29 Ekim 2018 Pazartesi

Modern Şirkin Üç Ayağı: Demokrasi, Lâiklik, Kapitâlizm





“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

“Ey îman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir-sâhiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şâyet Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir” (Nîsâ 59).

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

Küresel-seküler-modern sistemin (din) siyasâl sistemini demokrasi; inanca ve inançlara bakışını lâiklik; ekonomik ayağını da kapitâlizm oluşturmaktadır. Bu nedenle demokratik bir sistemde lâiklik ve demokrasi ayrılmaz ikilidir. Bir sistem için ekonomi de olmazsa-olmazdır ki bu ekonomi, “ahlâktan yoksun olan kapitâlist ekonomi sistemi”dir.

Seküler-küresel sistem, dîne karşı oluşturulmuş bir sistemdir ve din-merkezlilik yerine beşer-merkezliliği esas almıştır ki, beşer-merkezli olunca nefs-merkezli olması da kaçınılmaz oluyor. Şu da var ki, beşer-merkezli olunca mutlakâ adâlet, hak ve hakîkatten de uzak duruluyor ve her-şey, şeytanın, tâğutların ve “mutlu azınlığın” dileğine ve isteğine göre oluyor. Zâten bahsedilen; demokrasi, lâiklik ve kapitâlizm denen üç şeytâni sistemi çıkaranlar da, “arzularını din edinmiş olanlar”dır.

Yozlaşmış da olsa dînin baskısından dolayı sermâye biriktirmekte ve mal edinmekte belli bir sınırı aşamayan burjuva ve para-severler, bunu nedeni olarak dîni görmüşlerdir. Zîrâ din, birilerinin, halkın genelinden aşırı şekilde ayrışmasını yasaklar. Özellikle İslâm’da bu çok önemlidir ve “servetin birilerinin ellerinde devlet hâline gelerek tekelleşmesi” yasaktır (Haşr 7). İşte bu engelden kurtulmak isteyen şeytanın küresel uşakları, işe paradan başlanamayacağını anlamışlar ve bunun için ilk önce insanların zihinlerini, kâlplerini ve dolayısı ile siyâsetlerini değiştirmeleri gerektiğini ve “ölçü”nün din-merkezlilikten beşer-merkezliliğe kaydırılması gerektiğini anlamışlardır. Çünkü dînin baskısından ancak, din yerine ikâme edilecek olan sistemle ve o sistemin de din gibi sevilmesiyle olacağını, bunun için ise dînin yerine konacak bâtıl sistemlerin yâni dinlerin, tam da nefse uygun olması gerektiğini düşünmüşlerdi. Tabi hristiyanlıktaki yozlaşma ve zulümler de bu iş için çok yararlı ve destekleyici olmuştur. Halk, kilisenin ve yozlaşmış dînin baskısından bunalmış olduğu için, din yerine konacak olan sistemleri seve-seve desteklemeye dünden râzıydı.

İşte bu minvâlde, Amerika’daki kızıl-derilileri sömürerek ve Afrika başta olmak üzere, çeşitli coğrafyaları sömürerek yâni hırsızlık yaparak belli bir sermâyeye sahip olan küresel tâğutlar, çeşitli oyunlarla siyâsetten dîni kaldırıp, onu kiliseye, vicdâna, zihnilere ve kâlplere hapsederek, sözde “halkın belirleyeceği” yöneticilerle ve beşer aklına göre olacak sistemleri öne sürdüler ve bunun için de çeşitli alanlardan kişilerden destek gördüler.

Siyâsette demokrasiyi, kamusal alanda lâkliği, ekonomik alanda da kapitâlizmi din yaptılar. Halk görece baskılardan kurtulmuş, fakat bu sefer de nefsinin baskına girmeye başlamıştı. Maalesef, oluşan furyada buna îtirâz edecek pek de kimse yoktu. Böylece bir parmak balla avunan halk, nefse uygun olan bu sistemlerin güdümüne girmişti. Bu sistemleri kolay kabûl etmelerinin nedeni tabi ki maddî refahtı. Fakat bunun ileride “rûhun bunalımı”na dönüşeceğini düşünememişlerdi. O hâlde, bir baskıdan başka bir baskıya adım atıyorlardı. Fakat bu baskı, “nefsi tatmin ettiği için” umursanmadı ve şirk, küfür, zulüm ve adâletsizlik, nefsin tatmini ve hazzın kuşatıcılığı içindeyken görülemedi. Hâlbuki yapılması gereken şey, dîni ıslah ederek ve aslına çevirerek bir düzen sağlanarak, hakkın, hakîkatin ve adâletin ikâme edilmesiydi. Tahrif olmuş olan Hristiyanlıkta bu pek mümkün olmadığı için böyle bir şey düşünülmedi bile. Öyle ki küresel şeytanlar hâlen bunun ekmeğini yiyor ve batı’lı hristiyan toplumu, “o eski dîni düzeni mi istiyorsunuz” diyerek korkutmaktadırlar. Bizim müslüman câmia da, bunu kendi dinlerine uydurmanın peşine düşmüştür. Hâlbuki bu, kilisenin yozlaştırdığı dinden kurtulmak uğruna verilen bir mücâdeleyken, İslâm’ın öyle bir sorunu olmamıştır. Zîrâ İslâm’da tüm yozlaşmaları denetleyecek ve boşa çıkarak, tahrif olmamış ve ilk günkü gibi korunan bir Kitap bulunmaktadır: Kur’ân.  

Dînin yerine konan bâtıl dinleri yâni demokrasi, lâiklik ve kapitâlizmi ayrı-ayrı olarak kısaca ele alalım..

Demokrasi

Lâiklik ve demokrasi bir dindir. Lâik ve demokratik olduğunu îlân eden tüm devletler aslında “teokratik devletler”dir ve yöneticileri de ruhbanlardır. İslâm’dan başka tüm dinlerde ruhbanlık vardır.

Demokrasi, Allah’ın egemenliğine karşı, halkın egemenliğini ortaya koymaktır. “Allah’ın mutlak hükümranlığı”na karşı, “halkın mutlak hükümranlığı”dır. Demokrasi, “Allah’ın kânunları”na karşı “halkın kânunları”dır. Fakat unutulmamalıdır ki, insanların çıkaracağı kânunlar “şeytan’ın kânunları” olacaktır. Çünkü insan vahyi göz-ardı ettiğinde mutlakâ şeytanın ayartmasındaki ve kontrôlündeki nefsine uygun olarak düşünür ve iş yapar.

Demokrasi, keyfî olduğu ve insan aklı kapasitesi kadar bir gücü olduğundan dolayı tutarsızdır ve tutarsız olmaya mahkûmdur. Bugün dediğini yarın değiştirir ve hattâ inkâr eder. Bir kânun bugün “en iyi kânun” olarak görülebilirken, yarın insanlık-dışı olarak kabûl edilebilir. Bir istatistiğe göre Türkiye’de adliyelerde verilen 100 karardan 62’si, değiştirilip düzeltilmiştir. Yâni insan-merkezli olan demokrasilerde bir tutarlılık yoktur, olamaz da.

“Çoğulculuk” yanlıları en çok şu olayı örnek göstererek İslâm’da çoğulculuk-çoğunlukçuluk-demokrasi olduğunu savunurlar:

“Peygamber, sayıca ve silahça kendilerinden üstün olan Kureyş’li düşmanlarını açık bir alanda karşılamayıp, Medîne’nin surları içinde kalarak yapılacak hücumlara karşılık savunma yapmayı daha doğru buluyordu. Bir-kısım sahabe, Hz. Muhammed’in bu görüşünü destekliyordu. Fakat çoğunluğun Medîne’nin dışına çıkmak görüşünde ısrâr ettiklerini görünce Peygamber de -bu görüşü doğru bulmamasına rağmen- onların görüşlerini kabûl etti”.

Peki sonuçta ne oldu?. 70 şehit. Peygamber’in, vahyin kazandırmış olduğu ferâsetine güvenmeyip de ısrarla farklı görüşler ortaya konduğunda ne olacağının örneğidir bu. Hem de Kur’ânî uyarıya rağmen:

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

Tabi İslâm’da şûrâ çok önemlidir ve Peygamber’e de insanlarla (halk) ile şûrâ etmesi emredilir. Fakat şûrâ, vahiy göz-ardı edilerek yapılmamalıdır. Vahiy, şûrâdan önceliklidir.

Demokrasi bir ahlâk içermez. Demokrasiler iyileri seçebileceği gibi kötüleri de, hırsızları seçebileceği gibi kâtilleri de seçebilir, Bush’u, Sarkozi’yi, Blair’i gibi nice …leri de seçebilir. 20. yüzyıldaki büyük kâtilleri hep demokrasiler seçti. 1. ve 2. Dünyâ savaşları, demokrasinin eylemi olan “oy kullanma” ile yapılan seçimlerden sonra başa gelenlerin (Hitler, Mussolini, Franco vd.) çıkardığı savaşlardır. Bu iki savaşta ölen insan sayısı, insanlık târihindeki savaşlarda ölen insan sayılarından daha fazladır. Görüldüğü gibi demokrasi, çok kötü kararlara da imzâ atabilir. Ahlâksız kararlara ve kurallara.

Kur’ân, beşerin aklına, nefsine ve çıkarına yâni demokrasiye göre koyduğu kânunları kabûl etmeyi ve desteklemeyi yasaklar ve tek kânun koyucu olarak Allah’ı gösterir:  

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

“İyi biliniz ki yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf 54).

“İhtilâfa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah’tır” (Şûrâ 10)

“Yalnız Allah’ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnızca, her-şeye gücü yeten Allah’ındır” (Mü’min 12).

“Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?. Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu hâlde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (En-âm 114).

“Siz yalnızca zannın peşinden gidiyorsunuz ve sürü psikolojisiyle hareket ediyorsunuz” (En-âm148).

Târihte demokrasinin çözmüş olduğu bir zulüm-örneği yoktur. Zâten İslâm’dan başka “sorun-çözücü” bir sistem yoktur. Aksine sürekli yeni sorunlar üretir beşerî-tâğûti sistemler. Sorunlar, sorunları çıkaranların mantığı (demokrasi) ile çözülemez. Yüzyılı aşkın bir süredir demokrasiyi kötü sonuçları ile tecrübe ettik ve gördük ki insanları mutlu edecek bir ideoloji değildir. Sâdece demokrasiyi ortaya çıkaran “mutlu-azınlığı” mutlu ediyor ve zâten onlar tarafından bu sebeple kurulmuştur ve desteklenmektedir.

Demokrasi bir batak(lık)tır. Demokrasi yolunda gittikçe daha fazla batarsınız. Hiç-bir zaman da o bataklıktan kurtulamazsınız. Hattâ demokratik ülkelerde bir sorun/kriz çıktığında, bu sorunun çâresi olarak “daha fazla demokrasi” söylemleri başlar ve bu söylemlerin sonu gelmez. Sonuçta bir yaraya merhem de olunmaz, çünkü “daha fazla” da olsa demokrasi bir çâre değildir. Bu durum aynen; kronik hasta olan birinin hastalığının artması/alevlenmesi durumunda daha fazla ilacın önerilmesi ve uygulanması gibidir. Fakat bu tutum bir tedâvi değildir. Hastalığı daha fazla derinleştirmektir. Hiç-bir zaman şifâ bulun(a)maz ve sürekli arttırılarak ilaç kullanılmaya devâm edilir. Tâ ki Azrâil görünene kadar.

Hiç-bir derde devâ olmayan bu zâlim düzeni değiştirelim artık. Bunun için de, oy kullanmayalım. Aksi-hâlde son pişmanlığın âyeti şu olacaktır:

“Ey Rabbimiz!. Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz!. Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)” (Ahzab 67-68).

Lâiklik

“Ey îman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir-sâhiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir” (Nîsâ 59).

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzûru, millî dayanışma ve adâlet anlayışı içinde, insan-haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyâl bir hukuk devletidir” (Anayasanın 2. maddesi).

“Kimse, Devletin sosyâl, ekonomik, siyâsi veyâ hukûki temel düzenini kısmen de olsa, din-kurallarına dayandırmaz…” (Anayasanın 24. maddesi).

“Lâiklik veyâ laisizm (Fransızca: Laïcisme); “Devlet yönetiminde herhangi bir dînin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensip”. Fransızca‘dan Türkçe‘ye geçmiş olan “lâik” sözcüğü, “din-adamı olmayan kimse; din-adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din-adamlarına “Clerici” din-adamı olmayanlara da “Laici” adı veriliyordu. Aynı terimin İngilizce karşılığı ise secularity olup, din ve devlet işlerinin ayrı tutulması anlamına gelir. Latince bir kelime olan “çağ” anlamına gelen “saeculum” kelimesinden geçmiştir. Sekülerizm Türkçeye lâiklik, çağdaşlaşma veyâ dünyevileşme olarak üç farklı terimle çevrilebilmektedir. Fransa‘da lâiklik için Laïcité (Laicisme) terimleri kullanılmaktadır. Kavramlar, her iki biçimde de cismi ve bilimsel olan ile soyut ve dinsel olanın birbirine karıştırılmamasını ifâde etmektedirler” (Vikipedi).

Lâiklik, insanın Allah’a; -hâşâ ve sümme hâşâ- “haddini bil” demesidir. “Senin yerin göklerdir. Oradan başkasına karışma” demektir. “Güneş’i tam zamânında doğur ve batır, rüzgarları estir, yağmurları yağdır.. fakat bizim sosyâl, siyâsal, ekonomik ve kültürel işlerimize sakın karışmaya kalkma!” demektir. İşte Kur’ân’ın baştan sona “affedilmeyecek günah” dediği şirk budur. Şirk, işe Allah’ı karıştırmamak demektir. Hattâ şirk, “Allah’ı işe, tam anlamıyla karıştırmamak” da demektir. Allah’ı işe “az-biraz karıştırmak” da şirktir. Şirk “Allah’a îman etmeme, güvenmeme, O’na teslim olmama” demektir. Zâten O’na teslim olunmadığında O’ndan başka her-şeye teslim olunmaktadır.  

Lâikliğin batı’ya faydası olmuş olabilir. En azında maddî faydası olmuştur. Yoksa batı bir cehâletten, başka bir cehâlete, bir zulümden başka bir zulme dönmüştür lâiklikle. Yâni batı, lâiklikten önce hak üzere değildi ki, haktan sapıp da başka bir sapıklık olan lâikliğe geçmiş olsun. Tabî ki lâik olmayanları istisnâ ediyoruz. Lâikliğin, batı’ya maddî bir getirisi olduğundan, batı lâikliği benimsenmiştir. Fakat bu benimseyişin bedeli; ahlâktan, merhâmetten, vicdandan ve dolayısı ile adâletten vazgeçmek olmuştur. Ahlâktan vazgeçince de yine farklı bir karanlığa düşmüştür. Demek ki lâikliğin başı da sonu da bâtıldır, karanlıktır. İlk düğme yanlış iliklendiğinde diğerleri de mecbûren yanlış iliklenmektedir.

Lâiklik, Peygamberi ara-kablosuna yada postacıya çevirip işlevsiz hâle getirir. Hâlbuki Peygamberimiz, “usvet-ül hasene”dir. Yâni güzel örneklik:

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzab 21).

Lâiklik, bu “güzel örnek”ten mahrum kalmak demektir. “Güzel örnekten” mahrum kalanlar, sünnetullah gereği mutlakâ kötü ve çirkin örnekliklere kapılırlar ve sonuçta da kötülükle ve çirkinlikle karşılaşırlar.

“Kur’ân’da lâikliğe aykırı bir âyet var mı” diyorlar. Kur’ân’daki âyetlerin tamâmı lâikliğe aykırıdır. Zîrâ Kur’ân bir hayat kitabıdır. O, hakkı ortaya atar ve lâiklik dâhil tüm bâtıllar yok olur gider.

Lâiklik, “din ile devletin ayrılması” değildir. Dînin devlet denetimine alınmasıdır. Bu, “dînin bertarâf edilmesi” anlamına gelir. Oysa İslâm’da devlet; “din-u devlet”tir. Din siyâsete âlet edilmemelidir; tam tersine, siyâset dîne “âlet” edilmelidir. Yine lâiklik, “dîni millîleştirme” girişimidir ki, meselâ lâiklik kapsamında ezan Türkçeleştirilmiştir. “Türkçe ibâdet” tartışmaları başlatılmıştır. Lâiklik “seküler bir inanç şekli”dir.

Lâiklik, Kur’ân’ı kat-kat sarmalayıp yüksek bir yere asmanın moderncesidir. Dînin alanı, lâiklik tarafından sınırlandırılamaz. Hiç-bir şey tarafından sınırlandırılamaz. Aslolan dindir çünkü. Unutulmasın ki Peygamberimiz hem din hem de devlet başkanıydı.

Lâikliğin doğasında bir bozukluk vardır. O bakımdan ondan bir hayır gelmez.

Hiç kıvırmaya gerek yok; lâiklik, “dinsizlik” demektir. “Çok-dinlilik” de bir çeşit dinsizliktir. Zâten Ziyâ Gökalp de; Fransızca olan “lâik”in karşılığı için, Türkçe kelime olan “lâ dînî” yâni “dînî olmayan” kelimesini kullanmıştır.

Lâiklik müslüman Türkiye’ye çok-çok dar gelen bir “deli gömleği”dir. Buna rağmen zorla giydirilmeye çalışılan bu gömleğin sık-sık düğmeleri kopar ve hattâ yırtılır.

Kapitâlizm

“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

“Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

Kapitâlizm, biriktirmeyi bir “araç” için değil de “amaç” için yapan sistemin adıdır. Kapitâlizm bir dindir ve bu dînin en büyük ibâdeti “para biriktirmek”tir. Kapitâlizm bir “biriktirme dîni”dir. Oysa İslâm’a göre birikim sâdece ihtiyaç için, o da bâzen güzel (tahsiniyyat) olduğu için olsa da, genelde “zorunlu olan ihtiyaçlar için” olur. İslâm’da “ihtiyaçta zarûret fıkhı” vardır çünkü.

İslâm’da bir şeyi almada “ihtiyaçta zarûret” prensibi benimsendiğinden dolayı, sanâyici de bu prensibi doğal olarak benimser. “Üretim-merkezli tüketim” değil; “tüketim-merkezli bir üretim” anlayışı vardır. Bu nedenle haddinden fazla üretim olmaz. İhtiyaç kadar üretim yapılır. İç ve dış pazarın talebi kadar üretim yapılır. Böylece stokçuluğun önüne geçilmiş ve şeytanın kullanabileceği kapı kapatılmış olur. Haciyyat ve tahsiniyyat denen; “gerekli olan” ve sâdece “güzel olduğu ve beğenildiği için” alınması meşrû olan ürünler de üretilir ve alım-satımı yapılır. Fakat müslümanlar bu konuda haddi aşmamaya özen göstermelidirler.

Kapitâlizmin felsefesinde; “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire, laissez passer) ilkesi vardır. İyi de neyi bırakalım?, neye engel olmayalım?. Kapitâlist zihniyetin bizi sömürmesine mi?. İslâm zâten buna engel olmak için vardır. Aşırı kaçan hiç-bir şeye izin vermez İslâm. İslâm bir “tutma dîni”dir, kapitâlizm ise mottoda da söylendiği gibi bir “tutmama dîni”. “Bırakınız” diyor bu yüzden. İslâm’da her türlü aşırlık yasaktır. Bu yüzden ticârette de 1’e alıp da 10’a satmak olmaz:

“Siz ey îmâna ermiş olanlar!. Birbirinizin mallarını haksız yollarla -karşılıklı rızâya dayanan ticâret yoluyla da olsa- hebâ etmeyin (yemeyin) ve birbirinizi mahvetmeyin; zîrâ Allah, sizin için bir rahmet kaynağıdır” (Nîsâ 29).

Kapitâlizm bir tüketim imparatorluğudur ve yok etme çağrışımı yapan “tüketim” kelimesi kullanılır sürekli olarak. Daha önceleri ihtiyaç, tasarruf, yeme-içme olarak kullanılan kelimeler vardı. Kapitâlizmin ürünleri “tüketilecek” ürünlerdir ve yok olmalıdır ki yenileri üretilsin ve satın alınsın.

Kapitâlizmde insanlar tükettikleri oranda değer kazanırlar. Kapitâlizmde en değerli olan insan, “en çok tüketebilen insan”dır. Müşteriyseniz inanılmaz bir değeriniz vardır.

Kapitâlist sistemin iki esâsı vardır. Birincisi sermâye birikimi, ikincisi de rekâbet. Fakat bu iki unsur; ahlâksızlığı, kul-hakkını, rekâbeti ve dolayısı ile sömürüyü de berâberinde getirmiştir. Bu sömürünün insafsızca her türlü görünümleri olmuştur.

Kapitâlizm bir biriktirme sistemidir, fakat bu İslâm’da yasaktır. Kur’ân biriktirmeyi şu âyetleriyle yasaklar:

“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

“..Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

“Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

“Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardır” (Zâriyat 19).

Kapitâlizmin âyeti: “Paranız yoksa kıymetiniz yoktur” iken; Kur’ân’ın âyeti: “Duânız yoksa kıymetiniz yoktur” (Furkân 77) şeklindedir.

Kapitâlizmin panzehiri, İslâm’ın kültürel, sosyâl, siyâsi ve ekonomik modelidir. Bu model, İslâm Devleti ve medeniyetiyle ikâme edilebilir.

Evet; kapitâlizm bir “ihtiraslar dîni” iken; Tek hak din olan İslâm, müslümanlara; “ihtiraslarınız ihtiyaçlarınız değildir” der.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2018



Devamını Oku »

11 Ekim 2018 Perşembe

Sözler 2

Kur’ân
Aldatmanın bir çeşidi de, “Kur’ân ile aldatmak”tır.
Aman söyleme! ateist-deist olurlar diyorlar. Furkân olan Kur’ân’ın âyetlerine bakarak ateist-deist olanlar, olurlarsa olsunlar.
Apaçık olan aşırı araştırıldığında, o apaçıklığa aykırı fikirler ortaya çıkmaya başlar ki modern Kur'ân çalışmalarının yaptığı şey budur.
Bakara 219. âyetinin tefsiri (Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri sadedinde) Nâhl 71. âyettir.
Bir kişinin Kur’ân’ı idrâk edip-edemediğinin delîli, Kur’ân’ın, okuyucusuna kazandırmış olduğu “kerim öfke”nin ve “kutsal küfr”ün (Nîsâ 60) o kişide olup-olmadığıdır.
Bugün bir peygamber gönderilecek olsaydı, ona yine Kur’ân vahyedilirdi.
Değişmeyen ve değişmeyecek olan tek şey Kur’ân’dır.
Eğer Kur’ân’ı bilmiyorsanız, tüm “aldatıcılar” sizi aldatır.
Eğer Kur’ân’ı sâdece “yüzünden” okumak yetseydi, Kur’ân’ın Araplara arapça yâni anladıkları dilden gelmesine gerek olmazdı. 
Emirlerine-tavsiyelerine uymadıktan sonra, “Kur’ân’ı iyi bilme”nin faydası yoktur.
Hayrân olduklarınıza güçlü bir “L” (Hayır!!) demeden Kur’ân’ı kavrayamazsınız.
Hem sürekli Kur’ân okuyup hem de sürekli “relaks” olmak çok da mümkün değildir. En azından Hûd Sûresi sizi kocatır. 
Her bilenin üstünde bir bilen vardır. Bu nedenle hiç kimse Kur’ân hakkında sanki onun yazarı gibi konuşamaz.
Herkes Kur’ân’ın, tam da kendi düşündükleri gibi söyleme(me)sini istiyor. Olmadı, zorluyorlar. 
İlk-başta her-şey mükemmel düzeydedir. Zamanla yozlaşır. Termodinamiğin 2. Kânunu olan entropi, Allah’ın bir yasası olarak işler çünkü. Müslüman, entropinin bozmasından daha güçlü bir düzeltme içinde olmazsa, bozulma durdurulamaz. İnsan bunu ne kadar sürdürebilir?. Mesele budur. Kur’ân, entropinin bozmasından daha güçlü olan düzeltme yasalarına sâhiptir.
Kendisine güvenmeyen, Kur’ân okumasın.
Kerîm öfkelere sâhip olmadan Kur’ân anlaşılamaz.
Kıyâmet kopmadıkça Kur’ân’ın anlamı tükenmez.
Kişinin hayâtında, Kur’ân ile tanıştıktan sonra “olumlu”, Kur’ân ile ilişkisini kestikten sonra ise “olumsuz” bir farklılık olmadıysa, onun Kur’ân ile zâten hiç ilişkisi olmamıştır.
Kişisel şartları ve toplumsal şartları değiştirmeyi düşünmeden okunan Kur’ân, ancak tâğutlara alan açar. 
Kur’ân “en fazla okunup en az anlaşılan kitap” değildir; Kur’ân “en fazla okunup en az yaşanan” kitaptır.
Kur’ân “gönüllerde tutulabilecek” bir kitap değildir.
Kur’ân “kurucu metin”, sünnet ise “kurucu tecrübe”dir.
Kur’ân “ne yapılacağı”nı söylerken, Peygamber (sünnet), “nasıl yapılacağını” gösterir.
Kur’ân “okunmak” ve “amel edinmek” için gönderilmiştir, “tapınmak” için değil.
Kur’ân 1.400 yıldır bir türlü anlaşılamıyordu. Çok şükür modern çağ, modern teknoloji ve modern müslümanlar ortaya çıktı da Kur’ân’ı anlamaya başladık(!). Lâkin bu sefer de, Kur’ân’ın “kendisiyle amel edilmesi gereken bir kitap” olduğunu anlayamıyoruz.
Kur’ân aptallara gelmediği için, 2+2’nin sonucunu söylemesine gerek yoktur.
Kur’ân ateistlikten neredeyse hiç bahsetmez. Zîrâ Allah, ateistleri adam yerine bile koymaz.
Kur’ân âyetlerinin  hakîkati ve en doğru anlamı, Peygamber’in pratiğe döktüğü gibidir.
Kur’ân bir “araştırma kitabı” değil, “yaşama kitabı”dır.
Kur’ân bir “dilbilgisi kitabı” değildir.
Kur’ân bir “uçan halı” yapıldı; ona binenler hayâli diyarlarda geziniyor.
Kur’ân bir bilinç kitabıdır, “tutkular kitabı” değil.
Kur’ân bir îman unsurudur. O nedenle Kur’ân’a îman etmek “gayba îman etmek” demektir. Çünkü îman, “gayba îman”dır. Gayb mutlak anlamda bilinemeyeceği için, sonuçta Kur’ân da mutlak anlamda bilinemez.
Kur’ân bir îman/ahlâk kitabı mıdır?, yoksa bir îman-eylem kitabı mıdır? İkisidir de. Fakat hangisinin öne çıkacağını zaman-mekân-durum belirler. Bu zamanda-mekânda-durumda Kur’ân’ın îman-ahlâk tarafından ziyâde, îman-eylem tarafı öne çıkarılmalıdır. Târihinde neredeyse hiç olmadığı kadar bu derece bir perişânlığa rağmen, böyle zamanlarda-mekânlarda-durumlarda inatla Kur’ân’ın îman-ahlâk tarafını öne çıkaranlardan şüphe edilmelidir.
Kur’ân bir kader kitabıdır. Cennetlikleri ve cehennemlikleri belirler. Ona uyanlar cennete gider, uymayanlar cehenneme gider.
Kur’ân bir “örnek insan” yetiştirme kılavuzudur.
Kur’ân cennette geçersizdir.
Kur’ân dili ile fazla uğraşıldığında, yâni kelimenin kökeni fazla araştırıldığında, kelime, bütünlüğünden koparıldığı için kelimenin ve sonuçta cümlenin anlamı değişiyor. Ortaya çıkan yeni anlam ise, “Kur’ân’ın asıl bilinmesi gereken gizli anlamı” zannediliyor.
Kur’ân en iyi, “Peygamber örnekliği” ile okunduğundan idrâk edilebilir.
Kur’ân hakkında düşüncelerimizdeki yanlışlar, sağlamasını yapmadığımız yâni vahyi pratiğe dökmediğimiz için açığa çıkmıyor.
Kur’ân hayâtın tam ortasına inmiştir, boşluğa değil.
Kur’ân hiç-bir târihin ve zamânın nesnesi değildir.
Kur’ân ile “modern bilim” arasında bir çelişki varsa, yanlış olan “modern bilim”dir.
Kur’ân ile modern-bilimin bire-bir uyuştuğunu söylüyorlar. Hâlbuki Kur’ân meâllerine “parantez” koymadan Kur’ân ile modern-bilimin uyuşması imkânsızdır.
Kur’ân kelime ve kavramlarına, indiği dönemde olmayan anlamlar veriliyor. Zîrâ lûgat da gelişiyor.
Kur’ân kıssaları, peygamberlerin vahyi uygulama metodları, yâni sünnetleridir. Peygamberimize o sünnetleri anlatması ve uygulaması emri verilmiştir.
Kur’ân meâl olarak târihsel, tefsir olarak evrenseldir.
Kur’ân nerenize indiyse/iniyorsa, oranıza göre yorumlarsınız.
Kur’ân okuduğunu sanıyor, aslında âyetlere meydan okuyor.
Kur’ân okumak demek, “modern kânunlara karşı gelmek”, “modern kânunları çiğnemek” demektir.
Kur’ân okumak, “mushafın etimolojisini yapmak” demek değildir.
Kur’ân sâdece “okunup geçilecek bir söz-yığını” değil, yerine getirilmesi gereken tâlimatnâmeler manzûmesidir.
Kur’ân sâdece bir vaaz ve nasihat kitabı değil, aynı-zamanda hayâtın her alanına hükmeden bir Kitap’tır.
Kur’ân sürekli; “akıllı ol” derken; tasavvuf sürekli; “âşık ol” diyor.
Kur’ân tertil ile okunduktan sonra, hayatta ilmek-ilmek dokunmazsa somut bir yararı olmaz.
Kur’ân üzerinde yapılan “derin kazılar”, “Kur’ân’ın altını oymak” anlamına gelir.
Kur’ân ve “vahyi pratiğe dökmek” demek olan Sünnet (güzel örneklik) yolunun dışındaki tüm yollar, “dîne karşı din”dir.
Kur’ân ve Sünnet (güzel örneklik) iki kanattır. Müslümanların bir kısmı Kur’ân kanadını, diğer kısmı ise Sünnet kanadını aşırı sâhiplenip diğer kanadı umursamayınca mecbûren “tek kanatlı” kalıyor ve bu nedenle ne kadar çırpınsa da uçamıyor.
Kur’ân ve Sünnet, et ile tırnak gibidir. Birbirinden ayrılamaz. Zâten ayrıldığında ikisi de işlevini yerine getiremez.
Kur’ân yapılması gerekeni apaçık söylüyor, fakat insan, emri yerine getireceğine, kelimenin yapısını incelemeye girişiyor. Sonunda da emri yerine getirmeyecek bir anlama ulaşıyor. Niye?. Çünkü Peygamber örnekliğini önemsemiyor
Kur’ân yeter söylemi, modernist bir söylemdir.
Kur’ân, “anlayarak” okunduğundan bêri, ümmette olumlu yönde bir değişme oldu mu?.
Kur’ân, “beyin fırtınalarının”nın nesnesi olacak bir kitap değildir.
Kur’ân, “bilkuvve” olandır; sünnet ise “bilfiil”. Vahyi kuvveden fiile geçirmektir mü’minin görevi.
Kur’ân, “bir yaşam-şekli onaylama-düzenleme” yada “onaylamama-düzenleme” kitabıdır. Peygamberler, insanların içinde, Kur’ân’ın onaylayacağı yaşam-şeklini ortaya koyabilecek en iyi şahsiyetlerdir.
Kur’ân, “cennet kitabı” değil, “Dünyâ kitabı”dır. Onu Dünyâ’ya göre anlayıp yaşamak lâzım, cennete göre değil.
Kur’ân, “evrim” değil, “devrim” Kitabıdır.
Kur’ân, “fildişi kuleler”de, rezidanslarda okunup anlaşılabilse bile, “idrâk” edilemez. İdrâk edilemeyen Kur’ân ise, hayâta hâkim olamaz.
Kur’ân, “filozof Muhammed”in bir kitabı değildir.
Kur’ân, “toplumun kabûlleri”ne göre yorumlanarak tahrif ve tahrip ediliyor.
Kur’ân, 1.400 yıl önce “târihsel bir gerçeklik” üzerine inmiştir. Bu gerçekliği yok sayarak Kur’ân’ın idrâk edilmesi mümkün değildir.
Kur’ân, akademik tartışmaların nesnesi değildir.
Kur’ân, anladıkça “idrâk edilemeyecek” olan bir kitaptır. Zîrâ Kur’ân’ın idrâki amel-eylem ile olur.
Kur’ân, araştırılmayı değil, uygulanmayı bekleyen bir Kitap’tır.
Kur’ân, bir “robot programı” değildir. O, insan tarafından “hayâtın tam ortasında yaşanması için” gönderilmiştir.
Kur’ân, bir “sorun” değildir.
Kur’ân, bir insan aracılığı ile değil de, meselâ Kâbe’den ara-ara gelen seslerle bildirilseydi ne fark ederdi?.
Kur’ân, bir masa-başı kitabı değildir.
Kur’ân, birileri tarafından “protestan lûgatı” gibi kullanılıyor.
Kur’ân-Kur’ân deyip durmalarına rağmen, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma hayâli, düşüncesi ve çalışması olmayanlar, ya câhildirler yada yalancı.
Kur’ân, meâlini-tefsirini okuyup anlamakla değil, rûhunu kavramakla idrâk edilebilir. Bunun için de, “kıvrak bir zekâ” değil, “akleden bir kâlp” gereklidir.
Kur’ân, okunduğunda hemen anlaşılabilecek apaçık bir Kitap’tır. Bu nedenle derin Kur’ân çalışmaları sapıkça fikirler üreti(yo)r. 
Kur’ân, okunduğunda kolayca anlaşılabilecek bir kitaptır. Fakat Kur’ân’ın anlaşılması yetmez, uygulanması da gerekir. Hayâtın tam ortasında.. 
Kur’ân, psikologları işsiz bırakır.
Kur’ân, teist-ateist arasındaki değil, müşrik-mü’min arasındaki mücâdeleleri anlatır. Hâlen de öyledir.
Kur’ân, tüm zamanlarda ve her şartta mutlak anlamda uyulması gereken bir kitaptır. Kur’ân, zamânın nesnesi değildir.
Kur’ân, uykularımızı kaçırmıyorsa, onu “idrâk edemiyoruz” demektir.
Kur’ân, yorum yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz. Zîrâ eylemin (sünnet) yorumu olmaz. Bu nedenle sünnet “birleştirici” bir etkendir. Param-parça olmuş ümmet, sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.
Kur’ân, zamânın nesnesi değildir.
Kur’ân, zulmün en büyük eleştirisidir.
Kur’ân; “modern müslümanlar(!)” tarafından, şeytanın yönlendirmesiyle ortaya çıkarılan konjonktüre uydurulmaya çalışılıyor. 
Kur’ân; “zihinsel-entelektüel orgazm” nesnesi değildir.
Kur’ân; anlaşılmak için “özel bir bilgi” gerektirmeyecek açıklıkta bir kitaptır.
Kur’ân’a îman etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur.
Kur’ân’a orijinâl kendi bütünlüğü içinden bakmayıp da dışarıdan oluşturulmuş etkilerle (tasavvuf, ehl-i sünnet, târihselcilik, modernizm vs). etkilerle bakıldığında, Kur’ân’la ilişki bozuluyor ve bu bozulmayla berâber modern-bilime bakıldığında Kur’ân ile modern-bilimin aynı olduğu zannediliyor.
Kur’ân’a yapılacak en büyük eziyet, ona matematiğe yaklaşır gibi yaklaşmakla olur.
Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, onu Sünnet’ten ayırmakla olur.
Kur’ân’cılar, Kur’ân’da neyi bulmak istiyorlarsa onu arıyorlar.
Kur’ân’cılık, (hâşâ) Hz. Muhammed’i “adam” yerine koymamaktır.
Kur’ân’cılık, “İslâm’ı tahrif etme projesi”dir.
Kur’ân’cılık, bir zaman sonra hüsranla sonuçlanancak bir “furya”dır.
Kur’ân’da “domates” yazmıyor diye domates yemeyecek miyiz yâni?.
Kur’ân’da “pasif anlamlar” yoktur.
Kur’ân’da bir-çok yerde geçen “atalara uymak” denilen şey, “milliyetçilik yapmak”tır.
Kur’ân’da her-şey var demek; “Kur’ân’da, şeytanın-tâğutların-kâfirlerin zırvalıkları da var” demek değildir. Kur’ân’da her-şey var demek, “Kur’ân’da, Allah’ın insandan râzı olacağı ve “insanı cennete götürecek her-şey var” demektir.
Kur’ân’da namazın rekat sayılarının verilmeyişinin nedeni, namaza bir sınır konulamayacağındandır.
Kur’ân’da peygamberlerin mücâhede ve mücâdeleleri ayrıntıları ile anlatılıp dururken; “ne yapmalı?”, “nasıl yapmalı” sorularını sormak abestir. Kur’ân kıssaları, “İslâmî Hareket Metodu”dur.
Kur’ân’da Resûl ve Nebî ayrımı, “esastan” değil, “usûlden”dir.
Kur’ân’da uyuşturucu sözler bulamayanlar ya başka dinlerden/inançlardan bulmuşlar o uyuşturucuları yada kendileri uydurmuşlardır.
Kur’ân’daki “ey Peygamber’in hanımları!” şeklindeki ifâde, Peygamberimiz’in vefâtından sonra; “ey mü’minlerin hanımları” şeklinde anlaşılmalıdır.
Kur’ân’ı (moderniteye uygun olarak) aşırı didiklemek, Peygamber’i ve 1.400 yıllık târihi hafifletmek ve tümden yok saymakla sonuçlanmıştır. 
Kur’ân’ı “anlayarak” okuduktan sonra anladıklarını hayâta geçirmeyenlerin, “anlamadan okuyanlar”dan farkı kalmaz.
Kur’ân’ı anlama usûlü kitaplarının zâten kendileri anlaşılmazdır. Bir anlama-sorunu olmamasına rağmen, bu tarz kitaplar anlamayı daha da zorlaştırıyorlar.
Kur’ân’ı anlamak için gerekli olan en önemli şey, ahlâktır. Modern insan ahlâkını kaybettiği için idrâkini de kaybetmiştir.
Kur’ân’ı anlamak mı istiyorsun?. İbâdetlerini yap, Kur’ân merkezli oku, tefekkür et, sohbet et.
Kur’ân’ı anlamak, “canının istediği gibi anlamak” demek değildir.
Kur’ân’ı anlayarak okuma çalışmalarının sonucunda “örnek bir mü’min toplum” oluşmamıştır.
Kur’ân’ı anlayarak okumak, onu anladığın dilden okumakla olur. Anladığı dilden okuduğunda anlamıyorsa, -Kitap’ta anlaşılmazlık olmadığına göre- okuyan ciddi ve istikrarlı olarak okumuyor demektir.
Kur’ân’ı bilmek yetmez, “Kur’ân’ı hakkıyla bilmek” gerekir ki bu, eylem hâlinde iken olur ancak.
Kur’ân’ı çok da fazla didiklemeye gerek yok. Yaşamını Peygamber’e benzetmeye çalış yeter. Onun örnekliğinin ilerisine geçecek değilsin ya!.
Kur’ân’ı hayattan uzaklaştırıp vicdanlara hapsetmek, Kur’ân’ın tamâmının neshedildiğini söylemektir. Zîrâ Kur’ân bir hayat kitabıdır.
Kur’ân’ı hayattan uzaklaştırmak, emirlerini yok saymak demektir.
Kur’ân’ı idrâk etmek için akıl, uygulamak için ise yürek gerekir. Müslümanlar akıllarını kullanayım derken yüreksizleştiler.
Kur’ân’ı idrâk etmek için hadise ve başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için” sünnetin yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme tarzına gerek vardır. Bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise sünnettir. Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır. 
Kur’ân’ı İslâm düşmanları da dâhil herkes anlayabilir, fakat herkes uygulayamaz.
Kur’ân’ı işinize gelen her şekilde açıklayabilirsiniz; fakat Kur’ân’ın gerçek açıklaması, “işinize gelmeyen” açıklamalardır.
Kur’ân’ı kavrama seviyesi kişinin bilgisiyle/zekâsıyla değil, ciddiyetiyle alâkalıdır.
Kur’ân’ı mehcûr bırakmak (Furkân 30), sâdece okuma noktasında değil, aynı-zamanda uygulama noktasındadır da.
Kur’ân’ı noktası-virgülüne kadar okumaktan ziyâde, noktası-virgülüne kadar “yaşamak” önemlidir.
Kur’ân’ı okudukça hayat tarzlarınız değişmiyorsa, Kur’ân’ı idrâk edememişsiniz demektir.
Kur’ân’ı okumuş-okuyor olmakla, “Kur’ân-merkezli olmak” farklı şeylerdir.
Kur’ân’ı okuyan, onu “kişisel kalitesi oranında” idrâk edebilir. Zîrâ Kur’ân, kendisini ona kalitesi oranında açar.
Kur’ân’ı okuyup durduğu hâlde mevcut kötü duruma eleştiri, îtiraz, isyân ve muhâlefette bulunmayanlarda, bir anlayış sorunu yoksa, bir “kişilik bozukluğu var” demektir.
Kur’ân’ı okuyup Peygamber’e uymak “out”, Kur’ân’ı okuyup Atatürk’e uymak “in”.
Kur’ân’ı TDK sözlüğü gibi görmek yanlıştır.
Kur’ân’ı yeniden okumak mı?. Ne olacak ki yeniden okuyunca?. Ne değişecek?. Müslümanların ve Dünyâ’nın böyle bir beklentisi yok. Müslümanların ve Dünyâ’nın “Kur’ân’ı okuyup harekete geçmek” sorunu ve beklentisi var. Kur’ân “hiç-bir şey yapmadan ‘sürekli okunma’ kitabı” değildir. Sürekli okuyarak sürekli eyleme geçme ve eylemde olma kılavuzudur.
Kur’ân’ı, “amel-eylem kitabı” değil de, kuru-kuruya sâdece “okuma kitabı” zannetmek, ağır bir cehâlettir.
Kur’ân’ı, “hayâta hâkim kılmak hedefi ve hayâli” olmadan incelemek, Kur’ân’ı nesneleştirmektir.
Kur’ân’ı, “Kur’ân’dan kurtulmak için” okuyanlar var.
Kur’ân’ı, “uygulamak isteyenler” farklı; “uygulamak istemeyenler” farklı anlar.
Kur’ân’ı, parti-merkezli yorumlamak şirktir. Tüm şirkler yanlış sonuçlara ulaştırır.
Kur’ân’ı, ancak uzmanların yada üzerinde çok çalışanların anlayacağı şekilde, kelimelerini didikleyerek, etimolojik-semantik yorumlarını yapmak ve ıstılâhi (yâni sâdece kendi hizbi içinde anlamlı olan) bir sonuca ulaşarak sürekli bunlardan bahsetmek; okuma-yazma bilmeyen, geçim derdinden dolayı bu konuları anlamak için zaman ayıramayan, kafaları bunlara basmayan ve bu tür çalışmaları sevmeyenlere yapılan ağır bir hakârettir. Ayrıca, kolayca anlaşılan (Kamer Sûresi) Kitab’ı anlamayı zorlaştırmaktır. 
Kur’ân’ı, insanların ortaya çıkardığı bâtıl düşüncelere-ideolojilere-yaşamlara uydurmaya kalkmak, “Kur’ân’a isyân etmek” anlamına gelir.
Kur’ân’ı; modern aklın, modern-bilimin ve modern çağın ışığında yorumlama ve bunlara uydurma düşüncesi, aslında vahyin, tüm bu modern etkenlere olan üstünlüğünün bir göstergesidir. Buna göre, vahyin, sahih olarak bu etkenlerin ışığında yorumlanması ve anlaşılması imkânsızdır.
Kur’ân’ı; moderniteye, nefse ve çıkara uydurmak için yorumlamaya bir başladınız mı, şeytan en büyük destekçiniz olur.
Kur’ân’ın “dediği” ile “demek istediği” arasında zıdlık yoktur, olamaz.
Kur’ân’ın “güzel örneklik (Ahzâb 21)” dediği sünnete uymak zorunda olmamızın nedeni, “sünnet” denilen o örnekliğin “aşılamayacak” olmasıdır.
Kur’ân’ın “güzel örneklik” (Ahzâb 21) dediği “sünnet pratiği” göz-ardı edildiği için, sürekli olarak; “Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitaplar yazılıp duruluyor fakat “ne yapılması” ve “nasıl yapılması” gerektiğine bir türlü karar verilemiyor.
Kur’ân’ın “hakkıyla okunması” demek, “hayâtın İslâm-merkezli dokunması” demektir.
Kur’ân’ın “tefsir” ekôllerinden biri de “kılıç tefsiri”dir. Kur’ân târih boyunca defâlarca kılıçla da tefsir edilmiştir.
Kur’ân’ın “yap” dedikleri tavsiye değil “emir” iken; “yapma” dedikleri ise ricâ değil “nehy” (yasak) dir.
Kur’ân’ın apaçık âyetlerinin sorumluluğunu yüklenmek istemeyenler, âyetleri spekülasyona tâbi tutmak zorunda kalıyor.
Kur’ân’ın âyetlerini fazla kurcalarsanız, onun genetiğini (rûhunu) değiştirmiş ve GDO’lu bir hâle getirmiş olursunuz. Netîcede Kur’ân’ı ne kadar “yerseniz” (okursanız) yiyin, gerçek bir doyuma ulaşamazsınız. Ancak şişkinlik yapar.
Kur’ân’ın bahsettiği “güzel örneklik”, “sâlih ameller”dir.
Kur’ân’ın bir lafzı vardır bir de rûhu vardır. Lafız anlamayla, rûh idrâk ile alâkalıdır. Lafzını okuyarak anlarsınız fakat rûhunu idrâk etmek için gereken şey “samîmiyet”tir. Kur’ân’ın gerçek mânâsını samîmiyetten kaynaklanan bu idrâk verir.
Kur’ân’ın bir zihniyeti var. Kişi, hayâtında o zihniyet ile düşünüp, edip-eyleyen biri değilse Kur’ân’ı idrâk edemez. “Mushaf incelemeleri”nden öte bir-şey yapmış olmaz.
Kur’ân’ın bu kadar çok okunmasına rağmen İslâm âleminde ve Dünyâ’da olumlu anlamda bir değişikliğin olmamasının nedeni, Kur’ân’ın hayâta değil de, “boşluğa” okunmasıdır.
Kur’ân’ın davranışa dönüşmeyecek hiç-bir âyeti yoktur.
Kur’ân’ın dediğini yapmayanlar, Kur’ân’ı çok iyi bilseler neye yarar ki?.
Kur’ân’ın en ideâl anlama şekli, Hz Muhammed’in anladığı ve açıkladığı gibi olan anlama şeklidir.
Kur’ân’ın hakkıyla idrâk edilip-edilmediği, “hakkıyla yaşanıp-yaşanmadığı” ile anlaşılabilir.
Kur’ân’ın hükümleri, mevcut zamânın arzularına değil; zaman, “Kur’ân’ın hükümlerine” uyacak..
Kur’ân’ın ifâdeleri genelde serttir. 2 kere 2 dörttür sözü sert bir şekilde söylenir. Kur’ân sürekli doğruları ifâde ettiği için dili serttir.
Kur’ân’ın korunması, onun uygulanmasıyla olur.
Kur’ân’ın korunmuşluğu, “bütünselliğinin korunmuşluğu”dur. Bütünselliği bozulduğunda, “bütünselliğini bozan için” korunmuşluğu da bozuluyor.
Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsir ettiği gibi; varlık da varlığı tefsir eder. Bu tefsiri iyi okumak lâzım.
Kur’ân’ın modern yorumları, vahyi, şeytan-işi pislik beşerî ideolojilere uydurana kadar devâm eden yorumlamalardır.
Kur’ân’ın ne dediğinin anlaşılması tartışmaları, uygulaya-gelen örnek bir İslam toplumunun olmamasındandır.
Kur’ân’ın olduğu gibi kabûl edilememesinin nedeni, Kur’ân’a teslim olunamamasıdır.
Kur’ân’ın safha-safha inmesinin nedeni, vahyi sindirmek ve bir “örneklik” (sünnet) oluşturmak içindir.
Kur’ân’ın sosyo-ekonomik yönüyle ilgili âyetleri “müteşâbih” değil, muhkem âyetlerdir.
Kur’ân’ın söylemediğini Kur’ân’a zorla söylettirmeye çalışmak, “Kur’ân okumak” demek değildir.
Kur’ân’ın târihsel ve evrensel olarak en öne çıkan mesajı ve tüm zamanların ve anların güncel sözü, “Lâilâheillallah”tır.
Kur’ân’ın tüm zamanlar için geçerli olan, kendine-has bir okuma, idrâk etme ve amel metodu vardır. Kur’ân, târihselci, gelenekçi, bilimsel, modern, evrensel ve ideolojik yorumların nesnesi yapılamaz.
Kur’ân’ın yanına Sünnet’i koymaktan imtinâ eden ve “sâdece Kur’ân” diyen “bâzıları”; sıra demokrasiye gelince, Kur’ân’ın yanına demokrasiyi koymaktan imtinâ etmiyorlar. Hz. Muhammed’in vahiy-merkezli yaşam-tarzı “out”, bâtıl batı’nın nefsî yaşam-tarzı “in”. 
Kur’ân’ın zâhirinin yanında bir de bâtını olduğunu söylemek, Kur’ân’ı inkâr etmek anlamına gelir.
Kur’ân’ın zihne inmesi yetmez, yüreğe de inmeli ki “yürekli nesiller” ortaya çıksın.
Kur’ân’ın, günümüzün (ve de tüm zamanların) problemlerini çözebilecek formûllere sâhip tek kitap olduğunu idrâk edemeyenler, sürekli Kur’ân okusalar da, Kur’ân’dan hâlâ habersizdirler.
Kur’ân’ın; etimolojik değerlendirilmesine, kelimelerinin-kavramlarının didiklenmesine, te’viline-yorumuna gerek olmayan ve “işlendiğinde affedilmeyecek tek günah” olan apaçık bildirisi şudur: “Allah’tan başkalarının hüküm (kânun-yasa) koyması şirktir”.
Kur’âncılık, Kur’ân’dan “keyfe göre hüküm çıkarmak”tır.
Kur’ân-merkezli okumak, Kur’ân-merkezli “yapmak” demektir.
Kur’ân okuyanlardan biri namazı, diğeri başörtüsünü, bir diğeri ise tek hüküm koyucunun Allah olduğu gerçeğini inkâr ediyor. Demek ki Kur’ân her okuyanına aynı şeyi söylemiyor yada her okuyan aynı şeyi anlamak istemiyor. Peki Allah’ın resûlü kendisine inen vahiyden ne anlıyordu?. Bu neden hesâba katılmıyor?. O da yanlış anlayacak değil ya...
Kur'ân'ın ideâl pratiği olan Sünnet’i terk edenler ve hesâba katmayanlar, ömürlerini boş yere “Kur’ân âyetlerinin anlamının ne olduğunu araştırma”la tüketirler.
Mevcut sorunların ve çirkefliklerin nedeni, Kur’ân’ın bilinmemesinden ziyâde, bilenlerin “örnek olacak şekilde yaşamaması”ndandır.
O kadar çok Kur’ân okuyor, fakat ağzından bir kere olsun “lâ” çıkmıyor.
Pratiğe dönük olmayan şey Kur’ân değildir.
Resûl ve Nebî’yi ayırmak, “Kur’ân’ı inkâr etmeye başlama projesi”dir.
Sahabenin Peygamber’e, “biz Kur’ân’dan başkasını tanımayız ve uymayız” dediğini bi düşünsenize..
Söz-konusu Kur’ân ise, gerisi teferruattır.
Statükoya eklemlenen modern müslümanlar, Kur’ân’ı mızrakların ucuna takarak Muaviye’ye rahmet okutuyorlar.
Şimdiki gnostikler olan tasavvufçuların “Kur’ân’ın bir zâhir bir de bâtını vardır” dedikleri gibi; daha önceki zamânın gnostikleri de “İncil’in bir zâhiri bir de bâtını vardır” diyorlardı.
Tekfir, kime yapıldığı ile alâkalıdır. Müslümanı tekfir etmektir kötü ve yanlış olan. Yoksa kâfire Kur’ân da “kâfir” der. Kur’ân, kâfiri tekfir eder. Kâfire kâfir demek, yâni gevura gevur demek terk edildiğinde, kimin kâfir/gevur, kimin mü’min olduğu belli olmaz.
Ulû’l-emr’e itaatin şartı, Kur’ân ile hükmetmesidir.
Uygulanmayan kânun nasıl ki işe yaramazsa, kânunların şâhı olan Kur’ân kânunları da, uygulanmadığında çok da işe yaramaz.
Zinânın Kur’ânî cezâsı olan “100 sopa”yı kânunlaştırmadıkça, tecâvüzlerin önüne geçilemez.
Küresellik
Algılarımızı küresel şirketler şekillendiriyor.
Çizgi film, okul, askerlik, iş; “küresel itaat”in sıraya konmuş araçlardır.
Küresel “zenginlik pastası” her zaman aynıdır. Kapitâlizm “hayâli pastalar” üretti ama “gerçek zenginlikler” ortaya çıktı.
Küresel ısınma yoktur, “kentsel ısınma” vardır.
Küresel kuraklığın nedeni, “küresel sıcaklık” değil, “küresel bereketsizlik”tir.
Küresel lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik şirk ve zulüm sistemlerine karşı, içlerinde bir öfke ve isyân besleyip büyütmeyen ve hakkın ve adâletin yegâne şartı olan bir İslâm Devleti-Medeniyeti hayâli ve hedefi olmayanlar, ya câhildir, yada…
Küresel seküler (din-dışı) paradigmanın zorla dayatılması “ilericilik” sayılırken; İslâm’ın hükümleriyle hükmolunma isteği “terörizm” olarak görülüyor.
Küresel şeytanlar Dünyâ’yı borç ile yönetiyorlar. Çünkü borçluyu yönetmek çok kolay oluyor.
Lâiklik
Bir insan hem lâik hem de müslüman olamaz. Müslüman olduğunu söylediği hâlde lâikliği de savunanlar!.. Bilin ki dîne küfretmektesiniz.
İç-dünyâlarında dindar, kamusal alanda ise lâik olanlar, sağlam birer münâfıktırlar.
İstisnâları saymazsak; Türkiye’de ne lâikler bilinçli lâiktir; ne de müslümanlar bilinçli müslümandır. Kafalarına uyan bir lîder görmeyiversinler, hemen takılırlar peşine.
Kişinin; “ben lâikim, hayâtıma dîni karıştırmam” demesi, onu “sorgu” ve “hesap”tan kurtarmaz.
Lâik müslümanlık mı?.. “Münâfıklık” desenize siz şuna.
Lâik müslümanlık(!), “en iyi din bizim dînimiz” demesine rağmen, onu hayâta sokmamak için elinden geleni yapar.
Lâik, seküler, demokratik, kapitâlist neo-liberâl söylem ve eylem, gün geçtikçe “İslâmî model”i ve “örneklik”i eritmekte, vahiy/sünnet-merkezli İslâm’dan haberdar olmayanlar da buna çanak tutmaktadır.
Lâik, seküler, kapitâlist, liberâl, demokratik, modern, hümanist batı’cı sistemleri benimsedikten sonra, LGBT’nin normâlleşmesi işten bile değildir. Zîrâ bu sapıklıklar, bahsedilen modern sistemlerin sonucudur.  
Lâik-demokrasi, “Allah’ın yaratıcılığını kabûl edip, yöneticiliğini reddetmek” demektir.
Lâikliğe-kapitâlizme büründüm, “modernite” diye göründüm”: Şeytan
Laikliği kabûl etmek, batı’ya “domalma”yı kabûl etmektir.
Lâikliğin “tüm dinlere eşit mesâfede olması” iddiâsı, apaçık bir palavradır.
Lâikliğin güyâ “bütün dinlere eşit olduğu” söylemi, İslâm’ı, bâtıl dinlerle eşitleme ameliyesidir. 
Lâiklik “gök tanrı” inancıdır.
Lâiklik icât edildi mertlik bozuldu.
Lâiklik, “Allah’a tapan”larla, “ineğe tapan”ları -sözde- eşit gören bir “küfür sistemi”dir.
Lâiklik, “din ile devletin ayrılması” değildir, “dînin devlet denetimine alınması”dır.
Lâiklik, Allah ile aklı ayırarak, aklı maddeye yönlendirir ve zımnen aklın yönünün maddî olanda olduğunu söyler. Tabi Allah da, akılsızlara kalır. 
Lâiklik, İslâm Dîni hâriç tüm dinlere özgürlük veren beşerî bir sistemdir. 
Lâiklik, materyâlizmin görece yumuşatılmış şeklidir.
Lâiklik=“Din olmasın da, ne olursa-olsun”.
Lâiklikte “ahlâkî olan” yoktur, “yasal olan” vardır. Ahlâk Allah kaynaklı iken, lâik yasalar insan-kaynaklıdır. Dolayısı ile lâik yasalar ahlâktan yoksundurlar. Bu nedenle de lâiklik “ahlâksızlık”tır. Zîrâ lâiklik Allah’sızlıktır.
Lâik-seküler ülkelerde, vergisi verilen günahlar (içki, kumar, zinâ, fâiz) “haram” olmaktan çıkar!.
Lâik-seküler-demokratik din-dışı sistem, bir “İslâmsızlaştırma ameliyesi”dir.
Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist sistem insanları öyle bir hâle soktu ki; İslâm’ın bâtılı bile ondan daha şereflidir.
Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist-demokratik-bireyci-milliyetçi ideolojilere nefret beslemeyen ve onlara küfretmeyenler, hiç boşuna din ile kitap ile uğraşmasınlar. Yaptıkları şey patinajdan başka bir şey olmaz çünkü. Bir arpa-boyu bile yol alamazlar.
Mevcut lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-konformist-emperyâl sisteme göre işleyen Dünyâ’dan bir pay almak istiyorsanız, bu sistemlere uymak zorundasınız. Bu sistemlere göre yaşamak zorundasınız. Kim bu sisteme daha iyi uyarsa, o kişi sistemden daha fazla yararlanır.
Lâilâheillallah
Lâilaheillallah sözü bir savaş îlânıdır.
Lâilâheillallah sözü, “beşeri sistemleri reddediyorum” demektir.
Lâilaheillallah sözü, “yeryüzünün altını üstüne getirmek” ve “şirki mahvedip, tevhidi ikâme etme”nin startıdır.
Lâilâheillallah sözü, şirke karşı “tevhid devrimi”nin parolasıdır.
Lâilaheillallah sözü; kâfirlere, müşriklere, adâletsizliğe ve zulme karşı bir meydan okumadır.  
Liberâlizm
Laissez Faire, “bırakınız yapsınlar” zihniyeti, Dünyâ’yı “uçurum”un kenarına kadar getirdi.
Liberâl kapitâlizm, “vahşî kapitâlizm”den “akıllı-uzlaşmacı kapitâlizm”e geçerek komünizmi bitirip kapitâlistleştirirken; son 30 yıldır da (tâvizsiz) modernizmden (uzlaşmacı) post-modernizme geçerek müslümanları kapitâlistleştirmeye başladı.
Liberâlizm için insanın değeri, “seçmen” ve “müşteri” olmasından dolayıdır.
Maddîlik
Ben sonsuz değilsem, hiç-bir maddî şey de sonsuz değildir. 
Bir şeyi değiştirmek için işe mâneviyattan değil de maddiyattan başlarsanız, mâneviyatınız maddiyatınız merkezinde değişir.
Büyük dertleri olanlar, küçük maddî-dünyevî dertleri “dert” etmezler. İnsanların “büyük dertler”i olmadığında, küçük dertler büyür gider.
Dost demek, kişilerin birbirlerine maddî-mânevî “bereket” olması demektir.
Madde “mutlak” olmadığı için, ondan edinilen bilgi de “mutlak doğru” ol(a)maz.
Madde sâdece akla etki etmez, duyulara ve sezgilere de etki eder.
Madde, yine sâdece maddeyi açıklayabilir. Madde, “mânevî”yi açıklayamaz. Açıklasaydı mânevî olan da maddî olurdu.
Maddeye teslîmiyet, insanı “maddenin kulu” yaparken; Allah’a teslîmiyet, kişiyi “Allah’ın kulu” yapar. Gerçek hürriyet ancak Allah’a kul olmakla elde edilir.
Maddî âlemde “düşünce” bakımından “en ideâl olan” düşünülür. Fakat pratikte, düşünüldüğü gibi çıkmaz. Maddî olan, en ideâl olandan daha az ideâldir. Fakat bu durum cennet için tam tersidir. O düşündüğümüzden ve düşünebileceğimizden çok-çok daha ideâl bir yerdir.
Maddî bilgi sınırlı bir bilgidir. Çünkü maddenin bir sınırı vardır. Bu nedenle sınırlı olan maddî bilgiyle kesin bir yargıya varılamaz. Vahyî bilgi ise Sınırsız’dan gelen bilgidir. Kesinlik içerir.
Maddî hırslar mânevi değerleri blôke etmişse, “insanlar insanlığından çıkmış” demektir.
Maddî olandan başka hiç-bir şey bilinemez demek, bir cehâlet îlânıdır.
Maddî ölümü göze al(a)mayanlar, mânevî ölümlere dûçar olurlar.
Maddî sıkıntıların sebebi sâdece maddî değildir.
Nasıl ki ara-ara beden-maddî temizlik yapıyoruz; arada bir de, rûhî-mânevî temizlik de yapmalıyız.
Tüm maddî imkânlarınız sizden alınsa elinizde ne kalır?. Elinizde ne kalırsa o kadar insansınız.
Matematik
Matematik zaman-dışıdır. Zamânı gösterme özelliği yoktur. Çünkü matematik ruhsuzdur. Bir “matematik uygarlığı” olan modernizmin ruhsuzluğu buradan gelir.
Matematik, “sayı felsefesi”dir.
Matematik, Allah’sızdır.
Matematik, her bir insanın orijinâlliğini reddedip, tüm insanları “bir-örnek”miş gibi kabûl eder. Ürünlerini de ona göre ortaya koyar. Modern insanın başının belâsı budur işte!.
Medeniyet
Bir konu hakkında yaptığınız yorum, kendinizi âit hissettiğiniz kültürden-ideolojiden-medeniyetten bağımsız olamaz. Yaptığınız yorumlar, değer-yargılarınıza göredir.
Medeniyet aslında din ile ilgil olmasına rağmen, modernite ile birlikte seküler olanı ifâde etmeye başladı. Hattâ dînî olan da; “yobaz, bağnaz ve barbar” olarak görülmeye başlandı.
Medeniyet, kelimelere derinlik yükler. Medeniyeti olmayan toplumların kelimeleri-kavramları yüzeyseldir.
Öyle şeyler vardır ki; ancak “medeniyet” ile öğrenilebilir.
Mevcut Dünyâ
Mevcut Dünyâ “anlamsız” bir Dünyâ’dır. Mü’minin bu anlamsız Dünyâ’ya anlam katması zorunluluğu vardır. Gerekirse bunu, Dünyâ’nın altını üstüne getirerek yapar.
Mevcut Dünyâ’da “ahlâkî suç” işlemedikçe, Dünyâ zulümden kurtulamaz.
Mevcut Dünyâ’nın perişan, adâletsiz, onursuz-şerefsiz durumu nedeniyle kahrolmayanları ve bu çirkeflik nedeniyle tüm Dünyâ’yı yakmayı hayâl etmeyenleri İslâm’a dâvet ediyorum!.
Mevcut Dünyâ’nın sistemini ve eserlerini beğenen insan, dinden nefret ediyor demektir.
Mevcut ideolojiyi yada mevcut iktidârı sevmemek, “vatan hâinliği” ile aynılaştırıldı.
Mevcut kötü durum nedeniyle Dünyâ’nın altını üstüne getirme hayâli kurmayan kişi peygamber seçilmez ve kendisine vahyedilmez.
Modernite
Depresyon, modern hıza ayak uyduramamaktan kaynaklanır ilk-başta.
En “modern” ve “ileri” toplumlar, dinden en çok tâviz vermiş olan toplumlardır.
En ağır sapkınlık, “dîni tahrif etmekle yapılan sapkınlıktır” ki, bu sapkınlık modernite ile zirve yapmıştır.
Gençleri modernizme entegre ederek onları “yetiştirmiş” olmayız, tam-aksine, onları modernizme adapte etmiş oluruz. Modern müslümanların gittiği yol budur. 
İçinde bulunduğumuz “modern kriz”, “kutsaldan yardım isteme” yolunu blôke etmiş ve kapatmıştır.
İlâhi Olan’a dayanmayan tüm modellemeler, “atalar”a dayanmak zorundadır. Modernitenin kaynağı “atalar dîni”dir.
Kast sistemi, bir kısım insanların diğer bir kısım insanlara boyun eğmesiyle başlar. Bu durum modern dönemlerde de devâm emektedir.
Madem ki mevcut modern hayâtı seviyorsun ve ondan memnunsun; o hâlde o hayâtın köleliğini de yapmak zorundasın. Modern hayâtta yaşamanın bedelini hiç îtiraz etmeden ödeyeceksin!.
Matbaanın Osmanlı’ya ve müslümanlara geç gelmesi, yaygın modern kültürün İslâm-dünyâsına yayılmasına neden olarak daha zor bir duruma neden oldu. Basın-yayın da buna mum dikti. Modern kültür İslâm-dünyâsına, geç gelen matbaa ile yayıldı. Böylelikle geciken şeyin tersinden zarar verici olduğu belli oldu. 
Mevcut modern sistemin kurucuları ve sürdürücüleri her dâim kazanırlar. Fâiz, döviz, borsa, yada hiç olmadı “darbe” yoluyla.
Mitoloji, târihte kalmış ve bitmiş değildir. Mitoloji de modernleşmiştir. Ortalık bu “modern mitolojinin tanrıları” ile tıka-basa dolmuş durumdadır.
Modern “günah dünyâsı”na karşı içinde bir bulantı duymayanlar, Kur’ân’ı henüz idrâk edememişler demektir.
Modern “Yaratılışçı Evrim Teorisi”, klâsik “Rastlantısal Evrim Teorisi”ne geçişin bir aşamasıdır.
Modern akıl, “kışkırtılmış akıl”dır.
Modern anlamdaki “özgürlük” çoğaldıkça insanın esâreti artıyor.
Modern dâire (ev) “yuva” değildir.
Modern demek, “stres” demektir.
Modern devlet, “tek-tek bireyler”i değil, “genel çıkarlar”ı gözetir ve kâle alır.
Modern dönemde “aşağıdan yukarıya” olan çalışma yöntemleri başarısız oluyor ve “sistem”e alan açıyor.
Modern dönemde, “ekinin ifsâdı” tamamlandı. Neslin ifsâdı ise “kadın” üzerinden yapılıyor.
Modern dönemden bakarak 1.400 yıl önceki davranışları-hâlleri-konuşmaları değerlendirmek imkânsızdır. Bu yüzden modern insan, İslâm târihini anlayamıyor, bu nedenle de deizme ve ateizme kayıyor.
Modern düşünce, tanımını yapamadığı şeyi yok kabûl ediyor.
Modern eğitim, “kapitâlist bir proje”dir. Zîrâ kapitâlist bir zihniyet üretir.
Modern evler “ev” değildir, sığınaktır.
Modern gök-bilim, %90, “tersinden” bir falcılıktır. Arada bir tutturuyorlar işte.
Modern hümanist bilim, “evreni Allah’tan bağımsız olarak anlamlandırma(!)” öğretisidir.
Modern ılımlı İslâm, “indirgenmiş İslâm projesi”dir.
Modern köle edinme şekli, borçlandırmayla oluyor. Buna göre insanların büyük çoğunluğu, fâiz-merkezli bankalar tarafından köleleştirilmiş durumdadır. İnsanlar bankaların kontrôlünden çıkamıyorlar. 
Modern kölelik, “klâsik kölelik”ten daha ucuza mâl olur.
Modern müşrik, “doyumsuz bir şirk müptelâsı” olmuş.
Modern okullar; Dünyâ çapında âlimler, sanatçılar, düşünürler ve lîderler değil, sistemin kâtipliğini ve mêmurluğunu yapacak insanlar yetiştirmek için vardır.
Modern olan, klâsik olan her-şeyden nefret eder. Buna, Peygamberimiz ve sahabenin Kur’ân anlayışı da dâhildir.
Modern olmamak günah değildir.
Modern özgürlük telâkkisi, “ilâhi olan”ın güdümünden çıkıp, “bedenî-nefsî olan”ın güdümüne girmek demektir.
Modern peygamberlerin(!) peşine takılıp onların sünnetlerini birebir tâkip edenler, Peygamberimiz’in sünnetini elbette inkâr edeceklerdir.
Modern politikalar sonucu büyük çiftçi nüfûsun kentlerde işçilere dönüştürülmesi, büyük sermâyedarlar ortaya çıkarmıştır.
Modern putçuluklardan biri de, “uzman-perestlik”tir.
Modern savaş stratejisi; “savaş uçakları olanların savaş uçakları olmayanları bombalaması” şeklindedir.
Modern seküler sistemi esas alarak “İslâm-merkezli” bir yapılanma kurulamaz.
Modern sistemin en büyük düşmanı, “nefsin dizginlenmesi”dir. Zîrâ modernite hayâtiyetini, “nefsin kışkırtılması”ndan alır.
Modern sistemin yaptığı bozukluğu başka bir modern sistem ile düzeltmeyi savunmak ahmalıktır.
Modern sorun çözme(!) yöntemleri, doğal çözüm yollarını baltalıyor.
Modern şirk, “konjonktür ile şirk koşmak”tır.
Modern teknoloji, “yıkım teknolojisi”dir. Teknoloji ilerledikçe yıkım-gücü artan makineler çıkıyor ortaya.
Modern teoriler ve modern hayat-tarzı, bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir.
Modern ticâret ve ekonomi, kişiyi “kışkırtılmış piyasa ilişkilerinin içinde yaşama”ya mahkûm eder.
Modern uygarlığın geçtiği yoldan müslümanların da geçmesi gerektiği, yâni müslüman muhayyilenin modern paradigmayı taklit etmesi (oksidentalizm) gerektiği söylemleri var. Eğer müslümanlar böyle yaparlarsa, bir zaman sonra; batı’nın birilerini sömürdüğü gibi müslümanlar da birilerini sömürmeye başlarlar. Bu sömürme “öldürerek sömürme” şeklinde de olacaktır. Bu durumun İslâm’ın özüyle uyuşması söz-konusu bile olamaz. Batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak şerefsizliktir.
Modern ülkelerin ekonomik gücünün kaynağı, üretimden ziyâde “sömürü”dür.
Modern yalanların çok etkili olmasının nedeni, çok profesyonel olmasıdır.
Modern yanlışlıklar, geçmişin aşırı eleştirilmesiyle kapatılmaya çalışılıyor.
Modern yaşam-şekli, doğala, normâle ve fıtrata aykırı bir yaşam-tarzıdır.
Modern yaşam-tarzı ile apaçık çelişik olan İslâmî yaşam-tarzı, aşırı yorumlarla moderniteye uydurularak göz-ardı ediliyor.
Modern yeryüzü cennetine yüz çevirmeyenler, âhiretteki ebedî cennete ulaşamazlar.
Modern yoksulluk, “mutasyona uğratılmış yoksulluk”tur. Bu yüzden artık onu kimse tanıyamıyor.
Modern zihniyet, klâsik zihniyeti anlayamıyor.
Modern-dünyâda, modern-insanda (müslümanların geneli de dâhil) şu anlayış var: İslâm/Kur’ân/Sünnet adına yapılan her-şey yanlış; Terör-Şeytan-tâğut-kapitâlizm-demokrasi adına yapılan her-şey doğru ve güzel.
Modernist zihnin, tevhid ve şirk kavramlarını hakkıyla anlaması yada kabûl etmesi mümkün değildir.
Modernite bir “cezâ”dır.
Modernite doğallık ve fıtrî değince, çıplaklığı ve ilkelliği anlıyor.
Modernite en başta, dinden tâviz vermekle başlamıştır.
Modernite ile birlikte “dışa doğru büyüme”, “içe doğru büyüme”nin yerini aldı. İnsanlığın buhrânı ve bunalımı bu yüzdendir. 
Modernite ile birlikte ekonomik-bilimsel-teknolojik gelişme(!), bir “takıntı” hâline gelmiştir.
Modernite klâsiğe düşmandır. Bu nedenle ya ilkelliği yada moderniteyi savunur.
Modernite ve ekonomik büyüme, doğal düzenin ve dengenin bozulmasına rağmen ortaya çıkarılmıştır.
Modernite, “ebedî âlem (cennet)” yerine “geçici âlem”in (Dünyâ) tercih edilmesidir.
Modernite, alttan alta, “modern bir sözleşme” öneriyor. Diyor ki: “Îmânından vazgeç, sana Dünyâ’yı verelim”.
Modernite, anlamdan kopuk bir hayat önermesiyle insanları bunalıma soktu. Anlamı olmayan hayat-tarzları, kendi-kendilerini bitirmeye mahkûm ve mecburdur.
Modernite, bilimi akla, dîni ise vicdâna âit kılmıştır. Bu bağlamda, akla yapılan aşırı vurgu, bilimi “dîne karşı din” yapmaktır.   
Modernite, debelendikçe batılan bir “bataklık”tır.
Modernite, Dünyâ’yı “babasının malı” zannedenlerin sistemidir. 
Modernite, fıtrattan ve doğal olandan bir sapmadır.
Modernite, gelenek düşmanıdır.
Modernite, mesleğinizde ne kadar hünerli olursanız-olun, o işin diplomasına sâhip değilseniz, sizi “vasıfsız” sayar.
Modernite, yönetmek istediği coğrafyayı ve insanları “ilkel” göstermeye çalışır ki bunu meşrûlaştırsın.
Modernite; liberâlizm, kapitâlizm, demokrasi ve  milliyetçilik, insanların cehâletini derinleştiriyor.
Modernitenin ağır kuşatması altında modernizme uymaya mecbur bırakılanların “dînî baskı”dan söz etmesi ahmaklıktır.
Modernitenin İslâm coğrafyalarındaki taşeronları, müslümanların “sinirlerini yumuşatmak” ve “gazlarını almakla” görevlidirler.
Modernitenin, aklı mânâdan ayırmasıyla başlayan ifsâd, yapılan iki Dünyâ savaşıyla zirveye çıktı. İşte modern insanın bunalımının nedeni bundan dolayıdır.
Modernizm “akıllarda kalacak” gerçek hayatlar yaşamaya izin vermiyor.
Modernizm “küresel bir hastalık”tır.
Modernizm bir “değiştirme uygarlığı”dır. Bu bağlamda “hak dîni” de tanınmayacak bir hâle gelecek şekilde değiştirmek ister.
Modernizm bir “dengesizlik uygarlığı”dır.
Modernizm bir “hız uygarlığı”dır. O kadar hızlıdır ki, ruhlar geride kalmıştır (Bir Çift Yürek). Böylece ruhsuz bir uygarlık hâline gelmiştir. Bunalımı bu yüzdendir.
Modernizm bir “insanı kuşatma projesi”dir. 20-25 yaşına kadar okul ile, 60-70 yaşına kadar da iş ile, nefes bile aldırmadan kuşatıyor insanları.
Modernizm bir “kâğıt uygarlığı”dır. Bu yüzden de “kâğıttan kaplan”dır.
Modernizm bir “kayıt” uygarlığıdır. Zâten modern insanı sıkıştırıp huzursuz eden şey, “her yönden kuşatılıp kayıt altına alınmak”tır. Bu kuşatılmanın panzehiri, “kayıt-dışı” bir hayattır. Böyle bir hayâtın bedeli ise, modern hayattan vazgeçmektir. Ne oranda vazgeçerseniz, o oranda huzurlu olursunuz.
Modernizm bir “seyretme uygarlığı”dır. Öyle ki, derin zulümler ve acılar da “yalnızca seyredilen” şeyler hâline geldi.
Modernizm bir “tecrübesizlik uygarlığı”dır.
Modernizm bir “yaşam-tarzı dayatması”dır.
Modernizm bir, “bulanıklık uygarlığı”dır. Hiç-bir şey net değildir.
Modernizm için en büyük sorun, Kur’an ve onun pratiği olan Sünnet’tir.
Modernizm iki tür insan üretti: 1- “Dolap beygiri”ne dönmüş insan; 2- Miskinliğe hapsolmuş insan.
Modernizm ile birlikte ortaya çıkan “ilerleme” düşüncesi, “ileride her-şeyin daha iyi olacağı zannı ve umûdu”dur.
Modernizm ile Kur’ân çeliştiğinde, yanlış olan elbette ki modernizmdir.
Modernizm materyâlizmdir. Materyâlizm ise, “her-şeyi madde ile düşünmek” demektir. Fakat madde sınırlı bir şey olduğundan, madde-merkezli düşünce de sınırlı oluyor. Modern düşünce sınırlı bir düşüncedir. Bu nedenle de “hârika eserler” koyamıyor ortaya.
Modernizm merkezli hemen her-şey, bir yalanın ve hırsızlığın üzerine kurulmuştur.
Modernizm târihi, insanlığın beşeriyete indirgenmesinin târihidir.
Modernizm ve modern ürünler, Dünyâ insanlarının büyük kesiminin sefâleti pahasına ayakta duruyor. 
Modernizm, “açıklama”nın “anlamlandırma”ya üstün tutulmasıdır.
Modernizm, “aklın îmâna üstün tutulması” ve “akılın kuvvetlenip, îmânın zayıflaması”nın târihidir.
Modernizm, “asgâri bir gerçeklikte yaşamak” demektir.
Modernizm, “bedeniyet”i medeniyet zannetme uygarlığıdır.
Modernizm, “dîne karşı din” yada, “şeriata karşı şeriat”tır.
Modernizm, “dînî tefrit”e karşı bir “seküler ifrat” hareketidir.
Modernizm, “eşek gibi” çalışıp, “domuz gibi” yeme uygarlığıdır.
Modernizm, “îmân ne kadar sınırlandırılırsa, aklın da o kadar gelişeceği”ni zannetme ahmaklığıdır.
Modernizm, “îmânın, akıl karşısında sınırlandırılması”dır.
Modernizm, “insanlığın uğradığı en büyük zarar ve kayıp”tır.
Modernizm, “İslâm’ın-dînin uzaklaştırılması”; post-modernizm, “müslümanların-dindarların muhâfazakârlaştırılması”dır. İkisinde de hedef, “dînin hayattan uzak tutulması”dır. 
Modernizm, “kırmızı çizgilerin yokluğu” durumudur. Kırmızı çizgilerin yokluğu, “dînin yokluğu”dur.
Modernizm, “klâsik olana sövme”nin adıdır.
Modernizm, “köleler”in özgürlükten bahsettiği sistemin adıdır.
Modernizm, “modern sapıklığın” târihidir.
Modernizm, “Pandora’nın kutusu”nu ardına kadar açtı ve Dünyâ’yı da Pandora’nın kutularıyla doldurdu.
Modernizm, “sapıklıkların normâlleştirilmesi süreci”dir.
Modernizm, “tevhidî” terk-etmenin bir cezâsıdır.
Modernizm, bilerek bir güvensizlik ortamı oluşturur. Böylece insanlar kendilerini güvensiz hissedeceklerinden dolayı bencilleşecekler ve bencil hedefleri peşinde koşacaklardır.
Modernizm, bir “anlamsızlaştırma uygarlığı”dır.
Modernizm, bir “anlamsızlık uygarlığı”dır.
Modernizm, bir “dayanıksızlık uygarlığı”dır.
Modernizm, bir “dikizleme uygarlığı”dır.
Modernizm, bir “eğlence kültürü”dür.
Modernizm, bir “ihtiyaç ortaya çıkarma uygarlığı”dır.
Modernizm, bir “kışkırtma uygarlığı”dır. Nefisleri kışkırtır. Kışkırtılmış nefisler, hakîkati idrâk edemezler.
Modernizm, bir “teknoloji putperestliği”dir.
Modernizm, devletleri bölüp parçalar ki daha iyi yönetsin; işte insanı da bireyselleştirerek parçalar ki insanı da daha kolay yönetebilsin.
Modernizm, doğruların çoğalması ve sonsuzlaşması ideolojisidir. Oysa “doğru” tektir.
Modernizm, Dünyâ’yı, artık “tedâvi edilemez” bir hâle getirdi.
Modernizm, fıtrata yapılan ihânetin târihidir.
Modernizm, her-şeyin dinden koparılması ve sözde bağımsızlaştırılmasıdır.
Modernizm, hırsızlık ve kandırmacanın profesyonelleşmiş hâlidir.
Modernizm, insana “kişisel özellikler”ini kullanma fırsatı vermiyor. Böylece “tek-tipleşmiş insan” ortaya çıkıyor.
Modernizm, insanın “fizikî hareketlerini” de kısıtladığından, kişiyi “fizîken yoksul” bırakır.
Modernizm, insanın küstahlaşmasının târihidir.
Modernizm, insanın nefsini güçlendirirken, rûhunu zayıflatıyor.
Modernizm, insanın ve kâinâtın büyüsünü bozdu-bozuyor.
Modernizm, insanların (bir fitne olarak) “Allah-merkezli olmak”tan vazgeçmelerinin serüvenidir.
Modernizm, işlerini savsaklayan müslümanlara Allah’ın bir cezâsıdır.
Modernizm, kaostan beslenir.
Modernizm, normâl olanı “sorun” olarak gösteren bir sistemdir.
Modernizm, sözde meşrûiyetini, geçmişin “geri”, kendisinin ise “ileri” olduğunu söyleyerek sağlamaya çalışır.
Modernizm, tek-tipleştirmeyi, sâdece insan için değil, mîmâri için de yapıyor.
Modernizm, ticâretin tarıma olan üstünlüğüdür.
Modernizm; “düşene bir tekme de sen vur” uygarlığıdır.
Modernizm; “şehvetin kölesi” olmaya “özgürlük” diyor. Hâlbuki bu, âdi bir köleliktir.
Modernizm; yavaş-yavaş akan bir dereyi eliyle yelpâzeleyerek akışını hızlandırmaya çalışmaktır.
Modernizmde tek geçerli ölçünün para olması; modernizmin matematik-merkezli olmasındandır.
Modernizme boyun bükenler, “İslâm Devleti değil, adâlet devleti istiyoruz” diyorlar. İslâm olmadan adâlet mi olur be ahmaklar!.
Modernizme göre en iyi okul, “seküler sisteme en iyi entegre eden okul”dur.
Modernizmi kana-kana içenler, İslâm’ı, çağa yakıştıramıyorlar.
Modernizmi kana-kana içmiş olanların Kur’ân’ı idrâk etme ihtimâli yoktur. Zâten Kur’ân’ı hayatta uygulamaya zinhar yanaşmazlar.
Modernizmi ve bilimi “din” edinip onu kutsamış ve modern-bilim ile büyülenmiş olanlar, İslâm’a “burun kıvırarak” bakmaya başlıyorlar. Onu bir-türlü mevcut zamâna uyduramıyorlar. Artık İslâm ile ilişkileri “yalandan” bir ilişki oluyor.
Modernizmin ağır kuşatması altında seküler sistemlere îtirâza cesâret edemeyen müslümanlar, “gelenek eleştirisi”yle idâre ediyor.
Modernizmin ağır kuşatması altındayken, 1.400 yıllık İslâm Târihi’ni doğru okuyup değerlendirebilmek imkânsızdır.
Modernizmin bahsettiği özgürlük, “dîne karşı özgürlük”tür.
Modernizmin başarılı insan anlayışı: “En başarılı insan, modayı en iyi tâkip edebilen insandır”.
Modernizmin en büyük tanrısı insandır. Öyleyse modernizm bir “tanrılar savaşı”dır. O hâlde modernizm, mitolojinin modern şeklidir.
Modernizmin sonu, -mecbûren- ilkelliğe dönmektir.
Modernizmin tetkiki, modern olmayan toplumlarda aşağılık kompleksi oluşturuyor.
Modern-lâik-seküler-hümanist düşünce, “Allah’a karşı yapılmış bir küstahlık”tır.  
Modernler boşu-boşuna, “ruhsal” sorunlara maddî nedenler ve maddî çözümler bulmakla uğraşıyorlar.
Modern-seküler devlet, Allah’ı hesâba katmadığı için, hesap verecek bir mercî tanımaz.
Modern-seküler ideolojiler ağır kuşatması altındayken, İslâm’ın nasıl bir “süper düzen” olduğunu gösterme fırsatı yoktur.
Modern-seküler ideolojinin taşeronluğunu yapan iktidar ve siyâset, maddî anlamda bir kesimi kalkındırmış olsa da, sosyâl ve ahlâkî anlamda toplumun genelini yozlaştırıp bozmuştur.
Modern-seküler insan ile müslümanların ahlâkları aynılaştığı için, farklılıkları da koybolmaya yüz tuttu.
Modern-seküler ortamda, kâfir, müşrik, zâlim, fâizci zihniyet her zaman kazanır. Tâ ki; devrimci bir lîder, adanmış bir toplum-nesil ve İslâmî bir devrim olana kadar.
Modern-seküler sistem, doğal-İslâmî sistemi “yıkarak” hayattan uzaklaştırdığı için, doğal-İslâmî sistem de, seküler-modern sistemi “yıkarak” hayattan uzaklaştırmalıdır. Bu bağlamda İslâm, devrimcidir. Kısasa-kısas’ın sosyâl-siyâsal yönü böyle tezâhür eder.
Modern-seküler sistem, insanların kaderlerini aynılaştırıyor.
Modern-seküler sistem, şeytanın insana kurduğu en büyük tuzaktır.  
Modern-seküler sistemde “şeytan taşlamak” yasaktır.
Modern-seküler-muhâfazakâr-demokrat müslümanlıklar, “sırıtan müslümanlık”tır.
Normâl olanlar, modernizme sımsıkı bağlananlar değil, vahye tüm varlığıyla adananlardır.
Sahabe ile modern müslümanlar arasındaki bâriz fark, sahabelerin şehâdete koştukları şevkle, modern müslümanların servete ve şehvete koşmasıdır.
Semâyedarların modern eğitim sistemini desteklemeleri “Allah rızâsı” için değil, kurdukları sistemin devâmını sağlamak içindir.
Şu modernizmin ta ... ... diyesim geliyor.
Taklit o dereceye vardı ki, eğer “modernler” bir “keler (kertenkele) deliği”ne girseler, müslümanlar da girecek hâle geldi.
Varlık ancak zıddıyla var kalabilir. Modernizm, geleneği yok etmekle kendini yok ettiğinin farkında değil. Gelenek çöktüğü ölçüde modernizm de çöker. 
Modern Dünyâ
Modern Dünyâ “borç dünyâsı”dır.
Modern Dünyâ bir ârızadır. Doğal ve normâl olan “klâsik dünyâ”nın ârızalanmış ve ifsâd olmuş şekli.
Modern Dünyâ, “düzen tutmayan ve düzenlenemeyen bir dünyâ”dır.
Modern Dünyâ, kâlbi bırakıp zekâya kilitlenmiş insanların dünyâsıdır.
Modern Dünyâ, modernizm tarafından yorumlanmış bir dünyâdır. İşte insanlar bu yoruma göre hareket etmektedirler. Oysa bu yorum İslâm’ın zıddı bir yorumdur.
Modern Dünyâ, târihte hiç olmadığı oranda, her alanda yaşanan “ağır ve yoğun bir sapmışlık” tarafından kuşatılmış durumdadır.
Modern Dünyâ/kent, günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir Dünyâ/kenttir.
Modern Dünyâ’da domuzluğu (tüketim) en üst seviyede gerçekleştiren kişiler, “en üstün kişiler” olarak kabûl edilir.
Modern Dünyâ’da engelliler büyük risk altında yaşarlar.
Modern Dünyâ’da insanı en çok aptallaştıran şey, teknolojidir.
Modern Dünyâ’ya ve modern insana “menat putu”=mâni (money) para” hâkimdir.
Modern Dünyâ’yı “iplemeyen” bir toplum bulunmadıkça, “seküler kuşatma”dan kurtulmak mümkün olmaz.
Modern Dünyâ’da “tertemiz” kalabilmek imkânsız hâle geldi. Tâ ki, Ashab-ı Kehf gibi bir mağaraya sığınana kadar tertemiz kalmak mümkün değildir.
Modern Dünyâ’da meşrûluğun kaynağı “meşhurluk”tur.
Modern Dünyâ’da yalnızlık, mü’minlerin kaderidir.
Modern Dünyâ’da yaşamak, “bir cendere içinde yaşamak”tır. O cendere kimileri için pamuklu, kimileri için de dikenlidir.
Modern Gençlik
Modern gençliğin elinden akıllı telefonları ve sosyâl medyayı aldığınızda, dımdızlak ortada kalırlar.  
Modern gençliğin sorunu, “sorunu” olmamasıdır.
Modern gençlik mahrûmiyetten mahrumdur.
Modern gençlik, tüm âilenin hep birlikte çözemediği bir sorunu, tek-başlarına çözebileceklerini sanan ahmaklar topluluğudur.
Modern gençlik; “selâmun aleyküm” sözünü ifâde etmekten utanır bir durumdadır.
Modern Hayat
Modern hayat çok bereketsiz.
Modern hayâta uymamak, seküler kânunlara göre suç olsa da, İslâm’a göre günah değildir.
Modern hayâta uymayan her-şeyi reddetmek bir sapıklıktır.
Modern hayâtın kışkırttığı “zenginlik özlemi”, kişinin “kişisel özellikleri”ni ve “özgünlüğü”nü baltalayıp yok ediyor. 
Modern hayattaki “yaşamak” ile, klâsik zamanlardaki “hayat sürmek” kavramları aynı şey değildir. Aradaki fark, “rûh”tur.
Modern İnsan
Modern insan (hattâ müslüman), “İslâm’ın Dünyâ’ya hâkim olma düşüncesi”nden, zebraların aslandan kaçtıkları gibi kaçıyor.
Modern insan “elektirik ve motor”un tutsağıdır.
Modern insan “tuzağa düşmeye alışmış” insandır.
Modern insan “tükettiğin kadar vârolabilirsin” sözüyle aldatılıyor. 
Modern insan akla değil, zekâya önem veriyor. Çünkü modern dünyâda şeytanın iktidârı hâkim.
Modern insan Allah karşısında “özerk” olmak isteyen varlıktır. Dünyâ-içinde kendine bağlı; Dünyâ-dışında (mecbûren) Allah’a bağlı.
Modern insan için “şeytan ne derse o”dur.
Modern insan için “tüketime ara vermek” cehennemdir.
Modern insan için bütün sorunların nedeni “yeterli(!) paranın olmayışı”dır.
Modern insan istiyor ki, inanılması gereken şeye, “kendi istediği gibi” inansın.
Modern insan kentte, yaşamıyor, bulunuyor.
Modern insan rûhunu mutmain etmedikçe hiç-bir şekilde tatmin olamayacağı gerçeğini es geçiyor.
Modern insan tabiatı kontrôl altına aldığını zanneder. Tâ ki, bir deprem-sel-yangın-fırtına vs. patlak verene kadar.
Modern insan ve artık müslümanlar da, “Dünyâ’da rahat etme”ye kilitlendi. İyi de Dünyâ bir “imtihan dünyâsı” değil mi?. İmtihanın olduğu yerde rahatlık olur mu?.
Modern insan, (bir sapmanın sonucu olarak) susayınca su yerine “kola” içiyor.
Modern insan, “Allah’tan daha iyisini yapabileceğini zanneden” insandır.
Modern insan, “aynadan labirentler”e hapsolmuş durumdadır.
Modern insan, “başkalarına” bakarak rahatlayan yada acı çeken insandır. Onu huzurlu yada huzursuz eden şey, başkalarına bakarak yaptığı kıyaslamadır.
Modern insan, “cennet için yarışın” (Hadîd 21) âyetini ,”yeryüzü cenneti” için yarışın şeklinde anlıyor.
Modern insan, “doğal gidişât”ı (yaşlanma) ve “doğal son”u (ölüm) kabûl edemeyen kişidir.
Modern insan, “gösterişli olan”ı “güzel olan” zannediyor.
Modern insan, “imtihan”dan kurtulmak için çabalayan insandır. Bu bağlamda en çok da bilimi kullanıyor.
Modern insan, “kapitâlizm dîni”nin tüm emirlerini kayıtsız-şartsız ve dört-dörtlük yerine getiren varlıktır.
Modern insan, “prestijini tüketimden alan insan”dır.
Modern insan, “satın alarak” vâr olacağını zannediyor.
Modern insan, “serbestlik” (liberâlizm) denen sapıklığa, sonunda acı azâbı görene kadar îman etmeye devâm edecek.
Modern insan, “sistem” ne dediyse yapıyor ve hiç îtirâz etmiyor. Bu, “sisteme köle olmak” demektir.
Modern insan, “üç kuruşa beş köfte yemek isteyen” insandır.
Modern insan, 2+2’nin 5 olduğuna inandırılmış olan insandır. Buna öyle bir inanmıştır ki, birileri de çıkıp, “hayır kardeş!, 5 değil, 4 eder” dese; ilk önce espri yapıyor diye güler; sonra onu cehâletle suçlar ve en sonunda da 2+2’nin 4 olduğunda ısrâr edenleri, “fitne çıkarmak”la suçlayıp “terörist” îlan eder.
Modern insan, acziyetinin farkında olmadan, “küçük dağları ben yarattım” havasında.
Modern insan, alışkanlıklarının nesnesidir.
Modern insan, ayakta durmaktansa sürünmeyi kabûl etmiş olan insandır.
Modern insan, bir şeyin bilgisini, o şeyi kendisi zanneden insandır.
Modern insan, daha çok yemek için daha çok çalışan insandır.
Modern insan, değer-merkezli değil, yarar-merkezli düşünüyor ve eylemde bulunuyor.
Modern insan, dîni; rûhu için değil, bedeni için kullanmak istiyor.
Modern insan, doyan fakat “tatmin olmayan” varlıktır.
Modern insan, Dünyâ’yı ıskalamamak için dîni ıskalayan kişidir.
Modern insan, Evrim Teorisi’nin psikolojik dayatması ve modern telakki nedeniyle, eski insanları çok ilkel görüyor.
Modern insan, gözüyle gördüğüne iknâ olmuyor da, bir “uzman”ın(!) yorumuna ihtiyaç duyuyor.
Modern insan, günaha girmekten değil, günaha girememekten korkan insandır.
Modern insan, haddini bilmeyen insandır.
Modern insan, her-şeyi bildiğini ve bilebileceğini zanneden bir câhildir. Cehâlet zâten budur.
Modern insan, ihtirasları tarafından kuşatılmış durumdadır.
Modern insan, îmandan kaçmak ve sorumluluktan kurtulmak için kendini paralıyor.
Modern insan, insan görünümlü domuzdur.
Modern insan, kendini aslâ tatmin etmeyecek şeylerin peşinde koşuyor.
Modern insan, kendini kâinâtın sınırlarına ebedî olarak hapsetmiş varlıktır.
Modern insan, kendisi ile savaştığı kadar şeytan ve tâğutlar ile savaşsaydı böyle rezil bir durumda olmazdı.
Modern insan, kimseye muhtâç olmak istemiyor; oysa “komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözü vardır.
Modern insan, maddenin etrâfında, maddenin parçacıklarından bile daha hızlı dönüyor.
Modern insan, modern hazları yaşayamamanın sıkıntısını çeken insandır.
Modern insan, modern kuralları din edinmiş olan kişidir.
Modern insan, târihte hiç olmayan seviyede “kendi yaptığına tapma şirki”ne düşmüştür.
Modern insan; “değer bilinci” olmayan insandır. Olmazsa-olmaz olan bir değeri bulunmadığı için, görüşlerinin sağlamasını yapacak bir dayanağı yoktur. Böylece mecbûren nefsine göre düşünmekte ve yaşamaktadır.
Modern insan; “haz alıyorum, o hâlde yaptığım doğrudur ve bu nedenle de haklıyım” diyen insandır.
Modern insana hiç-bir şey yetmiyor.
Modern insanı hayâttan koparan şey “kâlp krizi”nden ziyâde, “kâlbî krizler” yaşamasıdır.
Modern insanın “fikir” zannettiği sözlerin çoğu, aslında “duygular” ve “vehimler”dir.
Modern insanın boş zamânı yoktur. Modernizm ona boş zaman bırakmıyor ki.
Modern insanın bunalımı, “tanrılaşmaya kalkması”ndan dolayıdır.
Modern insanın değeri, putunun değeri kadardır.
Modern insanın en iyi dostu(!), “Google”dir.
Modern insanın gözünü “para” bürümüş.
Modern insanın maddî ve mânevî sefâletinin nedenlerinden biri de, “korneaları delen kibri”dir.
Modern insanın ve müslümanın en önemli özelliği, vicdânını ve merhâmetini kaybetmiş olmasıdır.
Modern insanın, Allah tarafından kendisine bahşedilmiş hünerini bağımsız bir şekilde sergileme imkânı yoktur.
Modern Kent
Modern kent ve apartman bir dayatmadır.
Modern kentin “apartman” denen betonları arasında “organik” beslenmek “doğallık” değildir.
Modern kentler “yaşanılan yerler” değil; insanların “orada bulunmak” zorunda olduğu yerlerdir.
Modern kentler insana göre değil, insanlar modern kentlere göre şekillendiriliyor.
Modern kentler, “harbî yaşamlar”ın blôke edildiği, “yalandan yaşanılan” yerlerdir.
Modern kentler, “yaşanmışlık”ın yok edildiği merkezlerdir. Modern kentler gün geçtikçe ruhsuzlaşıyor.
Modern kentler, Allah’ı hatırlamayı engelleyecek şeylerle çevrilidir.
Modern kentler, antik kentlerin taklididirler.
Modern kentler, günaha girmeden yaşanamayacak olan yerlerdir.
Modern mîmaride, insanın “kendine has hüneri”ni ortaya koyması ya çok zor, yada imkânsızdır.
Modern Kur’ân Çalışmaları
Modern Kur’ân araştırmaları, “dananın altında buzağı arama” faaliyetleridir.
Modern Kur’ân çalışmaları, “arapça gramer dersleri”nden ibârettir.
Modern Kur’ân çalışmaları, Kur’ân’ı “aklın nesnesi” durumuna düşürmektedir.
Modern Kur’ân çalışmaları, Kur’ân’ı hayâta sokmama-merkezli çalışmalardır.
Modern Kur’ân çalışmaları, mü’mince duruşu blôke ederek, kişinin statükoya eklemlenmesine sebep oluyor.
Modern Kur’ân çalışmaları, müslümanları Peygamber-sünnet düşmanı yapıyor.
Modern Kur’ân okumaları ve dersleri, İslâm’ı modernize etme çalışmalarıdır.
Modern Kur’ân okumaları, “teslîmiyetsiz” okumalardır.
Modern meâl ve tefsircilerin büyük çoğunluğunun kaynağı, İslâm’ın kendi iç-dinamikleri değil, değişip duran modern-seküler reel-politiktir.
Modern Müslüman
Modern müslüman (şimdiki zamânın müslümanı), kapitâlizmi meşrûlaştıran kişidir. Ona karşı çıkmayarak ve destekleyerek.
Modern müslüman entelektüellerin bize gösterdiği ve yapılmasını istediği İslâm-anlayışı metodu, batı-merkezli bir metottur. Bahsettikleri metot İslâm’ın kendi iç-dinamiğinden çıkmış bir metot değildir. Bu metot ile ne İslâm’ın iktidâr olması mümkün, ne de bir zulmün sona ermesi. Kâfir bir metotla müslümanlık bir yere varamaz.
Modern müslüman ve anne-baba; “en iyi yatırımın çocuğa yapılan yatırım” olduğunu söylüyor. Fakat bu yatırım, mîdesini alabildiğine şişirecek bir yatırımdır onlara göre ki, böyle düşünmelerini sağlayan şey, mîdeleri patlarcasına şişmiş olanların ortaya atmış olduğu bir fitnedir.
Modern müslüman zannediyor ki Allah, aynen bu mevcut Dünyâ’yı hayâl ediyordu ve her yönüyle aynen böyle bir Dünyâ inşâ etmelerini istiyordu insanlardan. Şimdi böyle bir Dünyâ bulunduğuna göre Allah çok memnun ve râzı bu durumdan. 
Modern müslüman, “çok” olanın “doğru” olduğunu zanneden ahmak kişidir.
Modern müslüman, “dînine ihânet eden” kişidir.
Modern müslüman, “dîniyle değil, partisiyle iftihar eden” kişidir.
Modern müslüman, “gözü açılmış” fakat gönlü/kâlbi kararmış/körelmiş kişidir.
Modern müslüman, cennette yaşadığını zannediyor. 
Modern müslüman, dîni, spekülatif bir çalışma alanından ibâret görüyor.
Modern müslüman, İslâm ile değil, İslâm’laştırılan ile meşgûldür.
Modern müslüman, keyfine tapan kişidir.
Modern müslüman, koşulların yönlendirdiği kişidir. Hâlbuki bir müslümanın, Kur’ân’a göre yaşaması gerekir.
Modern müslüman, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal boyutuna iknâ olmadığı için, modern-lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist sistemlerin sosyâl ve siyâsal boyutuna îman etmektedir.
Modern müslüman, papaz tarafından değil ama, imam tarafından “vaftiz” olmaya râzı olan müslümandır.
Modern müslümanın düşünce-şekli ve tarzı, modernizmin düşünce-şekli ve tarzıdır. Bu düşünce-şekli aslında çok kısır ve dardır. Hâlbuki İslâm düşüncesi velûddur. Müslümanlar bu düşünce yerine modernist kısır düşünceye göre düşünmekle kendilerine yazık ettiler/ediyorlar.
Modern müslümanın en büyük sorunu, “îman” ile “itaat”i ayırmasıdır. Îman ettiğini söylüyor ama itaat etmiyor.
Modern müslümanın İslâm’a bağlılığı, benimsediği hayat-tarzına dokunulduğu yerde bitiyor.
Modern müslümanın sorunu şu; “İslâmî yaşam-tarzı”na göre mi, “yoksa küresel yahudi yaşam-tarzı”na göre mi yaşayacak.. İkisi birlikte sırıtıyor çünkü.
Modern müslümanın yeni âmentüsü: “Zaman sana uymuyorsa, sen zamâna uy” sözüdür.
Modern müslümanlar “İslâm’da reform” sözünden, “batı’lılaşmaya sıkı-sıkıya bağlı olma”yı anlıyorlar.
Modern müslümanlar artık, “yorumlanmamış Kur’ân”a inanmıyorlar.
Modern müslümanlar İslâm’a bir “dâvâ” olarak bakmıyorlar. Bu nedenle de İslâm için bir fedâkârlıkta bulunmadıkları gibi, bunu düşünemiyorlar bile.
Modern müslümanlar, “Allah’ı râzı etme”yi bırakıp, “şeytanın gönlünü yapma”nın peşine düştüler.
Modern müslümanlar, “dikey İslâm”dan vazgeçip, “yatay İslâm”a râzı” olmuşlardır. 
Modern müslümanlar, “düzeltmek” için, hiç-bir şeyi kırıp-dökmeden, hiç gürültü-patırtı yapmadan bir düzeltmenin olabileceğini zannediyorlar. Oysa insanlık-târihinde sessiz-sedâsız yapılmış bir “düzeltme” örneği yoktur.
Modern müslümanlar, “geri kalmışlık sendromu”na tutulmuşlardır.
Modern müslümanlar, “görünmeyen İslâm”a müptelâ olmuşken, “görünen İslâm”a düşman olmuş durumdadır.
Modern müslümanlar, “Kur’ân’ı anlayarak okuyacağız” diye Kur’ân’ın büyüsünü bozdular.
Modern müslümanlar, “Rabbim Allah’tır” demenin ne olduğunu bilmiyor.
Modern müslümanlar, îtikatta Kur’ân’a bağlı olduğunu söylerlerken, amelde demokrasiye göre hareket ediyorlar.
Modern müslümanlar, Kur’ân’ı, “sorumluluğunu almadan” okuyorlar.
Modern müslümanlar, Kur’ân’ın modern çağ da dâhil tüm zamanlarda bağlayıcı olduğu hakîkatini değiştirmek için kendilerini paralıyorlar.
Modern müslümanlar, küresel tâğutlarla paralel olarak, İslâm’ı “kâğıt üzerinde” seviyorlar.
Modern müslümanlar, modern paradigmaya uygun olmayan İslâmî düşünceyi, aşırı yoruma tâbi tutup değiştirmeden kabûl edemiyor.
Modern müslümanlar; Dünyâ’nın ahlâkî, sosyâl, âilevî, ilmî, insânî, tıbbî, ekolojik vs. çöküntülerine rağmen, -görece- ekonomik ve maddî ilerlemeyi, “İslâm’ın ilerlemesi” zannediyor.
Modern müslümanlara “Allah rızâsı için” bir şey yapmak, “bedâva iş” olarak görülüyor.
Modern müslümanların ilmî çalışmaları, batı’nın “din tekâmül ve terakkiye mânidir” düşüncesine yapılmış şerhlerden ibârettir.
Modern müslümanların İslâm’ı anlama(ma) yolundaki ana problemi; 23 yıllık yaşanmışlığı, vahyin indiği toplumun sosyo-kültürel yapısını ve târihi ortamı yok saymasıdır.
Modern müslümanların İslâmî çalışma metodları, oryantâlistlerin çalışma metodlarıyla paraleldir.
Modern müslümanların Peygamber tasavvuru, batı’lı-oryantalistlerin Peygamber tasavvuruyla örtüşüyor.
Modern müslümanlık(!), “sünnet”i yok sayarak her-şeye “eyvallah” diyen “soyut bir İslâm”ın peşinden gidiyor.
Modern müslümanlık; “dostlar alış-verişte görsün” tarzındadır.
Modern müslümanlıkta, “Peygamber’i ne kadar etkisizleştirirsem, o kadar ‘iyi müslüman’ olurum” ahmaklığı var.
Modern Tıp
Modern tıbbın geçirdiği bir “kronik hastalık” yoktur, fakat “geçirdiği” bir-çok hastalık vardır.
Modern tıp ve hastâneler, hastalardan ziyâde, tıp personeline ve tıbbi cihaz teknolojisine hizmet ediyor.
Modern tıp, “hasta” ile değil, “hastalık” ile ilgileniyor. “Hasta” değil, “laboratuvar sonuçları” tedâvi ediliyor. 
Modern tıp, “hastalığa karşı hastalık” üretme bilimidir.
Modern tıp, “sağ kalma”yı sağlasa da, “sağlıklı olma”yı sağlayamıyor.
Modern tıp, “sanâyileşmiş tıp”tır.
Modern tıp, doktorları “tıbbî sekreter”lere dönüştürdü.
Modern tıp, modern tıbba olan ihtiyâcı arttırıyor.
Modern Zamanlar
Modern zamanda aşırı öne çıkarılan sevgi, bencil bir sevgidir. Bu nedenle de sağlam olmuyor. Ölene kadar sürecek olan “sevgi”ler, bedeli ödenen sevgilerdir.
Modern zamanlarda çok fazla kullanılan “yapacak bir şey yok” sözü hem yanlıştır hem de samîmi-ciddî bir söz değildir. Yapacak bir-çok şey var fakat yapacak kişi/adam yok.
Modern zamanlarda hasta olmak, “insanların hastâneler tarafından yönetilmeye başlaması” demektir.
Modern zamanlarda ilim-bilim denilen şey, kabûl edilen ve ettirilen şeydir.
Modern zamanlarda müslümanları en çok engelleyen şey “ne yapmalı?” sorusudur. Peygamber kıssaları ve “sünnet” ortadayken ve en ince ayrıntısına kadar biliniyorken “ne yapmalı” sorusunu sormak, gayr-ı ciddî bir soru olsa gerek. “Ne yapmalı” sorusuna “muhteşem bir cevap” almayı mı bekliyorsunuz?..
Modern zamanlarda müslümanların yapması gereken en önemli şey, “okçular tepesi”ni terk etmemektir.
Modern zamanlarda ortaya çıkmış sapkınlıklar, “İslâm’ı çağa taşımak” olarak gösteriliyor.
Modern zamanlarda şeytanın sürekli bir ağrısı oluyor. İnsanların yaptıklarına bakarken, gülmekten oluşan karın ağrısı.
Modern zamanlardaki kölelik, eski köleliklerden bin beter. Çünkü eski kölelik sâdece bir kişiye ya da şeye yapılırken, şimdiki kölelik herkese ve her-şeye yapılan köleliktir.
Modern zamanların İslâm âlimleri(!), “nebîlerin vârisleri” değildirler.
Modern zamanların kültürlü insan tanımı: Tüketim ürünlerini en iyi tanıyan insan.
Modern Bilim
Modern-bilim modern meâl ve tefsircilerin ümüğüne çökmüş ve müthiş bir baskı uygulamaktadır. Modernizme uygun meâl-tefsir yapmadıklarında gırtlaklarını sıkıverecekler.
Modern-bilim, “dananın altında buzağı arama” eylemidir.
Modern-bilim, “dîne karşı din”dir.
Modern-bilim, “doğal bilim”in ifsâd edilmiş şeklidir.
Modern-bilim, “yüksek teknoloji” ile uğraşacağına “yüksek tansiyon” ile uğraşsa insanlar daha mutlu olurdu.
Modern-bilim, faydadan çok hazza dönüktür.
Modern-bilim, teorilerini “göz-ardı ettikleri” üzerinden kurar.
Modern-bilim, yeni ve modern tanrılar arama ve ortaya koyma sistemidir.
Modern-bilime göre bilim, “yanlışlanabilir olan”dır. Her-şey yanlışlanabilir. Buna, Dünyâ’nın yuvarlak oluşu ve döndüğü de dâhildir.
Mûcize
Felsefe târihi; filozofların “bir mûcize olarak” yaratılmış olan varlığı net olarak açıklayamayınca, (çünkü en doğrusunu sâdece Allah bilir) varlığı ya “mutlak varlık” olarak görmeleri, yada varlığı yok saymalarının târihidir.
Mûcize de Allah’ın bir yasasıdır. Bu yasanın nasıllığı sâdece Allah’a mâlûmdur.
Mûcizelerin nasıllığı bilinemez
Mûcizenin belgesi olmaz.
Muhâfazakârlık
Muhâfazakâr demokrasi; “bir sene sen bizim ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” anlaşmasıdır.
Muhâfazakâr İslâmcılar/İslâmcılık ile Siyâsal İslâmcılar/İslâmcılığı ayırmak gerekir. Muhâfazakâr İslâmcılar “Siyâsal İslâmcılar” değildir. Muhâfazakâr İslâmcılar, lâik-demokratik-milliyetçi siyâsetçiler ve onların destekçileridir.
Muhâfazakâr İslâmcılık, “İslâmcılık” değildir. O, İslâm’dan sapmış bir münâfıklıktır.
Muhâfazakârların bu kadar destek görmesinin nedeni, vahiy-merkezli dîni değil, “uydurulmuş dîn”i temsil etmesindendir.
Muhâfazakârlarla lâiklerin buluştuğu yer, “batı-merkezli tasavvur, düşünce, refah ve eylem şekli”dir.
Mutluluk
Mutlu âilenin formulü: Kadınlar erkekler karşısında “haddini” bilecek; erkekler de “emânet”e (kadın) ihânet etmeyecek.
Mutlu olmak için mücâdele etmekle mutluluğa ulaşılamaz; mücâdele sürecinin kendisi mutluluk kaynağıdır mü’minler için. Bu nedenle mü’minler; “nasıl mutlu olabilirim”in değil; “nasıl mücâhede-mücâdele edebilirim”in derdine düşmelidirler.
Mutluluk bir amaç-hedef değil, bir sonuçtur. Amaç ve hedef, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın rızâsını kazananlar mutlu olurlar.
Mutluluk bir hedef değil, sonuçtur.
Mü’min
Hem mü’min olup hem de her-şeyin yolunda gitmesi mümkün değildir.
Mîrâcı kabûl etmeyenler, “namazlarını mü’mince kılmıyorlar” demektir. Zîrâ namaz mü’minin mîrâcıdır.
Mü’min “vahye aykırı olan çağa ayak uyduramayan kişi”dir.
Mü’min can derdinde, müslüman mal derdinde.
Mü’min mücâdele etmez, mücâhede eder.
Mü’min olmak için “Allah’ı kabûl etmek” yetmez, Allah’ı kabûl ettikten sonra “tâğutu reddetmek” de gerekir.
Mü’min, biraz telaşlı olandır: Hakkı bir-an önce hâkim kılma telâşı. Bu telaş onu dik ve diri tutar. Bâtılı hak kılmak isteyenler ise, uykuya dönmek için sabırsızlanan bir uyuşma içindedirler. 
Mü’min, canının istediği gibi yaşamayan-yaşayamayan kişidir.
Mü’min, karamsar olamaz, olmamalıdır da. Mü’min mutludur fakat bu mutluluk, Dünyâ’nın mevcut genel kötü durumundan dolayı “buruk bir mutluluk”tur.
Mü’min, seküler modern sistemde yaşamayı zûl kabûl eden kişidir.
Mü’minin değeri, İslâm’a hizmeti kadardır.
Mü’minin görevi, soyutta yok olması ve yok sayılması mümkün olmayan Allah’ın, yasalarıyla ve yaratımlarıyla Dünyâ’da/kâinatta somut hâlde görünmesini sağlamaktır.
Mü’minler kendi haklarını savunduktan sonra mü’min kardeşlerinin de hakkını da savunmadıkça, İslâm toplumu oluşamaz.
Mü’minler, Dünyâ’da, “cenneti anlamsızlaştıracak” şekilde yaşa(ya)mazlar.
Mü’minleri bağlamışlar, tâğutları salmışlar.
Mü’minliğin özelliklerinden biri de, Dünyâ’nın onu “kesmemesi”dir. Mü’min ancak cennet ile tatmin bulur.
Para, “adanmış” mü’minlerin dışında, kişilerin düşüncelerini değiştirip şekillendirir. (Paraya göre düşünmek).
Tabiat, “şuursuz mü’min”dir. Dolayısı ile tabiat, “müslümanın mü’min kardeşi”dir. Bu nedenle ona zulmetmesi söz-konusu bile olamaz.
Tutuklanmaya/eziyet edilmeye/öldürülmeye değer yazılar yazmak mü’min için bir şereftir.
Müslümanlık
Ahzâb 56, Allah ve melekleri Peygamber’i destekliyorlar da (salat), müslümanlar niye desteklemiyor.
Amerika’nın keşfini yada göçünü başlatan şey, Müslüman-Türk korkusu idi.
Araştırmalara göre müslümanların dîne olan bağlılıkları artıyor. Lâkin bu bağlılık, ılımlı, demokratik, modern bağlılık olduğu için “sorunlu bir bağlılık”tır.
Ben sizin bildiğiniz müslümanlardan değilim.
Bir müslüman bir kâfire tek bir kurşun bile sıkmadan bu Dünyâ’dan giderse, bu, zarârına bir gidiştir. Hadi kâfire sıkmadınız; bâri zâlime sıkın!.
Bir müslümanın diğer bir müslümana “siz” demesi çok samîmiyetsiz bir hitâp-şeklidir.
Ey “ucundan-kıyısından” müslüman olanlar!; “tepeden-tırnağa” müslüman olunuz.
Ey müslüman! Sevdiklerinden fedâ etmedikçe hiç-bir şeyi değiştiremez ve düzeltemezsin.
Ey müslümanlar!. Müslümanlık provalarını bırakın da müslüman olun.
Gevura gevur demenin yasaklandığı târih, Türklerin-Müslümanların Dünyâ-târihinden çekildiği târihtir.
Hiç ayrıntıya girmeden söyleyeyim; yılbaşı kutlamak müslümanlığa uygun değildir.
Hz. Mûsa müslümandı, Peygamberimiz de müslümandır. Tüm peygamberler müslümandır. Onun ümmeti olduğumuz için biz de müslümanız. Başta peygamberler olmak üzere tüm müslümanların her devirde 4 düşmanı olmuştur: Firavun (kral), Haman (başbakan), Kârun (sermâyedar), Samîri (din işleri).. İşte müslümanların bu düşmanları etkisiz hâle getirmesi “farz-ı ayn”dır.
Ilımlı müslümanlar!, “sınırlı müslümanlar”dır.
İki çeşit müslüman vardır: “Doğuştan müslüman”, “sonradan müslüman”. “Sonradan müslüman”lar, “doğuştan müslüman”lardan daha samîmi oluyor.
İki çeşit müslüman vardır: 1-Dindar müslüman/mü’min. 2-Kültürel müslüman.
İki tür müslüman vardır: İlme (vahye) göre konuşan; zannına (zannetmesine) göre konuşan.
Kevnî âyetler olan tabiatı sınırsızca yorumlayarak değişikliğe uğratanları alkışlayan müslümanlar; vahyin âyetlerini de aynı sürece sokmaktan kaçınmazlar.
Kızların baş-örtülü olarak okula gidememesi bir sorun olarak gösteriliyor. Asıl sorun, müslüman çocukların, pozitivist-seküler sistemle çalışan okullara gitmeleridir. 
Kişi, “müslüman olarak” zulme boyun eğemez.
Kişinin müslümanlığının derecesi yada müslümanlıkla arasındaki mesâfe, Ramazan ayında açığa çıkar-çıkıyor.
Kullanılan internet, “sınırsız internet paketi” olsa da, müslümanlar, interneti “sınırsız” kullan(a)mazlar.
Kureyş’liler, müslümanların dinlerini evlerinde yaşamalarına ses çıkarmıyorlardı. Yeter ki kamusal alanda uygulamasınlardı.
Mekke müşrikleri kelime-i tevhidi, şimdiki müslümanlardan daha iyi anlamışlardı. Hem de ânında.
Müslüman bir ülkenin NATO’da bulunması şerefsizliktir.
Müslüman demek, “muhâlefet eden” demektir. Zîrâ İslâm, Allah-merkezli olmayan Dünyâ’ya muhâlefet için gelmiştir. Fakat bu, günümüzde tersine çevrildi ve müslümanın tanımı; “etliye-sütlüye karışmayan” anlamına (ç)evrildi. Muhâlefet eden müslümana ise “terörist” denmeye başlandı.  
Müslüman doğmakla müslüman olmak aynı şey değildir.
Müslüman için meşrûluğun dayanağı “genel çoğunluk” değil, vahiy ve vahyin örnekliğini en iyi gösteren sünnettir.
Müslüman olarak “mevcut sistem” içinde bir şeyler yapmaktansa, hiç-bir şey yapmamak daha iyidir.
Müslüman olarak neyi yapamıyorsun?, neye engel var? sorusu, İslâm’ı, 5 farz ile sınırlandırmak anlamına gelir.
Müslüman olduğunu söylediği hâlde, namaz kılmayan, oruç tutmayan, başörtüsü takmayan vs. kimseler dinden çıkmaz; “dîne girmemiş” olurlar.
Müslüman olmak artı bir şey katmıyorsa, o müslümanlığı gözden geçirmek gerekir.  
Müslüman olmak, “biraz ‘deli’ olmak”tır.
Müslüman olup da İslâmî anlamda amel-eylem ortaya koy(a)mayanların, bugün ölmesiyle 40 yıl sonra ölmesi arasında nasıl bir fark olur ki?.
Müslüman ülkelerdeki demokrasi savunusu, “özür dilemeci” bir tavırdır.
Müslüman ve gayri-müslim mazlumların, “arkasında duracak” değil, “yanında olacak” adamlar lâzım. Zîrâ “arkada duranlar”a pek de güvenilmez.
Müslüman, bir delikten iki kere ısırılmaz. Fakat “seküler siyâset” yüzünden aynı delikten onlarca kez ısırılmakta.
Müslüman, değerlendirmelerini “güncel” üzerinden değil, Kur’ân üzerinden yapan kişidir. Çünkü güncel olan, günü-birlik olandır. Kur’ân ise bir hayat kitabıdır, hayâtın her zerresine-noktasına dokunan..
Müslüman, rahat uyuyamayan kişidir. Bu bağlamda uyku, bir îman ölçüsüdür.
Müslüman, Ramazan’da belli olur. Oruç ve zekat ile. Çünkü din, ferâgattir.
Müslüman; kâlbinde “kerîm hedefler”e yönelik ajandaları olan kişidir.
Müslümanım diyenin “üst kimliği” İslâm’dır, millî kimlik sonra gelir.
Müslümanım diyor fakat, “İslâm’a göre” değil de “seküler sisteme göre” yiyor-içiyor, giyinip-kuşanıyor, düşünüp-konuşuyor. Yâni amelini-eylemini-söylemini seküler sistem belirliyor.
Müslümanın en sıkı tâkip ettiği kişi Peygamberimiz olmalıdır.
Müslümanın gerçek vazîfesi devlet kurmak değil, medeniyet kurmaktır. Çünkü devlet yıkılır gider ama medeniyet kolay-kolay yıkılmaz. Lâkin bu medeniyet de devlet kurulmadan kurulamıyor. Devleti, medeniyeti kurmak için kurmalıyız. Medeniyeti kurmak için buna mecbûruz.
Müslümanın gündemini güncel olan değil, vahiy belirler.
Müslümanın hedefi “modern” olmak değil, “medenî” olmak olmalıdır.
Müslümanın jimnastiği namaz, perhizi oruçtur.
Müslümanın tâtil yeri cennettir.
Müslümanlar “sivil” olamazlar. İslâm ve “sivillik” bir-arada bulunamaz.
Müslümanlar arasında anlaşmazlığın ve tefrikanın çıkmasının bir nedeni de; âyetleri idrâk etmede Kur’ân bütünselliğine bakılmayıp, âyetleri “Mekke’ye göre” yada “Medîne’ye göre” yorumlamaktır.
Müslümanlar çok bilen, çok konuşan ama hiç “yapmayan” insanlar olup çıktı.
Müslümanlar Dünyâ’nın “şamar-oğlanları” değildirler. 
Müslümanlar hakîki müslüman olamayınca, sûni milliyetçiliklerle teselli buluyorlar.
Müslümanlar için dayatılan modern kıyâfet-şekli, “hasar görmüş” kıyâfet-şeklidir.
Müslümanlar içinde, “resûlün tebliğine uyarız ama örnekliğine uymayız” diyen ahmaklar var.
Müslümanlar içinden “kelleyi koltuğa alacak” bir topluluk çıkmadıkça, değişen bir şey olmayacaktır.
Müslümanlar Kur’ân’a bakarak hayâtı yorumlamıyor ve düzenlemiyorlar; mevcut hayâta, konjonktüre bakarak Kur’ân’ı yorumluyorlar ve ona göre eylemde bulunuyorlar.  Ellerinde Kur’ân olmasına rağmen düşüncelerini ve eylemlerini Kur’ân değil, konjonktür belirliyor. Eylemlerini ekonomileri belirliyor; partileri belirliyor; üstadları belirliyor; malları-mülkleri, sevdikleri, işleri  vs. vs. belirliyor. İşte şirk budur!.
Müslümanlar Kur’ân’ı okuyor fakat yorumunu İslâm’ın kendi iç-dinamikleri yerine modern-seküler sisteme göre yapıyorlar. Böylece seküler-modern sistem eleştirisi yerine bu sisteme bağlılık ve bağımlılık ortaya çıkıyor.
Müslümanlar medeniyet sürecinde karşılaştıkları kültürleri İslâm’laştırmışlardır. Fakat bu, İslâm’ın ana-prensibi değildir. İslâm’ın potansiyel olarak kendine has (özgün) bir kültürü vardır.  
Müslümanlar post-modernite ile birlikte, İslâm’ın büyük hedeflerinden ve ideâllerinden vazgeçerek, batı-merkezli, kişisel gelişim ve mutluluk (haz) odaklı bireysel amaçları ve rahatlığı seçtiler.
Müslümanlar seküler modern yollarda patinaj yaparak “geri” kalıyor.
Müslümanlar târih boyunca bir-çok kez kuşatılmaya uğramışlardı. Fakat hiç-bir zaman, “modern kuşatma” altındayken olduğu gibi, İslâm’a güvenleri kaybolmamıştı. 
Müslümanlar! İslâm’ı beşerî ideolojilerle kıyaslıyorlar ve ne ilginçtir ki sonuçta beşerî ideolojileri tercih ediyorlar.
Müslümanlar(!) müslümanlaşmadıkça, “müslümanca değişimler” olmayacaktır.
Müslümanlar(!), sıkıntıyla ve üşengeçlikle kıldıkları namaza ve ekşi bir suratla tuttukları oruca “fit” olmuş durumdadırlar.
Müslümanlar(!); bir zamanlar “küfür, şirk ve zulüm” olarak gördükleri “lâik-seküler-modern-demokratik” sistemleri, artık “kazanım” olarak görmektedirler.
Müslümanlar, “birilerine” karşı; müslüman oldukları için neredeyse özür dileyecekler.
Müslümanlar, “dil”i (söz), “el”e (eylem) üstün tutuyorlar. “Dil” ve “el” birliği olmadıkça samîmiyet ve ciddiyet ispatlanamaz.
Müslümanlar, “meyve vermeyen ağaç”a benziyor.
Müslümanlar, “moderniteyle olan imtihan”ı kaybetmektedirler.
Müslümanlar, demokrasiyi, “Allah’a karşı yapılmış bir küstahlık” olarak görene kadar “düzlüğe” çıkamayacaklardır.
Müslümanlar, Dünyâ’yı öz hâline çevirip kutsallığını açığa çıkarmakla mükelleftirler. Bu, hem insanın aslına uygun olarak değiştirilmesi, hem de mekânın İslâm’a uygun olarak inşâ edilmesiyle olabilir ancak. Allah özünde bu şekilde yaratmıştır insanı ve Dünyâ’yı çünkü.
Müslümanlar, her-şey normâlmiş gibi davranıyorlar.
Müslümanlar, kardeşlerine karşı ne doğru-düzgün kardeşlik yapıyor, ne de düşmanlarına karşı doğru-düzgün düşmanlık yapıyor.
Müslümanlar, kendilerine yapılan zulümlere karşılık verince “terörist” îlan ediliyor.
Müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve Kur’ân’ı zihinlere hapsediyorlar.
Müslümanlar, sanki İslâm sâdece Mekke’ymiş de Medîne hiç yaşanmamış gibi düşünüp konuşuyor ve amel-eylemde bulunuyorlar.
Müslümanlar, seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik sisteme eleştiri ve îtirâz etmeye cesâret edemeyince, onu onaylamak zorunda kaldılar. 
Müslümanlar, takvâdan vazgeçip hazza kapıldılar. Bu durum “târihin sonu” anlamına gelir.
Müslümanlar; “aşırı yüceltmeci peygamber” ve “indirgemeci peygamber” anlayışı arasında sıkışıp kalmışlardır.
Müslümanlar; söz, amel ve eylemden çekinir hâle geldi. “On numara bireysel müslüman” olduk gâri..
Müslümanlarda son 150 yıldır gündemde olan; bilgi-kalkınma-teknoloji-ilerleme gibi söylemler, hristiyan batı-dünyâsı bunlara sâhip olduğu içindir. Yoksa İslâm’da bunlar öncel konular değildir.
Müslümanları “perişân” duruma düşüren şey dinleri değil, “zulümden geçinenlerin dinsizliği”dir.
Müslümanları İslâmî anlamda harekete geçirmek için onlarca, yüzlerce ve hattâ binlerce yazılar yazılıyor. Hem de bu yazıların bir-çoğu hârika ifâdeler içeren yazılar. Fakat buna rağmen ortada somut bir şey yok. Bir-türlü Ülke ve Dünyâ çapında dikkat çekecek amel ve eylemlerde bulunamıyoruz. Somut bir hareket ortaya konulamadığı için, bir-süre sonra bu güzel yazılar, mevcudu-zulmü normâlleştirmeye başlayacaktır mâzallah. Demek istediğim; sorun güzel yazılar yazamamak, yâni birilerine bir şeyleri anlatamamak değil, “hakkı ortaya koyamamak”tır. Bunun nedeni ise “anlama-anlatma sorunu” değil, “îman sorunu”dur maalesef. O hâlde îmanlarımızı arttırmanın yoluna koyulmalıyız. Îmanların artması ise, amel-eylem ortaya koymakla olur. Îman ise daha çok da meydanda, “cihad meydanı”nda artar: “Onlar, kendilerine insanlar: ‘Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun’ dedikleri hâlde îmanları artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ diyenlerdir” (Âl-i İmran 173).
Müslümanları ve Osmanlı’yı “Dünyâ’nın agası” yapan İslâm’ın, modernizm ile birlikte “geriliğin nedeni” olarak görülmesi, ağır bir çelişki değilse, ağır bir sapmadır.
Müslümanların “gelmiş” oldukları yer, “ulaşmış” oldukları yer değildir.
Müslümanların “mânevî bağışıklık sistemleri (takvâları)” zayıfladı ve çökmeye yüz tuttu.
Müslümanların “niyeti” yok.
Müslümanların “Yunan felsefesi”ni almalarına rağmen “Yunan mitolojisi”ni almamalarının nedeni, masalın değil, ilmin peşinde olmalarıydı.
Müslümanların 2 hezayanından biri, bin yıllık İslâm Medeniyetini yok saymak; diğeri ise, 200 yıllık moderniteye meftûn olmaktır. 
Müslümanların 30 yıllık çalışmalarının sonunda ulaştıkları yer, liberâl demokrasi ve Ak Parti oldu. Bu sonucu “İslâm’ın başarısı” olarak görüyorlar.
Müslümanların ana sorunu, Kur’ân’ı; sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâl alandan kopuk bir bakış-açısıyla okumalarıdır.
Müslümanların ana-sorunu, İslâm’ın ne olup-olmadığını net bir şekilde dile getir(e)memeleridir.
Müslümanların anlamak ve yerine getirmek istemediği şey şudur: Eğer müslümanım diyorsanız ve bilginiz arttıkça hayâtınız da mü’mince değişmelidir.
Müslümanların batı karşısındaki derin kompleksinin nedeni, İslâm Medeniyeti’nin câhili ve dolayısıyla inkârcısı olmalarıdır.
Müslümanların büyük çoğunluğu, “teoride müslüman”dırlar.
Müslümanların çâresizliği, “öğrenilmiş-öğretilmiş çâresizlik”tir.
Müslümanların çoğu, İslâm’ı değil, “İslâm Târihi”ni din edinmişler ve İslâm Dîni’ne değil, İslâm Târihi’ne uyuyorlar.
Müslümanların demokrasiye bağlanma süreci, “İslâm’ın devlet talebi” olmadığı zannı ile başlamıştır.
Müslümanların demokrasiye râzı edilmesi; “ölümü gösterip sıtmaya râzı etme”nin diğer adıdır.
Müslümanların demokrasiye yönelmeleri, “vahyin dışında bir kılavuz kabûl etmeleri” demektir.
Müslümanların en büyük yanlışlarından biri de; “ancak siyâsetle çözülebilecek” olan şeyleri, eğitim-öğretim ile çözebileceklerini zannetmeleridir.
Müslümanların en câhil olduğu konu, şirk-küfür-tevhid konusudur.
Müslümanların günümüzdeki temel sorunu, “uygulanan bir fıkıh”larının olmayışıdır.
Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, “güzel örneklik”in sergilendiği zamâna (1.400 yıl) kadar giden “gericilik”i bırakıp; seküler-küresel tâğutların ortaya çıkarıp koyduğu “ilericilik”e meyletmiş olmalarıdır. Hâlbuki ilericilik bir vehimdir (kuruntu), gericilik ise, sonsuza kadar “güzel bir örnekliği” muhâfaza eder.  
Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, uydurma rivâyetlere kapılmaktan ziyâde, Kur’ân’a ve “güzel örneklik”e sıkı-sıkıya sarılmamalarıdır. Kur’ân’a ve “güzel örneklik”e sıkıca sarılmadıkları için, müslümanların mevcut kötü durumunun nedeni olarak, “külliyatların zırvalıklarla ve uydurmalarla dolu olmasını” gösteriyorlar. Hak ortaya konamadığında, bâtılın hâkimiyeti devâm edecektir.
Müslümanların hedefi, “Allah’ın ipi” ile “hârika bir kumaş dokumak”tır.
Müslümanların hedefi, hristiyan-dünyâ gibi olmak değildir, olmamalıdır.
Müslümanların her biri bir Luther olmuş, îman ve amel arasını açmakla uğraşıyor.
Müslümanların ilmî çalışmaları gerçekten işe yarıyor mu, yoksa yaptıkları şey “delik kaba su doldurmak” mıdır?.
Müslümanların İslâm ile ilişkileri “uzaktan-uzağa” olduğu için, onu hakkıyla idrâk edemiyorlar ve hakkıyla yaşayamıyorlar.
Müslümanların İslâmî bir hareketi düşünmemeleri ve buna yönelik eylemde bulunmamaları, Dünyâ ile iyice tatmin olmalarından, yada Dünyâ ile tatmin olmak istemelerindendir.  
Müslümanların İslâm-merkezli bir düşünceleri yok. Parti yada cemaat-merkezli düşünceleri var, fakat bu kısır düşüncelerle de doğru bir değerlendirme yapamıyorlar. Sonuçta da etkili bir düşünce ve eylem içerisinde olamıyorlar. 
Müslümanların kanı Dünyâ’nın farklı yerlerinde akarken ve onlara zulmedilirken, hiç-bir müslümanın “kâlbi temiz” olamaz.
Müslümanların modern İslâm algısı, amel ve eylemden kopuk bir şekilde; geleneği eleştirmek, hadisleri-sünneti tümden reddetmek, “sâdece vahiy” demektir.
Müslümanların niyeti “niyet” değil.
Müslümanların perişân hâllerinin sebebi, “Mekke’den Medîne’ye” hicret edemeyişlerindendir. Bir-türlü Mekke’den çıkamıyorlar.
Müslümanların Peygamber tasavvuru bozuldu. Bir kesim Peygamber’i “her-şey” yaparken, diğer kesim ise “hiç”leştirdi.
Müslümanların son 150 yılı, yağmurdan kaçarken doluya tutulma târihidir.
Müslümanların sorunu, Şeytan taşlamayı yapmamak ve terk etmektir. Her türlü çirkef, Şeytan’ı taşlamamanın eseridir.
Müslümanların tasavvufa destek vermesi, İslâm’a yapılan bir ihânettir.
Müslümanların trajedilerinin sebebi, vahyi, kendi iç-dinamikleri yerine moderniteye uygun olarak anlamaya çalışmalarıdır.
Müslümanların yapması gereken şey “Allah’ta birleşme” (vahdet-i vücud) değil; “Dünyâ’da birleşme” (ümmet) dir.
Müslümanların! ciddî bir “İslâmlaşma”ya ihtiyâcı var.
Müslümanların, “melekleşmek” gibi bir sorumlulukları yoktur.
Müslümanlarla İslâm arasındaki uyumsuzluğun ne kadar derinleştiğinin en iyi göstergesi, müslümanların ekonomik ve ticâri faaliyetleridir.
Müslümanlığı seçmek, Dünyâ’dan ziyâde “cenneti seçmek” demektir.
Müslümanlık; “müslümanca yaşamak” demektir; “müslümanların arasında bulunmak” demek değil.
Ne, çok okuma-yazma, ne, çok ibâdet.. Müslümanın en değerlisi, en ciddî olanıdır.
Ortalık, kendisini müslüman, başkasını kâfir görenlerle doldu.
Tutarlı müslümanlık, “seküler sisteme çomak sokmak” demektir.
Yahudiler, “yahudileşen müslümanlar”dır.
Yarı-müslümanlık diye bir şey yoktur, olamaz.
Yılbaşına müdâhil oluyor; sevgililer gününe müdâhil oluyor; doğum günlerine müdâhil oluyor; anneler-babalar gününe müdâhil oluyor; millî bayramlara müdâhil oluyor; tuttuğu takımın şampiyonluğuna müdâhil oluyor; dînî bayramlara da müdâhil oluyor; fakat Ramazan’a müdâhil olmuyor… Üstelik bu kişi müslüman(!).
Müşriklik
Bütün Dünyâ eksiksiz bir-araya gelip Allah’ın kânunlarına aykırı bir kânun ortaya koysa, o kânun yine de küfürdür, şirktir. O kânunu koyanlar da müşrik, kâfir, fâsık, zâlim ve câhildir.
Müşrik Mekke’de “Dâru’n Nedve” ne ise, modern dünyâda “parlamento” odur. Ortak prensip, “Allah’ı işe karıştırmamak”tır.
Müşrikler Allah’tan başka edindikleri aracıları aslında Allah’ın önüne geçirmektedirler. Günümüz müşrikleri de, Allah’ın kitabı olan Kur’ân varken, aracı yaptıklarının kitaplarını öne geçirirler, Allah’ın kitabını ise geriye atarlar.
Müşrikler tüm zamanlarda, ilahlarını reddedenlere gıcık olmuşlardır. Bu şimdi de aynıdır.
Müşriklerin müşrik olduklarını kabûl etmemelerinin nedeni, şirk içinde olduklarını bilmemeleri ve kabûl etmemeleridir.
Müzik
Bir ülkede spor, müzik ve film sektörü aşırı yükselişteyse, oranın halkı birileri tarafından sömürülüyor demektir.
Müzik büyük ihtimâlle, Hz. Âdem’in mırıldanmalarıyla başladı.
Müzik kulağa hitâp etmeli, göze değil.
Müzik, şiirin nağmeli olarak söylenişidir.
Nice gürültüler vardır ki, “müzik” zannediliyor.
Namaz
1-Namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar, zekât vermeyenler, durumu müsâit olmasına rağmen kurban kesmeyenler ve hacca gitmeyenler, Kur’ân okumayanlar, dîni öğrenmek için çabalamayanlar. 2-Kötü alışkanlıkları olanlar, fâiz alanlar, yolsuzluk yapanlar, yalan-dolanla işlerini yürütenler. Birinci gruptakiler dinden çıkmamışlardır; çünkü bunları yapmadıkları için daha dîne girmemişlerdir. İkinci gruptakiler de dinden çıkmamışlardır; çünkü zâten o kötülükleri yaptıkları için din üzre değillerdir.
Bir insan neden namaz kılmaz?. Bu sorunun cevabını: “Allah dilemediği için” diye cevaplayabiliriz. Peki Allah’ın dilemesi ne demektir?. “Allah’ın uygun görmesi” demektir. Allah bir şeyi kimler için uygun görür/bulur?. Lâyık gördüklerine uygun görür. Yâni bir insan Allah lâyık görmedikçe namaz kılamaz. Namaz bir nîmettir. Allah o nîmeti namaz kılmayan kişiye uygun görmediği için lâyık görmez. Peki o kişi ne zaman lâyık olur namaz kılmaya?. Namaza başladığında ve namaz kıldığında. Yâni bizzat kişi dilediğinde/istediğinde/başladığında. İşte o anda Allah da o kişi için namazı lâyık görür ve onun namaz kılmasını dilemiş olur. Bu durum Allah ile kulun aynı-anda verdikleri bir dilemedir. Yâni kul kendine namazı lâyık bulduğu anda Allah da lâyık bulur. Allah lâyık bulduğunda anda kul da lâyık bulur. Allah ile yaşamak budur işte!.
Hem namaz kılıp hem de “kötü” olanlar, namazı “hedef” olarak görenlerdir. Oysa namaz, kişiyi iyiliğe yönlendiren bir “araç”tır.
Namaz bir kıyam provasıdır. Namaza kalkmak, namazla kalkmaktır.
Namaz kıldıktan sonra eyleme-harekete geçmiyorsanız (Maun Sûresi), çükünüzü avuçlayın daha iyi. Hiç olmazsa bir “hareketlenme” olur.
Namaz kılıyorum; oruç tutuyorum; kurban kesiyorum, sünneti (uydurma rivâyet değil) savunuyorum; Kur’ân ile amel etmeyi savunuyorum; hacca gidiyorum ve orada şeytan taşlıyorum; fâiz almıyorum; çalmıyorum; zinâ etmiyorum; modernizme karşıyım.. Çünkü ben müslümanım!.
Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca-umreye gitmek, bolca zekat vermek ve infâk yapmak, kurban kesmek, başörtüsü takmak, tesettürlü giyinmek, fâize bulaşmamak, ihtiyaç hârici alış-veriş yapmamak, seküler siyâseti eleştirmek, yâni Kur’ân ve Sünnet-merkezli bir hayat yaşamak… İşte bunları yapmak, lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik-modernist-konformist-modern dünyâya karşı yapılan bir isyândır.
Namaz yok, oruç yok, hac yok, zekat yok, kurban yok, başörtüsü yok.. vs. diyerek Kur’ân’ın içi boşaltılıyor.
Namaz, “mü’mince yaşamaya giriş”tir.
Namaz, İslâm’ın özetidir.
Namaz; bir-tek Allah karşısında kıyâmda (esas duruş) durmanın; bir-tek Allah karşısında rükûya eğilmenin; bir-tek Allah karşısında secdeye varmanın ve O’ndan başkasının karşısında eğilip bükülmemenin provasıdır. İşte ancak bu yolla “salât ikâme” edilebilir.
Namaza olan nefretin 10’da 1’i “semâ etme”ye gösterilmedi. Semâ nedir ya!..
Namazın sünneti olduğu gibi, zekatın da sünneti olmalıdır. Tüm ibâdetlerin sünneti olmalıdır.
Namazlar, salâtı ikâme provasıdır.
Nefs
En büyük sefillik, nefsin peşinden hırsla koşmaktır.
Hidâyet olmadan riyâzet (nefsin isteklerini kırma) olmaz.
Kibir, “kul”luğu kabûl edememekten doğar. Allah’a teslim olamayan, nefsine (kendisine) teslim olarak kibre düşer.
Ne kadar da “güçlü” nefsimiz var ve ne kadar da “güçsüz” irâdemiz var.
Nefis, hevâ ve hevesini tatmin etmek için her zaman “seküler aklı” kullanır.
Nefisler ancak, “İslâm’ın kânunları” ile dizginlenebilir.
Nefs, gafletten beslenir.
Nefsinin güdümünde olanlar, aradıklarını Kur’ân’da bulamamışlarsa, ancak bâtınîlikte/tasavvufta bulabilirler.
Nefsinin kulu olmuş, “aklına uyduğunu” zannediyor.
Nefsten, tâğuttan, seküler-liberâl-kapitâlist sistemden zihnen ve kâlben kurtulup özgürleşmedikçe Allah’a hakkıyla kul olunamaz. Modern müslümanların sorunu budur.
Okul
Okul, “köprüyü” geçene kadar ayıya “dayı” denen yerdir.
Okullar “öğretim(!)” yerleridir. Eğitim ise, hayâtın tam da ortasında olur. Okullara hapsedilen gençlerin eğitimi engelleniyor. 
Okullar “Sosyâl Darwinizm” kuralına göre işler. Sınıfı geçemeyen hayatta yer bulamaz.
Okullar çocukların lâik/seküler/demokratik/liberâl/kapitâlist/konformist/modernist/bencil/ulus-devlete göre formatlandığı birer fabrikadır.
Okullar eğitim-öğretim merkezi olmaktan çıktı, “erotizmi canlı tutma merkezi” hâline geldi.
Okullar, “insanları aptal hâlde tutma politikası”nın merkezlerdir.
Okullar, “sıkı birer seyirci ve müşteri” üreten endüstürilerdir.
Okullar, “sisteme nasıl itaat edileceğinin öğretildiği yerler”dir.
Okullar, “standart insanlar” yetiştirmek için kurulmuş birer “kuluçka makinası”dır.
Öğrenciler, “okul” denen fabrikaların “hammaddesi”dirler.
Okuma
Okuma ilim ve ibâdet için yapılabilir ama en doğrusu “devlet-medeniyet kurmayı öğrenmek” için olmalıdır.
Okuma-araştırma ile bir şeyin ne olduğu “tam anlamıyla” bilinemez. Tam anlamıyla bilinebilmesi için o şeyin içinde “yaşanması” gerekir. Bilmek, yaşamaktır.
Okumayanlar, okuyanlara gıcık olurlar.
Okuma-yazma bilenlere; “okuma-yazma yapıyor musun” diye sormak lâzım. “Bilmek”ten ziyâde “yapmak” önemlidir çünkü. 
Okuma-yazma bilmemenin, modern teorilerden ve düşüncelerden korunmayı sağladığı bir gerçektir.
Okuyan insanın kasları güçsüz olur. Zîrâ okuyan insanın beyni fazla çalışıyor, fazla çalışan beyin ise fazla enerji harcıyor demektir. Beyinin çalışmasıyla insanın enerjisi, kaslardan nöronlara yâni beyne doğru akar. Beyin, enerjisinin büyük kısmını kaslardan alır, kaslarda biriken enerjiden. O yüzden beyin gelişirken kaslar zayıflar.
Oruç
Oruç tutmamanın nedeni, “aklın baskısı”nın, “îmânın baskısı”ndan üstün olmasındandır. Oruç tutanlarda bu, tam tersidir.
Oruç, “yemek”e anlam katar.
Oruç, -görece- zamânı genişletir. 
Oryantâlizm
Oryantâlistlerin Peygamberimiz’e attıkları iftirâları, Mekke’nin azgın müşrikleri bile atmaya hayâ etmiştir.
Oryantâlizm-merkezli Kur’ân okumaları, “kelle-başı müslümanlık tipi” ortaya çıkarıyor.
Oryantâlizm, başarısız Haçlı Seferleri’nin, ilmî alandaki devâmıdır.  
Osmanlı
Kânûni Sultan Süleyman, 2. Abdulhamit’ten bir-önceki yada bir-sonraki pâdişah olsaydı Osmanlı’yı eski güçlü günlerine döndürebilir miydi?. Mustafa Kemal, Kânûni zamânında yaşasaydı, “kubbe veziri” olmaktan öteye gidebilir miydi?. Yada Tayyip Erdoğan, Mustafa Kemal döneminde yaşasaydı “lîder” olabilir miydi?. Biraz kafası çalışan kişileri, “sosyo-ekonomik, kültürel, ideolojik ve siyâsi” gibi zamânın özel şartları sivriltip öne çıkarır. Gerçek dehâlar ise, hangi zamanda ve şartta olursa-olsun, “büyük değişimler” yapabilirler.
Olan şey şudur: Osmanlı kadroları Cumhûriyeti kurmuşlardır. Öyleyse Cumhûriyet, bir Osmanlı eseridir.
Osmanlı döneminde Kur’ân tefsiri bir-kaç tefsirden fazla değildi. (Ebussuud tefsiri gibi). Bence bu, sûfilikten kaynaklanıyordu. Sünni gelenekçilikten kaynaklanıyordu.
Osmanlı, batı karşısındaki geri kalışını tâmir etmek için, askeri alanda taklitçilik yaparak “batı’dan mülhem” modern ordu kurmakla nasıl yanlışa düştüyse; Cumhuriyet Türkiye’si de, batı karşısındaki geri kalışını tâmir etmek için, siyâsi alanda taklitçilik yaparak “batı’dan mülhem” modern-seküler ideolojileri uygulayarak yanlışa düşmüştür.
Osmanlı’da ve İslâm ümmetinde tüm milletler tek bir kimliğin söylemi olarak sâdece “müslümanım” derken; o milletler teker-teker ayrıldı ve şimdi kendi içlerinde de parçalanarak yüzlerce kimliklere ayrıldılar/ayrılıyorlar. Kimlikler ayrılınca düşmanlıklar da çoğalıyor. Kendi aralarında savaşıyorlar ve ümmetin ayrılığını körüklüyorlar. Çünkü: “Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rum 32). Artık zilletten kurtulmak mümkün değildir. Birilerinin maşası olmak kaçınılmazdır. “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
Osmanlı’nın yıkılmasının nedeni, 17. yüzyıldan îtibâren Osmanlı insanının, şu-andaki mevcut Türk insanı gibi davranmasındandı.
Osmanlı’yı yıkan şartlar ve genel-durum, şu-an Türkiye’deki mevcut şartlar ve genel-durumun aynısıdır.
Oy Vermek
İnsanlar oy verirler; oy alanlar oy verenleri oyuverirler. 
Oy kullananlar ya aptaldır, ya câhildir, yada şerefsiz.
Oy kullanmak sâdece bir alışkanlıktır.
Oy kullanmak, “demokrasiye ibâdet etmek” demektir.
Oy kullanmak, “tâğuta ibâdet etmek” demektir. “Allah’tan başkalarına tapmak” denilen şey işte budur.   
Oy kullanmak, Ahmed’i Mehmed’i değil, “sistem”i desteklemektir.
Oy kullanmak, demokrasi dîninin ibâdetidir.
Oy kullanmak, dîne yapılan büyük bir ihânettir
Oy kullanmak, insanın tanrılaşmasına imzâ atmaktır.
Oy kullanmak; “Allah bizim işimize karışmasın” demektir.
Oy kullanmak; “ben Allah’ın kânunlarını değil, beşerin, keyfine göre çıkardığı kânunları istiyorum” demektir.
Oy kullanmak; “ben sömürüye açığım” demektir.
Oy kullanmamak, oy verilenlerin gerçek yüzünü ânında netleştiriverir.
Oy vermek, Allah’ın hükmetmesine engel olmak demektir.
Oy vermek, Allah’tan başkalarına “râbıta yapmak” demektir.
Oy vermek, mevcut ideolojinin ve durumun sürmesini istemek bağlamında; “zengin daha da zengin olsun”, “gariban da gariban kalmaya devâm etsin” demektir.
Sandıklar kurulsa da oy kullanmasak; böylece “farkımızı” ortaya koysak. Zîrâ “dik duruşumuzu” ancak bu şekilde gösterebiliyoruz.
Ölüm
Beyin ölümü, zenginlere “yedek parça” sağlama uygulamasıdır.
Her zaman ânı yaşarız. En son yaşayacağımız an, “ölüm ânı”dır.
Hırsın panzehiri, ölüm korkusudur.
Mûsa’nın yanındayım deyip de Firavun gibi yaşayanlar, ölümden sonra yine Mûsa gibi muâmele görmeyi (haşr) umuyorlar.
Ölenler için “kayıp” sözünü kullanma!. Onlar “öbür âleme” geçmiştir.
Ölmek, acı içinde yaşamaktan daha iyidir. Zîrâ acı içinde yaşamak, “hayat sürmek” değildir.
Ölmekten daha zor olanı, “Allah’ın emrettiği gibi yaşamak”tır.
Ölmeyi göze almış birine kimse bir şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle korkutamaz.
Ölüm de bir silahtır.
Ölüm korkusu, ebedî yaşamdan korkarak ve çekinerek, “geçici olan”da kalma isteğidir.
Ölüm korkusu, müslüman için bir terâzidir. Îman terâzisi. Ölümden korkmaya başladığında, îman tarafı hafif basar.
Ölüm korkusunu nötralize edecek tek şey, âhiret inancıdır.
Ölüm olmadan hayat olmaz. Çektiğimiz her nefeste oksijeni öldürürüz meselâ.
Genelde insanların ama özelde müslümanların en büyük sorunu, ölümü bir trajedi olarak görmeye başlamalarıdır.
Ölüm, karizmanın sıfıra indiği yerdir.
Ölüm, “ölüm korkusu”dur.
Ölümden bu kadar korkulmasının nedeni, “gerçek hayatlar” yaşayamayışımızdır.
Ölümün kötü olduğunun bir delîli yoktur.
Ölümün olduğu yerde “cennet” olmaz, fakat cennete ölerek gidilir. Cennete götüren bu ölümün, “Allah yolunda olan bir ölüm” olması şarttır.
Şehâdeti seçemeyenleri alçakça bir ölüm bekler.
Yaşlanma ve “ölüm korkusu” nedeniyle ortaya çıkan yeni iş sektörleri, diğer nedenlerle ortaya çıkan sektörlerden kat-kat fazladır.
Yüce bir hedef-amaç üzre olmayanlar, ya hazzın kuşatması, yada ölümü düşünmenin buhrânı içinde yaşarlar.
Para
Bereket, paranın sigortasıdır.
Ceplerine gereğinden fazla para dolduranlar, paranın yaptığı ağırlıktan dolayı “Allah’ın ipi”ni tutamazlar da, kayıp düşerler.
Çok para, bereketsiz olur. Çokluk, bereketsizliktir.
Ekmek parası mücâdelesi, “gayr-ı meşrû” olanı “meşrû”laştırmamalıdır.
Ekonomiyi öyle bir hâle getirdiler ki, paranın değeri, “durduğu yerde” çoğalmıyor ise, “durduğu yerde” azalıyor.
Emeksiz mensûbiyet beş para etmez.
En iyi “sustururucu” paradır. Kişileri kolayca susturuverir.
Halk, silahı ve parayı tâkip eder.
Îtibarlarını paradan alan kişilerin “beş paralık” değeri yoktur.
Niceliksel artışlar niteliklerde olumlu anlamda bir değişiklik yapmıyorsa, beş para etmez.
Para, “adanmış” mü’minlerin dışında, kişilerin düşüncelerini değiştirip şekillendirir. (Paraya göre düşünmek).
Para, kitlelerin afyonudur.
Para-merkezli yaşayanlara para yetmez.
Peygamber
Anlayışı vahiy ile değiştirmek, davranışı da vahiy ile değiştirmeyi gerektirir. İşte peygamberler bunun için gönderilirler.
Birileri de Peygamber’i “dilsiz” zannediyor. Yâ bu Peygamber hiç ağzını açıp da bir laf etmedi mi?. Hiç durmadan sürekli konuşan bir Peygamber olmadığı gibi, hiç konuşmayan bir Peygamber de yoktur.
Bu dînin bir şeriatı (kânun) vardır ve peygamberler bu şeriatı “hayâta hâkim kılmak” için gönderilmişlerdir.
Bugün yeni bir peygamber ve kitap gelecek olsaydı, 100 yıl sonra yaşayan insanlar derdi ki; “bu kitabın devri geçti, peygambere gelince, 100 yıl önce yaşayan bir insanı mı örnek alacağız?”..
Kavun-karpuz ile “bostan” kelimeleri arasında fark olmadığı gibi; Resûl-Nebî ile, “Peygamber” kelimeleri arasında da fark yoktur.
Kendilerinin de vahiy aldığını iddiâ edenler, peygamberliğin de devâm ettiğini söylemiş olurlar.
Örnekliği yok sayanların söylediği, “Peygamber ölmüştür, artık örnek alınamaz” söz, “soyu kesik” sözünün modern şeklidir.
Peygamber seçimi, bir hayat-şekli seçimidir.
Peygamber ve sahabenin yakaladığı gibi bir sinerjinin önünde hiç kimse duramaz.
Peygamber yok sayıldığı için, Kur’ân, milletin elinde oyuncak oluyor.
Peygamber, “bostan korkuluğu” değildir.
Peygamber, Kur’ân’ı tebliğ ederken “önemli” oluyor ama Kur’ân’ı uygularken “önemsiz” oluyor öyle mi?. Vah zavallılar vah!!.
Peygamber, Kur’ân’ın yazarı değil, tebliğcisidir.
Peygamber’e hakâret edenlere “gık”larını bile çıkarmayanlar, Atatürk’e karşı “laf” bile ettirmiyorlar.
Peygamber’i aşırı yüceltenler de, indirgeyenler de o’nu “örnek alınamaz” hâle getirmektedirler.
Peygamber’i indirgemek şeytandandır. O, Hz. Âdem’i toprağa indirgemişti.
Peygamber’in en ideâl örnekliği olan sünnetini hesâba katmayanlar, İslâm’ın “uygulanamaz bir din” olduğunu zannederler.
Peygamber’in sünneti, müşriklerin sünnetini kaldırmıştır.
Peygamber’in vahiyle inşâ olmuş hayat tarzından nefret edenler, aslında İslâm’ın hayat tarzından nefret etmektedirler.
Peygamberlere ilk uyanlar basit-sığ (!) görüşlü kişilerdi. (Hûd 27) Peygamberlere uymak için ille de ileri görüşlü ve çok bilgili olmaya gerek yok, hattâ belki de bu ileri görüşlülük ve çok bilgili olmak, Peygamberlere uymayı geciktirip blôke edebilir.
Peygamberi olmayan yâni pratiği olmayan dinler, bir ahlâk felsefesi olmaktan öteye gidemez.
Peygamberimiz “pek büyük bir ahlâk üzere olması”na (Kalem 4) rağmen, vahiy o’na niye geldi?. Allah o’ndan ne istiyordu ki?. Kur’ân insandan ne ister?.
Peygamberimiz, Allah’ı kabûl etmeyen değil, âhireti kabûl etmeyen (En-âm 29) bir topluma gönderilmiştir.
Peygamberimiz, Arapların şirk-merkezli hayat-tarzını değil; Hz. İbrâhim’in tevhid-merkezli hayat-tarzını izlemiştir. Bu bağlamda bu hayat-tarzı, özgündür.
Peygamberimiz, eşleri, sahabeler ve 1.400 yıllık târihte yaşayan tüm mü’minler “îman âilesi”dirler.
Peygamberimiz, Mekke’yi kurtarmadan önce Medîne’yi kurtarmıştı.
Peygamberimiz, modernistlerin zannettiği gibi Kur’ân’ın hiç-bir yerinde, “ben aklıma uyarım” demez, “ben bana vahyolunana uyarım” der.
Peygamberimiz, müşriklerin; “bir sene biz senin ilahlarına tapalım, bir sene de sen bizim ilahlarımıza tap” şeklindeki hak-bâtıl karışımı bir dîne kesin bir dille “lâ” demişti. Modern müslümanlar ise, hak dînin yerine, hak-bâtıl karışımı bir dîni (İslâm-lâik/seküler/demokrasi) baş-tâcı yapıyorlar.
Peygamberimiz’in “güzel örnekliği” (Ahzâb 21) apaçıkken, “ideâl müslüman”ın nasıl olması gerektiği sorusu, “moderniteye uygun müslüman nasıl olur” sorusudur.
Peygamberimiz’e-İslâm’a ilk karşı çıkanlar ve ona savaş açanlar tefecilerdi. Şimdi de öyledir. 
Peygamberimiz’in “Kur’ân’ın ideâl uygulama tarzı ve hayat pratiği” olan “sünnet”ini yok sayarak, “sâdece Kur’ân” ve “Kur’ân yeterlidir” diyenlerin; bir zaman sonra “Kur’ân da yetmez” diyerek deizme (sonra da -maazallah- ateizme) doğru kaydığını görsem hiç şaşırmam. Bunun örneklerini yakın zaman önce gördük zâten.
Peygamberimiz’in ölümünden sonra kıyâmet kopsaydı, Kur’ân’ın anlaşılırlığına bir halel gelmezdi.
Peygamberimiz’in, gözlerini kapayıp âhirete irtihâl (göç) ettiği andan şu-ana kadar, İslâmî ilim için çalışan ve yazıp-konuşan ne kadar kişi ve yazı-konuşma olmuşsa ve varsa, bunların tamâmı yok edilse, İslâm’da atom-altı parçacık kadar bile bir eksiklik oluşmaz. 
Peygamberimiz’in, ortadan kaldırıp yok etmek için gönderildiği din, şu-anda da yaşanan “resmî din” idi.
Peygamberlerin bir vârisleri vardır, bir de varisleri. Hareketi durdurarak yada yavaşlatarak onun misyonuna engel olurlar bu varisler.
Peygamberle yâni hayatla buluşmayan Kur’ân, kâğıt ve mürekkepten ibâret bir nesnedir.
Peygamberler “numune insanlar”dır ve bu nedenle de tüm müslümanlar bu numune insanların örnekliğini tâkip etmekle yükümlüdür.
Peygamberler melek değildirler. İçlerinde adam öldürenler de vardır.
Peygamberler toplumlarının en âlim olanları değillerdi. Fakat en karakterli olanlarıydılar.
Peygamberlerin “üstün”lükleri, “vahiy almalarından” değil, “vahyi hayâta hâkim kılmalarından” dolayıdır.
Peygamberlerin her yaptıklarını “mûcize” zannedenler, onların gösterdiği “üstün gayret”i yok sayıyorlar demektir.
Peygamberlerin, bizzat yada misyonu ile (sünnet) yokluğunda mutlakâ çeşitli putlar ortaya çıkar. Hz. Mûsâ, toplumundan bir süreliğine ayrıldığında bile hemen “buzağı putu”nu peydahlayıvermişlerdi.
Peygamberlik öncesi Mekke’nin mazlumları, mazlumluktan kurtulma umûdunu, merhâmetli müşriklere bağlamışlardı. Şimdikiler de aynısını yapıyorlar; “Diğeri” gelirse rahatlayacaklarını ve adâlete kavuşacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki sorun kişilerde değil, “sistem”dedir. Sistem-değişikliği yapılmadığında, hiç-bir değişiklik de olmayacaktır.
Peygamberlik, “sisteme çomak sokmak”tır.
Peygambersiz gelen hiç-bir “kitaba” inanmam.
Popüler
Popüler bir ürünün furyasında bir ticârette ilerlemek, “başarı” değildir.
Popüler müslümanlık, zamânın değişmesiyle Kur’ân’ın da zamâna uydurulabileceğini zannediyor.
Popüler olanı desteklemek için bir bilince gerek yoktur.
Post-modernizm
Post-modern zamanlarda pozitivist Dünyâ’da dişilerin tamâmı baş-örtüsü taksa da baş-örtüsü sorunu bitmiş olmaz. Baş-örtüsü, “kadın için Allah tarafından olmazsa-olmaz bir emir” olarak kabûl edilene kadar bu sorun bitmeyecektir.
Post-modernizm, “modern mitoloji”dir. Post-modernizmde, herkes doğrudur, herkes ilahlaşmıştır.
Post-modernizm, “mutlak doğru”ların geçersiz sayılıp, “göreceli doğrular”ın (çoğulculuk) dinleştirildiği sistemdir.
Post-modernizm; “doğru yoktur, doğrular vardır” düşüncesidir.
Put-perestlik
Hz. İbrâhim’in örnekliği, ateşte yanma pahasına “putları baltayla parçalaması”dır.
Put edinilip kendisine tapılanlar da “bir üst put”a taparlar. Putçuluk, “hiyerarşik bir şirk” şeklidir.
Putlar “geçici”dir. Putçuluk ise kıyâmete kadar sürer.
Putlar, kendilerine tapanlara hiç acımazlar. Allah ise, “Rahmân ve Rahîm”dir.
Putperestliğin en tehlikelisi, kişinin kendisini put edinmesidir.
Putperestliğin nedeni, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek”ten sonra, insanın konumunu ve haddini bilmemesindendir.
Ramazan
Ramazan “yeme ayı” değil, “yememe ayı”dır. Ramazan’da domuz gibi yememek gerekir. 
Ramazan ayı, kişinin müslümanlığını ölçüp gösteren bir turnusol kâğıdıdır.
Ramazan, “yeme-içme ayı” değil; “yememe-içmeme ayı”dır.
Ramazanda şeytanlar bağlanır ama sâdece oruç tutanların şeytanı. Tutmayanların şeytanları ise isyân çıkarır.
Savaş
2.Dünyâ savaşından sonraki Dünyâ, “zokayı yutmuş” bir Dünyâ’dır.
3. Dünyâ savaşı, “Allah’ın bir cezâsı” olacak.
Barışın getirdiği yan etkiler, savaşın getirdiği yan etkilere göre fazlalaştı.
Bâzen savaşlarla gidenler, devrimlerle-kânunlarla geri gelir.
Bir toplumun sağlam bir öz-güven elde edebilmesi için, kendisinden çok daha güçlü olduğunu “zannettiği” bir topluma karşı savaş kazanması gerekir.
Hz. Ali’ye karşı savaşan Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’i eleştirmemek, Muâviye’ye meşrûluk alanı açar. Niye Muâviye “öteki” îlan ediliyor da, diğerlerine bir şey denilmiyor?.
İç savaşlar, bir “elitleşme savaşı”dır.
İleride savaşları robotlar yapacak, çünkü insanlar robotlaştırılıyor.
Kâfirlik târihi, “Allah inancından ve dînî sorumluluktan kurtulmanın verildiği savaşım”ın târihidir.
Mute Savaşı, aklın değil îmânın bir savaşıdır. Akla kalsa böyle bir savaşa çıkmak anlamsız ve imkânsızdır.
Nice güzel ifâde edilmiş gibi duran sözler vardı ki, savaş sebebidir.
Savaş uçakları olmayan bir topluma karşı, uçaklardan atılan bombalarla savaşmak şerefsizliktir.
Savaşamayan devletler, kültürel faaliyetlere yönelirler.
Savaşlar “tarafları” belli eden en etkili olaylardır.
Savaşları çıkaran şey sermâyedir. Tüm savaşları sermâyedarlar çıkarır aslında.
Savaşların ilk fitilini ateşleyen şey, eleştiridir.
Savaşmayan insanlar-toplumlar, sürüne-sürüne ölürler.
Savaşmayan toplumlar, savaşan toplumlar tarafından güdülürler.
Savaşmayanlar sıvışırlar.
Secde
Hiç kimse şeytandan daha zekî olamaz. Şeytan’ı “şeytan” yapan zekâsıdır zâten. Hâlbuki itaat edip secde etseydi şeytan olmazdı. İtaat edip de secde etmeyenler şeytanlaşır.
Secde etmemek Şeytan’dandır.
Secde, Allah karşısında haddini bilmenin zirvesidir.
Secde, kibirsizliğin kemâlidir.
Seçim
Seçim ve rızâ kelimeleri yan-yana kullanılamaz. Zîrâ seçmenin en az %49’u sonuçtan râzı değildir. O hâlde demokrasilerde herkesin râzı olması imkânsızdır.
Seçim, ikisinden birini seçmek demek olduğundan, mutlakâ bölücüdür.
Seçimler, zulmü kimin yapacağını belirleme etkinlikleridir. Mazlum için ne fark eder ki?.
Seçimlerde ortaya konan “oy sandığı” sandığın sandık; senin “iyilik” sandığı” sandığın sandık değildir; tam aksine, içinden “şirk ve zulüm çıkacak olan sandık”tır. Mazlumlar oy sandığı sandıkları sandıkların meğerse sandıkları gibi olmadığını görünce hep şunu demiştir: “Bu sefer iyi olacak sandık ama yine kandık”.
Sekülerizm
Doğa seküler bir yaşama uygun değildir. Seküler bir hayâtın doğada karşılığı yoktur.
Hristiyanlık henüz tam olarak bozulmadığı zamanlarda antik felsefeyi ortadan kaldırmış ve onu 1.000 yıl boyunca yer-altına itmişti. Ne zaman ki hristiyanlık iyice yozlaştı, “antikçağ düşüncesine yeniden dönüş” demek olan Rönesans ile dinsiz felsefe yeniden hortladı ve günümüzdeki seküler dünyâyı ortaya çıkardı.
Seküler devlet, ikiyüzlüdür. Halk düşmanı olduğu hâlde, halktan yanaymış gibi görünür.
Seküler devletin koruyuculuğu, halkı yine kendinden korumasıdır.
Seküler modern sisteme göre insan; “eşek gibi çalışıp, köpek gibi itaat edip, domuz gibi yemek için” yaratılmıştır.
Seküler sistem, “tevhid-şirk mücâdelesi”ne izin vermiyor.
Seküler sistem, İslâm’ı, “demode bir din” gibi göstermeye çalışıyor.
Seküler sistem; Allah-âhiret-cehennem korkusunu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke ettiğinden dolayı, insanlığın çirkefliğin her türlüsüne mâruz kalması kaçınılmaz oluyor.
Seküler sisteme karşı mücâdele edecek güç ve araçlara sâhip olmayanlar, zihnen ve kâlben dik durmanın imtihanını vermelidirler.
Seküler sisteme laf edilmeyen yerde “dinden bahsedilmiyor” demektir.
Seküler siyâsetin belirleyicilerinden biri olmanın şartlarından biri de, “rezil olmayı göze alabilmek”tir.
Seküler Türkler için tevhid; “Allah’tan başka ilah yoktur” değil; “Atatürk’ten başka ilah yoktur” şeklindedir. 
Seküler ulus-devlet kurumlarının bir çoğu, sorumluluğunu üstüne alır ve insanı bireyselleştirerek sorumsuzlaştırır.
Seküler zamanlarda “Kur’ân’ı hakkıyla yaşama”nın bedeli, yalnızlaşmaktır.
Sekülerizmin ortaya koyduğu; sosyâl hayat, siyâset, iktisat vs. şirk içeriyor da; seküler modern-bilim tevhid mi içeriyor?.
Seküler-kapitâlist sistemin çarkının yağı, “satın alma hastalığı”na tutulmuş “modern insan”dır.
Seküler-lâik ülkelerin kânunları “hukûki” değil, “siyâsî”dir.
Seküler-liberâl-kapitâlist sistemde, “inanıldığı gibi yaşamak” yasak ve “bağnazca” iken; “yaşanıldığı gibi inanmak” “ilericilik” olarak empoze ediliyor.
Tüm seküler sistemler, ortaya koydukları paradigmaları için sözde meşrûiyetlerini “atalarından” almak zorundadırlar.
Varlığın, vahye aykırı her tanımı, “varlığı seküler bağlamda yeniden tanımlamak”la sonuçlanır.
Sevgi
Anne-babanın yemek yerken çıkardığı sesleri, onların kokularını, konuşmalarını beğenmeler; bebeklerinin-çocuklarının bokunu temizlerken, ağızlarını silerken, kötü koktuklarında yada tam konuşamadıklarında onlara aynı tepkiyi göstermiyorlar. Bunun nedeni, çocuklarına gösterdikleri sevgi-merhâmet-özveriyi ana-babalarına göstermemeleri/esirgemeleridir. Bu duyguları kaybetmiş olmalarıdır. Hâlbuki ana-babalar çocuklarına karşı hâlâ aynı sevgi-merhâmet hâlindedirler. Bu nedenle de onların hiç-bir şeylerinden iğrenmezler, kızmazlar.
Beşikteki bebeğe bile acımayan zâlimlere sevgi göstermek, ezikliğin daniskasıdır.
Sevgi akıl ile değil, kâlp ile olur. “İslâm akıl dînidir” diyenlere duyurulur. 
Sevgi, hayranlığa dönüşünce egoist ve saldırgan olur.
Sevginin bile aşırısı yanlıştır.
Sevmeden, istemeden yapılan hiç-bir iş “iyi” ve güzel olmaz.
Sistem
Bir “sistem”i değiştirmek, “o sisteme göre olan felsefeyi ve yaşam-tarzını değiştirmek” anlamına gelir. 
Ezber bozucu olmayan tüm söylemler, mevcut sistemi beslemekten başka bir işe yaramaz.
Kanser hücreleri münâfıktır. Kendini bağışıklık sistemi hücrelerine benzetir. Bu nedenle de bağışıklık hücreleri onu “kendilerinden” zannederek saldırmazlar.
Lüks demek, kast sistemi demektir.
Mevcut vergi-sistemi, küçük işletmeciyi kontrôl altında tutuyor fakat sermâyedarları kontrôl edilemez duruma getiriyor.
Parlamenter-demokratik sistemlerde yasaları, toplumun en ehliyet ve liyâkat sâhibi olanları değil; en “uyanık-kurnaz” olanları ve zenginleri yapar.
Sistem karşıtı bir argüman olmadığı ve bu tür argümanlar yasaklandığı için, “resmî argümanlar” dinleşiyor.
Sistemden vazgeçmeden “sistem” içinde kalarak sistemi eleştirmek ve sisteme îtirâz etmek, çok da samîmi bir şey olmasa gerek. Çünkü -bir yerden sonra- “sistem” içinde kalarak sistemle mücâdele etmek mümkün olabilseydi, bu mücâdeleyi en iyi şekilde Peygamberimiz yapardı. Hicret, sistem içinde kalarak sistemle “hakkıyla” bir mücâdelenin yapılamayacağının delîlidir. 
Sistemi rahatsız ediyorum, öyleyse müslümanım.
Sistem-içi Kur’ân dersi mi?. Tövbe tövbe!.
Sistemin kaydından kurtulmadan, Allah’ın kaydı altına “hakkıyla” girmek mümkün değildir. 
Üniversite sonuçları (2018), hükûmetin (sistemin) genel durumunu net olarak ortaya çıkartmıştır. Niteliksiz bir nesil-toplum yetişiyor. 
Vâr olan bir yanlış, “sistem-içi yanlış”tır. Sistemi sorgulamadan hiç-bir yanlışın ve kötülüğün önüne geçilemez.
Soru
Hiç-bir şeyden vazgeçmeyecekseniz, “ne yapılması gerektiğini” niye soruyorsunuz ki?.
Ne yapmalı? sorusu hiç de samîmi bir soru değildir.
Soru fazlalaştığında, imtihan zorlaşır. Çok soru, zor imtihan demektir.
Soru: “Size oy kullandıran nedir?”. Cevap: “Biz atalarımızdan böyle gördük”.
Soru: Târih boyunca -toplumsal seferberlik anlamında- Türklerde ilme yönelik bir girişim ve gelişim olmuş mudur?. Eğer olmuş ise, bu, yeniden olabilir. Fakat olmamışsa, şimdi neden ve nasıl olsun ki?. Türklerin târih boyunca yükselişleri, kalem ile değil, kılıç ile olmuştur. Türklerin toplumsal olarak ilme yönelmeleri, yapısına -şimdilik- uygun değildir. Bu nedenle Türkiye’de toplumsal anlamda ilmî bir kalkınmanın olması çok zordur. 
Sorumluluk
Kişisel sorumluluklar almayanlar, tâlimatlar alırlar.
Sorumlu değilseniz, “sorunlu”sunuzdur.
Sorumluluğu olmayanlar “sorunlu” olurlar.
Sorumluluğunu bilmeyenler yâni sorumluluk bilinci olmayanlar oruç tutamazlar.
Sorumluluk almayanlar, “yatay seyir” yapmaktan kurtulamazlar.
Sorumluluktan ancak, âhirete kadar kaçılabilir.
Zorlama, sâdece “dîne sokma aşaması”nda olmaz ve yapılamaz. Dîne girdikten sonra ise, çeşitli sorumluluklar da kabûl edilmiş demektir ki, bu sorumlulukların çoğu insanı çok zorlar. Zorluk, Dünyâ’nın kaderidir.
Sorun
Bir konumdaki yada bir yerdeki dert/sorun, o yerde yada konumda bir süre bulununca açığa çıkar. Orada bulunmayan kişiye o dert/sorun gözükmez.
Çok kafaya takıyorsun diyorlar. İyi de “sorun” hâlâ devâm ediyor.
Değişen sorunlara değişen değerlerle çözüm bulunamaz. “Değişmeyen değerler” ile bulunabilir ancak.
Fâni olan, sorunsuz ol(a)maz.
Her-şey değişiyor ama sorunlar değişmiyor. Eski sorunlar bitmediği gibi, üstüne yeni sorunlar çıkıyor.
Kitlelerin bilinçlenmesi çok önemlidir. Fakat toplumun bilincinde sorun olsa da iyi bir lîder, toplumu fitnenin mekrezinden uzaklaştırabilir. Hz. Musa buna örnektir. Ne var ki o toplum sonunda buzağıya tapmaya başladı.
Psikolojik sorunların ve terapistlerin bu kadar artmış olmasının nedeni, insanlarda oluşan “değer yitimi” ile ilgilidir. Her bir yeni psikoloğun ortaya çıkması, en az 100 kişinin “bok”laştığının yada kendini bok gibi gördüğünün göstergesidir.
Sorun çözmeyen şey sorunludur.
Sorun, “müslüman(!)” çokluğuna” rağmen, “mü’min” azlığıdır.
Sorun; devletin, dînin içinde (din-merkezli devlet) olması gerekirken, dînin devletin içinde olması (devlet-merkezli din) dır.
Sorunu çözdüm: Benim sorunum zihnim ile bedenim-eylemlerim arasındaki çelişki.
Sorunumuz îmansızlık sorunu değildir, sorunumuz, “şuursuz îman” sorunudur. Bu şuursuz îman, belki de îmansızlıktır.
Sosyâl Medya
Sosyâl medya bir açıdan da, ihtilafları açığa çıkarıp arttırıyor.
Sosyâl medya müslümanlığı diye bir müslümanlık(!) oluştu. Sosyâl medyada sözde İslâmî(!) paylaşımlar yapmak, müslümanlık için yeterli bulunuyor.
Sosyâl medya, bir çeşit “turnusol kâğıdı” vazîfesi görüyor.
Şu medyaya bir tâne “delikanlı” hoca çık(artıl)mıyor.
Sömürü
Sömürgeleştirilen halklar/toplumlar, bir-süre sonra sömürgecilerin kural, kültür ve yasalarını benimsemeye başlarlar. Bir-süre daha geçince de artık o kural, kültür ve yasaları büyük bir aşk ile sevip, o kural, kültür ve yasalara din gibi sâhip çıkmaya başlarlar. Bu uğurda canlarını bile verebilirler.
Sömürü uzayınca, sömürülen sömüreni “üstün” görmeye başlar.
Sömürü, zulüm, adâletsizlik, şirk ve küfre karşı olmak, “terörizm” olarak gösteriliyor.
Sömürülerek ölmektense, sömüreye karşı isyân çıkartıp ölmek “şerefli bir ölüm”dür.
Spor
Asabiyetin en baş unsurlarından biri spordur.
Spor, kitlelerin afyonudur.
Spor, kitlelerin gazını almak için, tâğutlar tarafından îcât edilmiş bir fitnedir.
Stadyumlarda 100.000 kişi hep bir ağızdan “gol” diye bağıracaklarına “Lâ” diye bağırsa, ortada zulüm kalmazdı.
Sünnet
1.400 yıl önce vahyin indiği Mekke ve çevresinin târihini, sosyo-kültürel ortamını, fakat özellikle de “23 yıllık yaşanmışlık” olan ve “usvetun hasenetun” denilen “güzel örnekliği” (sünnet) bilmeden, Kur’ân’ı öğrenmek, bilmek, anlamak ve idrâk etmek imkânsızdır.
Ehl-i sünnete değil, “sünnet”e uymamız gerekiyor.
Güzel örneklik (Ahzâb 21) göz-ardı edildiğinde, Kur’ân’ın anlamları izâfileşir. Güzel örneklik, en doğru anlayışın pratikliğidir.
Güzel örneklik (Ahzâb 21) Muhammed bin Abdullah’ın değil, Hz. Muhammed’in yaptıklarıdır.
Güzel örneklik (sünnet), “hayâtı, Allah’ın-Kur’ân’ın boyasıyla boyamak” demektir ki, bu boyamayı yapmak ustalık ister. İşte bu işin ustası Hz. Muhammed’tir. Bu ustaya çıraklık yapmadan, “boya(n)manın ustası olmak mümkün değildir.
Hanım(lar)ından şikâyetçi olmak, sünnettir.
Hristiyan dîninin dandikleşmesi, Luther’ci “sünnet düşmanlığı”yla başlamıştır.
Kanımca İslâm ile yeni tanışan bir kişi, yoğun-ciddî-disiplinli olarak ve iyi odaklanarak Kur’ân/Sünnet-merkezli okumalar yapmaktan başka bir şey yapmamalıdır. Zîrâ bağlanacağı topluluk Kur’ân/Sünnet-merkezli olmayabilir yada kişi o topluluğun tevhidî yolda olup-olmadığını anlayamayabilir. Böylece boşuna zaman kaybeder ve ileride, kaybettiği bu zamâna yanar durur.   
Kimin yolundan gidiyorsanız, onun sünnetine uyuyorsunuz demektir.
Mesele şu: Yürürlükte olan mevcut yanlış dîni anlayışı Kur’ân’a-Sünnet’e göre mi değiştireceğiz; yoksa modernizme göre mi değiştireceğiz?.
Sahih sünnet, Kur’ân’ın “canlı tefsiri”dir.
Sünnet (ehl-i sünnet değil) yoksa, “yaşanan” bir din de yoktur.
Sünnet denilen “güzel örneklik”, Hz. Muhammed’in Kur’ân-merkezli siyâsetidir.
Sünnet göz-ardı edildiği için günümüzde Türkiye’de 300’e yakın meâl var ve bunların içinde birbirine tam ters çeviriler-yorumlar bulunuyor. Sünnet yâni uygulama göz-ardı edildiğinde ihtilâf ve tefrika bitmeyecek, aksine çoğalacaktır.
Sünnet göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor.
Sünnet inkârının nedeni, “yaşayan sünnet”in olmamasıdır.
Sünnet olmak, İslâm’ın farzı değil, müslümanların tarzıdır.
Sünnet târihseldir, İslâmcılık târihseldir, ümmetçilik târihseldir diyenler; “İslâm amel-eylem içermez” demektedirler.
Sünnet, “bâtıl hayat tarzı”na karşı, “hak-merkezli hayat tarzı”dır.
Sünnet, “El Emin” olmaktır.
Sünnet, “peygamber tecrübesi”dir.
Sünnet, 23 yıllık “ağır bir yaşanmışlık” örneğidir ki, Peygamberimiz’in saçlarını ağartırken, belini bükmüştür. Yoksa sünnet, birilerinin zannettiği gibi; “misvak, kıl-tüy ve çabut” konuları değildir. Uydurulmuş rivâyetleri ve zırvalıkları “sünnet” zannetmek ağır bir ahmaklıktır.
Sünnet, akıl-zihin-bilgi işi değil, “yürek” işidir. Zîrâ “bedel”le alâkalıdır.
Sünnet, âyetler arasındaki ilişkidir.
Sünnet, Kâfirûn Sûresi’ni tüm Mekke’nin ve kâfirlerin yüzüne-yüzüne okumaktır.
Sünnet, Kur’ân’ı “hayat kitabı” yapmaktır.
Sünnet, Kur’ân’ı, hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır.
Sünnet, Kur’ân’ın hayâta dönük uzantısıdır.
Sünnet, Kur’ân’ın usûlüdür.
Sünnet, Kur’ânî bilinçle yapılan amel ve eylemlerdir.
Sünnet, Peygamberimiz’in 23 yıllık vahiy-merkezli mücâlesidir.
Sünnet, Peygamberimiz’in vahiy-merkezli dâvâsıdır.
Sünnet, Peygamberimiz’in Vedâ Haccı’nda, “görevimi tam olarak yerine getirdim  mi” diye sorduğu sorudaki “görev”dir.
Sünnet, Peygamberimizin sarık takması, cübbe giymesi ve hurma ve kabak yemesi değil, aşırıya kaçmadan “ortalama bir insan” gibi yiyip-içmesi ve giyinmesidir. 
Sünnet; “İslâm’a paralel bir din” değil, “İslâm’a paralel bir pratik”tir.
Sünnet; Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’de ete-kemiğe bürünmesidir.
Sünnet’i inkâr edenler, tek-tek peygamberliklerini îlan etmiş olurlar.
Sünnet’i inkâr, Kur’ân’ı mushafa hapsetmektir.
Sünnet’i, hadisi, asr-ı saadet sürecini, 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son 2 âyetini inkâr etmeleri buna örnektir.
Sünnetullahı iyi idrâk edebilenler ancak, iyi bir sünnet (yaşam-tarzı) ortaya koyabilirler.
Sünnetullahın yönü başka, müslümanların yönü başkadır. Müslümanlar “sırât-ı müstakîm” olan sünnetullah yoluna girene kadar “değişen” bir şey olmayacaktır.
Usvetun hasenetun denilen “güzel örneklik” yâni “pratik sünnet”i yok saymak, “İslâm’ı sınırlandırmak” demektir.
Yaşayan sünnet olmadığında, “uydurulan sünnet” açığa çıkar.
Şeytan
Bâzen ben istiâze ile Şeytan’ı taşladığım anda bile Şeytan bana musallat oluyor. Şeytan beni rahatsız ediyor. Demek ki ben de Şeytan’ı çok rahatsız ediyorum diye teselli verdim kendime.
Biz Şeytan’ı taşlamazsak, Şeytan bizi taşlar.
Çelişki arayanlar, o çelişkiyi bulur. Zîrâ çelişki aramak Şeytan’dandır.
Fâiz için sonsuz yorumlar yapsanız da, onun “şeytan-işi bir pislik” olduğunu değiştiremezsiniz.
Netliğin ve kesinliğin olmadığı yerde, şeytan ve uşakları halay çeker.
Şeyhi olmayanın şeyhi Şeytan’dır diyorlar; fakat şu da var ki: “Şeyhi olanlar da dilsiz şeytandır”lar.
Şeytan “kale”yi içten yıkmaya uğraşır. Bu bağlamda işe, “en küçük toplumsal yapı” olan evlerden başlar ve âileleri dağıtır. Boşanmaların sayısının çok artması, Şeytan’ın bu plânında çok başarılı olduğunu gösterir. 
Şeytan en çok, kendisini rahatsız edeni rahatsız eder.
Şeytan modern ve post-modern dünyâya bakınca; “iyi ki Âdem’e secde etmemişim” diyordur herhâlde. Zîrâ Şeytan “şeytan” olalı, modern zamanlardaki gibi bir hâkimiyet kurmamıştı.   
Şeytan modern zamanlarda, insan hakkındaki yargısının ve beklentisinin çıktığını gördükçe zevkten dört köşe olmuş bir vaziyette saltanatının tadını çıkarıyor.
Şeytan profesyoneldir.
Şeytan ve tâğutlar şu-andaki Türkiye’ye bakarak mastürbasyon yapıyor.
Şeytan, “akıllarını ilahlaştıranlar”ın akıllarını ele geçirir. Artık o akıl şeytanın kontrôlüne girer.
Şeytan, Âdem’den bêri tüm insanları: “Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120) sözüyle kandırıyor.
Şeytan, insana yılan gibi usulca sokulur; “şeytâni ideolojiler” de öyledir.
Şeytan, insanı ayartma noktasında “yapacağım” dediğini yapıyor, sözde kalmıyor.
Şeytan, zamânında Hz. Âdem-Havvâ’yı cennetten çıkardığı gibi; modern dönemlerin şeytanları da insanları bağ-bahçelerinden (cennet) çıkarıp kentlere hapsetti.
Şeytan’la ateş-kes yapılmaz, Şeytan’la ateş-kes yapan Şeytan’a mağlûp olur.
Şeytan’ı “şeytan” yapan şey, mâzeret üretmesiydi. 
Şeytan’ın ayartması, insanın vereceği tâvize bağlıdır.
Şeytan’ın ebedî cehennemlik olmasının nedeni tek bir suçtur: Secde etmeyişi. Tek bir emre muhâlefet etmek kişiyi şeytanlaştırabilir.
Şeytan’ın insana attığı en büyük çalım “modernizm”dir.
Şeytan’ın ve tâğutların iktidârını sürdürebilmesi için, tam da günümüzdeki gibi bir Dünyâ kurmaları gerekiyordu.. 
Yapmanız gerekip de yapmadığınız her-şey, hayatta Şeytan’a alan açar. Bir de bakmışsınız ki kendinizin sandığınız alanlar bile Şeytan’a âit olmuş.
Şirk
Çok ilginçtir ki; Allah’a koşulan şirk, yine Allah’ın yarattığı şey ile oluyor. Şirk koşulan şeyler “yaratılmış” olan varlıklardır.
Gökte “şirk” olmaz. Zîrâ orada “Allah’ın dediği” olur.
Her-şeyin aşırısı zararlı da; düşüncenin aşırısı zararlı değil mi?. Aşırı düşünce-özgürlüğü, şirk ve fesat da doğurabilir.            
Kapıldığı şirkin şamarını yiyenlerin, bu şirkten kurtulunca başka bir şirke sarılması “acı bir ahmaklık”tır.
Resmî bayramlar “şirk bayramları”dır.
Şirk bir kere başladığında, katlanıp çoğalarak devâm eder. Şirk, durduğu yerde durmaz.
Şirk denizine düşen, “demokrasi yılanı”na sarılır.
Şirk iki türlüdür. Siyâsetle, ideolojiyle, lîderle (madde) şirk koşmak; hurâfeyle, uydurmalarla, şeyhlerle (mânâ) şirk koşmak. Bunun günümüz Türkiye’sindeki popüler yansıması; “Tayyip ile şirk koşanlar” ve “Fethullah ile şirk koşanlar” şeklindedir.
Şirk koşulanlar, “her-an yaratılıp durulanlar”dır.
Şirk zehirdir ve zehirler. Şirkin tek panzehiri tevhiddir.
Şirk, “fıtrata ihânet”in bir sonucudur.
Şirk, “insanların kendi elleriyle yaptıklarına tapması”nın adıdır.
Şirk, Allah’a; “sâdece göklerin yönetiminde ortak koşmak” değildir, “yeryüzünün yönetiminde de ortak koşmak” demektir.
Şirk, aynı-zamanda bir cezâdır.
Şirk, bilginin Allah-merkezlilikten koparılması ve nefis-merkezli olmasıyla başlar.
Şirk, çok sinsidir.
Şirk; Allah’a yeryüzünde yasama yetkisi tanımamak ve hattâ bunu yasaklamaktır (Madde 24).
Şirk; Allah’ın ekmeğini yiyip, Şeytan’a-tâğuta kulluk yapmaktır.  
Şirk; Allah’ın gökyüzünde (mecbûren) tek hâkim olarak kabûl edilmesine rağmen, yeryüzünde hâkimiyeti Allah’tan başkalarına vermektir.
Şirk; Allah’ın kânunları dururken, beşerin, keyfine ve çıkarına göre kânun yapmasıdır.
Şirk; ibâdeti Allah’a, itaati ise gayr-ı ilâhi sistemlere yapmaktır.
Şirk; kudreti sonsuz olan Allah var iken, kendisinde güç vehmedilenlere bağlanmaktır.
Tüm şirkler “iyi niyet”le başlar.
Yaratılmışların varlığı “mutlak” görüldüğünde ve onlarda da bir güç vehmedildiğinde, şirk kaçınılmazdır.
Tâğut
Kafaların konforu bozulmadan; tâğutların-zâlimlerin-şerefsizlerin konforu bozulmaz.
Tâğuta isyân etmeyen, Allah’a isyân etmeye başlar.
Tâğuta küfretmeyenler Kur’ân’ı anlayamazlar.
Tâğutizm, “kontrôllü kaos” demektir. Hiç-bir zaman “düzen” istemez.
Tâğutlar için en kolay şey, bilinçsiz kitleleri oyalamak, kandırmak ve denetlemektir.
Tâğutlar İslâm düşmanlığını, “kahramanlık pâyesi” ile kamufle ederek yaygınlaştırırlar.
Tâğutların emirlerini sorgulamayı akıllarından bile geçirmeyenler, Allah’ın emirlerini, sonu gelmeyen sorgulamalara tâbi tutuyorlar.
Tâğutların ifsâd ettiği Dünyâ’dan en az zarar görenler tâğutlar oluyor. Çünkü onlar “zarârın kralı”nı âhirette göreceklerdir. 
Tâğutların istediklerini yapabilmelerinin illk ve kesin şartı, toplumun “ahlâken bozulmuş olması”dır.
Târih
Aç adama târih anlatılmaz.
Evrenselcilik de bir târihselciliktir. Evrenselcilik de bu zamânın telâkkisi ile olur mecbûren.
Târih boyunca “ara dönemler” hâriç, “sapıklıkta ittifak”, “hakta ittifak”tan önde olmuştur.
Târih boyunca “resmî din” tâğutlar tarafından, “hak dîn”i kontrôl ve baskı altında tutmak için desteklenmiştir.
Târih boyunca en büyük haksızlıklar, hak dîne ve bu dinden bahsedenlere yapılmıştır.
Târih boyunca evren hakkında atılıp-tutulmuştur ve yanlış bilgiler üretilmiştir. Bu durum, modern zamanlar (yâni şimdi) için de geçerlidir. %90 yanlış sonuçlara varılmaktadır.
Târih boyunca halk, “aşağıdan yukarıya” doğru değil, “yukarıdan aşağıya” doğru şekillenmiştir.
Târih boyunca helâk olan kavimlerin en ileri çıkan özellikleri, akıllarına çok güvenmeleri ve hattâ akıllarını ilahlaştırmalarıydı.
Târih boyunca insan, kendisini iki nedenden dolayı “ilah” îlan etmiştir: Maddî güç ve bilgi.
Târih boyunca insanların çok büyük çoğunluğu, “konformizm dîni”ne intisap etmiştir.
Târih boyunca insanların yaptığı en büyük yanlışlardan biri de, “örfü, dînin önüne geçirmek” olmuştur.
Târih boyunca kitleler, hakkı ve hakîkati hatırlatanlardan nefret etmişler ve onları aşırılıkla yaftalamışlardır.
Târih boyunca müslüman yönetimler, “Kitap-merkezli din” yerine, “halk İslâm’ı”nı kullanmışlardır. Bu el-an devâm etmektedir.
Târih boyunca müslümanlar ilk defâ “modernite” ile birlikte “İslâm hükümleriyle hükmedilmesi”ni tartışmaktadırlar. 
Târih boyunca müslümanlar ilk defâ, “modern kâfir ve müşriklere” hayrân olmaktadırlar.
Târih boyunca müslümanlar ilk defâ, “modernite” ile birlikte kendilerini küçümsüyor ve düşmanlarını yüceltiyorlar.
Târih boyunca müslümanlar ilk defâ, modernite ile birlikte, düşmanları karşısında aşağılık kompleksine kapılmaktadırlar.
Târih boyunca olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak onu besler.
Târih boyunca peygamberlerin tüm mücâdeleleri, “Allah’ı kabûl eden kâfir ve müşrikler”le olmuştur.
Târih boyunca seküler devlet ideolojilerine aykırı davrananlar, “vatan hâini”, “meczup” ve “terörist” olarak damgalanmıştır.
Târih boyunca seküler yönetimler, halkı hep “güvenliğin yokluğu” ile korkutmuşlardır. Bu bağlamda güvenlik, her-şeyin önüne geçirilmiştir. 
Târih boyunca tüm “Sezar”lar, “Allah’ın hakkını” gasbetme mücâdelesi vermişlerdir.
Târih boyunca vahyin âyetlerini benimseyip de sindiremeyenler, ya İslâm-öncesi inanışlara, yada modern furyalara kapılmışlardır.
Târih boyunca, büyümeyen devletlerin bölündüğü görülmüştür. Bu durum şu-anda da böyledir.
Târih boyunca, halkın hesâbı başka, hükûmetin hesâbı ise bambaşka olmuştur.
Târih boyunca, vahyin muhâtaplarının, Allah’ın emirlerini içeren apaçık âyetlerinden inkâr etmedikleri hiç-bir âyet kalmamıştır.
Târih okumak kader okumaktır.
Târih okumaktan ziyâde, “târih yazmak” önemlidir.
Târih, “çok bilenler!” çöplüğüdür.
Târih, “imtihanların târihi”dir.
Târih, acıların târihidir.
Târih, doğu’nun ve batı’nın savaşım târihidir.
Târih, insanın; ilâhi hükümler yerine kendi hükümlerini hâkim kılmak için verdiği mücâdelenin târihidir.
Târih, mânânın ve aklın, “birbirini sınırlandırması”nın târihidir.
Târih; aklın ya “hak üzere” yada “bâtıl üzere” yönlendirilmesinin târihidir.
Târih; din ve demokrasinin kavgasının târihidir. Yada; “Allah-merkezlilik” ile, “insan-merkezlilik” arasındaki savaşın târihi.
Târih; üst-sınıf ile orta-sınıfın iktidar mücâdelesidir. Alt-sınıf ise sürekli olarak bu tepişmenin faturasını öder.
Târihen sâbittir ki, hiç-bir devlet “ezelî” ve “ebedî” değildir.
Târihte “İslâm’dan önce” diye bir zaman yoktur, hiç olmamıştır.
Târihte, salt eğitim aracılığıyla “kitlesel” bir değişim-dönüşüm yaşandığının bir örneği yoktur.
Târin boyunca ironik bir şekilde, İslâm-dışı sistemleri ayakta tutanlar, mustaz’aflar olmuştur.
Tasavvuf
Çüke dil takılsaydı, tasavvuftan bahsederdi. Çünkü tasavvuf “çük”üne göre konuşmaktır.
Dikkat edin!; “aldatıcı” sizi tasavvuf ile aldatmasın.
Mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf vs. Bunların ortaya çıkışı, din-kaynaklı değil, siyâset-kaynaklıdır. Bu konuda dîni, siyâsetlerine âlet etmişler ve sanki oluşturdukları bu siyâsi akımlar, dînî bir konuymuş gibi gösterilmiştir.
Tasavvuf bir “gizli ilim” öğretisidir. İslâm’da ise her-şey apaçıktır.
Tasavvuf dinle değil, dînin duygusuyla ilgilenmektir.
Tasavvuf ve târikatların affedilmez hatâsı, insanları Kur’ân ve Sünnet’e yönlendireceklerine, hadis ve sünnet adı altında kendi kitaplarına ve tarzlarına zorlamalarıdır.
Tasavvuf, “İslâmî(!) mitoloji”dir.
Tasavvuf, düşüncede mânâ-değer-hiçlik merkezli iddiâsındayken, amel-eylemde, modern ve konjonktüreldir. İşte tasavvufun ana sorunu ve sapmasının nedeni budur. Celâleddin Rûmi, “ne olursan ol gel” diyor ama, Moğollardan başkasına da destek olmuyor bu yüzden. Böylece düşüncesi ve ameli de, konjonktüre ve güce göre şekilleniyor. 
Tasavvuf, gaybın yorumudur.
Tasavvuf, hayâta “sarhoş kafayla” bakmaktır.
Tasavvuf, her tarafı boklu olan bir değnektir.
Tasavvuf, ona bağlı olanların, bizzat kendilerinin peygamber ve Allah (hâşâ) olarak, Peygamber’den ve Allah’tan bağımsızlaşması öğretisidir.
Tasavvuf, paranoid bir bozukluktur. Paranoid şizofrenidir.
Tasavvufçular her yerde Allah’ı gördüklerini söylerler; ben ise baktığım her yerde Şeytan’ı görüyorum. Bu çirkeflik içinde her yerde Allah’ı görmek de neyin nesi?. Şeytan’ın târihteki en büyük iktidârı Dünyâ’yı sarıp kuşatmışken her yerde Allah’ı görmekten bahsetmek, “Şeytan’a köpeklik yapmak” demektir.
Tasavvufçular, Allah’ı “tesbih” edeceklerine “teşbih” ediyorlar.
Tasavvufçular, şeytanın fısıltılarını “Allah’ın tecellisi” zannediyorlar.
Tasavvufçular, zırvaladıkları mekânlarda kendilerini Allah gibi görürlerken, maddî hayatları için çalıştıkları işyerlerinde kulluğu zirveye çıkarırlar.
Tasavvufta, “insan-ı kâmil’e kul olmak” ile “âlemlerin rabbi olan Allah’a kul olmak” arasında fark yoktur.
Tasavvuftaki “ne arıyorsan kendi içinde ara” sözü, insanı dış gerçeklikten koparan bir fitnedir.
Tasavvuftan vazgeçmedikçe Kur’ân’a uyulamaz. Çünkü tasavvuf ile Kur’ân bir-birinin düşmanıdır.
Tasavvufun en güçlü olduğu zamanlar, İslâm toplumunun çöküntüde olduğu zamanlardır.
Tasavvufun palazlandığı dönemlerde, ya iç-savaşlar yada dış-yenilgiler yaşanmıştır.
Tasavvufun sözde büyüklerinin şöhretleri, sapıklıklarından (şathiye) ileri gelir.
Tasavvufun tanrı anlayışı, “sınırlı olan bir tanrı” anlayışıdır.
Türkler bir-çok din değiştirmişlerdir. Bu değişikliği yaparlarken bir-önceki dinlerinden yeni dîne bir-çok unsurlar taşımışlardır. Eski dinlerinden yeni dîne girerken eski dinlerinin artıklarını da yanlarında taşımaya alışkın olan Türkler, İslâm’a da girerken eski dinlerinin artıklarını da yanlarında getirmişlerdir. Tasavvuf denen zırvalık budur.
Teknoloji
İçine rûh katılmamış hiç-bir şey sanat değildir. Bu nedenle teknolojinin ürünleri sanat değildir.
Teknoloijk günahların cezâsı daha Dünyâ’da başlar.
Teknoloji geliştikçe insan sınırlanıyor. Teknoloji, insanın o özel insânî özelliklerini körelttiği için, insana has o özellikler kullanılamıyor. 
Teknoloji geliştikçe(!) açlık çoğalıyor. Hâlbuki tam tersi olması gerekmiyor mu?.
Teknoloji geliştikçe, sanat ve estetik zayıflar. Zîrâ teknoloji ruhsuzdur.
Teknoloji hurâfedir.
Teknoloji, “el”i işlevsiz bıraktı. Sonuçta her-şeyde bir bereketsizlik ortaya çıktı.
Teknoloji, nefse dönük ve nefse yöneliktir.
Teknolojinin hayâtı hızlandırması, insanların teknolojik hıza yetişmesi için hızlanmasından dolayıdır. 
Teknolojinin ortaya çıkardığı kolaylıklar, yine “teknolojinin ortaya koyduğu zorluklar”ın bir sonucudur.
Teknolojiyi “din” yapmış olanlar, “yakında bizi robotlar yönetecek” diyorlar. Tabî ki; “nasılsanız, o şekilde yönetilirsiniz”. 
Teslimiyetten (îman) doğan basit araçlar, teknolojinin üstün araçlarını alt edebilir. Bunun en iyi örneği, Firavun’un sihirbazlarının üstün teknolojik araçlarının, Hz. Mûsâ’nın “âsâ”sı tarafından yok edilmesidir.   
Tevhid
Altınçağ, tevhidin hâkim olduğu çağdır. Asr-ı saadet çağı gibi.
Tevhid bir söylem-şekli değil, bir eylem-şeklidir.
Tevhid bozuldukça, te’vil çoğalır.
Tevhid, iç-âlemle dış-âlemin çakışmamasıdır.
Tevhid; Allah’ın göklerde İlah olduğu gibi, yeryüzünde de İlah olarak kabûl edilmesi ve sâdece O’nun yasalarıyla hükmedilmesidir.
Tevhid; Allah’ın kânunlarının gökte hâkim olduğu gibi, yeryüzünde de hâkim olması demektir.
Tevhid; Allah’ın, hayâtın tüm alanlarında “Hâkim” olarak “birlenmesidir.
Tevhid; göklerdeki düzenin aynısını yeryüzünde de kurmak için “Allah’ın kânunları”na sarılmaktır.
Tevhidî bilinç yetmez, “tevhidî duruş” da gerekir.
Toplum
Bir toplumun alfabesini değiştirmek, o toplumun düşünce yapısını da değiştirmek demektir.
Bir-araya gelmiş bir toplumun “hak” yolda olduğunun göstergesi; o toplumun birileri tarafından rahatsız edilmesi ve haksızlığa uğratılmasıdır.
Hac; “dînî-mânevî”den ziyâde, “siyâsî-toplumsal” bir buluşma şeklidir.
İlkel diye tâbir edilen toplumların ataları da ilkel değildi. Bu toplumlar daha sonradan, “toplumlardan izole oldukça” ilkelleştiler.
Toplumda yer etmiş kötülükler, ancak o toplumla birlikte yok edilebilir. Helâk bu nedenledir.
Toplumları kutuplaştıran ana unsur, partilerdir. Sonra da mezhepler, târikatler, cemaatler ve haramlar gelir.
Toplumları medenî, (yâni dînî yapan), “din”dir. Din olmadığında vahşîlik vardır.  
Toplumları ve düşünceleri en çabuk, savaş değiştirir.
Toplumların zayıflaması, yozlaşması, çürümesi ve yıkılması; lüks, isrâf ve refah özlemiyle başlar.
Toplumun seviyesi, “lîderin seviyesi”dir.
Türk
Aziz Nesin’in dediği gibi; Türkler’in büyük kısmı aptaldır; modern firavunlar onları iyice aptallaştırdı.
Kahveye yabancılaştık. Kahve derken “Türk kahvesi” diyoruz, fakat “kola” derken “Amerikan kolası” demiyoruz.
Türk anne-babadan doğunca Türk olunduğu gibi; müslüman anne-babadan doğunca “müslüman” olunmaz. Mü’min-müslüman olmanın kan ile alâkası yoktur. 
Türk dîni, îman ve ahlâktan yoksun bir dindir.
Türk halkı, “kâinat imamı(!) ile Dünyâ lîderi(!)’nin kıskacı arasındadır.
Türk târihinde, “iknâ yolu” ile gerçekleşen bir değişim hiç-bir zaman yaşanmamıştır. Türklerin târihi “devrimler târihi”dir. Bu nedenle Türkiye’de, bir devrim yapmadan, salt iknâ yolu ile köklü değişimler olabileceğini zannetmek ve beklemek boşuna bir bekleyiştir.
Türk-İslâm sentezi şirktir. İslâm, yanında başka bir şeye izin vermez.
Türkiye
İş öyle bir yere geldi ki, Türkiye’de herkes kendini “şüpheli” olarak görmeye başladı.
Türkiye öyle bir Amerikanlaştı ki, Amerika’da yaşamaya başlasanız bir “uyum sorunu” olmaz.
Türkiye’de (ve de tüm Dünyâ’da) “koltuğu” korumanın yolu, sermâyedarları memnun etmekten geçer.
Türkiye’de 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan çâresizlik, “denize düşenin yılana sarılması” şeklindedir.
Türkiye’de 18 yaş-altı “resmî cinsel ilişki” (yâni evlilik) suç iken; gayrı-resmî cinsel ilişki (yâni flört) serbesttir. 
Türkiye’de 2.000 yılından sonra “apaçık şirk” iki kişi üzerinden sürmüştür. Fakat hayret ki, bu iki kişinin çatışmasından ve çatışmanın kötü sonuçlarından ders alınmamış ve Kur’ân-Sünnet çizgisine dönülmemiştir ve hattâ böyle bir şey düşünülmemiştir bile. 
Türkiye’de bir “fenimist kuşatma” var.
Türkiye’de bir “ölü kültü” var.
Türkiye’de darbeleri hep “kaymak kesim” yapmıştır. Bu nedenle de darbeler hep onlara yaramıştır. Fakat ancak “alt kesim”in yapacağı darbe gerçek anlamda bir devrime dönebilecektir.
Türkiye’de demokrasi tam olarak uygulanmıyormuş. Çok şükür!. Bir de “tam” uygulansa hâlimiz harâp olurdu.
Türkiye’de demokrasi yok, “demokrasicilik oyunu” var.
Türkiye’de İslâm, Anayasanın 24. maddesine göre yasa-dışı bir dindir.
Türkiye’de müslümanlar, “Dünyâ lîderi” ile “kâinat imamı” arasında pin-pon topuna dönüşmüşlerdir.
Türkiye’de müslümanların geldiği seküler nokta, kısa-zaman önce verilen tâviz(ler)in sonucudur.
Türkiye’de saltanâtın devâm etmemesinin nedeni, Atatürk’ün çocuğunun olmaması idi. 
Türkiye’de ve de tüm Dünyâ’da ekonomi, din ve ahlâktan önemlidir. Oysa kötü-adâletsiz ekonominin nedeni, dinsizlik ve ahlâksızlıktır.
Türkiye’deki “medyatik hocalar”ın tamâmı münâfıktır.
Türkiye’deki iç çatışma, Rumeli kökenli “lâik elitler”le, Anadolu kökenli “muhâfazakâr elitler”in çatışmasıdır.
Türkiye’deki iç-çatışma, “eski lâikler” ile “yeni sekülerler” arasındaki çatışmadır.
Türkiye’deki iktidarların yapması gereken 3 önemli şey var. Eğer bunların hepsini birlikte yaparsa hem adâletli hem de güçlü olur ki bu, dünyâ-hâkimiyeti demektir. 1-PKK sorununu bitirmeli ve kürtlere insanca davranılıp özgürlükler verilmeli. 2-Asgari ücret ve emekli maaşları (2015 Ocak ayına göre söylüyorum) taban 2.000 lira olmalı. Bu rakamdan aşağı bir para hiç-bir eve girmemeli. 3-İslâm’ın önü açılmalı. Yüzümüzü batı’dan doğu’ya yâni İslâm ülkelerine çevirmeliyiz. İslâm’dan korkanlara korkulacak bir şeyin olmadığı gösterilmeli.
Türkiye’deki siyâsî tartışma: ABD’ye mi, yoksa Avrupa/İngiltere’ye mi “domalacağız” tartışmasıdır. İslâm Devleti’nden söz-eden kimse yok. Üstelik İslâm Devleti’nden söz etmeyenler, kendilerini “iyi müslüman” zannediyorlar.
Türkiye’li müslümanlar için demokrasinin îtibârı, AKP sâyesindedir.
Türkiye’li müslümanlar, Kur’ân ve Sünnet’e göre değil de, Diyânet’e göre dîni yaşıyorlar. Hâlbuki diyânetin uygulamaları büyük oranda Kur’ân ve Sünnet’in ifsâd edilmiş şeklidir.
Türkiye’nin “kurtuluş” savaşı, iki yunanlı komutanın birbirine karşı yaptıkları tiyatral bir savaştı.
Türkler müslüman olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. Fakat bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın.
Türkler târih boyunca 16 tâne devlet kurmuşlardır, fakat târih boyunca kurulan 16 devletin 15’i yıkılmıştır.
Türkler’in İslâm’dan önce doğru-düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu. İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken; Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Roma (batı) kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa İslâm onlara bir Medeniyet sunmuştu. Türkler bir türlü vahiy ve sünnet-merkezli o İslâm Medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir.
Türklerin “Ata”ya bu kadar bağlı olmasına şaşırmamak gerekir. Zîrâ Türkler, tüm zamanlarda “atalar”a tapınmışlardır.
Türklerin baskın dînleri, tüm zamanlarda şamanizm ve neo-şamanizm olmuştur.
Türklerin demokrasiye olan bağlılığının arka-plânında “Gök Tanrı” inancı vardır. Gök Tanrı, “sâdece göklerin Tanrısı”dır.
Türklerin târih boyunca ilmî alanda geri ve yetersiz kalmasının nedeni, “devşirme sistemi” nedeniyle, ilmî alanı genelde gayr-ı müslimlerin eline vermesidir.
Türklük, müslümanlığın yerine ikâme edilen bir kimlik şeklidir.
Uyku
Uyku “ölüm provası”dır.
Uyku, bir çeşit ölüm hâlidir. Uyku, insana her-gün: “sen Allah değilsin” hatırlatması yapar.
Uyku, insanın Tanrı olmadığının delîlidir.
Uyuyan insan mâsum görünür. Zîrâ nefsi o anda etkisizdir.
Uyku bir çeşit zaman-makinasıdır. İnsanı bir-anda 6-7 saat ileri götürür. Ölüm de bir zaman-makinesidir. Kişiyi bir-anda âhirete götürür.
Vahdet-i Vücûd
Panteizm yada vahdet-i vücûd öğretisi, “mutlak materyâlizm”dir.
Vahdet-i Vücûd (Lâ mevcûde illallah), Tevhid’e (Lâilâheillallah) karşı yapılmış bir “ifsâd düşüncesi”dir.
Vahdet-i Vücud sapıklığına göre, Şeytan’a ibâdet etmeyenler müşriktir.
Vahdet-i Vücud, “modern animizm”dir. Animizmde her-şey kutsallaştırılıp ilahlaştırılırken, Vahdet-i Vücûd ise her-şey -hâşâ- Allah yapılır.
Vahiy
Algılarınızı vahiy inşâ etmiyorsa, bildiklerinizin %90’ı yanlıştır.
Değişmeyen tek şey vahiydir.
Ekonomik uçurum, hem fakirlerin hem de zenginlerin, ters istikâmette vahiy-merkezli dinden kopuşuna neden olur.
Vahiy almak dışında, Peygamber için kullanılan, “örnek alınamayacak” tüm nitelemeler şirktir.
Vahiy, Dünyâ’nın “altını üstüne getirmek için” indirilmiştir.
Vahiy, hayâtın içinde okunmadığı ve yaşanmadığında, bitmek bilmeyen sonsuz yorumların nesnesi olur.
Vahiyden koptukça tevhidten kopulur ve şirk başlar.
Vahiyle onaylanmamış hiç-bir yorum bağlayıcı değildir. Bu yorumu yapan isterse Hz. Ömer olsun.  
Vahiy-merkezli İslâm’dan bi-haber olan müslümanlar, bağnazlıkla modernite arasında sıkışıp kalmışlardır.
Vahye aykırı olan bir sistemden, vahye uygun olan bir şey çıkmaz.
Vahye gerek yoktur, akıl en iyi yolu bulur deniyor. Fakat vahiy her zaman, aklın ortaya koyduğu kötülükleri düzeltmek için gelmiştir.
Vahye göre yaşanmadığında, işler zamanla daha da kötüleşir.
Vahyi “şartlara göre” değiştirmek, yahudileşme alâmetidir.
Vahyî bilgi arttıkça yaşayış tarzının modernleşmesi, salt bilgi ile İslâmî yönde bir değişimin yapılamayacağını gösterir.
Vahyin “kırmadığı” (yada eğmediği) insanı, kırmayacak/bükmeyecek hiç-bir etken yoktur. Vahiysiz insan, her-şeyden kırılan insandır.
Vahyin anlamı, zaman, mekân ve coğrafyaya göre değişmez, fakat zaman, mekân ve coğrafyaya göre insanların anlayışları değişir. 
Vahyin bilincine erememiş olan insan, eşyâya göre düşünür.
Vahyin hayâta hâkim olduğu İslâm ülkelerinde; psikolog, kişisel gelişim uzmanı, yaşam koçu, âile terapisti ve sosyâl danışmanlara iş yoktur. Zîrâ “Kur’ân, kâlplere şifâ”dır.
Vahyin hükümlerinin evrenselliği gerçeğini tartışmak, o hükümleri hükümsüz bırakmanın başlangıcıdır. 
Vahyiyle bildirilen “şeriatı uygulamak” demek olan sünnetten kopulunca, “zamânın telâkkileri” “şeriat” yerine “şeriatlar” ortaya çıkarırlar.
Yeni risâlet ve vahiy, aynı-zamanda yeni bir “af”tır. “Geçmiştekiler affedilmiştir” artık.
Vatan
Vatan hâini olmak mı daha kötüdür, “din hâini” olmak mı?.
Vatan sevgisi başka; uygulanan ideolojiyi yada uygulayan hükûmeti sev(me)mek başkadır.
Vatan sevgisi ile “hicret” bir-arada bulunamaz.
Vatan sevgisi, Dünyâ sevgisidir. Aşırı Dünyâ sevgisi, âhiret sevgisizliğinden kaynaklanır.
Vatanın hâinleri olduğu gibi, dînin de hâinleri vardır.
Yaşam
Ânı yaşamak düşüncesinin aşırıya kaçması, “ne dünü ne de yârını düşünmeyip hesâba katmamak” anlamında, koca bir aymazlıktır.
Anlamlı yaşamak “sınırlı yaşamak”tır, sınırsız yaşam-biçimi, mutlakâ anlamsızlaşmayı da yanında getirir.
Çok yaşamak istiyorsanız, sabahları erken kalkın.
Düşünceleriniz, yaşam-tarzlarınızdan bağımsız olamaz.
En büyük kibir, Allah’sız yaşamaktır.
Metropôllerde yaşamak şerefsizliktir. Çünkü metropôllerde şerefsizleşmeden yaşanmıyor.
Size “yaşama sevincini” ne veriyorsa, rabbiniz de odur.
Yaşama olan tutkunluk arttıkça gürültü de artar. Yaşamak “gürültü çıkartmaktır” çünkü.
Yaşamak demek, birilerine bir şeyleri göstermek ve kanıtlamak demek değildir. Yaşamak nerde ve ne zaman olursa-olsun, kendini Allah’a kanıtlamak demektir.
Yaşamak, “Allah için yaşamak”tır. Aksi-hâlde “hayat süren leş” olunur.
Yaşamak, “doğru-dürüst yaşamak”tır.
Yaşamak, yavaş-yavaş ölmektir.
Yaşam-tarzları, “vahyin emrettiği yaşam-tarzı”na aykırı olanların, “Kur’ân’ı hakkıyla anlaması” mümkün değildir.
Yaşanagelen; ahlâki, sosyâl, ekonomik ve siyâsal bir örnekliğin olmaması, vahyin gerçek anlamını perdeliyor.
Yaşantılarımızla çelişen ne kadar çok düşüncelerimiz var..
Zaman
Sonsuzluk (Allah hâriç) ancak “yok” olan için kullanılabilir. Vâr olan için sonsuzluktan bahsedilemez. Zîrâ sonsuz, vâr olmakla berâber bulunamaz. Çünkü o zaman sonsuz + 1 dememiz gerekir.
Tüm zamanlarda kölelerden sâdece iki şey istenmiştir: Çalışmak ve üremek.
Varlığı Allah ile anlamayı ve açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de “mekân”. Bu nedenle de “milyarlarca yıl”dan ve “sonsuz evrenler”den bahsedip dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “Kâlpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin bulur” (Ra’d 28).
Yokluk diye bir şey yoktur. Bir şey, vârolmadan önce yoktur sâdece. Fakat o zaman bile bir şey vardır.
Zaman öldürüyorum diyenler, zamânın öldürdükleridirler.
Zaman sâbittir, izâfi değildir; algılardır izâfi olan.
Zaman ve mekân, kendi mantık türünü de üretir.
Zamâna göre nefsin değişmesi, zamâna göre vahyin değişmesini gerektirmez.
Zamanda geriye gitmek, târih okumaları ile olur.
Zamâne müslüman cemaatlerin bireyleri, “şahsiyet” olamamış kişilerden oluşuyor. Bu nedenle “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” yapamıyorlar.
Zamânımız insanlarını gerçekliklerden daha çok görüntüler etkiliyor. Görüntülerden etkilendiği kadar gerçeklerden etkilenmiyorlar.
Zamânımızda modern müzik, koyunların (halk) mest edilip kolayca yola getirilmesi için kullanılıyor. Bâri kavalı çalan (dînime küfreden) çoban müslüman olsa.
Zamânımızda ümmetin fertleri büyük ölçüde “ümmi”dir. Yâni vahiy kültüründen uzak.
Zamânımızdaki müslümanların ahlâkı yoktur, “etik”i vardır. 
Zamânın hızla geçmesi, aslında “ömrün hızla geçmesi”dir.
Zamânında “dinde recm yoktur” diyenler, şimdi de (2018) zinânın cezâsı olarak “îdam” istiyor.
Zamânında “modern tarıma geçiyoruz” diye bize kısır tohumları satanlar, şimdi de; “organik tarıma geçiyoruz” diye yine ellerindeki “ârızalı” olan tohumları satmak istiyorlar ve satıyorlar. Oyalamanın sonu yok.
Zamanla kendi-kendine düzelecek olan şeylere müdâhale etmek, o şeyi içinden çıkılmaz hâle getirir.
Zenginlik
Askerlik “yan gelip yatma yeri” değil, garibanların (zenginlerin değil) evlatlarının toprağa düştükleri yerdir.
Birileri, çoğunluğu oluşturan garibanlar yerinde sayarken yada gerilerken, zenginlerin servetlerinin artmasını “ülkenin zenginleşip gelişmesi” zannediyor.
Bozulma (ifsâd) ilk önce saraylarda, daha sonra zenginlerin kâşânelerinde başlar. Oradan da genele yayılır.
Bu seküler düzende zenginler daha zengin, fakirler daha fakir, aptallar da daha aptal olurlar.
Çok zengin olmanın yolu, birilerinin ölmesi yada ezilmesinden geçer. Birileri sizin için ölmedikçe yada ezilmedikçe zengin olamazsınız.
En zengin ülke, en çok borcu olan ülkedir. Zîrâ en çok tüketen ülkedir. Çok tüketmek bir zenginlik işâreti olarak görülüyor modern dünyâda. 
Hırsızlar, çaldıklarıyla zenginleşince, malını çaldıkları kişilerin fakirlikleriyle alay ederler.
İşsizlik, sanâyici-zenginlerin sigortasıdır.
Yeryüzünün en derin uçurumu, “zengin ile fakir arasındaki uçurum”dur.
Yoksulların kurtuluşu, zenginlere pahalıya patlar.
Zengin olma isteği bir bunalım durumu dürtüsüdür. Fakirliğin bunalımı. Doğal olan bir süreden fazla süren fakirlik ve zorluk durumunda insanlar zengin olmayı düşünmeye başlarlar doğal olarak.
Zenginlerin daha zengin, garibanın daha gariban kalmasının ve pastadan daha fazla pay alamamasının tek yolu, demokrasidir.
Zenginlerin servetlerini katlamaları, garibanların da zenginleşmeleri demek değildir. Gariban her zaman yerinde sayar.
Zenginlerin yaptıkları “para kavgaları”ndan en çok zarar görenler garibanlardır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir. 
Hârûn Görmüş
Ocak 2015 (ilk taslak)



Devamını Oku »