30 Ocak 2024 Salı

İslâm’da ve Îmanda Aklın Yeri

 

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için Îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).

 

İslâm, aklı inkâr etmez ama İslâm akla değil vahye dayanır. Zîrâ İslâm’ın temeli olan vahiy akla aykırı ve anlaşılmaz değildir ama akıl-üstüdür. İslâm’da akıl “îman etmek için” değil, “îmânın gereğini yerine getirmek için” kullanılır. Allah, aklı kullanmayanları “îmânın gereğini yapmamak” anlamında kötüler ve bunu “pislik içinde kalmak” olarak ifâde eder. Târih boyunca insanları pislik içinde bırakan ve perişân eden şey, “Îman etmek ve îmânın gereğini yapmak” için aklı kullanmamaktır.

 

Akıl-üstü olan din saçma değildir, dîne aykırı olan akıl sapkındır. Fakat “uygulanır olmayan” din saçmadır. İslâm’ın “tek hak din” olmasının nedeni, “tek uygulanır din” olduğu işçindir. Zîrâ İslâm sâdece zihnin ve iç-âlemlerin inşâsı için değil, dış-âlemin ve hayâtın her alanının da inşâsı için vardır. Dolayısıyla mutlakâ uygulanması gereken İslâm’ın, aklın kullanılmasına  da mutlakâ ihtiyâcı vardır. Zâten İslâm, “akıl, vahiy-merkezli kullanılsın” diye vardır.

 

Îman ve akıl bilgiye ve hakîkate giden iki ayrı yolu temsil ederler. İslâm ve Îman; şeytanın, nefsin ve tâğutların yönlendirmesindeki akla karşıdır, vahiy-merkezli olan akla değil. Allah’ın mutlakâ kullanılmasını istediği ve emrettiği, kullanılmadığında ise insanın pislik içinde kalacağını söylediği akıl elbette nefis-merkezli değil, vahiy-merkezli olan akıldır.

 

İslâm’da Îman ve akıl bir-aradadır ama bu akıl vahiy-merkezli olan akıldır. İslâm’da Îman ve akıl birlikteliğinde Îman harekete geçirici, akıl ise uygulayıcıdır. Bu aynen Kur’ân ve Peygamber yâni vahiy-Sünnet gibidir. Peygamber Kur’ân’ın aklıdır, uygulayıcısıdır. Hattâ Kur’ân Sünnet için “en güzel örneklik” diyerek örnek bir akıl ve uygulama modeli gösterir:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

İman ve akıl birlikteliği sâdece İslâm için geçerlidir. İslâm’ın Hz. Îsâ ile billurlaşan vahiy-merkezli öğretisi, Pavlus tarafından yozlaştırılmış ve tahrif edilmiştir. Hristiyanlık olarak ortaya çıkan bu inanışta amel-eylem olmadığı sâdece îmâna ve kuru öğretiye dayanır. Çünkü Hristiyanlık’ta teslis ve enkarnasyon gibi saçma ve absürt öğretiler ve inanışlar vardır. Kierkegaard önderliğindeki fideistler, özellikle de “katı fideistler” bu nedenle aklın her türünü îmânın zıddı ve hattâ düşman olarak konumlandırırlar. Fideizm en temelde, îmanı ve aklı birbirleriyle uzlaşmaz şeyler olarak görür. Çünkü Hristiyanlık’ta yada İslâm hâricindeki din ve inanışlarda tüm hayâta yönelik olarak akıl kullanılarak uygulaması yapılacak olan amel-eylem olmadığı için, akla hem ihtiyaç duyulmaz hem de düşman olunur. Bu düşmanlık özellikle îmânın, dînin hattâ Allah’ın yerine ikâme edilen, şeytan ve nefs-merkezli aklın ilahlaştırılmasıyla birlikte yâni modernizm ile başlamıştır.

 

İslâm’da îman amel-eylem ile dolayısı ile uygulamayla kanıtlanırken, Hristiyanlık’ta salt kabûl ve îman  yeterlidir ve amel-eylem ile ispâta gerek yoktur. Bunun için de uygulamayı yapacak ve yürütecek akla yer yoktur. İslâm’da ise uygulama olmazsa-olmazdır ve bu uygulamayı vahiy-merkezli olarak yapacak olan şey elbette “akıl”dır. Fakat İslâm’da akıl îmandan, takvâdan, teslîmiyetten ve gayba olan inançtan üstün değildir. Bu nedenle akıl vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olmalıdır. İslâm işte böyle bir akıl inşâ etmeye çalışır. Mutlakâ kullanılması gereken akıl böyle bir akıldır. İslâm’da sorunlu olan akıl, Allah’tan ve dinden kopuk olan akıldır. Düşmanlık da vahiy-merkezli akla değil, “Allah’tan, din’den ve vahiyden kopmuş ve şeytanın, nefsin ve tâğutun kontrôlüne ve yönlendirmesine girmiş olan akla”dır.

 

İslâm aklî delillere dayanmak zorunda değildir. O en başta bir îman  işidir. Akıl îmandan üstün değildir ki ona dayansın. Hele ki “Allah’ın akılla bilinmesi ve ispatlanması” söz-konusu bile olamaz. Çünkü Allah bilmenin ve ispâtın değil, îmânın konusudur. Akıl gayb alanında çalışamaz ve işlevsiz kalır. Zîrâ akıl sonsuz ve sınırsız değil, sonludur ve sınırlıdır.  Doğası gereği insan-aklı îmâna giden yolu bulamaz, çünkü îman için gerekli olan niteliklerden yoksundur.

 

Vahiy kendi-kendisini doğrulayan, bir başka deyişle kendi doğruluğunu ispatlayan bir niteliğe sâhiptir. Vahiy, kendi delîlini içinde taşır. Bu yaklaşım, “îmâna rasyonel-ötesi bakış” şeklinde isimlendirilebilir. Bu bakış-açısında îman, kendi alanı çerçevesinde aklın karşısında değil, aklın üzerinde ve ötesindedir.

 

Dînî ve îmânı değil de aklı merkeze alan Kant, îman dâhil her-şeyin akla dayanması gerektiğini savunmaktadır. Kant şöyle yazar: “Her inanç, târihsel olanı dâhi, elbette rasyonel olmalıdır, zîra hakîkatin nihâi mihenk-taşı dâima akıldır”.

 

John Calvin’in îman ile ilişkilendirdiği bilgi ise, doğal duyularımızı kullanarak etrâfımızdaki şeyler hakkında edindiğimiz bilgiler değil, insan-aklının üzerinde olan, daha yüce bir bilgidir. Calvin’e göre îman, duyumuzun çok ötesindedir. Îmâna erişmek için aklın kendisini aşması gerekir. İnsan-aklı îmâna ulaşğında bile hissettiklerini tam mânâsıyla kavrayamaz. Fakat akıl, kavrayamadığı şey hakkında iknâ edilirken, îmânın verdiği kesinlik sâyesinde beşeri herhangi bir şeyi algılayışının çok üstünde bir anlayışa sâhip olur.

 

İslâm ve îman, akıl yürütmeye dayanmaz ve aklın denetimi altında değildir. Tam-aksine aklı denetim altına almak ve ona bir sınır koymak ister. Zîrâ akıl serbest kaldığında ve şeytanın ve nefsin etkisine açık olduğunda mutlakâ sapar ve saptırır.

 

Îman ederken aklın herhangi bir rôlünün yada etkisinin bulunmadığı ve bulunamayacağı iddiâ edilir. Buna göre, hiç kimse bir başkasını îman etmesi için akla dayalı deliller ileri sürerek iknâ edemez. Bu düşünce, Allah’ın varlığının hiç-bir sûrette kanıtlanabilir olmadığına ve dinlerin öngördüğü temel inanç esaslarını kabûl yada reddetmenin aklın gücü dâhilinde bulunmadığına işâret eder.

 

İslâm’da zorlamanın olmaması sâdece “dîne dâhil olma” noktasındadır. Çünkü burada kişinin aklı değil kâlbi, rûhu ve zihni devreye girerse girer ve kişi dîni kabûl eder. Akıl ile îman edilemeyeceği için kişi dîne dâhil edilme noktasında zorlanamaz. Çünkü îman akılla kanıtlanılıp da “işte ispat, inadı bırak da îman et” denilemez. Fakat kişi dîne dâhil olduktan sonra İslâm’ın ona yüklediği sorumluluklar ve aklını kullanarak uygulaması gereken yükümlülükleri olur. İslâm’da bu noktada sorumluluklar ve zorluklar olmazsa-olmazdır. Zîrâ İslâm, îman etmeyle biten değil, îman etmeyle başlayan tek hak din’dir. Îman ederek başlar ve îmânın gereklerinin akıl kullanılarak uygulanmasıyla devâm eder.

 

İslâm’da îman ve akıl çatışması yoktur. Çünkü akıl, îman edilen şeyleri anlama ve uygulama noktasında devreye girer. Fakat bunu yapacak olan akıl vahiy-merkezli akıl olabilir. Şeytan ve nefsin kontrôlü ve yönlendirmesindeki akıl bunu yapmaktan kaçınacaktır ve gaybın alanına karışmak isteyecektir. Bu da çeşitli çatışmaların ve farklı inanışların ortaya çıkmasına neden olacaktır. İşte İslâm’ın ve îmânın çatıştığı akıl böyle bir akıldır. Gazâli’nin filozoflar ile olan tartışması bir akıl-karşıtlığı olarak sunulmaktadır. Oysa Gazali’nin eleştirisi bizatihi akla değil, aklın kullanımına, daha doğrusu filozofların îman ile tutarsızlık arz ettiği düşünülen fikirlerinedir.

 

“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”, “Allah’tan en çok korkan alimlerdir” şeklindeki âyetler, îmandan önce bilginin ve aklî bir sorgulamanın varlığını değil, İslâm’ın “bilerek ve bilinçli yapma”ya verdiği önemi göstermek içindir. Çünkü İslâm’da “bilmek için bilmek” boş iştir ve Kur’ân böyle kişilere “kitap yüklü eşekler” der.

 

İslâm’a göre îmânın ve teslîmiyetin artması, okuma, araştırma ve düşünme hâlindeyken değil, çok daha ziyâde amel-eylem hâlindeyken olur: Onlar, kendilerine insanlar: ‘Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun’ dedikleri hâlde îmanları artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ diyenlerdir” (Âl-i İmran 173).

 

Okuma, araştırma ve düşünmeyle bilgi ve inanç artar ama îman farklıdır. Bilgi, sorulara cevap verebilir ama bu îmânın artmış olduğunu göstermez. Îman bilgiye dayalı olmadığı gibi îmansızlık da bilgisizliğe dayalı değildir. İslâm hakkında nice bilgili olanlar vardır ki hem îmansızdırlar hem de İslâm düşmanıdırlar. Oryantâlistlerin çoğu böyledir meselâ.

 

Îmânın göstergesi, bilginin fazlalaşmış olması değil, îmânın gereğinin yapılmış ve yapılıyor olmasıdır. Îman etmiş olmak ille de mâlûmâtı çoğaltmayı gerektirmez ama sâlih amel işlemeyi şart koşar. Bilgi belki inancı arttırabilir ama îmânı arttıramaz. Îmânın artması yada azalması, amel-eylemin olup-olmamasıyla ilgilidir. Meselâ günümüzde din ve İslâm hakkındaki bilgi çok fazla artmış olduğu hâlde iş amel-eylem alanına geldiğinde büyük bir durgunluk ve çöküş yaşanmaktadır. Öyle ki bilgilenme îman etmenin yerine geçmiştir. Bir miktar bilgi edinmiş olanlar sağlam bir îmâna ulaştığını sanmaktadır.

 

İnsanların çoğunda îman değil inanç vardır. İnanç bilgiyle ulaşılabilen bir şeyken, îmâna bilgiyle varılamaz. Bu nedenle îmanda zinhar şüphe olmazken inançlarda olabilmektedir. Her kişinin bilgisi kendi inancını şekillendirmektedir. Îman ise mutlakâ amel-eyleme yönlendiren şey olduğu için îman edenlerin bir dâvâ uğruna mallarını ve canlarını ortaya koyması sorun olmaz ve hep birlikte her türlü sorumluluğu ve riski alabilirler.

 

Îman ve inanç arasında psikolojik bir fark bulunmaktadır. İnanç îmâna göre daha statik bir terim olup inanılana karşı güçlü bir duygusal tutumu içermez. Îmâna gelince o daha fazla dinamik bir terimdir. Kişiyi duygusal olarak da etkiler ve tutkulu bir bağlılığı ve sıcaklığı içerir, kişiyi bâzı eylemleri yapmaya zorlar. Zâten amele-eyleme zorlamayan şey îman değil, belki de inanç yada psikolojik bir bağlılıktır. İnanç soruları ve sorunları zihinde sorgulayıp çözerken, îmanda ise tam bir teslîmiyetle teslim olunup sorular ve sorunlar hayâtın tam ortasında ve meydanda çözülür. Dolayısıyla sorun inanç sorunu değil îman sorunudur.       

 

İnsanlar bilgiye aşırı şekilde yönelmeyle hatta bilgiyi kutsallaştırmakla îmanlarını arttırmış olmazlar, inançlarını beslemiş ve desteklemiş olurlar.

 

“Hakîkat aslâ akla aykırı olamaz ve hiç-bir sûretle bir çelişki içeremez” demek “hakîkat, îman ve İslâm ile aklın aynı şeydri” bu nedenle de “akıl yeterlidir” anlamı ortaya çıkacağı için bu söz kabûl edilebilir değildir. Pozitivist, naturâlist ve seküler akım bunu söyleyerek dîni, îmânı ve İslâm’ı inkar ve iptâl etmek istemiştir ve etmektedir. Lâkin akıl-merkezli olarak geldikleri noktada Dünyâ’yı her alanda ifsâd etmişlerdir. Modern insanın başına gelenler, Allahsız akılları yüzünden gelmiştir, gelmektedir.

 

İnsanların din, îman ve İslâm yerine Allahsız akla yönelmelerinin nedeni, dînin ve İslâm’ın kişiye sorumluluk yüklemesi ve bu nedenle de hayâtını kısıtlayıp sınırlandırmasıdır. Oysa Allahsız akıl şeytanın ve nefsin yönlendirmesine kolayca girebilir ve bu-bağlamda “hayat kısa, ye, iç, gez, eğlenmene bak” diyebiliyor. Bu da insanları Allahsız aklı kutsallaştırmaya itiyor. Akıl uygulayıcı değil de belirleyici olduğunda yâni vahiy-merkezli olmadığında fitne üretip ifsâd etmemesi mümkün değildir.

 

İslâm’da akıl îman etme ve gayb noktasında değil, amel-eylem ve uygulama noktasında devreye girer. Tabi vahiy de gaybın konusudur fakat vahyin, gayba yönelik olmayan ve hayâta yönelik olarak akıl ile anlaşılan ve uygulanan yönü de vardır.  Bu nedenle akıl kullanılarak, vahyin hayâta dönük olan yönü okunup, üzerinde düşünülüp idrâk edilebilir, anlaşılabilip uygulanabilir. Çünkü İslâm’da akıl, Hristiyanlık’taki gibi tümüyle dışlanmaz ve sâdece “vahiyden kopmuş akıl” eleştirilir. Zâten aklı iptâl ettiğinizde din, dînî-duygu ve ahlâk-alanı ile sınırlanır ve din, duygu ve ahlâka indirgenmiş olur. Oysa İslâm iç-âlemden sonra dış-âlemi de inşâ etmek ve düzenlemek ister. Hattâ hayâtın iç ve dış her alanına hâkim olmak ister. Bunu bir tek İslâm ister. Vahiyden bağımsız olan akıl bunu kabûl etmek istemez. Çünkü bunu hem anlayamaz hem de işine gelmez. Çünkü şeytanın ve nefsin kontrôlü ve yönlendirmesindeki akıl sınırlandırılmak istemez. Allahsız aklın anlayamadığı ve kabûl edemediği şeyi, îman anlaşılır ve kabûl edilebilir kılar. Akıl bâzı şeyleri ancak îmandan sonra idrâk edip kabûl edebilir.

 

Gaybi konular, üzerinde şüphe duyulamayacak olan konulardır. Akıl bu yüzden gayb hakkında konuşamaz. Çünkü akıl her zaman şüphe bırakır ve net olamaz. Zîrâ buna çapı yetmez. Bu nedenle de gayb alanına  adım atamaz ve bu alanda akıl yürütemez. Zâten gaybî olanı düşününce tıkanır kalır ve boşluğa düşer. Akıl gayb konusunda sâdece bâzı görüşler belirleyebilir ama bu görüşler de hem tutarsız hem de açıklayıcı ve net olmaz.

 

İnsanlığın en büyük ve güçlü beyinleri ve akılları, hiç-bir konu hakkında “hakîkati bulma” noktasında muktedir olamamışlardır. Çünkü hakîkat îmânın ve İslâm’ın göstermesiyle bulunabilir. Akıl îmânın bir aracıdır ve hakîkati bulmada özellikle uygulama alanında îman ile birliktedir.

 

Aklı zorlayarak gayb konusunda düşünmenin bir faydası olmaz ve tam-aksine zarârı olur. Çünkü eşyânın bile doğasına ilişkin derin düşüncelere dalmak, kesinlik ve bilgi açısından çözümü hayli zor sorunlara sebebiyet vermekten başka bir işe yaramaz.

 

Îman kesinliğin tek kaynağıdır. Akıl ve felsefe, kişinin îman etmesine hazır olmasına yardım edebilse de îman etme noktasında işlevsel değildir. Çünkü duyular ve akıl sonludur, îman ise sonsuzlukla alâkalıdır. Akıl genel konularda bile hakîkate ulaşmada bir yetersizlik içindeyse gayb konusunda hakîkatlere ulaşması beklenemez. Sonlu insan-aklı sonsuz Allah’ı kavrayamaz. Çünkü sonsuz ve sınırsız olanla herhangi bir sonlu şey arasında bir nicelik ve illiyet bağı yoktur. Allah’ın bildirdiğinden başka Allah ve gayb hakkında daha fazla şey öğrenmek için girişilecek her teşebbüs, Allah’ın gerçek mâhiyeti ile O’na dâir düşüncelerimiz arasındaki sonsuz uçurumu daha da büyütecektir.

 

Akılla bir inanca varılabilir ama îmâna varılamaz. İnanç sâdece “her-şeyi yaratan bir varlık olmalı” sonucuna ulaşarak inanç elde edebilir. Bu iyi bir şeydir fakat îman sâdece “her şeyi yaratana inanmak”la kalmaz, O’na güvenmeyi de sağlar îman zâten Allah’a inanmaktan ziyâde O’na güvenmekle ilgilidir. Îman edenler O’ndan emin oldukları için O’na tam bir güvenle güvenirler.

 

Kişiyi inanmak değil, îmâna yönelik işler yapmak kurtarır. Îman etmek tek-başına yetmez: “İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). Îman ettikten sonra sâlih ameller işlemek de şarttır. Amel-eylem ise, îman duygusu ve akıl kullanılarak yapılacağı için İslâm’da aklı kullanmak şarttır ve önemlidir. Çünkü İslâm’a göre ne amelsiz îman ne de îmansız amel tek-başına yetmez. İkisinin birlikteliği şarttır. Zâten İslâm’da aklın önemi bu noktada açığa çıkar. Yoksa İslâm kuru bir îman  iddiâsı olsaydı Hristiyanlık gibi aklı tümden dışlamak kaçınılmaz olurdu. İslâm’ı diğerlerinden ayıran şey işte budur. İslâm îman ve amel yâni vahiy ve akıldır. Yada daha doğrusu “vahiy-merkezli akıl”dır.

 

Îman kuru bir iddiâ değildir, İslâm, uygulanabilir ve yaşanabilir olandır yâni hayâta dönük yüzü olan tek din’dir. Bu da zorunlu olarak aklın kullanılmasını gerektirir. Îmânın tutarlı olması ve sâlih amele dönmesi için bu akıl vahyin inşâ ettiği akıl olmalıdır.

 

İslâm, îman ve ameldir. Akıl ise îman etmede değil, amel etmede gerekli ve geçerlidir. Akıldan îmânı anlaması ve akıl yürütmeyle îman etmesi beklenemez. Allah îmânı, takvâlı olanlara ve sorumluluk bilincine sâhip olan delikanlılara nasip eder.

 

İslâm “îman ve amel” demek olduğu için aslında “İslâm, îman ve akıldır” da denilebilir. İslâm’ı diğerlerinden ayıran şey İslâm’ın sâdece iç-âlemlere dönük bir din olmaması ve iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemde her alanda İslâm’ı hâkim kılmak hedefi olmasıdır. İşte İslâm’ın böyle bir hedefinin olması, akıl-üstü bir plân, sağlam bir îman ve îman-merkezli işletilen akıl ile yapılacak uygulamaları gerektirir. İslâm budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

 

Devamını Oku »

Teslis ve Vahdet-i Vücud

 

“Allah: Ey Meryem-oğlu Îsâ, insanlara, beni ve anneni, Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin? dediğinde: Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlakâ sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen’de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen’sin Sen” (Mâide 116).

 

“De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir (her-şey O’na muhtâçtır, dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs Sûresi)..

 

Vahdet-i vücud sapkın ve şirk düşüncesi “teslis”in genişletilmiş şeklidir. Vahdet-i vücud zırvalığının teorisyeni Muhyiddin ibn-i Arabi, bu düşünceyi âşinâ olduğu teslis üzerinden derlemişe benzemektedir. İbn-i Arabi (1165-1240), Endülüs’te doğmuştur. İbn-i Rüşd ile arkadaştır. Felsefeden de haberdardır. Endülüs’ten çıkıp çeşitli İslâm ülkelerine gitmiş ve oralarda bulunmuştur. Anadolu’yu da ziyâret etmiş, Konya ve Malatya’da dörder yıl kalmıştır. Malatya’da Süryânilerle irtibat kurmuş, onların Aristo’ya dâir bilgi birikiminden faydalanmıştır. Gittiği yerlerde çeşitli felsefe ve kültürlerin etkisiyle derlediği zengin malzemeyi kendi sapkın vahdet-i vücud sistemine uygulamıştır. Kanımca -en azından psikolojik anlamda- kendisi hristiyan-haçlı ajanıdır. Etkilendiği teslis inancı onu vahdet-i vücud akımına sürüklemiştir. İslâm elbette teslisi şirk ve küfür olarak gördüğü gibi vahdet-i vücud düşünce ve inancını da şirk olarak görür ki vahdet-i vücud inancı teslis şirkini de kat-kat aşan “sınırsız şirk”tir.

 

Hz. Îsâ ile ortaya konan İslâm’ı “tevhid dîni” olmaktan çıkarıp “teslis dîni” hâline getirenlerin başı Pavlus iken, Hz. Muhammed ile ortaya konan İslâm’ı “tevhid dînî olmaktan çıkarıp, vahdet- vücud sapık düşüncesiyle “sınırsız şirk dîni” hâline getirmeye çalışanların başı da Muhyiddin ibn-i Arâbi’dir.

 

Tasavvufçulara göre dînin özü vahdet-i vücudtur. Fakat “bu kadar önemli ve öz olan şeyden Kur’ân niye hiç bahsetmez ve “vahdet-i vücud” ifâdesini kullanmaz?” diye sorulduğunda mecbûren suskun kalırlar yada her zaman yaptıkları gibi âyetlere bin takla attırarak -sözde- bâtınî anlamlar ortaya çıkararak saçmalıklarını kanıtladıklarını zannederler.

 

Vahdet-i vücud inancının teslisle benzerliği ve hattâ aslında teslisi onaylaması, teslisi “eksik vahdet-i vücud” olarak görmelerinden de anlaşılır. Şöyle derler: “hristiyanlar kâfirdirler, çünkü ‘Îsâ Allah’ın oğludur’ diyerek tahsiste bulunmuşlar ve ilahlığı sâdece Hz. Îsâ’ya vermişlerdir. Oysa her-şey ve herkes ilahtır”. Yâni Kur’ân’ın -yazının başındaki âyette de söylendiği gibi- apaçık şekilde küfür ve şirk dediği teslise bunlar tevhid demektedirler. Zîrâ ilahlaştırma noktasında benzer ve hattâ aynıdırlar. Zîrâ bunlar teslis inancına îtirâz etmezler ve onu sâdece eksik olarak görürler. . 

 

Bu dediğimiz Mekke müşrikleri için de geçerlidir. Onlar da, putlara “bizi Allah’a yaklaştırıyorlar” diyerek taptıkları için şirk içindedirler. Oysa vahdet-i vücud sapıklığına ve Muhyiddin ibn-i Arâbi manyağına göre Mekke müşriklerinin yanlışı ve şirki-küfrü, “putlara tapmaları” değil, putlara “kendilerini Allah’a yakınlaştırıyor” diye tapmalarıdır. Çünkü böyle olduğunda Allah ve put şeklinde ikilik ve şirk ortaya çıkmıştır. Mekke müşriklerinin yapmaları gereken şey, putlara bizzat “Allah olarak tapmaları”ydı. Yâni Mekke putperestleri de ilahlığı “put” denilen şeylere hasretme açısından hatâ etmişlerdir. Vahdet-i vücud inancına göre sorun budur.

 

Tesliste de öyledir. Hz. Îsâ’yı peygamber olarak gördüğünüzde kâfir olursunuz. Çünkü o peygamber ve insana değil, -hâşâ- bizzat Allah’ın ta kendisidir.

 

Sarı Saltuk ve Seyyid Ali gibi bâtınîlerin de balkan halklarını kolayca etkilemeleri ve onları müslümanlaştırmalarının arkasında da bu vardır. Katherizm ve Bogomilizm’de teslis inancına karşıtlık vardır. Onlara teslisin eksik olduğu ve aslında her-şeyin ve herkesin “tanrı olduğu” anlatılınca yâni alevi-bektâşi ve tasavvuf yâni insan-merkezli bir müslümanlıktan bahsedilince müslümanlığı kabûl etmeleri kolay olmuştur. Balkan halklarında ve balkan kökenlilerde hâlen bu düşünce hâkimdir. Bunu iyi anlayabilmek için Pavlusyanizm, Bogomilizm ve Katherizm süreçlerini iyi bilmek gerekir.

 

Hristiyanlık’ta teslis ve enkarnasyon gibi açıklanması imkânsız olan ve hayâta uygulanması da mümkün olmayan inanışlar vardır. Tertullianus; “saçma olduğu için inanıyorum” sözünü bu nedenle söylemiş olsa gerektir. İşte bunun gibi, vahdet-i vücud inancında da anlaşılması ve açıklanması imkânsız söylemler vardır ki bunları aslında kurucuları bile açıklayamamakta ve çelişkilere düşmektedir. Çünkü bu sapık düşünce ve inançların hayatta bir karşılık bulması söz-konusu bile değildir. Zîrâ saçmadır, absürdtür hattâ böyle şeylere inanmak manyaklıktır. “Saçma olduğu için inanıyorum” (Credo quia absurdum est) bir söz, teslis gibi abes inanışları örtmek için kullanılmıştır. Çünkü böyle saçmalıkların ancak körü-körüne bir inançla üstü örtülebilir ve saçmalılar da hayâtiyetini ancak böylelikle sürdürebilir. Vahdet-i vücud düşüncesi de ancak körü-körüne bir inançla kabûl edilebilir. Zîrâ aklı başında olan birinin böyle saçma ve aptalca bir şirki kabûl edip de onu düşüncesinin merkezine koyması mümkün değildir. Çünkü bu inanç, akla, mantığa ve sağduyuya apaçık şekilde aykırı olduğu gibi, Kur’ân’a ve Sünnet’e de apaçık bir şekilde aykırıdır. Yazının başındaki âyetten de anlaşılacağı gibi Hz. Îsâ teslis gibi bir saçmalıktan bahsetmediği gibi, hiç-bir peygamber de vahdet-i vücudtan bahsetmemiştir. 

 

Bâtıl ve sapkın dinler ve inanışlar da insanı aptallaştırır. Baba-oğul-kutsal rûh şeklinde teslisi savunmak hiç de normâl değildir. Allah’ın en güzide halkının kendileri olduğunu söyleyenlerin Yahudilerin düşünceleri hiç normâl değildir. Uzak-doğu dinlerinin inanç ve uygulamaları hiç de normâl değildir ve sapıklıktır. Bir kişiyi, bir şeyi, bir haklı ve nihâyet her-şeyi tanrılaştırmak ancak aptallığın, manyaklığın ve şizofreninin bir sonucu olabilir. İşte vahdet-i vücud da insanı pasifleştiren ve aptallaştıran, insanları maddî ve mânevî olarak sömüren ve de şeytanın oyuncağı yapan saçma-salak bir inanıştır. Bakmayın siz onların gizemli-gizemli konuştuklarına; söyledikleri şeyler incir çekirdeğini bile doldurmayacak boş laflardan başka bir şey değildir. O sözleri anlamaya falan da çalışmayın. Zîrâ boş lafı anlamaya çalışmak da boş bir iştir.

 

Allah’ı “baba-oğul-kutsal rûh” olarak üçe ayıran “teslis” açık bir saçmalıktır. Öyle ki 2.000 yıldır bu saçmalık üzerine yapılan binlerce yorumun hiç-biri tutarlı ve mantıklı değildir. Bu saçmalığa iknâ edici bir yorum yapılamaz. Saçma bir düşünceye iknâ edici bir yorum yapılabileceğini beklemek bile saçmalıktır. Zâten Hristiyanlık zâten saçmalıklar üzerine kurulmuştur ve saçma olmayan şey “din” olarak kabûl edilmez. Aynı-şekilde, vahdet-i vücud da Kur’ân’ı, Sünnet’i, aklı, mantığı ve sağduyuyu iptâl ve inkâr etmedikçe inanılabilecek bir şey değildir.

 

Teslisin “aslî tevhide dönüş” olarak düşünülmesi akla “aslî tevhidin”, “her-şeyin Allah” olduğu yönündeki vahdet-i vücudçu telâkkiyi getiriyor. Oysaki Allah: “Andolsun ki ‘Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kâfir olmuşlardır. Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur’ demişti. Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır” (Mâide 72-73) diye buyurmaktadır.

 

Vahdet-i vücûd düşüncesine inananlar hristiyanlardan daha sapkındırlar. Zîrâ onlar Hz. Îsâ’yı ilah kabûl ederlerken, bunlar ise Firavun’a, şeytana, köpeklere, domuzlara ve pisliklere bile Allah’lık yakıştırmaktadırlar.

 

“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var, tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler” (Yûnus 66).

 

Vahdet-i vücud, sınırsız bir şirktir vesselam..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

 

Devamını Oku »

Îsâr

 

 

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

“Sözlükte ‘bir şeyi veyâ bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme’ mânâsına gelen îsâr, ahlâk terimi olarak ‘bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sâhip olduğu imkânları başkalarının ihtiyâcını karşılamak üzere kullanması, başkasının yarârı için fedâkârlıkta bulunması’ demektir. Cürcânî, îsârı, ‘kişinin başkasının yarar ve çıkarını kendi çıkarına tercih etmesi veyâ bir zarardan öncelikle onu koruması’ şeklinde târif ederek bu anlayışın din-kardeşliğinin en ileri derecesi olduğunu belirtir. Îsâr için batı dillerinde Altruizm, Arapça’da daha çok ‘gayriyye’, Türkçe’de ise ‘diğerkâmlık ve özgecilik’ terimleri kullanılmaktadır” (TDV İslam Ansiklopedisi).

 

İslâm’ın bir uygulaması olarak “îsâr”, “kişinin bir şeye muhtâç olmasına rağmen o şeyi Allah için başkasına vermesi”dir.   

 

Şu kesin ki, Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi gibi yapmanın tek-yolu, -vahiy-merkezli olarak- “herkesin kendisi için yaşamayı bırakıp başkası için yaşamaya başlaması”dır. Çünkü ancak böyle olunca hırs, tamahkârlık, bencillik ve çıkarcılık dizginlenebilir ve önlenebilir. Eğer bu “nefse zulüm” olarak görülecekse, o zaman herkesin, kendisi için istediğini başkası için de istemesi ve bunun için de maddî ve mânevî şekilde başkasına destek olması gerekir. Devlet politikaları da bunu kolaylaştırıcı olmalıdır ki İslâm zâten îsârı övdüğü için İslâm devleti de bunu sağlamaya çalışır.

 

Ne yapmak gerektiğini mi soruyorsunuz: “Herkes bir başkası için yaşayacak” yada kendisi içni istediğini başkası için de isteyecek. Dünyâ ancak böyle olursa adâletin, eşitliğin, ahlâkın, hakkın ve hakîkatin hâkim olduğu “barış yurdu”na dönebilir.

 

Baştaki âyette de söylendiği gibi, ensar’ın muhâcirleri koruması ve misâfirliği, örnek bir davranış şeklidir. Öyle ki ensar kendi ihtiyaçlarına rağmen muhâcirleri yâni göç-hicret edenleri sevmiş ve onlara verebileceklerini seve-seve vermişlerdir. İslâm’da buna “îsar” denir. Muhâcirler de Medîne’ye hem bereket hem de barış getirmişlerdir. Evs ve Hazreç kavimleri, muhâcirler gelmeden önce birbirleriyle can düşman idiler, ama İslâm ve muhâcirler geldikten sonra kardeş oldular. Şimdi de İslâm ülkeleri, hicretten önceki Evs ve Hazreç gibiler ve birbirlerini öldürmekle meşgûller. Yâni “ateş çukuru”nun tam kenarında duruyorlar. Çünkü birbirlerini sevmiyorlar ve birbirlerine katlanamıyorlar. İşte bunu tersine döndürmenin tek-yolu îsârdır.

 

Allah’ın sosyolojik bir kuralıdır: Birileri kendilerini paralamadıkça, sınırlamadıkça ve kendinden ödün vermedikçe, diğerleri rahata kavuşamaz. Sünnetullaha göre, biri biraz zayıflamadan diğeri biraz irileşemez.

 

Kur’ân’da îsâr ve vefâ göstermek emredilir fakat bunu kabûl edip de uygulamak herkesin harcı değildir. Bu ancak İslâm’ı ve İslâm’ı ve Kur’ân’ı hakkıyla ve tam bir teslîmiyetle kabûl edip yaşayanlara zor gelmez. İslâm’ı ve de Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edip de yaşayamayanlar ise mecbûren bu âyetleri aşırı yoruma boğarak âyetlere işkence yapacaklar ve de nefislerini iknâ edene kadar yorumlayacaklardır. Ortaya çıkacak îsâr âyetlerinin yorumları ise keyfî yorumlar olmaktan kurtulamayacaktır.

 

Müslümanların yaşadığı bir devlette biri geçim sıkıntısı yaşıyorken, bir diğeri bolluk içinde yaşıyorsa, orada bir kardeşlik oluşmaz. Paylaşma olmadan kardeşlik oluşmaz. Kardeşliğin oluşmadığı yerden de bir hayrın çıkması söz-konusu değildir. Yine; müslümanların yaşadığı bir devlette yaşam zorluk içinde sürerken, diğer bir müslüman devlet refah içinde yüzüyorsa, o ülkenin insanları ve yönetimi gerçek anlamda müslüman, daha doğrusu Müslim ve mü’min değildirler.

 

Hiç öyle çeşitli bahaneler getirmeyin ve çıkarınıza yönelik yorumlar yapmayın. İnsan kendinde olanı elden çıkarmadan, başkasının elinde olması gereken şey için kaygılanamaz. Bu nedenle de eyleme geçemez.

 

İnsanlar 2’ye ayrılır: 1-Başkası için malını ve canını verenler; 2-Kendisi için başkasının malını ve canını alanlar. İşte îsâr, “Allah rızâsı için gerektiğinde başkası uğruna malını ve canını ortaya koyabilmek” demektir.

 

Çok ürkütücü ve acıtıcı bir âyet ve uygulama değil mi?. Mal canın yongası. Üstelik insan mala-mülke çok düşkün bir varlık. Fakat Dünyâ cennet değil ki!. Dünyâ geçici bir imtihan dünyâsıdır ve imtihan bâzen çok zorlu geçer ve ağır olur. Fakat varlığı yaratan Varlık’ın takdiri böyledir. Tabi bu durum hayat-boyu böyle sürmez ve sürmemelidir. Îsâr hayâta geçirildiğinde ve hâkîm olduğunda belli bir süre sonra işler yoluna girer ve her-şey normâlleşir.

 

Tabi “îsâr yapıyorum” diye insanın kendisini ve âilesini zor durumda bırakması da doğru olmaz ve zâten mü’minlerden böyle bir şey de istenmez. Allah bakın bu noktada bize nasıl güzel öğütler veriyor:

 

“Akrabâya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür. Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti beklerken (darlıkta olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda onlara yumuşak söz söyle. Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir” (İsrâ 26-30).

 

Îsâr konusunda, cömertliği ile tanınan Peygamberimiz’in örnek davranışları (Sünnet) ve hadisleri vardır:

 

Hz. Enes şöyle anlatır: Resûlullah, İslâm için kendisinden ne istenirse onu mutlakâ verirdi. Hele bir keresinde, yanına gelen bir adama, büyük bir koyun sürüsü vermişti. Adam kabîlesine dönünce: “Ey milletim!; (koşun) müslüman olun. Çünkü Muhammed, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor” dedi. Hattâ kimileri, sırf dünyâlık elde etmek için müslüman olurlardı. Fakat çok geçmeden müslümanlık onların gözünde, dünyâdan ve dünyâ üzerindeki her-şeyden daha değerli hâle gelirdi. (Müslim, Fedâil, 57-58).

 

Yine Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe îman etmiş olmaz” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 59).

 

İnsan, “tercihlerinin sonucunu yaşayan varlık”tır. Hakkı ve hayrı tercih eden hem Dünyâ’da hem âhirette hakkı ve hayrı, şerri tercih edenler de hem Dünyâ’da hem de âhirette şerri göreceklerdir.

 

Dünyâ âhirete tercih edildiğinde ve baskın çıktığında insanlardaki îsâr bilinci ve uygulaması azalmış yada bitmiş demektir. Allah bu nedenle bizi şöyle uyarmaktadır: 

 

Hayır siz, dünyâ-hayâtını seçip üstün tutuyorsunuz. Âhiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir” (A’lâ 16-17).

 

“Artık kim taşkınlık edip-azarsa ve dünyâ-hayâtını seçerse, şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir. Kim Rabbinin makâmından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir” (Nâziât 37-41).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

Devamını Oku »

24 Ocak 2024 Çarşamba

Resmî Uzay, Gerçek Uzay

 


“Ey cin ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın aşamazsınız” (Rahmân 33).

 

“Bu nasıl bir başlık, uzayın resmî olanı ve gerçek olanı mı var?” diye sorabilirsiniz. Evet; çoğu kişi bilmese de bir “resmî uzay” vardır bir de “gerçek uzay” vardır. Tabi böyle olduğu için  bu uzaylardan biri “gerçek uzay” değildir ve “uzay kabûl edilen yer”dir. Çünkü gerçekte uzayın nerede başladığı belli değildir ve gerçek uzayın başladığı net bir yükseklikten bahsedilemez. Böyle olduğu için, modernizm her konuda oluşturduğu standardı uzayın başladığı yer konusunda da belirlemiştir ve kendi kabûllerine göre bir “uzay başlangıcı” tespit ederek oraya “uzay” demektedirler. Fakat belirlediği o yer “gerçek uzay” değil “resmî uzay”dır.

 

Peki neresidir bu resmî uzay?. Resmî uzay, Macar fizikçi Theodore von Kármán’ın, “bir uçağın havada kalmak için gereken hıza ulaşamayacağı yükseklik” olarak tanımladığı, “deniz seviyesinin 100 km. yukarısı” olarak belirlediği yerdir. Bu yükseklik ve daha yukarısı “uzay” olarak kabûl edilmiştir. Her konuda çıkıntılık yapan ABD ise, uzayın başlangıcını 100 km. yükseklik olarak kabûl etmesine rağmen, 80 kilometreden yukarıda, termosferin başladığı yerde uçuş yapan herkese “astronot” unvânı vermektedir. Yâni 80 km. yukarıya bir yerlere çıkan NASA çalışanları ve askeri personeller “astronot” olarak kabûl edilmektedir. Tabi 100 km. sınırı kabûl etmeyip de uzayın biraz daha yukarıda (118 km.) başladığını söyleyenler de var. Aslında bilim-adamları uzayın nerede başladığını kesin olarak belirlemiş değillerdir. Sâdece kabûl ettikleri bir sınır vardır.  

 

Uçaklar, büyük ölçüde atmosferinin kalınlığına karşı kanatları tarafından oluşturulan kaldırma kuvveti sâyesinde havada kalırlar. Ancak atmosferimiz yükseldikçe incelir. Belirli bir noktada hava, geleneksel uçaklar için çok incedir ve bu irtifânın üzerindeki herhangi bir gemi, havada kalabilmek için roket gibi bir itme sistemi gerektirir. İşte havanın iyice inceldiği ve uçakların uçamadığı noktaya Kármán Çizgisi/Sınırı denir.

 

Karman sınırı olan 100 km. yükseklik, hava direncinin son bulduğu nokta ve Dünyâ’nın 690 km. yukarısına uzanan termosferin dibindeyken, onun üzerinde, yaklaşık 10.000 km. uzanan, “dış küre” adı verilen daha büyük bir katman vardır. En dış katman olan Egzosfer’in son sınırının ise 10.000 km.’yi bulduğu söylenir.

 

Birileri Karman Sınırı denilen ve 100 km. yükseklikten başlayan bir sınır belirlemiştir ve bu sınırın üzerini “uzay” olarak kabûl etmektedirler. Zengin milyarderlerin roketlerle 101 km. yüksekliğe kadar çıkıp geri gelerek “uzaya çıktık geldik” demelerinin nedeni budur. Oysa çıktıkları yer sâdece 100 km. yükseklikten başkası değildir. Fakat orası “gerçek uzay” değil, “resmî uzay”dır.

 

Resmî uzay, uzay araçlarından “işte mavi küre” yada “işte mavi bilye” diyerek tam profilden -sözde- “yusyuvarlak olan Dünyâ”ya baktıkları ve Dünyâ’yı net bir şekilde yuvarlak olarak gördükleri yer değildir. Resmî uzay denilen yer, Egzosfer’in son sınırıyla başlayan yer değil, Termosfer’in alt ve orta bölgelerine verilen isimdir. Astronotların ve roketlerin gidip-geldiği yer, uzay olarak kabûl edilen Termosfer tabakasının çeşitli yükseklikleridir. Orası 160 ile 2.000 km. arasındaki Alçak Dünyâ Yörüngesi’dir, 35.000 km. yükseklikte olan Yüksek Dünyâ Yörüngesi değil. 

 

Termosferin içinde yer alan UUİ aslında hala gezegenimizin yerçekiminin ve atmosferinin etkisi altında. Yerçekimsiz ortamın yaşanmasının nedeni istasyonun Dünya’ya doğru serbest düşüşte olması. UUİ, etrafında bulunan incecik havaya sürtündükçe yavaşlıyor ve irtifasını koruyabilmek için motorlarını düzenli olarak çalıştırıyor.

 

Aslında UUİ’deki astronotlar için yerçekimi hala mevcut olsa da onların deneyimlediği ağırlıksızlık hissi, pilotların uçağa devasa bir yay çizdirmesiyle, yâni parabolik uçuş yapmasıyla oluşan his ile aynı. Yayın tepe noktasında yolcular birkaç saniye ağırlıksız hissediyorlar. Eğer etrafınızdaki her şey ile aynı hızla düşüyorsanız ve hiç hava direnci yoksa boşlukta süzülüyor gibi hissedersiniz. Eğer Dünya’nın çekim etkisinin tamamen yok olduğu bir noktaya gitmek istiyorsanız o zaman 21 milyon kilometre uzağa uçmanız gerekiyor. Bu da Ay’dan 87 kat daha uzağa gitmek demek.

 

Evet; insanların bir-çoğunun uzay olarak bildiği ve düşündüğü yer, -sözde- “yuvarlak Dünyâ’ya tam karşıdan baktıkları büyük ve karanlık boşluk” olsa da, bilim-adamlarının, NASA’nın ve Uzay Ajanslarının kabûl ettiği ve söylediği uzay orası değil, 100 km.den başlayan ve en fazla 600 km.’ye kadar çıkılabilen yüksekliklerdir. Yeryüzünü saran hava-tabakasına atmosfer denir. Atmosferin kalınlığı yerden îtibâren 560 km.ye kadar uzanır. İşte bu yükseklikten daha yukarılara çıkabilmek mümkün değildir.

 

Peki çıkılmaya çalışılırsa ne olur?. Bu sınırda bulunan gaz molekülleri nedeniyle sürtünmeden dolayı yanma başlar ve oradaki cisim yanıp kül olur. Van Allen Kuşağı denen yoğun radyasyon ortamı da çıkışa izin vermez ve yakar ve deler geçer. Yine zâten Egzosfer’in son sınırı olan ve “gerçek uzay” diyebileceğimiz noktaya zâten hiç ulaşılamaz ve ulaşıldığı düşünülse bile oraya çıkan araç, -270 derece soğuk bir ortam ve tasavvur bile edemeyeceğimiz yüksek bir basınç ile karşılaşacağı için, uzay-aracı sâniyeler içinde kendi içine çökecek ve bir bilye kadar küçülecektir. 

 

Van Allen Kuşağı olarak bilinen manyetik alan, insanlar için hayâti sonuçlar doğuracak kadar kuvvetlidir. Çok güçlü yakıcı-delici (şihâb) bir manyetik alana sâhip olan Van Allen Radyasyon Kuşağı, enerji yüklü parçacıkların bir bölgesi olup, bunların çoğunluğu, gezegenin manyetik alanı tarafından yakaladığı ve etrâfında tuttuğu Güneş rüzgârlarından kaynaklanmaktadır. Bu kuşaktan bir uzay-aracının da geçebilmesi mümkün değildir. Zâten koca göktaşları bile o bölgeden yanmadan ve kütlelerini büyük ölçüde kaybetmeden geçemiyorlar.

 

Bu nedenle insanlı yada insansız bir şekilde “gerçek uzay” dediğimiz uzaya çıkılması mümkün değildir. “Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin ilerisine gidebilmek imkânsızdır ve bu bilimin ve teknolojinin ilerlemesiyle falan alâkalı değildir. Uzayın da bir mahremi ve sınırı vardır. Bu sınıra dokunulamaz.  

 

İnsanlar uzaya gidildiğini, Ay’a inildiğini, Mars’ın keşfedildiğini vs. hep televizyondan ve internetten falan öğrenip kabûl ediyorlar. Üstelik bu konuda çok bir bilgiye da sâhip olmamalarına rağmen uzaya gidildiğine dâir kuşkuları yok. Çünkü “uzaya gidildi, “Ay’a inildi”, “Mars’ta su bulundu” gibi söylemler hep, masa ve bilgisayar başında hazırlanmış çok sükseli görüntüler eşliğinde verilmektedir.

 

2024’ün başında yapılan ve bir Türk subayın da katıldığı “uzaya gitme” görüntülerinde de bu çok görülmektedir. Aslında gidilen yer “resmî uzay”dır ve zâten ulaştıkları Uluslararası Uzay İstasyonu 330 ile 435 km. yükseklikte gezinen bir araçtır. Bu nedenle bu araçtan bakıldığında Dünyâ’nın -sözde- yuvarlak olarak görülebilmesi ve hattâ yerçekiminden gerçek anlamda kurtulabilmek mümkün değildir. Fakat televizyonlar sanki UUİ’nu Yüksek Dünyâ Yörüngesi’ne yâni Egzosfer’in de üstüne çıkmış gibi gösteriyor. Roketin UUİ ile kenetlenmesini ve yapılan çalışmaları, Dünyâ’nın profilden görülebileceği “gerçek uzay” dediğimiz yerde yapılıyormuş izlenimi oluşturuluyor. İşin hakîkatini bilmeyen insanlar da gördüklerinin etkisiyle bunun böyle olduğunu zannediyorlar.

 

Hattâ astronotların yerçekiminden kurtulmuş gibi hafiflemeleri ve ayaklarının yerden kesilmesi görüntüleri de böyledir. Oysa yerçekimi denilen şeyden kurtuldukları falan yoktur. UUİ, 330 ile 435 arasında aşağı ve yukarı çıkış şeklinde parabolik bir döngü yapmaktadır. Yerçekiminden kurtulma zannedilen şey, yaklaşık 100 km.lik bir düşüş ve yükseliş ânında meydana gelen ve düşme sırasında oluşan geçici bir etkidir. 435 km.’den aşağıya doğru yaklaşık 100 km. düşerken meydana gelen ağırsızlık ve boşlukta kalma durumudur ki biz bunun benzerini küçük çapta, otobüste giderken ve meselâ bir köprüde bulunan yüksekçe bir kasisten geçerken yaşarız. Hızla köprüden geçerken kasis dolayısıyla yukarı çıkıp kısa süreliğine aşağıya inen otobüs bize o duyguyu yaşatır. İşte UUİ’de olan şey bunun daha yoğun olarak yaşanmasından başka bir şey değildir. Zâten bu düşüş sâdece UUİ düşerken olmakta ve yükselirken kaybolmaktadır. Fakat insanlar izlerken ve dinlerken söylenen yalanlara göre düşünmekte ve gördüklerine inanmaktadırlar. Gözün gördüğünü beyin yalanlamayacağı için uzay hakkındaki görülenler ve duyulanlara inanmak çok kolay olmaktadır. Hâlbuki işin aslı başkadır. 

 

Belki de astronotlar bahsettikleri kadar yükseklikte bile değiller. UUi’nin uygun saatlerde ve hava koşullarında özellikle geceleyin bakıldığında çıplak gözle görülebildiğini söylüyorlar. İlk Türk astronotun Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan (UUİ) gönderdiği videoda, uzay-aracının penceresinden mâvi bir yüzey ve beyaz butlular gözüküyordu. Hem de haber kanallarında canlı yayında gösterilen videoydu bu. İnsanlar “ne de olsa bizim bilmediğimiz bir açıklaması vardır” diye düşünerek “o mâvi yüzey nedir ve orada bulutların ne işi var?” diye sormadı. UUİ’nun bulunduğu yüksekliğin 330-435 km. arasında olduğunu söylüyorlar ama bulutlar en fazla 13.000 metre yâni 13 km. yükseklikte bulunabiliyor. O-hâlde o videodaki-resimdeki görüntüler nedir?.

 

Mars’a aslâ gidilemeyeceği gibi, bir asteroide inip, üzerine sondaj falan yapmamışlardır, yapılamaz. Üzerinde bir sondaj makinesi olan bir uzay aracının bilmem kaç milyon uzaklıktaki bir asteroide inerek orada sondaj yaptığını ve oradan çıkardıkları parçaları Dünyâ’ya gönderdiği ve getirdiği söylenmişti. Herhâlde insanlık târihinde daha önce böyle büyük bir yalan söylenmemiştir. Tabi Ay’a da gidilmemiştir ve gidilemez. Çünkü Alçak Dünyâ Yörünge’si geçilemez. Zîrâ atmosferin en üst-tabakası olan Van Allen Kuşağı, oradan ileriye gidilmesine izin vermez. Çünkü göktaşları bile bir bütün olarak yeryüzüne ulaşamayıp da yanıp kül olurken, bir uzay aracının Van Allen Kuşağı’nı geçebileceğinden bahsedilemez. Dünyâ’yı ışınlardan ve göktaşlarından koruyan çok sağlam ve güçlü bir kalkan olan Van Allen Kuşağı, Van Allen tarafından 1958’de keşfedilmişti.

 

Evet; gördükleriniz ve bildikleriniz hep “resmî uzay” hakkındadır ve “gerçek uzay” ile alâkası yoktur. Çünkü gerçek uzaya çıkmak mümkün değildir. Alçak Dünyâ Yörüngesi hiç geçilmemiştir ve geçilemez de. Zâten çeşitli açıklamalarda; “şu-anda sâdece Alçak Dünyâ Yörüngesi içinde uçabiliyoruz, gidebileceğimiz en uzak nokta bu. İnşâ edilecek olan yeni uzay araçlarıyla Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni aşıp Güneş Sistemi’nin içine geçmeyi umuyoruz. Ay, Mars ve asteroidler gibi gidebileceğimiz bir-çok hedef var, bu hedefe ulaşabilmek için çalışmalarımız devâm ediyor” diyorlar. Yine; “yeni araçlarla Van Allen Kuşağı’na ulaşıp yapısını inceleyeceğiz, çünkü insanları bu tehlikeli bölgelere göndermeden önce oluşacak problemleri çözmeliyiz. Tabi asıl amacımız Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni geçmektir” diyorlar. Zâten eski ABD başkanı Obama da 2016 yılında; “önceki programın aksine, özel ve ulaşılabilir bir dönüm noktası için bir yön belirliyoruz. Önümüzdeki on yıl içinde mürettebatlı uçuşlar Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin ötesini keşfetmek için gerekli sistemleri test edip deneyecek” demişti. 2016 yılında NASA da Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin geçilemediğini söylemişti.

 

Bütün bunlar ne demektir?. Elbette; “daha önce Alçak Dünyâ Yörüngesi’nin geçilemediği ve ilerisine gidilemediği” demektir. Alçak Dünyâ Yörüngesi 160 km. yükseklikten başlıyor ve 1930 km’ye kadar devâm ediyor. Van Allen Kuşakları ise 500 ile 58.000 km. yüksekliktedir. Van Allen Kuşağı’nın zararlı olmayan ilk bir-kaç yüz kilometresine kadar çıkılabilse de, bunun bir sınırı vardır ve o sınır ortalama 500-600 km. yüksekliktir. Böylece bu yükseklikten yâni 500-600 km. yükseklikten ilerisine gidilemeyeceği açığa çıkmış oluyor. Bu aynı-zamanda Ay’a gidilmediği gibi, Mars’a falan da gidilemeyeceği anlamına geliyor. Daha Van Allen Kuşağı bile geçilemiyor yâni 80 ilâ 690 km. yükseklikteki Termosfer geçilemiyor. Kaldı ki 385 bin km. uzaklıktaki Ay’a gidilebilsin.

 

Bir yazıda Termosfer hakkında şunlar söylenir: “Adını ısı’ anlamına gelen Yunanca θερμός’dan (termos olarak telaffuz edilir) alan termosfer, deniz seviyesinden yaklaşık 80 km (50 mil) yüksekte başlar. Bu yüksek irtifalarda, artık atmosferik gazlar, moleküler kütleye göre katmanlara ayrılır. Yüksek enerjili güneş-radyasyonunun soğurulması nedeniyle termosferik sıcaklıklar irtifâ ile artar. Sıcaklıklar büyük ölçüde Güneş aktivitesine bağlıdır ve 1.700 °C’ye (3.100 °F) kadar yükselebilir. Termosfer, Uluslararası Uzay İstasyonu hâricinde tamâmen ıssızdır. Uluslararası Uzay İstasyonu, 408 ila 410 kilometre (254 ila 255 mil) arasında, termosferin ortasında Dünyâ’n etrâfında dönüyor.

 

Zâten bu nedenlerden dolayı Uluslararası Uzay İstasyonu 408 km. yükseklikte; Hubble Uzay Teleskopu 559 km. yüksekliktedir. Dolayısı ile Uluslararası Uzay İstasyonu ile Hubble Uzay Teleskopu “uzayda” değil, Alçak Dünyâ Yörüngesi’ndedir. Yapay uydular ise 160 km. yüksekliğe konumlandırılır. Çünkü Güneş’ten gelen güçlü radyasyonları ve göktaşlarını bile Dünyâ’ya düşmeden önce saptıran ve eritip toz hâline getiren Van Allen Kuşağı’nın en yoğun olduğu bölgedeki radyasyon oranı, bu -sözde- uzay araçlarını da eritip yok eder. Van Allen Kuşağı düşük seviyedeki yapay uydulara bile zarar verebilmektedir.

 

Şu da var ki, 10ç000 km’de sonlanan Egzosfer tabakasını geçince yâni “gerçek uzay”a adımınızı attığınızda da Dünyâ’yı profilden göremezsiniz. Bu konuda şöyle denir: “Dünyâ'yı ‘mâvi bir bilye’ olarak, yâni tam küresel bir biçimde görebilmek için yaklaşık 19.300 kilometrenin biraz üzerine çıkmanız gerekmektedir. Yerden 20.000 kilometre veyâ üzerinde bir yüksekliğe ulaşırsanız, Dünyâ'yı küresel olarak görmeye başlayabilirsiniz. Ancak tam bir bilye görüntüsü için, 35.000 kilometrenin üzerine çıkmak gerekmektedir”.

 

Daha düşük seviyelerden Dünyâ’nın bütünün görülmesi mümkün değildir. Bu yüzden yuvarlak Dünyâ fotoğrafları gerçek değildir ve masa ve bilgisayar başında hazırlanmış sahte resimlerdir. Dünya’nın küreselliğini gösterme niyetiyle çekilen fotoğraflar her zaman şüphelidir, çünkü aslında tüm fotoğraf makinesi lensleri “fıçı sapması” nedeniyle bozulan bir görüntü verir. Bu nedenle düşük seviyelerden, meselâ uçaklardan falan Dünyâ’nın -sözde- yuvarlaklığı görülemez. Bir-çok uçak pilotuyla yapılan görüşmelerde, 35.000 ft (10.670 m) civârı irtifâlarda küreselliğin görülemediği söylenmiştir.

 

Adamlar daha Alçak Dünyâ Yörüngesi’ni geçemiyorlar ama yalanı sürdürüyorlar ve bırakın Dünyâ’yı; Güneş Sistemi’nden bile ötelere gidebiliyorlar ve hattâ galaksinin de dışına çıkıp Samanyolu Galaksisi’nin fotoğrafını çekiyorlar. Sonra da diyorlar ki; “işte Samanyolu Galaksisi!”. Herkes de buna inanıyor.

 

“Uzay” deyince Dünyâ’nın dışı yâni Güneş Sistemi boşluğu anlaşılmalıdır. Yâni Dünyâ’nın o sözde küre şeklindeki görüntüsünü profilden görebilecek kadar Dünyâ’dan uzaklaşılan yere “uzay” denir. Fakat 100 km. yüksekliği uzay olarak kabûl ediyorlar ve bu yüksekliğe çıktıkları anda “uzaya gidip-geldiklerini sanıyorlar.

 

“Dünyâ yörüngesi” dedikleri şey ya 100 km.’nin hemen üstüdür yada “Alçak Dünyâ Yörüngesi”dir, yoksa Dünyâ’yı profilden görecek şekilde Dünyâ-dışı bir yerden bahsedilmemektedir. Zîrâ o yüksekliğe hiç-bir zaman çıkılamamıştır ve çıkılamaz da. Hattâ “Dünyâ’nın dışı diye bir yer mi var ki!” diye bir îtiraz bile vardır. “Uzaya çıkan astronotlar Dünyâ’nın çevresinde dolaşacaklar” denildiğinde, en fazla “Alçak Dünyâ Yörüngesi’nde tur atacakları” anlaşılmalıdır.

 

The New York Times, 1936’da şöyle diyordu: “Roketler, hiç-bir zaman Dünyâ’nın atmosferini aşabilecek kadar güçlü olamayacaklar”.

 

Böyle olduğu için uzaylılar-UFOlar falan da hikâyedir. Zâten “Dünyâ’nın dışı” anlamında bir uzayın olup-olmadığı bile tartışmalıdır. Zîrâ daha uzayın ne olduğu bile belli değildir. Uzay çok aşırı yoğun bir basıncın ve -270 derece soğukluğu olan bir yerdir. Bu nedenle gerçek uzay dediğimiz uzaya bir insanın ve bir aracın gidebilmesi söz-konusu değildir.

 

Zâten uzay bir “boşluk” değildir ve her yeri tıka-basa dolu bir yerdir. Eskiden uzayın her tarafının “eter” ve “esir” denilen madde ile dolu olduğu söyleniyordu.  

 

Uzay “büyük bir boşluk” değildir, çünkü boşluk olan yerlerde “bir şey yok” demektir. Boşluk bir “yer ve mekân” değildir. O-hâlde “yer” ve “şey” olmayan bir yerde yol almak nasıl olacaktır?. Olmayan bir yerde yol alınabilir mi?. 

 

Dr. Bıll Nye: “Dünyâ kapalı bir sistemdir, Dünyâ’dan ayrılamayız, Dünyâ’dan başka gidecek bir yer yoktur” der. Yâni Dünyâ’dan -rûh hâriç- canlı-cansız hiç-bir şey dışarı çıkamaz.

 

Yazının başındaki âyette söylenen şey, “sultan bir güç elde ederseniz göğü aşabilirsiniz” değildir. Âyet; “göklerin bucaklarının aşılması yâni uzaya gidilmesi hiç-bir zaman ve hiç.-bir şekilde mümkün değildir” diyor. Hem de bu hem insan için mümkün değildir hem de cinler için mümkün değildir. Cinlerin uzaya çıkabilmesi için bir araca ihtiyaçları olmayacağına göre, onlara has bir şekilde bile uzaya çıkmak mümkün değildir. Buna yeltenildiğinde ise olacak olanlar şu şekilde söylenmektedir:

 

“İkinizin de üzerine ateşten yalın bir alev ve (bakır gibi erimiş) kıpkızıl bir duman salıverilir de kurtulup-başaramazsınız” (Rahmân 35). 

 

“Gökyüzünü ‘korunmuş bir tavan’ kıldık; onlar ise âyetlerinden yüz çeviriyorlar” (Enbiyâ 32).

 

O “korunmuş tavan”dan cinler bile geçemez. Çünkü cinler şöyle der:

 

“Doğrusu biz o göğü yokladık da onu kuvvetli muhâfızlar ve atılmaya hazır ateşin aleviyle (şihâb) doldurulmuş bulduk. Doğrusu biz dinlemek için onun bâzı mevkilerinde otururduk. Fakat şimdi her kim dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir alev buluyor” (Cin 8-9).

 

Dünyâ, insan için, ya “mezarlardan kalkış günü”ne kadar oradan aslâ çıkamayacağı bir açık-hava hapis-hânesidir yada geçici bir imtihan dünyâsıdır. Hiç-bir zaman Dünyâ’dan çıkıp da dünyâ-dışında bir yerde bulunmayacak, yaşamayacak ve Dünyâ dışında bir yerde ölmeyecektir:

 

“(Allah) dedi ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır. Dedi ki: Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız” (A’raf 24-25).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2019

 

 

 


Devamını Oku »