“Böylelikle (Firavun)
kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık
olan bir kavimdi. Sonunda bizi öfkelendirince, biz de onlardan intikâm aldık,
böylece onları toplu olarak suda boğduk” (Zuhrûf 54-55).
Özellikle modern gençliğin
kullandığı “ezik” kelimesi, “moderne uymamak ve aykırı davranmak” olarak
kendini gösterir. Biz kelimeyi bu anlamda değil, gerçekten de ezilmiş olanlar,
ezik yaşayanlar yada ezik bırakılanlar anlamında kullanıyoruz.
Ezilmek ve ezik hâlde olmak
insana yaraşır bir hâl değildir. İnsan normâl hâlde ezik bir durumda kalmayı
kendine yediremez, yedirmemeli. Fakat bir de ezikliğin benimsenmesi durumu
vardır ki, bu durumdaki insanlar ezikliği “yanlış kader-şükür” ve yanlış Dünyâ
düşüncesi bağlamında kabûl ediyor ve ezikliklerini kabûllenebiliyorlar.
Özellikle 1980’den önce
doğanların çocukluk ve gençliklerinde yaşadığı fakirlik ve yokluk, onların 2.000
den sonra görece iyi bir hayâta -ki aslında bu da ortalamaya göre düşük bir
hayattır- fit olması, hayatından râzı olması, bu kişilerde şükre sebep olmaktadır.
Şükür, Allah’ın verdiklerine yapılır, insanların belirlediklerine değil. İnsanların
yaptıkları iyiliklere teşekkür edilir ama “şükür” Allah’a yapılır. Zâten İslâmî
olmayan sistemlerde suyun başını tutanlara teşekkür edecek çok da fazla bir şey
olmaz. Her zaman mutlu bir azınlık vardır ve diğerleri ise parmaklarına çalınan
bir parça balla idâre etmektedirler. Balın tadını beğenenler “buna da şükür”
demektedirler.
Yanlış şükür anlayışı, yanlış
kader inancından kaynaklanıyor. Kader, ezikler tarafından, “yazılmış” bir şey
olarak görülüyor. Böyle olunca da “ne yapalım, kaderimiz bu” diyorlar. Aslında
kendini avutuyor ve eleştiri, îtirâz ve isyân etmesi gerekirken pasif hayâtına
devâm ediyor. Kader, meselâ “bir kişinin belli bir yaşta başına belli bir
kazâ-belâ, hastalık yada bir olay gelmesinin, önceki bir zamanda Allah tarafından
yazılmış olması” demek değildir. Zâten Allah için öncelik-sonralık diye bir şey
yoktur. Kader, Allah’ın yasalarıdır. Meselâ havadan daha ağır bir cisim
bırakıldığında düşer. Cam düştüğünde kırılır. Buza yatarsanız hasta olursunuz.
Bu gibi yasalardır kader. Yoksa bir zaman önce “o bardak düşsün de kırılsın”
diye yazılmış bir kader yoktur. Kader bu demek değildir. Fakat buna rağmen
yeterli bilgisi, dirâyeti, cesâreti ve isyânı olmayanlar, bunun yerine kolay
yoldan giderler ve “kader” der geçerler. Bu kişilere baktığınızda çoğunun saf
ve iyi insanlar olduğunu görürsünüz. Yanlış kader düşüncesi onları hem câhil
hem de ezik bırakmış ve o hâle getirmiş olabilir. Çünkü Allah doğuştan ezik bir
insan yaratmaz.
İnsanların
bu duruma çok çabuk iknâ olması, sorumluluktan kurtulmak nedeniyledir. Bu
sorumluluktan en azından “kafa-konforunu bozmamak” anlamında kurtulurlar.
Meselâ mevcut kötü durumlarının; ideolojilerden, yöneticilerden, kurnazlardan,
güçlülerden vs. olduğunu düşünmek ve bilmek, onlara karşı mücâdele etmek
zorunluluğu doğurur. Bu uğurda da malların ve canların telef edilmesi
gerekebilir. Tabî ki bu, insanın nefsine ağır gelen ve hoşuna gitmeyen bir
durumdur. Bu nedenle insanlar, başlarına gelen her-türlü kötülük için, “kadere
îman” bağlamında, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanarak “yapacak bir
şey yok, takdir-i ilâhi” diyerek kolayca işin içinden çıkıyorlar ve pasif bir
sabra yöneliyorlar ki aslında sabır aktif bir eylem olduğundan ve sabrın pasifi
olmayacağından dolayı aslında sabırsızlığa katlanmış oluyorlar. Böyle inanarak
ve yaparak en azından mevcut malları ve canlarından emin(!) olabiliyor. Sâdece,
“birileri”ne göre zor bir hayatları oluyor. Zâten bu düşünüş ve inanış artık îman
olarak bilindiğinden ve yer ettiğinden, kişiler böyle davranmakla samîmi bir dindar
olduklarını zannederek rahatlıyorlar. Ezikliğe îman edilmiş oluyor. İnsanlar;
dirâyetsizliklerine “sistem”in kuşatıcılığına, zorluğa vs. bakarak ve
vazgeçişleri göze alamayarak “yapacak bir şey yok” diyorlar ve yürüdükleri
yolda devâm ediyorlar.
Asgarî ücret çok az ve
yetersiz bir paradır. Buna rağmen doktor-hâkim-milletvekili vs. gibi kişilerin
maaşlarının asgarî ücrete göre yaklaşık 8-10 kat hattâ 20 kat daha fazla
olmasına rağmen ezikler buna îtirâz etmezler ve hep bir ağızdan “ama onlar
okumuş” derler. Okumuşsa bunun karşılığında rahat bir ortamda çalışıyorlar. Îtibarlı
bir iş yapıyorlar. Yazın serin, kışın ise sıcak rahat bir ortamda çalışıyorlar.
Bedenlerini zorlayacak bir iş de değildir yaptıkları. Kafaları biraz zorluyor
olabilir ama buna da laf edeceklerse o zaman evlerine gitsinler. Bu kişilerin çalışma
saatleri de çok esnektir. İşte ödülü budur ve bu kadar olmalıdır. Hadi bir de
asgarî ücretin %50’si kadar fazla maaş alsınlar. İşin asıl yükünü hamallık-amelelik
yapan asgarî ücretli çekiyor. Buna rağmen asgarî ücretle çalışanlar dillerine,
“ama o okumuş” sözü pelesenk olmuştur. Bu söz tam bir ezik sözüdür. Sürekli
olarak “ama”sı olan kişilerdir ezikler. Yâ, adam gecenin yarısında işe gidiyor
ve sabaha kadar çalışıyor, hamallık yapıyor. Buna rağmen bu adam asgarî; yâni
en düşük, en az, en cüz-i olan maaşı alacak, fakat bahsettiğimiz diğer kişiler neredeyse
öğleye doğru başladıkları ve erkenden çıkıp gittikleri işlerden dolayı 10 kat
daha fazla maaş alacaklar. Yâni hem rahat ortamda çalışacaklar, hem de 10 kat
fazla maaş mı alacaklar?.
Eziklerin siyâsî görüşleri
de ezikçedir. Mevcut görece iyi olan partiyi-lîderi-grubu “en iyisi” olarak
görür. Çünkü bir-öncekini biliyordur ve yenisiyle kıyaslıyordur. Ezikler çok
kıyas yaparlar. Zîrâ bilgileri yoktur. Esasen bilgi edinecek bir durumları da
pek yoktur. Aslında ille de çok bilgili olmak zorunda da değildirler. Fakat “insana
yaraşır” bir düşüncelerinin olması zorunludur. Çünkü Allah bizi “eşek” olarak
yaratmamıştır ki!. Mevcut iktidâr için; (durum bir-öncekine göre daha iyi ise) “önceki
daha mı iyiydi?, bak şimdi daha güzel” diye kendilerini avuturlar. Kıyası yanlış
yaparlar. Kıyası madde ile yaparlar. Eziklerin ve câhillerin başka bir ölçüleri
yoktur. Çünkü memleketin ve Dünyâ’nın ne durumda olduğundan haberleri bile
yoktur. Bir-kaç yol, köprü ve hastâne ile yâni beton ile kıyaslama yaparlar.
Oysa ki adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, şirk, küfür ve zulüm almış
başını gitmiştir. Fakat bunu hesâba kat(a)mazlar. Gerçek kıyas, bir-öncekine
göre değil, “en iyiye” göre yapılmalıdır. Meselâ Peygamberimiz’in zamânına
göre, meselâ Hz. Ömer zamânına, yada gerçekten adâletli bir yönetime göre kıyas
yapılır. Bir-öncekine göre yapılan kıyas yanıltır, aldatır ve avutur. Bu durum
iktidârın çok hoşuna gider ve başlar “bizden öncekiler” demeye. Ölümü gösterip
sıtmaya râzı ederler insanları. Bu durum, eziklerin ezik olarak kalmasına ve eziklerin
çoğalmasına neden olur. Kendilerini ezen siyâsilere kapılanların âhiretteki sözleri
şöyle olacaktır:
“Ateşin
içinde, iddiâlar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen
(müstekbir)lere derler ki: ‘Gerçekten biz, size uymuş (teb’anız) olan
kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir
misiniz?. Büyüklenen (müstekbir)ler derler ki: ‘Biz hepimiz (ateşin)
içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık)” (Mü’min 47-48).
Eşek olursanız semer vuran
da, üzerinize binen çok olur. Üzerinizde taşıdıklarınızın sizin değerinizi
bileceğinizi falan da beklemeyin. Bunu kolay-kolay yapmazlar. Bir tanıdığım
vardı. Bekâr bir kişi. Bir apartmanda, oranın kapıcı dâiresinde kalmak ve ancak
karnını doyuracak kadar maaş karşılığında kapıcılık yapıyordu. Bir gün; “maaşını
tam veriyorlar mı, sigortan falan var de mi?” dedim. “Hayır sigortam yok, maaş
da az bir şey” dedi. “Niye yapmadılar ve niye az maaş veriyorlar?, bak daha
bekârsın, evleneceksin, yuva kuracaksın, para lazım değil mi?” dediğimde; “çünkü
ben resmî olarak çalışmıyorum” dedi. “Peki buna niye râzı oluyorsun ki?.
Gepegenç adamsın” dediğimde, tüm saflığı ile yada ezikliği ile dedi ki; “ben
işimi çok iyi yapıyorum ve her-şeye koşturuyorum. Onların bunu görüp
değerlendireceğini, benim kıymetimi anlayacaklarını, sonra da bana hem hak
ettiğim maaşı hattâ daha fazlasını vereceklerini, hem de sigortamı yapacaklarını
umuyorum ve bunu bekliyorum”. Dedim ki, “aslâ böyle bir şey yapmazlar. Onlar
seni ezik görüyorlar, kullanıyorlar”. “Yok, “çok karamsar düşünme, Allah
kişinin emeğinin karşılığını verir” dedi. “Amennâ!, Allah emeğin karşılığını
hattâ fazlasını da verir ama insanlar vermez” dedim. Yaklaşık bir sene sonra
geldi, “ayrılıyorum” dedi. “Ne oldu” dedim, “o kadar çalışıyorum, koşturuyorum,
kapıcı dâiresinde oturuyorsun diye ne doğru-düzgün maaş veriyorlar ne de
sigorta yapıyorlar” dedi. “Ben sana demiştim” demedim. Zâten o günden sonra onu
bir daha da görmedim.
Ezikler, parmaklarına çalınan
bir damla bala tâv olurlar, o balı yalayıp dururken şükür üstüne şükredeler.
Tabî ki Allah’ın her nîmeti şükrü hak eder. Hattâ hiç-bir nîmetin şükrünü edâ
edemeyiz de. Bizim burada bahsettiğimiz şey, eziklerin, yaladıkları o bir
parmak balın bile bedelini ağır bir şekilde ödediklerini anlatmaktır. Fakat
buna rağmen ezikler bunu cehâletten ve eziklikten dolayı göremiyorlar yada
görmek ve kabûl etmek istemiyorlar.
Sâdece maddî ve ekonomik
durum da değil konu. Adâletsizlik, ahlâksızlık, küfür, şirk, sevgi-saygı vs.
kötü durumlara da bir ses çıkarılmıyor. Dünyâ’nın geldiği duruma hiç bir
sözleri eleştirileri ve îtirazları yok eziklerin. Yapılan yolları, köprüler, -ki
sorsanız kendisi bir kere bile geçmiyor o yollardan-köprülerden- onları övüyor.
Oysa adâletsizlik, ahlâksızlık, şirk, küfür ve dolayısı ile zulüm her yanı
sarmış kuşatmış durumda. İşi “keko” olanlar zâten sistemden beslendiği için hiç
ses çıkarmazlar. Fakat ezilenlere ne oluyor ki?. Sistem kendilerini ezdikçe
ezmesine rağmen yine de sistemi kutsamaya devâm ediyorlar. İşte eziklik budur.
Eziklik benimsendiğinde ve
bu durum kabûllenilip normâl görülünce böyle oluyor ve işin kötü yanı, eziklere
bir laf da anlatılamıyor. Köle, efendisinden memnun ise ona her dâim kölelik
yapabiliyor. Ona “sen kölesin” deseniz kabûl etmez. Güdülmeyi benimsemiş olanlar
için çobanın kim olduğu fark etmiyor. Koyunsanız, davarsanız sizi kimin güttüğünün
ve sâhibinizin kim olduğunun önemi kalmıyor.
Eziklik alışkanlık yapar.
Artık kişi ezilmeye alışmıştır ve eziklik yapamadığında yadırgar. Sömürgecilikte
de böyledir. Sömürgeyle ezilmeye alışmış olanlar için eziklik normâlleşmiş ve
meşrûlaşmıştır. Sömürülenlerin, ezilenlerin ve zulmedilenlerin îtirâz ve isyân
etmemesi, ezik olarak kalmayı kabûllenmeleri anlaşılır gibi değildir. Beşikteki
bebeğe bile acımayan zâlimlere sevgi göstermek, ezikliğin daniskasıdır. Nasıl
olur da ölümü bile göze alarak isyân çıkarmazlar. Yiyecek ekmeği olmamasına
rağmen nasıl olur da “kader” diyerek pasif sabra yönelirler ve kendilerini bu durumda
bırakan şerefsizlere bir şey demezler?. Ebu Zer; “aç sabahlayıp da kılıcına
sarılmayana şaşarım” demişti.
Garibanlar ezik olur. Bu eziklik
zamanla genlerine işler. Öyle ki, ileride biraz mal sâhibi olsalar bile bu ezikliğin
belirtileri hâlâ kendini gösterir. Meselâ garibanlar arabasını kaldırıma sıfır
yanaştırır. Çünkü hayatta kendisine fazla bir yer ayrılmadığının
bilincindedirler. Bunu ona kimse zorlamasa da yine de böyle yapar. Buna
râzıdır, bir îtirâzı yoktur. Ezikler böyledir. Oysa öz yurdunda garip, öz
vatanında parya olmalarına rağmen bir ses ve eylem yükseltmezler. Ezikliği
benimsedikleri için memnunlardır bile. Ezikliği benimseyebilmeyi bir başarı olarak
görenler bile vardır.
Bir de “dağdan gelip
bağdakini kovalayanlar” vardır. Bunlar kendilerini üstün görürlerken,
geldikleri yerin halkını ezik olarak görürler. Bâzıları bir-şekilde üstün duruma
getirilmişlerdir. Oysa çileyi her zaman ezikler çekmiştir. Meselâ Cumhûriyetin
yükünü ve cefâsını şu-anda çoğunlukla ezik olan Anadolu’nun insanları çekiyorken,
sonradan Balkanlar’dan, Avrupa’dan, Kafkaslar’dan ve Arap diyarlarından gelip
de yerlilerden çok daha iyi ve üstün bir şekilde yaşayanlar vardır. Ezikler, “nerden
gelmişlerdir, kim getirmiştir, nasıl gelmişlerdir ve mevcut iyi durumlarına
nasıl ulaşmışlardır?” diye hiç merâk etmezler. Ne Türke ne de Müslümana
benzemeyen bu insanlar nasıl olur da çoğunluktan daha üstün konumda ve durumda
bulunabilirler?. Eziklerin bunu sorgulaması çok zordur.
Peki ezikliği benimsemeye İslâm
ne der?. İslâm ezikliği kabûllenmeyi kabûl eder mi?. Asla!. İnsan eşref-i
mahlûkattır. Allah ezikliği aslâ kabul etmiyor ve zâten vahiylerini ve Peygamber’ini
bu nedenle gönderiyor. Ezenler ve ezilenler kalmasın diye Allah Dünyâ’ya sürekli
olarak müdâhale ediyor. Peygamberimiz’i Hîrâ’ya çıkaran şey eziklerin eziklikleriydi.
İlginçtir, eziklikten en az ezikler rahatsız olurken, onları daha çok ezikliğe
îtirâz ve isyân edenler savunur.
Allah ezik durumda olanların
yada ezik olarak bırakılanların durumlarını kabûl etmez ve hattâ onları
önderler yapmak ister:
“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve
oranın halkını bir-takım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü
güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu.
Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta
bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve
(istiyorduk ki) onları yeryüzünde iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım,
Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim” (Kasas 4-6).
Eziklerin
eleştirilecek çok yönleri vardır elbette. Fakat bir de Firavun gibi, onların
ezik olmasına ve ezik kalmasına neden olanlar vardır. Onlara sövmedikçe eziklik
ortadan kalkmayacaktır.
Eziklik,
“Allah’ın râzı olmadığı bir şeyden râzı olmaktır” vesselam.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder