24 Mayıs 2018 Perşembe

Kur’ân’da “Her-şey” Var Mı?


“Yeryüzünde hiç-bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç-bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz Kitap’ta hiç-bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır” (En-âm 38).

 

Modernizm, hayâtiyetini, klâsik olanı aşağılayarak sürdürür. Zâten “modern” demek, “klâsik olandan, ‘eski’ olandan vazgeçmek, ona aslâ geri dönmemek ve hattâ ondan nefret etmek” demektir. (Hemen bir-öncesi bile modernizm için eskimiştir). Zîrâ aksi-hâlde “modern” olamaz. Modernizm son 200 yıldır Dünyâ’ya hâkim olmuş durumdadır ve klâsik olan her-şeyi aşağılamakta ve düşük, ilkel ve kötü olarak görerek bunu tüm Dünyâ’ya yaymakta ve de dayatmaktadır. Cihangir devletlerini ve medeniyetlerini kaybeden müslümanlar da yaklaşık 150 yıldır bu furyaya kapılmış durumdadırlar. Hele ki 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra ve post-modernizm ile birlikte iş kopma noktasına gelmiştir. Artık moderne göre tasavvur etmekte, moderne göre düşünmekte, moderne göre amel-eylemde bulunmakta, moderne göre yiyip-içip-giyinmekte ve moderne göre konuşup moderne göre hâl ve tavırlar sergilemektedirler.

 

Modernizm etkisini sâdece dünyevî olan üzerinde değil, mânevî olan üzerinde de sürdürmektedir ve kendi sistemine uymayan düşünceleri, yorumları ve amel-eylemleri kabûl etmemekte ve hattâ aşağılamaktadır. Üstelik anti-modern eylemleri ve bu eylemlerin sâhiplerini, terörizm ve terörist olarak fişlemekte ve îlân etmektedir. İşte bundan dolayı müslümanlar, dînî anlayışlarını da moderne uydurmaya başlamışlar ve bu yüzden de modern olmayan okumaları ve yorumları kabûl etmemekte ve bunları savunanları “müşrik” ve “kâfir” olarak suçlamaktadırlar. Zamanla buna o kadar alıştılar ve inandıklar ki, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı çok sıkı bir gard almakta, kendilerine karşı gâyet mantıklı ve nâzik konuşanlara karşı bile katı ve kaba konuşmakta, ağır ithamlarda bulunmakta ve aşağılamaktadırlar. Yâni modernizme çok sıkı bir şekilde uymaktadırlar.

 

Modern müslümanlar Kur’ân’ın en doğru anlamının modern-merkezli olacağını düşünmekte ve bu nedenle de moderne uygun olmayan yorumları kabûl etmemektedirler. Netîcede de modern-öncesi klâsik dönemin düşüncelerini, yazılarını, kitaplarını, tümden reddederek inkâr etmektedirler. Bu dönemin olumlu yönlerini ortaya koyanlara iftirâ da  atarak, onları olmadıkları şekilde suçlamaktadırlar. Tabî ki klâsik İslâm döneminde bir-çok uydurmalar yapılmış ve zırvalıklar da üretilmiştir. Fakat bu, “Peygamberimiz’in bizzat ettiği sözler ve bizzat yaptığı davranışlar”ın olmadığı anlamına gelmez. Zâten Peygamberimiz’in yaptıkları da mutlakâ Kur’ân’a uygun olan sözler ve eylemlerdir, çünkü bunlar Kur’ân’ın tebliği-beyânı ve Kur’ân’ın emirlerini yerine getirmek için söylediği sözler ve yaptığı uygulamalardır.

 

Peygamberimiz’in sözlerini ve eylemlerini (sünnet) kaydedenler, bu kayıtları bir-çok uydurmalarla birlikte karıştırarak kayda geçirmişlerdir. Bu uydurmalara bakanlar uydurmalarla birlikte sahih olanı da inkâr etmişler ve yaşla birlikte kuruyu da yakmışlar ve yakmaktadırlar. Oysa İslâm Târihi ve Siyer kitaplarının ciddî bir incelemesi ile Peygamberimiz’in bizzat ağzından çıkan sözler ve bizzat yaptıkları amel-eylemler ortaya konabilir. Bu konuda en büyük yardımcımız, “Peygamberimiz’in ahlâkı Kur’ân” olduğu için, bahsedilen kitaplarda bulduklarımızı Kur’ân süzgecinden geçirerek ayıklamak olacaktır. Oysa bu yapılmamakta ve “Kur’ân’cılık” yapılarak, “Allah Kur’ân’da her-şeyi bildirmiştir ve eksik bırakmamıştır. Allah’ın söylemediği şeyi mi söyleyeceğiz?. Allah’ın dînine ilâve mi yapacağız?. Allah’a din mi öğreteceğiz?” şeklinde “çok bilmiş” bir edayla Kur’ân’ın pratik yönü yok sayılarak sâdece sözlü tarafı baş-tâcı edilmekte ve hattâ -açık konuşalım-; Kur’ân’a tapılmakta ve Allah’a Kur’ân’la şirk koşulmaktadır.

 

Bu durum Kur’ân’ın bir türlü pratiğe dön(e)memesine ve hayâtı şekillendirememesine neden oluyor. Zîrâ “Kur’ân’da her-şey var” diyenler ve “Kur’ân’dan başka kaynağa gerek yok” diyenler, Kur’ân’ı okuyorlar ama vahyin dediğinden bambaşka sonuçlara ulaşıyorlar. Öyle ki, Kur’ân’ın apaçık muhkem âyetlerini bir kısmı kabûl ederken, diğer kısım kabûl etmiyor ve meselâ “Kur’ân’da namaz, oruç, zekât, hac, kurban, baş-örtüsü vs. gibi âyetler-emirler yoktur” diyorlar. Neden böyle bir sonuca varıyorlar ve bir türlü uzlaşamıyorlar?. Çünkü “usvetun hasenetun” olan “güzel örnekliğimiz” Peygamberimiz’in, Kur’ân’ı nasıl anladığına ve anladıklarını hayâta nasıl geçirdiğine bakmıyorlar.

 

Elbette Kur’ân bilgi ve bilincin tek ve sahih kaynağıdır. Fakat amel ve eylemin kaynağı da, Peygamberimiz’in Kur’ân’ı anlama ve uygulama tarzı olan “güzel örneklik” denilen sünnetidir. Peygamberimiz’in Kur’ân’ı nasıl anladığı ve uyguladığı çok önemlidir. Çünkü peygamberliğin bir özelliği olarak, peygamberler kendilerine gelen vahiyleri “Allah kontrôlünde” en doğru şekilde anlarlar ve de uygularlar. Eğer arada bir hâtâ yaparlarsa -ki “insan” oldukları için mutlakâ yapmışlardır-, Allah hemen olaya yine vahiyle müdâhale eder ve hatâyı düzeltir-düzeltmiştir. Böylece Peygamberlerin “peygamber” (resûl-nebî) olarak yaptıkları, en ideâl ve hatâsız bir uygulama olarak ortaya konmuştur. Bu nedenle de peygamberlerin Kur’ân’ın en ideâl uygulaması olan sünnetleri yâni “güzel örneklik”leri evrenselleşerek, bizim amel-eylem kaynağımız hâline gelmiştir ve tüm zamanlarda “bağlayıcı” olmuştur. Zâten Kur’ân da, onların hayatlarını “örnek” olarak göstermiştir. Ahmet Kılıçkaya:

 

Kur’ân’ın; hidâyet rehberi, şer’î delil, her-şey için açıklama ve düşüncenin ve çözümün kaynağı olmasının anlamı; insanların Allah’a kulluk sınavı ile ilgili tüm soru ve sorunlarının açıklaması, çözümü ve doğru hükmünün Kur’ân’da aranmasıdır. Zîrâ bunların hepsi Kur’ân’da ya doğrudan mevcuttur, yada Kur’ân Resûlullah’ın örnekliğine atıfta bulunarak bunlar hakkında çözüm yolu göstermektedir. Dolayısıyla Mü’minler için kulluk sınavı ile ilgili olarak Kur’ân’da çözümü olmayan, hiç-bir soru ve sorun yoktur. Onun için Kur’ân, mü’minlerin sıkıntılarını gideren şifâdır, rahmettir” der.

 

“Hayır; o (Kitap), ‘şerefli-üstün’ olan bir Kur’ân'dır; Levh-i Mahfûz’dadır” (Burûc 21-22).

 

“Kitapta her-şey var” derken, aslında içinde her-şey olan kitap, “el kitâb” olan “levh-i mahfûz”dur. Levh-i mahfûz ise, Allahuâlem, “kâinat kitabı”dır. İşte bu Kitap’ta yâni Allah katında olan levh-i mahfûz’da iğneden-ipliğe hiç-bir şey aslâ eksik değildir. Fakat “levh-i mahfûz’dan bir kitap olan Kur’ân”, gerçek bir zamâna, gerçek bir târihe ve mekâna, gerçek insanların yaşadığı bir ortama ve gerçek bir sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yönleri olan bir topluma inmiştir. Hayâta inmiştir. Üstelik akıl ve irâde sâhibi olanlara gelmiştir. Buna göre, Kur’ân’ın bir ansiklopedi gibi her-şeyi inceden-inceye açıklamasına gerek yoktur ve de bilinen ve uygulana-gelen şeyleri yeniden kitaba alma gereği duymamıştır:

 

“Apaçık Kitab’a andolsun; Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda olan “Ana Kitap”tadır (Levh-i Mahfûz); çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur” (Zuhrûf 2-4).

 

“Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi?. Onlar, tâğuta ve cibt’e inanıyorlar ve diğer inkâr edenler için: ‘Bunlar, îman edenlerden daha doğru bir yoldadır’ diyorlar” (Nîsâ 51).

 

Âyette “kendilerine Kitap’tan pay verilenler “ derken hangi kitaptan bahsediliyor?. Buradan anlaşılan şey, her-şeyin bilgisini içeren “ana-kitap” olan Levh-i Mahfûz”dur. Peygamberlere gelen vahiyler, işte bu “ana kitap” olan Levh-i Mahfûz’dan bir “pay”dır.

 

“Biz Kitab’ı sana, her-şeyin (li külli şey) açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89) âyetiyle dile getirilen kitap “Ümmû’l Kitap” yâni Levh-i Mahfûz değil de Kur’ân olsa bile, her-şeyden maksat, “bildik anlamda, zerreden-kürreye her-şey” değildir. “Kur’ân’da her-şey var” sözü bildiğimiz-bilmediğimiz her şeyden bahsediyorsa eğer, o zaman:

 

Süleyman, Dâvud’a mîrasçı oldu ve dedi ki: Ey insanlar!; bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her-şeyden (min külli şey) (bol bir nîmet) verildi. Gerçekten bu, açık bir üstünlüktür(Neml 16) ve: “Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona her-şeyden (min külli şey) (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var” (Neml 23). âyetinde bahsedilen “her-şey” kelimesinden de, “bildiğimiz-bilemediğimiz, zerreden-kürreye her şey”i anlamamız gerekir. Fakat böyle bir şey imkânsız olduğu için söz-konusu değildir. Bol çeşit eşyâ dükkanlarında “her-şey var denildiği gibi bir “her-şeydir bu.  

 

Kur’ân ateistlere değil, kendilerinin Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in dîni üzere olduklarını söyleyenlere gelmiştir. Yâni inançlı bir topluma gelmiştir. Bu toplum zâten bahsettiğimiz peygamberlere uyduklarından dolayı, ibâdetlerini yapıyorlar ama bu ibadetler, hem bozuk toplumsal-ekonomik hayatları nedeniyle ifsâd olmuş, hem de yine bu nedenle yozlaşmıştır. İşte Kur’ân, yeni bir ibâdet getirmekten ziyâde, mevcut ibâdetleri, emir, yasa ve uygulamaları düzenlemiş ve düzeltmiştir. Yâni aslına döndürmüştür. Meselâ namazı “el çırpma” şeklinde değil de, Allah karşısında esaslı bir duruşla ve samîmi bir şekilde kılınmasını istemiş ve emretmiştir.

 

O hâlde “Kur’ân’da her-şey var” demek, “iğneden-ipliğe her-şey var” demek değil; “Dünyâ’yı ve hayâtı Allah’ın istediği ve emrettiği gibi düzenleyebilecek ve İslâm’ı hayâta hâkim kılacak potansiyel olarak her-şey var” demektir. Aksi-hâlde, eğer Kur’ân’da “kâinât bazında her-şey” olsaydı, insanların sorumluluğu da sonsuz olurdu ve kendilerine -hâşâ- “Allah’lık görevi” verilmiş olurdu. Oysa insanın, gökleri, Dünyâ’yı, Dünyâ’nın doğal işleyişini ve hattâ insanın kendi varlığında dahli olmayan yaratılışını hep Allah düzenler ve buna hiç kimseyi karıştırmaz ve ortak etmez. Zâten bu düzenlemeyi insanın yapması, hem aklının hem de gücünün yetersizliğinden dolayı imkânsızdır. Geriye bir tek, “imtihanın bir gereği olarak” “Dünyâ’yı aynen göklerdeki gibi güzelce îmar etmek” görevinden başka, yine göklerdeki uyuma benzer şekilde tam da Allah’ın emrettiği gibi inşâ etmek kalır ki, bu da ancak Allah’ın Kur’ân’da emrettiği şekilde yapılarak olur. Yâni insan, sosyal ve siyâsal olarak tam da Allah’ın istediği gibi bir dünyânın kurulmasıyla ve “Allah’ın göklerin Rabbi olduğu gibi, yeryüzünün de Rabbi yapılması”yla yada bunun îlan edilip gerçekleştirilmesiyle görevlidir. İnsanın imtihanı da zâten bunun üzerinden olur.

 

“Her-şey”den maksat, “tüm her-şey” demek değildir. “Genel bir ifâde ile özel bir durumun anlatılmasıdır” yapılan. Meselâ âyette şöyle denir:

 

“Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle her-şeyi yerle-bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiç-bir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezâlandırırız” (Ahkâf 24-25).

 

Şimdi bu âyetin bahsettiği rüzgâr, Dünyâ’daki ve hattâ kâinattaki her-şeyi yerle-bir mi etmiştir yâni?. Çünkü “her-şeyi” deniyor. Tabî ki de hayır!. Sâdece o bölgeyi yerle-bir edip altını üstüne getirmiştir. “Sâdece Kur’ân” diyenler Kur’ân’a çok mekanik yaklaşıyorlar. Bu nedenle de Kur’ân’ın bir “hayat kitabı” olduğu, “insanlara” geldiği unutuluyor. Kur’ân’a sanki bir “bilgisayar programı” ve bir “işletim sistemi” gibi yaklaşıyorlar ve o şekilde anlama yoluna gidiyorlar. Yâni ona doğal ve normâl bir yaklaşım ve okuma yok. Kur’ân’ın, insanın yaşamına ve diline göre olduğu göz-ardı ediliyor.

 

Her-şeyden kasıt “tüm her-şey” olarak alındığında, o zaman Kur’ân’a da gerek kalmaz. Zîrâ daha önce Allah Hz. Mûsâ’ya vahyin yazılı olduğu Levhalar’ı (Tevrat) vermişti ve o Levhalar’da “her-şeyden bir öğüt ve her-şeyin yeterli bir açıklaması” vardı:

 

“Biz ona Levhalar’da her-şeyden bir öğüt ve her-şeyin yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) ‘Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki en güzeliyle (buna) sarılsınlar. Size fâsıkların yurdunu pek yakında göstereceğim’ (dedik)” (A’raf 145).

 

Tüm peygamberlere gönderilen vahiyler, onlar için gerekli olan her-şeyin açıklamasını içermiştir. Vahiy ve peygamberlik bunu gerektirir:

 

“Her ümmet içinde kendi nefislerinden üzerlerine bir şâhid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şâhid olarak getireceğiz. Biz Kitab’ı sana, her-şeyin açıklayıcısı, müslümanlara bir hidâyet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik” (Nâhl 89).

 

Tüm vahiyler Levh-i Mahfûz’dandır. Levh-i Mahfûz, hiç-bir şeyi geride bırakmayacak şekilde tüm her-şeyin bilgisini ve açıklamasını içerir: 

 

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dâhi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tâne, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her-şey) apaçık bir kitapta (Levh- Mahfûz’da yazılı)dır” (En-âm 59).

 

“Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda olan Ana Kitap’tadır (Levh-i Mahfûz); çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur” (Zuhrûf 3-4).

 

Murat Sülün bu konuda şunları söyler:

 

“Fıkhın temel kaynağı olan Kur’ân’ın her-şeyin hükmünü içerip-içermediği mes’elesi işlenirken, ‘Kur’ân’ın her-şeyi açıklayıcı olarak indirildiği’ (16/89) âyeti, genelde, olduğu gibi alınarak ‘yaş-kuru ne varsa içeren kitâb-ı mübîn’ terkibi Kur’ân olarak anlaşılmıştır. Bu terkibin Kur’ân olarak tefsiri o kadar yaygınlaşmıştır ki Kur’ân-ı Kerim’de her-şeyin bulunabileceği zannedilmiş; hatta ‘devemi kaybetsem onu bile Kur’ân’da bulurum’ gibi abartılı (te’vîli gerekli) söylemler geliştirilmiştir. Bu kapı bir kez açıldıktan sonra, Kur’ân’ın artık bütün bilimlerin kaynağı olduğu, hattâ ‘kâinatın yaratılış plânı olduğu’na ilişkin yazılar yazılmış; ‘Kur’ân’ın, -Tanrı-Îsâ ilişkisinde iddiâ edildiği gibi Tanrı’nın inkarnasyonu (insan şekline bürünmesi) değil- inlibrasyonu (metin hâline bürünmesi)’ olduğu iddia edilmiştir’. (Bkz. Murad W. Hofmann, Kur’ân, İstanbul: Çağn Yayınlan, 2005).

 

Kur’ân’ı bunca yüceltmenin sebeplerinden biri, ‘Kur’ân-ı Kerim’in, inzâl devri Arap kavmi için ifâde ettiği müthiş anlam’dır: Arapların genelde okuması-yazması yoktu; îman nedir, kitap nedir bilmezlerdi. İşte ‘kitap’ nâmına sâdece Kur’ân’ı gören böyle bir topluma, 114 süreli, 6236 âyetli Kur’ân-ı Kerim dev bir külliyat gibi görünmüş olmalıdır. Ama okur-yazar kesimin bir terkibi yanlış yorumlayarak işi abartması halkta çok daha büyük mâkes bulmakta gecikmemiştir. Oysa gerek bu âyetin içeriğinden, gerekse Neml Sûresi’nin 75. ve Fâtır sûresinin 11. âyetindeki ifadelerden kitâb-ı mübîn ve imâm-ı mübîn terkiplerinin Levh-i Mahfuz’u kasdettiği anlaşılıyor. Kaldı ki ünlü Muâz hadisinde, Hazret-i Peygamber’in ‘peki Kur’ân’da da bulamazsan?’ şeklindeki sorusu dikkat çekicidir. Yâni, daha o çağda bile Kur’ân’ın cevaplamadığı hususlar söz-konusudur. Gerçekten de Kur’ân beşeriyetin gelmiş-geçmiş bütün tekâmül safhalarını barındıran, her devrin her sahadaki ihtiyaçlarına cevap veren bir Kitap’tır. Ancak bu, Kur’ân’da her-şeyin öz ve esâsının bulunduğu, fakat bu şeylerin ayrıntılarının bulunmadığı şeklinde anlaşılmalıdır.

 

Gerek Kur’ân-ı Kerim’in gerekse Tevrat’ın her-şeye çözüm sunduğunu belirten âyetlerin mânâsı budur: ‘Her-şey’ ifâdesinin hem Tevrat’ın (A’râf 7/145) hem de Kur’ân’ın (Nâhl 16/89) içeriği hakkında kullanılmış olması şunu gösterir ki; Tevrat nasıl her-şeyin hükmünü içermiyorsa, -aksi takdirde Kur’ân’ın vahyedilmesine gerek kalmazdı- Kur’ân da içermemektedir. Ama her ikisi de her-şeye küllî çözümler sunmakta birleşmektedir. Hâsılı; Kur’ân Allah’ın kelâmı olmakla birlikte, İlahî kelâmı tüketmiş değildir; Allah’ın kelâmı tıpkı yaratması gibi kesintisiz bir özelliktir. O’nun kelimeleri ne yazmakla biter ne de saymakla. Kelimenin ilk anlamıyla; te’vilsiz- ‘Kur’ân’da her-şey vardır’ demek; ‘akla, bilime, hattâ Peygamber’in Sünnet’ine de gerek yoktur’ demekle aynı kapıya çıkar. Kur’ân’la ilgili bu tür abartılı yaklaşımlar yüce Allah ile Kur’ân arasındaki ilişkiyi rayına oturtamamaktan ileri gelmektedir”.

 

Yâni yaş-kuru, iğneden-ipliğe, inceden-inceye vâr olan hiç-bir şey eksik bırakılmadan her-şeyin bilgisinin ve açıklamasının bulunduğu Kitap Levh-i Mahfûzdur. Kur’ân da Levh-i Mahfûz’dandır. O hâlde şöyle anlamak gerekir: Biz, Levh-i Mahfuz’da hiç-bir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sizin için gerekli olan ve Kur’ân’ın formatına uygun olan her-şeyin açıklamasını da Levh-i Mahfûz’dan Kur’ân’a aktarıyoruz”. 

 

“De ki: ‘Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü-eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- yada Allah’tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı-karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir). Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm 145).

 

Şimdi; domuzun eti pistir ve bu nedenle haramdır da, domuzun eti dışındaki yerleri, yâni derisi, kılı-tüyü, tırnağı, yağı da haram değil midir?. Eti pis ve haram olanın diğer taraflarının da pis ve haram olmaması düşünülebilir mi?. Diyorlar ki, “eğer domuzun eti dışındaki yerler de pis ve haram olsaydı Allah bunu söylerdi. Kur’ân’a ilâve yapmak yanlıştır”. Oysa Kur’ân hakkındaki bu düşünce “modern” bir düşüncedir ve fitne üretmektedir. “Kur’ân’da her-şey söylenmiştir” düşüncesiyle irtibatlandırılarak domuz ürünleri hakkında böyle bir yargıya varılıyor. Oysa Kur’ân’ın “her-şey” dediği, “tüm her-şey” değildir. Bir âyetle bu konuyu açalım:

 

“Ey îman edenler!, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini (meyteten) yemeyi sever mi?. İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabûl edendir, çok esirgeyendir” (Hucûrat 12).

 

Allah, gıybet yapmayı, kişinin ölmüş olan kardeşinin etini (yada leşini) yemesine benzetiyor. Peki buradan, “kardeşin ölüsünün sâdece etini yeme”ği mi anlamalıyız?. Meselâ saçlarını, derisini, tırnaklarını, yağlarını, kemiklerini yemeyi anlamayacak mıyız?. Tüm bunlar da “leş”in parçaları değil midir?. Ölen kardeşin eti tiksindiricidir de diğer tarafları tiksindirici değil midir?. Öyleyse Allah -hâşâ- diğer taraflarını söylememekle, yâni ayrıntı verip, ölen kardeşin; “etini, tırnakları, saçlarını, kemiklerini yemek gibidir” demeyerek bir eksiklik mi yapmıştır?. Allah’ın kitabı olan Kur’ân, aptallara ve akılsızlara mı gelmiştir ki her ayrıntıyı detayıyla versin!. İnsan “leb” deyince leblebiyi anlayabilecek bir varlıktır. Akıl-akletmek yetisi buna yarar zâten.

 

Nûr sûresinin 31. âyetindeki “humur” (çoğulu “humur”, tekili “hımar”) kelimesinin “baş-örtüsü” anlamına gelmediği söyleniyor. “Baş-örtüsü anlamına gelmesi için, -yanlış ve komik bir şekilde- ‘humurun rass’ şeklinde yazılıp okunması gerekir” diyorlar ve ekliyorlar: “Kur’ân’daki “hımar” kelimesi ‘herhangi bir örtü’ anlamındadır, ‘başörtüsü’ anlamında değil”. Hımar’ın “başörtüsü” anlamına gelmesi için “humurun-ras” (“baş hımar”ı) şeklinde yazılması gerekiyormuş. Bu mantıkla, Türklerin de şapkaya; “baş şapkası” demeleri gerekir. Fakat bu çok komik olur. Çünkü şapka zâten kafaya-başa takılan bir eşyâdır. Bere, yazma, kasket, eşarp vs. gibi baş için kullanıldığı apaçık olan eşyâlar için de geçerlidir bu. Hiç kimse baş için üretildiği kesin olan bir eşyâyı başka bir yerine takacak değildir. İşte “hımar” da bu eşyâlar gibidir ve Araplar ve Ortadoğu’lular 4.000 yıldır hımar’ı başlarına takarlar-örterler ve zâten baş için üretmişlerdir. Artık hımar, “başa özel örtü” olmuştur ve adı da “baş”a gerek olmadan, sâdece “hımar”dır. Herkesin, baş için kullanıldığını görüp bildiği bir örtüdür hımar. Bu nedenle ayrıca başa bir vurgunun yapılması gerekmez. Çünkü bu, “başörtünü başına tak” demek gibi komik ve yanlış olur. Birisine; “çöpleri çöp tenekesine mi götürüyorsun?” demek nasıl saçma ise, “başörtüsünü (hımar) başına mı takacaksın?”, yada; “başörtüsü baş için midir?” demek de saçma olur. Başörtüsü tabî ki de başa takılacaktır. Başörtüsünü belimize takacak değiliz ya!. Meselâ kemeri boynumuza değil de belimize takarız, hem de “bel kemeri” demeden. Yine, çorabı da elimize değil de ayağımıza giyeriz ve çoraba “ayak çorabı” demeyiz. Hımar yâni başörtüsü de aynen bunun gibidir. Araplar için hımar’a ayrıca “baş” ifâdesinin eklenmesi ancak bir esprinin konusu olabilir.  

 

Kur’ân aptallara yada iki yaşındaki çocuklara hitâp etmiyor ki onlara; “Bak bu örtü=hımar, bu baş=rass içindir” diye ayrıntı kullansın. Arapçada “şapka” kelimesi “qabea” olarak söylenir. Fakat Araplar “gabea” kelimesini, “gabea-un ras” şeklinde söylemezler ki!. İşte “hımar” da böyledir. Hımar’ı, “hımar-un ras” şeklinde söylemek dil açısından hem yanlış hem de komiktir. Çünkü “rass” ile “hımar”, aynı yere yâni “baş”a atıf yapar. Bu apaçık gerçeğe rağmen müslümanların içinden, hem de Kur’ân ile haşır-neşir olanların hâlâ; “Kur’ân’da başörtüsü yoktur”, “hımar başörtüsü değil, sâdece örtü anlamındadır, çünkü ‘baş’ ifâdesi geçmiyor” demeleri, 1.400 yıl önceki Mekke-Medîne ortamının-kültürünün ve 23 yıllık “yaşanmışlığın” yok sayılmasından ve inkâr edilmesinden kaynaklanan bir hezeyandır. Kur’ân, gerçek bir hayâta inmiştir. Vahyin ilk muhâtapları “hımar” deyince onun ne olduğunu ânında anlıyorlardı. Bu nedenle de “Kur’ân’da her-şey vardır ve eksik yoktur. Eğer “hımar” baş-örtüsü olsaydı “ras”=”baş” kelimesi de eklenerek kullanılırdı” gibi gülünç bir mantık yürütmek yanlıştır.  

 

“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takvâ sâhipleriyle berâberdir” (Tevbe 36).

 

Kur’ân eksiksiz ise ve Kur’ân’da her-şey var ise, bu âyetin bahsettiği “haram aylar” hangileridir?. Kur’ân hem “ayların dört tânesi haram aydır” diyecek de bu ayların hangileri olduğunu söylemeyecek midir?. Şimdi Kur’ân eksik bir ifâde mi kullanmıştır yâni?. Tabî ki de hayır!. Kur’ân gerçek bir hayâta ve yaşanmışlığı indiği için, haram olan bu dört ayın hangisi olduğunu herkes bilmektedir zâten. Bu nedenle bu ayların adlarını yeniden söylemesinin bir anlamı yoktur. Günümüzde bu ayların hangileri olduğunu açıklayan bir-çok kaynak vardır ve bu kaynaklar birbiriyle çelişkili değildir. Bu dört haram ay herkesin bildiği gibi, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. Yine; “hac ayları” da böyledir. “Hac bilinen aylardadır” (Bakara 197) deniyor. Peki bu ayların hangileri olduğu Kur’ân’da yazmadığına göre, bu ayların hangileri olduğu nereden öğrenilecektir?. Tabî ki de târihten. Târihe bakınca bu ayların; Şevvâl, Zilkâde ayları ve Zilhicce’nin ilk on günüdür. E tabi, “sâdece Kur’ân” ve “Kur’ân’da her-şey var” diyenler klâsik târihe ve 1.400 yıl öncesine ve hele de “Arapların” uygulamalarına modernizmden kaynaklanan travmadan sebebiyle düşman olduklarından dolayı bak(a)mayınca, böyle apışıp kalıyorlar.

 

Kur’ân’da her-şeyin inceden-inceye ayrıntısıyla anlatılmasına gerek yoktur. Zîrâ Kur’ân, bir yaşamın ve yaşanmışlığın olduğu bir mekâna ve etli-kemikli olan yaşayan insanlara inmiştir. Bu nedenle de meselâ; ezanın nasıl olduğunu, namazın rekât sayılarını, zekât oranını, “nikâh yapın” demesine rağmen nikahın nasıl yapılacağını ve haram ayların isimlerini vermez. Zîrâ mâlûmu îlan etmeye gerek yoktur.

 

Şâtıbi, “Kur’ân’da her-şey var mı” sorusu bağlamında şunları söyler:

 

“Pek-çok insan. Kur’ân’a yaklaşımlarında haddi aşmış ve tabiat bilimleri, matematik, mantık, ilm-i huruf vb. gibi akla gelebilecek tüm ilimleri Kur’ân’a mâl-etmiştir. Daha önce zikredilen (şeriatın ve ilk muhâtaplarının ümmiliği) prensibi nazarı dikkate alındığında bu yaklaşımın sağlıklı olmadığı anlaşılır. Kaldı ki, sahabe, tabiin ve onları tâkip eden nesillerden oluşan selef âlimleri, Kur’ân’ı ve Kur’ân’daki ilimlerin inceliklerini en iyi bilen insanlardı. Ne ki, hiç-bir selef âliminden bu tür bir iddiâ bize intikâl etmemiştir. Eğer onlar ‘Kur’ân’da her-şeyin bilgisi mevcuttur’ şeklinde bir iddiada bulunmuş olsalardı, bir şekilde bize intikâl ederdi. Kuşkusuz, Kur’ân bir-takım ilimler içermektedir; fakat bunlar (nüzûl dönemi) Araplarının bildikleri ilimlerdir. Söz-konusu iddiânın sâhipleri, muhtemelen, ‘Biz sana her*şeyi açıklayıcı Kitab’ı indirdik’ (Nâhl 89); ‘Kitap’ta hiç-bir şeyi eksik bırakmadık’ (6. (En-âm 38) meâlindeki âyetleri delil göstermektedirler. Hâlbuki müfessirlere göre bu âyetlerde kastedilen anlam, yükümlülük ve Allah’a karşı kulluğu yerine getirmede gerekli olan hususlardır. Ayrıca ilgili âyetlerde zikri geçen ‘kitap’ lafzı da, (elimizdeki Kur’ân metnine değil) Levh-i Mahfûz’a delâlet etmektedir”.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Kur’ân’ın “eksiksiz” oluşu, onun pratikte de tezâhür etmesiyle tamamlanır. O hâlde bize “yetecek olan” ne “sâdece Kur’ân”, ne de “sâdece Sünnet”tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da sünnet denilen Peygamber örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Bir kesim, “hadisçilik-sünnetçilik” yaparak ve Kur’ân’ı yok sayarak işlevsiz bırakırken, diğer kısım da sünneti ve hadisleri “tümden” yok sayarak Kur’ân’ı işlevsiz bırakmaktadırlar.

 

“Biz ona Levhalar’da her-şeyden bir öğüt ve her-şeyin yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) ‘Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki en güzeliyle (buna) sarılsınlar. Size fâsıkların yurdunu pek yakında göstereceğim’ (dedik)” (A’raf 145).

 

Âyet, “Tevrat’ta da her-şey vardır” diyor. Yâni Tevratta da her-şey vardır. Kur’ân’da her-şey var ama Tevrat’ta da var. Şimdi, “Kur’ân’da her-şey var, o zaman niye Sünnetten bahsediyorsun diyenlere, “Tevrat’ta da her-şey var, o zaman niçin Kur’ân geldi ve niçin Peygamberimiz gönderildi” demek gerekir.

 

“Kur’ân’da her-şey var” ve “Kur’ân bize yeter” ise, neden yetmiyor da müslümanlar olarak perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Müslümanlar, son yıllarda sürekli Kur’ân okumasına ve “sâdece Kur’ân” demesine rağmen Dünyâ’daki maddî-mânevî hâl-i pür melâlinin nedeni nedir?. Kur’ân okunup durulmasına ve “tek kaynak” denilmesine rağmen iyilik adına herhangi bir değişme ve gelişme var mıdır?. Bir düzelme var mıdır?. Yoksa “sâdece Kur’ân”, sâdece gönülleri-zihinleri mi inşâ eder ve bunun için mi inmiştir?. Oysa “hayat kitabı” olan Kur’ân, iç-âlemlerden sonra hayâtı da inşâ etmesi için gelmiştir. Böyle bir hedefi vardır Kur’ân’ın. Hayâtı Kur’ân’la inşâ etmek, onun aynen Peygamber gibi okuyup hayâta geçirmekle olabilir. Peygamberin böyle bir örnekliği vardır ve tüm peygamberler gibi Peygamberimiz’in geliş nedeni de zâten budur:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ‘ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Evet; Kur’ân aptallara gelmediği için, 2+2’nin sonucunu söylemesine gerek yoktur. Aklı başında olan ve “modernizm” denen sapık ideolojiyle “akıl-travması” yaşamayan herkes, -Kur’ân söylemese de- 2+2’nin 4 olduğunu bilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2018

 

 

Devamını Oku »

20 Mayıs 2018 Pazar

Tasavvuf ve Sapma Noktası



“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).

Tasavvuf, TDK sözlüğünde; “Tanrı’nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışıyla açıklayan dînî ve felsefî akım, İslâm mistisizmi” diye geçer.

Aslında tasavvufun net bir tanımı yoktur. Târih boyunca herkes farklı bir tanım yapmıştır. Tasavvufun net bir tanımının olmaması, onun aslında “net bir öğreti” olmamasındandır; “ilâhi” olmamasındandır. Zîrâ ilâhi olan “çok net” olur. Bâtıl olan ise net değildir ve karmakarışıktır. Zâten hayâtiyetini de bu karma-karışıklığından alır. Tasavvufun bağlıları bu karma-karışıklık içinde boş-yere anlamlı bir şeyler bulmaya çalışırlar ve ömürlerini heder edip giderler.

Müslümanlar 13. yüzyılda Haçlı Seferleri ile yıprandılar ve ardından da Moğolların saldırıları ile kültür, sanat ve medeniyetlerini kaybettiler yada kültür ve medeniyetleri yıkılmaya yüz tutu. En son Osmanlı Devleti, bir-çok alanda iyi şeyler yapmış olmasına rağmen medeniyetin olmazsa-olmazı olan ilmî sahada pek de bir varlık göster(e)meyince, 18. yüzyılın başlarında ortaya çıkan “modern akım” karşısında dayanamadı ve duraklayıp gerilemeye başladı ve nihâyetinde de yıkıldı. 1800’lü yılların sonunda başlayan “İslâmî hareketler” bir “öze dönüş projesi” ile “düşülen yerden kalkmayı” denedi ama bir sinerji yakalamış olan bâtıl batı karşısındaki gayretleri kesin sonuca ulaşamadı.

Kitaptan ve sünnetten kopma, çok uzak olmayan vâdede büyük kopuşu ve yıkılışı da yanında getirir. Fakat İslâm’ın temelleri çok sağlam atılmıştı ve “halk tabanı” da samîmiyetini hâlâ sürdürüyordu. Bu-arada “gönüllerin fethinden” bağımsız “toprakların fethi” tüm hızıyla devâm ediyordu. “Gönüllerin fethinden” önce “toprakların fethine” kilitlenilmişti. İşte bunun sağladığı güç ile, dış etkiler çok da zorlanılmadan bertarâf edilebiliyordu. Yunan felsefesiyle gelen kültürel dalga ve haçlı-moğol saldırıyla gelen askerî-siyâsi dalga, İslâm temelinin sağlamlığı ve kitap-sünnete hâlâ îtîbar edildiğinden dolayı bertarâf edilebildi. Fakat özellikle ikinci dalga çok sarstı ve büyük yıkımlar getirdi. Aslında kanımca, Haçlı Seferleri ile yıpratılıp Moğol işgâlleriyle gelen yıkım, devleti olmasa da medeniyeti durdurmuş, hattâ büyük oranda yıkmıştır. Osmanlı belki biraz bunu tersine çevirebilmiştir fakat o da, askerî-siyâsi-yönetim-mîmâri-edebiyat yönünden çok zenginlik getirse ve bu alanda başarılı olsa da, ilim yönünden zayıf olduğu için medeniyeti yeniden diriltememiştir. Medeniyet sâdece savaşla-devlet ile kurul(a)maz, mutlakâ bir ilim, kültür, vicdan merhâmet de üretilmesi ve yayılması gerekir. Moğolların yaptığı yıkımlar içinde, çok zengin ve değerli kitapların bulunduğu kütüphâneler de vardır. Bir kütüphânenin yıkımı bir devletin yıkımı gibi kötü sonuçlar doğurur. İşte moğol işgâlleri ve saldırıları ilmi ve dolayısı ile medeniyeti sekteye uğrattığı için, devletler de sekteye uğradı ve sâdece “dış yönü” kurtarmanın yoluna düşüldü.

İslâm-medeniyeti târih boyunca sürekli yıkılmak istenmiş ve büyük oyunları -henüz sağlam bir yapısı olduğundan- Moğollara kadar engelleyip bozabilmiştir. Fakat gerek Haçlı Seferleri ve gerekse de Moğol işgâliyle birlikte yoğunlaşan bâtınî-mistik-tasavvufî heterodoks öğretilerle dirâyetlerini kaybeden İslâm toplumları, cihangir devletlerinin olmadığı bir zamanda Haçlı Seferleri ile yıpranmış ve Moğolların saldırılarıyla medeniyetleri çok büyük ölçüde dağılmış, bir daha da kendilerini “medeniyet” anlamında toparlayamamışlardır. Dünyâ’nın çeşitli yerlerine medeniyetlerini yayan müslümanlar, 15. yüzyılın sonlarına doğru Endülüs’ten de kovulunca artık ortada Osmanlı gibi güçlü bir devlet olsa da, gerçek anlamda bir medeniyet kalmamıştır. Zîrâ Osmanlılar her ne kadar; iyi devlet adamları yetiştirmiş, iyi bir devlet modeli sergilemiş, edebiyat alanında, mîmarlık alanında hârika eserler ortaya koymuşlarsa da, ilmî anlamda, Kur’ân/sünnet-merkezli ilim alanında yâni medeniyet anlamında pek bir-şey yapmadıklarından dolayı medeniyeti eski hâlinde diriltememişlerdir.

İslâm-medeniyetinin yıkılmasının baş-sorumlusu Moğollardır. Çünkü yaptıkları yıkım çok büyük bir yıkımdır. İbn-i Esir Moğol hezîmetini anlatırken şunları söyler:

“Bu felâket o kadar korkunç ve çirkin ki, bir-kaç sene bunları yazayım mı diye düşündüm. Yine de şimdi bunları hayli tereddüt içinde yazıyorum. Olay bir bakıma İslâm ve müslümanların ölümünü duyurmak gibidir ki bu kime kolay gelir, kimde dayanacak ciğer var ki?. Müslümanların içine düştüğü aşağılık durumun, herkes karşısında rezil ve rüsvâ olmanın trajedisini anlatsın. Keşki yaratılmasaydım. Keşki bu olaydan önce ölmüş olsaydım. Keşki unutup da bu elemli olayların hâtırâsı kafamdan silinip gitseydi. Fakat bâzı dostlarım bu felâket olaylarını yazmaya beni râzı ettiler. Yine de tereddüt içindeyim. Fakat gördüm ki yazmamakta hiç fayda yok. Bu öyle büyük bir belâ, öyle müthiş bir felâket ki, dünyâ-târihinde bir benzeri bulunamaz. Bu olaylar bütün insanlıkla ilgilidir. Fakat özellikle müslümanlarla ilgilidir. Eğer bir adam çıksa da, “Hz. Âdem’den bêri böyle bir belâ insanoğlunun başına gelmemiştir” diye iddia etse, bu yanlış bir iddia olmaz. Çünkü târihte böyle bir olayın en küçük benzeri bile görülmemiş, belki de kıyâmete kadar -Ye’cüc ve Me’cüc’ün dışında- aslâ böyle bir olay görülmeyecektir. Bu vahşî insanlar hiç kimseye acımadılar. Kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’l-lâhi’l-aliyyi’l-azîm”.

İşte tasavvufun palazlandığı zamanlar, her zaman, İslâm toplumunun zor duruma düştüğü, çöküntüde olduğu zamanlardır. (Tüm bâtınî akımlar da, devletlerin otoritesini yitirmeye başladığı ve yitirdiği zamanlarda palazlanmışlardır). Zâten bu zamanlarda işgâl kuvvetleri olan Haçlı-Moğol saldırıları zamânında düzen bozulduğu için fâkihler de etkisiz kalmışlardır. Aslında fâkihlerin etkisinde olması gerek tasavvuf ve tasavvufçular, işgâlcilerin de desteği ile fâkihleri etkisi ve güdümleri altına almışlardır. Böylece tasavvuf eleştiriden muaf kalmıştır. Eleştirilmeyen her düşünce mutlakâ sapar. İşte tasavvuf da böyle zor zamanlarda, ümmetin dara düştüğü zamanlarda palazlanıp görünür olmuştur ki, en güçlü(!) temsilcilerini, ümmetin en zor zamânı olan Moğol ve Haçlı Seferleri’nin olduğu zamanlarda çıkarmışlardır. İşte böyle zamanlarda fâkihler sinmiş ve tasavvufçular öne çıkmış ve işgâl kuvvetleri tarafından desteklenmiştir. Çünkü tasavvuf, yoruma çok açık olan bir düşüncedir ve işgâl kuvvetleri tüm zamanlarda olduğu gibi bu zamanlarda da bunu kullanmışlardır. Zîrâ yoruma çok açık olan bu tür düşünceler insanların direncini kırar ve mücâdele edemez duruma getirir. Böyle zor zamanlarda desteklenen tasavvufa katılımlar çoğalmış ve insanlar çokça tasavvufa meyletmiştir. Bu da tasavvufa sözde bir meşrûiyet sağlamıştır. Artık kitap ve sünnetten kopularak; tecelli, ilham, keşf vs. gibi şeylerle halkın dînî tasavvuru şekillendirilmeye başlanmış ve bu durum bir “eylemsizlik” olarak tezâhür etmiştir. Böylece işgâlci kuvvetlerin işi çok kolaylaşmıştır. Zâten 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı’nın kaybedilmesinin nedeni, dirâyetlerini ve iç-enerjilerini kaybeden müslümanların, ya ihânet etmesi yada yeterli direnişi gösterememesi nedeniyledir. Yoksa Selçuklu ordusu daha güçlü olarak çıkmıştı savaş meydanına.

Yine; Abbâsiler zamânında ortaya çıkan Karmati (870-983) ve Zenc İsyânı (869-883) gibi, devletin zora düştüğü zamanlarda da tasavvufun sesi yükselmeye başlamıştır. Devletin adâletsizliğine ve zulmüne karşı bir eleştiri, îtirâz ve isyân yükseltilebilir tabi ama bu isyân, Kur’ân ve Sünnet merkezli olmak zorundadır; sapık bâtınî-tasavvufi telâkkiler merkezli değil. Bu zor dönemler, tasavvufun ulularından Beyazid-i Bistâmi (800-874) ve Hallac-ı Mansur (858-922) gibi kişileri çıkarmıştır. Devlet ve ümmet ne zaman ki zora düşmüş, tasavvufun önde gelenleri ortaya çıkmıştır. 

Tabi bu-arada tasavvufa karşı olanlar da çıktı ve tasavvufu reddetti. Bu kişiler zâten Haçlılar ve Moğollar zamânında tepkilerini ortaya koydular ve halkla birlikte bu işgâlcilere karşı direniş gösterdiler ve hattâ bir-çoğu da işgâlcilere karşı savaştılar ve öldüler. İlginçtir ki, tasavvufun önde gelen uluları, işgâlcilere karşı savaşanlara çok küstahça davranmışlar ve onları gerek sözleriyle hicvetmişler, gerekse de işgâlcilerle iş-birliği yaparak onlara tuzaklar kurmuşlardır.

Modern zamanlarda da yine tasavvuf ve bunun yanında, desteklenen; “modern, ılımlı, lâik, demokratik, protestan İslâm, Anadolu İslâm’ı” sloganıyla ve “sâdece Kur’ân” söylemiyle Peygamber yok sayılarak, amel ve eylemden kopuk bir din anlayışı, hayâta dönük olmayan bir din tasavvuru oluşturulmakta ve halkın direnci yine kırılmaya çalışılmaktadır. Ne yazık ki bir miktar da yol aldılar bu tezgâhı plânlayanlar. Peygamber demek, “vahiy-merkezli amel-eylem yâni pratik” demektir ki, Kur’ân-merkezli bu pratik mutlakâ bâtıla gâlip geleceğinden dolayı, bâtıl, “sünnet” denilen peygamber pratikliğini blôke etmek istemiştir tüm zamanlarda. Bu nedenle bâtıl, bir zamanlar tasavvufu kullanırken, şimdi ise, tasavvufun yanında, “peygambersiz din” anlayışını desteklemektedir. Böylece müslümanlar amel ve eylem düşüncelerinden koparak ve direniş göstermeyerek, kâlplerine ve zihinlerine hapsolmakta, emperyâl güçler de işgâllerini rahatça yapacak alanı bulabilmektedirler.

Peygamber’in değersizleştirilme ameliyesi, onu insanlığından çıkararak “aşırı yüceltme” şeklinde tasavvufla (sonra da târikatlarla) açığa çıktı yada fazlalaştırıldı. Zamanla tasavvufun önderleri, peygamberlerden bile üstün tutulmaya başlandı. Onların sîretleri, peygamberlerin sîretlerinden üstün gösterilmeye ve görülmeye başlandı. Artık herkes Peygamber’in Kur’ân-merkezli sünnetine göre değil, tasavvuf önderlerinin nefs-merkezli sünnetine göre düşünmeye, konuşmaya ve hareket etmeye başladı. Bu durum modern zamanlarda da, batı’nın “tasavvuf üzerinden İslâm’ı ılımlılaştırması ameliyesi” ile devâm etmektedir.

Haçlı Seferleri’nin târihleri şu şekildedir: 1.Haçlı Seferi: 1096-1099; 2. Haçlı Seferi: 1147-1149; 3. Haçlı Seferi: 1189-1192; 4. Haçlı Seferi: 1202-1204; 5. Haçlı Seferi: 1217-1221; 6. Haçlı Seferi 1228-1229; 7. Haçlı Seferi: 1248-1254;  8. Haçlı Seferi: 1268-1270. Moğol işgâli ise 1229’da başlamış ve Memluklu Baybars’ın onları 1260’da Ayn Calut’ta durdurmasına kadar aktif olarak sürmüştür. O hâlde saldırı ve işgâl, 1096-1260 arasında olmuştur. Peki bu dönemde yaşayan tasavvufun uluları ne yapıyorlardı?. Meselâ bu dönemde yaşayan; İbn-i Arabi (1165-1240); Celâleddin Rûmi (1207-1273); Yûnus Emre (1241-1321) ne yapıyordu?.

İbn-i Arabi, meselâ 6. haçlı seferinde nerededir, sefer için ne demiştir ve ne yapmıştır?. Somut bir mücâdeleye girişmiş midir?. Yoksa şirke zirve yaptıran düşüncelerini geliştirmekle ve sapık kitaplarını yazmakla mı meşgûldür?. Böyle zamanlarda ortam çok uygun olduğundan dolayı, tasavvufçular düşüncelerini istedikleri gibi şekillendirirler ve söyleyip yazabilirler. Zîrâ onları uyaracak fâkihlerin sözü dinlenmemektedir. Onları cezâlandıracak otoritenin ise işgâlcilere karşı yoğun uğraşı vardır.

Ya diğerleri?. O sırada ne yapmaktadırlar?. Anadolu’ya gelen Moğollarla 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı’nda ve sonrasında, -güyâ- gavs-ı azam ve kutbûl aktab olan, “mânâ âlemlerinin efendisi” olan, Celâleddin Rûmi ve Yûnus Emre ne yapmaktadır?. “Kâinâtı ellerinde tespih gibi oynayanlar”, zulmü çeşitli şekillerde ortaya koyan Moğollar karşısında ne yapmışlardır?. Moğolları bir bedduayla, bir savuruşla savurmamışlar mıdır?. Tabî ki de hayır!. Tam tersine; Celâleddin Rûmi, Şems’in ayartmasıyla Moğolların ajanlığını yapmış  ve onlara umduklarından çok daha geniş bir alan açmakla uğraşmıştır. Tabî ki bunun ödülünü de fazlasıyla almıştır.

Celâlaeddin Rûmi ve Yûnus Emre zamânında ortaya çıkan ve Haçlı Seferleri’yle yıpranan Anadolu ve İslam coğrafyasının batı ucu, Moğol işgâline dayanamamış ve devlet ve medeniyet olarak çökmüştür. Bu işgâllere karşı direnen gerçek âlimler ve mücâhitlerle aynı zamanda yaşayan tasavvufun büyükleri(!), sapık kitaplarını yazmakla, şiirlerini söylemekle ve Moğollara ajanlık yaparak onlara alan açmakla meşgûldüler. Memleket-memleket gezip şiirler söyleyerek halka sabır diliyorlardı. Oysa yapmaları gereken şey, zulme ve işgâle karşı hem kendileri direnişe geçmeleri, hem de halka bunu aşılamalarıydı. Bakın, tasavvufçuların “düşman” olarak gördüğü İbn-i Teymiye’ye (1263-1328), Moğolların saldırıları karşısında, “âlimliğin bir gereği olarak” kalemi ve kâğıdı bırakıp, kılıcını kuşanmış ve yalın-kılıç savaşmak için yola düşmüştür. Yine âhiler de Moğollara karşı direnmişler ve savaşmışlardır ki bu direnişe Bacıyân-i Rûm denilen kadınlar bile katılmıştır. Başta Peygamberimiz olmak üzere, tüm peygamberler dâhi kendi zamanlarındaki küfre, şirke, adâletsizliğe, zulme ve şer güçlere karşı “var güçleriyle” savaşmışlardır da, tasavvufun bu sözde büyükleri(!)ni niye hiç savaşırken görmüyoruz?. Bir zâlime-zulme karşı çıktıkları ve kılıç salladıkları görülmüş müdür?. Tabî ki de hayır!. Çünkü onlar hep işgâlciler için çalışmışlardır.

Zamânında halk, Haçlıların, Moğolların işgâlleri altındayken ve çeşitli şekillerde zulüm görürlerken; herkesin “büyük âlim” zannettiği tasavvuf büyükleri(!), sapık düşünceler üretiyor, zulmü yapan zâlimleri; velî, kutlu kişi ve hattâ peygamber îlan ediyorlardı. İbn-i Teymiye gibi âlimler ise, yalın-kılıç savaş meydanlarında cenk ediyorlardı. Moğolların-Haçlıların işgâllerini, yıkımlarını, tecâvüzlerini; “kader”, “Allah’ın sopası” vs. olarak görenler, onları “potansiyel müslümanlar olarak değerlendirip, lîderlerini velilik ve hattâ peygamberlik konumuna sokuyorlardı. Bu hâl el-an devâm etmektedir. Entelektüeller zâlimlere alan açıp uşaklık yaparken, gerçek âlimler ise, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmişlerdir-etmektedirler tüm zamanlarda. Celâleddin Rûmi, müslüman halkı kırıp geçiren ve onlara her türlü zulmü yapan Moğolların komutanı Baycu Noyan’ı “ulu kişi”; Cengiz Han’ı da “peygamber” olarak göstermiştir. Bu bir hastalıktır, cehâlettir, sapıklıktır, yalakalıktır. O hâlde Celâleddin Rûmi’yi Moğol, İbn-i Arâbi’yi “haçlı ajanı” olarak suçlayanların haklılık payları vardır.

Tasavvuf, düşüncede mânâ-değer-hiçlik iddiâsındayken, amel-eylemde, modern ve konjonktüreldir. İşte tasavvufun ana sorunu ve sapmasının nedeni budur. Celâleddin Rûmi, “ne olursan ol gel” diyor ama, Moğollardan başkasını da çağırmıyor ve destek olmuyor bu yüzden. Böylece düşüncesi ve ameli de, konjonktüre ve güce göre şekillenmiş oluyor. 

Tasavvufta bir -sözde- hoşgörü vardır. Her türlü zulmü “lâ fâile illallah” ile hoşgörürler. Ne de olsa “yapan-eden Allah” ya; bu nedenle kim ne yaparsa-yapsın hoşgörülmelidir. Böyle düşünüverdiğinizde hoşgörüverirsiniz. Hâlbuki tasavvufçular, kendisine yapılan en küçük bir hatâyı bile affetmezler ve kendilerine gelen bir sıkıntı için “bu da Allah’tan” demezler. Dosta düşmanlık, düşmana dostluk yapmak tasavvufun alâmet-i fârikasıdır. Celâleddin Rûmi’nin hoşgörüsü, sâdece Moğollara karşı gösterdiği bir hoşgörüdür, yâni egemenlere gösterdiği hoşgörü.

Hümanizmin ve hoşgörünün sözde büyük temsilcilerinden Celâleddin Rûmi’nin hoşgörüsü, sâdece Moğollara ve onların uşaklarına karşı gösterdiği bir hoşgörüdür. Kâfirlere ve zâlimlere gösterdiği hoşgörü. Moğollara karşı savaşan müslümanlara ise, hoşgörü göstermesi şöyle dursun, onları düşman bellemiştir. Bu nedenle de Moğol emperyâlistlerine ajanlık yapmıştır. Zâten küresel emperyâlistlerin Celâleddin’i bu kadar sevmelerinin nedeni de, işgâlcilere karşı gösterilen bu hoşgörüdür. Zîrâ bu hoşgörünün özelliği, emperyâl siyâsete geniş alanlar açabilme düşüncesi ve özelliği taşımasıdır. Celâleddin işte bu nedenle sevilmektedir. Yoksa onun kara-kaşına kara gözüne hevesli değillerdir. “Mevlâna yılı”, “Yesevi yılı” îlan etmeleri, paraların önüne-arkasına Yûnus’un resmini koyarak onları öne çıkarmaları ve gündeme getirmeleri, halkın onlara teveccüh etmesi ve böylece tasavvufun ulularının emperyâlizme alan açan düşüncelerini benimsemelerini sağlamak içindir. Onları hoşgörünün yıldızları olarak göstermişlerdir. Oysa hoş(t)görülü Celâleddin, oğlu Alâaddin’e bile hiç hoşgörü göstermemiş ve onu sevdiği kızdan ayırmıştır. Güyâ “aşk adamı” olan Celâleddin, Kimyâ Hâtun ile oğlu Alâaddin arasındaki sevgiyi-aşkı görmezden gelerek, Kimyâ Hâtun’u, Şems’e vermiştir. Şems ise Kimyâ hâtunu döve-döve öldürmüştür. Hay böyle hoşgörünün…!.

Emperyâlist işgâlcilere yapmadıkları yalakalıkları bırakmayan tasavvufun uluları, Allah’ın bu konudaki âyetlerini dikkate almamışlardır tabî ki. Çünkü Allah, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin der:

“Ey îman edenler, mü’minleri bırakıp kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ 144).

Tasavvufun bu ulularını tâkip edenler de bunlar kadar suçludurlar. Çünkü onların tabanlarını oluşturmakta ve misyonlarını devâm ettirmektedirler. Bu durum belki de bir cezâ olarak onları ilah edinmeye kadar da varmıştır:

“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir” (Tevbe 31).

Heterodoks düşüncede bir ihtilâl geleneği vardır. Fakat heterodoksinin ihtilâlciliği hep “kitap-merkezliliğe” karşıdır. İslâm düşmanı zâlimlere karşı yaptıkları bir darbe ve ihtilâlleri yoktur. Zîrâ onlara sürekli olarak hoşgörü gösterirler. Mağlûplar ve ezikler düşmanlarına hoşgörü gösterirlerken, dostlarına ise düşmanlık gösterirler. Stockholm Sendromu “hoşgörü” konusunda da açığa çıkmaktadır. Kendisini öldürmeye geleni gülle karşılamak, hoşgörücülerin normâl ve doğal işleridir.

Hoşgörmeye bir başladınız mı hoşgörülmeyecek bir şey kalmaz ve “kaliteli bir münâfık” olur çıkarsınız. Zîrâ hoşgörü, dinden tâviz vermeden olmaz.

Evet; tasavvuf bir “tâviz verme dîni”dir ve zâten sapması da böyle başlamış ve devâm etmektedir.

“..Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur” (Zümer 23).

En doğrusunu sadece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Şubat 2018


Devamını Oku »

19 Mayıs 2018 Cumartesi

Nüzûl Sırasına Göre Kur’ân’da Servet ve Mülk İle İlgili Âyetler




(Not: Âyetler Ali Bulaç mealinden alınmıştır. Nüzûl sırası Mustafa İslamoğlu tertibine göre yapılmıştır).

MEKKE DÖNEMİ

2- Alâk

6- Hayır; gerçekten insan, azar. 
7- Kendîni müstağni gördüğünden.

4- Müddesir

40- Onlar cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar.  
41- Suçlu-günahkârları; 
42- ‘Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?’.  
43- Onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ dediler.         
44- ‘Yoksula yedirmezdik’.        
45- ‘(Bâtıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik’.    
46- ‘Din (hesap ve cezâ) gününü yalan sayıyorduk’.        
47- ‘Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı’.

10- Leyl

4- Gerçekten sizin çabalarınız (çelişkili, parça-parça) darmadağınıktır.     
5- Fakat kim verir ve korkup-sakınırsa,   
6- Ve en güzel olanı doğrularsa,
7- Biz de onu kolay olan için başarılı kılacağız.   
8- Kim de cimrilik eder, kendîni müstağni görürse,          
9- Ve en güzel olanı yalan sayarsa,       
10- Biz de ona en zorlu olanı (azâba uğramasını) kolaylaştıracağız.
18- Ki o, malını vererek temizlenip-arınır.
19- Onun yanında hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nîmeti (borcu) yoktur.          
20- Ancak yüce Rabbinin rızâsını aramak için (verir).      
21- Muhakkak kendisi de ileride râzı olacaktır.

11- Fecr

17- Hayır; aksine, siz yetime ikrâm etmiyorsunuz.         
18- Yoksula yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.           
19- Mirâsı, sınır tanımaz (helâl, haram aldırmaz) bir tarzda yiyorsunuz.    
20- Malı ‘bir yığma tutkusu ve hırsıyla’ seviyorsunuz.

14- Âdiyât

6- Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür.    
7- Ve gerçekten, kendisi buna şâhiddir. 
8- Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır.

16- Tekâsür

1- (Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi ‘tutkuyla oyalayıp, kendînizden geçirdi’.
2- ‘Öyle ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü’.
8- Sonra o gün, nîmetten sorguya çekileceksiniz.

17 Mâûn

1- Dîni yalanlayanı gördün mü?. 
2- İşte yetimi itip-kakan,
3- Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur.
7- Ve ‘ufacık bir yardımı (veyâ zekâtı) da’ engellemektedirler.

19- Tebbet

1- Ebu Leheb’in iki eli kurusun; kurudu ya.         
2- Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı.

26- Necm

33- Şimdi, o yüz çevireni gördün mü?.   
34- Azıcık verdi ve gerisini kaya gibi sımsıkı elinde tuttu.
39- Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur.   
40- Şüphesiz kendi emeği (veyâ çabası) görülecektir.
48- Doğrusu, muhtâç olmaktan O kurtardı ve sermâye verip-hoşnut kıldı.

27- Abese

5- Fakat kendîni müstağni gören (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmadığını sanan) ise,        
6- İşte sen, onda ‘yankı uyandırmaya’ çalışıyorsun.
7- Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne?.

34- Hümeze

1- Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay hâline;         
2- Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.     
3- Gerçekten malının kendisini ebedî kılacağını sanıyor.

37- Beled

5- O, hiç kimsenin kendisine aslâ güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?.      
6- O: ‘Yığınla mal tüketip-yok ettim’ diyor. 

39- Yâsin

47- Ve onlara: ‘Size Allah’ın rızık olarak verdiklerinden infâk edin’ denildiği zaman, o inkâr edenler îman edenlere dediler ki: ‘Allah’ın, eğer dilemiş olsaydı yedireceği kimseyi biz mi yedirecek mişiz?. Gerçekten siz, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz’.

40- Furkân

2- Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, her-şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.
26- İşte o gün, gerçek mülk, Rahmân (olan Allah)ındır. İnkâr edenler için oldukça zorlu bir gündür.
67- Onlar, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur.

42- Fâtır

13- (Allah) Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar; Güneş’i ve Ay’ı emre âmâde kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte bunları (yaratıp düzene koyan) Allah sizin Rabbinizdir; mülk O’nundur. O’ndan başka taptıklarınız ise, ‘bir çekirdeğin incecik zarına’ bile mâlik olamazlar.
15- Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtâçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır, Hamid (övülmeye lâyık)tır.

44- Tâ-Hâ

120- Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?’.
131- Onlardan bâzı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünyâ-hayâtının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.

45- Hâkka

25- Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: ‘Bana keşke kitabım verilmeseydi’.    
26- ‘Hesâbımı hiç bilmeseydim’.
27- ‘Keşke o (ölüm her-şeyi) kesip bitirseydi.     
28- ‘Malım bana hiç-bir yarar sağlayamadı’.

46- Meâric

15- Hayır; (hiç-biri kabûl edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır-cayır yanmakta olan ateştir:        
16- Başın derisini kavurup-soyar.           
17- Yüz çevirip arkasını döneni çağırır-durur.       
18- (Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üstü-üste) yığmakta olanı.
19- Gerçekten, insan, ‘bencil ve hâris’ olarak yaratıldı.
20- Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryâdı basar.
21- Ona bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (veyâ cimrilik eder).
22- Ancak namaz kılanlar hâriç;
23- Ki onlar, namazlarında süreklidirler.  
24- Ve onların mallarında belirli bir hak vardır:     
25- Yoksul ve yoksun olan(lar)için.
             
50- Vâkıa

45- Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı.

51- Şuârâ

128- ‘Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?’. 
129- ‘Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı edîniyorsunuz?’.

54- Kamer

55- Çok kudretli, mülkünün sonu olmayan (Allah)ın yanında doğruluk makâmındadırlar.

55- Sâd

9- Yoksa, güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan Rabbinin hazîneleri onların yanında mıdır?.
10- Yoksa göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı?. Öyleyse, sebepler içinde (bir imkân ve güç bularak göğe) yükselsinler.

56- A’raf

48- Burcun üstündeki adamlar, yüzlerinden tanıdıkları (ileri gelen bir-takım) adamlara seslenerek derler ki: ‘Ne (güç ve servet) toplamış olmanız, ne büyüklük taslamanız (istikbârınız) size bir yarar sağlamadı’.

59- Tûr

37- Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mıdır?. Yoksa üstün güç (her-şeyin denetim ve yönetim) sâhipleri kendileri midir?.

60- Mülk

1- Mülk elinde bulunan (Allah) ne yücedir. O, her-şeye güç yetirendir.

62- Kehf

34- (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm”.      
35- Kendi nefsinin zâlimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): ‘Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum’ dedi.           
36- ‘Kıyâmet-saati’nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım’.

64- Nûh

21- Nûh: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyân ettiler; mal ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular’.

67- Kasas

76- Gerçek şu ki, Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: ‘Şımararak sevinme, çünkü Allah şımararak sevince kapılanları sevmez’.   
77- ‘Allah’ın sana verdiğiyle âhiret yurdunu ara, Dünyâ’dan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de ihsânda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah bozgunculuk yapanları sevmez’.   
78- Dedi ki: ‘Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir’. Bilmez mi ki, gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkârlardan kendi günahları sorulmaz.          
79- Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârûn’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler.
80- Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler.          
81- Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi.       
82- Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lutfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar.

68- İsrâ

16- Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun ‘varlık ve güç sâhibi önde gelenlerine’ emrederiz, böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.
26- Akrabâya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma.         
27- Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür. 
28- Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti beklerken (darlıkta olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda onlara yumuşak söz söyle.       
29- Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.  
30- Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir.
100- De ki: ‘Eğer siz Rabbimin rahmet hazînelerine mâlik olsaydınız, bu durumda harcama endişesiyle gerçekten (cimrilik edip elinizde) tutardınız. İnsan pek cimridir.
111- Ve de ki: ‘Övgü (hamd), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyâcı) bulunmayan Allah’adır’. Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et.

69-Yûnus

58- De ki: ‘Allah’ın bol ihsânıyla (fazlıyla) ve rahmetiyle, yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp yığmakta olduklarından hayırlıdır’.
68- ‘Allah çocuk edindi’ dediler. O, (bundan) yücedir; O, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Kendînizde buna ilişkin bir delil de yoktur. Allah’a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?.

72- Hicr

88- Sakın onlardan bâzılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü’minler için de (şefkat) kanatlarını ger.

73- En-âm

6- Kendilerinden önce nice nesilleri yıkıma uğrattığımızı görmüyorlar mı?. Sizi yerleşik kılmadığımız bir biçimde onları yeryüzünde (büyük bir güç ve servetle) yerleşik kıldık; gökten üzerlerine sağanak (bol yağmurlar) yağdırdık, nehirleri de altlarından akar yaptık. Ama günahları nedeniyle onları yıkıma uğrattık ve arkalarından başka nesiller (inşâ edip) vâr ettik.
12- De ki: ‘Göklerde ve yerde olanlar kimindir?’. De ki: ‘Allah’ındır’. O, rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizi kendisinde şüphe olmayan kıyâmet gününde elbette toplayacaktır. Nefislerini hüsrâna uğratanlar, işte onlar inanmayanlardır.
73- O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O’nun ‘ol’ dediği gün (her-şey) oluverir, O’nun sözü haktır. Sur’a üfürüldüğü gün, mülk O’nundur. O, gaybı ve müşâhede edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sâhibi olandır, haberdar olandır.

74- Nahl

71- Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?.

76- Sebe’

31- İnkâr edenler dedi ki: ‘Biz kesin olarak, ne bu Kur’ân’a inanırız, ne ondan önceki (indirile)ne’. Sen o zulmedenleri, Rableri huzûrunda tutuklanmış olarak görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler). Za’fa uğratılan (müstaz’af)lar, büyüklük taslâyanlara derler ki: ‘Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mü’min (kimse)ler olurduk’.       
32- Büyüklük taslâyanlar, za’fa uğratılan (müstaz’af)lara dediler ki: ‘Size hidâyet geldikten sonra, sizi biz mi ondan alıkoyduk?. Hayır, siz (zaten) suçlu-günahkârlardınız’.          
33- Za’fa uğratılanlar da büyüklük taslâyanlara: ‘Hayır, siz gece ve gündüz hîleli düzenler (kurup) bizim Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz’ dediler. Azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını saklarlar; biz de inkâr edenlerin boyunlarına halkalar geçirdik. Onlar, yaptıklarından başkasıyla mı cezâlandırılacaklardı?.  
34- Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlakâ oranın ‘refah içinde şımaran önde gelenleri’: ‘Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz’ demişlerdir.      
35- Ve: “Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azâba uğratılacak da değiliz” de demişlerdir.  
36- De ki: ‘Şüphesiz benim Rabbim rızkı dilediğine genişletir-yayar ve kısar da. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar’.
39- De ki: ‘Şüphesiz benim Rabbim, kullarından rızkı dilediğine genişletip-yayar ve ona kısar da. Her neyi infâk ederseniz, O (Allah), yerine bir başkasını verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır’.

77- Zümer

6- Sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan kendi eşini vâr etti ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur. Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz?.
52- Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve (dilediğine) kısar da. Şüphesiz bunda, îman eden bir kavim için gerçekten âyetler vardır.

78- Mü’min (Ğâfir)

16- O gün, orta yere çıkarlar. Onlardan hiç-bir şey Allah’a karşı gizli kalmaz. (Allah sorar:) ‘Bugün mülk kimindir?. Bir olan, Kahhar olan Allah’ındır’.
29- ‘Ey Kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde hüküm sâhibi kimselersiniz. Fakat bize Allah’tan dayanılmaz bir azab gelecek olursa bize kim yardım edecek?’. Firavun dedi ki: ‘Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum’.
48- Büyüklenen (müstekbir)ler derler ki: ‘Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık)’.

81- Fussilet

15- Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: ‘Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?’. Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah’ı görmediler mi?. O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim âyetlerimizi (bilerek) inkâr ediyorlardı.

82- Şûrâ

4- Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. O, yücedir, büyüktür.
27- Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O, kullarından haberi olandır, görendir.
49- Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler armağan eder, dilediğine de erkek armağan eder.

83- Zuhrûf

33- Eğer insanlar (Allah’a karşı isyânda birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahmân’ı (Allah’ı) inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık.
34- Evlerine kapılar ve üzerinde yaslânıp-dayanacakları koltuklar,
35- Ve (daha nice) çekici-süsler (de verirdik). Bütün bunlar, yalnızca dünyâ-hayâtının metaıdır. Âhiret ise, Rabbinin katında muttakîler içindir.
85- Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan (Allah) ne yücedir. Kıyâmet-saatinin ilmi O’nun katındadır ve O’na döndürüleceksiniz.
             
87- Zâriyât

19- Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı.

88- Rûm

26- Göklerde ve yerde olanlar O’nundur; hepsi O’na ‘gönülden boyun eğmiş’ bulunuyorlar.
37- Görmüyorlar mı ki, Allah, dilediğine rızkı yayıp-genişletir ve kısar da. Şüphesiz bunda, îman eden bir kavim için gerçekten âyetler vardır.   
38- Öyleyse yakınlara hakkını ver, yoksula da, yolcuya da. Allah’ın yüzünü (rızâsını) isteyenler için bu daha hayırlıdır ve felâha erenler onlardır.
39- İnsanların mallarından artsın diye verdiğiniz fâiz Allah katında artmaz. Ama Allah’ın yüzünü (rızâsını) isteyerek verdiğiniz zekât ise, işte (sevablarını ve gelirlerini) kat-kat arttıranlar onlardır.

89- Ankebût

62- Allah, kullarından dilediğine rızkı yayıp-genişletir, (ve) kısar da. Şüphesiz Allah her-şeyi bilendir.

90- Mutaffifîn

1- Eksik ölçüp tartanların vay hâline,      
2- Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar.      
3- Onlara ölçtüklerinde veyâ tarttıklarında eksiltirler.

MEDÎNE DÖNEMİ

91- Hacc

56- Mülk, o gün yalnızca Allah’ındır. O, aralarında hükmedecektir. Artık îman edip sâlih amellerde bulunanlar; nîmetlerle donatılmış cennetler içindedirler.

92- Muhammed

37- Eğer sizden onları(n tümünü) isteyip sizi çıplak bırakacak olursa, cimrilik edersiniz ve sizin kinlerinizi de ortaya çıkarmış olur.           
38- İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infâk etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bâzılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar.

93- Teğâbün

1- Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd (övgü) O’nundur. O, her-şeye güç yetirendir.

94- Bakara

107- (Yine) Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka velîniz ve yardımcınız yoktur.
116- Dediler ki: ‘Allah oğul edindi’. O, (bu yakıştırmadan) yücedir. Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur, tümü O’na gönülden boyun eğmişlerdir.
195- Allah yolunda infâk edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.
215- Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘Hayır olarak infâk edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir’.
219- Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: ‘Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür’. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz;
254- Ey îman edenler, hiç-bir alış-verişin, hiç-bir dostluğun ve hiç-bir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin. Kâfirler... Onlar zulmedenlerdir.
261- Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tâne bulunan bir tek tânenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat-kat arttırır. Allah (ihsânı) bol olandır, bilendir.
262- Mallarını Allah yolunda infâk edenler, sonra infâk ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
264- Ey îman edenler, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infâk eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiç-bir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet vermez.
265- Yalnızca Allah’ın rızâsını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip- güçlendirmek için mallarını infâk edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin örneğine benzer ki ona sağnak yağmur isâbet etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir.
267- Ey îman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infâk edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır, övülmeye lâyık olandır.
270- Her neyi nafaka olarak infâk eder ve adak olarak neyi adarsanız, muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.
271- Sadakaları açıkta verirseniz ne iyi; fakat gizleyip fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. O, günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.    
272- Onların hidâyete ermesi, senin üzerinde (bir yükümlülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini hidâyete erdirir. Hayır olarak her ne infâk ederseniz, kendîniz içindir. Zâten siz, ancak Allah’ın hoşnutluğunu istemekten başka (bir amaçla) infâk etmezsiniz. Hayırdan her ne infâk ederseniz -haksızlığa (zulme) uğratılmaksızın- size eksiksizce ödenecektir.  
273- (Sadakalar) Kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.       
274- Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infâk ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
276- Allah, fâizi yok eder de, sadakaları arttırır. Allah, günahkâr kâfirlerin hiç-birini sevmez.
277- Îman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.           
278- Ey îman edenler, Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden artakalanı bırakın.  
279- Şâyet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Resûlüne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz.         
280- Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) Sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.   
281- Allah’a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır.
             
95- Enfâl

41- Bilin ki, ‘ganîmet olarak ele geçirdiğiniz’ şeylerin beşte biri, muhakkak Allah’ın, Resûlün, yakınların, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Eğer Allah’a, hak ile bâtılın birbirinden ayrıldığı gün, iki ordunun karşı-karşıya geldiği günde (Bedir’de) kulumuza indirdiğimize îman ediyorsanız (ganîmeti böyle bölüşün). Allah, her-şeye güç yetirendir.

96- Hadîd

2- Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Diriltir ve öldürür. O, her-şeye güç yetirendir.
5- Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. (Sonunda bütün) işler Allah’a döndürülür.
7- Allah’a ve Resûlü’ne îman edin. ‘Sizi kendilerinde halifeler kılıp harcama yetkisi verdiği’ şeylerden infâk edin. Artık sizden kim îman edip infâk ederse, onlara büyük bir ecir vardır.
10- Size ne oluyor ki, Allah yolunda infâk etmiyorsunuz?. Oysa göklerin ve yerin mîrası Allah’ındır. İçinizden, fetihten önce infâk eden ve savaşanlar (başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak sonradan infâk eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah, her birine en güzel olanı vâdetmiştir. Allah, yaptıklarınızdan hâberdardır.
18- Gerçek şu ki, sadaka veren erkekler ile sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel bir borç verenler; onlar için kat-kat arttırılır ve ‘kerîm (üstün ve onurlu)’ olan ecir de onlarındır.
23- Öyle ki, elinizden çıkana üzüntü duymayasınız ve size (Allah’ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslâyıp böbürleneni sevmez.    
24- Ki onlar, cimrilik ederler ve insanlara cimriliği emr (tavsiye) ederler. Her kim yüz çevirirse, artık şüphesiz Allah, Ğaniy (hiç-bir şeye muhtâç olmayan), Hamid (övülmeye lâyık olan) O’dur.

97- Nûr

42- Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır ve dönüş yalnızca O’nadır.

98- Âl-i İmran

14- Kadınlara, oğullara, kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünyâ-hayâtının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır.          
15- De ki: ‘Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi?. Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızâsı vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir’.
26- De ki: ‘Ey mülkün sâhibi Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, her-şeye güç yetirensin’.
92- Sevdiğiniz şeylerden infâk edinceye kadar aslâ iyiliğe eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.
129- Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ındır. Kimi dilerse bağışlar, kimi dilerse azablandırır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
180- Allah’ın, bol ihsânından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrası Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.  
181- Andolsun; ‘Gerçek, Allah fakirdir, biz ise zenginiz’ diyenlerin sözlerini Allah işitmiştir. Onların bu sözlerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve: ‘Yakıcı azâbı tadın’ diyeceğiz.
189- Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, her-şeye güç yetirendir.

100- Cum’a

11- Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah’a ve İslâm’a teslim etmeyenler) bir ticâret yada bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: ‘Allah’ın katında bulunan, eğlenceden ve ticâretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır’.

102- Haşr

7- Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabâlığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır.
8- (Bundan başka bu mallar,) Hicret eden fakirleredir ki, onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsân) arayıp, Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sâdık olanlar bunlardır.

103- Münâfikûn

7- Onlar ki: ‘Allah’ın Resûlü yanında bulunanlara hiç-bir infâk (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler’ derler. Oysa göklerin ve yerin hazîneleri Allah’ındır. Ancak münâfıklar kavramıyorlar.
10- Sizden birinize ölüm gelip de: ‘Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin.

106- Nîsâ

2- Yetimlere mallarını verin ve murdar olanı temiz olanla değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur.
6- Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye isrâf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık mâruf (ihtiyâca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.
8- (Mîrâsı) Bölüşme sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullar da hazır olursa, onları ondan rızıklandırın ve onlara güzel (mâruf) söz söyleyin.
29- Ey îman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticâretten başka haksız ‘nedenler ve yollarla’ (bâtılca) yemeyin. Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.
32- Allah’ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi (malı) temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından pay (olduğu gibi), kadınlara da kazandıklarından pay vardır. Allah’tan onun fazlını (ihsânını) isteyin. Gerçekten, Allah her-şeyi bilendir.
37- Onlar, cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler. Allah’ın fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz o kâfirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.
38- Onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcarlar, Allah’a ve âhiret gününe inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o.     
39- Allah’a ve âhiret gününe inanarak Allah’ın kendilerine verdiği rızıktan infâk etselerdi, aleyhlerine mi olurdu?. Allah, onları iyi bilendir.
131- Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Andolsun, biz sizden önce kitap verilenlere ve sizlere: ‘Allah’tan korkup-sakının’ diye tavsiye ettik. Eğer inkâra saparsanız, şüphesiz, göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır, hamd’e lâyık olandır.
132- Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter.

107- Talâk

7- Geniş-imkânları olan, nafakayı geniş imkânlarına göre versin. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah’ın kendisine verdiği kadarıyla versin. Allah, hiç-bir nefse ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylığı kılıp-verecektir.

108- Mâide

17- Andolsun, ‘Şüphesiz, Allah Meryem-oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre düşmüştür. De ki: ‘O, eğer Meryem-oğlu Mesih’i, onun annesini ve yeryüzündekilerin tümünü helâk (yok) etmek isterse, Allah’tan (bunu önlemeye) kim birşeye mâlik olabilir?. Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah’ındır; dilediğini yaratır. Allah her-şeye güç yetirendir.
18- Yahudi ve Hristiyanlar: ‘Biz Allah’ın çocuklarıyız ve sevdikleriyiz’ dedi. De ki: ‘Peki, ne diye sizi günahlarınızdan dolayı azablandırıyor?. Hayır, siz O’nun yarattığından birer beşersiniz. O, dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandırır. Göklerin, yerin ve bunların arasındakilerin tümünün mülkü Allah’ındır. Son varış O’nadır’.
40- Göklerin ve yerin mülkünün Allah’a âit olduğunu bilmiyor musun?. O, kimi dilerse azablandırır, kimi dilerse bağışlar. Allah, her-şeye güç yetirendir.
120- Göklerin, yerin ve içlerinde olanların tümünün mülkü Allah’ındır. O, her-şeye güç yetirendir.

110- Fetih

14- Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; dilediğine mağfiret eder, dilediğini azablandırır. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

114- Tevbe

34- Ey îman edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele.     
35- Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) ‘İşte bu, kendîniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın’ (denilecek).
53- De ki: ‘İsteyerek veyâ istemeyerek infâk edin; sizden kesin olarak kabûl edilmeyecektir. Çünkü siz bir fâsıklar topluluğu oldunuz’.
54- İnfâk ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah’ı ve elçisini tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infâk etmeleridir.
55- Şu-hâlde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünyâ-hayâtında azablandırmak ve canlarının inkâr içindeyken zorlukla çıkmasını ister.
60- Sadakalar, -Allah’tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevli olanlar, kâlbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
69- Sizden önceki (münâfıklar ve kâfirler) gibi. Onlar sizden kuvvet bakımından daha güçlü, mal ve çocuklar bakımından daha çoktular. Onlar kendi paylarıyla yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla yararlanmaya kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz de (Dünyâ’ya ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların Dünyâ’da âhirette bütün yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba uğrayanlardır.
75- Onlardan kimi de: ‘Andolsun, eğer bize bol ihsânından verirse gerçekten sadaka vereceğiz ve sâlihlerden olacağız’ diye Allah’a ahdetmiştir.      
76- Onlara kendi bol ihsânından verince ise, onunla cimrilik yaptılar ve yüz çevirdiler; onlar böyle sırt dönenlerdir.   
77- Böylece O da, Allah’a verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemeleri nedeniyle, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar, kâlplerinde nifakı (sonuçta köklü bir duygu olarak) yerleşik kıldı.
79- Sadakalar konusunda, mü’minlerden ek bağışlarda bulunanlarla emeklerinden (cehdlerinden) başkasını bulamayanları yadırgayarak bunlarla alay edenler; Allah (asıl) onları alay konusu kılmıştır ve onlar için acı bir azab vardır.
85- Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları Dünyâ’da azablandırmak ve canlarının onlar inkâr içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor.
86- ‘Allah’a îman edin, O’nun elçisi ile cihada çıkın’ diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sâhibi olanlar, senden izin isteyip: ‘Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım’ dediler.  
87- (Savaştan) Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kâlbleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar.  
88- Ama Resûl ve onunla birlikte olan mü’minler, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler; işte bütün hayırlar onlarındır ve kurtuluşa erenler onlardır.
89- Allah onlar için, süresiz kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.
116- Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka velîniz ve yardımcınız yoktur.
121- Küçük, büyük infâk ettileri her nafaka ve (Allah yolunda) aştıkları her vâdi, mutlakâ Allah’ın yaptıklarının daha güzeliyle onlara karşılığını vermesi için, (bunlar) onlar adına yazılmıştır.

Sadakallahülazim

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2018






Devamını Oku »