11 Mart 2023 Cumartesi

Eziklik Üzerine

 

“Böylelikle (Firavun) kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi. Sonunda bizi öfkelendirince, biz de onlardan intikâm aldık, böylece onları toplu olarak suda boğduk” (Zuhrûf 54-55).

 

Özellikle modern gençliğin kullandığı “ezik” kelimesi, “moderne uymamak ve aykırı davranmak” olarak kendini gösterir. Biz kelimeyi bu anlamda değil, gerçekten de ezilmiş olanlar, ezik yaşayanlar yada ezik bırakılanlar anlamında kullanıyoruz.

 

Ezilmek ve ezik hâlde olmak insana yaraşır bir hâl değildir. İnsan normâl hâlde ezik bir durumda kalmayı kendine yediremez, yedirmemeli. Fakat bir de ezikliğin benimsenmesi durumu vardır ki, bu durumdaki insanlar ezikliği “yanlış kader-şükür” ve yanlış Dünyâ düşüncesi bağlamında kabûl ediyor ve ezikliklerini kabûllenebiliyorlar. 

 

Özellikle 1980’den önce doğanların çocukluk ve gençliklerinde yaşadığı fakirlik ve yokluk, onların 2.000 den sonra görece iyi bir hayâta -ki aslında bu da ortalamaya göre düşük bir hayattır- fit olması, hayatından râzı olması, bu kişilerde şükre sebep olmaktadır. Şükür, Allah’ın verdiklerine yapılır, insanların belirlediklerine değil. İnsanların yaptıkları iyiliklere teşekkür edilir ama “şükür” Allah’a yapılır. Zâten İslâmî olmayan sistemlerde suyun başını tutanlara teşekkür edecek çok da fazla bir şey olmaz. Her zaman mutlu bir azınlık vardır ve diğerleri ise parmaklarına çalınan bir parça balla idâre etmektedirler. Balın tadını beğenenler “buna da şükür” demektedirler.

 

Yanlış şükür anlayışı, yanlış kader inancından kaynaklanıyor. Kader, ezikler tarafından, “yazılmış” bir şey olarak görülüyor. Böyle olunca da “ne yapalım, kaderimiz bu” diyorlar. Aslında kendini avutuyor ve eleştiri, îtirâz ve isyân etmesi gerekirken pasif hayâtına devâm ediyor. Kader, meselâ “bir kişinin belli bir yaşta başına belli bir kazâ-belâ, hastalık yada bir olay gelmesinin, önceki bir zamanda Allah tarafından yazılmış olması” demek değildir. Zâten Allah için öncelik-sonralık diye bir şey yoktur. Kader, Allah’ın yasalarıdır. Meselâ havadan daha ağır bir cisim bırakıldığında düşer. Cam düştüğünde kırılır. Buza yatarsanız hasta olursunuz. Bu gibi yasalardır kader. Yoksa bir zaman önce “o bardak düşsün de kırılsın” diye yazılmış bir kader yoktur. Kader bu demek değildir. Fakat buna rağmen yeterli bilgisi, dirâyeti, cesâreti ve isyânı olmayanlar, bunun yerine kolay yoldan giderler ve “kader” der geçerler. Bu kişilere baktığınızda çoğunun saf ve iyi insanlar olduğunu görürsünüz. Yanlış kader düşüncesi onları hem câhil hem de ezik bırakmış ve o hâle getirmiş olabilir. Çünkü Allah doğuştan ezik bir insan yaratmaz.

 

İnsanların bu duruma çok çabuk iknâ olması, sorumluluktan kurtulmak nedeniyledir. Bu sorumluluktan en azından “kafa-konforunu bozmamak” anlamında kurtulurlar. Meselâ mevcut kötü durumlarının; ideolojilerden, yöneticilerden, kurnazlardan, güçlülerden vs. olduğunu düşünmek ve bilmek, onlara karşı mücâdele etmek zorunluluğu doğurur. Bu uğurda da malların ve canların telef edilmesi gerekebilir. Tabî ki bu, insanın nefsine ağır gelen ve hoşuna gitmeyen bir durumdur. Bu nedenle insanlar, başlarına gelen her-türlü kötülük için, “kadere îman” bağlamında, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanarak “yapacak bir şey yok, takdir-i ilâhi” diyerek kolayca işin içinden çıkıyorlar ve pasif bir sabra yöneliyorlar ki aslında sabır aktif bir eylem olduğundan ve sabrın pasifi olmayacağından dolayı aslında sabırsızlığa katlanmış oluyorlar. Böyle inanarak ve yaparak en azından mevcut malları ve canlarından emin(!) olabiliyor. Sâdece, “birileri”ne göre zor bir hayatları oluyor. Zâten bu düşünüş ve inanış artık îman olarak bilindiğinden ve yer ettiğinden, kişiler böyle davranmakla samîmi bir dindar olduklarını zannederek rahatlıyorlar. Ezikliğe îman edilmiş oluyor. İnsanlar; dirâyetsizliklerine “sistem”in kuşatıcılığına, zorluğa vs. bakarak ve vazgeçişleri göze alamayarak “yapacak bir şey yok” diyorlar ve yürüdükleri yolda devâm ediyorlar.

 

Asgarî ücret çok az ve yetersiz bir paradır. Buna rağmen doktor-hâkim-milletvekili vs. gibi kişilerin maaşlarının asgarî ücrete göre yaklaşık 8-10 kat hattâ 20 kat daha fazla olmasına rağmen ezikler buna îtirâz etmezler ve hep bir ağızdan “ama onlar okumuş” derler. Okumuşsa bunun karşılığında rahat bir ortamda çalışıyorlar. Îtibarlı bir iş yapıyorlar. Yazın serin, kışın ise sıcak rahat bir ortamda çalışıyorlar. Bedenlerini zorlayacak bir iş de değildir yaptıkları. Kafaları biraz zorluyor olabilir ama buna da laf edeceklerse o zaman evlerine gitsinler. Bu kişilerin çalışma saatleri de çok esnektir. İşte ödülü budur ve bu kadar olmalıdır. Hadi bir de asgarî ücretin %50’si kadar fazla maaş alsınlar. İşin asıl yükünü hamallık-amelelik yapan asgarî ücretli çekiyor. Buna rağmen asgarî ücretle çalışanlar dillerine, “ama o okumuş” sözü pelesenk olmuştur. Bu söz tam bir ezik sözüdür. Sürekli olarak “ama”sı olan kişilerdir ezikler. Yâ, adam gecenin yarısında işe gidiyor ve sabaha kadar çalışıyor, hamallık yapıyor. Buna rağmen bu adam asgarî; yâni en düşük, en az, en cüz-i olan maaşı alacak, fakat bahsettiğimiz diğer kişiler neredeyse öğleye doğru başladıkları ve erkenden çıkıp gittikleri işlerden dolayı 10 kat daha fazla maaş alacaklar. Yâni hem rahat ortamda çalışacaklar, hem de 10 kat fazla maaş mı alacaklar?.

 

Eziklerin siyâsî görüşleri de ezikçedir. Mevcut görece iyi olan partiyi-lîderi-grubu “en iyisi” olarak görür. Çünkü bir-öncekini biliyordur ve yenisiyle kıyaslıyordur. Ezikler çok kıyas yaparlar. Zîrâ bilgileri yoktur. Esasen bilgi edinecek bir durumları da pek yoktur. Aslında ille de çok bilgili olmak zorunda da değildirler. Fakat “insana yaraşır” bir düşüncelerinin olması zorunludur. Çünkü Allah bizi “eşek” olarak yaratmamıştır ki!. Mevcut iktidâr için; (durum bir-öncekine göre daha iyi ise) “önceki daha mı iyiydi?, bak şimdi daha güzel” diye kendilerini avuturlar. Kıyası yanlış yaparlar. Kıyası madde ile yaparlar. Eziklerin ve câhillerin başka bir ölçüleri yoktur. Çünkü memleketin ve Dünyâ’nın ne durumda olduğundan haberleri bile yoktur. Bir-kaç yol, köprü ve hastâne ile yâni beton ile kıyaslama yaparlar. Oysa ki adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, şirk, küfür ve zulüm almış başını gitmiştir. Fakat bunu hesâba kat(a)mazlar. Gerçek kıyas, bir-öncekine göre değil, “en iyiye” göre yapılmalıdır. Meselâ Peygamberimiz’in zamânına göre, meselâ Hz. Ömer zamânına, yada gerçekten adâletli bir yönetime göre kıyas yapılır. Bir-öncekine göre yapılan kıyas yanıltır, aldatır ve avutur. Bu durum iktidârın çok hoşuna gider ve başlar “bizden öncekiler” demeye. Ölümü gösterip sıtmaya râzı ederler insanları. Bu durum, eziklerin ezik olarak kalmasına ve eziklerin çoğalmasına neden olur. Kendilerini ezen siyâsilere kapılanların âhiretteki sözleri şöyle olacaktır:

 

“Ateşin içinde, iddiâlar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen (müstekbir)lere derler ki: ‘Gerçekten biz, size uymuş (teb’anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz?. Büyüklenen (müstekbir)ler derler ki: ‘Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık)” (Mü’min 47-48).

 

Eşek olursanız semer vuran da, üzerinize binen çok olur. Üzerinizde taşıdıklarınızın sizin değerinizi bileceğinizi falan da beklemeyin. Bunu kolay-kolay yapmazlar. Bir tanıdığım vardı. Bekâr bir kişi. Bir apartmanda, oranın kapıcı dâiresinde kalmak ve ancak karnını doyuracak kadar maaş karşılığında kapıcılık yapıyordu. Bir gün; “maaşını tam veriyorlar mı, sigortan falan var de mi?” dedim. “Hayır sigortam yok, maaş da az bir şey” dedi. “Niye yapmadılar ve niye az maaş veriyorlar?, bak daha bekârsın, evleneceksin, yuva kuracaksın, para lazım değil mi?” dediğimde; “çünkü ben resmî olarak çalışmıyorum” dedi. “Peki buna niye râzı oluyorsun ki?. Gepegenç adamsın” dediğimde, tüm saflığı ile yada ezikliği ile dedi ki; “ben işimi çok iyi yapıyorum ve her-şeye koşturuyorum. Onların bunu görüp değerlendireceğini, benim kıymetimi anlayacaklarını, sonra da bana hem hak ettiğim maaşı hattâ daha fazlasını vereceklerini, hem de sigortamı yapacaklarını umuyorum ve bunu bekliyorum”. Dedim ki, “aslâ böyle bir şey yapmazlar. Onlar seni ezik görüyorlar, kullanıyorlar”. “Yok, “çok karamsar düşünme, Allah kişinin emeğinin karşılığını verir” dedi. “Amennâ!, Allah emeğin karşılığını hattâ fazlasını da verir ama insanlar vermez” dedim. Yaklaşık bir sene sonra geldi, “ayrılıyorum” dedi. “Ne oldu” dedim, “o kadar çalışıyorum, koşturuyorum, kapıcı dâiresinde oturuyorsun diye ne doğru-düzgün maaş veriyorlar ne de sigorta yapıyorlar” dedi. “Ben sana demiştim” demedim. Zâten o günden sonra onu bir daha da görmedim.  

 

Ezikler, parmaklarına çalınan bir damla bala tâv olurlar, o balı yalayıp dururken şükür üstüne şükredeler. Tabî ki Allah’ın her nîmeti şükrü hak eder. Hattâ hiç-bir nîmetin şükrünü edâ edemeyiz de. Bizim burada bahsettiğimiz şey, eziklerin, yaladıkları o bir parmak balın bile bedelini ağır bir şekilde ödediklerini anlatmaktır. Fakat buna rağmen ezikler bunu cehâletten ve eziklikten dolayı göremiyorlar yada görmek ve kabûl etmek istemiyorlar.  

 

Sâdece maddî ve ekonomik durum da değil konu. Adâletsizlik, ahlâksızlık, küfür, şirk, sevgi-saygı vs. kötü durumlara da bir ses çıkarılmıyor. Dünyâ’nın geldiği duruma hiç bir sözleri eleştirileri ve îtirazları yok eziklerin. Yapılan yolları, köprüler, -ki sorsanız kendisi bir kere bile geçmiyor o yollardan-köprülerden- onları övüyor. Oysa adâletsizlik, ahlâksızlık, şirk, küfür ve dolayısı ile zulüm her yanı sarmış kuşatmış durumda. İşi “keko” olanlar zâten sistemden beslendiği için hiç ses çıkarmazlar. Fakat ezilenlere ne oluyor ki?. Sistem kendilerini ezdikçe ezmesine rağmen yine de sistemi kutsamaya devâm ediyorlar. İşte eziklik budur.  

 

Eziklik benimsendiğinde ve bu durum kabûllenilip normâl görülünce böyle oluyor ve işin kötü yanı, eziklere bir laf da anlatılamıyor. Köle, efendisinden memnun ise ona her dâim kölelik yapabiliyor. Ona “sen kölesin” deseniz kabûl etmez. Güdülmeyi benimsemiş olanlar için çobanın kim olduğu fark etmiyor. Koyunsanız, davarsanız sizi kimin güttüğünün ve sâhibinizin kim olduğunun önemi kalmıyor.

 

Eziklik alışkanlık yapar. Artık kişi ezilmeye alışmıştır ve eziklik yapamadığında yadırgar. Sömürgecilikte de böyledir. Sömürgeyle ezilmeye alışmış olanlar için eziklik normâlleşmiş ve meşrûlaşmıştır. Sömürülenlerin, ezilenlerin ve zulmedilenlerin îtirâz ve isyân etmemesi, ezik olarak kalmayı kabûllenmeleri anlaşılır gibi değildir. Beşikteki bebeğe bile acımayan zâlimlere sevgi göstermek, ezikliğin daniskasıdır. Nasıl olur da ölümü bile göze alarak isyân çıkarmazlar. Yiyecek ekmeği olmamasına rağmen nasıl olur da “kader” diyerek pasif sabra yönelirler ve kendilerini bu durumda bırakan şerefsizlere bir şey demezler?. Ebu Zer; “aç sabahlayıp da kılıcına sarılmayana şaşarım” demişti.  

 

Garibanlar ezik olur. Bu eziklik zamanla genlerine işler. Öyle ki, ileride biraz mal sâhibi olsalar bile bu ezikliğin belirtileri hâlâ kendini gösterir. Meselâ garibanlar arabasını kaldırıma sıfır yanaştırır. Çünkü hayatta kendisine fazla bir yer ayrılmadığının bilincindedirler. Bunu ona kimse zorlamasa da yine de böyle yapar. Buna râzıdır, bir îtirâzı yoktur. Ezikler böyledir. Oysa öz yurdunda garip, öz vatanında parya olmalarına rağmen bir ses ve eylem yükseltmezler. Ezikliği benimsedikleri için memnunlardır bile. Ezikliği benimseyebilmeyi bir başarı olarak görenler bile vardır.

 

Bir de “dağdan gelip bağdakini kovalayanlar” vardır. Bunlar kendilerini üstün görürlerken, geldikleri yerin halkını ezik olarak görürler. Bâzıları bir-şekilde üstün duruma getirilmişlerdir. Oysa çileyi her zaman ezikler çekmiştir. Meselâ Cumhûriyetin yükünü ve cefâsını şu-anda çoğunlukla ezik olan Anadolu’nun insanları çekiyorken, sonradan Balkanlar’dan, Avrupa’dan, Kafkaslar’dan ve Arap diyarlarından gelip de yerlilerden çok daha iyi ve üstün bir şekilde yaşayanlar vardır. Ezikler, “nerden gelmişlerdir, kim getirmiştir, nasıl gelmişlerdir ve mevcut iyi durumlarına nasıl ulaşmışlardır?” diye hiç merâk etmezler. Ne Türke ne de Müslümana benzemeyen bu insanlar nasıl olur da çoğunluktan daha üstün konumda ve durumda bulunabilirler?. Eziklerin bunu sorgulaması çok zordur.

 

Peki ezikliği benimsemeye İslâm ne der?. İslâm ezikliği kabûllenmeyi kabûl eder mi?. Asla!. İnsan eşref-i mahlûkattır. Allah ezikliği aslâ kabul etmiyor ve zâten vahiylerini ve Peygamber’ini bu nedenle gönderiyor. Ezenler ve ezilenler kalmasın diye Allah Dünyâ’ya sürekli olarak müdâhale ediyor. Peygamberimiz’i Hîrâ’ya çıkaran şey eziklerin eziklikleriydi. İlginçtir, eziklikten en az ezikler rahatsız olurken, onları daha çok ezikliğe îtirâz ve isyân edenler savunur.

 

Allah ezik durumda olanların yada ezik olarak bırakılanların durumlarını kabûl etmez ve hattâ onları önderler yapmak ister:

 

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını bir-takım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve (istiyorduk ki) onları yeryüzünde iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım, Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim” (Kasas 4-6).

 

Eziklerin eleştirilecek çok yönleri vardır elbette. Fakat bir de Firavun gibi, onların ezik olmasına ve ezik kalmasına neden olanlar vardır. Onlara sövmedikçe eziklik ortadan kalkmayacaktır.

 

Eziklik, “Allah’ın râzı olmadığı bir şeyden râzı olmaktır” vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder