“Îman
edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı
(onlarındır)” (Ra’d 29).
“Allah’ın
izni olmaksızın, hiç kimse için Îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin
üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).
İslâm,
aklı inkâr etmez ama İslâm akla değil vahye dayanır. Zîrâ İslâm’ın temeli olan
vahiy akla aykırı ve anlaşılmaz değildir ama akıl-üstüdür. İslâm’da akıl “îman
etmek için” değil, “îmânın gereğini yerine getirmek için” kullanılır. Allah,
aklı kullanmayanları “îmânın gereğini yapmamak” anlamında kötüler ve bunu
“pislik içinde kalmak” olarak ifâde eder. Târih boyunca insanları pislik içinde
bırakan ve perişân eden şey, “Îman etmek ve îmânın gereğini yapmak” için aklı
kullanmamaktır.
Akıl-üstü
olan din saçma değildir, dîne aykırı olan akıl sapkındır. Fakat “uygulanır
olmayan” din saçmadır. İslâm’ın “tek hak din” olmasının nedeni, “tek uygulanır
din” olduğu işçindir. Zîrâ İslâm sâdece zihnin ve iç-âlemlerin inşâsı için
değil, dış-âlemin ve hayâtın her alanının da inşâsı için vardır. Dolayısıyla
mutlakâ uygulanması gereken İslâm’ın, aklın kullanılmasına da mutlakâ ihtiyâcı vardır. Zâten İslâm,
“akıl, vahiy-merkezli kullanılsın” diye vardır.
Îman
ve akıl bilgiye ve hakîkate giden iki ayrı yolu temsil ederler. İslâm ve Îman; şeytanın,
nefsin ve tâğutların yönlendirmesindeki akla karşıdır, vahiy-merkezli olan akla
değil. Allah’ın mutlakâ kullanılmasını istediği ve emrettiği, kullanılmadığında
ise insanın pislik içinde kalacağını söylediği akıl elbette nefis-merkezli değil,
vahiy-merkezli olan akıldır.
İslâm’da
Îman ve akıl bir-aradadır ama bu akıl vahiy-merkezli olan akıldır. İslâm’da Îman
ve akıl birlikteliğinde Îman harekete geçirici, akıl ise uygulayıcıdır. Bu
aynen Kur’ân ve Peygamber yâni vahiy-Sünnet gibidir. Peygamber Kur’ân’ın
aklıdır, uygulayıcısıdır. Hattâ Kur’ân Sünnet için “en güzel örneklik” diyerek
örnek bir akıl ve uygulama modeli gösterir:
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı
çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).
İman
ve akıl birlikteliği sâdece İslâm için geçerlidir. İslâm’ın Hz. Îsâ ile
billurlaşan vahiy-merkezli öğretisi, Pavlus tarafından yozlaştırılmış ve tahrif
edilmiştir. Hristiyanlık olarak ortaya çıkan bu inanışta amel-eylem olmadığı sâdece
îmâna ve kuru öğretiye dayanır. Çünkü Hristiyanlık’ta teslis ve enkarnasyon
gibi saçma ve absürt öğretiler ve inanışlar vardır. Kierkegaard önderliğindeki
fideistler, özellikle de “katı fideistler” bu nedenle aklın her türünü îmânın
zıddı ve hattâ düşman olarak konumlandırırlar. Fideizm en temelde, îmanı ve
aklı birbirleriyle uzlaşmaz şeyler olarak görür. Çünkü Hristiyanlık’ta
yada İslâm hâricindeki din ve inanışlarda tüm hayâta yönelik olarak akıl
kullanılarak uygulaması yapılacak olan amel-eylem olmadığı için, akla hem
ihtiyaç duyulmaz hem de düşman olunur. Bu düşmanlık özellikle îmânın, dînin
hattâ Allah’ın yerine ikâme edilen, şeytan ve nefs-merkezli aklın
ilahlaştırılmasıyla birlikte yâni modernizm ile başlamıştır.
İslâm’da
îman amel-eylem ile dolayısı ile uygulamayla kanıtlanırken, Hristiyanlık’ta
salt kabûl ve îman yeterlidir ve
amel-eylem ile ispâta gerek yoktur. Bunun için de uygulamayı yapacak ve yürütecek
akla yer yoktur. İslâm’da ise uygulama olmazsa-olmazdır ve bu uygulamayı
vahiy-merkezli olarak yapacak olan şey elbette “akıl”dır. Fakat İslâm’da akıl îmandan,
takvâdan, teslîmiyetten ve gayba olan inançtan üstün değildir. Bu nedenle akıl
vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olmalıdır. İslâm işte böyle bir akıl
inşâ etmeye çalışır. Mutlakâ kullanılması gereken akıl böyle bir akıldır. İslâm’da
sorunlu olan akıl, Allah’tan ve dinden kopuk olan akıldır. Düşmanlık da
vahiy-merkezli akla değil, “Allah’tan, din’den ve vahiyden kopmuş ve şeytanın,
nefsin ve tâğutun kontrôlüne ve yönlendirmesine girmiş olan akla”dır.
İslâm
aklî delillere dayanmak zorunda değildir. O en başta bir îman işidir. Akıl îmandan üstün değildir ki ona dayansın.
Hele ki “Allah’ın akılla bilinmesi ve ispatlanması” söz-konusu bile olamaz.
Çünkü Allah bilmenin ve ispâtın değil, îmânın konusudur. Akıl gayb alanında
çalışamaz ve işlevsiz kalır. Zîrâ akıl sonsuz ve sınırsız değil, sonludur ve
sınırlıdır. Doğası gereği insan-aklı îmâna giden yolu bulamaz,
çünkü îman için gerekli olan niteliklerden yoksundur.
Vahiy
kendi-kendisini doğrulayan, bir başka deyişle kendi doğruluğunu ispatlayan bir niteliğe sâhiptir. Vahiy, kendi delîlini
içinde taşır.
Bu yaklaşım,
“îmâna rasyonel-ötesi bakış” şeklinde isimlendirilebilir. Bu bakış-açısında îman, kendi alanı
çerçevesinde aklın karşısında değil, aklın üzerinde ve ötesindedir.
Dînî
ve îmânı değil de aklı merkeze alan Kant, îman dâhil her-şeyin akla dayanması gerektiğini savunmaktadır. Kant şöyle yazar: “Her inanç, târihsel olanı
dâhi, elbette rasyonel olmalıdır, zîra hakîkatin nihâi mihenk-taşı dâima akıldır”.
John
Calvin’in îman ile ilişkilendirdiği bilgi ise, doğal duyularımızı kullanarak etrâfımızdaki
şeyler
hakkında edindiğimiz
bilgiler değil,
insan-aklının üzerinde olan, daha yüce bir bilgidir. Calvin’e göre îman,
duyumuzun çok ötesindedir. Îmâna erişmek için aklın kendisini aşması gerekir. İnsan-aklı îmâna ulaştığında bile hissettiklerini tam mânâsıyla
kavrayamaz. Fakat akıl, kavrayamadığı şey hakkında iknâ edilirken, îmânın verdiği kesinlik sâyesinde beşeri herhangi bir şeyi algılayışının çok üstünde bir anlayışa sâhip olur.
İslâm
ve îman, akıl yürütmeye dayanmaz ve aklın denetimi altında değildir. Tam-aksine
aklı denetim altına almak ve ona bir sınır koymak ister. Zîrâ akıl serbest
kaldığında ve şeytanın ve nefsin etkisine açık olduğunda mutlakâ sapar ve
saptırır.
Îman ederken aklın
herhangi bir rôlünün yada etkisinin bulunmadığı ve bulunamayacağı iddiâ edilir.
Buna göre, hiç kimse bir başkasını îman etmesi için akla dayalı deliller ileri
sürerek iknâ edemez. Bu düşünce, Allah’ın varlığının hiç-bir sûrette
kanıtlanabilir olmadığına ve dinlerin öngördüğü temel inanç esaslarını kabûl yada
reddetmenin aklın gücü dâhilinde bulunmadığına işâret eder.
İslâm’da
zorlamanın olmaması sâdece “dîne dâhil olma” noktasındadır. Çünkü burada
kişinin aklı değil kâlbi, rûhu ve zihni devreye girerse girer ve kişi dîni
kabûl eder. Akıl ile îman edilemeyeceği için kişi dîne dâhil edilme noktasında
zorlanamaz. Çünkü îman akılla kanıtlanılıp da “işte ispat, inadı bırak da îman
et” denilemez. Fakat kişi dîne dâhil olduktan sonra İslâm’ın ona yüklediği
sorumluluklar ve aklını kullanarak uygulaması gereken yükümlülükleri olur. İslâm’da
bu noktada sorumluluklar ve zorluklar olmazsa-olmazdır. Zîrâ İslâm, îman
etmeyle biten değil, îman etmeyle başlayan tek hak din’dir. Îman ederek başlar
ve îmânın gereklerinin akıl kullanılarak uygulanmasıyla devâm eder.
İslâm’da
îman ve akıl çatışması yoktur. Çünkü akıl, îman edilen şeyleri anlama ve
uygulama noktasında devreye girer. Fakat bunu yapacak olan akıl vahiy-merkezli
akıl olabilir. Şeytan ve nefsin kontrôlü ve yönlendirmesindeki akıl bunu yapmaktan
kaçınacaktır ve gaybın alanına karışmak isteyecektir. Bu da çeşitli
çatışmaların ve farklı inanışların ortaya çıkmasına neden olacaktır. İşte İslâm’ın
ve îmânın çatıştığı akıl böyle bir akıldır. Gazâli’nin filozoflar ile olan
tartışması
bir akıl-karşıtlığı olarak sunulmaktadır. Oysa
Gazali’nin eleştirisi
bizatihi akla değil, aklın kullanımına, daha doğrusu filozofların îman ile tutarsızlık
arz ettiği
düşünülen
fikirlerinedir.
“Hiç
bilenle bilmeyen bir olur mu?”, “Allah’tan en çok korkan alimlerdir” şeklindeki
âyetler, îmandan önce bilginin ve aklî bir sorgulamanın varlığını değil, İslâm’ın
“bilerek ve bilinçli yapma”ya verdiği önemi göstermek içindir. Çünkü İslâm’da “bilmek
için bilmek” boş iştir ve Kur’ân böyle kişilere “kitap yüklü eşekler” der.
İslâm’a
göre îmânın ve teslîmiyetin artması, okuma, araştırma ve düşünme hâlindeyken
değil, çok daha ziyâde amel-eylem hâlindeyken olur: “Onlar,
kendilerine insanlar: ‘Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan
korkun’ dedikleri hâlde îmanları artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel
vekildir’ diyenlerdir” (Âl-i İmran 173).
Okuma,
araştırma ve düşünmeyle bilgi ve inanç artar ama îman farklıdır. Bilgi,
sorulara cevap verebilir ama bu îmânın artmış olduğunu göstermez. Îman bilgiye
dayalı olmadığı gibi îmansızlık da bilgisizliğe dayalı değildir. İslâm hakkında
nice bilgili olanlar vardır ki hem îmansızdırlar hem de İslâm düşmanıdırlar. Oryantâlistlerin
çoğu böyledir meselâ.
Îmânın
göstergesi, bilginin fazlalaşmış olması değil, îmânın gereğinin yapılmış ve
yapılıyor olmasıdır. Îman etmiş olmak ille de mâlûmâtı çoğaltmayı gerektirmez
ama sâlih amel işlemeyi şart koşar. Bilgi belki inancı arttırabilir ama îmânı
arttıramaz. Îmânın artması yada azalması, amel-eylemin olup-olmamasıyla ilgilidir.
Meselâ günümüzde din ve İslâm hakkındaki bilgi çok fazla artmış olduğu hâlde iş
amel-eylem alanına geldiğinde büyük bir durgunluk ve çöküş yaşanmaktadır. Öyle
ki bilgilenme îman etmenin yerine geçmiştir. Bir miktar bilgi edinmiş olanlar
sağlam bir îmâna ulaştığını sanmaktadır.
İnsanların
çoğunda îman değil inanç vardır. İnanç bilgiyle ulaşılabilen bir şeyken, îmâna
bilgiyle varılamaz. Bu nedenle îmanda zinhar şüphe olmazken inançlarda
olabilmektedir. Her kişinin bilgisi kendi inancını şekillendirmektedir. Îman
ise mutlakâ amel-eyleme yönlendiren şey olduğu için îman edenlerin bir dâvâ
uğruna mallarını ve canlarını ortaya koyması sorun olmaz ve hep birlikte her
türlü sorumluluğu ve riski alabilirler.
Îman ve inanç arasında psikolojik bir
fark bulunmaktadır. İnanç îmâna göre daha statik bir terim olup inanılana karşı
güçlü bir duygusal tutumu içermez. Îmâna gelince o daha fazla dinamik bir
terimdir. Kişiyi duygusal olarak da etkiler ve tutkulu bir bağlılığı ve
sıcaklığı içerir, kişiyi bâzı eylemleri yapmaya zorlar. Zâten amele-eyleme
zorlamayan şey îman değil, belki de inanç yada psikolojik bir bağlılıktır.
İnanç soruları ve sorunları zihinde sorgulayıp çözerken, îmanda ise tam bir
teslîmiyetle teslim olunup sorular ve sorunlar hayâtın tam ortasında ve meydanda
çözülür. Dolayısıyla sorun inanç sorunu değil îman sorunudur.
İnsanlar bilgiye aşırı şekilde
yönelmeyle hatta bilgiyi kutsallaştırmakla îmanlarını arttırmış olmazlar, inançlarını
beslemiş ve desteklemiş olurlar.
“Hakîkat
aslâ akla aykırı olamaz ve hiç-bir sûretle bir çelişki içeremez” demek “hakîkat, îman ve İslâm
ile aklın aynı şeydri” bu nedenle de “akıl yeterlidir” anlamı ortaya çıkacağı
için bu söz kabûl edilebilir değildir. Pozitivist, naturâlist ve seküler akım
bunu söyleyerek dîni, îmânı ve İslâm’ı inkar ve iptâl etmek istemiştir ve
etmektedir. Lâkin akıl-merkezli olarak geldikleri noktada Dünyâ’yı her alanda
ifsâd etmişlerdir. Modern insanın başına gelenler, Allahsız akılları yüzünden gelmiştir,
gelmektedir.
İnsanların
din, îman ve İslâm yerine Allahsız akla yönelmelerinin nedeni, dînin ve İslâm’ın
kişiye sorumluluk yüklemesi ve bu nedenle de hayâtını kısıtlayıp
sınırlandırmasıdır. Oysa Allahsız akıl şeytanın ve nefsin yönlendirmesine kolayca
girebilir ve bu-bağlamda “hayat kısa, ye, iç, gez, eğlenmene bak” diyebiliyor.
Bu da insanları Allahsız aklı kutsallaştırmaya itiyor. Akıl uygulayıcı değil de
belirleyici olduğunda yâni vahiy-merkezli olmadığında fitne üretip ifsâd
etmemesi mümkün değildir.
İslâm’da
akıl îman etme ve gayb noktasında değil, amel-eylem ve uygulama noktasında
devreye girer. Tabi vahiy de gaybın konusudur fakat vahyin, gayba yönelik
olmayan ve hayâta yönelik olarak akıl ile anlaşılan ve uygulanan yönü de vardır. Bu nedenle akıl kullanılarak, vahyin hayâta
dönük olan yönü okunup, üzerinde düşünülüp idrâk edilebilir, anlaşılabilip uygulanabilir.
Çünkü İslâm’da akıl, Hristiyanlık’taki gibi tümüyle dışlanmaz ve sâdece
“vahiyden kopmuş akıl” eleştirilir. Zâten aklı iptâl ettiğinizde din,
dînî-duygu ve ahlâk-alanı ile sınırlanır ve din, duygu ve ahlâka indirgenmiş
olur. Oysa İslâm iç-âlemden sonra dış-âlemi de inşâ etmek ve düzenlemek ister.
Hattâ hayâtın iç ve dış her alanına hâkim olmak ister. Bunu bir tek İslâm
ister. Vahiyden bağımsız olan akıl bunu kabûl etmek istemez. Çünkü bunu hem
anlayamaz hem de işine gelmez. Çünkü şeytanın ve nefsin kontrôlü ve
yönlendirmesindeki akıl sınırlandırılmak istemez. Allahsız aklın anlayamadığı ve kabûl edemediği şeyi, îman anlaşılır ve kabûl edilebilir kılar. Akıl
bâzı şeyleri ancak îmandan sonra idrâk edip kabûl edebilir.
Gaybi
konular, üzerinde şüphe duyulamayacak olan konulardır. Akıl bu yüzden gayb
hakkında konuşamaz. Çünkü akıl her zaman şüphe bırakır ve net olamaz. Zîrâ buna
çapı yetmez. Bu nedenle de gayb alanına
adım atamaz ve bu alanda akıl yürütemez. Zâten gaybî olanı düşününce tıkanır
kalır ve boşluğa düşer. Akıl gayb konusunda sâdece bâzı görüşler belirleyebilir
ama bu görüşler de hem tutarsız hem de açıklayıcı ve net olmaz.
İnsanlığın en büyük ve güçlü beyinleri ve
akılları, hiç-bir konu hakkında “hakîkati bulma” noktasında muktedir
olamamışlardır. Çünkü hakîkat îmânın ve İslâm’ın göstermesiyle bulunabilir. Akıl
îmânın bir aracıdır ve hakîkati bulmada özellikle uygulama alanında îman ile
birliktedir.
Aklı
zorlayarak gayb konusunda düşünmenin bir faydası olmaz ve tam-aksine zarârı
olur. Çünkü eşyânın bile doğasına ilişkin derin düşüncelere dalmak, kesinlik ve bilgi
açısından çözümü hayli zor sorunlara sebebiyet vermekten başka bir işe yaramaz.
Îman kesinliğin tek
kaynağıdır. Akıl ve felsefe, kişinin îman etmesine hazır olmasına yardım
edebilse de îman etme noktasında işlevsel değildir. Çünkü duyular ve akıl
sonludur, îman ise sonsuzlukla alâkalıdır. Akıl genel konularda bile hakîkate ulaşmada bir yetersizlik içindeyse gayb
konusunda hakîkatlere ulaşması beklenemez. Sonlu insan-aklı
sonsuz Allah’ı kavrayamaz. Çünkü sonsuz ve sınırsız olanla herhangi bir sonlu şey arasında bir nicelik ve illiyet bağı yoktur. Allah’ın bildirdiğinden
başka Allah ve gayb hakkında daha fazla şey öğrenmek için girişilecek her teşebbüs, Allah’ın gerçek mâhiyeti ile
O’na dâir düşüncelerimiz
arasındaki sonsuz uçurumu daha da büyütecektir.
Akılla bir inanca varılabilir ama îmâna
varılamaz. İnanç sâdece “her-şeyi yaratan bir varlık olmalı” sonucuna ulaşarak
inanç elde edebilir. Bu iyi bir şeydir fakat îman sâdece “her şeyi yaratana
inanmak”la kalmaz, O’na güvenmeyi de sağlar îman zâten Allah’a inanmaktan ziyâde
O’na güvenmekle ilgilidir. Îman edenler O’ndan emin oldukları için O’na tam bir
güvenle güvenirler.
Kişiyi inanmak değil, îmâna yönelik
işler yapmak kurtarır. Îman etmek tek-başına yetmez: “İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek,
sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?”
(Ankebût 2). Îman ettikten sonra sâlih ameller işlemek de şarttır. Amel-eylem
ise, îman duygusu ve akıl kullanılarak yapılacağı için İslâm’da aklı kullanmak
şarttır ve önemlidir. Çünkü İslâm’a göre ne amelsiz îman ne de îmansız amel
tek-başına yetmez. İkisinin birlikteliği şarttır. Zâten İslâm’da aklın önemi bu
noktada açığa çıkar. Yoksa İslâm kuru bir îman
iddiâsı olsaydı Hristiyanlık gibi aklı tümden dışlamak kaçınılmaz
olurdu. İslâm’ı diğerlerinden ayıran şey işte budur. İslâm îman ve amel yâni
vahiy ve akıldır. Yada daha doğrusu “vahiy-merkezli akıl”dır.
Îman kuru bir iddiâ değildir, İslâm, uygulanabilir
ve yaşanabilir olandır yâni hayâta dönük yüzü olan tek din’dir. Bu da zorunlu
olarak aklın kullanılmasını gerektirir. Îmânın tutarlı olması ve sâlih amele
dönmesi için bu akıl vahyin inşâ ettiği akıl olmalıdır.
İslâm,
îman ve ameldir. Akıl ise îman etmede değil, amel etmede gerekli ve geçerlidir.
Akıldan îmânı anlaması ve akıl yürütmeyle îman etmesi beklenemez. Allah îmânı,
takvâlı olanlara ve sorumluluk bilincine sâhip olan delikanlılara nasip eder.
İslâm
“îman ve amel” demek olduğu için aslında “İslâm, îman ve akıldır” da
denilebilir. İslâm’ı diğerlerinden ayıran şey İslâm’ın sâdece iç-âlemlere dönük
bir din olmaması ve iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemde her alanda İslâm’ı
hâkim kılmak hedefi olmasıdır. İşte İslâm’ın böyle bir hedefinin olması,
akıl-üstü bir plân, sağlam bir îman ve îman-merkezli işletilen akıl ile yapılacak
uygulamaları gerektirir. İslâm budur.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2024