25 Temmuz 2022 Pazartesi

Yarar-Zarar Hesâbı

 

“De ki: Allah’ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç-bir şeye) mâlik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı. Ben, îman eden bir topluluk için, bir uyarıcı ve bir müjde vericiden başkası değilim” (A’raf 188).

 

Hayat, sünnetullah ve imtihanın gereği olarak iyiliği-kötülüğü ve yarârı-zarârı ile iç-içedir. Hayattan ne kadar iyilik ve yarar beklerseniz, yanında kötülüklerle ve zararlarla birlikte gelir. Kötülüğün ve zarârın az olmasını istiyorsanız, hayattan çok da fazla bir şey beklememeniz gerekir. Varlığın formatı, imtihan ve sünnetullah gereğince yarar ve zarârı birlikte taşır. Başka türlüsü olmaz. Yoksa Dünyâ da cennetlerden bir cennet olurdu. Cennetin Dünyâ’dan farkı, kötülüğün ve zarârın olmamasıdır.

 

Modern insan, değer-merkezli değil, yarar-merkezli düşünüyor ve eylemde bulunuyor. Aslında zarârı düşünmeden pragmatist bir şekilde sâdece yarârı, faydayı ve çıkarı düşünüyor. Kendisine zevk ve haz veren, kendisini eğlendiren her-şeyi iyi ve yararlı görürken; sıkıntı yapan, ezâ veren ve zevk vermeyen şeyleri de zararlı kategorisine dâhil ediyor. İşte bu nedenle de aslında nefsine göre hareket ediyor ve hattâ nefsini kılavuz ediniyor. Çünkü nefs, zevk ve haz merkezli olarak işler. Nefsine uyan insan için hoşuna giden şey iyi ve yararlı, hoşuna gitmeyen şey ise zararlı ve kötü olarak görülüyor. Fakat Allah’ın hesâbı başkadır. Meselâ yarar-zarar hesâbını savaş üzerinden şöyle yapar:

 

“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara Sûresi 216).

 

Modernite kâr odaklıdır. Kapitâlizm “sonsuz kâr” düşüncesiyle hayâtiyetini devâm ettiriyor. Kâr yâni yarar sürekli artmalıdır ve bunun önüne geçebilecek şeylerin ortadan sert bir şekilde de olsa kaldırılması gerekir. İşte bu yüzden ona dur diyen tek etken olan İslâm, seküler-kapitâlist sistem tarafından “öteki” olarak görülür ve kötü-zararlı olarak îlân edilir. Kâr-zarar hesâbında kıyası yanlış yaptıkları için zararlı olanı yararlı, yararlı olanı zararlı olarak görüyorlar ve gösteriyorlar.  

 

İslâm pragmatist bir din değildir. Bâzen “devlete ve insana yararlı” olduğu hâlde İslâm’a göre “yanlış” olan şeyler vardır. Çünkü modern dünyâda yararlı ve faydalı görülen şeyler aslında insanlığın sâdece az bir kesimi için yararlı ve faydalıyken, çoğu için ise zararlıdır ve kötüdür. “Fayda” deyince birileri için faydalı olan şey, çoğunluk için “zarar”lı da olabilir. Meselâ fâiz gelirlerinin devlet kasasına ve fâiz alanların ceplerine girerek “yarar(!)” sağlaması, fâizin “şeytan işi bir pislik” olduğu gerçeğini değiştirmez. Fâiz insanlığı mahveden en önemli etkenlerden biridir. Fâiz nedeniyle ortaya çıkan yoksulluklar ve yoksunluklar nedeniyle ortaya çıkan zararlardan hiç bahsedilmez. Bahsedilse bile gündem olmaz.  

 

Modernler sürekli olarak yüksek kâr peşindedirler ve kârları katlanarak artmadığında canları sıkılır. Hele akıllara-zarar servetlerinde oluşan %1’lik bir kayıpta bile, onların tüm Dünyâ’yı yakması ve tüm insanlığı zarâra uğratması mümkündür. Bu uğurda kimsenin gözünün yaşına bakmazlar. Zîrâ yarar-zarar hesâbını doğru şekilde yapacak ferâsetleri kalmamış olduğundan dolayı, dünyevî-beşerî olanı yararlı, dînî-mânevî ve âhiretle ilgili olanı zararlı olarak görmekte ve göstermektedirler. “Hemen şimdi”nin peşinde köpekleştikleri için yarını hiç hesâba katmazlar. Bu bağlamda dinden uzak dururlar ve hattâ yarını yâni âhireti hatırlatan dinden nefret ederler. Çünkü din onlara karşılığını âhirette almak üzere Dünyâ’da vermelerini ve servetlerinden eksiltmelerini söyler. İslâm’a göre 40’tan 1 çıkınca 700 kalır. Oysa dünyevî hesâba göre 40’tan 1 çıkınca 39 kalır ve zarar edilir. O yüzden “kârdan” da olsa yapacakları zarâra aslâ katlanamazlar da ortalığı velveleye verirler.

 

Modern-bilim ve teknoloji alanında yarar-zarar hesâbı çok yanlış yapılıyor. Modern-bilim ve teknolojiyi desteklemek, meselâ en basitinden işsizliği desteklemek anlamına geliyor. Ruhsuzluğu ve bereketsizliği desteklemek anlamına geliyor. Hattâ artık modern-bilim ve teknolojiyi desteklemek, “insanlığın yok oluşunu desteklemek” anlamına geliyor. O hâlde Kur’ân’dan ilham alarak: “Evet; modern-bilim ve teknolojide sizin için bâzı yararlar vardır, fakat zararları ve günahları daha büyüktür”. “Sana interneti ve sosyâl medyayı sorarlar. De ki: İkisinde hem büyük bir günah, hem de bâzı yararlar vardır. Fakat günahları yararlarından daha büyüktür” diye bir söz söylesek herhâlde hatâ etmiş olmayız.  

 

Hem teknolojinin ilerlemesi hem de insanca kalmak nasıl olacak?. İkisi aynı-anda olmaz ve olmuyor. Teknoloji ilerledikçe insanlık çöküyor. Teknoloji kâr ettikçe insanlık zarar ediyor. Teknolojinin ahlâkı yoktur, ahlâkı olmayan şey insanları uçuruma sürükler.

 

Seküler sistem, modern dünyâdan domuz gibi yararlanmayanları deli ve sapık olarak îlân ediyor. Alabildiğine çıkarını düşünmeyenleri câhil, yobaz ve sapık îlân ediyor. Onları parazit olarak görüyor.

 

İslâm ve müslüman için iyi ve kötü varsa elbette iyi olan seçilmelidir. Fakat ortada; kötü, iyi ve en iyi varsa, ortadaki “iyi” seçilir. Herkesin “iyi”ye ulaşmasına çalışılır. Buna göre “en iyi” ve “kötü” iptâl edilir. Herkes “iyi”de buluşur ve “iyi”nin biraz sağında yada solunda olunabilir sâdece. Zîrâ İslâm “denge dîni”dir. Müslümanlar da “vasat ümmet”tir. Orta yoldur yolları. Fakat modernite, herkese “en iyi” olanı hedef gösteriyor. Böylece herkes onun hayâlini kuruyor ve ona ulaşmak için didiniyor. Tabi ona sâdece çok az bir kesim ulaşabilir. Çünkü “tüm herkes için en iyi”nin Dünyâ’da karşılığı yoktur. Herkes için “en iyi” sâdece cennette olur. Birileri en iyiyi seçtiğinde herkesin onu seçecek imkânı kalmaz. İyi, müslümanlara göre “herkes için iyi olan”dır. Yararlı da herkes için yararlı olandır.

 

Yine; müslümanın önüne iki seçenekten biri, “zulmetmek” yada “zulme uğramak” seçenekleri konulsa, müslümanlar “zulme uğramayı” seçmelidirler. Burada zulme uğramak zarar gibi görülse de, zulmetmek daha kötü ve zararlı olduğu için “zulme uğramak” iyi ve yararlı hâle gelir. Dedik ya, İslâm’ın hesâbı bambaşkadır ve ruhsuz matematik hesâbına benzemez. İslâm’da 40’tan 1 çıkınca 700 kalır. İşte gerçek yarar budur!.   

 

Her-şeyin aşırısı zararlıdır. Buna “araştırma” da dâhildir. Doğruyu bulmak için yapılan aşırı araştırma (yada didikleme), yanlış sonuçlar verir. Zîrâ araştırılan şey parçalanınca onun rûhu yâni bütünlüğü parçalanmaktadır. Böyle olunca araştırılan şey “o” olmaktan çıkar.  

 

Zararlı olan şeyler aşırı bağımlılık yapar. Tüketimleri de “doğal” değildir. Zararlı olanda sınır yoktur. Meselâ 20-30 sigarayı arka-arkaya içebilirsiniz fakat yararlı olanda sınır vardır, meselâ 20-30 bardak ayranı arka-arkaya içemezsiniz.

 

Dîne olan inancı zayıf olanların bâtıla olan inançları da zayıf olur aslında. Çünkü ondan yararlandıkları kadar ona inanırlar. Yarar bittiğinde yada azaldığında vazgeçiverirler.   

 

“Evet, yapabiliriz” (yes we can) sözü de mâsum değildir. Zîrâ insan nefs sâhibi bir varlıktır ve bâzı yararlı şeyler yapsa da çoğunlukla zararlı şeyleri de yapar ve yaptığı şeyler uzun olmayan bir vâdede insanlara zarar vermeye başlar. Atomu parçalamak meselâ. Atom bombasını yapmak “evet yapabiliriz”in bir sonucudur. İnsan her yapabileceğini yapmak zorunda değildir ve yapmamalıdır da. Meselâ hırsızlık yapabilirim yada birini öldürebilirim ama yapmamalıyım. Nükleer fisyon-füzyon şehirleri aydınlatabildiği gibi, şehirleri yok da edebilir. “Nükleer güçle şehirler aydınlandı ve Dünyâ ıldır-ışık oldu” diyenler, atom bombalarının verdiği zarârı hiç hesâba katmıyorlar. Hattâ birileri bunu iyi ve yararlı bir şey olarak görüyor. Diyorlar ki: “Eğer Japonya’ya 2 atom bombası atıp savaşı bitirmeseydik, bunun çok daha fazlasını dünyâ ve biz ödemek zorunda kalacaktık. 150.000 kişiyi öldürdük, ama 1,5 milyon insanın ölmesini engelledik. Savaş bitti. Toplama-çıkarma yaparsanız ‘kâr’ ortada”. Allah, âhiret, din, kitap ve peygamber ıskalanınca, yarar-zarar hesâbı böyle yanlış yapılıyor ve şerefsizce ve zâlimce bir şey alkışlanıyor ve “iyi” olarak görülüyor.

 

Yapılan bir şeyin doğru ve iyi olup-olmadığının sağlaması, gelinen yerdeki sonuçlara bakılarak görülebilir. Din alanında son 30 yıllık Kur’ân’ı anlama-araştırma sürecinde müslümanlar, olumlu olarak Kur’ân’ın bilgisine sâhip olmalarına rağmen, Peygamber örnekliğinden yâni Ahzâb 21. âyetten kopmuş oldukları için gevşemişler, dünyevileşmişler, deist-ateist olmuşlar ve inandıkları gibi yaşamak yerine yaşadıkları gibi inanmaya başlamışlardır. Yaşadıkları hayat İslâm-merkezli değil de modernite-merkezli olduğu için, Kur’ân’ı modernite-merkezli okumak, yorumlamak ve hattâ moderniteye uyarlamak için çabaladıkları görülmektedir. Zâten bu nedenle geleneğe acımasızca vururlarken (geleneğin elbette vurulacak bir-çok konusu vardır) moderniteye yâni modern düşünceye, ideolojilere, modern-bilim ve teknolojiye, lâik-seküler-muhâfazakâr demokrasiye, bunların ortaya çıkardığı kötü sonuçlara hiç-bir şey söyle(ye)memektedirler. Yararlı bir şey zarâra dönmüştür. Zîrâ müslümanlar bilgi, ekonomi, siyâset alanında gelişirken; adâlet, ahlâk, vicdan ve merhâmet olarak gerilemişler ve zarar etmişlerdir.  

 

Zarar dosttan yapılır; “para dosttan kazanılır” sözü kapitâlist bir sözdür. “Dost”lar arasında paranın lafı olmaz.

 

Modernizm, “insanlığın uğradığı en büyük zarar ve kayıp”tır. Yarârı “sâdece birileri için”dir ve insanlığın çoğu ise aslında zarar eder. Tâğutların ifsâd ettiği Dünyâ’dan en az zarar görenler tâğutlar oluyor. Çünkü onlar “zarârın kralı”nı âhirette göreceklerdir.

 

Zenginlerin yaptıkları “para kavgaları”ndan Dünyâ’da en çok zarar görenler garibanlardır. Çünkü para birilerinin tekelinde toplanınca garibanların sayısı katlanarak artar. Böyle olunca garibanlar zengin olmanın hayâlini kurarlar. İnsanca bir yaşamın hayâlini kurmakta bir sakınca yoktur fakat, küresel elitler gibi zengin olma hayâli kurmak müslümanca değildir. Bu konuda Allah şöyle der:

   

“Onlardan bâzı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünyâ-hayâtının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir” (Tâ-hâ 131).

 

“Ebu Leheb’in iki eli kurusun; kurudu ya. Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı” (Tebbet 1-2).

 

“Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesâbımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm her-şeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiç-bir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti” (Hâkka 25-29).

 

İş en nihâyet âhirete gelince ise:

 

“Artık bugün, bir kısmınızın bir kısmınıza yarar ve zarar sağlamaya gücü yetmez. Biz de o zulmedenlere deriz ki: Yalanlamakta olduğunuz ateşin azâbını tadın” (Sebe’ 42) âyeti tecelli eder.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2020

 

 

Devamını Oku »

18 Temmuz 2022 Pazartesi

Kaybedileni Yanlış Yerde Aramak

 

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

Biz neyimizi kaybettik?. En başta takvâmızı kaybettik, sonra huşûmuzu kaybettik, kanaatkârlığımızı kaybettik, kararlılığımızı, sabrımızı, dirâyetimizi kaybettik, direncimizi, samîmiyetimizi, hedefimizi, amacımızı kaybettik, en sonunda da birliğimizi kaybettik. Çünkü aslında en başta îmânımız zayıfladı, hattâ bir-çoklarımız îmânını kaybetti. Biz gaybımızı kaybettik. Yâni aslında biz neyi kaybettiğimizi çok iyi biliyoruz. Sorun, kaybettiğimiz şeyi bulamamakta ama daha da kötüsü kaybettiğimiz şeyi bulmak istemeyişimizdedir. Hattâ neredeyse “iyi ki de kaybetmişiz” diyecek noktaya gelindi. Kaybettiğinin acısını yaşayanlar ve yitiğimizi arayıp bulmanın çabasını ve gayretini gösterenler elbette müstesnâdır.

 

Kaybettiğimiz şeyi bulmada çok da samîmi ve gayretli olmadığımız için yitiğimizi yanlış yerlerde arıyoruz. Aradığımız yerlerin hemen tamâmı modern alanlar. Çünkü artık bizim gözümüze-gözümüze sokulan modernizme çok alıştık. “Bulunursa modern alanların birinde bulunur” zannediyoruz. Hattâ birileri modernizmi, kaybettiği şey sanıyor. Bâzıları da bulsa bile modernleşmiş bir şekilde bulmak istiyor. O saf, doğal, orijinâl hâliyle bulmak isteyenler çok az. Birileri de o saf şekliyle bulunmasından çok korkuyor. Çünkü modernizmi yâni mevcudu “kazanım” olarak görüyor ve “modern olmadan olmaz” diyor. Yitiğimizin ancak “modernizm ile karışmışsa ve kaynaşmışsa” aranmaya ve bulunmaya değer olduğunu söylüyor.

 

Evet, biz bizi “biz” yapan şeyi kaybettik. An îtibârıyla ellerimizde olanı kaybettik. Kabuğu elimizde ama içini-özünü kaybettik. Hepsinden önemlisi rûhunu kaybettik. Biz elimizde, cebimizde, ekranlarda, kütüphânemizde vs. her-yerde olmasına rağmen Kur’ân’ı kaybettik. Çünkü onu Peygamber’in okuyup idrâk ettiği gibi değil de, modern telakkiyle okuyup anlamak yolundayız ama aslâ hayâta yansıtmak ve yaşamak istemiyoruz, çünkü moderniteyi zâten doya-doya yaşıyoruz. Kur’ân’ın rûhunu kaybedince, ona kâlplerde, zihinlerde, dört duvar arasında ve ekranlarda genişçe yer açarak ve yer vererek açığı kapatmaya râzı olduk. Kur’ân’ı hayâtın içinde ve tam orta yerinde okumayı kaybettik.

 

Biz Sünnet’i kaybettik. “Kur’ân’ı okuyup idrâk ettikten sonra tam da Kur’ân’a göre bir yaşam-tarzı ortaya koymak” demek olan Sünnet’i, Allah’ın, -bâzen düzelterek de olsa- râzı olduğu ve örnek göstererek “güzel örneklik” dediği Sünnet’i kaybettik. Onu öyle bir kaybettik ki artık onun ne demek olduğunu bile bilmiyoruz da tartışıp duruyoruz ne demek olduğu hakkında. Biz dürüstlüğümüzü kaybettik. Biz Sünnet’i sakal-bıyık zannetmeye ve zannetmek istemeye devâm ediyoruz. Oysa Sünnet; küfre, şirke, adâletsizliğe, ahlâksızlığa, eşitsizliğe ve zulme “dur” demenin ve tevhidi hâkim kılmanın adı ve örneğidir. Biz dik durmayı kaybettik. Tevhidi kaybettik ve zulmü bulduk.

 

Kaybettiğimiz şey Kur’ân ve de onun güzel örnekliği olan Sünnet’tir. Bunları kaybedince Allah’ın rızâsını kaybettik. Gayba îmânı kaybettik, sâlih ameli kaybettik. Tüm bunların yerine de şeytanı, nefsi, tâğutları, modernizmi ve ne kadar bâtıl varsa onları bulduk. Üstelik bulduğumuz yeni şeylerden râzı olduk. Bunları kazanımımız olarak gördük.

 

Tabi bir de eleştiren, îtirâz eden ve isyânda bulunanlar var. Bunlar kaybedileni arıyor. Peki bulabiliyorlar mı ve bulabilecekler mi?. Pek kolay gözükmüyor. Çünkü hem kaybedilenin yeri çok az bir kesim tarafından tespit edilmiş durumda, hem de kaybedileni alıp da gelmeye ve onu yeniden içimizde ve dışımızda hâkim kılmaya dermânımız yok, mecâlimiz kalmamış. Zâten gerçek kaybımız olan Kur’ân’ı bulmanın, almanın ve yaşamanın tâlibi çok-çok az. Talep yok, talebe yok. Bu nedenle birileri de oluşan boşluğun içinden, “aradığımız şey o değil” diyor ve kaybedileni başka yerlerde arıyor. Aradıkları yer hep şeytanın, nefsin ve tâğutların gösterdiği ve modernizmin işâret ettiği yerlerdir.

 

Bir-takım insanlar kaybettiklerini felsefede arıyorlar ve bu nedenle de aklı aşırı ön-plâna çıkarıyorlar ve putlaştırıyorlar. Çünkü felsefenin temeli akıldır. Oradan geriye doğru bir adım bile gidilemediği için aslında târih boyunca o kadar okuma, araştırma ve düşünmeye rağmen felsefenin bir yaraya merhem olduğu görülmemiştir. Herkes kendi aklına göre farklı-farklı ve zıt şeyler söylemektedir. Bu yüzden de kaybedilen şeyin Allahsız felsefenin içinde bulunması mümkün değildir.

 

Bir-çokları da kaybettiklerini çok güvendikleri ve olmazsa-olmaz gördükleri modern-bilimde ve teknolojide arıyor. Öyle ki peygamberlerin ve Peygamberimiz’in 1.000 yıl boyunca idrâk edemediği ve bulamadığı şeyleri birileri modern-bilim ve teknolojide bulmaktadır(!). Kaybedilenin ancak ve ancak modern-bilim ile bulunacağından çok eminler. Fakat o kadar aramaya rağmen kaybedilen şeyi bulmuş değiller. Kaybettiklerini Cern’de ve Higgs Bozonu’nda arıyorlar ve değişik bir ses duyduklarında “işte buldum!” diye çığlık atıyorlar. Sonra “yok-yok değilmiş” diyorlar. Böyle demekten bıkmadılar. Oysa modern-bilim ve teknoloji de Allahsızdır. İnsanların bedenlerinden bâzı yükleri kaldırmış olsa da, ruhlarına ağır yükler yüklediği gibi çoğu insanın yükünü arttırmıştır. Modern-bilim ve teknoloji, insanlar için farklı bir yüke dönüşmüştür.

 

Yine kimisi de kaybettiğini modern-beşerî-Allahsız ideoloji, sistem ve düşüncelerde arıyor. Bu uğurda cumhuriyeti, demokrasiyi, lâikliği, sekülerizmi, feminizmi, liberâlizmi, kapitâlizmi, sosyâlizmi, komünizmi, faşizmi vs. şeytanın ürettiği ne kadar izm varsa hepsini din yaparak tapıyor ve kaybettiğini de onların içinde arıyor. Tabî ki de kaybedilen şey bu Allahsız sistemlerin içinde bulunamayacaktır. Üstelik kaybedileni bunların içinde ararken niceleri canlarını-ruhlarını kaybetmişlerdir ve kayıplar gün geçtikçe daha da fazlalaşmaktadır. Hattâ bu bahsettiğimiz Allahsız sistemler yüzünden insanlık-târihinde hiç görülmemiş kayıplar yaşanmıştır. Ne tuhaftır ki modern insan kaybettiğini hâlâ insanlığa en büyük kayıpları yaşatan sistemlerin içinde arıyor.

 

Özellikle modern gençlik, kaybedileni modern ürünler ve uygulamalarda arıyor. Kendilerine hazzın bin türlüsünü veren teknolojik ürünlerde ve kendilerini yozlaştıran ve sûnîleştiren sosyâl medyada arıyor. Aslında kaybedileni hazda, hızda, zevkte, günahta, haramda, ayıpta ve yasak olanda arıyor. Tabî ki de bulamıyorlar. Çünkü kaybedilen şey doğal, normâl ve fıtrata aykırı olan yerlerde bulunamaz. Kayboldukları sosyâl medyada yitiğini arayanların bulacağı şey koca bir kayıptan başkası değildir.

 

Kimileri de kaybettiğini modern sanatta arıyor. Modern edebiyatta, resimde, fotoğraflarda, heykellerde vs. arıyor ama tabi ki bulamıyor. Çünkü kaybedilen şey modern olmadığı için modernin içinde bulunamaz. Kaybedilen şey burâm-burâm rûh içeren soyut sanatta bulunabilir ama “sanat” denilen modern somut etkinliklerde aslâ bulunamaz. Zîrâ kaybedilen o şey Allahsız bir alanda bulunamaz. Peki bulamadıklarında ne yapıyorlar?. Kaybettiklerinin benzerini resimden, heykelden fotoğraftan kendileri yapıyorlar ve sonra da diyorlar ki “bu yaptığımız şey kaybettiğimizden daha gerçek, daha güzel ve daha etkileyici oldu”. Modern Allahsız sanatın içinde kendilerini kaybedenler, kaybettiği şeyi bulamıyorlar.

 

Birileri de Dünyâ’dan umûdunu kesmiş, “artık Dünyâ’da bulunamaz” diyor ve uzayda; Ay’da, Mars’ta, Güneş’te, başka yıldız sistemlerinde, galaksilerde ve evrenlerde arıyor, hiç bulamadığında da “kara-deliklerde olabilir mi?” diye düşünüyor, “acaba ak-deliklerden çıkar mı?” diye bakıyor. Dünyâ’da kaybedileni Dünyâ-dışında arıyorlar. Bakmayın siz onların bir uğraş içindeymiş gibi olduklarına. Aslında Dünyâ’nın dışında olmadığını biliyorlar. Çünkü kaybedilen şeyin Dünyâ’nın dışına çıkmadığını ve çıkamayacağını gâyet iyi biliyorlar.

 

Evet; bunlar boşuna uğraşlar, çünkü kaybedilen şey, bahsettiğimiz aranılan yerlerin hiç-birinde bulunamaz. Çünkü bunların hepsi Allahsızdır, kitapsızdır, dinsizdir, îmansızdır. Bizim kaybettiğimiz bize Allah’ın verdiğidir. Allah’ın verdiği şey Allah’ı işe karıştırmadan nasıl bulunur ki!. Hayır!; Allahsız bulunamaz, aslâ!. O hâlde nerede ve nasıl bulunacak?.

 

Bir kere aramaya “bismillah” diyerek başlanacaktır. Yâni işe en başta Allah karıştırılacak, kaybedilen şey Allah’ın adıyla aranacaktır. Kur’ânî bilinç ile aranacaktır. Peygamber ve o’nunla birlikte olanların aradığı gibi aranacaktır. Kaybedileni bulmada samîmi, ciddî, gayretli ve inançlı olunacak, Allah bu gayreti görünce yardımını ulaştıracak ve bulduracaktır bize kaybettiğimizi. Bulunca da iş bitmeyecek, bulduğumuzla iç-âlemlerimizi tâmir edecek ve dış-âlemi yeniden Allah’ın istediği gibi inşâ ve îmâr edeceğiz. Fakat kaybedileni bulmak “işe başlamanın yarısı” olacağından dolayı işimiz baya bir kolaylaşacaktır.

 

Evet; bizim kaybettiğimiz hak ve hakîkat, adâlet ve eşitlik, takvâ ve ahlâk, samîmiyet ve ciddiyet, gayret ve azim, îman ve sâlih amel, hicret ve kardeşlik, cihad ve şahâdet, birlik ve İslâm toplumu, İslâm Devleti ve İslâm Medeniyeti’dir. İşte kaybettiğimiz bunlardır ve lâyık olduğumuzda, hak ettiğimizde ve Allah dilediğinde bunları yeniden bulacağız ve yeniden Dünyâ’ya hâkim kılacağız inşaallah. Eğer arayıp da bulamazsak Dünyâ’mızı kaybettiğimiz gibi âhiretimizi de kaybetme riskimiz var maazallah.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2021

 

 

 

Devamını Oku »

13 Temmuz 2022 Çarşamba

İnsanı Her Şeyin Ölçüsü Olarak Görmek

 

“Hayır!; siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz” (Yâsin 19).

 

Artık bir şey, müslümanlar(!) tarafından bile; “İslâm’a uyup-uymaması” ile değil; “moderne uyup-uymaması” ile ölçülüp değerlendiriliyor. Modernizme uyup-uymaması ise, modern insana uyup-uymaması anlamına geliyor.

 

Doğru, iyi ve güzel herkese göre değişen bir değer ölçüsü değildir. Doğru, iyi ve güzel, “Allah’a göre doğru, iyi ve güzel olan”dır. O-hâlde her-şeyin ölçüsü olmak ancak Allah’ın hakkıdır ve her-şeyin ölçüsü olmaya en lâyık olan da O’dur. İnsan ise ancak Allah-merkezli düşündüğünde, konuştuğunda ve yaşadığında ölçü yada örnek olabilir. Peygamberlerin insanlara “örnek” oluşlarının nedeni budur.

 

Protagoras’a göre, insan her-şeyin ölçüsüdür. Şöyle der:

 

“Nesnelerin özü herkese göre değişir. Nesneler bana belli bir biçimde gözükürler ve öyledirler, sana belli bir biçimde gözükürler ve öyledirler. Bu nedenle insan her-şeyin ölçüsüdür. Dolayısıyla, ‘kendinde iyi’den söz etmenin bir anlamı yoktur, çünkü her-şey insana yâni bireye göre değişir”.

 

“İnsan nasıl görüyorsa, düşünüyorsa, vehmediyorsa ve zannediyorsa hakîkat odur” diyor. Böylece hakîkat, insanın sınırlı aklı, zihni, duyguları ve yargısına göre belirlenerek basitleştirilmiş oluyor. Oysa insan, bugün “böyle” dediğine yarın tam-aksi bir şekilde “şöyle” diyebilen varlıktır. O-hâlde insana “her-şeyin ölçüsü” diyeceksek, ölçü herkese göre farklı olacağı için, “kesin bir ölçü yoktur” dememiz gerekir ki bu “hakîkat diye bir şey yoktur” demektir. Böyle olunca da şeytana, nefse ve insana ama özellikle de ilahlaşmış (tâğut) olan insana göre tasavvur etmek, düşünmek, konuşmak ve yapıp-etmek kaçınılmaz olacaktır. Lâkin târih boyunca böyle yapmak insana acıdan, yıkımdan ve maddî-mânevî gaflet ve perişanlıktan başka bir-şey getirmemiştir.

 

İnsan her-şeyin ölçüsü olunca tek hakîkat rölativizm oluyor. Her-şey kişiye göre değişiyor çünkü. Ama şeyler, en çok da “kader belirleyici” gücü elinde tutan insanlara göre değişiyor. İnsanın algısı, psikolojisi, ihtirâsı vs. gerçeğin tek ölçüsü oluyor. İyi de herkes farklı algılayacaksa ve farklı görecekse, o zaman neye ve kime güveneceğiz?. Elbette hiç-bir şeye ve hiç kimseye güvenemeyiz. Çünkü insan her-şeyin ölçüsü ise tüm insanlar her-şeyin ölçüsüdürler. O-hâlde hakîki ölçü ne ve kim olacaktır? Sorunu ortaya çıkar ki tüm kavganın sebebi budur.

 

İnsan her-şeyin ölçüsü yapılınca, aslında nefsimiz, arzularımız, isteklerimiz ve ihtiraslarımız ölçü olur. Canımızın istediğine ve işimize gelen şeye hakîkat demeye başlarız ki modernizm sonrası post-modernizm ve post-truth ile gelinen nokta budur. İnsan nasıl görüyorsa ve nasıl hissediyorsa öyledir. Bir şey insana göre neyse odur. İnsan ne derse odur. Ne söylese öyledir. İşte bu durum insanı önce mânevî olarak içten, sonra da maddî olarak dıştan çürütür ve çer-çöpe dönüştürür. Sonuçta gelinen yer mutlak bir nihilizmdir, bir boşluktur, bir “yokluk”tur, anlamsızlıktır. Zâten Protagoras da en sonunda bombayı patlatır ve şöyle der:

 

“Hiç-bir şey yoktur. Bir şey vâr olsa bile onu tanımamız ve bilmemiz mümkün değildir, tanısak ve bilsek bile bir başkasına aktaramayız bu bilgileri. Dolayısıyla, gerçeklikler değil, görünüşler vardır ve her birey belli bir dönemde kendisine yararlı olan görünüşleri başkalarına empoze etme sanatını öğrenmek zorundadır. Böylece insan yâni birey her şeyin ölçüsüyse eğer, sonuç olarak ölçü yoktur artık, çünkü insanları ölçü alan yada onlara ölçü veren bir şey yoktur”.

 

“İnsan her-şeyin ölçüsüdür” ifâdesi, “adam-başı doğrunun olması” anlamına gelecektir ki bu da “doğru yoktur” demekle sonuçlanır. Lâkin doğru tektir ve daha az doğru “doğru” olmaz. Çünkü doğru, tam olmak zorundadır. İnsanı merkeze almak ve onu her-şeyin ölçüsü olarak görmek, onun doğrularını kabûl etmek anlamına gelir. Fakat her insanın kendi doğrusu ve doğru kabûl ettikleri şeyler vardır. Bu durum sözde doğruların çatışmasını başlatacaktır. Sonuçta doğru kabûl edilen kişisel doğrular bir yaraya merhem olamazlar.

 

Protagoras’a göre, doğru olan şey, şu-anda algılanan, duyulan, istenilen ve özlenilen durumdur. İnsan, şu-andaki algıları, duyguları, istekleri ile her-şeyin ölçüsüdür”. Fakat doğru “sâdece şu-anda doğru olan” değil, “her zaman doğru olan”dır ki doğru “mutlak-doğru” olandır. Mutlak-doğru her-zaman mutlak-doğrudur. Mutlak-doğruyu insanın üretebilmesi mümkün değildir. Mutlak-doğruyu ancak Allah belirleyebilir. Belki de bu nedenle olsa gerek, Platon: “Tanrı bizim için her-şeyin ölçüsüdür” demiştir.

 

En nihâyet gelinecek olan yerde kim daha güçlüyse onun dediği doğru olmaya başlar ve “güçlü azınlıklar” “zayıf çoğunlukları” yönetir, yönlendirir ve üzerlerinde kader belirleyiciler hâline gelirler. Kallikles şöyle diyor: “Doğrunun işâreti güçlünün zayıf üstündeki egemenliği ve kabûl edilen üstünlüğüdür”. Thrasimakhos da şöyle diyor: “Bana göre adâlet, en güçlü olanın çıkarından başka bir şey değildir”. Demek ki her insan her-şeyin ölçüsü olmuyor ve sâdece bâzı insanlar her-şeyin ölçüsü oluyorlar. Bu modern dönem dâhil tüm zamanlarda böyle olmuştur.

 

İnsan her-şeyin ölçüsü yapılmaya başlandığında gelinen yer kaçınılmaz olarak burasıdır. Zâten Nietzsche’nin; “Tanrı ölmüştür” demesinin nedeni de budur. Çünkü artık Tanrı “her-şeyin ölçüsü” olmaktan çıkmış ve insan her-şeyin ölçüsü olarak Tanrılaşmıştır. Lâkin şu apaçık bir gerçektir ki Allah hiç-bir zaman ölmez ama târih boyunca ilahlaşmış ve ilahlaştırılmış olan tüm insanlar toprağın altında çürümüşler ve çürümektedirler.

 

İnsanın her-şeyin ölçüsü olmasının ideolojisi Hümanizm’dir. Hümanizm “insana tapma dîni”dir. Hümanizm, tanrısal ve doğal olana karşı insanı yüceltmek ve ilahlaştırmaktır.

 

Şu da var ki, aslında her-şeyin ölçüsü olarak insanı görmek, insanın kara-kaşını, kara-gözünü, etini-kemiğini ölçü almak demek değildir. İnsanı her-şeyin ölçüsü olarak kabûl etmek, insanın aklını-mantığını ölçü olarak kabûl etmek demektir. Bu da, aklı ve mantığı tanrılaştırmak anlamına gelir. Anaksagoras: “Sonuçta her-şeyi düzene koyan zekâdır, her-şeyin nedeni odur” der. Akla tapan eski yunanda ve bir neo greko-romen uygarlık olan modernizmde akla bu kadar atıf yapılmasının nedeni budur. İslâm’da da akıl önemlidir ve aklın kullanılmasına çok değer ve önem verilir. Hattâ Yûnus Sûresi 100. âyette: “O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” denir. Aklını kullanmayanların çirkefe batacağı söylenir. Fakat İslâm’ın bahsettiği bu akıl tanrılaştırılmış ve tapılmakta olan akıl değil, vahiy-merkezli olan akıldır. Zîrâ akıl sonsuz ve sınırsız değildir ve bu yüzden sonsuz ve sınırsız yetide de değildir. O-hâlde aklın da dayanması gereken bir şey vardır. Bu dayanak, Allah hesâba katılmadığında mecbûren şeytan, nefs, arzular, ihtiraslar, tâğutlar, çok üstün görülen kişiler, madde, kısır düşünceler ve mantıklar olacaktır. Fakat Allah’ı hesâba kattığınızda aklın dayanağı ve ölçüsü, En Yüce Olan’ın sözü yâni vahiy olacaktır ki insanlara “güzel örnek” olarak gönderilmiş olan peygamberler, güçlü bir îman ile ve akıllarını vahiy-merkezli kullandıkları için insanlığa önderler ve örnekler olmuşlardır.

 

İnsan her-şeyin ölçüsüyse “her insan her-şeyin ölçüsüdür” düşüncesi de açığa çıkar ve böylece bireycilik bir din hâline gelir. Bireycilikten en çok faydalananlar ise bireyler değil, küresel sermâyeyi elinde tutan mutlu azınlıklar olacaktır. Çünkü insan bireyselleştikçe arzularını “tüketerek” tatmin edecektir ki tüketilen şeyleri üretenler ve satanlar işte bu mutlu azınlıklardır.

 

İnsan ne zaman ki her-şeyin ölçüsü olarak görülmüşse ilahlaşmıştır. İlahlaşan insan hep zulmetmiştir ve zulmeder. Zîrâ ilahlığı istismâr etmeyecek olan sâdece Allah’tır.

 

İnsanı her-şeyin ölçüsü olarak gördüğünüzde artık tüm kötü şeyler gibi tüm iyi şeylerin de insan kaynaklı olduğunu söylemeye başlarsınız. Ahlâkın, aklın, rûhun, sevginin, çeşitli duyguların vs. hep insandan kaynaklandığını söylemeye başlarsınız. Oysa İslâm’a göre tüm iyilikler Allah’tandır. Tabi tüm kötülükler de insanın kendisinden kaynaklanır:

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

İnsanı ruhtan bağımsızlaştırmak, onun sâdece beşerî-maddî yanını öne çıkarmak anlamına gelir ki zamanla insan tümden maddî bir varlık olarak görülmeye başlanır. O zaman da madde her-şeyin ölçüsü olarak görülmeye başlanır. Fakat madde, kaba hâliyle insanlara farklı-farklı görüneceği için farklı ölçüler ve karışıklıklar ortaya çıkacağından dolayı maddenin en temel noktası “mutlak ölçü” olarak alınmaya başlanacaktır ki atomculuk bunu söyler. Artık hakîkati belirleyecek olan şey atomlar ve daha da alt parçacıklar olacaktır. Modern insanın, büyük çarpıştırıcılarda her-şeye ölçü olacak bir şeyler aramasının nedeni budur. Zîrâ modern insan Allah’ı hesâba katmadığı ve onu her-şeyin ölçüsü olarak görmediği için, her-şeyin ölçüsü olabilecek bir şey aramaktadır. Bunun için elbette maddeyi parçalamak zorundadır. Çünkü her-şeyin ölçüsü olarak görülen insan da maddedir. İnsan her-şeyin ölçüsüyse o-hâlde madde her-şeyin ölçüsü olmalıdır. Bu da “en temel parçacık yâni en temel madde her-şeyin en temel ölçüsü olmalıdır” düşüncesini açığa çıkarır ki, hırsla ve büyük masraflarla o en temel parçacığı aramalarının nedeni budur. İnsanı her-şeyin ölçüsü yapmak için bunu yapmak ve bir şeyler bulmak şarttır. Modern insanın modern-bilime ve teknolojiye tapınmasının ve tüm umutlarını bunlara bağlamasının nedeni budur.

 

Peki her-şeyin ölçüsü olan insan hangi insandır?. Çelişkili ve tam-aksi bir düşünce açığa çıktığında hangi insan ölçü olarak alınacak ve hangi insanın görüşüyle hareket edilecek?. İşte burada devreye her zaman; “zengin olan, îtibarlı olan, makam-mevkî sâhibi olan, akıllı, zekî ve kurnaz olan, sonra da; acımasız, merhâmetsiz ve vicdansız olan, Dünyâ’yı ve maddeyi daha çok seven, en hırslı olan”, fakat “Allah’ı, Dîn’i, Kitab’ı, hakkı-hakîkati, adâleti-eşitsizliği, şirki-küfrü ve zulmü göz-ardı eden insan” öne çıkacaktır. Çünkü tüm zamanlarda böyle olmuştur. Allah’ı her-şeyin ölçüsü olarak görmeyenler, târih boyunca hep bahsedilen kişileri her-şeyin ölçüsü ve belirleyicisi olarak görmüşlerdir.

 

Böyle insanların karşısına da her zaman peygamberler çıkmıştır ki peygamberler zâten böyle insanların karşısına çıkmak ve her-şeyin ölçüsünün insan değil, Allah olduğunu söylemek için seçilip gönderilmişlerdir. Peygamberler örnek kişiliklerdir ve insanlara örnek olmak için gönderilmişlerdir. Fakat peygamberler her-şeyin ölçüsü değillerdir. Onlar da şaşmaz-yanılmaz ve hakkın-hakîkatin ta kendisi ve her-şeyin ölçüsü olan aşkın bir gerçeğe göre düşünürler, konuşurlar ve hareket ederler ki bu aşkın sonsuz güç elbette âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Peygamberlerin “güzel örnek” oluşlarını sağlayan şey budur. Dolayısıyla peygamberler her-şeyin ölçüsü olarak Allah’ı, Dîn’i, Kitab’ı-vahyi alırlar.

 

Aşkın olanı hesâba katmayan ve her-şeyin ölçüsü olarak görülen insanın varıp-dayanacağı yer, bir bilinemezlik, yapamazlık, yıkım ve zulümdür. Zîrâ insanın her-şeyin  ölçüsü olmaya ne iç-yapısı, ne de dış-yapısı uygun değildir ve ne mânevî ne de maddî yapısının buna gücü yeter. Çapı ve çabası her-şeyin ölüsü olmaya zinhar yetmez. O-hâlde her-şeyin ölçüsü olarak, sonsuz güç-sâhibi olan Allah’ı görmek zorundadır. Hâbil ile Kâbil’den bêri târih boyunca tüm savaş, her-şeyin ölçüsünün Allah mı yoksa insan mı olacağının teorik ve pratik savaşıdır.

 

İnsanı her-şeyin ölçüsü olarak görmek düşüncesi aslında hiç-bir zaman tezâhür etmez. Çünkü insan mutlak anlamda ölçü olamaz. Zîrâ “insanı her-şeyin ölçüsü” olarak ortaya çıkarmak düşüncesi aslında, insan üzerinden başka şeyleri ölçü yapmak içindir. Meselâ tüm zamanlarda ama özellikle modern zamanlarda her-şeyin tek bir ölçüsü vardır, o da paradır. Para -istisnâlar hâriç- insanın tüm zamanlarda ve tüm mekânlardaki değişmez tek ölçüsüdür. Paranın hesâbını yapmak için matematik şart olduğundan dolayı, matematik modern dünyânın en önemli öğrenim konusu olarak görülmektedir. Modernizm, başarının “para ve sayısallık” ile ölçülmesidir. Modernizmde üstünlüğün ölçüsü “para” iken, İslâm’da ise üstünlüğün ölçüsü “takvâ” yâni “Allah korkusuna bağlı olan sorumluluk bilinci”dir.

 

Ölçü olarak belirlediğiniz şey yada kişi sizin ilahınızdır. Neye yada kime göre düşünüyor, konuşuyor ve davranıyorsanız, ona tapıyorsunuz demektir. Zîrâ ölçünüz o oluyor. Ölçü aldığınız şey ilahınızdır.

 

İnsanı her-şeyin ölçüsü olarak görmenin mecbûrî kötü sonuçlarını bâzı filozoflar şu şekilde ifâde etmişlerdir:

 

“Tanrı’dan yâni iyiden uzakta izlediğimiz yol bizi şu düşünceye götürmüştür: Her insan her-şeyin ölçüsüydü, kendi seyr-u seferinin kaptanıydı ama bu seyr-u sefer hiç-bir yere götürmemiştir bizi. Dolayısıyla, insan bütün ölçülerini yitirmiştir, her-şeyin ölçüsü olduğunu söylemesine rağmen eylemleri kötüdür ve anlayışı kıttır. Dolayısıyla, yön değiştirmemiz gerekir, gerçek bir ölçü bilimi, bir doğru ölçü-cetveli bulmamız gerekir. Onu keşfedebilmemiz için kendimizde gerçek bir dönüşümün olması şarttır ve bu değişim bizim ‘her-şeyin ölçüsünün insanın ulaşamayacağı kadar yüce, yüceden de yüce bir tanrısallık olması’ gerektiğini anlamamızı sağlar; çünkü iyi, bireylere göre değişen bir ölçü değildir. İyi, varlıklar arasında birlik oluşturur ve anlaşmazlık oluşturan bir çokluğun yerine sevgi getiren bir birliği koyar”.

 

İnsan kendi başına bırakılmaya gelmez. Çünkü kendi başına bırakıldığı zaman kendini “her-şeyin ölçüsü” olarak görmeye başlar. Allah bu nedenle insanlar içinden peygamberler seçmiş ve onlara vahiyler göndererek: “her-şeyin tek ve mutlak ölçüsü Allah’tır” mesajını vermiştir. Hakîki ölçü işte budur!.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

6 Temmuz 2022 Çarşamba

İyiliği Emretmek Kötülüğü Nehyet(me)mek

 

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).

 

Emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker=“iyiliği emretmek ve kötülüğü kaldırmak” İslâm’ın ana kuralıdır. İslâm bu kuralı hayâtın her alanında işletir ve hâkim kılmaya çalışır. İslâm’a göre hayâtın hiç-bir alanı İslâm’sız olamaz. Bu nedenle İslâm’da lâiklik olmaz; müslüman da lâik olamaz.

 

Müslümanlar, emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker yapmayı bırakınca zayıflamışlar ve böylece tüm Dünyâ’da zulüm baş göstermiştir. İslâm’a göre, “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yapan, yâni “iyiliği emreden, kötülükten nehyeden (kötülüğü engelleyen) bir toplum-cemaatin bulunması elzemdir. Allah böyle bir toplumun bulunmasını tavsiye değil, emreder. Çünkü o ideâl toplum bulunmadığında Dünyâ’nın başına gelmeyen kalmaz ve aynen günümüzde olduğu gibi, şeytan Dünyâ’da istediği gibi cirit atar. Tâğutlar istedikleri gibi hükmederler ve insanları mankurtlaştırıp kendilerine kul-köle ederler. Adâletsizlik alıp başını gider. Zengin-fakir uçurumu artar. Kadın-erkek rôlleri değişir. Eğitim, sağlık, iş, güvenlik ve toplumdaki tüm kurumlar ifsâd olur. Herkes çıkarını düşünür ve “gemisini yürüten kaptan” sözü mottolaşır. Dolayısı ile Dünyâ, insanca ve müslümanca yaşanamayan bir yer hâline gelir.

 

Kur’ân “Peygamber örnekliği” (Ahzâb 21) üzerinden, aynı-zamanda bir “toplum örnekliği” de kurmak ister: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104). Bu örnek toplum; örnek insan (Peygamber), örnek kadın, örnek âile ve sonuçta “örnek toplum” olarak tezâhür eder. Örnek toplumun tüm üyeleri, “örneklik merkezi” olduklarından dolayı sorumlulukları daha çoktur. Sorumluluk, hem cezâyı hem de ödülü iki katına çıkarır. Bu nedenle Dünyâ’ya örnek olacak olan mü’minlerin cezâsı da ödülü de iki kat olur.

 

İyiliği tebliğ etmek ve iyiliğe dâvet etmek çok önemlidir. İnsanların özündeki iyiliği açığa çıkarmak için yapılacak tebliğ ve dâvet tüm peygamberlerin ilk görevleridir. İyiliği emretmek, tebliğ, dâvet ve bâzı etkinliklerle yapılır. Bunu yapmanın çok riski yoktur. Alt-tarafı terslenirsiniz belki. Fakat insanlara iyilikten-güzellikten bahsetmenin kötü bir tarafı olmadığı için insanlar genelde iyilikten bahsedilmesini ve iyiliğe dâvet edilmesini olumlu karşılarlar. Fakat işin bir de “kötülüğü nehyetmek” yâni, “kötülüğü ortadan kaldırmak tarafı vardır. İşte bu kolay değildir. Çünkü kötülük her zaman yaygın olmuştur ve kötülük çok çeşitlidir. İnsanlar çeşitli kötülüklerden en az birine kapılmıştır. Kötülüklerden birine takılmayan çok az kişi vardır. Zâten Allah, işte  o az topluluğun bir-araya gelerek emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker yapmasını emretmekte ve böylece iyiliğin yaygınlaşmasını, kötülüğün de azalıp bitmesini istiyor.

 

İslâm sâdece “emr-i bi’l mâ’ruf” değildir. Emr-i bi’l mâ’ruftan sonra bir de “nehy-i ani’l münker” de vardır ki işin zor ve daha ağır kısmı budur. Yapılan kötülükten uzak kalmak yetmez, bir kötülüğe karşı insanları uyarmak ve sakındırmak da gerekir. Fakat bu zorluk emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münkeri birlikte yapmayı askıya almaz. Her zaman emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker yapan bir toplumun bulunması olmazsa-olmazdır. Çünkü hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunmadığında müslümanların parçalanması kesindir:

 

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır” (Âl-i İmran 104).

 

Zamâne müslüman cemaatlerin bireyleri, “şahsiyet” olamamış kişilerden oluşuyor. Bu nedenle “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yap(a)mıyorlar. Çünkü güzel örnekliğimiz Peygamberimiz’in Sünnet’ini -ki emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker merkezli bir süreçtir- tâkip etmiyorlar:

 

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (nebî) olan elçiye (resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri harâm kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).

 

İnsanlık târihi, “imtihan târihi”dir. Nerede insan varsa orada mutlakâ imtihan da vardır. İmtihanın olduğu yerde ise nefsin etkisi ve ona karşı vahyin nûru olur. Nefse uymak çok kolayken, vahye uymak insanın belini büker. Bu nedenle insanlık târihinde “nefsine uyanlar ve ona göre yaşayanlar” her zaman çoğunlukta olmuştur. Fakat bunların karşısında her zaman “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” göreviyle görevli olan ve vahyi kılavuz eden bir toplum da bulunmuştur.

 

Peki emr-i bi’l mâ’rufu anladık da, nehy-i ani’l münker nasıl yapılır?. İyiliği emretmek herkese yapılır, fakat kötülükten sakındırmak kötülük yapanlara yapılır. Kötülük yapanlar “kötü” oldukları için bu iş dirâyet isteyen bir iştir. Özellikle lîderlere yapılması gereken “kötülükten alıkoyma” işi tüm kötülükleri kapsadığı için, sistemin ve sistemin başındakilerin çıkarlarının alaşağı edilmesi anlamına gelir. Bu da güçlü bir dirençle karşılaşmayı yanında getirir. Târih boyunca hep böyle olmuştur. O-hâlde kötülüğü alt etmek daha zordur ve bu nedenle de emr-i bi’l mâ’ruf yâni iyiliği emretmenin tâlipleri çok olurken, nehy-i ani’l münker yâni kötülüğü ortadan kaldırmanın tâlipleri çok az olur. Zîrâ bunun büyük bedelleri de olabilir ve vardır. Bu nedenle bir eleştiri, îtirâz, isyân, tebliğ, dâvet süreciyle bu yola adanmak gerekir. Tüm peygamberler bu yola adanmış kişiler olmuştur. Demek ki emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münkeri yâni “iyiliği yaygınlaştırmak ve kötülüğü uzaklaştırmak ve yok etmek” için adanmış bir toplumun bulunması zorunludur. İşte Allah: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104) âyetini bu yüzden indirmiştir.

 

Böylece her alanda iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek için çalışmalar yapılır. Bu bâzen sert de olabilir. Meselâ siyâset konusunda emr-i bi’l mâ’ruftan sonra, nehy-i ani’l münkerin nasıl yapılacağı Kunut Duâları’nda şu şekilde gösterilir:

 

“Allah’ım!; Sen’den yardım isteriz ve Sen’den günahlarımızı bağışlamanı isteriz, râzı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz. Sana inanırız ve sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bize verdiğin bütün nîmetleri bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiç-bir nîmetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nîmetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız. ‘Hâl ederiz’ (nahlû)” denir.

 

Bu duâda “ve nahlâu ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yâni diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyân eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, lîderlikten) hâl edip al-aşağı ederiz, onu kendi hâline terk ederiz”. Böyle söz veriyor, geceyi bu sözle kapatıyoruz. İsyân eden, fâcirlik ve fâsıklık yapan kişileri makamlarından indirme sözü veriyoruz. Fakat yine de bunu yapmayı göze alamayan çoğunluk, milyonlarca insanı cehenneme doğru sürükleyen, onların şirke girmesine, Allah’a isyân etmesine sebep olan ve hattâ bunu dayatan tâğutlara karşı emr-i bi’l mâ’rufu yapsalar da “nehy-i ani’l münker” kısmını yerine getiremezler yada bunu çok kısıtlı yada noksan yaparlar.

 

Nahlâu (hâl ederiz) derken kullandığımız “hâl” kelimesi, “ehl-i hâl’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hâl etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dâir bir ahid ve söz verme, bir siyâsi bilinçtir. Fakat bu işin zor olan tarafı olduğu için, iyiliği yaygınlaştırmakla yetinilmektedir. 

 

Her zaman azim, gayret ve fedâkârlıkla, kötülükleri elle, dille, hiç olmadı, kâlple buğz ederek düzeltme gündemde olmalıdır. Allah’ın istediği İslâm toplumu ve hayırlı ümmet ancak elini taşın altına koyanlarla kurulur ve böylece bu ümmet “en hayırlı ümmet” olur:

 

“Ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir” (Âl-i İmrân 110).

 

Şirkin, küfrün ve de doğal olarak zulmün ayyuka çıktığı ve Dünyâ’yı ifsâd ettiği modern zamanlarda, “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yâni “iyiliği emr ve kötülüğü men etmeyi” hakkıyla yapacak ve azîmete göre yaşayacak mü’min bir toplum ortaya çıkana kadar şeytan Dünyâ’da iktidârını azimle sürdürmeye devâm edecektir. Fakat Allah bu durumdan râzı değildir. Bu yüzden Hz. Lokman, oğluna şu öğüdü vermiştir:  

 

“Ey oğlum!; namazı dosdoğru kıl, mârufu emret, münkerden sakındır ve sana isâbet eden (musîbetler)e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir” (Lokmân 17).

 

“Müslümanlar târih-boyunca hiç uzlaşıp da birlik olamamışlardır ki” demenin bir noktadan sonra çok da anlamı yoktur. Zîrâ Kur’ân: “İçinizde emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yâni “sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” der. Peki İslâm-târihi boyunca hiç uzlaşıp da birlik olunmuş olan bir toplum olmamış mıdır?. Böyle bir topluluk hiç-bir zaman kurulamamış mıdır?. Elbette olmuştur. Bizim için ölçü; sarayın, devletin, bürokrasinin, zenginlerin, halkın vs. yanlış ve şirk-küfür-zulüm içindeki yaşamları mıdır, yoksa “iyliği emr ve kötülüğü nehy için çalışanlar” mıdır?.

 

Kurucu-toplum her zaman az olur ve az ile başlar. Önemli olan o toplumun kurulmasıdır, diğer şeyler ise ondan sonra gelir yada gelmez. İşin raconu budur. Aslî unsurlar her zaman az olur, bu tüm zamanlarda böyle olmuştur. Önemli olan o az topluluğun işlevselliği ve işlevselliğinin kalitesi ve niteliğidir. İnsanlığın başlangıcından îtibâren bu hep böyle olmuştur, böyle olacaktır. Sünnetullah ve imtihan olayı bunu gerektirir. Tüm toplumun istisnâsız şekilde olumlu anlamda değişmesi ve “on numara mü’minler” hâline gelmeleri gibi bir şey mümkün değildir. Zîrâ daha önce hiç-bir zaman tüm fertleri İslâmî yönde değişmiş-dönüşmüş olan bir toplum olmamıştır. Önemli olan, kendilerini vahiy-merkezli olarak değiştirecek olan o az ve özel toplumun ortaya çıkması ve “iyiliği emr ve kötülüğü nehyetme” yolunda olması ve bunun ne kadar kaliteli yapılıp-yapılmadığıdır. Demek ki aslî ve yan-unsurları her zaman ayırmak ve farklı değerlendirmek gerekir. Tabi bu değerlendirme yine vahye göre yapılacaktır ki yan-unsurlara da zulmedilmemiş olunsun.  

 

Emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münkeri hakkıyla yapanlar Allah’ın izniyle başarıya ulaşırlar ve Allah’ın istediği gibi bir İslâm toplumu, bir İslâm devleti ve İslâm medeniyeti sürecine girilir. Bu toplum Allah-merkezli yaşayan bir toplumdur:

 

“Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidâr sâhibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, mârufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a âittir” (Hac 41).

 

Allah’ım!; müslümanları ve mazlumları zâlimlerin elinden kurtar, müslümanların içinden bir lîder öncülüğünde “emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker” yapan bir topluluk çıkar, bu topluluk vesilesiyle müslümanlar, mazlumlar ve mâsumlar, Dünyâ’nın nesneleri olmaktan kurtulup Dünyâ’nın özneleri hâline gelsinler. Hak ve hakîkat, adâlet ve eşitlik sarsın ve kuşatsın Dünyâ’yı, senin sözün-dînin Dünyâ’ya hâkim olsun. Böylece zulümler-mazlûmiyetler bitsin ve Dünyâ’dan Cennet’e bir köprü kurulsun. Dünyâ “cennetin bir şûbesi”, “dârus-selam” olsun. Asr-ı Saadet süreci yeniden başlasın ve kıyâmete, “son saat”e kadar devâm etsin Allah’ım!.

 

Allah, insanlar içinden emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, insanlara öğüt veren ve kötülükleri yok etmek için var gücüyle çalışan toplumu en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

Devamını Oku »