildir, yada…
Küresel
seküler (din-dışı) paradigmanın zorla dayatılması “ilericilik” sayılırken; İslâm’ın
hükümleriyle hükmolunma isteği “terörizm” olarak görülüyor.
Küresel şeytanlar Dünyâ’yı borç ile yönetiyorlar. Çünkü
borçluyu yönetmek çok kolay oluyor.
Lâiklik
Bir
insan hem lâik hem de müslüman olamaz. Müslüman olduğunu söylediği hâlde
lâikliği de savunanlar!.. Bilin ki dîne küfretmektesiniz.
İç-dünyâlarında
dindar, kamusal alanda ise lâik olanlar, sağlam birer münâfıktırlar.
İstisnâları saymazsak; Türkiye’de ne lâikler bilinçli
lâiktir; ne de müslümanlar bilinçli müslümandır. Kafalarına uyan bir lîder
görmeyiversinler, hemen takılırlar peşine.
Kişinin;
“ben lâikim, hayâtıma dîni karıştırmam” demesi, onu “sorgu” ve “hesap”tan
kurtarmaz.
Lâik
müslümanlık mı?.. “Münâfıklık” desenize siz şuna.
Lâik müslümanlık(!), “en iyi din bizim dînimiz” demesine rağmen,
onu hayâta sokmamak için elinden geleni yapar.
Lâik, seküler, demokratik,
kapitâlist neo-liberâl söylem ve eylem, gün geçtikçe “İslâmî model”i ve
“örneklik”i eritmekte, vahiy/sünnet-merkezli İslâm’dan haberdar olmayanlar da
buna çanak tutmaktadır.
Lâik, seküler, kapitâlist,
liberâl, demokratik, modern, hümanist batı’cı sistemleri benimsedikten sonra,
LGBT’nin normâlleşmesi işten bile değildir. Zîrâ bu sapıklıklar, bahsedilen
modern sistemlerin sonucudur.
Lâik-demokrasi,
“Allah’ın yaratıcılığını kabûl edip, yöneticiliğini reddetmek” demektir.
Lâikliğe-kapitâlizme
büründüm, “modernite” diye göründüm”: Şeytan
Laikliği
kabûl etmek, batı’ya “domalma”yı kabûl etmektir.
Lâikliğin
“tüm dinlere eşit mesâfede olması” iddiâsı, apaçık bir palavradır.
Lâikliğin
güyâ “bütün dinlere eşit olduğu” söylemi, İslâm’ı, bâtıl dinlerle eşitleme
ameliyesidir.
Lâiklik
“gök tanrı” inancıdır.
Lâiklik
icât edildi mertlik bozuldu.
Lâiklik,
“Allah’a tapan”larla, “ineğe tapan”ları -sözde- eşit gören bir “küfür
sistemi”dir.
Lâiklik,
“din ile devletin ayrılması” değildir, “dînin devlet denetimine alınması”dır.
Lâiklik, Allah ile aklı ayırarak, aklı maddeye yönlendirir ve
zımnen aklın yönünün maddî olanda olduğunu söyler. Tabi Allah da, akılsızlara
kalır.
Lâiklik, İslâm Dîni hâriç tüm dinlere özgürlük veren beşerî
bir sistemdir.
Lâiklik,
materyâlizmin görece yumuşatılmış şeklidir.
Lâiklik=“Din olmasın da, ne olursa-olsun”.
Lâiklikte
“ahlâkî olan” yoktur, “yasal olan” vardır. Ahlâk Allah kaynaklı iken, lâik
yasalar insan-kaynaklıdır. Dolayısı ile lâik yasalar ahlâktan yoksundurlar. Bu
nedenle de lâiklik “ahlâksızlık”tır. Zîrâ lâiklik Allah’sızlıktır.
Lâik-seküler
ülkelerde, vergisi verilen günahlar (içki, kumar, zinâ, fâiz) “haram” olmaktan
çıkar!.
Lâik-seküler-demokratik
din-dışı sistem, bir “İslâmsızlaştırma ameliyesi”dir.
Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist
sistem insanları öyle bir hâle soktu ki; İslâm’ın bâtılı bile ondan daha
şereflidir.
Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist-demokratik-bireyci-milliyetçi
ideolojilere nefret beslemeyen ve onlara küfretmeyenler, hiç boşuna din ile
kitap ile uğraşmasınlar. Yaptıkları şey patinajdan başka bir şey olmaz çünkü.
Bir arpa-boyu bile yol alamazlar.
Mevcut lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-emperyâl
sisteme göre işleyen Dünyâ’dan bir pay almak istiyorsanız, bu sistemlere uymak
zorundasınız. Bu sistemlere göre yaşamak zorundasınız. Kim bu sisteme daha iyi
uyarsa, o kişi sistemden daha fazla yararlanır.
Lâilâheillallah
Lâilaheillallah
sözü bir savaş îlânıdır.
Lâilâheillallah
sözü, “beşeri sistemleri reddediyorum” demektir.
Lâilaheillallah
sözü, “yeryüzünün altını üstüne getirmek” ve “şirki mahvedip, tevhidi ikâme
etme”nin startıdır.
Lâilâheillallah
sözü, şirke karşı “tevhid devrimi”nin parolasıdır.
Lâilaheillallah
sözü; kâfirlere, müşriklere, adâletsizliğe ve zulme karşı bir meydan
okumadır.
Liberâlizm
Laissez Faire, “bırakınız yapsınlar” zihniyeti, Dünyâ’yı
“uçurum”un kenarına kadar getirdi.
Liberâl
kapitâlizm, “vahşî kapitâlizm”den “akıllı-uzlaşmacı kapitâlizm”e geçerek
komünizmi bitirip kapitâlistleştirirken; son 30 yıldır da (tâvizsiz)
modernizmden (uzlaşmacı) post-modernizme geçerek müslümanları
kapitâlistleştirmeye başladı.
Liberâlizm
için insanın değeri, “seçmen” ve “müşteri” olmasından dolayıdır.
Maddîlik
Ben
sonsuz değilsem, hiç-bir maddî şey de sonsuz değildir.
Bir
şeyi değiştirmek için işe mâneviyattan değil de maddiyattan başlarsanız, mâneviyatınız
maddiyatınız merkezinde değişir.
Büyük dertleri olanlar, küçük maddî-dünyevî dertleri “dert”
etmezler. İnsanların “büyük dertler”i olmadığında, küçük dertler büyür gider.
Dost
demek, kişilerin birbirlerine maddî-mânevî “bereket” olması demektir.
Madde “mutlak” olmadığı için, ondan edinilen bilgi de
“mutlak doğru” ol(a)maz.
Madde sâdece akla etki etmez,
duyulara ve sezgilere de etki eder.
Madde,
yine sâdece maddeyi açıklayabilir. Madde, “mânevî”yi açıklayamaz. Açıklasaydı
mânevî olan da maddî olurdu.
Maddeye teslîmiyet, insanı “maddenin kulu” yaparken; Allah’a
teslîmiyet, kişiyi “Allah’ın kulu” yapar. Gerçek hürriyet ancak Allah’a kul
olmakla elde edilir.
Maddî âlemde “düşünce” bakımından “en ideâl olan” düşünülür.
Fakat pratikte, düşünüldüğü gibi çıkmaz. Maddî olan, en ideâl olandan daha az
ideâldir. Fakat bu durum cennet için tam tersidir. O düşündüğümüzden ve
düşünebileceğimizden çok-çok daha ideâl bir yerdir.
Maddî
bilgi sınırlı bir bilgidir. Çünkü maddenin bir sınırı vardır. Bu nedenle
sınırlı olan maddî bilgiyle kesin bir yargıya varılamaz. Vahyî bilgi ise Sınırsız’dan
gelen bilgidir. Kesinlik içerir.
Maddî
hırslar mânevi değerleri blôke etmişse, “insanlar insanlığından çıkmış”
demektir.
Maddî
olandan başka hiç-bir şey bilinemez demek, bir cehâlet îlânıdır.
Maddî
ölümü göze al(a)mayanlar, mânevî ölümlere dûçar olurlar.
Maddî sıkıntıların sebebi sâdece maddî değildir.
Nasıl
ki ara-ara beden-maddî temizlik yapıyoruz; arada bir de, rûhî-mânevî temizlik
de yapmalıyız.
Tüm
maddî imkânlarınız sizden alınsa elinizde ne kalır?. Elinizde ne kalırsa o
kadar insansınız.
Matematik
Matematik zaman-dışıdır. Zamânı gösterme özelliği yoktur.
Çünkü matematik ruhsuzdur. Bir “matematik uygarlığı” olan modernizmin
ruhsuzluğu buradan gelir.
Matematik, “sayı felsefesi”dir.
Matematik,
Allah’sızdır.
Matematik, her bir insanın orijinâlliğini reddedip, tüm
insanları “bir-örnek”miş gibi kabûl eder. Ürünlerini de ona göre ortaya koyar.
Modern insanın başının belâsı budur işte!.
Medeniyet
Bir
konu hakkında yaptığınız yorum, kendinizi âit hissettiğiniz
kültürden-ideolojiden-medeniyetten bağımsız olamaz. Yaptığınız yorumlar, değer-yargılarınıza
göredir.
Medeniyet
aslında din ile ilgil olmasına rağmen, modernite ile birlikte seküler olanı
ifâde etmeye başladı. Hattâ dînî olan da; “yobaz, bağnaz ve barbar” olarak
görülmeye başlandı.
Medeniyet,
kelimelere derinlik yükler. Medeniyeti olmayan toplumların
kelimeleri-kavramları yüzeyseldir.
Öyle
şeyler vardır ki; ancak “medeniyet” ile öğrenilebilir.
Mevcut Dünyâ
Mevcut
Dünyâ “anlamsız” bir Dünyâ’dır. Mü’minin bu anlamsız Dünyâ’ya anlam katması zorunluluğu
vardır. Gerekirse bunu, Dünyâ’nın altını üstüne getirerek yapar.
Mevcut
Dünyâ’da “ahlâkî suç” işlemedikçe, Dünyâ zulümden kurtulamaz.
Mevcut
Dünyâ’nın perişan, adâletsiz, onursuz-şerefsiz durumu nedeniyle kahrolmayanları
ve bu çirkeflik nedeniyle tüm Dünyâ’yı yakmayı hayâl etmeyenleri İslâm’a dâvet
ediyorum!.
Mevcut
Dünyâ’nın sistemini ve eserlerini beğenen insan, dinden nefret ediyor demektir.
Mevcut
ideolojiyi yada mevcut iktidârı sevmemek, “vatan hâinliği” ile aynılaştırıldı.
Mevcut
kötü durum nedeniyle Dünyâ’nın altını üstüne getirme hayâli kurmayan kişi
peygamber seçilmez ve kendisine vahyedilmez.
Modernite
Depresyon,
modern hıza ayak uyduramamaktan kaynaklanır ilk-başta.
En
“modern” ve “ileri” toplumlar, dinden en çok tâviz vermiş olan toplumlardır.
En ağır sapkınlık, “dîni tahrif etmekle yapılan
sapkınlıktır” ki, bu sapkınlık modernite ile zirve yapmıştır.
Gençleri
modernizme entegre ederek onları “yetiştirmiş” olmayız, tam-aksine, onları
modernizme adapte etmiş oluruz. Modern müslümanların gittiği yol budur.
İçinde bulunduğumuz “modern kriz”, “kutsaldan yardım isteme”
yolunu blôke etmiş ve kapatmıştır.
İlâhi
Olan’a dayanmayan tüm modellemeler, “atalar”a dayanmak zorundadır. Modernitenin
kaynağı “atalar dîni”dir.
Kast
sistemi, bir kısım insanların diğer bir kısım insanlara boyun eğmesiyle başlar.
Bu durum modern dönemlerde de devâm emektedir.
Madem
ki mevcut modern hayâtı seviyorsun ve ondan memnunsun; o hâlde o hayâtın
köleliğini de yapmak zorundasın. Modern hayâtta yaşamanın bedelini hiç îtiraz
etmeden ödeyeceksin!.
Matbaanın
Osmanlı’ya ve müslümanlara geç gelmesi, yaygın modern kültürün İslâm-dünyâsına
yayılmasına neden olarak daha zor bir duruma neden oldu. Basın-yayın da buna
mum dikti. Modern kültür İslâm-dünyâsına, geç gelen matbaa ile yayıldı. Böylelikle
geciken şeyin tersinden zarar verici olduğu belli oldu.
Mevcut
modern sistemin kurucuları ve sürdürücüleri her dâim kazanırlar. Fâiz, döviz,
borsa, yada hiç olmadı “darbe” yoluyla.
Mitoloji,
târihte kalmış ve bitmiş değildir. Mitoloji de modernleşmiştir. Ortalık bu “modern
mitolojinin tanrıları” ile tıka-basa dolmuş durumdadır.
Modern
“günah dünyâsı”na karşı içinde bir bulantı duymayanlar, Kur’ân’ı henüz idrâk
edememişler demektir.
Modern “Yaratılışçı Evrim Teorisi”, klâsik “Rastlantısal
Evrim Teorisi”ne geçişin bir aşamasıdır.
Modern akıl, “kışkırtılmış akıl”dır.
Modern
anlamdaki “özgürlük” çoğaldıkça insanın esâreti artıyor.
Modern
dâire (ev) “yuva” değildir.
Modern demek, “stres” demektir.
Modern
devlet, “tek-tek bireyler”i değil, “genel çıkarlar”ı gözetir ve kâle alır.
Modern
dönemde “aşağıdan yukarıya” olan çalışma yöntemleri başarısız oluyor ve “sistem”e
alan açıyor.
Modern
dönemde, “ekinin ifsâdı” tamamlandı. Neslin ifsâdı ise “kadın” üzerinden
yapılıyor.
Modern
dönemden bakarak 1.400 yıl önceki davranışları-hâlleri-konuşmaları
değerlendirmek imkânsızdır. Bu yüzden modern insan, İslâm târihini anlayamıyor,
bu nedenle de deizme ve ateizme kayıyor.
Modern
düşünce, tanımını yapamadığı şeyi yok kabûl ediyor.
Modern
eğitim, “kapitâlist bir proje”dir. Zîrâ kapitâlist bir zihniyet üretir.
Modern
evler “ev” değildir, sığınaktır.
Modern gök-bilim, %90, “tersinden” bir falcılıktır. Arada
bir tutturuyorlar işte.
Modern
hümanist bilim, “evreni Allah’tan bağımsız olarak anlamlandırma(!)”
öğretisidir.
Modern
ılımlı İslâm, “indirgenmiş İslâm projesi”dir.
Modern köle edinme şekli, borçlandırmayla oluyor. Buna göre
insanların büyük çoğunluğu, fâiz-merkezli bankalar tarafından köleleştirilmiş
durumdadır. İnsanlar bankaların kontrôlünden çıkamıyorlar.
Modern
kölelik, “klâsik kölelik”ten daha ucuza mâl olur.
Modern
müşrik, “doyumsuz bir şirk müptelâsı” olmuş.
Modern
okullar; Dünyâ çapında âlimler, sanatçılar, düşünürler ve lîderler değil,
sistemin kâtipliğini ve mêmurluğunu yapacak insanlar yetiştirmek için vardır.
Modern olan, klâsik olan her-şeyden nefret eder. Buna,
Peygamberimiz ve sahabenin Kur’ân anlayışı da dâhildir.
Modern olmamak günah değildir.
Modern özgürlük telâkkisi, “ilâhi olan”ın güdümünden çıkıp, “bedenî-nefsî
olan”ın güdümüne girmek demektir.
Modern
peygamberlerin(!) peşine takılıp onların sünnetlerini birebir tâkip edenler,
Peygamberimiz’in sünnetini elbette inkâr edeceklerdir.
Modern
politikalar sonucu büyük çiftçi nüfûsun kentlerde işçilere dönüştürülmesi, büyük
sermâyedarlar ortaya çıkarmıştır.
Modern putçuluklardan biri de, “uzman-perestlik”tir.
Modern
savaş stratejisi; “savaş uçakları olanların savaş uçakları olmayanları
bombalaması” şeklindedir.
Modern
seküler sistemi esas alarak “İslâm-merkezli” bir yapılanma kurulamaz.
Modern
sistemin en büyük düşmanı, “nefsin dizginlenmesi”dir. Zîrâ modernite
hayâtiyetini, “nefsin kışkırtılması”ndan alır.
Modern
sistemin yaptığı bozukluğu başka bir modern sistem ile düzeltmeyi savunmak
ahmalıktır.
Modern sorun çözme(!) yöntemleri, doğal çözüm yollarını
baltalıyor.
Modern şirk, “konjonktür ile şirk koşmak”tır.
Modern
teknoloji, “yıkım teknolojisi”dir. Teknoloji ilerledikçe yıkım-gücü artan
makineler çıkıyor ortaya.
Modern
teoriler ve modern hayat-tarzı, bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir.
Modern
ticâret ve ekonomi, kişiyi “kışkırtılmış piyasa ilişkilerinin içinde yaşama”ya
mahkûm eder.
Modern
uygarlığın geçtiği yoldan müslümanların da geçmesi gerektiği, yâni müslüman
muhayyilenin modern paradigmayı taklit etmesi (oksidentalizm) gerektiği
söylemleri var. Eğer müslümanlar böyle yaparlarsa, bir zaman sonra; batı’nın
birilerini sömürdüğü gibi müslümanlar da birilerini sömürmeye başlarlar. Bu
sömürme “öldürerek sömürme” şeklinde de olacaktır. Bu durumun İslâm’ın özüyle uyuşması
söz-konusu bile olamaz. Batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak şerefsizliktir.
Modern
ülkelerin ekonomik gücünün kaynağı, üretimden ziyâde “sömürü”dür.
Modern yalanların çok etkili olmasının nedeni, çok
profesyonel olmasıdır.
Modern
yanlışlıklar, geçmişin aşırı eleştirilmesiyle kapatılmaya çalışılıyor.
Modern
yaşam-şekli, doğala, normâle ve fıtrata aykırı bir yaşam-tarzıdır.
Modern
yaşam-tarzı ile apaçık çelişik olan İslâmî yaşam-tarzı, aşırı yorumlarla
moderniteye uydurularak göz-ardı ediliyor.
Modern
yeryüzü cennetine yüz çevirmeyenler, âhiretteki ebedî cennete ulaşamazlar.
Modern
yoksulluk, “mutasyona uğratılmış yoksulluk”tur. Bu yüzden artık onu kimse
tanıyamıyor.
Modern
zihniyet, klâsik zihniyeti anlayamıyor.
Modern-dünyâda,
modern-insanda (müslümanların geneli de dâhil) şu anlayış var:
İslâm/Kur’ân/Sünnet adına yapılan her-şey yanlış;
Terör-Şeytan-tâğut-kapitâlizm-demokrasi adına yapılan her-şey doğru ve güzel.
Modernist zihnin, tevhid ve şirk kavramlarını hakkıyla
anlaması yada kabûl etmesi mümkün değildir.
Modernite bir “cezâ”dır.
Modernite
doğallık ve fıtrî değince, çıplaklığı ve ilkelliği anlıyor.
Modernite
en başta, dinden tâviz vermekle başlamıştır.
Modernite
ile birlikte “dışa doğru büyüme”, “içe doğru büyüme”nin yerini aldı. İnsanlığın
buhrânı ve bunalımı bu yüzdendir.
Modernite
ile birlikte ekonomik-bilimsel-teknolojik gelişme(!), bir “takıntı” hâline
gelmiştir.
Modernite
klâsiğe düşmandır. Bu nedenle ya ilkelliği yada moderniteyi savunur.
Modernite
ve ekonomik büyüme, doğal düzenin ve dengenin bozulmasına rağmen ortaya
çıkarılmıştır.
Modernite,
“ebedî âlem (cennet)” yerine “geçici âlem”in (Dünyâ) tercih edilmesidir.
Modernite,
alttan alta, “modern bir sözleşme” öneriyor. Diyor ki: “Îmânından vazgeç, sana
Dünyâ’yı verelim”.
Modernite, anlamdan kopuk bir
hayat önermesiyle insanları bunalıma soktu. Anlamı olmayan hayat-tarzları,
kendi-kendilerini bitirmeye mahkûm ve mecburdur.
Modernite,
bilimi akla, dîni ise vicdâna âit kılmıştır. Bu bağlamda, akla yapılan aşırı
vurgu, bilimi “dîne karşı din” yapmaktır.
Modernite,
debelendikçe batılan bir “bataklık”tır.
Modernite,
Dünyâ’yı “babasının malı” zannedenlerin sistemidir.
Modernite,
fıtrattan ve doğal olandan bir sapmadır.
Modernite,
gelenek düşmanıdır.
Modernite,
mesleğinizde ne kadar hünerli olursanız-olun, o işin diplomasına sâhip
değilseniz, sizi “vasıfsız” sayar.
Modernite,
yönetmek istediği coğrafyayı ve insanları “ilkel” göstermeye çalışır ki bunu
meşrûlaştırsın.
Modernite;
liberâlizm, kapitâlizm, demokrasi ve milliyetçilik,
insanların cehâletini derinleştiriyor.
Modernitenin
ağır kuşatması altında modernizme uymaya mecbur bırakılanların “dînî baskı”dan
söz etmesi ahmaklıktır.
Modernitenin
İslâm coğrafyalarındaki taşeronları, müslümanların “sinirlerini yumuşatmak” ve
“gazlarını almakla” görevlidirler.
Modernitenin, aklı mânâdan
ayırmasıyla başlayan ifsâd, yapılan iki Dünyâ savaşıyla zirveye çıktı. İşte
modern insanın bunalımının nedeni bundan dolayıdır.
Modernizm “akıllarda kalacak” gerçek hayatlar yaşamaya izin
vermiyor.
Modernizm
“küresel bir hastalık”tır.
Modernizm
bir “değiştirme uygarlığı”dır. Bu bağlamda “hak dîni” de tanınmayacak bir hâle
gelecek şekilde değiştirmek ister.
Modernizm bir “dengesizlik
uygarlığı”dır.
Modernizm
bir “hız uygarlığı”dır. O kadar hızlıdır ki, ruhlar geride kalmıştır (Bir Çift
Yürek). Böylece ruhsuz bir uygarlık hâline gelmiştir. Bunalımı bu yüzdendir.
Modernizm
bir “insanı kuşatma projesi”dir. 20-25 yaşına kadar okul ile, 60-70 yaşına
kadar da iş ile, nefes bile aldırmadan kuşatıyor insanları.
Modernizm
bir “kâğıt uygarlığı”dır. Bu yüzden de “kâğıttan kaplan”dır.
Modernizm
bir “kayıt” uygarlığıdır. Zâten modern insanı sıkıştırıp huzursuz eden şey, “her
yönden kuşatılıp kayıt altına alınmak”tır. Bu kuşatılmanın panzehiri, “kayıt-dışı”
bir hayattır. Böyle bir hayâtın bedeli ise, modern hayattan vazgeçmektir. Ne
oranda vazgeçerseniz, o oranda huzurlu olursunuz.
Modernizm
bir “seyretme uygarlığı”dır. Öyle ki, derin zulümler ve acılar da “yalnızca
seyredilen” şeyler hâline geldi.
Modernizm bir “tecrübesizlik
uygarlığı”dır.
Modernizm
bir “yaşam-tarzı dayatması”dır.
Modernizm
bir, “bulanıklık uygarlığı”dır. Hiç-bir şey net değildir.
Modernizm için en büyük sorun, Kur’an ve onun pratiği olan
Sünnet’tir.
Modernizm iki tür insan üretti:
1- “Dolap beygiri”ne dönmüş insan; 2- Miskinliğe hapsolmuş insan.
Modernizm
ile birlikte ortaya çıkan “ilerleme” düşüncesi, “ileride her-şeyin daha iyi
olacağı zannı ve umûdu”dur.
Modernizm
ile Kur’ân çeliştiğinde, yanlış olan elbette ki modernizmdir.
Modernizm
materyâlizmdir. Materyâlizm ise, “her-şeyi madde ile düşünmek” demektir. Fakat
madde sınırlı bir şey olduğundan, madde-merkezli düşünce de sınırlı oluyor.
Modern düşünce sınırlı bir düşüncedir. Bu nedenle de “hârika eserler” koyamıyor
ortaya.
Modernizm
merkezli hemen her-şey, bir yalanın ve hırsızlığın üzerine kurulmuştur.
Modernizm
târihi, insanlığın beşeriyete indirgenmesinin târihidir.
Modernizm
ve modern ürünler, Dünyâ insanlarının büyük kesiminin sefâleti pahasına ayakta
duruyor.
Modernizm,
“açıklama”nın “anlamlandırma”ya üstün tutulmasıdır.
Modernizm,
“aklın îmâna üstün tutulması” ve “akılın kuvvetlenip, îmânın zayıflaması”nın
târihidir.
Modernizm,
“asgâri bir gerçeklikte yaşamak” demektir.
Modernizm,
“bedeniyet”i medeniyet zannetme uygarlığıdır.
Modernizm,
“dîne karşı din” yada, “şeriata karşı şeriat”tır.
Modernizm,
“dînî tefrit”e karşı bir “seküler ifrat” hareketidir.
Modernizm,
“eşek gibi” çalışıp, “domuz gibi” yeme uygarlığıdır.
Modernizm,
“îmân ne kadar sınırlandırılırsa, aklın da o kadar gelişeceği”ni zannetme
ahmaklığıdır.
Modernizm,
“îmânın, akıl karşısında sınırlandırılması”dır.
Modernizm, “insanlığın uğradığı
en büyük zarar ve kayıp”tır.
Modernizm,
“İslâm’ın-dînin uzaklaştırılması”; post-modernizm, “müslümanların-dindarların
muhâfazakârlaştırılması”dır. İkisinde de hedef, “dînin hayattan uzak
tutulması”dır.
Modernizm,
“kırmızı çizgilerin yokluğu” durumudur. Kırmızı çizgilerin yokluğu, “dînin
yokluğu”dur.
Modernizm,
“klâsik olana sövme”nin adıdır.
Modernizm,
“köleler”in özgürlükten bahsettiği sistemin adıdır.
Modernizm,
“modern sapıklığın” târihidir.
Modernizm,
“Pandora’nın kutusu”nu ardına kadar açtı ve Dünyâ’yı da Pandora’nın kutularıyla
doldurdu.
Modernizm,
“sapıklıkların normâlleştirilmesi süreci”dir.
Modernizm, “tevhidî” terk-etmenin bir cezâsıdır.
Modernizm,
bilerek bir güvensizlik ortamı oluşturur. Böylece insanlar kendilerini güvensiz
hissedeceklerinden dolayı bencilleşecekler ve bencil hedefleri peşinde
koşacaklardır.
Modernizm,
bir “anlamsızlaştırma uygarlığı”dır.
Modernizm,
bir “anlamsızlık uygarlığı”dır.
Modernizm, bir “dayanıksızlık uygarlığı”dır.
Modernizm, bir “dikizleme uygarlığı”dır.
Modernizm,
bir “eğlence kültürü”dür.
Modernizm,
bir “ihtiyaç ortaya çıkarma uygarlığı”dır.
Modernizm,
bir “kışkırtma uygarlığı”dır. Nefisleri kışkırtır. Kışkırtılmış nefisler,
hakîkati idrâk edemezler.
Modernizm, bir “teknoloji
putperestliği”dir.
Modernizm,
devletleri bölüp parçalar ki daha iyi yönetsin; işte insanı da
bireyselleştirerek parçalar ki insanı da daha kolay yönetebilsin.
Modernizm,
doğruların çoğalması ve sonsuzlaşması ideolojisidir. Oysa “doğru” tektir.
Modernizm,
Dünyâ’yı, artık “tedâvi edilemez” bir hâle getirdi.
Modernizm,
fıtrata yapılan ihânetin târihidir.
Modernizm,
her-şeyin dinden koparılması ve sözde bağımsızlaştırılmasıdır.
Modernizm,
hırsızlık ve kandırmacanın profesyonelleşmiş hâlidir.
Modernizm,
insana “kişisel özellikler”ini kullanma fırsatı vermiyor. Böylece
“tek-tipleşmiş insan” ortaya çıkıyor.
Modernizm,
insanın “fizikî hareketlerini” de kısıtladığından, kişiyi “fizîken yoksul”
bırakır.
Modernizm,
insanın küstahlaşmasının târihidir.
Modernizm,
insanın nefsini güçlendirirken, rûhunu zayıflatıyor.
Modernizm,
insanın ve kâinâtın büyüsünü bozdu-bozuyor.
Modernizm,
insanların (bir fitne olarak) “Allah-merkezli olmak”tan vazgeçmelerinin
serüvenidir.
Modernizm,
işlerini savsaklayan müslümanlara Allah’ın bir cezâsıdır.
Modernizm,
kaostan beslenir.
Modernizm,
normâl olanı “sorun” olarak gösteren bir sistemdir.
Modernizm,
sözde meşrûiyetini, geçmişin “geri”, kendisinin ise “ileri” olduğunu söyleyerek
sağlamaya çalışır.
Modernizm,
tek-tipleştirmeyi, sâdece insan için değil, mîmâri için de yapıyor.
Modernizm,
ticâretin tarıma olan üstünlüğüdür.
Modernizm;
“düşene bir tekme de sen vur” uygarlığıdır.
Modernizm; “şehvetin kölesi” olmaya “özgürlük” diyor. Hâlbuki
bu, âdi bir köleliktir.
Modernizm;
yavaş-yavaş akan bir dereyi eliyle yelpâzeleyerek akışını hızlandırmaya
çalışmaktır.
Modernizmde
tek geçerli ölçünün para olması; modernizmin matematik-merkezli olmasındandır.
Modernizme
boyun bükenler, “İslâm Devleti değil, adâlet devleti istiyoruz” diyorlar. İslâm
olmadan adâlet mi olur be ahmaklar!.
Modernizme
göre en iyi okul, “seküler sisteme en iyi entegre eden okul”dur.
Modernizmi
kana-kana içenler, İslâm’ı, çağa yakıştıramıyorlar.
Modernizmi
kana-kana içmiş olanların Kur’ân’ı idrâk etme ihtimâli yoktur. Zâten Kur’ân’ı
hayatta uygulamaya zinhar yanaşmazlar.
Modernizmi
ve bilimi “din” edinip onu kutsamış ve modern-bilim ile büyülenmiş olanlar,
İslâm’a “burun kıvırarak” bakmaya başlıyorlar. Onu bir-türlü mevcut zamâna
uyduramıyorlar. Artık İslâm ile ilişkileri “yalandan” bir ilişki oluyor.
Modernizmin
ağır kuşatması altında seküler sistemlere îtirâza cesâret edemeyen müslümanlar,
“gelenek eleştirisi”yle idâre ediyor.
Modernizmin ağır kuşatması altındayken, 1.400 yıllık İslâm Târihi’ni
doğru okuyup değerlendirebilmek imkânsızdır.
Modernizmin
bahsettiği özgürlük, “dîne karşı özgürlük”tür.
Modernizmin
başarılı insan anlayışı: “En başarılı insan, modayı en iyi tâkip edebilen
insandır”.
Modernizmin
en büyük tanrısı insandır. Öyleyse modernizm bir “tanrılar savaşı”dır. O hâlde
modernizm, mitolojinin modern şeklidir.
Modernizmin
sonu, -mecbûren- ilkelliğe dönmektir.
Modernizmin tetkiki, modern olmayan toplumlarda aşağılık kompleksi
oluşturuyor.
Modern-lâik-seküler-hümanist
düşünce, “Allah’a karşı yapılmış bir küstahlık”tır.
Modernler
boşu-boşuna, “ruhsal” sorunlara maddî nedenler ve maddî çözümler bulmakla
uğraşıyorlar.
Modern-seküler
devlet, Allah’ı hesâba katmadığı için, hesap verecek bir mercî tanımaz.
Modern-seküler
ideolojiler ağır kuşatması altındayken, İslâm’ın nasıl bir “süper düzen”
olduğunu gösterme fırsatı yoktur.
Modern-seküler
ideolojinin taşeronluğunu yapan iktidar ve siyâset, maddî anlamda bir kesimi
kalkındırmış olsa da, sosyâl ve ahlâkî anlamda toplumun genelini yozlaştırıp
bozmuştur.
Modern-seküler
insan ile müslümanların ahlâkları aynılaştığı için, farklılıkları da koybolmaya
yüz tuttu.
Modern-seküler
ortamda, kâfir, müşrik, zâlim, fâizci zihniyet her zaman kazanır. Tâ ki;
devrimci bir lîder, adanmış bir toplum-nesil ve İslâmî bir devrim olana kadar.
Modern-seküler sistem, doğal-İslâmî sistemi “yıkarak”
hayattan uzaklaştırdığı için, doğal-İslâmî sistem de, seküler-modern sistemi “yıkarak”
hayattan uzaklaştırmalıdır. Bu bağlamda İslâm, devrimcidir. Kısasa-kısas’ın
sosyâl-siyâsal yönü böyle tezâhür eder.
Modern-seküler
sistem, insanların kaderlerini aynılaştırıyor.
Modern-seküler
sistem, şeytanın insana kurduğu en büyük tuzaktır.
Modern-seküler
sistemde “şeytan taşlamak” yasaktır.
Modern-seküler-muhâfazakâr-demokrat
müslümanlıklar, “sırıtan müslümanlık”tır.
Normâl olanlar, modernizme sımsıkı bağlananlar değil, vahye
tüm varlığıyla adananlardır.
Sahabe
ile modern müslümanlar arasındaki bâriz fark, sahabelerin şehâdete koştukları
şevkle, modern müslümanların servete ve şehvete koşmasıdır.
Semâyedarların
modern eğitim sistemini desteklemeleri “Allah rızâsı” için değil, kurdukları
sistemin devâmını sağlamak içindir.
Şu
modernizmin ta ... ... diyesim geliyor.
Taklit
o dereceye vardı ki, eğer “modernler” bir “keler (kertenkele) deliği”ne
girseler, müslümanlar da girecek hâle geldi.
Varlık
ancak zıddıyla var kalabilir. Modernizm, geleneği yok etmekle kendini yok
ettiğinin farkında değil. Gelenek çöktüğü ölçüde modernizm de çöker.
Modern
Dünyâ
Modern Dünyâ “borç dünyâsı”dır.
Modern
Dünyâ bir ârızadır. Doğal ve normâl olan “klâsik dünyâ”nın ârızalanmış ve ifsâd
olmuş şekli.
Modern
Dünyâ, “düzen tutmayan ve düzenlenemeyen bir dünyâ”dır.
Modern
Dünyâ, kâlbi bırakıp zekâya kilitlenmiş insanların dünyâsıdır.
Modern
Dünyâ, modernizm tarafından yorumlanmış bir dünyâdır. İşte insanlar bu yoruma
göre hareket etmektedirler. Oysa bu yorum İslâm’ın zıddı bir yorumdur.
Modern Dünyâ, târihte hiç olmadığı oranda, her alanda yaşanan
“ağır ve yoğun bir sapmışlık” tarafından kuşatılmış durumdadır.
Modern
Dünyâ/kent, günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir Dünyâ/kenttir.
Modern
Dünyâ’da domuzluğu (tüketim) en üst seviyede gerçekleştiren kişiler, “en üstün
kişiler” olarak kabûl edilir.
Modern
Dünyâ’da engelliler büyük risk altında yaşarlar.
Modern
Dünyâ’da insanı en çok aptallaştıran şey, teknolojidir.
Modern Dünyâ’ya ve modern insana “menat putu”=mâni (money)
para” hâkimdir.
Modern
Dünyâ’yı “iplemeyen” bir toplum bulunmadıkça, “seküler kuşatma”dan kurtulmak
mümkün olmaz.
Modern
Dünyâ’da “tertemiz” kalabilmek imkânsız hâle geldi. Tâ ki, Ashab-ı Kehf gibi
bir mağaraya sığınana kadar tertemiz kalmak mümkün değildir.
Modern
Dünyâ’da meşrûluğun kaynağı “meşhurluk”tur.
Modern
Dünyâ’da yalnızlık, mü’minlerin kaderidir.
Modern
Dünyâ’da yaşamak, “bir cendere içinde yaşamak”tır. O cendere kimileri için
pamuklu, kimileri için de dikenlidir.
Modern
Gençlik
Modern
gençliğin elinden akıllı telefonları ve sosyâl medyayı aldığınızda, dımdızlak
ortada kalırlar.
Modern gençliğin sorunu, “sorunu” olmamasıdır.
Modern
gençlik mahrûmiyetten mahrumdur.
Modern
gençlik, tüm âilenin hep birlikte çözemediği bir sorunu, tek-başlarına
çözebileceklerini sanan ahmaklar topluluğudur.
Modern
gençlik; “selâmun aleyküm” sözünü ifâde etmekten utanır bir durumdadır.
Modern
Hayat
Modern hayat çok bereketsiz.
Modern hayâta uymamak, seküler kânunlara göre suç olsa da,
İslâm’a göre günah değildir.
Modern
hayâta uymayan her-şeyi reddetmek bir sapıklıktır.
Modern
hayâtın kışkırttığı “zenginlik özlemi”, kişinin “kişisel özellikleri”ni ve
“özgünlüğü”nü baltalayıp yok ediyor.
Modern
hayattaki “yaşamak” ile, klâsik zamanlardaki “hayat sürmek” kavramları aynı şey
değildir. Aradaki fark, “rûh”tur.
Modern
İnsan
Modern
insan (hattâ müslüman), “İslâm’ın Dünyâ’ya hâkim olma düşüncesi”nden,
zebraların aslandan kaçtıkları gibi kaçıyor.
Modern
insan “elektirik ve motor”un tutsağıdır.
Modern
insan “tuzağa düşmeye alışmış” insandır.
Modern
insan “tükettiğin kadar vârolabilirsin” sözüyle aldatılıyor.
Modern
insan akla değil, zekâya önem veriyor. Çünkü modern dünyâda şeytanın iktidârı
hâkim.
Modern insan Allah karşısında “özerk” olmak isteyen
varlıktır. Dünyâ-içinde kendine bağlı; Dünyâ-dışında (mecbûren) Allah’a bağlı.
Modern
insan için “şeytan ne derse o”dur.
Modern
insan için “tüketime ara vermek” cehennemdir.
Modern
insan için bütün sorunların nedeni “yeterli(!) paranın olmayışı”dır.
Modern
insan istiyor ki, inanılması gereken şeye, “kendi istediği gibi” inansın.
Modern
insan kentte, yaşamıyor, bulunuyor.
Modern
insan rûhunu mutmain etmedikçe hiç-bir şekilde tatmin olamayacağı gerçeğini es
geçiyor.
Modern
insan tabiatı kontrôl altına aldığını zanneder. Tâ ki, bir deprem-sel-yangın-fırtına
vs. patlak verene kadar.
Modern
insan ve artık müslümanlar da, “Dünyâ’da rahat etme”ye kilitlendi. İyi de Dünyâ
bir “imtihan dünyâsı” değil mi?. İmtihanın olduğu yerde rahatlık olur mu?.
Modern
insan, (bir sapmanın sonucu olarak) susayınca su yerine “kola” içiyor.
Modern
insan, “Allah’tan daha iyisini yapabileceğini zanneden” insandır.
Modern
insan, “aynadan labirentler”e hapsolmuş durumdadır.
Modern insan, “başkalarına” bakarak
rahatlayan yada acı çeken insandır. Onu huzurlu yada huzursuz eden şey,
başkalarına bakarak yaptığı kıyaslamadır.
Modern
insan, “cennet için yarışın” (Hadîd 21) âyetini ,”yeryüzü cenneti” için yarışın
şeklinde anlıyor.
Modern insan, “doğal gidişât”ı (yaşlanma) ve “doğal son”u
(ölüm) kabûl edemeyen kişidir.
Modern insan, “gösterişli olan”ı “güzel olan” zannediyor.
Modern
insan, “imtihan”dan kurtulmak için çabalayan insandır. Bu bağlamda en çok da
bilimi kullanıyor.
Modern
insan, “kapitâlizm dîni”nin tüm emirlerini kayıtsız-şartsız ve dört-dörtlük
yerine getiren varlıktır.
Modern
insan, “prestijini tüketimden alan insan”dır.
Modern
insan, “satın alarak” vâr olacağını zannediyor.
Modern
insan, “serbestlik” (liberâlizm) denen sapıklığa, sonunda acı azâbı görene
kadar îman etmeye devâm edecek.
Modern insan, “sistem” ne dediyse yapıyor ve hiç îtirâz
etmiyor. Bu, “sisteme köle olmak” demektir.
Modern
insan, “üç kuruşa beş köfte yemek isteyen” insandır.
Modern
insan, 2+2’nin 5 olduğuna inandırılmış olan insandır. Buna öyle bir inanmıştır
ki, birileri de çıkıp, “hayır kardeş!, 5 değil, 4 eder” dese; ilk önce espri
yapıyor diye güler; sonra onu cehâletle suçlar ve en sonunda da 2+2’nin 4
olduğunda ısrâr edenleri, “fitne çıkarmak”la suçlayıp “terörist” îlan eder.
Modern
insan, acziyetinin farkında olmadan, “küçük dağları ben yarattım” havasında.
Modern
insan, alışkanlıklarının nesnesidir.
Modern
insan, ayakta durmaktansa sürünmeyi kabûl etmiş olan insandır.
Modern
insan, bir şeyin bilgisini, o şeyi kendisi zanneden insandır.
Modern
insan, daha çok yemek için daha çok çalışan insandır.
Modern
insan, değer-merkezli değil, yarar-merkezli düşünüyor ve eylemde bulunuyor.
Modern
insan, dîni; rûhu için değil, bedeni için kullanmak istiyor.
Modern
insan, doyan fakat “tatmin olmayan” varlıktır.
Modern
insan, Dünyâ’yı ıskalamamak için dîni ıskalayan kişidir.
Modern
insan, Evrim Teorisi’nin psikolojik dayatması ve modern telakki nedeniyle, eski
insanları çok ilkel görüyor.
Modern
insan, gözüyle gördüğüne iknâ olmuyor da, bir “uzman”ın(!) yorumuna ihtiyaç
duyuyor.
Modern
insan, günaha girmekten değil, günaha girememekten korkan insandır.
Modern
insan, haddini bilmeyen insandır.
Modern
insan, her-şeyi bildiğini ve bilebileceğini zanneden bir câhildir. Cehâlet
zâten budur.
Modern
insan, ihtirasları tarafından kuşatılmış durumdadır.
Modern
insan, îmandan kaçmak ve sorumluluktan kurtulmak için kendini paralıyor.
Modern
insan, insan görünümlü domuzdur.
Modern insan, kendini aslâ tatmin etmeyecek şeylerin peşinde
koşuyor.
Modern
insan, kendini kâinâtın sınırlarına ebedî olarak hapsetmiş varlıktır.
Modern
insan, kendisi ile savaştığı kadar şeytan ve tâğutlar ile savaşsaydı böyle
rezil bir durumda olmazdı.
Modern
insan, kimseye muhtâç olmak istemiyor; oysa “komşu komşunun külüne muhtaçtır”
atasözü vardır.
Modern
insan, maddenin etrâfında, maddenin parçacıklarından bile daha hızlı dönüyor.
Modern insan, modern hazları yaşayamamanın sıkıntısını çeken insandır.
Modern insan, modern kuralları din edinmiş
olan kişidir.
Modern
insan, târihte hiç olmayan seviyede “kendi yaptığına tapma şirki”ne düşmüştür.
Modern
insan; “değer bilinci” olmayan insandır. Olmazsa-olmaz olan bir değeri
bulunmadığı için, görüşlerinin sağlamasını yapacak bir dayanağı yoktur. Böylece
mecbûren nefsine göre düşünmekte ve yaşamaktadır.
Modern
insan; “haz alıyorum, o hâlde yaptığım doğrudur ve bu nedenle de haklıyım”
diyen insandır.
Modern
insana hiç-bir şey yetmiyor.
Modern
insanı hayâttan koparan şey “kâlp krizi”nden ziyâde, “kâlbî krizler”
yaşamasıdır.
Modern
insanın “fikir” zannettiği sözlerin çoğu, aslında “duygular” ve “vehimler”dir.
Modern
insanın boş zamânı yoktur. Modernizm ona boş zaman bırakmıyor ki.
Modern insanın bunalımı, “tanrılaşmaya kalkması”ndan
dolayıdır.
Modern
insanın değeri, putunun değeri kadardır.
Modern
insanın en iyi dostu(!), “Google”dir.
Modern insanın gözünü “para” bürümüş.
Modern insanın maddî ve mânevî sefâletinin nedenlerinden biri
de, “korneaları delen kibri”dir.
Modern insanın ve müslümanın en önemli özelliği, vicdânını
ve merhâmetini kaybetmiş olmasıdır.
Modern
insanın, Allah tarafından kendisine bahşedilmiş hünerini bağımsız bir şekilde
sergileme imkânı yoktur.
Modern
Kent
Modern
kent ve apartman bir dayatmadır.
Modern
kentin “apartman” denen betonları arasında “organik” beslenmek “doğallık”
değildir.
Modern
kentler “yaşanılan yerler” değil; insanların “orada bulunmak” zorunda olduğu
yerlerdir.
Modern
kentler insana göre değil, insanlar modern kentlere göre şekillendiriliyor.
Modern
kentler, “harbî yaşamlar”ın blôke edildiği, “yalandan yaşanılan” yerlerdir.
Modern kentler, “yaşanmışlık”ın yok edildiği merkezlerdir.
Modern kentler gün geçtikçe ruhsuzlaşıyor.
Modern kentler, Allah’ı hatırlamayı engelleyecek şeylerle
çevrilidir.
Modern kentler, antik kentlerin taklididirler.
Modern
kentler, günaha girmeden yaşanamayacak olan yerlerdir.
Modern
mîmaride, insanın “kendine has hüneri”ni ortaya koyması ya çok zor, yada
imkânsızdır.
Modern
Kur’ân Çalışmaları
Modern Kur’ân araştırmaları, “dananın
altında buzağı arama” faaliyetleridir.
Modern
Kur’ân çalışmaları, “arapça gramer dersleri”nden ibârettir.
Modern
Kur’ân çalışmaları, Kur’ân’ı “aklın nesnesi” durumuna düşürmektedir.
Modern
Kur’ân çalışmaları, Kur’ân’ı hayâta sokmama-merkezli çalışmalardır.
Modern
Kur’ân çalışmaları, mü’mince duruşu blôke ederek, kişinin statükoya
eklemlenmesine sebep oluyor.
Modern
Kur’ân çalışmaları, müslümanları Peygamber-sünnet düşmanı yapıyor.
Modern
Kur’ân okumaları ve dersleri, İslâm’ı modernize etme çalışmalarıdır.
Modern
Kur’ân okumaları, “teslîmiyetsiz” okumalardır.
Modern meâl ve tefsircilerin büyük çoğunluğunun kaynağı,
İslâm’ın kendi iç-dinamikleri değil, değişip duran modern-seküler
reel-politiktir.
Modern
Müslüman
Modern
müslüman (şimdiki zamânın müslümanı), kapitâlizmi meşrûlaştıran kişidir. Ona
karşı çıkmayarak ve destekleyerek.
Modern
müslüman entelektüellerin bize gösterdiği ve yapılmasını istediği İslâm-anlayışı
metodu, batı-merkezli bir metottur. Bahsettikleri metot İslâm’ın kendi
iç-dinamiğinden çıkmış bir metot değildir. Bu metot ile ne İslâm’ın iktidâr
olması mümkün, ne de bir zulmün sona ermesi. Kâfir bir metotla müslümanlık bir
yere varamaz.
Modern
müslüman ve anne-baba; “en iyi yatırımın çocuğa yapılan yatırım” olduğunu
söylüyor. Fakat bu yatırım, mîdesini alabildiğine şişirecek bir yatırımdır
onlara göre ki, böyle düşünmelerini sağlayan şey, mîdeleri patlarcasına şişmiş
olanların ortaya atmış olduğu bir fitnedir.
Modern
müslüman zannediyor ki Allah, aynen bu mevcut Dünyâ’yı hayâl ediyordu ve her
yönüyle aynen böyle bir Dünyâ inşâ etmelerini istiyordu insanlardan. Şimdi
böyle bir Dünyâ bulunduğuna göre Allah çok memnun ve râzı bu durumdan.
Modern
müslüman, “çok” olanın “doğru” olduğunu zanneden ahmak kişidir.
Modern
müslüman, “dînine ihânet eden” kişidir.
Modern
müslüman, “dîniyle değil, partisiyle iftihar eden” kişidir.
Modern
müslüman, “gözü açılmış” fakat gönlü/kâlbi kararmış/körelmiş kişidir.
Modern
müslüman, cennette yaşadığını zannediyor.
Modern müslüman, dîni, spekülatif bir çalışma alanından
ibâret görüyor.
Modern
müslüman, İslâm ile değil, İslâm’laştırılan ile meşgûldür.
Modern
müslüman, keyfine tapan kişidir.
Modern
müslüman, koşulların yönlendirdiği kişidir. Hâlbuki bir müslümanın, Kur’ân’a
göre yaşaması gerekir.
Modern
müslüman, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal boyutuna iknâ olmadığı için,
modern-lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist sistemlerin sosyâl ve siyâsal
boyutuna îman etmektedir.
Modern
müslüman, papaz tarafından değil ama, imam tarafından “vaftiz” olmaya râzı olan
müslümandır.
Modern
müslümanın düşünce-şekli ve tarzı, modernizmin düşünce-şekli ve tarzıdır. Bu düşünce-şekli
aslında çok kısır ve dardır. Hâlbuki İslâm düşüncesi velûddur. Müslümanlar bu
düşünce yerine modernist kısır düşünceye göre düşünmekle kendilerine yazık
ettiler/ediyorlar.
Modern
müslümanın en büyük sorunu, “îman” ile “itaat”i ayırmasıdır. Îman ettiğini
söylüyor ama itaat etmiyor.
Modern müslümanın İslâm’a bağlılığı, benimsediği hayat-tarzına
dokunulduğu yerde bitiyor.
Modern
müslümanın sorunu şu; “İslâmî yaşam-tarzı”na göre mi, “yoksa küresel yahudi
yaşam-tarzı”na göre mi yaşayacak.. İkisi birlikte sırıtıyor çünkü.
Modern
müslümanın yeni âmentüsü: “Zaman sana uymuyorsa, sen zamâna uy” sözüdür.
Modern
müslümanlar “İslâm’da reform” sözünden, “batı’lılaşmaya sıkı-sıkıya bağlı
olma”yı anlıyorlar.
Modern
müslümanlar artık, “yorumlanmamış Kur’ân”a inanmıyorlar.
Modern
müslümanlar İslâm’a bir “dâvâ” olarak bakmıyorlar. Bu nedenle de İslâm için bir
fedâkârlıkta bulunmadıkları gibi, bunu düşünemiyorlar bile.
Modern
müslümanlar, “Allah’ı râzı etme”yi bırakıp, “şeytanın gönlünü yapma”nın peşine
düştüler.
Modern
müslümanlar, “dikey İslâm”dan vazgeçip, “yatay İslâm”a râzı” olmuşlardır.
Modern müslümanlar, “düzeltmek” için, hiç-bir şeyi
kırıp-dökmeden, hiç gürültü-patırtı yapmadan bir düzeltmenin olabileceğini
zannediyorlar. Oysa insanlık-târihinde sessiz-sedâsız yapılmış bir “düzeltme”
örneği yoktur.
Modern
müslümanlar, “geri kalmışlık sendromu”na tutulmuşlardır.
Modern
müslümanlar, “görünmeyen İslâm”a müptelâ olmuşken, “görünen İslâm”a düşman
olmuş durumdadır.
Modern
müslümanlar, “Kur’ân’ı anlayarak okuyacağız” diye Kur’ân’ın büyüsünü bozdular.
Modern
müslümanlar, “Rabbim Allah’tır” demenin ne olduğunu bilmiyor.
Modern
müslümanlar, îtikatta Kur’ân’a bağlı olduğunu söylerlerken, amelde demokrasiye
göre hareket ediyorlar.
Modern
müslümanlar, Kur’ân’ı, “sorumluluğunu almadan” okuyorlar.
Modern
müslümanlar, Kur’ân’ın modern çağ da dâhil tüm zamanlarda bağlayıcı olduğu
hakîkatini değiştirmek için kendilerini paralıyorlar.
Modern
müslümanlar, küresel tâğutlarla paralel olarak, İslâm’ı “kâğıt üzerinde” seviyorlar.
Modern
müslümanlar, modern paradigmaya uygun olmayan İslâmî düşünceyi, aşırı yoruma tâbi
tutup değiştirmeden kabûl edemiyor.
Modern müslümanlar; Dünyâ’nın
ahlâkî, sosyâl, âilevî, ilmî, insânî, tıbbî, ekolojik vs. çöküntülerine rağmen,
-görece- ekonomik ve maddî ilerlemeyi, “İslâm’ın ilerlemesi” zannediyor.
Modern müslümanlara “Allah rızâsı için” bir şey yapmak,
“bedâva iş” olarak görülüyor.
Modern
müslümanların ilmî çalışmaları, batı’nın “din tekâmül ve terakkiye mânidir”
düşüncesine yapılmış şerhlerden ibârettir.
Modern müslümanların İslâm’ı anlama(ma) yolundaki ana
problemi; 23 yıllık yaşanmışlığı, vahyin indiği toplumun sosyo-kültürel
yapısını ve târihi ortamı yok saymasıdır.
Modern
müslümanların İslâmî çalışma metodları, oryantâlistlerin çalışma metodlarıyla
paraleldir.
Modern
müslümanların Peygamber tasavvuru, batı’lı-oryantalistlerin Peygamber
tasavvuruyla örtüşüyor.
Modern
müslümanlık(!), “sünnet”i yok sayarak her-şeye “eyvallah” diyen “soyut bir
İslâm”ın peşinden gidiyor.
Modern
müslümanlık; “dostlar alış-verişte görsün” tarzındadır.
Modern
müslümanlıkta, “Peygamber’i ne kadar etkisizleştirirsem, o kadar ‘iyi müslüman’
olurum” ahmaklığı var.
Modern
Tıp
Modern
tıbbın geçirdiği bir “kronik hastalık” yoktur, fakat “geçirdiği” bir-çok hastalık
vardır.
Modern tıp ve hastâneler, hastalardan ziyâde, tıp personeline
ve tıbbi cihaz teknolojisine hizmet ediyor.
Modern tıp, “hasta” ile değil, “hastalık” ile ilgileniyor.
“Hasta” değil, “laboratuvar sonuçları” tedâvi ediliyor.
Modern
tıp, “hastalığa karşı hastalık” üretme bilimidir.
Modern tıp, “sağ kalma”yı sağlasa da, “sağlıklı olma”yı
sağlayamıyor.
Modern tıp, “sanâyileşmiş tıp”tır.
Modern tıp, doktorları “tıbbî
sekreter”lere dönüştürdü.
Modern
tıp, modern tıbba olan ihtiyâcı arttırıyor.
Modern Zamanlar
Modern zamanda aşırı öne çıkarılan sevgi, bencil bir
sevgidir. Bu nedenle de sağlam olmuyor. Ölene kadar sürecek olan “sevgi”ler,
bedeli ödenen sevgilerdir.
Modern
zamanlarda çok fazla kullanılan “yapacak bir şey yok” sözü hem yanlıştır hem de
samîmi-ciddî bir söz değildir. Yapacak bir-çok şey var fakat yapacak kişi/adam
yok.
Modern zamanlarda hasta olmak, “insanların hastâneler
tarafından yönetilmeye başlaması” demektir.
Modern
zamanlarda ilim-bilim denilen şey, kabûl edilen ve ettirilen şeydir.
Modern zamanlarda müslümanları en çok engelleyen şey “ne
yapmalı?” sorusudur. Peygamber kıssaları ve “sünnet” ortadayken ve en ince
ayrıntısına kadar biliniyorken “ne yapmalı” sorusunu sormak, gayr-ı ciddî bir
soru olsa gerek. “Ne yapmalı” sorusuna “muhteşem bir cevap” almayı mı
bekliyorsunuz?..
Modern zamanlarda müslümanların yapması gereken en önemli
şey, “okçular tepesi”ni terk etmemektir.
Modern zamanlarda ortaya çıkmış
sapkınlıklar, “İslâm’ı çağa taşımak” olarak gösteriliyor.
Modern
zamanlarda şeytanın sürekli bir ağrısı oluyor. İnsanların yaptıklarına
bakarken, gülmekten oluşan karın ağrısı.
Modern
zamanlardaki kölelik, eski köleliklerden bin beter. Çünkü eski kölelik sâdece
bir kişiye ya da şeye yapılırken, şimdiki kölelik herkese ve her-şeye yapılan
köleliktir.
Modern
zamanların İslâm âlimleri(!), “nebîlerin vârisleri” değildirler.
Modern
zamanların kültürlü insan tanımı: Tüketim ürünlerini en iyi tanıyan insan.
Modern
Bilim
Modern-bilim
modern meâl ve tefsircilerin ümüğüne çökmüş ve müthiş bir baskı uygulamaktadır.
Modernizme uygun meâl-tefsir yapmadıklarında gırtlaklarını sıkıverecekler.
Modern-bilim,
“dananın altında buzağı arama” eylemidir.
Modern-bilim,
“dîne karşı din”dir.
Modern-bilim,
“doğal bilim”in ifsâd edilmiş şeklidir.
Modern-bilim,
“yüksek teknoloji” ile uğraşacağına “yüksek tansiyon” ile uğraşsa insanlar daha
mutlu olurdu.
Modern-bilim,
faydadan çok hazza dönüktür.
Modern-bilim, teorilerini “göz-ardı ettikleri” üzerinden
kurar.
Modern-bilim,
yeni ve modern tanrılar arama ve ortaya koyma sistemidir.
Modern-bilime göre bilim, “yanlışlanabilir olan”dır. Her-şey
yanlışlanabilir. Buna, Dünyâ’nın yuvarlak oluşu ve döndüğü de dâhildir.
Mûcize
Felsefe târihi; filozofların “bir mûcize olarak” yaratılmış
olan varlığı net olarak açıklayamayınca, (çünkü en doğrusunu sâdece Allah
bilir) varlığı ya “mutlak varlık” olarak görmeleri, yada varlığı yok
saymalarının târihidir.
Mûcize
de Allah’ın bir yasasıdır. Bu yasanın nasıllığı sâdece Allah’a mâlûmdur.
Mûcizelerin
nasıllığı bilinemez
Mûcizenin
belgesi olmaz.
Muhâfazakârlık
Muhâfazakâr
demokrasi; “bir sene sen bizim ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına
tapalım” anlaşmasıdır.
Muhâfazakâr
İslâmcılar/İslâmcılık ile Siyâsal İslâmcılar/İslâmcılığı ayırmak gerekir.
Muhâfazakâr İslâmcılar “Siyâsal İslâmcılar” değildir. Muhâfazakâr İslâmcılar,
lâik-demokratik-milliyetçi siyâsetçiler ve onların destekçileridir.
Muhâfazakâr İslâmcılık,
“İslâmcılık” değildir. O, İslâm’dan sapmış bir münâfıklıktır.
Muhâfazakârların
bu kadar destek görmesinin nedeni, vahiy-merkezli dîni değil, “uydurulmuş dîn”i
temsil etmesindendir.
Muhâfazakârlarla
lâiklerin buluştuğu yer, “batı-merkezli tasavvur, düşünce, refah ve eylem
şekli”dir.
Mutluluk
Mutlu
âilenin formulü: Kadınlar erkekler karşısında “haddini” bilecek; erkekler de “emânet”e
(kadın) ihânet etmeyecek.
Mutlu
olmak için mücâdele etmekle mutluluğa ulaşılamaz; mücâdele sürecinin kendisi
mutluluk kaynağıdır mü’minler için. Bu nedenle mü’minler; “nasıl mutlu
olabilirim”in değil; “nasıl mücâhede-mücâdele edebilirim”in derdine
düşmelidirler.
Mutluluk bir amaç-hedef değil, bir sonuçtur. Amaç ve hedef,
Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın rızâsını kazananlar mutlu olurlar.
Mutluluk
bir hedef değil, sonuçtur.
Mü’min
Hem
mü’min olup hem de her-şeyin yolunda gitmesi mümkün değildir.
Mîrâcı
kabûl etmeyenler, “namazlarını mü’mince kılmıyorlar” demektir. Zîrâ namaz mü’minin
mîrâcıdır.
Mü’min “vahye aykırı olan çağa ayak uyduramayan kişi”dir.
Mü’min
can derdinde, müslüman mal derdinde.
Mü’min mücâdele etmez, mücâhede eder.
Mü’min
olmak için “Allah’ı kabûl etmek” yetmez, Allah’ı kabûl ettikten sonra “tâğutu
reddetmek” de gerekir.
Mü’min,
biraz telaşlı olandır: Hakkı bir-an önce hâkim kılma telâşı. Bu telaş onu dik
ve diri tutar. Bâtılı hak kılmak isteyenler ise, uykuya dönmek için
sabırsızlanan bir uyuşma içindedirler.
Mü’min,
canının istediği gibi yaşamayan-yaşayamayan kişidir.
Mü’min,
karamsar olamaz, olmamalıdır da. Mü’min mutludur fakat bu mutluluk, Dünyâ’nın
mevcut genel kötü durumundan dolayı “buruk bir mutluluk”tur.
Mü’min,
seküler modern sistemde yaşamayı zûl kabûl eden kişidir.
Mü’minin
değeri, İslâm’a hizmeti kadardır.
Mü’minin
görevi, soyutta yok olması ve yok sayılması mümkün olmayan Allah’ın,
yasalarıyla ve yaratımlarıyla Dünyâ’da/kâinatta somut hâlde görünmesini
sağlamaktır.
Mü’minler
kendi haklarını savunduktan sonra mü’min kardeşlerinin de hakkını da
savunmadıkça, İslâm toplumu oluşamaz.
Mü’minler,
Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar.
Mü’minleri bağlamışlar, tâğutları salmışlar.
Mü’minliğin
özelliklerinden biri de, Dünyâ’nın onu “kesmemesi”dir. Mü’min ancak cennet ile
tatmin bulur.
Para,
“adanmış” mü’minlerin dışında, kişilerin düşüncelerini değiştirip
şekillendirir. (Paraya göre düşünmek).
Tabiat,
“şuursuz mü’min”dir. Dolayısı ile tabiat, “müslümanın mü’min kardeşi”dir. Bu
nedenle ona zulmetmesi söz-konusu bile olamaz.
Tutuklanmaya/eziyet
edilmeye/öldürülmeye değer yazılar yazmak mü’min için bir şereftir.
Müslümanlık
Ahzâb
56, Allah ve melekleri Peygamber’i destekliyorlar da (salat), müslümanlar niye
desteklemiyor.
Amerika’nın
keşfini yada göçünü başlatan şey, Müslüman-Türk korkusu idi.
Araştırmalara
göre müslümanların dîne olan bağlılıkları artıyor. Lâkin bu bağlılık, ılımlı,
demokratik, modern bağlılık olduğu için “sorunlu bir bağlılık”tır.
Ben
sizin bildiğiniz müslümanlardan değilim.
Bir
müslüman bir kâfire tek bir kurşun bile sıkmadan bu Dünyâ’dan giderse, bu,
zarârına bir gidiştir. Hadi kâfire sıkmadınız; bâri zâlime sıkın!.
Bir
müslümanın diğer bir müslümana “siz” demesi çok samîmiyetsiz bir hitâp-şeklidir.
Ey
“ucundan-kıyısından” müslüman olanlar!; “tepeden-tırnağa” müslüman olunuz.
Ey
müslüman! Sevdiklerinden fedâ etmedikçe hiç-bir şeyi değiştiremez ve
düzeltemezsin.
Ey
müslümanlar!. Müslümanlık provalarını bırakın da müslüman olun.
Gevura
gevur demenin yasaklandığı târih, Türklerin-Müslümanların Dünyâ-târihinden çekildiği
târihtir.
Hiç
ayrıntıya girmeden söyleyeyim; yılbaşı kutlamak müslümanlığa uygun değildir.
Hz.
Mûsa müslümandı, Peygamberimiz de müslümandır. Tüm peygamberler müslümandır.
Onun ümmeti olduğumuz için biz de müslümanız. Başta peygamberler olmak üzere
tüm müslümanların her devirde 4 düşmanı olmuştur: Firavun (kral), Haman
(başbakan), Kârun (sermâyedar), Samîri (din işleri).. İşte müslümanların bu
düşmanları etkisiz hâle getirmesi “farz-ı ayn”dır.
Ilımlı
müslümanlar!, “sınırlı müslümanlar”dır.
İki
çeşit müslüman vardır: “Doğuştan müslüman”, “sonradan müslüman”. “Sonradan
müslüman”lar, “doğuştan müslüman”lardan daha samîmi oluyor.
İki
çeşit müslüman vardır: 1-Dindar müslüman/mü’min. 2-Kültürel müslüman.
İki
tür müslüman vardır: İlme (vahye) göre konuşan; zannına (zannetmesine) göre
konuşan.
Kevnî
âyetler olan tabiatı sınırsızca yorumlayarak değişikliğe uğratanları alkışlayan
müslümanlar; vahyin âyetlerini de aynı sürece sokmaktan kaçınmazlar.
Kızların
baş-örtülü olarak okula gidememesi bir sorun olarak gösteriliyor. Asıl sorun,
müslüman çocukların, pozitivist-seküler sistemle çalışan okullara
gitmeleridir.
Kişi,
“müslüman olarak” zulme boyun eğemez.
Kişinin
müslümanlığının derecesi yada müslümanlıkla arasındaki mesâfe, Ramazan ayında
açığa çıkar-çıkıyor.
Kullanılan
internet, “sınırsız internet paketi” olsa da, müslümanlar, interneti “sınırsız”
kullan(a)mazlar.
Kureyş’liler,
müslümanların dinlerini evlerinde yaşamalarına ses çıkarmıyorlardı. Yeter ki
kamusal alanda uygulamasınlardı.
Mekke
müşrikleri kelime-i tevhidi, şimdiki müslümanlardan daha iyi anlamışlardı. Hem
de ânında.
Müslüman
bir ülkenin NATO’da bulunması şerefsizliktir.
Müslüman
demek, “muhâlefet eden” demektir. Zîrâ İslâm, Allah-merkezli olmayan Dünyâ’ya
muhâlefet için gelmiştir. Fakat bu, günümüzde tersine çevrildi ve müslümanın
tanımı; “etliye-sütlüye karışmayan” anlamına (ç)evrildi. Muhâlefet eden
müslümana ise “terörist” denmeye başlandı.
Müslüman
doğmakla müslüman olmak aynı şey değildir.
Müslüman
için meşrûluğun dayanağı “genel çoğunluk” değil, vahiy ve vahyin örnekliğini en
iyi gösteren sünnettir.
Müslüman
olarak “mevcut sistem” içinde bir şeyler yapmaktansa, hiç-bir şey yapmamak daha
iyidir.
Müslüman
olarak neyi yapamıyorsun?, neye engel var? sorusu, İslâm’ı, 5 farz ile
sınırlandırmak anlamına gelir.
Müslüman
olduğunu söylediği hâlde, namaz kılmayan, oruç tutmayan, başörtüsü takmayan vs.
kimseler dinden çıkmaz; “dîne girmemiş” olurlar.
Müslüman
olmak artı bir şey katmıyorsa, o müslümanlığı gözden geçirmek gerekir.
Müslüman
olmak, “biraz ‘deli’ olmak”tır.
Müslüman
olup da İslâmî anlamda amel-eylem ortaya koy(a)mayanların, bugün ölmesiyle 40
yıl sonra ölmesi arasında nasıl bir fark olur ki?.
Müslüman
ülkelerdeki demokrasi savunusu, “özür dilemeci” bir tavırdır.
Müslüman ve gayri-müslim mazlumların, “arkasında duracak”
değil, “yanında olacak” adamlar lâzım. Zîrâ “arkada duranlar”a pek de
güvenilmez.
Müslüman,
bir delikten iki kere ısırılmaz. Fakat “seküler siyâset” yüzünden aynı delikten
onlarca kez ısırılmakta.
Müslüman,
değerlendirmelerini “güncel” üzerinden değil, Kur’ân üzerinden yapan kişidir.
Çünkü güncel olan, günü-birlik olandır. Kur’ân ise bir hayat kitabıdır, hayâtın
her zerresine-noktasına dokunan..
Müslüman,
rahat uyuyamayan kişidir. Bu bağlamda uyku, bir îman ölçüsüdür.
Müslüman,
Ramazan’da belli olur. Oruç ve zekat ile. Çünkü din, ferâgattir.
Müslüman;
kâlbinde “kerîm hedefler”e yönelik ajandaları olan kişidir.
Müslümanım
diyenin “üst kimliği” İslâm’dır, millî kimlik sonra gelir.
Müslümanım
diyor fakat, “İslâm’a göre” değil de “seküler sisteme göre” yiyor-içiyor,
giyinip-kuşanıyor, düşünüp-konuşuyor. Yâni amelini-eylemini-söylemini seküler
sistem belirliyor.
Müslümanın
en sıkı tâkip ettiği kişi Peygamberimiz olmalıdır.
Müslümanın
gerçek vazîfesi devlet kurmak değil, medeniyet kurmaktır. Çünkü devlet yıkılır gider
ama medeniyet kolay-kolay yıkılmaz. Lâkin bu medeniyet de devlet kurulmadan
kurulamıyor. Devleti, medeniyeti kurmak için kurmalıyız. Medeniyeti kurmak için
buna mecbûruz.
Müslümanın
gündemini güncel olan değil, vahiy belirler.
Müslümanın
hedefi “modern” olmak değil, “medenî” olmak olmalıdır.
Müslümanın
jimnastiği namaz, perhizi oruçtur.
Müslümanın
tâtil yeri cennettir.
Müslümanlar “sivil” olamazlar. İslâm ve
“sivillik” bir-arada bulunamaz.
Müslümanlar
arasında anlaşmazlığın ve tefrikanın çıkmasının bir nedeni de; âyetleri idrâk
etmede Kur’ân bütünselliğine bakılmayıp, âyetleri “Mekke’ye göre” yada “Medîne’ye
göre” yorumlamaktır.
Müslümanlar
çok bilen, çok konuşan ama hiç “yapmayan” insanlar olup çıktı.
Müslümanlar
Dünyâ’nın “şamar-oğlanları” değildirler.
Müslümanlar
hakîki müslüman olamayınca, sûni milliyetçiliklerle teselli buluyorlar.
Müslümanlar
için dayatılan modern kıyâfet-şekli, “hasar görmüş” kıyâfet-şeklidir.
Müslümanlar
içinde, “resûlün tebliğine uyarız ama örnekliğine uymayız” diyen ahmaklar var.
Müslümanlar
içinden “kelleyi koltuğa alacak” bir topluluk çıkmadıkça, değişen bir şey
olmayacaktır.
Müslümanlar
Kur’ân’a bakarak hayâtı yorumlamıyor ve düzenlemiyorlar; mevcut hayâta,
konjonktüre bakarak Kur’ân’ı yorumluyorlar ve ona göre eylemde
bulunuyorlar. Ellerinde Kur’ân olmasına
rağmen düşüncelerini ve eylemlerini Kur’ân değil, konjonktür belirliyor.
Eylemlerini ekonomileri belirliyor; partileri belirliyor; üstadları belirliyor;
malları-mülkleri, sevdikleri, işleri vs.
vs. belirliyor. İşte şirk budur!.
Müslümanlar
Kur’ân’ı okuyor fakat yorumunu İslâm’ın kendi iç-dinamikleri yerine modern-seküler
sisteme göre yapıyorlar. Böylece seküler-modern sistem eleştirisi yerine bu
sisteme bağlılık ve bağımlılık ortaya çıkıyor.
Müslümanlar
medeniyet sürecinde karşılaştıkları kültürleri İslâm’laştırmışlardır. Fakat bu,
İslâm’ın ana-prensibi değildir. İslâm’ın potansiyel olarak kendine has (özgün)
bir kültürü vardır.
Müslümanlar
post-modernite ile birlikte, İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden
vazgeçerek, batı-merkezli, kişisel gelişim ve mutluluk (haz) odaklı bireysel
amaçları ve rahatlığı seçtiler.
Müslümanlar seküler modern yollarda patinaj yaparak “geri”
kalıyor.
Müslümanlar
târih boyunca bir-çok kez kuşatılmaya uğramışlardı. Fakat hiç-bir zaman,
“modern kuşatma” altındayken olduğu gibi, İslâm’a güvenleri kaybolmamıştı.
Müslümanlar! İslâm’ı beşerî ideolojilerle kıyaslıyorlar ve ne
ilginçtir ki sonuçta beşerî ideolojileri tercih ediyorlar.
Müslümanlar(!)
müslümanlaşmadıkça, “müslümanca değişimler” olmayacaktır.
Müslümanlar(!),
sıkıntıyla ve üşengeçlikle kıldıkları namaza ve ekşi bir suratla tuttukları
oruca “fit” olmuş durumdadırlar.
Müslümanlar(!);
bir zamanlar “küfür, şirk ve zulüm” olarak gördükleri
“lâik-seküler-modern-demokratik” sistemleri, artık “kazanım” olarak
görmektedirler.
Müslümanlar,
“birilerine” karşı; müslüman oldukları için neredeyse özür dileyecekler.
Müslümanlar,
“dil”i (söz), “el”e (eylem) üstün tutuyorlar. “Dil” ve “el” birliği olmadıkça
samîmiyet ve ciddiyet ispatlanamaz.
Müslümanlar,
“meyve vermeyen ağaç”a benziyor.
Müslümanlar, “moderniteyle olan imtihan”ı kaybetmektedirler.
Müslümanlar,
demokrasiyi, “Allah’a karşı yapılmış bir küstahlık” olarak görene kadar “düzlüğe”
çıkamayacaklardır.
Müslümanlar,
Dünyâ’yı öz hâline çevirip kutsallığını açığa çıkarmakla mükelleftirler. Bu,
hem insanın aslına uygun olarak değiştirilmesi, hem de mekânın İslâm’a uygun
olarak inşâ edilmesiyle olabilir ancak. Allah özünde bu şekilde yaratmıştır
insanı ve Dünyâ’yı çünkü.
Müslümanlar,
her-şey normâlmiş gibi davranıyorlar.
Müslümanlar,
kardeşlerine karşı ne doğru-düzgün kardeşlik yapıyor, ne de düşmanlarına karşı
doğru-düzgün düşmanlık yapıyor.
Müslümanlar,
kendilerine yapılan zulümlere karşılık verince “terörist” îlan ediliyor.
Müslümanlar,
Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve Kur’ân’ı zihinlere
hapsediyorlar.
Müslümanlar, sanki İslâm sâdece Mekke’ymiş de Medîne hiç
yaşanmamış gibi düşünüp konuşuyor ve amel-eylemde bulunuyorlar.
Müslümanlar,
seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik sisteme eleştiri ve îtirâz etmeye cesâret
edemeyince, onu onaylamak zorunda kaldılar.
Müslümanlar,
takvâdan vazgeçip hazza kapıldılar. Bu durum “târihin sonu” anlamına gelir.
Müslümanlar;
“aşırı yüceltmeci peygamber” ve “indirgemeci peygamber” anlayışı arasında
sıkışıp kalmışlardır.
Müslümanlar;
söz, amel ve eylemden çekinir hâle geldi. “On numara bireysel müslüman” olduk
gâri..
Müslümanlarda
son 150 yıldır gündemde olan; bilgi-kalkınma-teknoloji-ilerleme gibi söylemler,
hristiyan batı-dünyâsı bunlara sâhip olduğu içindir. Yoksa İslâm’da bunlar
öncel konular değildir.
Müslümanları
“perişân” duruma düşüren şey dinleri değil, “zulümden geçinenlerin
dinsizliği”dir.
Müslümanları
İslâmî anlamda harekete geçirmek için onlarca, yüzlerce ve hattâ binlerce
yazılar yazılıyor. Hem de bu yazıların bir-çoğu hârika ifâdeler içeren yazılar.
Fakat buna rağmen ortada somut bir şey yok. Bir-türlü Ülke ve Dünyâ çapında
dikkat çekecek amel ve eylemlerde bulunamıyoruz. Somut bir hareket ortaya
konulamadığı için, bir-süre sonra bu güzel yazılar, mevcudu-zulmü
normâlleştirmeye başlayacaktır mâzallah. Demek istediğim; sorun güzel yazılar
yazamamak, yâni birilerine bir şeyleri anlatamamak değil, “hakkı ortaya
koyamamak”tır. Bunun nedeni ise “anlama-anlatma sorunu” değil, “îman sorunu”dur
maalesef. O hâlde îmanlarımızı arttırmanın yoluna koyulmalıyız. Îmanların
artması ise, amel-eylem ortaya koymakla olur. Îman ise daha çok da meydanda, “cihad
meydanı”nda artar: “Onlar, kendilerine
insanlar: ‘Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun’ dedikleri
hâlde îmanları artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ diyenlerdir”
(Âl-i İmran 173).
Müslümanları
ve Osmanlı’yı “Dünyâ’nın agası” yapan İslâm’ın, modernizm ile birlikte
“geriliğin nedeni” olarak görülmesi, ağır bir çelişki değilse, ağır bir
sapmadır.
Müslümanların
“gelmiş” oldukları yer, “ulaşmış” oldukları yer değildir.
Müslümanların
“mânevî bağışıklık sistemleri (takvâları)” zayıfladı ve çökmeye yüz tuttu.
Müslümanların
“niyeti” yok.
Müslümanların
“Yunan felsefesi”ni almalarına rağmen “Yunan mitolojisi”ni almamalarının
nedeni, masalın değil, ilmin peşinde olmalarıydı.
Müslümanların 2 hezayanından biri, bin yıllık İslâm
Medeniyetini yok saymak; diğeri ise, 200 yıllık moderniteye meftûn
olmaktır.
Müslümanların
30 yıllık çalışmalarının sonunda ulaştıkları yer, liberâl demokrasi ve Ak Parti
oldu. Bu sonucu “İslâm’ın başarısı” olarak görüyorlar.
Müslümanların ana sorunu, Kur’ân’ı; sosyâl, kültürel,
ekonomik ve siyâl alandan kopuk bir bakış-açısıyla okumalarıdır.
Müslümanların ana-sorunu, İslâm’ın ne olup-olmadığını net bir
şekilde dile getir(e)memeleridir.
Müslümanların
anlamak ve yerine getirmek istemediği şey şudur: Eğer müslümanım diyorsanız ve
bilginiz arttıkça hayâtınız da mü’mince değişmelidir.
Müslümanların
batı karşısındaki derin kompleksinin nedeni, İslâm Medeniyeti’nin câhili ve
dolayısıyla inkârcısı olmalarıdır.
Müslümanların
büyük çoğunluğu, “teoride müslüman”dırlar.
Müslümanların
çâresizliği, “öğrenilmiş-öğretilmiş çâresizlik”tir.
Müslümanların
çoğu, İslâm’ı değil, “İslâm Târihi”ni din edinmişler ve İslâm Dîni’ne değil,
İslâm Târihi’ne uyuyorlar.
Müslümanların
demokrasiye bağlanma süreci, “İslâm’ın devlet talebi” olmadığı zannı ile
başlamıştır.
Müslümanların demokrasiye râzı edilmesi; “ölümü gösterip
sıtmaya râzı etme”nin diğer adıdır.
Müslümanların
demokrasiye yönelmeleri, “vahyin dışında bir kılavuz kabûl etmeleri” demektir.
Müslümanların
en büyük yanlışlarından biri de; “ancak siyâsetle çözülebilecek” olan şeyleri,
eğitim-öğretim ile çözebileceklerini zannetmeleridir.
Müslümanların
en câhil olduğu konu, şirk-küfür-tevhid konusudur.
Müslümanların günümüzdeki temel sorunu, “uygulanan bir fıkıh”larının
olmayışıdır.
Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, “güzel
örneklik”in sergilendiği zamâna (1.400 yıl) kadar giden “gericilik”i bırakıp;
seküler-küresel tâğutların ortaya çıkarıp koyduğu “ilericilik”e meyletmiş
olmalarıdır. Hâlbuki ilericilik bir vehimdir (kuruntu), gericilik ise, sonsuza
kadar “güzel bir örnekliği” muhâfaza eder.
Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, uydurma rivâyetlere
kapılmaktan ziyâde, Kur’ân’a ve “güzel örneklik”e sıkı-sıkıya sarılmamalarıdır.
Kur’ân’a ve “güzel örneklik”e sıkıca sarılmadıkları için, müslümanların mevcut
kötü durumunun nedeni olarak, “külliyatların zırvalıklarla ve uydurmalarla dolu
olmasını” gösteriyorlar. Hak ortaya konamadığında, bâtılın hâkimiyeti devâm
edecektir.
Müslümanların
hedefi, “Allah’ın ipi” ile “hârika bir kumaş dokumak”tır.
Müslümanların
hedefi, hristiyan-dünyâ gibi olmak değildir, olmamalıdır.
Müslümanların
her biri bir Luther olmuş, îman ve amel arasını açmakla uğraşıyor.
Müslümanların
ilmî çalışmaları gerçekten işe yarıyor mu, yoksa yaptıkları şey “delik kaba su
doldurmak” mıdır?.
Müslümanların
İslâm ile ilişkileri “uzaktan-uzağa” olduğu için, onu hakkıyla idrâk
edemiyorlar ve hakkıyla yaşayamıyorlar.
Müslümanların
İslâmî bir hareketi düşünmemeleri ve buna yönelik eylemde bulunmamaları, Dünyâ
ile iyice tatmin olmalarından, yada Dünyâ ile tatmin olmak istemelerindendir.
Müslümanların İslâm-merkezli bir düşünceleri yok. Parti yada
cemaat-merkezli düşünceleri var, fakat bu kısır düşüncelerle de doğru bir
değerlendirme yapamıyorlar. Sonuçta da etkili bir düşünce ve eylem içerisinde
olamıyorlar.
Müslümanların
kanı Dünyâ’nın farklı yerlerinde akarken ve onlara zulmedilirken, hiç-bir
müslümanın “kâlbi temiz” olamaz.
Müslümanların modern İslâm algısı, amel ve eylemden kopuk
bir şekilde; geleneği eleştirmek, hadisleri-sünneti tümden reddetmek, “sâdece
vahiy” demektir.
Müslümanların
niyeti “niyet” değil.
Müslümanların perişân hâllerinin
sebebi, “Mekke’den Medîne’ye” hicret edemeyişlerindendir. Bir-türlü Mekke’den
çıkamıyorlar.
Müslümanların
Peygamber tasavvuru bozuldu. Bir kesim Peygamber’i “her-şey” yaparken, diğer
kesim ise “hiç”leştirdi.
Müslümanların
son 150 yılı, yağmurdan kaçarken doluya tutulma târihidir.
Müslümanların
sorunu, Şeytan taşlamayı yapmamak ve terk etmektir. Her türlü çirkef, Şeytan’ı
taşlamamanın eseridir.
Müslümanların
tasavvufa destek vermesi, İslâm’a yapılan bir ihânettir.
Müslümanların
trajedilerinin sebebi, vahyi, kendi iç-dinamikleri yerine moderniteye uygun
olarak anlamaya çalışmalarıdır.
Müslümanların
yapması gereken şey “Allah’ta birleşme” (vahdet-i vücud) değil; “Dünyâ’da
birleşme” (ümmet) dir.
Müslümanların!
ciddî bir “İslâmlaşma”ya ihtiyâcı var.
Müslümanların,
“melekleşmek” gibi bir sorumlulukları yoktur.
Müslümanlarla
İslâm arasındaki uyumsuzluğun ne kadar derinleştiğinin en iyi göstergesi, müslümanların
ekonomik ve ticâri faaliyetleridir.
Müslümanlığı
seçmek, Dünyâ’dan ziyâde “cenneti seçmek” demektir.
Müslümanlık;
“müslümanca yaşamak” demektir; “müslümanların arasında bulunmak” demek değil.
Ne, çok okuma-yazma, ne, çok ibâdet.. Müslümanın en
değerlisi, en ciddî olanıdır.
Ortalık, kendisini müslüman, başkasını kâfir görenlerle
doldu.
Tutarlı
müslümanlık, “seküler sisteme çomak sokmak” demektir.
Yahudiler, “yahudileşen müslümanlar”dır.
Yarı-müslümanlık
diye bir şey yoktur, olamaz.
Yılbaşına
müdâhil oluyor; sevgililer gününe müdâhil oluyor; doğum günlerine müdâhil
oluyor; anneler-babalar gününe müdâhil oluyor; millî bayramlara müdâhil oluyor;
tuttuğu takımın şampiyonluğuna müdâhil oluyor; dînî bayramlara da müdâhil
oluyor; fakat Ramazan’a müdâhil olmuyor… Üstelik bu kişi müslüman(!).
Müşriklik
Bütün Dünyâ eksiksiz bir-araya gelip Allah’ın kânunlarına
aykırı bir kânun ortaya koysa, o kânun yine de küfürdür, şirktir. O kânunu
koyanlar da müşrik, kâfir, fâsık, zâlim ve câhildir.
Müşrik
Mekke’de “Dâru’n Nedve” ne ise, modern dünyâda “parlamento” odur. Ortak
prensip, “Allah’ı işe karıştırmamak”tır.
Müşrikler
Allah’tan başka edindikleri aracıları aslında Allah’ın önüne geçirmektedirler.
Günümüz müşrikleri de, Allah’ın kitabı olan Kur’ân varken, aracı yaptıklarının
kitaplarını öne geçirirler, Allah’ın kitabını ise geriye atarlar.
Müşrikler
tüm zamanlarda, ilahlarını reddedenlere gıcık olmuşlardır. Bu şimdi de aynıdır.
Müşriklerin
müşrik olduklarını kabûl etmemelerinin nedeni, şirk içinde olduklarını
bilmemeleri ve kabûl etmemeleridir.
Müzik
Bir
ülkede spor, müzik ve film sektörü aşırı yükselişteyse, oranın halkı birileri
tarafından sömürülüyor demektir.
Müzik büyük ihtimâlle, Hz. Âdem’in
mırıldanmalarıyla başladı.
Müzik
kulağa hitâp etmeli, göze değil.
Müzik,
şiirin nağmeli olarak söylenişidir.
Nice gürültüler vardır ki, “müzik” zannediliyor.
Namaz
1-Namaz
kılmayanlar, oruç tutmayanlar, zekât vermeyenler, durumu müsâit olmasına rağmen
kurban kesmeyenler ve hacca gitmeyenler, Kur’ân okumayanlar, dîni öğrenmek için
çabalamayanlar. 2-Kötü alışkanlıkları olanlar, fâiz alanlar, yolsuzluk
yapanlar, yalan-dolanla işlerini yürütenler. Birinci gruptakiler dinden
çıkmamışlardır; çünkü bunları yapmadıkları için daha dîne girmemişlerdir.
İkinci gruptakiler de dinden çıkmamışlardır; çünkü zâten o kötülükleri
yaptıkları için din üzre değillerdir.
Bir
insan neden namaz kılmaz?. Bu sorunun cevabını: “Allah dilemediği için” diye
cevaplayabiliriz. Peki Allah’ın dilemesi ne demektir?. “Allah’ın uygun görmesi”
demektir. Allah bir şeyi kimler için uygun görür/bulur?. Lâyık gördüklerine
uygun görür. Yâni bir insan Allah lâyık görmedikçe namaz kılamaz. Namaz
bir nîmettir. Allah o nîmeti namaz kılmayan kişiye uygun görmediği için lâyık
görmez. Peki o kişi ne zaman lâyık olur namaz kılmaya?. Namaza başladığında ve
namaz kıldığında. Yâni bizzat kişi dilediğinde/istediğinde/başladığında. İşte o
anda Allah da o kişi için namazı lâyık görür ve onun namaz kılmasını dilemiş
olur. Bu durum Allah ile kulun aynı-anda verdikleri bir dilemedir. Yâni kul
kendine namazı lâyık bulduğu anda Allah da lâyık bulur. Allah lâyık bulduğunda
anda kul da lâyık bulur. Allah ile yaşamak budur işte!.
Hem namaz kılıp hem de “kötü” olanlar, namazı “hedef” olarak
görenlerdir. Oysa namaz, kişiyi iyiliğe yönlendiren bir “araç”tır.
Namaz bir kıyam provasıdır. Namaza
kalkmak, namazla kalkmaktır.
Namaz
kıldıktan sonra eyleme-harekete geçmiyorsanız (Maun Sûresi), çükünüzü avuçlayın
daha iyi. Hiç olmazsa bir “hareketlenme” olur.
Namaz kılıyorum; oruç tutuyorum; kurban kesiyorum, sünneti
(uydurma rivâyet değil) savunuyorum; Kur’ân ile amel etmeyi savunuyorum; hacca
gidiyorum ve orada şeytan taşlıyorum; fâiz almıyorum; çalmıyorum; zinâ etmiyorum;
modernizme karşıyım.. Çünkü ben müslümanım!.
Namaz
kılmak, oruç tutmak, hacca-umreye gitmek, bolca zekat vermek ve infâk yapmak,
kurban kesmek, başörtüsü takmak, tesettürlü giyinmek, fâize bulaşmamak, ihtiyaç
hârici alış-veriş yapmamak, seküler siyâseti eleştirmek, yâni Kur’ân ve Sünnet-merkezli
bir hayat yaşamak… İşte bunları yapmak,
lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-modernist-konformist-modern dünyâya
karşı yapılan bir isyândır.
Namaz
yok, oruç yok, hac yok, zekat yok, kurban yok, başörtüsü yok.. vs. diyerek Kur’ân’ın
içi boşaltılıyor.
Namaz,
“mü’mince yaşamaya giriş”tir.
Namaz,
İslâm’ın özetidir.
Namaz;
bir-tek Allah karşısında kıyâmda (esas duruş) durmanın; bir-tek Allah
karşısında rükûya eğilmenin; bir-tek Allah karşısında secdeye varmanın ve O’ndan
başkasının karşısında eğilip bükülmemenin provasıdır. İşte ancak bu yolla “salât
ikâme” edilebilir.
Namaza
olan nefretin 10’da 1’i “semâ etme”ye gösterilmedi. Semâ nedir ya!..
Namazın
sünneti olduğu gibi, zekatın da sünneti olmalıdır. Tüm ibâdetlerin sünneti
olmalıdır.
Namazlar,
salâtı ikâme provasıdır.
Nefs
En
büyük sefillik, nefsin peşinden hırsla koşmaktır.
Hidâyet
olmadan riyâzet (nefsin isteklerini kırma) olmaz.
Kibir,
“kul”luğu kabûl edememekten doğar. Allah’a teslim olamayan, nefsine (kendisine)
teslim olarak kibre düşer.
Ne
kadar da “güçlü” nefsimiz var ve ne kadar da “güçsüz” irâdemiz var.
Nefis,
hevâ ve hevesini tatmin etmek için her zaman “seküler aklı” kullanır.
Nefisler ancak, “İslâm’ın kânunları” ile dizginlenebilir.
Nefs,
gafletten beslenir.
Nefsinin
güdümünde olanlar, aradıklarını Kur’ân’da bulamamışlarsa, ancak bâtınîlikte/tasavvufta
bulabilirler.
Nefsinin
kulu olmuş, “aklına uyduğunu” zannediyor.
Nefsten,
tâğuttan, seküler-liberâl-kapitâlist sistemden zihnen ve kâlben kurtulup
özgürleşmedikçe Allah’a hakkıyla kul olunamaz. Modern müslümanların sorunu
budur.
Okul
Okul,
“köprüyü” geçene kadar ayıya “dayı” denen yerdir.
Okullar
“öğretim(!)” yerleridir. Eğitim ise, hayâtın tam da ortasında olur. Okullara
hapsedilen gençlerin eğitimi engelleniyor.
Okullar
“Sosyâl Darwinizm” kuralına göre işler. Sınıfı geçemeyen hayatta yer bulamaz.
Okullar
çocukların lâik/seküler/demokratik/liberâl/kapitâlist/konformist/modernist/bencil/ulus-devlete
göre formatlandığı birer fabrikadır.
Okullar eğitim-öğretim merkezi olmaktan
çıktı, “erotizmi canlı tutma merkezi” hâline geldi.
Okullar,
“insanları aptal hâlde tutma politikası”nın merkezlerdir.
Okullar,
“sıkı birer seyirci ve müşteri” üreten endüstürilerdir.
Okullar,
“sisteme nasıl itaat edileceğinin öğretildiği yerler”dir.
Okullar,
“standart insanlar” yetiştirmek için kurulmuş birer “kuluçka makinası”dır.
Öğrenciler,
“okul” denen fabrikaların “hammaddesi”dirler.
Okuma
Okuma
ilim ve ibâdet için yapılabilir ama en doğrusu “devlet-medeniyet kurmayı
öğrenmek” için olmalıdır.
Okuma-araştırma ile bir şeyin ne olduğu “tam anlamıyla”
bilinemez. Tam anlamıyla bilinebilmesi için o şeyin içinde “yaşanması” gerekir.
Bilmek, yaşamaktır.
Okumayanlar,
okuyanlara gıcık olurlar.
Okuma-yazma
bilenlere; “okuma-yazma yapıyor musun” diye sormak lâzım. “Bilmek”ten ziyâde “yapmak”
önemlidir çünkü.
Okuma-yazma
bilmemenin, modern teorilerden ve düşüncelerden korunmayı sağladığı bir
gerçektir.
Okuyan
insanın kasları güçsüz olur. Zîrâ okuyan insanın beyni fazla çalışıyor, fazla
çalışan beyin ise fazla enerji harcıyor demektir. Beyinin çalışmasıyla insanın
enerjisi, kaslardan nöronlara yâni beyne doğru akar. Beyin, enerjisinin büyük
kısmını kaslardan alır, kaslarda biriken enerjiden. O yüzden beyin gelişirken
kaslar zayıflar.
Oruç
Oruç
tutmamanın nedeni, “aklın baskısı”nın, “îmânın baskısı”ndan üstün
olmasındandır. Oruç tutanlarda bu, tam tersidir.
Oruç,
“yemek”e anlam katar.
Oruç,
-görece- zamânı genişletir.
Oryantâlizm
Oryantâlistlerin
Peygamberimiz’e attıkları iftirâları, Mekke’nin azgın müşrikleri bile atmaya
hayâ etmiştir.
Oryantâlizm-merkezli
Kur’ân okumaları, “kelle-başı müslümanlık tipi” ortaya çıkarıyor.
Oryantâlizm,
başarısız Haçlı Seferleri’nin, ilmî alandaki devâmıdır.
Osmanlı
Kânûni Sultan Süleyman, 2. Abdulhamit’ten bir-önceki yada
bir-sonraki pâdişah olsaydı Osmanlı’yı eski güçlü günlerine döndürebilir
miydi?. Mustafa Kemal, Kânûni zamânında yaşasaydı, “kubbe veziri” olmaktan
öteye gidebilir miydi?. Yada Tayyip Erdoğan, Mustafa Kemal döneminde yaşasaydı “lîder”
olabilir miydi?. Biraz kafası çalışan kişileri, “sosyo-ekonomik, kültürel,
ideolojik ve siyâsi” gibi zamânın özel şartları sivriltip öne çıkarır. Gerçek
dehâlar ise, hangi zamanda ve şartta olursa-olsun, “büyük değişimler”
yapabilirler.
Olan şey şudur: Osmanlı kadroları Cumhûriyeti kurmuşlardır.
Öyleyse Cumhûriyet, bir Osmanlı eseridir.
Osmanlı
döneminde Kur’ân tefsiri bir-kaç tefsirden fazla değildi. (Ebussuud tefsiri
gibi). Bence bu, sûfilikten kaynaklanıyordu. Sünni gelenekçilikten
kaynaklanıyordu.
Osmanlı, batı karşısındaki geri kalışını tâmir etmek için,
askeri alanda taklitçilik yaparak “batı’dan mülhem” modern ordu kurmakla nasıl
yanlışa düştüyse; Cumhuriyet Türkiye’si de, batı karşısındaki geri kalışını
tâmir etmek için, siyâsi alanda taklitçilik yaparak “batı’dan mülhem”
modern-seküler ideolojileri uygulayarak yanlışa düşmüştür.
Osmanlı’da
ve İslâm ümmetinde tüm milletler tek bir kimliğin söylemi olarak sâdece “müslümanım”
derken; o milletler teker-teker ayrıldı ve şimdi kendi içlerinde de
parçalanarak yüzlerce kimliklere ayrıldılar/ayrılıyorlar. Kimlikler ayrılınca
düşmanlıklar da çoğalıyor. Kendi aralarında savaşıyorlar ve ümmetin ayrılığını
körüklüyorlar. Çünkü: “Kendi dinlerini
fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi
elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rum 32). Artık zilletten kurtulmak
mümkün değildir. Birilerinin maşası olmak kaçınılmazdır. “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin,
yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah,
sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
Osmanlı’nın
yıkılmasının nedeni, 17. yüzyıldan îtibâren Osmanlı insanının, şu-andaki mevcut
Türk insanı gibi davranmasındandı.
Osmanlı’yı
yıkan şartlar ve genel-durum, şu-an Türkiye’deki mevcut şartlar ve genel-durumun
aynısıdır.
Oy Vermek
İnsanlar
oy verirler; oy alanlar oy verenleri oyuverirler.
Oy
kullananlar ya aptaldır, ya câhildir, yada şerefsiz.
Oy
kullanmak sâdece bir alışkanlıktır.
Oy
kullanmak, “demokrasiye ibâdet etmek” demektir.
Oy kullanmak, “tâğuta ibâdet etmek” demektir. “Allah’tan
başkalarına tapmak” denilen şey işte budur.
Oy kullanmak, Ahmed’i Mehmed’i değil, “sistem”i
desteklemektir.
Oy
kullanmak, demokrasi dîninin ibâdetidir.
Oy
kullanmak, dîne yapılan büyük bir ihânettir
Oy kullanmak, insanın tanrılaşmasına imzâ atmaktır.
Oy
kullanmak; “Allah bizim işimize karışmasın” demektir.
Oy
kullanmak; “ben Allah’ın kânunlarını değil, beşerin, keyfine göre çıkardığı
kânunları istiyorum” demektir.
Oy
kullanmak; “ben sömürüye açığım” demektir.
Oy
kullanmamak, oy verilenlerin gerçek yüzünü ânında netleştiriverir.
Oy
vermek, Allah’ın hükmetmesine engel olmak demektir.
Oy vermek, Allah’tan başkalarına “râbıta yapmak” demektir.
Oy
vermek, mevcut ideolojinin ve durumun sürmesini istemek bağlamında; “zengin
daha da zengin olsun”, “gariban da gariban kalmaya devâm etsin” demektir.
Sandıklar kurulsa da oy kullanmasak;
böylece “farkımızı” ortaya koysak. Zîrâ “dik duruşumuzu” ancak bu şekilde
gösterebiliyoruz.
Ölüm
Beyin ölümü, zenginlere “yedek parça” sağlama uygulamasıdır.
Her zaman ânı yaşarız. En son yaşayacağımız an, “ölüm ânı”dır.
Hırsın
panzehiri, ölüm korkusudur.
Mûsa’nın
yanındayım deyip de Firavun gibi yaşayanlar, ölümden sonra yine Mûsa gibi
muâmele görmeyi (haşr) umuyorlar.
Ölenler için “kayıp” sözünü kullanma!. Onlar “öbür âleme”
geçmiştir.
Ölmek, acı içinde yaşamaktan daha iyidir. Zîrâ acı içinde
yaşamak, “hayat sürmek” değildir.
Ölmekten
daha zor olanı, “Allah’ın emrettiği gibi yaşamak”tır.
Ölmeyi
göze almış birine kimse bir şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle korkutamaz.
Ölüm
de bir silahtır.
Ölüm
korkusu, ebedî yaşamdan korkarak ve çekinerek, “geçici olan”da kalma isteğidir.
Ölüm
korkusu, müslüman için bir terâzidir. Îman terâzisi. Ölümden korkmaya
başladığında, îman tarafı hafif basar.
Ölüm
korkusunu nötralize edecek tek şey, âhiret inancıdır.
Ölüm
olmadan hayat olmaz. Çektiğimiz her nefeste oksijeni öldürürüz meselâ.
Genelde
insanların ama özelde müslümanların en büyük sorunu, ölümü bir trajedi olarak
görmeye başlamalarıdır.
Ölüm,
karizmanın sıfıra indiği yerdir.
Ölüm,
“ölüm korkusu”dur.
Ölümden
bu kadar korkulmasının nedeni, “gerçek hayatlar” yaşayamayışımızdır.
Ölümün
kötü olduğunun bir delîli yoktur.
Ölümün
olduğu yerde “cennet” olmaz, fakat cennete ölerek gidilir. Cennete götüren bu
ölümün, “Allah yolunda olan bir ölüm” olması şarttır.
Şehâdeti
seçemeyenleri alçakça bir ölüm bekler.
Yaşlanma ve “ölüm korkusu” nedeniyle ortaya çıkan yeni iş
sektörleri, diğer nedenlerle ortaya çıkan sektörlerden kat-kat fazladır.
Yüce
bir hedef-amaç üzre olmayanlar, ya hazzın kuşatması, yada ölümü düşünmenin
buhrânı içinde yaşarlar.
Para
Bereket,
paranın sigortasıdır.
Ceplerine
gereğinden fazla para dolduranlar, paranın yaptığı ağırlıktan dolayı “Allah’ın
ipi”ni tutamazlar da, kayıp düşerler.
Çok
para, bereketsiz olur. Çokluk, bereketsizliktir.
Ekmek
parası mücâdelesi, “gayr-ı meşrû” olanı “meşrû”laştırmamalıdır.
Ekonomiyi
öyle bir hâle getirdiler ki, paranın değeri, “durduğu yerde” çoğalmıyor ise, “durduğu
yerde” azalıyor.
Emeksiz mensûbiyet beş para etmez.
En
iyi “sustururucu” paradır. Kişileri kolayca susturuverir.
Halk,
silahı ve parayı tâkip eder.
Îtibarlarını
paradan alan kişilerin “beş paralık” değeri yoktur.
Niceliksel
artışlar niteliklerde olumlu anlamda bir değişiklik yapmıyorsa, beş para etmez.
Para,
“adanmış” mü’minlerin dışında, kişilerin düşüncelerini değiştirip
şekillendirir. (Paraya göre düşünmek).
Para,
kitlelerin afyonudur.
Para-merkezli
yaşayanlara para yetmez.
Peygamber
Anlayışı
vahiy ile değiştirmek, davranışı da vahiy ile değiştirmeyi gerektirir. İşte
peygamberler bunun için gönderilirler.
Birileri de Peygamber’i “dilsiz” zannediyor. Yâ bu Peygamber
hiç ağzını açıp da bir laf etmedi mi?. Hiç durmadan sürekli konuşan bir
Peygamber olmadığı gibi, hiç konuşmayan bir Peygamber de yoktur.
Bu
dînin bir şeriatı (kânun) vardır ve peygamberler bu şeriatı “hayâta hâkim
kılmak” için gönderilmişlerdir.
Bugün yeni bir peygamber ve kitap gelecek olsaydı, 100 yıl
sonra yaşayan insanlar derdi ki; “bu kitabın devri geçti, peygambere gelince,
100 yıl önce yaşayan bir insanı mı örnek alacağız?”..
Kavun-karpuz
ile “bostan” kelimeleri arasında fark olmadığı gibi; Resûl-Nebî ile, “Peygamber”
kelimeleri arasında da fark yoktur.
Kendilerinin
de vahiy aldığını iddiâ edenler, peygamberliğin de devâm ettiğini söylemiş
olurlar.
Örnekliği
yok sayanların söylediği, “Peygamber ölmüştür, artık örnek alınamaz” söz, “soyu
kesik” sözünün modern şeklidir.
Peygamber
seçimi, bir hayat-şekli seçimidir.
Peygamber
ve sahabenin yakaladığı gibi bir sinerjinin önünde hiç kimse duramaz.
Peygamber yok sayıldığı için, Kur’ân, milletin elinde oyuncak
oluyor.
Peygamber,
“bostan korkuluğu” değildir.
Peygamber, Kur’ân’ı tebliğ ederken “önemli” oluyor ama
Kur’ân’ı uygularken “önemsiz” oluyor öyle mi?. Vah zavallılar vah!!.
Peygamber,
Kur’ân’ın yazarı değil, tebliğcisidir.
Peygamber’e
hakâret edenlere “gık”larını bile çıkarmayanlar, Atatürk’e karşı “laf” bile
ettirmiyorlar.
Peygamber’i
aşırı yüceltenler de, indirgeyenler de o’nu “örnek alınamaz” hâle
getirmektedirler.
Peygamber’i
indirgemek şeytandandır. O, Hz. Âdem’i toprağa indirgemişti.
Peygamber’in
en ideâl örnekliği olan sünnetini hesâba katmayanlar, İslâm’ın “uygulanamaz bir
din” olduğunu zannederler.
Peygamber’in
sünneti, müşriklerin sünnetini kaldırmıştır.
Peygamber’in
vahiyle inşâ olmuş hayat tarzından nefret edenler, aslında İslâm’ın hayat
tarzından nefret etmektedirler.
Peygamberlere
ilk uyanlar basit-sığ (!) görüşlü kişilerdi. (Hûd 27) Peygamberlere uymak için
ille de ileri görüşlü ve çok bilgili olmaya gerek yok, hattâ belki de bu ileri
görüşlülük ve çok bilgili olmak, Peygamberlere uymayı geciktirip blôke
edebilir.
Peygamberi olmayan yâni pratiği olmayan dinler, bir ahlâk
felsefesi olmaktan öteye gidemez.
Peygamberimiz
“pek büyük bir ahlâk üzere olması”na (Kalem 4) rağmen, vahiy o’na niye geldi?.
Allah o’ndan ne istiyordu ki?. Kur’ân insandan ne ister?.
Peygamberimiz,
Allah’ı kabûl etmeyen değil, âhireti kabûl etmeyen (En-âm 29) bir topluma
gönderilmiştir.
Peygamberimiz,
Arapların şirk-merkezli hayat-tarzını değil; Hz. İbrâhim’in tevhid-merkezli
hayat-tarzını izlemiştir. Bu bağlamda bu hayat-tarzı, özgündür.
Peygamberimiz,
eşleri, sahabeler ve 1.400 yıllık târihte yaşayan tüm mü’minler “îman
âilesi”dirler.
Peygamberimiz, Mekke’yi kurtarmadan önce Medîne’yi
kurtarmıştı.
Peygamberimiz, modernistlerin zannettiği gibi Kur’ân’ın
hiç-bir yerinde, “ben aklıma uyarım” demez, “ben bana vahyolunana uyarım” der.
Peygamberimiz,
müşriklerin; “bir sene biz senin ilahlarına tapalım, bir sene de sen bizim
ilahlarımıza tap” şeklindeki hak-bâtıl karışımı bir dîne kesin bir dille “lâ”
demişti. Modern müslümanlar ise, hak dînin yerine, hak-bâtıl karışımı bir dîni
(İslâm-lâik/seküler/demokrasi) baş-tâcı yapıyorlar.
Peygamberimiz’in
“güzel örnekliği” (Ahzâb 21) apaçıkken, “ideâl müslüman”ın nasıl olması
gerektiği sorusu, “moderniteye uygun müslüman nasıl olur” sorusudur.
Peygamberimiz’e-İslâm’a
ilk karşı çıkanlar ve ona savaş açanlar tefecilerdi. Şimdi de öyledir.
Peygamberimiz’in
“Kur’ân’ın ideâl uygulama tarzı ve hayat pratiği” olan “sünnet”ini yok sayarak,
“sâdece Kur’ân” ve “Kur’ân yeterlidir” diyenlerin; bir zaman sonra “Kur’ân da
yetmez” diyerek deizme (sonra da -maazallah- ateizme) doğru kaydığını görsem
hiç şaşırmam. Bunun örneklerini yakın zaman önce gördük zâten.
Peygamberimiz’in
ölümünden sonra kıyâmet kopsaydı, Kur’ân’ın anlaşılırlığına bir halel gelmezdi.
Peygamberimiz’in,
gözlerini kapayıp âhirete irtihâl (göç) ettiği andan şu-ana kadar, İslâmî ilim
için çalışan ve yazıp-konuşan ne kadar kişi ve yazı-konuşma olmuşsa ve varsa, bunların
tamâmı yok edilse, İslâm’da atom-altı parçacık kadar bile bir eksiklik
oluşmaz.
Peygamberimiz’in, ortadan kaldırıp yok etmek için
gönderildiği din, şu-anda da yaşanan “resmî din” idi.
Peygamberlerin
bir vârisleri vardır, bir de varisleri. Hareketi durdurarak yada yavaşlatarak
onun misyonuna engel olurlar bu varisler.
Peygamberle
yâni hayatla buluşmayan Kur’ân, kâğıt ve mürekkepten ibâret bir nesnedir.
Peygamberler
“numune insanlar”dır ve bu nedenle de tüm müslümanlar bu numune insanların
örnekliğini tâkip etmekle yükümlüdür.
Peygamberler
melek değildirler. İçlerinde adam öldürenler de vardır.
Peygamberler
toplumlarının en âlim olanları değillerdi. Fakat en karakterli olanlarıydılar.
Peygamberlerin
“üstün”lükleri, “vahiy almalarından” değil, “vahyi hayâta hâkim kılmalarından”
dolayıdır.
Peygamberlerin
her yaptıklarını “mûcize” zannedenler, onların gösterdiği “üstün gayret”i yok
sayıyorlar demektir.
Peygamberlerin,
bizzat yada misyonu ile (sünnet) yokluğunda mutlakâ çeşitli putlar ortaya
çıkar. Hz. Mûsâ, toplumundan bir süreliğine ayrıldığında bile hemen “buzağı
putu”nu peydahlayıvermişlerdi.
Peygamberlik
öncesi Mekke’nin mazlumları, mazlumluktan kurtulma umûdunu, merhâmetli
müşriklere bağlamışlardı. Şimdikiler de aynısını yapıyorlar; “Diğeri” gelirse
rahatlayacaklarını ve adâlete kavuşacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki sorun
kişilerde değil, “sistem”dedir. Sistem-değişikliği yapılmadığında, hiç-bir
değişiklik de olmayacaktır.
Peygamberlik,
“sisteme çomak sokmak”tır.
Peygambersiz
gelen hiç-bir “kitaba” inanmam.
Popüler
Popüler bir ürünün furyasında bir
ticârette ilerlemek, “başarı” değildir.
Popüler
müslümanlık, zamânın değişmesiyle Kur’ân’ın da zamâna uydurulabileceğini
zannediyor.
Popüler olanı desteklemek için
bir bilince gerek yoktur.
Post-modernizm
Post-modern
zamanlarda pozitivist Dünyâ’da dişilerin tamâmı baş-örtüsü taksa da baş-örtüsü
sorunu bitmiş olmaz. Baş-örtüsü, “kadın için Allah tarafından olmazsa-olmaz bir
emir” olarak kabûl edilene kadar bu sorun bitmeyecektir.
Post-modernizm,
“modern mitoloji”dir. Post-modernizmde, herkes doğrudur, herkes ilahlaşmıştır.
Post-modernizm,
“mutlak doğru”ların geçersiz sayılıp, “göreceli doğrular”ın (çoğulculuk)
dinleştirildiği sistemdir.
Post-modernizm;
“doğru yoktur, doğrular vardır” düşüncesidir.
Put-perestlik
Hz.
İbrâhim’in örnekliği, ateşte yanma pahasına “putları baltayla parçalaması”dır.
Put edinilip kendisine tapılanlar da “bir üst put”a taparlar.
Putçuluk, “hiyerarşik bir şirk” şeklidir.
Putlar
“geçici”dir. Putçuluk ise kıyâmete kadar sürer.
Putlar,
kendilerine tapanlara hiç acımazlar. Allah ise, “Rahmân ve Rahîm”dir.
Putperestliğin
en tehlikelisi, kişinin kendisini put edinmesidir.
Putperestliğin
nedeni, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek”ten sonra, insanın konumunu ve
haddini bilmemesindendir.
Ramazan
Ramazan “yeme ayı” değil, “yememe ayı”dır. Ramazan’da domuz
gibi yememek gerekir.
Ramazan
ayı, kişinin müslümanlığını ölçüp gösteren bir turnusol kâğıdıdır.
Ramazan,
“yeme-içme ayı” değil; “yememe-içmeme ayı”dır.
Ramazanda şeytanlar bağlanır ama sâdece oruç tutanların
şeytanı. Tutmayanların şeytanları ise isyân çıkarır.
Savaş
2.Dünyâ
savaşından sonraki Dünyâ, “zokayı yutmuş” bir Dünyâ’dır.
3.
Dünyâ savaşı, “Allah’ın bir cezâsı” olacak.
Barışın getirdiği yan etkiler, savaşın getirdiği yan etkilere
göre fazlalaştı.
Bâzen
savaşlarla gidenler, devrimlerle-kânunlarla geri gelir.
Bir
toplumun sağlam bir öz-güven elde edebilmesi için, kendisinden çok daha güçlü
olduğunu “zannettiği” bir topluma karşı savaş kazanması gerekir.
Hz.
Ali’ye karşı savaşan Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’i eleştirmemek, Muâviye’ye
meşrûluk alanı açar. Niye Muâviye “öteki” îlan ediliyor da, diğerlerine bir şey
denilmiyor?.
İç
savaşlar, bir “elitleşme savaşı”dır.
İleride
savaşları robotlar yapacak, çünkü insanlar robotlaştırılıyor.
Kâfirlik
târihi, “Allah inancından ve dînî sorumluluktan kurtulmanın verildiği
savaşım”ın târihidir.
Mute
Savaşı, aklın değil îmânın bir savaşıdır. Akla kalsa böyle bir savaşa çıkmak
anlamsız ve imkânsızdır.
Nice
güzel ifâde edilmiş gibi duran sözler vardı ki, savaş sebebidir.
Savaş
uçakları olmayan bir topluma karşı, uçaklardan atılan bombalarla savaşmak
şerefsizliktir.
Savaşamayan devletler, kültürel
faaliyetlere yönelirler.
Savaşlar “tarafları” belli eden en etkili olaylardır.
Savaşları
çıkaran şey sermâyedir. Tüm savaşları sermâyedarlar çıkarır aslında.
Savaşların
ilk fitilini ateşleyen şey, eleştiridir.
Savaşmayan
insanlar-toplumlar, sürüne-sürüne ölürler.
Savaşmayan
toplumlar, savaşan toplumlar tarafından güdülürler.
Savaşmayanlar
sıvışırlar.
Secde
Hiç kimse şeytandan daha zekî olamaz. Şeytan’ı “şeytan” yapan
zekâsıdır zâten. Hâlbuki itaat edip secde etseydi şeytan olmazdı. İtaat edip de
secde etmeyenler şeytanlaşır.
Secde
etmemek Şeytan’dandır.
Secde,
Allah karşısında haddini bilmenin zirvesidir.
Secde,
kibirsizliğin kemâlidir.
Seçim
Seçim
ve rızâ kelimeleri yan-yana kullanılamaz. Zîrâ seçmenin en az %49’u sonuçtan
râzı değildir. O hâlde demokrasilerde herkesin râzı olması imkânsızdır.
Seçim, ikisinden birini seçmek demek olduğundan, mutlakâ bölücüdür.
Seçimler,
zulmü kimin yapacağını belirleme etkinlikleridir. Mazlum için ne fark eder ki?.
Seçimlerde
ortaya konan “oy sandığı” sandığın sandık; senin “iyilik” sandığı” sandığın
sandık değildir; tam aksine, içinden “şirk ve zulüm çıkacak olan sandık”tır.
Mazlumlar oy sandığı sandıkları sandıkların meğerse sandıkları gibi olmadığını
görünce hep şunu demiştir: “Bu sefer iyi olacak sandık ama yine kandık”.
Sekülerizm
Doğa
seküler bir yaşama uygun değildir. Seküler bir hayâtın doğada karşılığı yoktur.
Hristiyanlık
henüz tam olarak bozulmadığı zamanlarda antik felsefeyi ortadan kaldırmış ve
onu 1.000 yıl boyunca yer-altına itmişti. Ne zaman ki hristiyanlık iyice
yozlaştı, “antikçağ düşüncesine yeniden dönüş” demek olan Rönesans ile dinsiz
felsefe yeniden hortladı ve günümüzdeki seküler dünyâyı ortaya çıkardı.
Seküler
devlet, ikiyüzlüdür. Halk düşmanı olduğu hâlde, halktan yanaymış gibi görünür.
Seküler
devletin koruyuculuğu, halkı yine kendinden korumasıdır.
Seküler
modern sisteme göre insan; “eşek gibi çalışıp, köpek gibi itaat edip, domuz
gibi yemek için” yaratılmıştır.
Seküler sistem, “tevhid-şirk mücâdelesi”ne izin vermiyor.
Seküler
sistem, İslâm’ı, “demode bir din” gibi göstermeye çalışıyor.
Seküler
sistem; Allah-âhiret-cehennem korkusunu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke
ettiğinden dolayı, insanlığın çirkefliğin her türlüsüne mâruz kalması
kaçınılmaz oluyor.
Seküler
sisteme karşı mücâdele edecek güç ve araçlara sâhip olmayanlar, zihnen ve
kâlben dik durmanın imtihanını vermelidirler.
Seküler
sisteme laf edilmeyen yerde “dinden bahsedilmiyor” demektir.
Seküler
siyâsetin belirleyicilerinden biri olmanın şartlarından biri de, “rezil olmayı
göze alabilmek”tir.
Seküler
Türkler için tevhid; “Allah’tan başka ilah yoktur” değil; “Atatürk’ten başka
ilah yoktur” şeklindedir.
Seküler
ulus-devlet kurumlarının bir çoğu, sorumluluğunu üstüne alır ve insanı
bireyselleştirerek sorumsuzlaştırır.
Seküler
zamanlarda “Kur’ân’ı hakkıyla yaşama”nın bedeli, yalnızlaşmaktır.
Sekülerizmin
ortaya koyduğu; sosyâl hayat, siyâset, iktisat vs. şirk içeriyor da; seküler
modern-bilim tevhid mi içeriyor?.
Seküler-kapitâlist sistemin çarkının yağı, “satın alma hastalığı”na
tutulmuş “modern insan”dır.
Seküler-lâik
ülkelerin kânunları “hukûki” değil, “siyâsî”dir.
Seküler-liberâl-kapitâlist
sistemde, “inanıldığı gibi yaşamak” yasak ve “bağnazca” iken; “yaşanıldığı gibi
inanmak” “ilericilik” olarak empoze ediliyor.
Tüm
seküler sistemler, ortaya koydukları paradigmaları için sözde meşrûiyetlerini
“atalarından” almak zorundadırlar.
Varlığın,
vahye aykırı her tanımı, “varlığı seküler bağlamda yeniden tanımlamak”la
sonuçlanır.
Sevgi
Anne-babanın
yemek yerken çıkardığı sesleri, onların kokularını, konuşmalarını beğenmeler;
bebeklerinin-çocuklarının bokunu temizlerken, ağızlarını silerken, kötü
koktuklarında yada tam konuşamadıklarında onlara aynı tepkiyi göstermiyorlar.
Bunun nedeni, çocuklarına gösterdikleri sevgi-merhâmet-özveriyi ana-babalarına
göstermemeleri/esirgemeleridir. Bu duyguları kaybetmiş olmalarıdır. Hâlbuki
ana-babalar çocuklarına karşı hâlâ aynı sevgi-merhâmet hâlindedirler. Bu
nedenle de onların hiç-bir şeylerinden iğrenmezler, kızmazlar.
Beşikteki
bebeğe bile acımayan zâlimlere sevgi göstermek, ezikliğin daniskasıdır.
Sevgi
akıl ile değil, kâlp ile olur. “İslâm akıl dînidir” diyenlere duyurulur.
Sevgi,
hayranlığa dönüşünce egoist ve saldırgan olur.
Sevginin bile aşırısı yanlıştır.
Sevmeden,
istemeden yapılan hiç-bir iş “iyi” ve güzel olmaz.
Sistem
Bir “sistem”i değiştirmek, “o sisteme göre olan felsefeyi ve
yaşam-tarzını değiştirmek” anlamına gelir.
Ezber
bozucu olmayan tüm söylemler, mevcut sistemi beslemekten başka bir işe yaramaz.
Kanser hücreleri münâfıktır. Kendini bağışıklık sistemi
hücrelerine benzetir. Bu nedenle de bağışıklık hücreleri onu “kendilerinden”
zannederek saldırmazlar.
Lüks
demek, kast sistemi demektir.
Mevcut
vergi-sistemi, küçük işletmeciyi kontrôl altında tutuyor fakat sermâyedarları kontrôl
edilemez duruma getiriyor.
Parlamenter-demokratik
sistemlerde yasaları, toplumun en ehliyet ve liyâkat sâhibi olanları değil; en “uyanık-kurnaz”
olanları ve zenginleri yapar.
Sistem
karşıtı bir argüman olmadığı ve bu tür argümanlar yasaklandığı için, “resmî
argümanlar” dinleşiyor.
Sistemden
vazgeçmeden “sistem” içinde kalarak sistemi eleştirmek ve sisteme îtirâz etmek,
çok da samîmi bir şey olmasa gerek. Çünkü -bir yerden sonra- “sistem” içinde
kalarak sistemle mücâdele etmek mümkün olabilseydi, bu mücâdeleyi en iyi
şekilde Peygamberimiz yapardı. Hicret, sistem içinde kalarak sistemle “hakkıyla”
bir mücâdelenin yapılamayacağının delîlidir.
Sistemi
rahatsız ediyorum, öyleyse müslümanım.
Sistem-içi
Kur’ân dersi mi?. Tövbe tövbe!.
Sistemin
kaydından kurtulmadan, Allah’ın kaydı altına “hakkıyla” girmek mümkün
değildir.
Üniversite
sonuçları (2018), hükûmetin (sistemin) genel durumunu net olarak ortaya
çıkartmıştır. Niteliksiz bir nesil-toplum yetişiyor.
Vâr
olan bir yanlış, “sistem-içi yanlış”tır. Sistemi sorgulamadan hiç-bir yanlışın
ve kötülüğün önüne geçilemez.
Soru
Hiç-bir
şeyden vazgeçmeyecekseniz, “ne yapılması gerektiğini” niye soruyorsunuz ki?.
Ne
yapmalı? sorusu hiç de samîmi bir soru değildir.
Soru
fazlalaştığında, imtihan zorlaşır. Çok soru, zor imtihan demektir.
Soru:
“Size oy kullandıran nedir?”. Cevap: “Biz atalarımızdan böyle gördük”.
Soru:
Târih boyunca -toplumsal seferberlik anlamında- Türklerde ilme yönelik bir
girişim ve gelişim olmuş mudur?. Eğer olmuş ise, bu, yeniden olabilir. Fakat
olmamışsa, şimdi neden ve nasıl olsun ki?. Türklerin târih boyunca
yükselişleri, kalem ile değil, kılıç ile olmuştur. Türklerin toplumsal olarak
ilme yönelmeleri, yapısına -şimdilik- uygun değildir. Bu nedenle Türkiye’de toplumsal anlamda ilmî bir kalkınmanın olması çok
zordur.
Sorumluluk
Kişisel
sorumluluklar almayanlar, tâlimatlar alırlar.
Sorumlu
değilseniz, “sorunlu”sunuzdur.
Sorumluluğu
olmayanlar “sorunlu” olurlar.
Sorumluluğunu
bilmeyenler yâni sorumluluk bilinci olmayanlar oruç tutamazlar.
Sorumluluk almayanlar,
“yatay seyir” yapmaktan kurtulamazlar.
Sorumluluktan
ancak, âhirete kadar kaçılabilir.
Zorlama,
sâdece “dîne sokma aşaması”nda olmaz ve yapılamaz. Dîne girdikten sonra ise,
çeşitli sorumluluklar da kabûl edilmiş demektir ki, bu sorumlulukların çoğu
insanı çok zorlar. Zorluk, Dünyâ’nın kaderidir.
Sorun
Bir konumdaki yada bir yerdeki dert/sorun, o yerde yada
konumda bir süre bulununca açığa çıkar. Orada bulunmayan kişiye o dert/sorun
gözükmez.
Çok kafaya takıyorsun diyorlar. İyi de “sorun” hâlâ devâm
ediyor.
Değişen
sorunlara değişen değerlerle çözüm bulunamaz. “Değişmeyen değerler” ile
bulunabilir ancak.
Fâni olan, sorunsuz ol(a)maz.
Her-şey
değişiyor ama sorunlar değişmiyor. Eski sorunlar bitmediği gibi, üstüne yeni
sorunlar çıkıyor.
Kitlelerin
bilinçlenmesi çok önemlidir. Fakat toplumun bilincinde sorun olsa da iyi bir
lîder, toplumu fitnenin mekrezinden uzaklaştırabilir. Hz. Musa buna örnektir.
Ne var ki o toplum sonunda buzağıya tapmaya başladı.
Psikolojik
sorunların ve terapistlerin bu kadar artmış olmasının nedeni, insanlarda oluşan
“değer yitimi” ile ilgilidir. Her bir yeni psikoloğun ortaya çıkması, en az 100
kişinin “bok”laştığının yada kendini bok gibi gördüğünün göstergesidir.
Sorun
çözmeyen şey sorunludur.
Sorun,
“müslüman(!)” çokluğuna” rağmen, “mü’min” azlığıdır.
Sorun;
devletin, dînin içinde (din-merkezli devlet) olması gerekirken, dînin devletin
içinde olması (devlet-merkezli din) dır.
Sorunu çözdüm: Benim sorunum zihnim ile bedenim-eylemlerim
arasındaki çelişki.
Sorunumuz
îmansızlık sorunu değildir, sorunumuz, “şuursuz îman” sorunudur. Bu şuursuz
îman, belki de îmansızlıktır.
Sosyâl Medya
Sosyâl medya bir açıdan da, ihtilafları açığa çıkarıp
arttırıyor.
Sosyâl
medya müslümanlığı
diye
bir müslümanlık(!) oluştu. Sosyâl medyada sözde İslâmî(!) paylaşımlar yapmak,
müslümanlık için yeterli bulunuyor.
Sosyâl
medya, bir çeşit “turnusol kâğıdı” vazîfesi görüyor.
Şu
medyaya bir tâne “delikanlı” hoca çık(artıl)mıyor.
Sömürü
Sömürgeleştirilen
halklar/toplumlar, bir-süre sonra sömürgecilerin kural, kültür ve yasalarını
benimsemeye başlarlar. Bir-süre daha geçince de artık o kural, kültür ve
yasaları büyük bir aşk ile sevip, o kural, kültür ve yasalara din gibi sâhip
çıkmaya başlarlar. Bu uğurda canlarını bile verebilirler.
Sömürü
uzayınca, sömürülen sömüreni “üstün” görmeye başlar.
Sömürü,
zulüm, adâletsizlik, şirk ve küfre karşı olmak, “terörizm” olarak gösteriliyor.
Sömürülerek
ölmektense, sömüreye karşı isyân çıkartıp ölmek “şerefli bir ölüm”dür.
Spor
Asabiyetin en baş unsurlarından biri spordur.
Spor,
kitlelerin afyonudur.
Spor,
kitlelerin gazını almak için, tâğutlar tarafından îcât edilmiş bir fitnedir.
Stadyumlarda 100.000 kişi hep bir ağızdan “gol” diye
bağıracaklarına “Lâ” diye bağırsa, ortada zulüm kalmazdı.
Sünnet
1.400
yıl önce vahyin indiği Mekke ve çevresinin târihini, sosyo-kültürel ortamını,
fakat özellikle de “23 yıllık yaşanmışlık” olan ve “usvetun hasenetun” denilen
“güzel örnekliği” (sünnet) bilmeden, Kur’ân’ı öğrenmek, bilmek, anlamak ve
idrâk etmek imkânsızdır.
Ehl-i sünnete değil, “sünnet”e uymamız gerekiyor.
Güzel örneklik (Ahzâb 21) göz-ardı edildiğinde, Kur’ân’ın
anlamları izâfileşir. Güzel örneklik, en doğru anlayışın pratikliğidir.
Güzel
örneklik (Ahzâb 21) Muhammed bin Abdullah’ın değil, Hz. Muhammed’in
yaptıklarıdır.
Güzel
örneklik (sünnet), “hayâtı, Allah’ın-Kur’ân’ın boyasıyla boyamak” demektir ki,
bu boyamayı yapmak ustalık ister. İşte bu işin ustası Hz. Muhammed’tir. Bu
ustaya çıraklık yapmadan, “boya(n)manın ustası olmak mümkün değildir.
Hanım(lar)ından
şikâyetçi olmak, sünnettir.
Hristiyan
dîninin dandikleşmesi, Luther’ci “sünnet düşmanlığı”yla başlamıştır.
Kanımca
İslâm ile yeni tanışan bir kişi, yoğun-ciddî-disiplinli olarak ve iyi
odaklanarak Kur’ân/Sünnet-merkezli okumalar yapmaktan başka bir şey
yapmamalıdır. Zîrâ bağlanacağı topluluk Kur’ân/Sünnet-merkezli olmayabilir yada
kişi o topluluğun tevhidî yolda olup-olmadığını anlayamayabilir. Böylece boşuna
zaman kaybeder ve ileride, kaybettiği bu zamâna yanar durur.
Kimin
yolundan gidiyorsanız, onun sünnetine uyuyorsunuz demektir.
Mesele şu: Yürürlükte olan mevcut yanlış dîni
anlayışı Kur’ân’a-Sünnet’e göre mi değiştireceğiz; yoksa modernizme göre mi
değiştireceğiz?.
Sahih
sünnet, Kur’ân’ın “canlı tefsiri”dir.
Sünnet
(ehl-i sünnet değil) yoksa, “yaşanan” bir din de yoktur.
Sünnet
denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli siyâsetidir.
Sünnet
göz-ardı edildiği için günümüzde Türkiye’de 300’e yakın meâl var ve bunların
içinde birbirine tam ters çeviriler-yorumlar bulunuyor. Sünnet yâni uygulama
göz-ardı edildiğinde ihtilâf ve tefrika bitmeyecek, aksine çoğalacaktır.
Sünnet
göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları
zannediliyor.
Sünnet
inkârının nedeni, “yaşayan sünnet”in olmamasıdır.
Sünnet olmak, İslâm’ın farzı değil, müslümanların tarzıdır.
Sünnet
târihseldir, İslâmcılık târihseldir, ümmetçilik târihseldir diyenler; “İslâm
amel-eylem içermez” demektedirler.
Sünnet,
“bâtıl hayat tarzı”na karşı, “hak-merkezli hayat tarzı”dır.
Sünnet,
“El Emin” olmaktır.
Sünnet,
“peygamber tecrübesi”dir.
Sünnet,
23 yıllık “ağır bir yaşanmışlık” örneğidir ki, Peygamberimiz’in saçlarını
ağartırken, belini bükmüştür. Yoksa sünnet, birilerinin zannettiği gibi; “misvak,
kıl-tüy ve çabut” konuları değildir. Uydurulmuş rivâyetleri ve zırvalıkları
“sünnet” zannetmek ağır bir ahmaklıktır.
Sünnet,
akıl-zihin-bilgi işi değil, “yürek” işidir. Zîrâ “bedel”le alâkalıdır.
Sünnet,
âyetler arasındaki ilişkidir.
Sünnet,
Kâfirûn Sûresi’ni tüm Mekke’nin ve kâfirlerin yüzüne-yüzüne okumaktır.
Sünnet,
Kur’ân’ı “hayat kitabı” yapmaktır.
Sünnet, Kur’ân’ı, hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde
okumak ve yaşamaktır.
Sünnet,
Kur’ân’ın hayâta dönük uzantısıdır.
Sünnet,
Kur’ân’ın usûlüdür.
Sünnet,
Kur’ânî bilinçle yapılan amel ve eylemlerdir.
Sünnet,
Peygamberimiz’in 23 yıllık vahiy-merkezli mücâlesidir.
Sünnet,
Peygamberimiz’in vahiy-merkezli dâvâsıdır.
Sünnet, Peygamberimiz’in Vedâ Haccı’nda, “görevimi tam olarak
yerine getirdim mi” diye sorduğu sorudaki
“görev”dir.
Sünnet,
Peygamberimizin sarık takması, cübbe giymesi ve hurma ve kabak yemesi değil,
aşırıya kaçmadan “ortalama bir insan” gibi yiyip-içmesi ve giyinmesidir.
Sünnet;
“İslâm’a paralel bir din” değil, “İslâm’a paralel bir pratik”tir.
Sünnet;
Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’de ete-kemiğe bürünmesidir.
Sünnet’i
inkâr edenler, tek-tek peygamberliklerini îlan etmiş olurlar.
Sünnet’i
inkâr, Kur’ân’ı mushafa hapsetmektir.
Sünnet’i,
hadisi, asr-ı saadet sürecini, 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin,
bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların
Tevbe Sûresi’nin son 2 âyetini inkâr etmeleri buna örnektir.
Sünnetullahı
iyi idrâk edebilenler ancak, iyi bir sünnet (yaşam-tarzı) ortaya koyabilirler.
Sünnetullahın
yönü başka, müslümanların yönü başkadır. Müslümanlar “sırât-ı müstakîm” olan
sünnetullah yoluna girene kadar “değişen” bir şey olmayacaktır.
Usvetun hasenetun denilen “güzel örneklik” yâni “pratik
sünnet”i yok saymak, “İslâm’ı sınırlandırmak” demektir.
Yaşayan
sünnet olmadığında, “uydurulan sünnet” açığa çıkar.
Şeytan
Bâzen ben istiâze ile Şeytan’ı taşladığım anda bile Şeytan
bana musallat oluyor. Şeytan beni rahatsız ediyor. Demek ki ben de Şeytan’ı çok
rahatsız ediyorum diye teselli verdim kendime.
Biz
Şeytan’ı taşlamazsak, Şeytan bizi taşlar.
Çelişki
arayanlar, o çelişkiyi bulur. Zîrâ çelişki aramak Şeytan’dandır.
Fâiz için sonsuz yorumlar yapsanız da, onun “şeytan-işi bir
pislik” olduğunu değiştiremezsiniz.
Netliğin
ve kesinliğin olmadığı yerde, şeytan ve uşakları halay çeker.
Şeyhi
olmayanın şeyhi Şeytan’dır diyorlar; fakat şu da var ki: “Şeyhi olanlar da
dilsiz şeytandır”lar.
Şeytan
“kale”yi içten yıkmaya uğraşır. Bu bağlamda işe, “en küçük toplumsal yapı” olan
evlerden başlar ve âileleri dağıtır. Boşanmaların sayısının çok artması, Şeytan’ın
bu plânında çok başarılı olduğunu gösterir.
Şeytan en çok, kendisini rahatsız edeni rahatsız eder.
Şeytan
modern ve post-modern dünyâya bakınca; “iyi ki Âdem’e secde etmemişim” diyordur
herhâlde. Zîrâ Şeytan “şeytan” olalı, modern zamanlardaki gibi bir hâkimiyet
kurmamıştı.
Şeytan
modern zamanlarda, insan hakkındaki yargısının ve beklentisinin çıktığını
gördükçe zevkten dört köşe olmuş bir vaziyette saltanatının tadını çıkarıyor.
Şeytan
profesyoneldir.
Şeytan
ve tâğutlar şu-andaki Türkiye’ye bakarak mastürbasyon yapıyor.
Şeytan,
“akıllarını ilahlaştıranlar”ın akıllarını ele geçirir. Artık o akıl şeytanın
kontrôlüne girer.
Şeytan,
Âdem’den bêri tüm insanları: “Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir
mülkü haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120) sözüyle kandırıyor.
Şeytan,
insana yılan gibi usulca sokulur; “şeytâni ideolojiler” de öyledir.
Şeytan, insanı ayartma noktasında “yapacağım” dediğini
yapıyor, sözde kalmıyor.
Şeytan,
zamânında Hz. Âdem-Havvâ’yı cennetten çıkardığı gibi; modern dönemlerin
şeytanları da insanları bağ-bahçelerinden (cennet) çıkarıp kentlere hapsetti.
Şeytan’la ateş-kes yapılmaz, Şeytan’la ateş-kes yapan Şeytan’a
mağlûp olur.
Şeytan’ı
“şeytan” yapan şey, mâzeret üretmesiydi.
Şeytan’ın
ayartması, insanın vereceği tâvize bağlıdır.
Şeytan’ın
ebedî cehennemlik olmasının nedeni tek bir suçtur: Secde etmeyişi. Tek bir emre
muhâlefet etmek kişiyi şeytanlaştırabilir.
Şeytan’ın
insana attığı en büyük çalım “modernizm”dir.
Şeytan’ın
ve tâğutların iktidârını sürdürebilmesi için, tam da günümüzdeki gibi bir Dünyâ
kurmaları gerekiyordu..
Yapmanız
gerekip de yapmadığınız her-şey, hayatta Şeytan’a alan açar. Bir de bakmışsınız
ki kendinizin sandığınız alanlar bile Şeytan’a âit olmuş.
Şirk
Çok ilginçtir ki; Allah’a koşulan şirk, yine Allah’ın
yarattığı şey ile oluyor. Şirk koşulan şeyler “yaratılmış” olan varlıklardır.
Gökte
“şirk” olmaz. Zîrâ orada “Allah’ın dediği” olur.
Her-şeyin
aşırısı zararlı da; düşüncenin aşırısı zararlı değil mi?. Aşırı
düşünce-özgürlüğü, şirk ve fesat da doğurabilir.
Kapıldığı
şirkin şamarını yiyenlerin, bu şirkten kurtulunca başka bir şirke sarılması
“acı bir ahmaklık”tır.
Resmî
bayramlar “şirk bayramları”dır.
Şirk
bir kere başladığında, katlanıp çoğalarak devâm eder. Şirk, durduğu yerde
durmaz.
Şirk
denizine düşen, “demokrasi yılanı”na sarılır.
Şirk
iki türlüdür. Siyâsetle, ideolojiyle, lîderle (madde) şirk koşmak; hurâfeyle,
uydurmalarla, şeyhlerle (mânâ) şirk koşmak. Bunun günümüz Türkiye’sindeki popüler
yansıması; “Tayyip ile şirk koşanlar” ve “Fethullah ile şirk koşanlar”
şeklindedir.
Şirk
koşulanlar, “her-an yaratılıp durulanlar”dır.
Şirk zehirdir ve zehirler. Şirkin tek panzehiri tevhiddir.
Şirk, “fıtrata ihânet”in bir sonucudur.
Şirk,
“insanların kendi elleriyle yaptıklarına tapması”nın adıdır.
Şirk,
Allah’a; “sâdece göklerin yönetiminde ortak koşmak” değildir, “yeryüzünün
yönetiminde de ortak koşmak” demektir.
Şirk,
aynı-zamanda bir cezâdır.
Şirk,
bilginin Allah-merkezlilikten koparılması ve nefis-merkezli olmasıyla başlar.
Şirk,
çok sinsidir.
Şirk;
Allah’a yeryüzünde yasama yetkisi tanımamak ve hattâ bunu yasaklamaktır (Madde
24).
Şirk;
Allah’ın ekmeğini yiyip, Şeytan’a-tâğuta kulluk yapmaktır.
Şirk;
Allah’ın gökyüzünde (mecbûren) tek hâkim olarak kabûl edilmesine rağmen,
yeryüzünde hâkimiyeti Allah’tan başkalarına vermektir.
Şirk;
Allah’ın kânunları dururken, beşerin, keyfine ve çıkarına göre kânun
yapmasıdır.
Şirk;
ibâdeti Allah’a, itaati ise gayr-ı ilâhi sistemlere yapmaktır.
Şirk;
kudreti sonsuz olan Allah var iken, kendisinde güç vehmedilenlere bağlanmaktır.
Tüm şirkler “iyi niyet”le başlar.
Yaratılmışların
varlığı “mutlak” görüldüğünde ve onlarda da bir güç vehmedildiğinde, şirk
kaçınılmazdır.
Tâğut
Kafaların
konforu bozulmadan; tâğutların-zâlimlerin-şerefsizlerin konforu bozulmaz.
Tâğuta
isyân etmeyen, Allah’a isyân etmeye başlar.
Tâğuta
küfretmeyenler Kur’ân’ı anlayamazlar.
Tâğutizm, “kontrôllü kaos” demektir. Hiç-bir zaman “düzen”
istemez.
Tâğutlar için en kolay şey, bilinçsiz kitleleri oyalamak,
kandırmak ve denetlemektir.
Tâğutlar
İslâm düşmanlığını, “kahramanlık pâyesi” ile kamufle ederek yaygınlaştırırlar.
Tâğutların emirlerini sorgulamayı
akıllarından bile geçirmeyenler, Allah’ın emirlerini, sonu gelmeyen
sorgulamalara tâbi tutuyorlar.
Tâğutların
ifsâd ettiği Dünyâ’dan en az zarar görenler tâğutlar oluyor. Çünkü onlar
“zarârın kralı”nı âhirette göreceklerdir.
Tâğutların
istediklerini yapabilmelerinin illk ve kesin şartı, toplumun “ahlâken bozulmuş
olması”dır.
Târih
Aç
adama târih anlatılmaz.
Evrenselcilik
de bir târihselciliktir. Evrenselcilik de bu zamânın telâkkisi ile olur mecbûren.
Târih
boyunca “ara dönemler” hâriç, “sapıklıkta ittifak”, “hakta ittifak”tan önde
olmuştur.
Târih
boyunca “resmî din” tâğutlar tarafından, “hak dîn”i kontrôl ve baskı altında
tutmak için desteklenmiştir.
Târih boyunca en büyük haksızlıklar, hak dîne ve bu dinden
bahsedenlere yapılmıştır.
Târih boyunca evren hakkında atılıp-tutulmuştur ve yanlış
bilgiler üretilmiştir. Bu durum, modern zamanlar (yâni şimdi) için de
geçerlidir. %90 yanlış sonuçlara varılmaktadır.
Târih boyunca halk, “aşağıdan yukarıya” doğru değil, “yukarıdan
aşağıya” doğru şekillenmiştir.
Târih
boyunca helâk olan kavimlerin en ileri çıkan özellikleri, akıllarına çok güvenmeleri
ve hattâ akıllarını ilahlaştırmalarıydı.
Târih
boyunca insan, kendisini iki nedenden dolayı “ilah” îlan etmiştir: Maddî güç ve
bilgi.
Târih
boyunca insanların çok büyük çoğunluğu, “konformizm dîni”ne intisap etmiştir.
Târih
boyunca insanların yaptığı en büyük yanlışlardan biri de, “örfü, dînin önüne
geçirmek” olmuştur.
Târih
boyunca kitleler, hakkı ve hakîkati hatırlatanlardan nefret etmişler ve onları
aşırılıkla yaftalamışlardır.
Târih
boyunca müslüman yönetimler, “Kitap-merkezli din” yerine, “halk İslâm’ı”nı
kullanmışlardır. Bu el-an devâm etmektedir.
Târih
boyunca müslümanlar ilk defâ “modernite” ile birlikte “İslâm hükümleriyle
hükmedilmesi”ni tartışmaktadırlar.
Târih
boyunca müslümanlar ilk defâ, “modern kâfir ve müşriklere” hayrân olmaktadırlar.
Târih
boyunca müslümanlar ilk defâ, “modernite” ile birlikte kendilerini küçümsüyor
ve düşmanlarını yüceltiyorlar.
Târih
boyunca müslümanlar ilk defâ, modernite ile birlikte, düşmanları karşısında
aşağılık kompleksine kapılmaktadırlar.
Târih
boyunca olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak onu
besler.
Târih boyunca peygamberlerin tüm mücâdeleleri, “Allah’ı kabûl
eden kâfir ve müşrikler”le olmuştur.
Târih
boyunca seküler devlet ideolojilerine aykırı davrananlar, “vatan hâini”,
“meczup” ve “terörist” olarak damgalanmıştır.
Târih
boyunca seküler yönetimler, halkı hep “güvenliğin yokluğu” ile korkutmuşlardır.
Bu bağlamda güvenlik, her-şeyin önüne geçirilmiştir.
Târih
boyunca tüm “Sezar”lar, “Allah’ın hakkını” gasbetme mücâdelesi vermişlerdir.
Târih
boyunca vahyin âyetlerini benimseyip de sindiremeyenler, ya İslâm-öncesi
inanışlara, yada modern furyalara kapılmışlardır.
Târih boyunca, büyümeyen devletlerin bölündüğü görülmüştür.
Bu durum şu-anda da böyledir.
Târih boyunca, halkın hesâbı başka, hükûmetin hesâbı ise bambaşka
olmuştur.
Târih
boyunca, vahyin muhâtaplarının, Allah’ın emirlerini içeren apaçık âyetlerinden
inkâr etmedikleri hiç-bir âyet kalmamıştır.
Târih okumak kader okumaktır.
Târih
okumaktan ziyâde, “târih yazmak” önemlidir.
Târih,
“çok bilenler!” çöplüğüdür.
Târih,
“imtihanların târihi”dir.
Târih,
acıların târihidir.
Târih, doğu’nun ve batı’nın savaşım târihidir.
Târih,
insanın; ilâhi hükümler yerine kendi hükümlerini hâkim kılmak için verdiği
mücâdelenin târihidir.
Târih,
mânânın ve aklın, “birbirini sınırlandırması”nın târihidir.
Târih;
aklın ya “hak üzere” yada “bâtıl üzere” yönlendirilmesinin târihidir.
Târih;
din ve demokrasinin kavgasının târihidir. Yada; “Allah-merkezlilik” ile, “insan-merkezlilik”
arasındaki savaşın târihi.
Târih;
üst-sınıf ile orta-sınıfın iktidar mücâdelesidir. Alt-sınıf ise sürekli olarak
bu tepişmenin faturasını öder.
Târihen
sâbittir ki, hiç-bir devlet “ezelî” ve “ebedî” değildir.
Târihte “İslâm’dan önce” diye bir zaman yoktur, hiç
olmamıştır.
Târihte,
salt eğitim aracılığıyla “kitlesel” bir değişim-dönüşüm yaşandığının bir örneği
yoktur.
Târin
boyunca ironik bir şekilde, İslâm-dışı sistemleri ayakta tutanlar, mustaz’aflar
olmuştur.
Tasavvuf
Çüke
dil takılsaydı, tasavvuftan bahsederdi. Çünkü tasavvuf “çük”üne göre
konuşmaktır.
Dikkat
edin!; “aldatıcı” sizi tasavvuf ile aldatmasın.
Mezhep,
meşrep, târikat, tasavvuf vs. Bunların ortaya çıkışı, din-kaynaklı değil,
siyâset-kaynaklıdır. Bu konuda dîni, siyâsetlerine âlet etmişler ve sanki
oluşturdukları bu siyâsi akımlar, dînî bir konuymuş gibi gösterilmiştir.
Tasavvuf
bir “gizli ilim” öğretisidir. İslâm’da ise her-şey apaçıktır.
Tasavvuf
dinle değil, dînin duygusuyla ilgilenmektir.
Tasavvuf
ve târikatların affedilmez hatâsı, insanları Kur’ân ve Sünnet’e yönlendireceklerine,
hadis ve sünnet adı altında kendi kitaplarına ve tarzlarına zorlamalarıdır.
Tasavvuf,
“İslâmî(!) mitoloji”dir.
Tasavvuf, düşüncede mânâ-değer-hiçlik
merkezli iddiâsındayken, amel-eylemde, modern ve konjonktüreldir. İşte
tasavvufun ana sorunu ve sapmasının nedeni budur. Celâleddin Rûmi, “ne olursan
ol gel” diyor ama, Moğollardan başkasına da destek olmuyor bu yüzden. Böylece
düşüncesi ve ameli de, konjonktüre ve güce göre şekilleniyor.
Tasavvuf,
gaybın yorumudur.
Tasavvuf, hayâta “sarhoş kafayla” bakmaktır.
Tasavvuf,
her tarafı boklu olan bir değnektir.
Tasavvuf,
ona bağlı olanların, bizzat kendilerinin peygamber ve Allah (hâşâ) olarak,
Peygamber’den ve Allah’tan bağımsızlaşması öğretisidir.
Tasavvuf,
paranoid bir bozukluktur. Paranoid şizofrenidir.
Tasavvufçular
her yerde Allah’ı gördüklerini söylerler; ben ise baktığım her yerde Şeytan’ı
görüyorum. Bu çirkeflik içinde her yerde Allah’ı görmek de neyin nesi?.
Şeytan’ın târihteki en büyük iktidârı Dünyâ’yı sarıp kuşatmışken her yerde
Allah’ı görmekten bahsetmek, “Şeytan’a köpeklik yapmak” demektir.
Tasavvufçular,
Allah’ı “tesbih” edeceklerine “teşbih” ediyorlar.
Tasavvufçular,
şeytanın fısıltılarını “Allah’ın tecellisi” zannediyorlar.
Tasavvufçular, zırvaladıkları mekânlarda kendilerini Allah
gibi görürlerken, maddî hayatları için çalıştıkları işyerlerinde kulluğu zirveye
çıkarırlar.
Tasavvufta,
“insan-ı kâmil’e kul olmak” ile “âlemlerin rabbi olan Allah’a kul olmak”
arasında fark yoktur.
Tasavvuftaki
“ne arıyorsan kendi içinde ara” sözü, insanı dış gerçeklikten koparan bir
fitnedir.
Tasavvuftan
vazgeçmedikçe Kur’ân’a uyulamaz. Çünkü tasavvuf ile Kur’ân bir-birinin
düşmanıdır.
Tasavvufun
en güçlü olduğu zamanlar, İslâm toplumunun çöküntüde olduğu zamanlardır.
Tasavvufun
palazlandığı dönemlerde, ya iç-savaşlar yada dış-yenilgiler yaşanmıştır.
Tasavvufun sözde büyüklerinin şöhretleri, sapıklıklarından
(şathiye) ileri gelir.
Tasavvufun
tanrı anlayışı, “sınırlı olan bir tanrı” anlayışıdır.
Türkler
bir-çok din değiştirmişlerdir. Bu değişikliği yaparlarken bir-önceki dinlerinden
yeni dîne bir-çok unsurlar taşımışlardır. Eski dinlerinden yeni dîne girerken
eski dinlerinin artıklarını da yanlarında taşımaya alışkın olan Türkler, İslâm’a
da girerken eski dinlerinin artıklarını da yanlarında getirmişlerdir. Tasavvuf
denen zırvalık budur.
Teknoloji
İçine
rûh katılmamış hiç-bir şey sanat değildir. Bu nedenle teknolojinin ürünleri
sanat değildir.
Teknoloijk günahların cezâsı daha Dünyâ’da başlar.
Teknoloji
geliştikçe insan sınırlanıyor. Teknoloji, insanın o özel insânî özelliklerini
körelttiği için, insana has o özellikler kullanılamıyor.
Teknoloji geliştikçe(!) açlık çoğalıyor. Hâlbuki tam tersi
olması gerekmiyor mu?.
Teknoloji geliştikçe, sanat ve estetik zayıflar. Zîrâ
teknoloji ruhsuzdur.
Teknoloji
hurâfedir.
Teknoloji,
“el”i işlevsiz bıraktı. Sonuçta her-şeyde bir bereketsizlik ortaya çıktı.
Teknoloji,
nefse dönük ve nefse yöneliktir.
Teknolojinin
hayâtı hızlandırması, insanların teknolojik hıza yetişmesi için hızlanmasından
dolayıdır.
Teknolojinin
ortaya çıkardığı kolaylıklar, yine “teknolojinin ortaya koyduğu zorluklar”ın
bir sonucudur.
Teknolojiyi
“din” yapmış olanlar, “yakında bizi robotlar yönetecek” diyorlar. Tabî ki;
“nasılsanız, o şekilde yönetilirsiniz”.
Teslimiyetten
(îman) doğan basit araçlar, teknolojinin üstün araçlarını alt edebilir. Bunun
en iyi örneği, Firavun’un sihirbazlarının üstün teknolojik araçlarının, Hz.
Mûsâ’nın “âsâ”sı tarafından yok edilmesidir.
Tevhid
Altınçağ,
tevhidin hâkim olduğu çağdır. Asr-ı saadet çağı gibi.
Tevhid bir söylem-şekli değil, bir eylem-şeklidir.
Tevhid
bozuldukça, te’vil çoğalır.
Tevhid,
iç-âlemle dış-âlemin çakışmamasıdır.
Tevhid;
Allah’ın göklerde İlah olduğu gibi, yeryüzünde de İlah olarak kabûl edilmesi ve
sâdece O’nun yasalarıyla hükmedilmesidir.
Tevhid;
Allah’ın kânunlarının gökte hâkim olduğu gibi, yeryüzünde de hâkim olması
demektir.
Tevhid; Allah’ın, hayâtın tüm alanlarında “Hâkim” olarak “birlenmesidir.
Tevhid;
göklerdeki düzenin aynısını yeryüzünde de kurmak için “Allah’ın kânunları”na
sarılmaktır.
Tevhidî
bilinç yetmez, “tevhidî duruş” da gerekir.
Toplum
Bir
toplumun alfabesini değiştirmek, o toplumun düşünce yapısını da değiştirmek
demektir.
Bir-araya gelmiş bir toplumun “hak” yolda olduğunun
göstergesi; o toplumun birileri tarafından rahatsız edilmesi ve haksızlığa
uğratılmasıdır.
Hac; “dînî-mânevî”den ziyâde, “siyâsî-toplumsal” bir buluşma
şeklidir.
İlkel diye tâbir edilen toplumların ataları da ilkel değildi.
Bu toplumlar daha sonradan, “toplumlardan izole oldukça” ilkelleştiler.
Toplumda
yer etmiş kötülükler, ancak o toplumla birlikte yok edilebilir. Helâk bu
nedenledir.
Toplumları
kutuplaştıran ana unsur, partilerdir. Sonra da mezhepler, târikatler, cemaatler
ve haramlar gelir.
Toplumları
medenî, (yâni dînî yapan), “din”dir. Din olmadığında vahşîlik vardır.
Toplumları
ve düşünceleri en çabuk, savaş değiştirir.
Toplumların
zayıflaması, yozlaşması, çürümesi ve yıkılması; lüks, isrâf ve refah özlemiyle
başlar.
Toplumun
seviyesi, “lîderin seviyesi”dir.
Türk
Aziz
Nesin’in dediği gibi; Türkler’in büyük kısmı aptaldır; modern firavunlar onları
iyice aptallaştırdı.
Kahveye
yabancılaştık. Kahve derken “Türk kahvesi” diyoruz, fakat “kola” derken “Amerikan
kolası” demiyoruz.
Türk
anne-babadan doğunca Türk olunduğu gibi; müslüman anne-babadan doğunca
“müslüman” olunmaz. Mü’min-müslüman olmanın kan ile alâkası yoktur.
Türk
dîni, îman ve ahlâktan yoksun bir dindir.
Türk
halkı, “kâinat imamı(!) ile Dünyâ lîderi(!)’nin kıskacı arasındadır.
Türk târihinde, “iknâ yolu” ile gerçekleşen bir değişim
hiç-bir zaman yaşanmamıştır. Türklerin târihi “devrimler târihi”dir. Bu nedenle
Türkiye’de, bir devrim yapmadan, salt iknâ yolu ile köklü değişimler
olabileceğini zannetmek ve beklemek boşuna bir bekleyiştir.
Türk-İslâm
sentezi şirktir. İslâm, yanında başka bir şeye izin vermez.
Türkiye
İş
öyle bir yere geldi ki, Türkiye’de herkes kendini “şüpheli” olarak görmeye
başladı.
Türkiye
öyle bir Amerikanlaştı ki, Amerika’da yaşamaya başlasanız bir “uyum sorunu”
olmaz.
Türkiye’de
(ve de tüm Dünyâ’da) “koltuğu” korumanın yolu, sermâyedarları memnun etmekten
geçer.
Türkiye’de
15 Temmuz sonrası ortaya çıkan çâresizlik, “denize düşenin yılana sarılması”
şeklindedir.
Türkiye’de
18 yaş-altı “resmî cinsel ilişki” (yâni evlilik) suç iken; gayrı-resmî cinsel
ilişki (yâni flört) serbesttir.
Türkiye’de
2.000 yılından sonra “apaçık şirk” iki kişi üzerinden sürmüştür. Fakat hayret
ki, bu iki kişinin çatışmasından ve çatışmanın kötü sonuçlarından ders
alınmamış ve Kur’ân-Sünnet çizgisine dönülmemiştir ve hattâ böyle bir şey
düşünülmemiştir bile.
Türkiye’de
bir “fenimist kuşatma” var.
Türkiye’de
bir “ölü kültü” var.
Türkiye’de darbeleri hep “kaymak kesim” yapmıştır. Bu nedenle
de darbeler hep onlara yaramıştır. Fakat ancak “alt kesim”in yapacağı darbe
gerçek anlamda bir devrime dönebilecektir.
Türkiye’de demokrasi tam olarak uygulanmıyormuş. Çok şükür!.
Bir de “tam” uygulansa hâlimiz harâp olurdu.
Türkiye’de
demokrasi yok, “demokrasicilik oyunu” var.
Türkiye’de
İslâm, Anayasanın 24. maddesine göre yasa-dışı bir dindir.
Türkiye’de
müslümanlar, “Dünyâ lîderi” ile “kâinat imamı” arasında pin-pon topuna
dönüşmüşlerdir.
Türkiye’de
müslümanların geldiği seküler nokta, kısa-zaman önce verilen tâviz(ler)in
sonucudur.
Türkiye’de
saltanâtın devâm etmemesinin nedeni, Atatürk’ün çocuğunun olmaması idi.
Türkiye’de
ve de tüm Dünyâ’da ekonomi, din ve ahlâktan önemlidir. Oysa kötü-adâletsiz
ekonominin nedeni, dinsizlik ve ahlâksızlıktır.
Türkiye’deki
“medyatik hocalar”ın tamâmı münâfıktır.
Türkiye’deki iç çatışma, Rumeli kökenli “lâik elitler”le,
Anadolu kökenli “muhâfazakâr elitler”in çatışmasıdır.
Türkiye’deki
iç-çatışma, “eski lâikler” ile “yeni sekülerler” arasındaki çatışmadır.
Türkiye’deki
iktidarların yapması gereken 3 önemli şey var. Eğer bunların hepsini
birlikte yaparsa hem adâletli hem de güçlü olur ki bu, dünyâ-hâkimiyeti
demektir. 1-PKK sorununu bitirmeli ve kürtlere insanca davranılıp özgürlükler
verilmeli. 2-Asgari ücret ve emekli maaşları (2015 Ocak ayına göre söylüyorum)
taban 2.000 lira olmalı. Bu rakamdan aşağı bir para hiç-bir eve girmemeli.
3-İslâm’ın önü açılmalı. Yüzümüzü batı’dan doğu’ya yâni İslâm ülkelerine
çevirmeliyiz. İslâm’dan korkanlara korkulacak bir şeyin olmadığı gösterilmeli.
Türkiye’deki siyâsî tartışma: ABD’ye mi, yoksa
Avrupa/İngiltere’ye mi “domalacağız” tartışmasıdır. İslâm Devleti’nden söz-eden
kimse yok. Üstelik İslâm Devleti’nden söz etmeyenler, kendilerini “iyi müslüman”
zannediyorlar.
Türkiye’li
müslümanlar için demokrasinin îtibârı, AKP sâyesindedir.
Türkiye’li
müslümanlar, Kur’ân ve Sünnet’e göre değil de, Diyânet’e göre dîni yaşıyorlar.
Hâlbuki diyânetin uygulamaları büyük oranda Kur’ân ve Sünnet’in ifsâd edilmiş
şeklidir.
Türkiye’nin
“kurtuluş” savaşı, iki yunanlı komutanın birbirine karşı yaptıkları tiyatral
bir savaştı.
Türkler
müslüman olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk”
şeklinde icrâ etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne
geçmiştir. Fakat bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk
sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın.
Türkler
târih boyunca 16 tâne devlet kurmuşlardır, fakat târih boyunca kurulan 16
devletin 15’i yıkılmıştır.
Türkler’in İslâm’dan önce doğru-düzgün bir kültürleri ve
uygarlığı yoktu. İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar,
(üzerine İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak”
yaşarlarken; Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Roma (batı)
kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa
İslâm onlara bir Medeniyet sunmuştu. Türkler bir türlü vahiy ve sünnet-merkezli
o İslâm Medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir.
Türklerin
“Ata”ya bu kadar bağlı olmasına şaşırmamak gerekir. Zîrâ Türkler, tüm
zamanlarda “atalar”a tapınmışlardır.
Türklerin
baskın dînleri, tüm zamanlarda şamanizm ve neo-şamanizm olmuştur.
Türklerin
demokrasiye olan bağlılığının arka-plânında “Gök Tanrı” inancı vardır. Gök
Tanrı, “sâdece göklerin Tanrısı”dır.
Türklerin târih boyunca ilmî alanda geri ve yetersiz
kalmasının nedeni, “devşirme sistemi” nedeniyle, ilmî alanı genelde gayr-ı
müslimlerin eline vermesidir.
Türklük,
müslümanlığın yerine ikâme edilen bir kimlik şeklidir.
Uyku
Uyku
“ölüm provası”dır.
Uyku,
bir çeşit ölüm hâlidir. Uyku, insana her-gün: “sen Allah değilsin” hatırlatması
yapar.
Uyku,
insanın Tanrı olmadığının delîlidir.
Uyuyan
insan mâsum görünür. Zîrâ nefsi o anda etkisizdir.
Uyku
bir çeşit zaman-makinasıdır. İnsanı bir-anda 6-7 saat ileri götürür. Ölüm de
bir zaman-makinesidir. Kişiyi bir-anda âhirete götürür.
Vahdet-i Vücûd
Panteizm yada vahdet-i vücûd öğretisi, “mutlak materyâlizm”dir.
Vahdet-i
Vücûd (Lâ mevcûde illallah), Tevhid’e (Lâilâheillallah) karşı yapılmış bir “ifsâd
düşüncesi”dir.
Vahdet-i
Vücud sapıklığına göre, Şeytan’a ibâdet etmeyenler müşriktir.
Vahdet-i
Vücud, “modern animizm”dir. Animizmde her-şey kutsallaştırılıp
ilahlaştırılırken, Vahdet-i Vücûd ise her-şey -hâşâ- Allah yapılır.
Vahiy
Algılarınızı
vahiy inşâ etmiyorsa, bildiklerinizin %90’ı yanlıştır.
Değişmeyen
tek şey vahiydir.
Ekonomik
uçurum, hem fakirlerin hem de zenginlerin, ters istikâmette vahiy-merkezli
dinden kopuşuna neden olur.
Vahiy
almak dışında, Peygamber için kullanılan, “örnek alınamayacak” tüm nitelemeler
şirktir.
Vahiy,
Dünyâ’nın “altını üstüne getirmek için” indirilmiştir.
Vahiy,
hayâtın içinde okunmadığı ve yaşanmadığında, bitmek bilmeyen sonsuz yorumların
nesnesi olur.
Vahiyden
koptukça tevhidten kopulur ve şirk başlar.
Vahiyle onaylanmamış hiç-bir yorum bağlayıcı değildir. Bu
yorumu yapan isterse Hz. Ömer olsun.
Vahiy-merkezli
İslâm’dan bi-haber olan müslümanlar, bağnazlıkla modernite arasında sıkışıp
kalmışlardır.
Vahye
aykırı olan bir sistemden, vahye uygun olan bir şey çıkmaz.
Vahye
gerek yoktur, akıl en iyi yolu bulur deniyor. Fakat vahiy her zaman, aklın
ortaya koyduğu kötülükleri düzeltmek için gelmiştir.
Vahye göre yaşanmadığında, işler zamanla daha da kötüleşir.
Vahyi
“şartlara göre” değiştirmek, yahudileşme alâmetidir.
Vahyî
bilgi arttıkça yaşayış tarzının modernleşmesi, salt bilgi ile İslâmî yönde bir
değişimin yapılamayacağını gösterir.
Vahyin
“kırmadığı” (yada eğmediği) insanı, kırmayacak/bükmeyecek hiç-bir etken yoktur.
Vahiysiz insan, her-şeyden kırılan insandır.
Vahyin
anlamı, zaman, mekân ve coğrafyaya göre değişmez, fakat zaman, mekân ve
coğrafyaya göre insanların anlayışları değişir.
Vahyin bilincine erememiş olan insan, eşyâya göre düşünür.
Vahyin
hayâta hâkim olduğu İslâm ülkelerinde; psikolog, kişisel gelişim uzmanı, yaşam
koçu, âile terapisti ve sosyâl danışmanlara iş yoktur. Zîrâ “Kur’ân, kâlplere
şifâ”dır.
Vahyin hükümlerinin evrenselliği gerçeğini tartışmak, o
hükümleri hükümsüz bırakmanın başlangıcıdır.
Vahyiyle
bildirilen “şeriatı uygulamak” demek olan sünnetten kopulunca, “zamânın
telâkkileri” “şeriat” yerine “şeriatlar” ortaya çıkarırlar.
Yeni risâlet ve vahiy, aynı-zamanda yeni bir “af”tır. “Geçmiştekiler
affedilmiştir” artık.
Vatan
Vatan
hâini olmak mı daha kötüdür, “din hâini” olmak mı?.
Vatan
sevgisi başka; uygulanan ideolojiyi yada uygulayan hükûmeti sev(me)mek
başkadır.
Vatan sevgisi ile “hicret” bir-arada bulunamaz.
Vatan
sevgisi, Dünyâ sevgisidir. Aşırı Dünyâ sevgisi, âhiret sevgisizliğinden
kaynaklanır.
Vatanın
hâinleri olduğu gibi, dînin de hâinleri vardır.
Yaşam
Ânı yaşamak düşüncesinin aşırıya kaçması, “ne dünü ne de
yârını düşünmeyip hesâba katmamak” anlamında, koca bir aymazlıktır.
Anlamlı
yaşamak “sınırlı yaşamak”tır, sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da
yanında getirir.
Çok
yaşamak istiyorsanız, sabahları erken kalkın.
Düşünceleriniz, yaşam-tarzlarınızdan
bağımsız olamaz.
En büyük kibir, Allah’sız
yaşamaktır.
Metropôllerde
yaşamak şerefsizliktir. Çünkü metropôllerde şerefsizleşmeden yaşanmıyor.
Size
“yaşama sevincini” ne veriyorsa, rabbiniz de odur.
Yaşama
olan tutkunluk arttıkça gürültü de artar. Yaşamak “gürültü çıkartmaktır” çünkü.
Yaşamak
demek, birilerine bir şeyleri göstermek ve kanıtlamak demek değildir. Yaşamak
nerde ve ne zaman olursa-olsun, kendini Allah’a kanıtlamak demektir.
Yaşamak,
“Allah için yaşamak”tır. Aksi-hâlde “hayat süren leş” olunur.
Yaşamak,
“doğru-dürüst yaşamak”tır.
Yaşamak, yavaş-yavaş ölmektir.
Yaşam-tarzları,
“vahyin emrettiği yaşam-tarzı”na aykırı olanların, “Kur’ân’ı hakkıyla anlaması”
mümkün değildir.
Yaşanagelen;
ahlâki, sosyâl, ekonomik ve siyâsal bir örnekliğin olmaması, vahyin gerçek
anlamını perdeliyor.
Yaşantılarımızla
çelişen ne kadar çok düşüncelerimiz var..
Zaman
Sonsuzluk
(Allah hâriç) ancak “yok” olan için kullanılabilir. Vâr olan için sonsuzluktan
bahsedilemez. Zîrâ sonsuz, vâr olmakla berâber bulunamaz. Çünkü o zaman sonsuz
+ 1 dememiz gerekir.
Tüm zamanlarda kölelerden sâdece iki şey istenmiştir:
Çalışmak ve üremek.
Varlığı
Allah ile anlamayı ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman”
yeter ne de “mekân”. Bu nedenle de “milyarlarca yıl”dan ve “sonsuz evrenler”den
bahsedip dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “Kâlpler ancak Allah’ın
zikri ile tatmin bulur” (Ra’d 28).
Yokluk
diye bir şey yoktur. Bir şey, vârolmadan önce yoktur sâdece. Fakat o zaman bile
bir şey vardır.
Zaman
öldürüyorum diyenler, zamânın öldürdükleridirler.
Zaman
sâbittir, izâfi değildir; algılardır izâfi olan.
Zaman
ve mekân, kendi mantık türünü de üretir.
Zamâna
göre nefsin değişmesi, zamâna göre vahyin değişmesini gerektirmez.
Zamanda
geriye gitmek, târih okumaları ile olur.
Zamâne
müslüman cemaatlerin bireyleri, “şahsiyet” olamamış kişilerden oluşuyor. Bu
nedenle “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” yapamıyorlar.
Zamânımız
insanlarını gerçekliklerden daha çok görüntüler etkiliyor. Görüntülerden
etkilendiği kadar gerçeklerden etkilenmiyorlar.
Zamânımızda
modern müzik, koyunların (halk) mest edilip kolayca yola getirilmesi için
kullanılıyor. Bâri kavalı çalan (dînime küfreden) çoban müslüman olsa.
Zamânımızda
ümmetin fertleri büyük ölçüde “ümmi”dir. Yâni vahiy kültüründen uzak.
Zamânımızdaki
müslümanların ahlâkı yoktur, “etik”i vardır.
Zamânın
hızla geçmesi, aslında “ömrün hızla geçmesi”dir.
Zamânında
“dinde recm yoktur” diyenler, şimdi de (2018) zinânın cezâsı olarak “îdam”
istiyor.
Zamânında
“modern tarıma geçiyoruz” diye bize kısır tohumları satanlar, şimdi de; “organik
tarıma geçiyoruz” diye yine ellerindeki “ârızalı” olan tohumları satmak
istiyorlar ve satıyorlar. Oyalamanın sonu yok.
Zamanla kendi-kendine düzelecek olan şeylere müdâhale etmek,
o şeyi içinden çıkılmaz hâle getirir.
Zenginlik
Askerlik
“yan gelip yatma yeri” değil, garibanların (zenginlerin değil) evlatlarının
toprağa düştükleri yerdir.
Birileri,
çoğunluğu oluşturan garibanlar yerinde sayarken yada gerilerken, zenginlerin
servetlerinin artmasını “ülkenin zenginleşip gelişmesi” zannediyor.
Bozulma
(ifsâd) ilk önce saraylarda, daha sonra zenginlerin kâşânelerinde başlar.
Oradan da genele yayılır.
Bu
seküler düzende zenginler daha zengin, fakirler daha fakir, aptallar da daha
aptal olurlar.
Çok zengin olmanın yolu, birilerinin ölmesi yada ezilmesinden
geçer. Birileri sizin için ölmedikçe yada ezilmedikçe zengin olamazsınız.
En zengin ülke, en çok borcu olan ülkedir. Zîrâ en çok
tüketen ülkedir. Çok tüketmek bir zenginlik işâreti olarak görülüyor modern
dünyâda.
Hırsızlar,
çaldıklarıyla zenginleşince, malını çaldıkları kişilerin fakirlikleriyle alay
ederler.
İşsizlik,
sanâyici-zenginlerin sigortasıdır.
Yeryüzünün
en derin uçurumu, “zengin ile fakir arasındaki uçurum”dur.
Yoksulların
kurtuluşu, zenginlere pahalıya patlar.
Zengin
olma isteği bir bunalım durumu dürtüsüdür. Fakirliğin bunalımı. Doğal olan bir
süreden fazla süren fakirlik ve zorluk durumunda insanlar zengin olmayı
düşünmeye başlarlar doğal olarak.
Zenginlerin
daha zengin, garibanın daha gariban kalmasının ve pastadan daha fazla pay
alamamasının tek yolu, demokrasidir.
Zenginlerin
servetlerini katlamaları, garibanların da zenginleşmeleri demek değildir.
Gariban her zaman yerinde sayar.
Zenginlerin yaptıkları “para
kavgaları”ndan en çok zarar görenler garibanlardır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2015 (ilk
taslak)