31 Mayıs 2016 Salı

"Bizi Allah Yarattı, Peki Allah’ı Kim Yarattı” Sorusuna Cevap


“De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir (her-şey O’na muhtaçtır, dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyacı olmayandır). O, doğur(t)mamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs 1-4).

Îmanla-inançla problemleri olanların; henüz şüpheden kurtulamamış olanların; ateist-deist-agnostik olanların, güyâ inananları köşeye sıkıştıracak târihi bir soruları var. Soru türevleriyle birlikte şu şekilde; “Her-şeyi Allah yarattı da, Allah’ı kim yarattı?”; “Allah hiç-bir şey yokken, varlığı yaratmadan önce ne yapıyordu?”; “Biz buradayız, O nerede ve oraya nereden geldi?” vs. vs. Bu soruları soranlar sanki çok büyük, çok ciddî ve cevâbı verilemeyecek bir soru soruyormuş gibi ve “cevâbını ne de olsa veremez” zannederek soruyor sorularını ve bunlara cevap yetiştirmeye çalışan müslüman ve inançlı kişi ve kişiler de; târih boyunca “cevap verilemez sorular” olarak ortaya konan bu sorulara “aşırı bir gard alarak” ve dolayısı ile anlamsız ve gereksiz yorumlar katarak cevaplar vermeye çalışıyorlar. Tabi iş iyice karışıyor ve işin içinden çıkılamıyor ve iki taraf da, o soru-cevap sürecindeki gazla sorularını ve cevaplarını güncelliyorlar. Böylece soru(n) ortadan kalkmıyor.

Aslında soruların cevâbı çok basit. Soru çok ciddiye alındığından dolayı net bir cevap verilemiyor. Aslında sorunun cevâbı İhlâs Sûresi’nde çok açık olmasına rağmen, “çok ortada” olan şeylerin netliği kaybolduğu için ve dediğimiz gibi soru çok ciddiye alındığından dolayı, bu sorular “cevap verilemez sorular” olarak çoğalarak farklı seslendirmelerle hâlen soruluyor ve cevaplanmaya çalışılıyor. Hâlbuki bu sorular çökmüştür. Bu sorular anlamsızlaşmıştır. Îmansızlıktan kaynaklanan nedenlerden dolayı bir-türlü iknâ olamayan yada olmak istemeyenler de artık bu soruyu sormaya cesâret edemiyorlar. “Eee, neymiş bu sorunun cevâbı” diye mi soruyorsunuz?. O hâlde verelim cevâbı..

İnsanlar “zaman” ile o kadar çok ve güçlü kayıtlıdırlar ki, “zaman”sız bir düşünüşleri, tasavvurları ve eylemleri ol(a)maz. Zamâna hem bedenlerinden hem de beyin-zihinlerinden sımsıkı bağlı olduklarından, zamansızlığı tasavvur bile edemedikleri ve zamansızlık hakkında bir şey düşünemeyeceklerinden dolayı, sordukları sorular mecbûren “zaman” ile bağlantılı oluyor. Yâni insanlar, zamâna atıf yapmayan sorular soramıyorlar, soramazlar. Bu nedenle de “sözde cevap verilemez” olan bu sorular zamandan bağımsız sorular değildir. İnsanlar diğer insanlara, onlar da kendisi gibi zamanla kayıtlı olduğu için zaman-merkezli sorular sorabilirler ve aldıkları cevaplar iknâ edici olabilir. Fakat insanlar zaman-dışı olan bir şey hakkında zamandan bağımsız olmayan sorular soramazlar ki.

Yukarıda sorulan bu sorular yâni; “Her-şeyi Allah yarattı da, Allah’ı kim yarattı?”; “Allah hiç-bir şey yokken, varlığı yaratmadan önce ne yapıyordu?”; “Biz buradayız, O nerede ve oraya nereden geldi?” gibi sorularının cevâbı aslında “zaman” ile ilgilidir. Bu sorular Allah için sorulamaz. Çünkü Allah zamanla kayıtlı değildir. Zâten bir tek Allah (yaratıcı) zamanla kayıtlı değildir. Zamâna mahkûm ve mecbur değildir. Çünkü zamânı Allah yaratmıştır. Yâni Allah, zamânı da yaratmıştır. Zamânı yaratandır. Böylece zamânın olmadığı bir durumda-anda Allah’ın vâr olduğu açığa çıkar. Zamânı yaratan Allah olduğu için, zamânı yaratmadan önceki o özel durumda Allah’ın vâr olduğu kesinleşir. Zâten zamânın aslî bir varlığı yoktur ve maddeye bağlıdır. Maddenin hareketinin bir sonucudur. Bir maddenin-nesnenin bir noktadan diğer bir noktaya hareket etmesi, onun zamânındır. Zaman budur. Eğer hareket etmeseydi o maddenin bir zamânı olmayacaktı. Dolayısı ile zaman, maddenin hareketi ile başlamıştır. Meselâ mutlak soğukluk olan -273.15 derecede madde mutlak anlamda duracağından dolayı füzyona uğrayıp içine çökecek ve zamânı bitecektir. Madde durduğunda zaman yok olur. Madde varsa zaman vardır. Dolayısıyla Allah zamânı, maddeyi yaratarak yaratmış oluyor. Allah’ın, zamânı yaratması, maddeyi yaratmasıdır.

Şimdi; Allah zamânı da yaratmış olduğundan ve bu nedenle zamanla kayıtlı olmadığından dolayı bu tarz sorular anlamsızdır ve dolayısıyla da zamanla kayıtlı olan insanın mecbûren zamâna atıf yaparak sorduğu bu sorular geçersizdir. İnsanın bu sorulara bir cevap alabilmesi için, zamanla kayıtlı olmayan Allah hakkında, zamâna atıf yapmadan sorması gerekir sorularını. İşte insanın buna gücü yetmediği-yetmeyeceği için bu tarz sorular anlamsızlaşıyor. Bakın; “Allah bizi yaratmadan önce” sorusu, Allah’ı zamanla kayıtlamaktır. Fakat Allah için önce-sonra yoktur. Allah bizi ve her-şeyi yaratmadan önce (yada durumda) zamânı da yaratmamıştı zâten. Şimdi, insan zamâna yâni maddeye (çünkü kendisi de maddedir) aşırı bağlı olduğundan dolayı zamansızlığı tasavvur edemiyor ve böyle bir tasavvura sâhip olmadığından, zamandan bağımsız bir soru soramıyor. Zamâna atıf yapmadan bir soru soramıyor. “Her-şeyi Allah yarattı da, Allah’ı kim yarattı?”; “Hiç-bir şey yokken, varlığı yaratmadan önce ne yapıyordu?”; “O nerede ve oraya nereden geldi?” sorularını zamanla ilişkilendirmeden soramıyor ki insan. İnsan bu sorulara bir cevap alabilmesi için, -dolaylı yoldan da olsa- işin içine zamânı katmadan sorması lâzım sorularını. Fakat böyle bir aklî-zihnî gücü yok insanın. Zamandan bağımsız olan Allah, bu sorulara bir melek aracılığı ile zamandan bağımsız bir cevap verse bile, insan bunu anlayamaz ve idrâk edemez ki?. Zîrâ zamansızlığı tasavvur edemiyor. Sorulan bu sorular, zamânın olmadığı anların-durumların öğrenilmesi için “zamanla kayıtlı” sorulardır. Zaman-merkezli sorularla zamansızlık anlaşıl(a)maz. Yanlış bir soruyla doğru cevap alınamaz. Alınsa da idrâk edilemez. Allah madde değildir ki bir zamânı olsun ve zamâna bağımlı olsun. O hâlde önce-sonra ile ilgili bir soru Allah için sorulamaz. “Allah’ı kim yarattı” sorusu, “Allah ne zaman yaratıldı” sorusudur. Çünkü soru “önce” ile alâkalıdır, yâni zamanla alâkalıdır. “Her-şeyi yaratmadan önce” sorusu da aynı şekilde. “Oraya nereden geldi” sorusu da O’na bir öncelik-sonralık atfetmek oluyor. Yâni, bulunduğu yerde “bir zamanlar yoktu da daha sonra geldi” gibi. Netîcede bu sorular Allah’ı -hâşâ- zamânla kayıtlıyor ve zamâna bağımlı kılıyor. Hâlbuki Allah zamâna bağımlı ve kayıtlı değildir.

Bu soruların cevâbı işte şu tek cümledir: “Allah zamânı da yaratmıştır”. Cevap budur.

Madde zamânın bir sonucudur, o hâlde madde olmadığında zaman da yoktur. Bu nedenle maddenin olmadığı bir zaman da yoktur, yâni “Allah maddeyi yaratmadan önce” diye başlayan bir soru sorulamaz. Maddenin öncesi, zamanla alâkalı değildir. Onun ne olduğunu bilmiyoruz. 

İnsan bedenen sınırlı bir yapıya, sınırlı bir güce-kudrete sâhip olduğu gibi, zihnen ve anlayış olarak da sınırlıdır ve tüm her-şeyi anlayıp idrâk edebilmesi mümkün değildir. Daha kâinat ile ilgili yâni Allah’ın yarattıklarıyla ilgili kesin ve net bilgiye bile ulaşamazken, kâinâtı yaratan Allah’ın zâtıyla ilgili bilgiyi idrâk etmesi söz-konusu bile olamaz.

Kur’ân’da Allah ile ilgili âyetler, müteşâbih âyetlerdir. Meselâ: “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da batıya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35). Âyet, açık arapça olmasına ve bildiğimiz-tanıdığımız varlık üzerinden Allah’ın tanıtılması yapılmasına rağmen 1.400 yıldır hiç kimse bu âyete iknâ edici ve tatmin edici bir tefsir-yorum yapamıyor. O hâlde; “mutlak kayıtsız Allah’ın mutlaklığı hakkında, mutlak kayıtlı olan insanın idrâk edebileceği bir şey yoktur”. Bu nedenle biz, “nedir” ile ilgili değil, “ne değildir” ile ilgili konuşabiliriz ancak, o da sınırlı olarak. Zâten Allah hakkında bir tanımlamada bulunmak, “tanımlayan tanımlanandan üstündür” sözü gereği, -hâşâ- Allah’tan daha fazla bir üstünlük demek olur.

Aslında verilen bu cevap da mutlak bir cevap değildir. Mutlak bir cevap verilemez. Yaratılmış olan hiç-bir şey bu sorulara mutlak bir cevap veremez. O cevâbı mutlak olarak yine ancak Allah verir ama o cevâbı da yine sâdece Kendisi idrâk edebilir kudretinden ve kayıtsızlığından dolayı. Bu soruların mü’min için kesin ve net cevâbı, “inanç”tır aslında. “Îman”dır. O îmânı içinin en derinliklerinde duyanlar için bir sorun yoktur ve bu tarz sorgulamalar da yapmazlar. Îman, Allah hakkındaki bu tarz soruların, insan için en net cevâbıdır. Cevap îmandır. Îmânı olmayanlara delil yetmez zâten.

Bir formülün bin problemi çözmesi gibi; îman, samîmi bir mü’min için bu tarzdaki bin soruya bile cevap verebilir. Sesli yada sessiz..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2016
















Devamını Oku »

19 Mayıs 2016 Perşembe

Geç Kalmak


Her-şey zamânında uygun ve güzeldir. Koca-koca adamların küçük çocuk oyunlarını oynamaları gülünç olur meselâ. Zamansız bir misâfirlik hoş olmaz. Zamânında sünnet olmak, zamânında okula gitmek, zamânında evlenmek ve çocuk sâhibi olmak, zamânında bir işe girişmek uygun olandır. Bir-şey zamânında olmadığında can sıkıcı olur. Meselâ vakitsiz öten horozu keserler. Dînî alanda da öyle; Namaz zamânında kılınmalıdır. Zâten bir yoruma göre namazın kazâsı olmaz. Oruç zamânında, hac zamânında (bilinen aylarda) yapılır. Kurban zamânında kesilir. Ölmeden önce zamânında helâlleşilmelidir. Demek ki zamanlama çok önemlidir ki varlık zamanla birlikte hareket eder yada tam tersi. Zamânı iyi kullanmamak zamânı heder eder. Her-şeyin bir zamânı vardır ve bir şeyi erken yapmak ne kadar yanlış ise geç yapmak da o oranda yanlıştır. Fakat kanımca geç yapmak erken yapmaktan daha kötü sonuçlara yol açar. En basitinden; biten tuvalet kağıdının yerine yenisini zamânında koymayıp da geç koymak, hiç koymamak gibidir. Zîrâ tuvalet kağıdı bittiğinden, kişinin poposu ıslak kalır. O hâlde bir şeyi geç yapmak, hiç yapmamak gibidir.

Bir tarla tam zamânında sürülmeli ve ekilmelidir. Aksi-hâlde tohum çürür yada işe yaramaz ve verim alınamaz. Yine tarla tam zamânında hasat edilmelidir. Aksi-hâlde ürün çürür gider. Meyveler de tam zamânında ve olgunlaştığında toplanmalıdır. Aksi-hâlde ya yen(e)mez yada çürür ve bozulur gider. Demek ki geç kalmak çürütücü ve bozucudur. Geç kalmamak için “biraz önce” yapmak daha doğrudur. Meselâ geç kalarak otobüsü kaçırmamak için, otobüs gelmeden bir-kaç dakika önce durakta olmak gerekir. Hattâ insanlara verilen randevuya 5-10 dakika erken gitmek daha iyi ve doğru olur. Alınan borcu gününden önce ödemek karşı tarafa güven verir. Aksi-hâlde borç veren kişi tekrar borç vermek istemez ve borç verdiği kişi hakkında yanlış kanılara kapılabilir. Bir işi taahhüdünden önce yapmak, işi yapılan kişiyi memnun eder. Aksi-hâlde kişi başka bir işinde onu tercih etmeyebilir.

İşte aynen bunun gibi; İslâm’a da geç kalmamak gerekir. Bilgi-bilinç-eylem-devlet ve medeniyete de geç kalmamak gerekir. Bu sürece farklı bir yoldan ulaşmaya çalışarak geç kalmanın cezâsı hem Dünyâ’da hem de âhirette görülür. O hâlde “Peygamber örnekliği” üzerinden giderek eyleme-devlete ve medeniyete de geç kalmamak gerekir. Dünyâ’nın oyalamalarına kapılarak her-şeye geç kalmak, cennete de geç kalmayı yanında getirir. Cennete geç kalmak ne kadar da ürperticidir. Bilgiye geç kalmamalı, bilince geç kalmamalı, eyleme, devlete ve medeniyete geç kalmamalıdır. Bunu için Kur’ân ve sünnet bize yol gösterecektir. Tam zamânında eyleme geçilerek hicret-devlet başlatılmalıdır. Beklemeye alışmak geç kalmaya yol açar. Birilerinin ilim yolunda sonsuz süreçlere girmelerini beklemek de geç kalmaya sebep olur-oluyor. Öyle ki artık eylem-devlet-medeniyet unutuluyor. Zamânın ne zaman “tam zamânı” olduğu yâni o şeye geç kalmamanın örneği Peygamberimiz ve asr-ı saadet örnekliği ile önümüzde duruyor. Hiç-bir zaman eğitim dönemi bitmez zâten. Bu nedenle bir şeyleri beklemek geç kalmaya neden olur-oluyor.

Peygamberimiz, Medîne’ye hicreti gerçekleştirdiğinde ve Medîne Site Devleti’ni kurduğunda Kur’ân’ın inişi henüz tamamlanmamıştı. Yarısı inmişti, yarısı da henüz inmemişti. Başta Peygamberimiz olmak üzere mü’minleri, “Kur’ân’ın inşâ edip ‘adam’ ettiğini” düşünürsek; Kur’ân’ın inişi tamamlanmadığı için inşânın da henüz tamamlanmadığı ortaya çıkar. Yâni Peygamberimiz hicret edip devleti kurduğunda inşâ yâni eğitim bitmemişti, devâm ediyordu. Hâliyle ahlâk da kemâle ermemişti. Çünkü henüz emirleri-yasakları bildiren âyetlerin/sûrelerin inişi bitmemişti.

Fakat buna rağmen Peygamberimiz: “Kur’ân’ın tamâmı inmedi, tamamlansın, ondan sonra hicret eder devleti kurarız” demedi, o-süreçte devleti kurdu. Zâten yolun yarısına gelindiğinde devletiniz yâni yaşam-alanınız yoksa inşâ/eğitim/ahlâklanma/adam-olma süreci devâm edemez/ileri gidemez. Çünkü artık “uygulama alanı” ihtiyâcı doğmuştur.

Demek ki zamânımızda sürekli tekrarlanan: “Biz kendimize bakalım; önce ahlâklanalım; önce eğitimimizi tamamlayalım; tam kıvâma gelelim; tepeden inmeyle olmaz; haftada bir gün oruç tutalım; teheccüde kalkalım” vs. gibi düşünceler eksiktir/yanlıştır ve mü’minleri yarı-yolda bırakır/bırakıyor. Bunlar zâten o süreçte yapılacak şeylerdir. Bunlar hangi konumda olursak-olalım zâten yapılması gereken görevlerdir ki bunlar bize bir iç-enerjisi verir ve bizi dik tutar.

Hem belki de birileri yolun yarısına gelmiş ve yapması gereken “işi” yapma durumundadırlar. Eee; bu kişiler henüz o noktaya gelmemiş olanları mı bekleyecek?. Bu işin sonu yok ki.. Toplumun tamâmının tam-ahlâklı hâle topluca gelmesi zâten matematiksel olarak da imkânsızdır. Çünkü bu “süreç” en az 13-15 sene sürer ve sürecin tamamlanmasına yakın bir zamanda doğan birileri varsa onları da beklemek lâzım gelir. Birileri hicret etme/devlet kurma aşamasına gelmişse artık hareket başlamalıdır. Velev ki arkadan gelenler daha yolun başında olsun ve Kur’ân henüz tam anlaşılmamış ve toplum da tam ahlâklanmamış olsun. Yâni bir işi eyleme sokmak için illâki tam-anlamıyla eğitim tamamlanmış, ahlâklanma bitmiş ve kıvâma gelinmiş olması gerekmez. Kervan yolda düzülür biraz da. Kur’ân’da hangi âyetteysen o âyeti eyleme dökmelisin. Kim neredeyse, hangi âyetteyse o âyetin eylemini gerçekleştirmeli ve o âyeti diriltmelidir. Bu tarzda olmayan modern eğitim süreçlerini tâkip etmek zorunda değiliz, Allah/Kur’ân bunu bizden beklemiyor ve tam tersine diyor ki: “Câhillerden yüz çevir”.

Îman etmek Dünyâ’da iken olmalıdır. Yoksa son pişmanlık fayda vermez. Firavun’un “son dakîka îmânı” geçerli değildir.

“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi. Şimdi, öyle mi?. Oysa sen önceleri isyân etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın” (Yûnus 90).

“Suçlu-günahkârları, Rableri huzûrunda başları öne eğilmiş olarak: ‘Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha Dünyâ’ya) geri çevir, sâlih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız’ (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen” (Secde 12).

“Gerçekleştikten sonra mı O’na îman edeceksiniz?. Hemen şimdi mi?. Oysa siz, onun (azâbın) erkence gelmesini istiyordunuz” (Yûnus 51).

Geç kalmak, “batı’ya-modernizme geç kalmak” değildir, “İslâm’a-hakîkate geç kalmak” demektir ki, müslümanın yakalaması gereken seviye, batı’nın bâtıl seviyesi değil, İslâm’ın hak-hakîkat seviyesidir.

Bir-kere geç kalmışsanız, yetişmeniz çok zor hattâ imkânsız olabilir. Müslümanlar şu-anda geç kalmış durumdadırlar. Bu nedenle bir-an önce “yol”a çıkıp bâtılı yakalamaları ve onları “İslâm kulvarını kullanarak” geçmelidirler. Zîrâ mü’minler Allah’ın dînini yeniden Dünyâ’ya hâkim kılmakla görevlidirler:

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

Son-söz olarak: Sakın şükretmeye de geç kalma!.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2016

Devamını Oku »

Dünyâ’ya Mal Toplamaya Mı Geldik?



Müslümanların içinde “âlim” bilinen kişiler de dâhil bir-çok kişi, servet elde etmeyi meşrû olarak görüyorlar. Belli bir servetin olması “çark”ın dönmesi için tabî ki de gereklidir fakat sorun, bahsedilen servete bir ölçünün konmamasıdır. Dînî bilgiye sâhip olan bir müslümana “birden fazla evim olabilir mi” diye sorulduğunda, “tabî ki olabilir” diyor. “Peki 10 evim olabilir mi” sorusuna da “olabilir” cevâbını veriyorlar. O hâlde 100, 1.000, 10.00 bin evim de olabilir. Hattâ milyonlarca evim olabilir. Yada katrilyonlarca param olabilir modern müslümana göre. Nihâyet şöyle bir soruya gelinir: Dünyâ’daki evlerin %99’u benim olabilir ve tüm insanlar benim kirâcım olabilir mi?. Yada Dünyâ’daki paranın %99’u benim olabilir ve diğer tüm insanlar benim işçim daha doğrusu kölem olabilir mi?. Bu soruya ne cevap verilecek?. 100. eve sâhip olmada bir sorun yoksa, 100 milyonuncu eve sâhip olmada niye bir sorun olsun ki?. Ben niye kendime bir sınır koyayım?. Bir sınırdan bahsediliyorsa bu sınırı ne belirleyecek?. Neden 10.000 evle yetineyim?. Niye “o sınırda” durayım?. Bir sınır yoksa hiç-bir sınır yoktur. O hâlde zekatımı yâni klâsik görüşe göre 1/40’ı verdiğimde Kârun gibi olabilir miyim?. Emin olun ki Kârun gibi kişiler mallarının 1/40’ını aslâ ver(e)mezler. Peki sınır olmadığını varsaydığımızda, Dünyâ’nın sâhibi olabilir miyim?. O kadar mal toplayabilir miyim?. Dünyâ’ya sâhip olduğumda neden gözümü Ay’a dikmeyeyim? Sonra da diğer gezegenlere ve yıldızlara?. Hattâ tüm kâinâta?. Mal toplama hırsının bir sonu yoktur ve kanımca Allah’ın, kâinâtı “sınırları belli olmayacak şekilde” yaratması, insanların sınırlarını gördüklerini hedef edindiklerindendir.

Mal toplama âşığı kişilerin durumlarını Kârun örneği üzerinden inceleyelim:

“Gerçek şu ki, Kârun, Mûsâ’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: ‘Şımararak sevinme, çünkü Allah şımararak sevince kapılanları sevmez. Allah’ın sana verdiğiyle âhiret yurdunu ara, Dünyâ’dan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah bozgunculuk yapanları sevmez”. Dedi ki: ‘Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir’. Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkârlardan kendi günahları sorulmaz. Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 76-82).

Mal-mülk, kişiyi kendi kavminden bile uzaklaştırabiliyor ve onlara düşman edebiliyor. Bu kişiler hiç-bir öğüdü dinlemezler. Yardım isteklerine olumlu cevap vermezler. Bu fazla dile getirildiğinde bozgunculuğa baş-vururlar. Mal toplamaktan vazgeçemeyenler bu görece zenginliğin sebebini kendilerinde olan bilgiye-beceriye dayandırırlar. Kendinden önceki zenginlerin nasıl da yok olup gittiğini düşünemezler. İhtişâmı-gösterişi çok severler. İnsanların kendilerine özenmesinden mutluluk duyarlar ve bu şekilde insanların da yoldan çıkmalarına sebep olabilirler. Bu kişiler öğüt verenleri de duyamazlar. Bu durumun sonu hüsrandır, zîrâ Allah kendisi gibi bir otoriteyi aslâ kabûl etmez. İnsanların çoğu, bu zenginliğin yerin dibine battığını gördüklerinde ders alırlar ancak. Böyle bir zenginlik inkârı da yanında getirir.

“Malınızı-mülkünüzü heder edin” demez Kur’ân. Dengeli bir harcamadan bahseder. Fakat bu, 1/40’a denk gelmez. Sahabenin de dediği gibi; bu, zekat-ı bâhil=cimrinin zekatıdır.

“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın” (İsrâ 29).

1/40 Kur’ân’dan çıkarılmış bir oran değildir. Mekke müşrikleri de zâten aynı ölçüyü (1/40) kullanıyorlardı. Kur’ân’dan çıkan ölçü nedir peki?. 1/12 bir Kur’ân ölçüsüdür. 12 ay da bir oruç tutarız meselâ. 12 ay boyunca yerken, bir ay boyunca (1/12) yemeyiz. Bu bir ölçü/orandır. 12’de 1’ini vermektir. 40’da 1’i falan geçin. Vermenin hesâbı yapılmaz.

Şeytan, Hz. Âdem’i mal-mülk ile kandırmıştı:

“Derken Şeytan Âdem’in kafasını karıştırıp Âdem’e dedi ki; Ey Âdem, sana ebedilik ağacını (mülk-ü lâ yeblâ), yâni yok olmasından endişelenmeyeceğin bir mülkü göstereyim mi?” (Tâ-hâ 120). Bu âyet el-an devâm ede-gelen bir konuşmadır. Şeytan’ın bu vaadine kapılan-kapılana.

Mal toplama âşıkları pek cimridirler. Zenginlik, yanında cimriliği de getirir çünkü:

“Onlara kendi bol ihsânından verince ise, onunla cimrilik yaptılar ve yüz çevirdiler; onlar böyle sırt dönenlerdir” (Tevbe 76).

Rothschild, Rockefeller ve bir-kaç süper-zengin âile (Kenzolar=kenzun) ipleri ellerine almışlar, ülkelerdeki uşaklarıyla Dünyâ’yı istedikleri gibi yönetiyorlar. “Uzlaşmacı kapitâlizmi” hesâba katmayan Marx yanıldı. Kapitâlizm Dünyâ’ya “hâkim” oldu. İnsanlar bu sisteme kul-köle olmuş olmalarına rağmen hiç-bir îtirazları yok. Uzlaşmacı kapitâlizm îtirazın önünü kesti çünkü. Malcom X:

“Bana bir kapitâlist gösterin, ben de size bir kan-emici göstereyim” der.

Bankalar modern para toplama merkezleridir. Kapitâlizm mal toplamayı bankalar aracılığı ile yapıyor ve Dünyâ’yı soyup soğana çeviriyor. Bakunin:

“Banka soymak değil, banka kurmak suçtur” der.

Bertolt Brecht:

“Bir banka kurmanın yanında, bir banka soymak nedir ki?” der.

Hz. Ali, belki de kendisine sûikast düzenlenmesine neden olan şu sözü etmişti:

“Şimdi bırakıp geliyorum. Açları doyurmayı, başkasının malını çok yiyenlerin boğazını sıkmayı ve “ne yediysen ver” demeyi, üstelik süte de dönmüş olsa, damaklarına da çıkmış olsa çıkarmayı şart koşuyor ve ipotek ediyorum”.

Hüseyin Alan:

“BM insânî gelişmişlik raporuna göre en tepedeki 358 kişilik küresel milyarderin toplam serveti, 2.3 milyar insanın bir yıllık toplam gelirine eşit. Küresel servetin %22’si, dünyâ-nüfusunun %80’inini oluşturan, gelişmekte olan ülkelere âit. Gerisi küresel bir avuç seçkinlerin. Yapılan bir hesâba göre, en tepedekiler 5.000 kişi. Piramit aşağıya doğru genişleyerek açılıyor. Benzer bir örnek Asya Kaplanları palavrasıdır. Bu kaplanlar kendi ülke nüfuslarının sâdece %1’ni oluşturuyor.

Türkiye’de bankalarda 1 milyon dolar veyâ karşılığı TL ve üzeri mevduata sâhip olanların sayısı 75 bin kişi. Bir o kadar da diğer varlıklarıyla zengin olanları varsayalım. 1 milyar dolar ve üzeri servete sâhip olanların sayısı 35 kişi. Türkiye’nin nüfûsu 77 milyon kişi. Kişi-başına düşen millî gelir 10 bin dolar civârı. Hangi kişiymiş bu, gören-bilen var mı?. Asgari ücret aylık 350, yıllık 4.000 dolar diyelim, 10.000 doların gerisi kimin cebinde?. Ülkede 19 milyon insan yoksulluk sınırında. Yâni günlük 4 dolar gelire sâhip. 6 milyon civârı insan asgari ücretle çalışıyor. Bu çalışanı eşi ve çocuklarıyla birlikte nüfus olarak toplasak, en az 15 milyon kişi yapar. Bu eve bir tek asgari ücret giriyor. Bunlar iş bulup da çalışabilenler sâdece. Nasıl geçiniyorlar?. Kadını da iş-hayatına kazandırmak gerek. Başbakan söylemiyor mu, “kadın konusunda cinsiyet ayırımını kaldıracağız, eğitim ve sosyâl hayâta katılma bakımından kadını teşvik edeceğiz!”. Bir yerlerde demiştik; “hükûmetler çoğu-zaman ne yaptıklarını bilmezler dâhi” diye. Başbakanın söylediği bu reform ne mânâya geliyor, siz düşünün!” der.

“Birleşmiş Milletler (BM) Dünyâda açlık sorunu yaşayan insan sayısının 1 milyarı geçtiğini açıkladı. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ile Dünyâ Gıda Programı’na (WFP) yayınladıkları ortak raporda, Dünyâ’da açlıkla mücâdele eden insan sayısının, 2009 yılında 100 milyon artarak, 1 milyar 20 milyona ulaştığını bildirdi. Raporda, bu sayının son 40 yıldaki en yüksek aç sayısı olduğu ifâde edildi. FAO Genel Sekreteri Jacques Diouf rapor açıklanırken, “Aç insanların sayısındaki artış tahammül edilemez noktada” dedi. Diouf, “Açlık sorununun yok edilmesi için ekonomik ve teknik olanaklarımız var, ancak açlığı sonsuza kadar yok etmek için eksik olan siyâsi irâdedir” der.

Görüldüğü gibi 1 milyar insan yer-yüzünün sokaklarında aç dolaşıyor. İhsan Eliaçık bu nedenle: “bir milyar insan hangi suçundan dolayı aç?” diye sorar.

İslâm bir amaç için olmayan mal biriktirmeyi ve servet edinmeyi yasaklar. Bu nedenle de servetin dağılımını emreder. İslâm’ın servet hakkındaki hükmü “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde âyetlerin şu sıralamasıyla idrâk edilebilir:

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

“..Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele” (Tevbe 34).

“Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

Müslümanlar da liberâl-kapitâlist sisteme eklemlenerek “mal toplama sendromu”na yakalandılar. Sanki Dünyâ’ya mal toplamaya gelmişler. Mal diye-diye mallaşmışlar da vicdanlarını dinlemedikleri gibi hiç-bir öğüdü de dinlemiyorlar. İnsanları mallarının durumuna göre değerlendirip ölçüp biçiyorlar. Malı çok olanı üstün görüyorlar. En çok mal toplayan, en üstün oluyor modernist Dünyâ’da. Hâlbuki konuşmaya gelince, “güzel örneğimiz” Hz. Muhammed’in bir hasırın üzerinde yattığını ve toplumun vasat insanları gibi yaşadığını anlatıp duruyorlar:

Hz. Ömer bir-gün, Peygamberimizin saadet hücresine girecek ve hıçkıra-hıçkıra ağlayacaktı. Efendimiz, niçin ağladığını sorunca da, o koca Ömer şöyle diyecekti: “Ya Resûlullah!. Dünyâ kralları, Kisralar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok.. yatağın hasır.. ve teninde yattığın zeminin izleri.. Hâlbuki sen âlemlere rahmetsin. Allah Resûlü şu cevâbı verir: “İstemez misin yâ Ömer, Dünyâ onların, âhiret de bizim olsun!.

“Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” sözü edilip duruyor. “Tabî ki; Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister. Fakat nîmetini “sâdece bâzı kullarının üzerinde” değil, “tüm kullarının üzerinde” görmek ister. Allah’ın nîmeti tüm kullarının üzerinde benzer şekilde görünür hâle gelince, birilerine kıyasla mal toplama yarışı da olmayacaktır. Yarış sâdece takvâda yapılmaya başlayacaktır ki bu yarış ne güzel bir yarıştır.

Mal-mülk hırsı kişiyi mâneviyattan koparır. Zamanla o kişi Allah’ı da unutmaya başlar. Peygamberimiz: “Bir koyun sürüsü üzerine salıverilen iki aç kurdun o sürüye zarârı, kişinin mal ve makam hırsının dînine verdiği zarardan daha fazla değildir” demiştir.

İncil’de: “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, yada birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya, hem de paraya (mamon) kulluk edemezsiniz” (Matta 6:24) denir.

Yine Peygamberimiz şöyle der: “Bir kimseyle ilişki kuracağınız zaman alnındaki seccâde izine değil, dinar ve dirhemle kurduğu münâsebete bakın” (İmam Gazâli. İhyâu-Ulûmiddîn-din 3. cilt 400. sayfa).

Bu söz Hz. Ömer’e nispetle şu şekilde de geçer:

“Kişinin namazına, orucuna bakmayın; konuştuğunda, doğru konuşup-konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde, güvenilirliğini ortaya koyup-koymadığına; Dünyâ kendisine güldüğünde, takvâyı elden bırakıp-bırakmadığına (menfaat anındaki tavrına) bakıp öyle değerlendirin” (Kenzul-Ummal, h. No: 8435).

Ey müslümanlar!. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?. Dünyâ’da cennetteymiş gibi yaşanılacaksa cennetin ne özelliği ve anlamı kalıyor ki?. Siz mal toplamakla mı emrolundunuz?. İslâm bir “mal toplama dîni” değil, bir “infâk dîni”dir. Üstelik mal yığıp duranlar azarlanır:

“Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay hâline; Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedî kılacağını sanıyor” (Hümeze 1-3).

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

Toplumu paraya, mala-mülke kilitleyenleri ciddiye almayın. Unutmayalım ki Dünyâ’da yaşamış insanların hiç-biri, topladıkları malların zırnığını bile götürememiştir.

“Doğrusu o (cehennem), cayır-cayır yanmakta olan ateştir. Başın derisini kavurup-soyar. Yüz çevirip arkasını döneni çağırır-durur. (Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üst-üste) yığmakta olanı” (Meâric 15-18).

Bu âyetin Peygamberimiz’deki yankısı şu sözdür. “Uhud Dağı altın olsa, altınlar benim olsa, hepsini üç gün içinde Allah’ın kullarına dağıtırdım”.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2016


















Devamını Oku »

Fetih


“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman, insanların Allah’ın dînine dalga-dalga girdiklerini göreceksin” (Nasr 1-2).

Fetih, cihad, şehâdet ve hattâ; din, İslâm, sünnet gibi kelimeler genel Dünyâ insanlarını olduğu gibi, modern müslümanı da dehşete düşürüp ürkütüyor ve bu kelimeleri kullanan kişilerle yakınlık kurmaktan vazgeçiyor. İslâm’ın ana-kavramları olan bu kelimeler, modern insanın ve müslümanın tasavvurunda tağutların küresel medya ile yansıttığı şekilde; şiddet, savaş, ölüm olarak bilindiği ve böyle canlandığı için, bu kelimeleri duyan modernlerin yüzlerinin rengi atıyor ve bir-an önce o kişiden ve o ortamdan uzaklaşmak istiyor. Hattâ bâzılarının korkusu aşırı depreştiği için hemen bir depresyon ilacına sarılabiliyor.

Oysa bu kelimeler İslâm’ı İslâm yapan ana-unsurlardır. “Gönüllerin fethi” ile başlayıp, toprakların ve en nihâyetinde de Dünyâ’nın fethini hedefleyen fetih olgusunu İslâm’dan çıkardığınızda, ortada bir ahlâkÎ felsefe sistemi, bir uydurmalar manzûmesi kalır. Çünkü İslâm’ın nihâi hedefi Dünyâ’yı bir “dâr-ûl İslâm” yapmaktır. Cennet, Dünyâ’dan başlar. Bu nedenle Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi (kendisi değil) yapmak mü’minin görevlerindendir. Zîrâ Allah, mü’minleri, şeytan ve tağutların köleliğini-uşaklığını yapmak ve Dünyâ’da haysiyetsiz ve malum bir şekilde yaşamak için müslüman olarak adlandırmış ve seçmemiştir. Müslümanlar Dünyâ’ya, “yeryüzünün lânetlisi” olmak için gelmemiştir. Allah mü’minlerden yeryüzünde İslâm’ı hâkim kılmalarını istemekte ve emretmektedir:

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Bu hâkimiyet, cihad ve fetih olmadan sâdece ilmî faaliyetlerle ve basit iyiliklerle gerçekleşmez. Cihadın her türlüsü ciddî şekilde görünür olmadıkça böyle bir şey başlatılamaz ve bir devlet kurulup ümmete yol açılamaz ve bir İslâm medeniyeti oluşturulamaz. İşte bu hedef, gücünü fetih cihadtan alır. Samîmi duygularla, ciddiyetle ve direnişle yapılacak cehd-cihaddan sonra Allah’ın “zafer garantili yardımı” mutlakâ gelecektir. Bu, âyetin dediği gibi Allah’ın bir vaadidir. Bu yolda nice gâziler olacağı gibi niceleri de şehâdeti tadacaktır. Hiç kimse şehitsiz-kansız-gürültüsüz-gayretsiz-emeksiz bir “selâmet dünyâsı” hayâl etmesin. Zîrâ bu, sünnetullaha terstir. Çünkü seyretmeye doyamadığımız şırıl-şırıl akan sular bile bir şiddetin ve  büyük gürültülerin sonucunda oluşur. Hem şehit olmak bir kayıp değil, tam-aksine meleklerin bile gıpta edeceği bir şeydir:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ‘ölüler’ saymayın. Hayır, onlar, Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar” (Âl-i İmran 169).

Tamam; İslâm bir bilgi-bilinç-ahlâk, barış-huzur-mutluluk dînidir de. Fakat aynı-zamanda fedâkârlık-ferâgat-gayret-emek-vazgeçiş-cihad-fetih-gaza ve şehâdet dînidir. “Kalem dîni” olduğu kadar “kılıç dîni”dir de. Âyetin değimiyle kitap-mizan ve demir dînidir:

“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).

O hâlde kitap ve mizâna hakkıyla sarıldıktan sonra ellerimizde duruma göre kılıç da bulunmalıdır.

Ali Merad:

“Haçlı Seferleri Hristiyanlık için olduğu gibi, askerî fetihler de İslâm’ın târihi imajından ayrılamaz. O kadar ki; İslâm kimi-zaman “kılıç dîni” olarak görülmüştür” der.

İslâm’da savaş sâdece “savunma savaşı” da değildir. İslâm’ın başlarında ve peygamberimizden sonraki 15-20 yıllık dönemde çok hızlı fetih hareketleri olmuştur ki, bu kadar kısa-zamanda yapılan fetihlerin sâdece savunma-savaşı yapılarak gerçekleşmesi doğal olarak imkânsızdır. Nesîmi Yazıcı:

“Hz. Ömer ile Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk altı yılını içeren kısa dönemde, İslâm-târihinin olduğu kadar, belki de dünyâ-târihinin en hızlı fetih hareketlerinden biri gerçekleşmiştir. Bu cümleden olmak üzere, dönemin Bizans’la birlikte en güçlü devletlerinden biri olan Sasani Devleti, kısa-zamanda tamâmıyla ortadan kaldırılmıştır” der.

İslâm’da her-şeyde olduğu gibi, savaş-fetih konusunda da bir ahlâk-anlayışı vardır ve “savaş-ahlâkı”, aynı-zamanda bir “tebliğ”i de içinde taşımıştır târih boyunca. Meselâ türklerin müslümanlaşması ilk-kez, arap-türk savaşlarının sonucunda başlamıştır. Savaş-fetih, insanlar arasında iyi ilişki biçimleri de doğurabilir. Hele ki İslâm’ın cihad/fetih/savaş-ahlâkı ile olursa tam bir tebliğ olur. Zâten, İslâm’da savaş-fetih, İslâm ile insan arasındaki engellerin kaldırılması için yapılır.

“Saldırı savaşı” denildiğinde yanlış anlayarak saldırılan yerin “işgâl edilmesi ve insanlara eziyet edilip sömürülmesinden bahsetmiyoruz. Peygamberimizin ve halifelerin örnekliğinde de görüldüğü gibi; İslâm “emperyalist” bir dindir. Fakat bu emperyalizm, işgâl için değil, fetih için, dâvet için, tebliğ için, Allah’ın dînini âleme duyurmak için yapılır ve zâten adına da işgâl/emperyalizm değil, “Fetih” denir. Hiç kimse müslüman olmaya zorlanmaz/zorlanamaz. Sâdece, müslüman olmak istemeyenler cizye ile mükelleftirler. Gerçi gayri-müslimler bu verginin karşılığını da fazlası ile alırlar. “İslâm emperyalisttir” derken; Batı’nın anladığı ve yaptığı tarzda bir emperyalizmden, “yıkıcı emperyalizmden” değil, “yapıcı emperyalizmden” bahsediyoruz. Zâten bunun adını Batı’nın koyduğu gibi “emperyalizm” olarak koymak ve kullanmak zorunda değiliz. Bunun İslâm’i dildeki adı “cihad/fetih”tir. Evet; İslâm bir cihad/fetih dînidir. Ve fetih, bâzı küçük yıkıcılıklar taşısa da, aslında ve sonuçta yapıcı bir faâliyettir. Çünkü dînî bir faâliyettir.

Mustafa Çelik şöyle der:

“Şunu bilelim ki; cihad, şunun-bunun emri değil, Allah’ın emridir. Allah’ın cihad emrini gereksiz görmek, Allah’a imânı gereksiz görmektir.

Kur’ân’ı alır okursanız görürsünüz ki, Kur’ân baştan-sona îman ve cihad/fetih kokan bir kitaptır. Kur’ân, insanı îmansız ve cihadsız bırakmayan bir kitapdır. Cihad, İslâm’ın hayâtıdır. Cihad’ı İslâm’dan çekip alırsanız, yâni İslâm’ı cihad emri olmayan bir din olarak tasavvur ederseniz, İslâm’ın hayâta hâkim olma hakkını mahkûm etmiş olursunuz. İslâm’ı mâbede hapsedilmiş, evcil, sokağa söyleyecek bir sözü olmayan, ekonomik ve siyâsal yaşama, sanat ve estetiğe, mîmâriye, târihe, ölüm ve ötesine âit bir iddiası, bir söylemi bulunmayan ölü dünyâ-dinlerinden bir din olarak tasavvur edenler, Allah’ın indirdiği dîne değil, sahte ilâhlar tarafından uydurulmuş ve üretilmiş dinlere tâbi olanlardır.

Cihad, istiklâlimizin ve istikbâlimizin garantisidir. Cihadsız bir dîne inanmış olanların âkibetleri Firavunlara köleliktir. Müslüman olarak “Maşrıkta bir müslümanın ayağına bir diken batsa benim ayağım kanar. Mağrıp’ta bir müslümanın ayağına bir taş çarpsa benim ayağım sızlar” demiyorsan, îmânın problemli demektir. Îman edip îman-merkezli bir hayat yaşamak istiyorsan, dünyâ-müslümanlarını sâhiplenmek mecbûriyetindesin. Aksi-hâlde îmânına ihânet etmiş olursun”.

“Ee, İslâm/silm/selam kelimeleri ‘barış’ demek değil mi”? diye sorulursa.. Evet, “barış” demektir. Fakat bu barış, “savaştan sonraki barış”tır: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir” (Enfâl 60-61). Peygamberlik örneğinde bunu görüyoruz. Mekke, savaşmadıkça fethedilmedi. “İzâ câe nasrullâhi vel feth, Ve reeyten nâse yedhulûne fî dînillâhi efvâcâ”.. “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman, (işte o zaman) insanların Allah’ın dînine dalga-dalga girdiklerini göreceksin”. Çünkü İslâm ancak bu şekilde hem gönüllere hem de coğrafyalara yerleşir ve sâbitlenir. Aksi-hâlde sâdece gönülleri fethetmek değildir îman. Îman, yüzdeyüz îmandır. Maddî/mânevi tüm boyutları ile gerçekleştiğinde ancak tam anlamıyla gerçekleşmiş ve yaşanmış olur. Îman/İslâm yaşanmak ister, yaşanmak için coğrafyalar ister. Mücâhidler ile fethedilmiş coğrafyalar. Çünkü sâdece söz ile meydana gelen îman, sâdece ahlâk ile toplanan kalabalık, başka bir sözle, başka bir ahlâkla saf değiştirir. Hemen gidebilir/değişebilir. Allah muhâfaza..

Kur’ân’da savaş “ilk olarak” savunma-savaşıdır. Fakat burada durmaz, fetihlere başlar. Âyetlerde savaşa, genellikle de “saldırı savaşı” dediğimiz “Cihad/Fetih için bir teşvik vardır.

Daha Peygamberimizin vefâtından 33 yıl sonra Muâviye zamânında İstanbul’u fethetmek için gidilen savaş bir savunma savaşı değildir. Kıbrıs’ın fethi de bir savunma savaşı değildir. “Saldırı savaşı” sözü ağır gelmiş olanlar bunu “fetih savaşı olarak” değerlendirsin.

Rabbimiz diyor ki: “Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adâleti yerine getirmeleri için berâberlerinde kitabı ve mizânı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın, dînine ve peygamberlerine, gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, dâima üstündür” (Hadid 25).

Âyette de söylendiği gibi; Allah Kur’ân’da sâdece mizânı değil, demiri de indirdiğini söyleyerek sâdece yumuşaklığı değil, yerine ve zarûrete göre (ki bu, nerede olursa-olsun zulmü ber-taraf etmek demektir) demiri kullanarak sertliğe de baş-vurulabileceğini söyler.

İslâm fetih ve savaş-süreci şu şekilde işler: Savaşmamak; savaş açanlara karşı savaşmak; engelleri, zulümleri ortadan kaldırmak için saldırı savaşı (cihad/fetih).

Seyyid Kutup der ki:

“İslâm’da savaş, ‘tahaffuz’dan çok ‘taarruz’dur”.

Başlangıçta Medîne bölgesinin çeyreği veya ondan daha azı müslümanların elinde idi. Devletin toprakları, 10 yıl sonra Hz. Peygamber’in vefâtı sırasında 3 milyon km2’ye ulaşmıştı ki, bu, günde ortalama 845 km2 demektir. Doğaldır ki bu rakamlara salt savunma savaşı ile ulaşmak imkânsızdır. Zâten “fetih”, savunma ile olmaz.

Peygamberimiz: “Her dînin ruhbâniyeti vardır, benim dînimin ruhbâniyeti ise cihattır” der. (İbn Kesir).

Müslümanlar özellikle son 100 yıldır cihaddan-fetihten-savaşmaktan çok korkar hâle geldi. Savaş sözünü duydukları anda şöyle bir yutkunup renkleri değişiyor. Peygamberimiz müslümanların bu duruma gelmesine sebep olan şeyin “vehn” olduğunu söyler:

Sevban’dan (r.a) rivâyet edildiğine göre, Resûlullah (asm) şöyle buyurmuştur:

"Yakında milletler yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) dâvet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) bir-birlerini dâvet edecekler".

Birisi: "Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi.

Resûlullah (asm), "Hayır, aksine siz o gün kalabalık fakat selin önündeki çör-çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak" buyurdu.

Yine bir adam: Vehn nedir? ya Resûlullah diye sorunca:

"Vehn, Dünyâ’yı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir" buyurdu.

Vehn hadisi olarak bilinen bu rivâyet sahihtir. (bk. Ebu Davud, Melahim, 5) Hadisi Ahmed b. Hanbel de rivâyet etmiştir (el-Müsned, 2/359).

Yâni, dünyâ-hayâtını fazla sevdikleri, âhiret hayâtını geri plâna attıkları ve bu sebeple de oraya gidecek yol olan ölümden de korktukları için dirençlerini kaybederler, gereken mücâdeleye ve mücâhedeye girmekten kaçınırlar ve asrın gereği olan maddî imkânları kullanamadıkları için, nüfusça çok olmalarına rağmen uluslar-arası câmiada hiç-bir kıymet-i harbiyeleri olmaz.

Düşmanları/zâlimleri müslümanlara-mazlumlara karşı cesâretlendiren şey, müslümanların azlığı değil, aksine onların takvâ bakımından güçsüzlüğü ve Dünyâ’ya aşırı düşkünlükleri olacaktır. Çünkü ölümden korkan ve Dünyâ’ya fazlaca düşkün olanlar fedâkârlıklara katlanamazlar. Canları ve malları ile katılmaları gereken cihâdı ihmâl ederler. Böylece eskiden olduğu gibi düşmanlara karşı heybetli değildirler ve artık düşmanlar onlardan korkmazlar, çekinmezler.

Orada bulunanlardan biri; “O gün sayıca azlığımızdan mı”? diye sordu. Allah resûlü “hayır” buyurdular “bilakis o gün sayıca siz çok olacaksınız, fakat bir selin getirip yığdığı çer-çöp gibi hiç-bir ağırlığınız olmayacak”. Allah, düşmanlarınızın kâlbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve kâlplerinize “vehn” atacak! “Vehn nedir Ey Allah’ın Resulü?” diyen soran birine: “Dünyâ sevgisi ve ölüm korkusudur” diye cevap verdi. Görüldüğü gibi Peygamberimiz bu günler için çok isâbetli bir yorum yapmış.

İslâm’i saldırı savaşı olan fetih, bir terör hareketi değildir. Müslüman terör olmaz. Asıl terör, terör olmayan müslümanları terör gibi göstererek onları Dünyâ’ya îlan edenlerdir.

Sasani ordularını mağlup eden İslâm ordularının başındaki kumandana sorulan “buraya neden geldiniz?” sorusuna verilen târihi cevap şuydu: “Allah’ın kullarını kula kul olmaktan kurtarıp, yalnız Allah’a kul olsunlar diye buradayız”. Yâni Îran’lılar diyorlardı ki; “Taa, Medîne’den kalkıp niye buralara kadar geldiniz?. Ne oldu ki?”. Fakat orada zulüm vardı, kula kulluk vardı. İşte bu sebeple Medîne’den kalkıp Îran’a, bu zulmü defetmeye gelmişlerdi. Ya güzellikle ya da savaş ile. Burada olan şeye “savunma savaşı” denemeyeceği çok açıktır. Bu bir cihaddır, fetihtir.

Putperest Moğollar’ın İslâm’a girip müslümanlaşması, Memlüklüler’den aldıkları ilk yenilgiyle birlikte başladı. Savaşın tebliğ yönü de vardır zîrâ. Çünkü fetih-zafer gerçekleşince insanlar fevc-fevc Allah’ın dînine girerler:

“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman, insanların Allah’ın dînine dalga-dalga girdiklerini gördüğünde..” (Nasr 1-2).

Peygamberler de fetih için duâ ederler ve bunun için hazırlık yaparlar. Zîrâ bilirler ki bâzen fetihten başka bir yol yoktur:

“(Peygamberler) fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti” (İbrâhim 15).

Fetih, bâtılın sonu demektir. Artık onlara bir süre de tanınmaz:

“Derler ki: ‘Eğer doğru söylüyor iseniz, şu fetih ne zamanmış?. De ki: ‘Fetih günü, inkâr edenlere (o gün) inanmaları bir yarar sağlamaz ve onlara bir süre tanınmaz” (Secde 28-29).

Fetih, günahları siler, nice nîmetler açığı çıkartır, kişiyi dosdoğru yola sokar ve Allah’ın özel yardımını celbeder. Ayrıca îmanları arttırarak kâlpleri mutmain kılarak bir öz-güven ve huzur duygusu verir:

“Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın, üzerindeki nîmetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin. Ve Allah, sana ‘üstün ve onurlu’ bir zaferle yardım etsin. Mü’minlerin kâlplerine, îmanlarına îman katıp-arttırsınlar diye, ‘güven duygusu ve huzur’ indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır: Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Fetih 1-4).

Yine fetih, gayretlerin karşılığı olarak Allah’ın bir yardımıdır. Allah samîmi-ciddî-gayretli mü’minleri fetih ile ödüllendirir:

“Andolsun, Allah, sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur, kâlplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir” (Fetih 18).

Fetih korkuları da giderir. Fetihten korkanlar ve cihadın-fethin olası görece kayıplarından korkanlar sonra çok pişmân olacaklardır:

“İşte kâlplerinde hastalık olanları: ‘Zamânın, felâketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz’ diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişmân olacaklardır” (Mâide 52).

Fetih Allah’ın bir müjdesi ve ödülüdür:

“Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 13).

Peygamberimiz, peygamberlik ömrü cihad ve fetih ile geçen bir peygamberdir. Evet; Peygamberimiz bir Fâtihtir. Öyle ki yapılan hesaplamalara göre ömrünün ortalama kırk gününden biri fetih yolunda geçmiştir. Böyle ömrünün zekatını fetih için vermiştir.

Hendek, Uhud ve Hattâ Bedir savaşını savunma-savaşı olarak kabûl edebiliriz. Fakat Huneyn, Taif, Tebük savaşları, Mekke’nin Fethi ve Gazvelerin/Seriyyelerin tamâmı saldırı savaşıdır yâni fetihtir. Peygamberimiz hayâtı boyunca 62 tâne (bir rivâyete göre 65) Savaş/Gazve/Seriyye düzenlemiş, bunların 27 tânesine baş-komutanlık etmiştir. 27 gazve 60 civârında seriyye ile yaklaşık 90 savaş olduğunu söyleyenler de vardır. Hattâ “hayâtının her kırk gününe bir gün savaş/sefer düşmüştür” denir. Bunların da ezici çoğunluğu savunma değil, saldırı savaşıdır. Hattâ Peygamberimizin vefâtından sonraki halifeler ve 20. yy.’ın başına kadar müslümanların yaptıkları savaşların neredeyse tamâmı saldırı savaşıdır. Çünkü fazîlet sâdece savunma-savaşında değildir.

“Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah’tan korkup-sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup-sakınanlarla berâberdir” (Bakara 194).

Fetih, toprakların ve gönüllerin birlikte kazanılmasıdır. Gönüller de kazanılmadığında “işgâl” oluyor.

Evet; fetih sâdece “gönül fethi” değildir. Gönüllerin fethiyle başlayan ve süren, sonra da bu “gönül erleri”nin yapacağı toprak fetihlerdir. Zâten ancak ikisi birlikte olursa İslâm Dünyâ’ya gerçekten hâkim olacaktır. “Sâdece gönül fethi”, “sâdece toprak fethi”nin doğuracağı yanlış sonuçları doğurur. Yâni ikisi de aynı olumsuz sonucu verir. İkisi birlikte gelişmediğinde ve gerçekleşmediğinde İslâm Dünyâ’ya hâkim olamaz ve şeytanın ve tağutların iktidârı sonlandırılamaz. Böylece zâlimler çoğalırken zulümler de ayyuka çıkar.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2016








Devamını Oku »

Yorumun Kaynağı Ne Olmalı?



“Şimdi de Allah size kitabı, içinde her-şey inceden-inceye açıklanmış olarak göndermişken Allah’tan başkasını mı hakem isteyeceğim?. Kendilerine kitap verdiklerimiz de bilirler ki, o tamamıyla gerçek olarak Rabbin tarafından indirilmiştir. Sakın şüphelenenlerden olma!. Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 114-115).

Müslümanlar, modernizmin etkisi ve baskısı karşısında dünyevî yorumlamalarından sonra mânevî yorumlarını bile modernizme uydurmanın yoluna girmişler. Modernizme uygun olmayan yorumlama çeşitleri ise ilgisizliğe yada anlamsızlığa terk ediliyor ve bu tarz yorumlamalarda bulunanlar mîzahın konusu yapılıyor ve yalnızlaştırılıyor. Fakat mezhep, parti ve modernizm-merkezli yorumlamalar yapıldığında yâni sistem-içi söylemlerde bulunulduğunda, bu tarz yorumların bir kıymeti ve edebî yönden değeri olmasa bile gündem edilebiliyor. Bu tarz yorumlar aşırı desteklenirken, farklı bir yorumlama tarzı köstekleniyor ve hattâ bu yorumlama tarzı az-biraz siyâsi olarak görünüm kazandığında hemen şiddete bile başvurulabiliyor. En azından sözlü hakâretler edilebiliyor. Şeytan ve tağutlar, kendi keyiflerine-çıkarlarına aykırı olan yorumlara-düşüncelere katlanamıyorlar ve buna karşı her-türlü önlemi alıyorlar. “İpin ucu”nu ellerinde tutanlar için bu durum çok da zor olmuyor zâten. Çünkü mevcut Dünyâ “göz ve kulak medeniyeti”dir ve gözüyle gördüğünü ve kulağıyla duyuverdiğini, daha doğrusu gözüne gösterildiğini ve kulağına fısıldananı doğru zannedenler, gördüklerinin ve duyduklarının dışında hiç-bir şeyi kabûl etmiyor. Zâten bir-süre sonra kabûl ettiklerinin militanı hâline geliyorlar. Zîrâ modernizm onları bu şekilde kuşatma altına almış durumda. Böylelikle “sistem” güçlenerek yolunda emin adımlarla ilerlemeye devâm ediyor. Öyle bir duruma geliniyor ki, artık kimse farklı bir yorumda bulunamadığı gibi, farklı bir yorum yapmayı düşünemez oluyor ve böyle bir yola girmeyi radikâllik olarak görmeye başlıyor. Böylece şeytanın hoşuna gidecek yorumlar ayyuka çıkıyor. Şeytan Dünyâ’da görece bir hâkimiyet kuruyor.

İnsanlar Dünyâ’ya göbeklerinden bağlıdırlar ve bu bağın kopması hayattan kopmak demek olduğundan, bu bağı koparmamak çabasıyla mevcuda bağlanmaları zor olmuyor. Bu bağın kopup-kopmamasının önem derecesi, mânevî bağın gücü ve sağlamlığı ile alâkalıdır. Mânevî bağ maddî bağdan daha güçlü olduğunda, yâni ebedî hayat geçici hayata tercih edildiğinde hayattan kopmak mü’min için çok da sorun olmuyor ve yorumunu ve eylemini modenizme aykırı şekilde yapmaktan çekinmiyor. Tabi kişinin bunu yapabilmesi için ilk-önce; iç âlemini, dış âlemini şekillendiren modernist yorumlama tarzından farklı bir yorumlama tarzıyla değiştirmesi gerekiyor ki aslında Kur’ân baştan-sona bu tarz bir yorumlama şekline sâhiptir. Kur’ân, mevcudun eleştirisini ve îtirâzını yapan bir tarza-söyleme sâhiptir. İşte bu tarza sâhip olunmadan iç âlem zenginleştirilerek îmanlar arttırılamıyor. Kur’ânî yorumlama tarzına sâhip olan mü’min için hayattan kopmak, “ebedî âleme geçmek” demek olacağından, bundan çekinilmez bir duruma gelinir ki, modernizmin en çok korktuğu şey, ölümden korkmayan bu tarz kişilerin çoğalmasıdır. Bu tarz kişilerin çoğalması, modernizme alternatif yorumlama şeklinin de çoğalması demek anlamına geliyor ki, bu, modernizme yapılabilecek en büyük îtirâz ve isyândır. O hâlde bir mü’minin, Kur’ân-merkezli bir idrâk edip yorumlama ve sünnet-merkezli bir edip-eyleme yoluna girmesi gerekir ki dînini hakkıyla idrâk edip yaşayabilsin.

Peki böyle olması gerekmesine rağmen müslümanlar yorumlarını neyi baz alarak yapıyorlar?. El cevap: Modernist-merkezli yorumlama tarzını baz alarak. Mezhep lîderlerinin, târikat şeyhlerinin, parti lîderlerinin, sermâyedarların, popüler olanların vs. vs. kısaca şeytan ve tağutların isteği doğrultusundaki yorumlama tarzına göre ki bu bâtıl bir yorumlama tarzıdır. Bunu, ya çıkar için yada cehâletten dolayı yapıyorlar. Öyle bir duruma gelindi ki, modenizme uygun olmayan Kur’ân yorumları yapılamaz ve seslendirilemez oldu. Hiç alâkası olmadığı hâlde bir parantez-içi yada yanlış ve takdirî kelimelerle tam da modern bilime, ideolojiye, siyâsete, sosyâl hayâta, ekonomik düzene göre yorumlamalar yapılıyor. Hâlbuki modern dönemin bu konulardaki söylem ve eylemleri ile Peygamberimizin gönderildiği Mekke toplumundaki aynı konulardaki söylem ve eylem arasında fark yoktur. Hattâ modern dönemde bu sapıklıklar artarak devâm ediyor. Yâni şirk ayyuka çıkmış durumda. Ellerinde Kur’ân olanlar ve güyâ Kur’ân’a göre bir anlama faaliyeti yürüttüğünü zannedenler bile tağutlara rahmet okuyabiliyorlar ve onlara “tam destek” veriyorlar. Ellerinde Kur’ân olması buna engel olmuyor. Kur’ân’ı yorumlama tarzları Kur’ân’a uygun değil. Kur’ân’ın bütünlüğüne uygun değil. Sünnete ise hiç uygun değil. Kur’ân ve Peygamber zâten şu-an yaşadığımız mevcut ve benzer bir hayâta-duruma eleştiri, îtirâz ve isyân olarak gönderilmiştir ve Kur’ân’ın yeni bir yorumlama, idrâk ve eylem-plânı vardır. Bir devlet-medeniyet rüyâsı ve potansiyeli vardır İslâm’ın. Bir hayat-anlayışı getirmiştir. Özgün bir yorumlama tarzına sâhiptir. Modernizmin kuşatması altında maddî ve psikolojik olarak ezilenler, bu yükten kurtulmak için Kur’ân’ı Kur’ân ile değil, modernizm-merkezli yorumluyorlar. Böylelikle Kur’ân’ın yetersizliği gibi bir durum çıkıyor ortaya. Hâlbuki Kur’ân bir hayat kitabıdır ve tüm zamanlarda bir bilinç-kültür-siyâset-sosyâl hayat-din-ahlâk vs. vâzeder. Her konuda tüm asırları aydınlatacak potansiyele sâhiptir. İslâm ve Kur’ân bu potansiyele sâhiptir fakat müslümanlar sâhip değildir. Çünkü ellerinden Kur’ân’ı bırakmasalar da zihinleri modernizme göre işliyor.

Kur’ân aynı-zamanda bir kültür de oluşturur. Diğer kültürleri tümden görmezden gelmese de, onun kendine-özgü bir ilim-kültürü vardır.

İslâm’da yorumlama, kendi dışındaki kaynaklar-merkezli olamaz. O kaynaklar da kullanılarak yorum zenginleştirilmesi yapılabilir fakat bu, esastan olamaz, usûlden olabilir. İslâm akla aykırı olmasa da aklı da aşan yönleri vardır ve bu nedenle salt akıl ile yorum yapan felsefeyle sınırlı bir ilişki kurulması gerekir. Çünkü İslâm, felsefe gibi salt akıl ile yorumlama yapmaz. İslâm’da, vicdan-rûh-kâlp (akleden kâlp) vs. gibi meta-fizik unsular da vardır ve bu nedenle zâten bir “İslâm felsefesi”nden bahsedilemez. Tabî ki “ilim mü’minin yitik malıdır, onu nerde bulursa alır” sözüne göre felsefeye tamâmen de arkasını dönmez.

Her ne kadar İslâm’ı zenginleştirdiği söylense de, Dâr-ül Hikme’den (bilgelik evi) sonra din, felsefe-merkezli yorumlanmaya başlandı ve Kur’ân, felsefenin -ki bu felsefe yunan felsefesidir- etkisi altında kalarak yunan felsefesinin nesnesi durumuna getirildi. Böylece “Kur’ân başka felsefeler-kaynaklar olmadan anlaşılamaz düşüncesi” hâkim olmaya başladı ki hâlen devâm eden bu yorumlama düşüncesiyle müslümanlar zamanla kendilerine olan güvenlerini kaybettiler. “Kimin ekmeğini yersen onun davulun çalarsın” misâli, “kimin felsefesini-ilmini kullanırsan, onun kültürünü ve ürettiği alırsın” prensibi ayyuka çıktı zamanla. İslâm’ı daha doğrusu müslümanları durduran, gerileten ve yenilgiye uğratan ana-sebep budur. Aristo-Plâton-Plotinus (yeni eflâtunculuk) merkezli yorumlama tarzı, “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri ve sünnet-merkezli yorumlama düşüncesi”ni blôke etti.

Zeki Özcan:

“9-13. yüzyıllarda yeni-Plâtoncu/Aristotelesçi düşünme biçimi anlamındaki İslâm Felsefesi, bilindiği gibi, daha ziyâde Süryânice ve grekçeden arapçaya yapılan tercümelerin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Bu felsefe daha önce hint felsefesinin, grek felsefesinin ve hristiyan felsefesinin geliştiği gibi gelişti. Orijinâlitesi bir yana, gerek İslâm dünyâsında gerekse batı orta çağını etkileyen çok önemli eserler verdi. Bu eserlerde, zorunlu olarak grek felsefesinin derin etkileri görülmektedir. Özetle söyleyecek olursak, kültürümüzün özellikle teorik ve spekülatif yönü, doğrudan ve dolaylı biçimde, Plotinus’un Ennadlar’ının bâzı bölümlerinin etkilerini taşımaktadır” der.

Mü’min, yorumunu sâdece akıldan aldığı tâlimatlarla yapmaz. Kâlbine-vicdânına da danışmalı, iyice düşünüp tartmalıdır. Çünkü aklî yorumlar -aynen Plâton ve Aristo gibilerinde olduğu gibi- çok çarpıcı olsa da, çok da uzun olmayan vâdelerde, eylemde kötü ve üzücü sonuçlara çıkar ve yol açar. Bir yorumun doğru ve yanlış olduğunu delili, eylemde belli eder kendini. Modern dünyâ siyâsi alanda Fransa-İngiltere; felsefî alanda Almanya, ahlâkî alanda ABD-İsrâil-İngiltere; askerî alanda da ABD güdümündedir. Buna, düşüncede yunan, siyâsette Roma da diyebiliriz. İşte modern dünyânın ilk-başta çok câzip görünen düşünce ve görüşlerinin sonuçları, şu-an yaşadığımız dünyâdır. Bu dünyâdan memnun olanlar beri gelsin..

Müslümanların kimi; kapıldıkları ideolojiye, kimi bir lîdere, kimi bir partiye, kimi bir târikata-mezhebe-cemaate, kimi ekonomiye, kimi millî duygulara, kimi bilime, kimi ezoterik-bâtıni-hermetik tasavvufa, kimileri direkt olarak şeytana (satanizm), kimi de sapık başka yollarla göre yorumlamalarda bulundukları için hayat anlayışları da buna uygun oluyor. Kişinin fikri ne ise zikri ve eylemi de o oluyor.

Peki neden böyle oluyor? yâni genelde tüm insanlar ve özelde müslümanlar “nefs-merkezli modernizm”e uygun yorumlar yapıyorlar?. Çünkü bunun için bir bedel ödemeleri gerekmiyor. Oysa Kur’ân insana bir sorumluk yâni bir yük yüklüyor. Kur’ân’ı yine Kur’ân ile yorumlamak bu yükü omuzlamak anlamına geliyor ki bu eyleme döndüğünde zamandan, konfordan, mallardan ve en nihâyetinde de canlardan bile ferâgat etmeyi göze almayı gerektirebiliyor. İşte bunu göze alamayan insanlar ve müslümanlar, böyle bir düşünme-yorumlama ve edip-eyleme sürecine ve yoluna giremiyorlar. Bu nedenle konjonktür tam da şeytanın istediği gibi güçlenerek devâm ediyor.

Modernist yorumlama tarzında Kur’ân bütünsel olarak okunup yorumlanamıyor ve yaşanılamıyor. Bu durum Kur’ân’a göre hem Dünyâ da hem âhirette büyük azap nedenidir:

“…Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

Müslüman-mü’min için yorumun kaynağı Kur’ân-sünnettir; “batı paradigması” değil.

Eğer bir yama yapılacaksa, yama yine İslâm’dan alınan aynı kumaşla yapılmalıdır. “Kırk-yamalı bohça”ya dönmüş bâtılın kumaşından alınarak yapılan yamalar, İslâm’ı tanınmaz bir hâle getirecektir.

Kur’ân kimsenin babasının malı değildir. Bu nedenle hiç kimse, Kur’ân’a keyfine göre yaklaşamaz. Kur’ân’a yine Kur’ân’ın gösterdiği şekilde uyulmalıdır:

“Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hâinlerin savunucusu olma!” (Nîsâ 105).

“Ey îman edenler!. Kâfirlere uyarsanız sizi gerisin geriye (küfre)düşürürler. Siz de (o zaman) hüsrâna uğramış olursunuz” (Âl-i İmran 149).

Seyyid Kutub bu âyete şöyle yorum yapar:

“Demek ki bunun sonucu, kesin bir hüsrandır. Çünkü akîde-sâhibinin, akîde-düşmanlarına meyletmesi, vesveselerine kulak vermesi ve direktiflerine uyması, rûhî bozgundan başka bir şey değildir. Hezîmet doğuran bir hezîmettir. İşin sonunda, bu hezîmetten koruyacak ve gerisin-geriye küfre dönüşü engelleyecek hiç-bir şey yoktur. İlk adımda fark edilmese de, bu umutsuz sona doğru yol alıp gitmektir. Bir mü’min, dîninin düşmanlarına danışmaya aslâ gerek bırakmayan yeterliliği; kendi akîde ve metodunda bulur. Bir-tek kere bile onları dinlerse, gerisin-geriye irtidâda doğru gidiyor demektir. Bu, fıtrî bir hakîkattir. Yüce Allah’ın dikkat çektiği bir hakîkattir. Dâvânın asıl sâhibi olan Yüce Allah’ın, dâvetçi ve mü’minleri uyardığı bir hakîkattir. Onları kendisine bağlayan “îman”la seslenerek sakındırdığı bir hakîkattir”.

Müslümanlar “Kur’ân-merkezli yorumlama” ve “sünnet-merkezli eylem” yoluna girmedikleri müddetçe ve bu durum Dünyâ’da dikkat çekecek seviyeye gelmedikçe seküler-liberâl-modernist sistem, tağutları görece güçlendirecek, mazlumları ise ezdikçe ezecektir. O hâlde Kur’ân’ı, idrâkın-bilincin-yorumlamanın kaynağı; sünneti de edip-eylemenin yâni eylemin kaynağı yapmadıkça hiç-bir şeyin değişmeyeceğini ve yapılan etkinliklerin hiç-bir yaraya merhem olmayacağını bilelim. Unutmayalım ki, yorumunuzun kaynağı ne ise düşüncenizin-tasavvurunuzun ve eyleminizin kaynağı da odur. Yada, kimin ekmeğini yiyorsanız onun davulunu çalarsınız.

Çoğunluğun bâtıl yolda olması kişiyi kurtarmaz. Çoğunluğa uymak “yanılgıya uymak” demektir Kur’ân’a göre:

 “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2016



























Devamını Oku »